EKONOMİDE KURTULUŞ SAVAŞI
M. KEMAL
CABIOĞLU
Türkiye’de Birlik Hareketi
Türkiye’de Birlik Hareketi
M. KEMAL
CABIOĞLU :
1925
yılında Isparta ilinin Senirkent ilçesinde dünyaya gelmiştir. 1937’de Senirkent
İlkokulu’ndan mezun olmuş, ailesinin izin vermemesi üzerine tahsihayatına üç
yıl ara verdikten sonra Yalvaç Ortaokulu’na kaydolmuş ve 1943’de mezun
olmuştur. 1946’da Afyon Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi
İktisat Fakültesi’ne kaydolmuştur. Orada Prof. Dr. Gerhard Kessler, Prof.
Neumark, Prof. Aleksandr Rostov gibi o dönemin ünlü hocalarından dersler
almıştır. 1951 yılında fakülteden mezun olduktan sonra Senirkent’e dönmüştür. Kendini
genç yaşta Anadolu’nun kalkınması davasına adamış olan yazarımız, daha sonra
uzun süre başbakanlık danışmanlığı yapmış, Türk sanayisinin ve ekonomisinin
önemli destekçilerinden ve savunucularından biri olarak hayat sürmüştür.
Elinizdeki kitap, yazarımızın bu amaçla sürdürdüğü çalışmalarını, görüş ve
değerlendirmelerini içermektedir.
Duyulmayan çığlık ve Türkiye’de Birlik Hareketi
Sayın Kemal Cabıoğlu ömrünü ülkemiz ve Türk
milletine adamış, kamuoyu nezdinde fazlaca bilinmeyen sessiz kahramanlardandır.
Onun övünmeğe ve övülmeğe ihtiyacı yoktur. Ülkenin her geçen gün karanlıklaşan
gidişatını konuşmak, çareler aramak üzere davet ettiği bir dostu “ Pazar
günleri torunlarımı seviyorum, gelemem” dediği için çok üzülmüştü. Telefonda
konuştuğu ve ne yapıyorsun diye sorduğu dostundan “Yazlıkta çimleri suluyorum”
cevabı aldığında: “Vah! Vah! Vah! Memleket bu haldeyken” deyip hayıflanıyordu.
“Geri kalmış toplumlar meselelerine doğru
teşhis koyamazlarmış. Doğru teşhis koysalar bile öncelik sırasına koyamazlarmış”
sözünü sık sık tekrarlar ve 300 yıldır aklımızı başımıza alamayışımıza yanar.
Batılıların “Üretmekten
vazgeçin. Siz yatın biz satalım. Ucuza veririz” anlayışını
kavrayamayanlara, yine Batılı’nın uzmanlık alanı olan “Akı kara, karayı ak
gösterme, kendi çıkarına olan değişiklikleri karşısındakinin çıkarlarına
uygunmuş gibi gösterme” çabalarını bir türlü doğru okuyamayan yönetimlere Kemal
Cabıoğlu sürekli isyan halindedir.
Elinizdeki kitap ekonomi alanındaki
sancılarımıza Kemal Cabıoğlu’nun attığı bir çığlıktır. The Economist dergisi
1927 yılında şu tavsiyelerde bulunuyor. “KİT’ler sosyal amaçlı
gereksiz kuruluşlardır. Türkiye’nin millî kalkınma hamlesi gereksiz ve
yersizdir. Türkiye inatçı gururunu bir kenara bırakıp Buğday, arpa ve sebze
yetiştirmelidir.”
İbrahim OKUR: Sayın Cabıoğlu, yıllardan beri “Ekonomide
Kurtuluş Savaşı” deyimini sizden işitiyoruz. Son olarak bu deyim,
kitabınızın adı oldu. Sizce bütün bunların özel bir anlamı var mı?
M.Kemal CABIOĞLU: Her şeyi en baştan anlatayım da
özel bir anlamı var mı yok mu, okuyucular karar versin. 1925 yılında
Senirkent’te dünyaya geldim. İlkokulu Senirkent İlkokulu’nda okudum. Yalvaç’ta
Ortaokulu, Afyon’da Liseyi okudum. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne
kaydoldum. Duvarları nemli olan Fatih Medresesinin Haliç’e bakan
cephesindeki Medrese Yurdunda kalıyorduk. Kızılay’ın verdiği yemekle idare
ediyorduk. Bazı arkadaşlar taslarını yemek dağıtanlara uzatırken “Suyundan
biraz fazla olsun ki, ekmek katığı yapalım” diyordu. O şartlar altında okurken
millete hizmet aşkından başka düşüncemiz yoktu.
1946-1950 döneminde, Türkiye değişik fikir akımlarına
sahne oldu. Kendilerini sol hareketin öncüleri olarak gören gençlerin önem
verdikleri nokta halklara siyasi özgürlük hareketiydi. Bu kişilere göre 1946’da
uygulanan demokrasi gerçek demokrasi değildi. Şekilden ibaretti. Eksiksiz ve tam
demokrasi ancak halklara özgürlük verilmesiyle olurdu. “Halklara özgürlük verildiği taktirde, Türkiye
gelişmiş ülkeler arasına katılır” deniliyordu. O dönem ülke kalkınmasında
Yugoslavya, Rusya ve Çin’de Mao hareketini örnek gösteren bir zihniyet vardı.
Yugoslavya örneği ısrarla tekrarlanırdı.
Özgürlük hareketi veya
Yugoslavya Modeli Türk milletini bölmeye ve parçalamaya yönelik bir hareket
idi. Esefle ifade ediyorum ki günümüzde bölücülük hareketi devam ediyor. Çünkü
bölücüler ve bir kısım siyasîler, halklara özgürlük verilirse ekonomide
kalkınma olur fikrini savunmaktadırlar.
O günlerde Bekir
Berk’in çıkardığı Türk Yolu dergisinde “Köy Yolu” başlıklı yazım çıktı. Bu
yazıda köylümüzün fakirliğinden ve köy kalkınmasından söz ediyordum. Bunu “Vatan
İçin Partisi” Başkanı Hikmet Kıvılcımlı okumuş. Kemal Cabioğlu’nun halklara
özgürlükçülerle beraber çalışacağını düşünmüş.
Metin Ören isimli
arkadaş bizi, iş bulmak vaadiyle Hikmet Kıvılcımlı’ya götürdü. Kıvılcımlı
yazımı beğendiğini ifade ederek bize çıkaracakları mecmuada çalışmamızı teklif
etti. Mecmuada çalışacağız ve hayal ettiğimizin üstünde para verecekler. Rahat
tahsil yapma imkânı bulacağız.
Hikmet Kıvılcımlı
çıkaracakları dergide savunacakları fikirleri anlatmaya başladı. Halklara
özgürlüklerden söz etti. Bu söze itiraz ettim. “Türkiye’de tek Türk halkı var, nereden çıktı halklar,
Çerkez, Arnavut, Boşnak ve kendini Kürt sayan Kürtler Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşladırlar” dedim. Beraber gittiğimiz Cahit Çakmak da beni destekledi:
-Bizim aile Arnavutluktan geldi. Arnavutlukta bizim
aileye Türk derlerdi. İstanbul’a geldik Arnavut olduk”.
Devletin ismi Türk
Devletidir diyerek görüşmeyi terk ettik. Bölücülerin hedefinin Türkleri tarih
sahnesinden silmek olduğu anlaşıldı. Bu olaydan sonra mücadele için birçok
toplantı yaptık. Türk Gençlik Teşkilatı’nın kurulması kararını aldık.
Kalkınma bahanesiyle
böyle bölücü hareketlere seyirci kalındığında, bölücüler tarafından ekilen
tohumlar, on-on beş yıl sonra acı meyveler verecektir. Halklara özgürlük
hareketi Türkiye’nin başına bela açacaktır.
Bölücü harekete bir
kuruluş tarafından “Dur!” ihtarı çekilmeliydi.
Bu akıma karşı bizim
de ülke kalkınması konusunda idealimizin olması gerekiyordu. Bu idealimizi
gerçekleştirmek için çareler aradık.
OKUR: Bazıları gibi, ülke meselelerine
ilgisiz kalmadınız ve toplumu kalkındırma çabası gösterdiniz öyle mi?
CABIOĞLU: Evet. Bizim toplum kalkınması
konusundaki çalışmalarımız Cumhuriyet dönemi iktisat tarihçilerini
ilgilendirir. Benim Senirkent’e dönüşüm, Anadolu köylerinin kalkındırılması
ideolojisine olan bağlılığım ve ettiğim yemin çerçevesinde oldu. 1947 yılında,
Afyon’da, Senirkentli öğrencilerin ağırlıkta olduğu KÖY YOLU DERNEĞİ’ni kurduk.
Kuruluştan bir hafta sonra alınan ikinci bir kararla beni derneğin Başkanlığına
seçtiler. Kurucuları: Metin Ören, Osman Tortoğlu, Necati Ergindoğan, Yahya
Oğuz, Süleyman Oğuz, Kemal Özdemir, Nuri Tortop, Faruk Akkülah, İsmet Örmeci,
Yusuf Uysal ve ben, Kemal Uysal (Cabıoğlu). Bu teşkilat, o dönemin ses
getiren bir kuruluşu oldu. Beni toplum hayatına hazırlayan, bu cemiyette
kazandığım tecrübeler oldu.
İktisat Fakültesi’nde birinci sınıf öğrencisiyken
sınıfta hocamız Prof. Gerhard Kessler’e, “Hocam,
30 milyon nüfusun yüzde 70’i köylü, köylü de yılın 4 ayı çalışıyor 8 ay
yatıyor; bu 8 ay içinde yaşanan hayatı kalkınma enerjisine nasıl
dönüştüreceğiz?” diye sormuştum. Bu
sorum üzerine hocam, “Bana bu soruyu bakanlar bile sormadı.” diye
cevap vermişti. Sorumdan o kadar memnun oldu ki, beni asistanı ilan etti ve her
gün yanıma gelerek sırtımı sıvazlardı. İnsanın bir davası olunca kime ne
soracağını da kararlaştırabiliyor.
Bize göre, Türkiye’nin kalkınması demek Anadolu’nun
kalkınması demekti ve bunun için de köyün kalkınması gerekiyordu. Buna “aşağıdan
yukarıya kalkınma” diyorduk.
Tarım Kentleri Projesini ortaya atmıştık. O
yıllarda 40 bin olan köy sayısını 10 bine indirecek şekilde, merkezi köyler
tasarlıyorduk. Kendimizi köye o kadar adamıştık ki, yatıp kalkıp Türk köylüsünü
düşünüyorduk.
OKUR-Kalkınma
konusunda ilham kaynağınız ne oldu?
CABIOĞLU-Dr. Tahsin Tola’nın gayret ve
çalışmaları oldu. Kendisi hepimize örnek olmuş, çok gayretli bir şahsiyetti.
Senirkentliydi. Yaşı bizden epey büyüktü. Tıp fakültesinden mezun olmuş mecburi
hizmetini takiben, savaş şartlarında uzun yıllar askerlik yapmıştı.
Terhis olunca Senirkent’e dönmüş ve mesleğinin yanında
kasabada dokumacılık ve halıcılık sektörüne önderlik etmeye başlamıştı.
OKUR-Peki az önce sözünü ettiğiniz Prof.
Kessler kimdir?
CABIOĞLU- Prof .Kesler Hitler döneminde
Türkiye’ye gelmiş ekonomi bilginidir. İstanbul İktisat Fakültesinde öğretim
üyesidir. 1951 yılında Almanya’ya dönerken Hürriyet Gazetesi muhabiri soruyor;
-Türkiye’de 10 yıldan fazla
kaldınız, bu süre içinde sizde iz bırakan bir olay var mı?
Kessler’in cevabı:-Senirkent olayı.
-Nedir Senirkent olayı?
-Eekonomide aşağıdan yukarıya
kalkınma hareketidir. Toplumun devletin desteğini beklemeden kalkınma
hareketine katılmasıdır. Dr. Tahsin Tola Senirkentlileri ülke kalkınmasında
örgütlüyor. Devletin yardımı olmadan ekonomide kalkınma hareketi yaparak
fertlere iş buluyor. Yine devletin katkısı olmadan okul, talebe yurtları
yaptırıyor.
OKUR: Açar mısınız bu Senirkent olayını?
CABIOĞLU: Isparta’nın Senirkent ilçesi Tarım
geliriyle geçiniyordu. 3-4 ay çalışıyor, 8-9 ay işsizdi. Dr.Tahsin Tola önderlik
ettiği Dokumacılar Kooperatifine neredeyse bütün Senirkentlileri üye yaptı.
Ailelere çekme tezgah temin edildi. Artık Senirkentliler tarımla 3-4 ay
uğraşırken 8-9 ay da dokuma tezgâhlarında çalışıyorlardı.
OKUR: Peki sonra?
CABIOĞLU: Kooperatif iplik fabrikası
kurmuştu. Bina var, makine var işletme sermayesi yoktu. Bütün gücümle çalıştım,
her kapıyı çaldım, işletme sermayesi sağladım ve fabrikayı üç vardiya
çalıştırmaya başladık. Tam gaz çalışıyoruz ve kazanıyoruz.
Senirkent’te işsiz kalmadı. Herkesin gözü
üzerimizde. Tam bu ortamda, iktidardaki Demokrat Parti harekete geçti,
kooperatifin yönetimini de, iplik fabrikasının yönetimini kendi adamlarına
vermek istedi. Karşı çıktım. Sonunda olağanüstü kongreye gittik. Anadolu
Kalkınma Hareketi adlı bir oluşum bütün gücünü ortaya koydu. Gazetelerde
beni destekleyen yazılar çıktı. Prof. Ali Fuat Başgil, Prof. Fahrettin
Fındıkoğlu, Prof. İbrahim Kafesoğlu, Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık, Necip Fazıl,
Nurettin Topçu Sait Bilgiç, Emin Bilgiç ve daha birçokları beni destekleyen
yazılar yazdılar.
Kongrede hükümet güçleri kongre salonuna giren
çıkanları denetlemeye kalkıştı. Kadın üyeler salona alınmak istenmedi.
OKUR: Kadın üyeler mi vardı?
CABIOĞLU: Evet kadın üyeler vardı. Bunlardan
Feden Ana hayatım boyunca zihnimdeki yerini korumuştur. Deli Feden diye
kasabada nam salmıştı. Yanına 20-30 kadar kadın almış salona geldi. Fakat
kapıyı tutanlar içeri almak istemiyordu. Kavga dövüş salona girdi. Feden Ana ne
işin var burada dedim.
“-Rüyamda gördüm oğlum. Köpekler sene saldırıyodu.
Hoşt deyip hepsini govaladım.
Köpeklere hoşt demeğe geldim.” Feden ana bir punduna
getirip kürsüye çıktı. “Bizler çalı çırpı toplayıp satarak 30 kuruş para
kazanır onunla geçinmeye çalışırdık; Kara Melek Tahsin Tola geldi, ipek
evlâdımız Kemal geldi, onların sayesinde şu nasırlı ellerimiz mor binlikler
gördü”, diye bağırdı. Omuzuna astığı iki kozalağı gösterip “Sizin erkekliğiniz
karga yumurtasıysa benim erkekliğim kaz yumurtası. Kemal’i size harcatmayız.
Siz kim oluyorsunuz?” diye bağırdı. Feden Ana milleti hem ağlattı hem güldürdü.
Sonunda anladılar ki, çoğunluk benden yana.
Menfaatçiler sus pus olup çekildiler. Bu olaydan sonra hocam Gerhard Kessler,
bana destek olmak üzere Senirkent’e gelip konferans verdi. Benim ona yıllar
önce sorduğum soruyu tekrarlayarak söze başladı ve ardından konuşması boyunca
sorunun cevabını açıkladı. Senirkentlilere “sekiz ayı kalkınma enerjisine
çevirmeyi siz gerçekleştirdiniz”, dedi.
OKUR: Buna kalkınma yolunda halkın zaferi
diyebilir miyiz?
CABIOĞLU: Elbette. Halk hareketi baskıları
kırabiliyor. Ben bu halk hareketinin Feden Ana’ sı, Dr. Tahsin Tola’sı olabilir
miyim, diye düşünüyorum. Yani Feden Ana’nın, Dr. Tahsin Tola’nın bana verdiği
desteği sonraki kuşaklara vererek Feden Ana’ya, bu vatan uğruna şehit olanlara
olan borcumu ödeyebilir miyim, diye çalışıyorum.
OKUR: Tarım Kentleri’nin akıbetini merak
ediyorum.
CABIOĞLU: Tarım Kentlerini mükemmel bir proje
haline getirdik. MHP sahip çıktı. Daha sonra Merhum Ecevit’ Köy Kent şeklinde
benzer düşünceleri ifade etti.
OKUR- Milliyetçi görüşte olan aydın
kesim Tarım Kentleri fikrini ve Ekonomide Kurtuluş Savaşı düşüncesini nasıl
benimsedi?
CABIOĞLU- Kessler benim savunduğum ülke
kalkınmasıyla ilgili fikirlerimi Prof. Dr. Orhan Tuna ve Prof. Dr.
Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu’na anlatmış. Kesler’le beraber Fındıkoğlu beni
odasına çağırdı. Ülke kalkınmasıyla ilgili fikrimin kaynağını sordular.
Hocalarıma Dr.Tahsin Tola’yı anlattım. Köye Doğru Derneğini ve Türk Gençlik
Teşkilatını arz ettim. Sonra Kessler’le beraber Senirkent’e gittik. Dr.Tahsin
Tola’yı tanıdı. Yaptığı işleri gördü. Fındıkoğlu Senirkent’e geldi. “Anadolu
İstanbul’u Çağırıyor” başlıklı risaleyi kaleme aldı.
Ayrıca Abdülaziz Efendi, Zeyrek’teki
vaazında “Halka hizmet hakka hizmettir” hadisi şerifinden söz ederek Cuma
hutbesinde Dr. Tahsin Tola hareketini övdü. Dr. Tahsin Tola’nın rehber olduğu Ekonomide
Kalkınma Programında Senirkent olayı devlet ve millet konularında duyarlı
ilim ve dava adamları için örnek oldu.
OKUR-Sonra neler oldu?
CABIOĞLU - Milletvekili seçilen Dr. Tahsin
Tola. Dr. İrfan Aksu, Sait Bilgiç, Remzi Oğuz Arık Ekonomide Kurtuluş Savaşı
hareketini Milliyetçiler Derneği’nin görüşü olarak TBMM’de savunacaklardı.O
günlerde ülkemizde Barış İçinde Bölme Politikalarının uygulanması için dış
güçler tarafından örtülü savaşın bütün türleri sergilendi. Milliyetçiler derneği bölücü iç ve dış merkezler
tarafından yalan yanlış propagandalarla suçlandı. Ne mutlu Türk’üm diyene
ilkesini savunan Milliyetçiler Derneği’nin ırkçı olduğu, dine dayalı devlet
kuracağı yalanları yayıldı. Demokrat Parti Milliyetçiler derneğini ırkçılık ve
dine dayalı devlet kurma suçları ile kapattı. Ayrıca derneğin önderlerinden
Isparta milletvekili olan Dr. Tahsin Tola, Dr. İrfan Aksu ve Sait Bilgiç’i
partiden ihraç etti.
OKUR:- Demokrat Parti Milliyetçiler
derneğini kapatmakla ve Isparta milletvekillerini ihraç etmekle Tarım Kentleri
Projesi gündemden kalktı mı?
CABIOĞLU- 2.Dünya Savaşı sonraları 1945’lerde
Amerika Brethon Wodys anlaşmaları ile dünya ekonomik yapılanmasında öncü oldu.
Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası, Dünya Ticaret Anlaşmaları, dünya
gümrük anlaşmaları ile küresel ekonomi yapısı oluştu. Yarım asır boyunca
iktidarda olanlar Küresel sistem içinde millî çıkarlara dayalı bir ekonomi
politikası izleyemediler. Mazeretleri de şu oldu: “Küresel sistem içinde
bağımsız bir politika izlenemez, Küresel isteme uyma zorunluluğu var”. O
zorunluluğun Türkiye’yi getirdiği durumu bugün görüyoruz. Tabii buna razı
olacak değiliz. Üzerimize düşen sorumlulukları yerine getireceğiz. Elinizdeki
kitap bunun için hazırlanmıştır.
OKUR- Teşekkür ederim.
**
M. KEMAL CABIOĞLU- EKONOMİDE KURTULUŞ SAVAŞI İSİMLİ ESERDEN
ALINTILAR
1. Bölücüler Ekonomiyi zehirliyor
Bölücü dış ve iç merkezlerin umutları kırılmalı ve yok
edilmelidir. Yerel yönetim tasarısını hazırlayan kadrolar gafleten bölücülerin
umutlarını artırmıştır.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından
onaylanmayan Yerel Yönetim Yasa Tasarıları, IMF’nin Yugoslavya’nın
parçalanmasında kullandığı tasarıların bir benzeridir.
2. Küresel Ekonomi sisteminin,
IMF ve Dünya Bankası’nın hayal ettiği dünya, ulus devletlerin tahribatına ve
şehir devletlerin oluşturulmasına yöneliktir.
Hikmet Bayur, Sait Halim Paşa hükümeti tarafından
alınan, yerel yönetim ile ilgili kararların, Osmanlı devletinin bölünmesini
ifade eden Sevr’in temellerini 1913’lerde attığına işaret ediyor[i].
Sadrazam Sait Halim Paşa’nın kararnamesi ile günümüzdeki iktidarın yerel
yönetim tasarısında tam benzerlik var.
1800–1919 Dönemi’ndeki Osmanlı devletini yıkılışa
sürükleyen Tanzimatçılarla, 1990–2005 döneminde Sevr’i ve Lozan’ı
gündeme taşıyan demokrat ve özgürlükçülerin benzerliklerinden biri de yerel
yönetim tasarılarıdır. Bu tasarıyı Cumhurbaşkanı veto etmiştir. Ülke
kalkınması bahane edilerek bölücülere kapı açılması kabul edilemez. Kamu
kuruluşlarına siyasi düşüncelerle ehliyetsiz ve şahsi çıkar hesabı güdenlere
görev verildiğinde o kamu kuruluşları zarar eder. Ayrıca bazı kamu
kuruluşlarında kâr hesabı yapılmaz.
Cumhuriyet’in, hasta adam görüntüsünden kurtulması ve
ülke kalkınmasına kapı açılması için, bölücü dış ve iç merkezlerin umutlarının,
kesin olarak kırılması gerekir.
20.06.1913’de, Osmanlı hükümeti tarafından
çıkarılan yerel yönetim ile ilgili kararnamelerle, AKP tarafından
çıkarılan, Yerel Yönetim ve Özel İdare taslaklarında benzerlik görülüyor.
Bu benzerlik, hayra alâmet değildir. Benzerlik, bölücüleri umutlandırıyor.
Bölücü dış merkezlerin, Türkler hakkında plânları,
asırlar geçse de değişmiyor. Sadrazam Sait Halim Paşa’nın yerel yönetimle
ilgili kararnamesi dış güçlerin etkisiyle olmuştur. Günümüzde, devletin elini
kolunu bağlayan uyum kanunları, Avrupa Birliği’nin dayatması ile çıkarıldı.
Sadrazam Sait Halim Paşa’nın, 20.06.1913’te Avrupa
devletlerinin büyükelçilerine yollamış olduğu kararnamenin bazı maddeler
şöyledir[ii]:
Madde 1- Geçici vilayet kanunlarına göre
vilayet meclislerine, mahallî işler için karar alma, yetkisi verilmiştir.
Vilayetlerin, ayrıca bütçeleri olacaktır. Memurların görev ve yetkileri genişletilmiştir.
Madde 9- Bu kararname ve vilayet
merkezlerine, ziraat için de geniş ölçüde borçlanmak imkânı, sağlamıştır.
Madde 10- Fransız Bompart Paşa’nın
başkanlığı altında, her vilayete oraya ne kadar jandarma gerektiğini tespit
etmek üzere, müfettişler yollanmıştır.
Madde 11- Yukarıda sözü geçen kanun ve
nizamların tam yürürlükte olması için, imparatorluk altı genel
müfettişliğe ayrılmıştır. Anadolu Doğu Vilayetleri gibi önemli vilayetlerin
başına, yabancı müfettişler geçirilecektir. Bunların buyruğu altında, jandarma,
adliye ve ziraat işleri için, yabancı ve Osmanlı uzmanlar bulunacaktır.
Madde 12- Her nazırlık için (bakanlık)
yabancı bir müsteşar ve bir müfettiş görevlendirilecektir ve bazı daireler için
de, yabancı memurlar alınacaktır.
Madde 15- Genel müfettişlerin ve yabancı
memurların getirilmesi için, gereken girişimlerde bulunulmuştur.
Diğer maddelerin yazılmasına lüzum görmüyorum.
1913’lerdeki, Sadrazam Sait Halim Paşa hükümeti
tarafından alınan Yerel Yönetim kararları ile AKP iktidarının, Şubat
2004’te TBMM’ne sunduğu, Yerel Yönetim taslakları arasında tam benzerlik var.
AKP döneminde de Sevr’e kapı aralayan yerel yönetim
taslağını, kendi devlet adamlarımız hazırlıyor. Devletin ve milletin çıkarının
burada olduğunu iddia ediyorlar. Millî mücadelede mandacılar kurtuluşu,
İngiltere’ye, Fransa’ya veya Amerika Birleşik Devletleri’ne teslimiyette
görüyorlardı. Benzerlik burada yatıyor.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) tarafından
Yerel Yönetim Raporu 1996’da hazırlanmıştır. Bu raporda TOBB’nin yerel yönetim
ile ilgili görüşü şöyledir:
“Tarihi olaylar ve bazı gelişmeler incelendiğinde
görülmelidir ki, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında ve hatta Cumhuriyet
döneminde, merkezi otoritenin iç ve dış sebeplerle zayıflatıldığı anlarda,
mahallî özerklikler bağımsızlığa yönelmiştir. Bu yöneliş, dış güçler tarafından
desteklenmiştir.”
3. Türkiye’yi 81 eyalete
bölmek
Bölücülere umut veren her hareket, ülke kalkınmasına
engel olur. Sayın Yıldırım Koç, yerel yönetim ile ilgili çok güzel bir
araştırmada bulunmuştur. Araştırmanın başlığı şöyledir:
“Devleti yeniden yapılandırmak mı yoksa 81 eyalete
bölmek mi?”
Bu araştırmada siyasilere ders verici, bir uyarı var:
“Merkezi idarenin görev ve yetkilerinin, yerel
yönetimlere devredilmesi, mutlaka demokratikleşme, kaynakların daha verimli
kullanımı, daha başarılı bir hizmet, israfın ve yolsuzluğun önlenmesi anlamına
gelmiyor. Yerel yönetimlere fazla yetki ve güç devri ilk aşamada, üniter devlet
yapısının zayıflatılmasına ve parçalanmasına, eyalet sistemine ve federal
devletlere yol açıyor. İkinci aşamada ise küçük, zayıf ve bağımlı devletler
ortaya çıkıyor.”
Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. B.
A. Güler’in yerel yönetim taslakları üzerindeki çalışması, bir kısım siyasileri
ve aydınları, gaflet ve dalalet uykusundan uyandıracak özelliktedir.
Özel idare ve belediyelerin mal ve gelirleri, devlet
malı ve devlet alacağı hükmünde değildir. Belediye ve özel idare, bir çeşit
şirket oluyor.
Belediye ve özel idareler, merkezi hükümetlerin hiçbir
onayına ve iznine tabii olmadan eğitim, sağlık vs. gibi hizmetleri kendisi
ihale ve imtiyaz yolları ile ya yapar, ya yaptırır.
Belediye ve özel idare meclislerine, merkezî hükümetin
izni ve Danıştay’ın denetimi olmadan şirket kurmak, iştiraklerini özelleştirmek
yetkisi verilmiştir.
Belediye ve özel idarelere bağlı İSKİ ve İETT gibi
kuruluşlar, yetkili organların kararı ile borçlanabilir. Bu, iç ve dış
borçlanma için geçerlidir.
Belediye ve özel idarelerin, merkezî idarenin izni
olmadan içeriden ve dışarıdan borçlanması, göz ardı edilecek bir olay değildir.
Gelecekte İstanbul’da, Diyarbakır’da, Batman’da, Mardin’de, belediye ve özel
idareler İSKİ, İETT gibi kuruluşlar, dış finansman kuruluşlarına borçlanabilir.
Kendi kendine bağımsız kararlar alabilirler. Aldıkları borçları, zamanla
ödeyemez duruma düşebilirler. Böyle bir durumda, Düyunu Umumiye yeniden
hortlatılmış olur. Alacaklı dış güçler alacaklarını kendisi almaya kalkışır.
İllerimiz, kamu kuruluşlarımız, yabancı finans kurumlarına bağlanmış olur.
Bu konuyu özetliyorum:
Şirket kurmak, özelleştirmek, ihalecilik,
imtiyazcılık, kamu topraklarının özel mülkiyete devri, kurulacak olan yerel
yönetim modelinin esasını teşkil etmektedir.
Ülke gündemini, küreselleşme propagandası işgal
ediyor. Küreselleşme, şehir devletleri dönemi demektir. Çok hukuklu bir
sisteme, kapı aralamaktır. AKP’nin yerel yönetim taslakları, şehir devletlerine
davetiye çıkarmaktır. Türkiye için küreselleşme Sevr’in başka adıdır.
İngiltere, Fransa ve Almanya gibi devletlerin gündemlerinde, küreselleşme gibi
bir konu yoktur.
Kamu yönetimi temel yasası bakanlıkların taşra
teşkilatlarını ve teftiş kurullarını, ortadan kaldırıyor. Yetkileri özel idare
ve belediyelere bırakıyor. Cumhurbaşkanı Sezer, bu taslakların, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin tekil yapısını değiştireceği için, veto etti.
Tasarı halen TBMM’nde bulunuyor.
Özel idare ve belediyeler ile ilgili taslakları
hazırlayan ekipler, ya Türkiye’de yaşamadı veya bölücü iç ve dış merkezlerin
yerli işbirlikçileridirler veya henüz söylemedikleri bir şeyler var. Başkaca
yorum yapamıyorum.
4. Bölücülere umut verildiğinde
ekonomide gelişme olmaz.
Ailede nikah nasıl kutsalsa devletin
kuruluşu ile ilgili ilkeler de kutsaldır. Her gün değiştirilmesi konuşulmaz. Değiştirilmeye
kalkışıldığında o devletin kuruluşu tam olmuş değildir. Kuruluşu tamamlanmamış
bir ülkenin ekonomisinde kalkınma olmaz. Kalkınma gemisi iskeleye bağlı kalır.
İdarî ve adlî cihazda tutukluk, bölücü iç ve dış
merkezlerin iştahlarını kabartıyor. Kötü idare, vatandaşlarımızdaki yatırım
aşkını söndürüyor. Devlet böyle idare edilirse, ekonomide beklenen gelişme
olmaz.
12 Eylül 1980’den evvel kurtarılmış bölgeler vardı.
Günümüzde kurtarılmış belediyeler ortaya çıktı. Diyarbakır Belediye Başkanı ve
ilçe belediye başkanları hep birlikte, güvenlik güçleri ile çatışarak ölen
teröristin ailesine, başsağlığına gidiyorlar. Bu olay, milletin gözü önünde
oluyor. Bu alenen ve resmen, teröristleri desteklemek anlamındadır. Belediye
Başkanı Osman Baydemir’in bu konu ile ilgili beyanı şöyle:
“Biz iki taraf arasında eşit mesafedeyiz. ”
Bir vatandaş dahi terörist ile devlet arasında eşit
mesafe olamaz. Bu olayda belediye başkanları, devlete karşı isyan etmişlerdir.
Bu olaya seyircilik devam ediyor.
Türk milleti bu olay karşısında Başbakan, İçişleri
Bakanı ve Adalet Bakanından şöyle yiğitçe bir ses ve hareket bekliyordu.
“Sen kim oluyorsun ki, iki tarafa da
eşit mesafede olduğunu söyleyebiliyorsun? Sen kim oluyorsun da Avrupa
Parlamentosu’na bölücü rapor verebiliyorsun?”
İçişleri Bakanı, yetkisine dayanarak, teröristlere
destek olan belediye başkanlarını görevden almalıydı. Adliye cihazı da acilen
devlete isyan eden bu adamları cezalandırmalıydı. Yetkili makamlar, bu olaya
karşı halâ seyirci. Bu seyredilecek türden sıradan bir olay değildir. İdare ve
adli cihaz seyirci, yetkili makamlar seyirci, seyircilik bölücüleri iyice
umutlandırdı. Böyle bir ülkede, ekonomi canlanamaz…
12 Eylül’den evvelki kurtarılmış bölgelere, adalet ve
idari cihazlar seyirci oldu. Böylece yetkili olup da seyirci olan kuruluşlar,
12 Eylül hareketini davet ettiler.
Güneydoğu’daki bazı belediye başkanları teröristlere
sahip çıkıyor. Yetkili makamlarda bu olayları seyrediyor. Bölücüleri
umutlandıracak hiçbir harekete izin verilmemelidir.
5. Yerel Yönetim Tasarısını
Hazırlayanlar,
Bölücülerin Umutlarını Artırmıştır.
Bölücü iç ve dış merkezlerin umutları kırılmalı ve yok
edilmelidir. Yerel yönetim tasarısını hazırlayan kadrolar gafleten, bölücülerin
umutlarını artırmıştır.
1913’lerde Sadrazam Sait Halim Paşa’nın kararnamesi
ile günümüz iktidarın yerel yönetim tasarısında tam benzerlik var.
1800-1919 Dönemi’ndeki Osmanlı devletini yıkılışa
sürükleyen Tanzimatçılarla, 1990-2005 Sevr’i ve Lozan’ı gündeme taşıyan
demokrat ve özgürlükçülerin benzerliklerinden biri de yerel yönetim
tasarılarıdır. Bu tasarıyı Cumhurbaşkanı veto etmiştir. Ülke kalkınması bahane
edilerek bölücülere kapı açılması kabul edilemez. Kamu kuruluşlarına siyasî
düşüncelerle ehliyetsiz ve şahsî çıkar hesabı güdenlere görev verildiğinde o
kamu kuruluşları zarar eder. Ayrıca bazı kamu kuruluşlarında kar hesabı
yapılmaz.
Cumhuriyetin, hasta adam görüntüsünden kurtulması ve
ülke kalkınmasına kapı açılması için, bölücü iç ve dış merkezlerin umutlarının,
kesin olarak kırılması gerekir.
20. 06. 1913’ de, Osmanlı hükümeti
tarafından çıkarılan yerel yönetim ile ilgili kararnameler, günümüzde, AKP
tarafından çıkarılan, Yerel Yönetim ve Özel İdare taslaklarında
benzerlik görülüyor. Bu benzerlik, hayra alamet değildir. Benzerlik
bölücüleri umutlandırıyor.
Bölücü dış merkezlerin, Türkler hakkında plânları,
asırlar geçse de değişmiyor. Sadrazam Sait Halim Paşa’nın yerel yönetim ile
ilgili kararnamesi dış güçlerin etkisi ile olmuştur. Günümüzde, devletin elini
kolunu bağlayan uyum kuralları, Avrupa Birliği’nin dayatması ile çıkarıldı.
“Türkiye’nin değişeceği (bölüneceği)
kesin. Ama ne zaman veya nasıl değişeceği (bölüneceği), belli değil. Türkiye ya
değişecektir veya değiştirilecektir.”
2- Genel olarak, gelişmekte olan ülkelerde ekonomiden
sorumlu kişiler, küresel ekonomide söz sahibi olan devletlerde yetişiyor ve
yetiştiriliyor. Turgut Özal, Kemal Derviş ve Mehmet Şimşek, küresel ekonomide
söz sahibi ülkelerde eğitim almışlardır. Bu kadrolar, küresel ekonomi dışında
bir yol izlendiği takdirde bunun ülke ekonomisi için felaket olacağı
düşüncesindedirler. Bu görüşü aşmak kolay değil. Fakat kararlı siyasi
iktidarlar bu görüşün üstesinden geldiler. Örnek olarak Finlandiya, Güney Kore
ve hatta Çin’i gösterebiliriz.
[i] Bayur’un
Cumhuriyet yayınlarından çıkan, 2. Balkan Savaşı adlı kitabından
[ii] Ord. Prof.
Hikmet Bayur, İkinci Balkan Savaşı, Cumhuriyet Yayınları sayfa 70
[iii] Prof. Dr.
Ömer Aksu, Ayyıldız Gazetesi
Lozan Antlaşması’nın yapılmasından 4 ay önce İzmir
İktisat Kongresi’nde ekonomi konusunda alınan kararlar, ekonomide bağımsız
politikalar takip edebilen örnek devletlerin kararlarıyla bire bir uyuşuyor.
Türkiye’nin ekonomide bağımsız olabilmesi için küresel
ekonomi içinde bağımsız bir politika izlemekten başka bir yol göremiyorum. Bu
fikrim yanlış anlaşılmasın. Küresel ekonomi sistemi içinde ekonomide bağımsız
bir politika izlemek mümkündür. Örnek olarak Finlandiya ve Güney Kore’yi ve
hatta Çin’i gösterebiliriz. Bu devletler küresel sistem içinde bağımsız bir
ekonomi politika uygulamışlar ve ekonomilerini kendileri yönetir hale
gelmişlerdir.
Bu devletler bir tarihlerde gelişmekte olan ülkeler
sınıfında idiler. Küresel ekonomi sistemi içinde bağımsız bir politikası
izlediler ve gelişmiş ülkeler safında yer aldılar. Evvela şu hususu belirtelim:
Türkiye, varlığını korumak için ekonomide bağımsız olmaya ve bağımsız
davranmaya mahkûmdur.
18.1. Kuzeyde bir refah ülkesi:
Finlandiya
Burada yukarıda belirttiğim ülkelerin müşterek olarak
uyguladıkları iki yoldan bahsedeceğim. Örnek olarak önce Finlandiya’yı ele
alalım. Finlandiya modelinin ana hatları şöyle ifade edilebilir:
1-Doğru hedefin tespiti için bilim ve teknolojiyi
rehber edindi.
2- Araştırma ve geliştirmeye büyük pay ayırdı.
3- Kendi gücüne güvendi.
4- Yabancıların desteğine ve önerilerine bel
bağlamadı.
5- Metal ve elektronik sanayilerine ağırlık verdi.
6- Karma ekonomi sistemi uyguladı. Ülkemizde olduğunun
aksine, devlet işletmeleri uluslararası kuruluşlara satılmıyor.
7- Kendi coğrafi gerçeklerinden hareket etti.
8- Lüks tüketim mallarına çok yüksek vergi koydu.
9- Ekonomiden başka bir konu devletin birinci gündem
maddesi olmadı; kısır siyasî tartışmalardan uzak kalınarak, refah toplumu nasıl
olunabileceğine bakıldı. 1919’da kabul edilen anayasa günümüze kadar hiç
değişikliğe uğramadı.
5,2 milyon nüfuslu Finlandiya’da 1 milyon kişi başına
1580 bilimsel yayın düşmektedir. Araştırma-Geliştirme personeli olarak 79 bin
kişi çalışmaktadır. Finlandiya, AR-GE’ye dünyada en fazla pay ayıran ilk üç
ülkenin arasında yer alıyor. Yani milli gelirinin yüzde 3,5′i. 2005 ihracatının
yüzde 21,5′i yüksek teknoloji ürünleri oluşturmaktadır. İthalâtının ize yüzde
15′i. AB’nin Çevre Programı’ndan aldığı proje payı 298 milyon Avro’dur.
Katıldığı proje sayısı 862′dir. Dünyanın en büyük teknoloji ödülü Finlandiya’ya
verildi. Finlandiya müthiş bir siyasî iradeye, müthiş bir yönetim kadrosuna,
iyi işleyen bir sisteme sahip. Finlandiya ne Marshall Yardımı aldı ne de ülke
ekonomisini dünyadan akacak dış sermayeye bağladı. Günümüzde kalkınma tamamen
akıl ve bilim işi[i].
Finlandiya’nın güçlü bir ekonomik yönetime sahip
olmasından gelen ünü, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönemde
yabancı borçlarını ödemesine ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Marshall
yardımı almadan yeniden yapılanmasına dayanmaktadır.
Çok fazla bir doğal kaynağı bulunmayan, yılın büyük
bölümünü karlar ve buzlar altında geçiren Finlandiya, makûs talihini bilgi ve
teknolojiye yatırım yaparak, insanlarının eğitim düzeyini mükemmel seviyeye
yükselterek yenmiştir.
Eskiden büyük çapta tarım ve ormancılığa dayalı Fin
ekonomisi, son on yılda radikal bir yapısal değişikliğe uğramış ve yerini
değişken ve modern bir sanayi sektörüne bırakmıştır. Ülke ihracatının yüzde
85′ini sanayi ürünleri oluşturmaktadır. En önemli sanayi dalı, ülke üretiminin
ve ihracatının yarısına tekabül eden metal ve elektronik sanayidir.
Nüfusu 5 milyon 211 bin, yani İstanbul’un nüfusunun
yarısından bile azdır. Buna karşılık işgücü 2,6 milyondur. Yani
yaşayanların yarısı üretiyor. Türkiye nüfusu ise yaklaşık 75 milyon, işgücü
sayısı ise 25 milyon. Yani Türkiye’de yaşayanların 3′te biri üretiyor, 3′te
ikisi üretmeden tüketiyor.
Finlandiya, bugün devlet iştirakinin yüzde 25 oranında
olduğu bir karma ekonomi sistemini benimsemiştir.
Tarıma uygun toprakları genel arazi içinde sadece
yüzde 8 olmasına rağmen Finlandiya, ziraî bakımdan kendisini besleyen bir
devlettir. Küçük aile çiftlikleri, tarımın temelini teşkil eder.
Finlandiya endüstrisi, ülke ihtiyacını karşılayacak
şekilde çalışmaktadır.
“Göller ülkesi” olarak da anılan Finlandiya’da
hidroelektrik enerjisi ülkenin ana enerji kaynağıdır.
Finlandiya dünya siyaseti açısından herhangi bir
stratejik değeri bulunmayan, arazisinin yüzde 76′sı ormanlarla kaplı, yeraltı
kaynakları bakımından fakir bir devlettir. Ancak 337 bin km2‘lik
yüzölçümüyle Finlandiya, Türkiye’nin yarısından daha küçüktür ama Finlandiya’da
kişi başına düşen yıllık gelir 2006 itibariyle 40 bin 500 dolar, Türkiye’de ise
5 bin 200 dolardır. Türkiye dünya genelinde refah seviyesinde 69. sırada yer
almakta, Finlandiya ise dünya sıralamasında 10. sıradadır.
Yüksek refah seviyesine rağmen Finlandiya’da, gıda ve
buna benzer tüketim malları satışında yüzde 17 Katma Değer Vergisi tahsil
edilirken lüks tüketim mallarının satışında yüzde 22 Katma Değer Vergisi tahsil
edilmektedir.
1919 yılında kabul edilen Fin Anayasası bugüne kadar
önemli bir değişiklik yapılmadan uygulanmaya devam etmiştir. Yani kısır siyasi
tartışmalardan uzak kalınıp, refah toplumu olunmaya bakılmıştır.
18.2. Güney Kore gelişmiş ülkelerin
arasında nasıl yer aldı?
1- 1965 yılında iktidara gelen Park Chung Hee, Güney
Kore’nin kalkınması için bir yol aradı. G. Kore’nin bir tarafında Çin, diğer
tarafında Japonya var. Eğer günü kurtarma politikaları izlerse bir gün
Japonya’nın ya da Çin’in sömürgesi olacaktır. Güney Kore yetkilileri “Ne
yapacaksak yapalım ve iki dev tarafından yutulmaktan kurtulalım” dediler.
Türkiye ise yarım asır boyu SSCB ile ABD arasında
kaldı. Güney Kore gibi kendi ayakları üzerinde durmak yerine, ABD’ye
yaslanmayı tercih etti. Sonuç ortada. Hem ekonomik açıdan hem de siyasi
açıdan dışarıya bağımlı bir Türkiye ortaya çıktı.
Ekonomide ve teknikte kazanılan
başarıyı hiç bir güç yıkamaz. Eğer ABD
gereken teknolojiye sahip olarak Japonya’ya atom bombasını atamasaydı, bugün
dünyada söz sahibi olamazdı.
1964 sonrası yapılan seçimlerde iktidara gelen Park
Chung Hee hükümeti, ihracata dayalı sanayileşmeyi gerçekleştirmek için reform
hareketi başlattı.
1-Teşvik verilecek sektörler belirlendi. Bu sektörlere
düşük faiz uygulandı.
2-Mevduat faiz oranlarının tavanları tespit edildi.
3-Devlet sanayiyi teşvik için özel olarak banka kurdu.
4-Devlet pazarlama şirketleri kurdu.
5-Kamu ve özel kesim arasında bilgi alışverişi yapıldı
ve köprü kuruldu.
6-İhracatçılara hammadde ithalatında kolaylıklar
sağlandı, kısıtlamalar kaldırıldı. Ek teşvikler yapıldı.
7-Ara malı ve makina üreten sanayi kollarına yoğun
teşvikler yapıldı.
8-Tarım, liberal politikanın dışında tutuldu.
Güney Kore, tarımın liberal politikanın dışında
tutulması gerektiğini daha 1964’lerde uygularken Türkiye ise halen AB’nin bu
konudaki dayatmalarını uygulamaya koymakla meşgul.
18.3. Kore Toplumu Kalkınmayı Hedef
Kabul Etti.
1966 yılında Kore Bilim ve Teknoloji Enstitüsü
kuruldu. 1967′de Teknoloji Bakanlığı kuruldu. AR-GE’ye 1980 yılında ayrılan
para, milli gelirin yüzde 0,9’u iken, 1999′da yüzde 2,5′e çıkardılar. Ekonomide
kalkınma, Kore toplumu için bir odak noktası oldu. Güney Kore dünyamızda gemi
yapımında birinci, yarı iletkenlerde üçüncü, petrokimya alanında beşinci, demir
çelik üretiminde altıncı sırayı aldı. Bilimsel araştırmalarla ilgili
harcamaların yüzde 75′ini özel sektör yapmaktadır.
Millî şuurda olan aileler, büyük
şirket kurdular ve Kore ekonomisinin gelişmesinde lokomotif görev üstlendiler,
Kore devleti de millî şuurda olan şirketlere destek oldu
Güney Kore ekonomisi için ayırt edici bir özellik de chaebol
denilen dev şirketlerin ekonomideki büyük yeridir. 1995′te (mevcut son veriler)
en büyük 30 chaebol, Güney Kore GSYİH’nın yüzde16′sını üretiyordu. İmalât,
katma değerin içinde yüzde 41 ve ihracat içinde yüzde 50 paya sahipti. 30 büyük
chaebol içinde 4 büyük gurup Hyundai, Samsung, Daewoo ve LG açıkça öne
çıkmaktadırlar ve GSYİH’nın yüzde 9′unu üretmektedirler.
Türkiye’de büyük şirketler küresel sermayenin taşeronu
olmaktan kurtarılmalıdır.
İstanbul’da çalışan finansal danışman David L.
Edgerly’ye göre, “Türkiye büyük çokuluslu şirketlerin ve yabancı ülkelerin yan
şirketi haline dönüştü” [ii].
18.4. Teknoloji
Ülkede çok eskiden beri süregelen bir teknoloji
politikası vardır. 1960′lı yıllarda başlayan teknolojiyi geliştirme
çalışmaları, günümüzde oldukça ilerlemiş bir teknoloji oluşumunu meydana
getirmiştir. Kore Bilim ve Teknoloji Enstitüsü (KBTE) ve Bilim ve Teknoloji
Bakanlığı (BTB) teknoloji ilerlemeleri konusunda önemli adımlar olmuştur.
1999 Nisanında Ulusal Bilim ve Teknoloji Konseyi
kuruldu. Bu konsey ulusal teknoloji politikalarını belirlemek, genişletmek ve
düzenlemekle görevlendirildi. Konseyin 19 kişiden oluşan üyelerinin başkanı
Kore Başkanı, diğerleri ise bilim ve teknolojiyle ilişkili hükümet üyeleri
arasından belirlendi. Bu konseyin belirlediği en önemli hedef, 21. yüzyılın ilk
çeyreğinde dünyanın teknolojik olarak en gelişmiş 7 ülkesinden biri olmak için
çalışmaktadır.
1999 yılı esas alındığında Kore’de yapılan AR-GE
yatırımı 10 milyar dolardır ve bu ülkenin GDP’sinin yüzde 2,46′sını
oluşturmaktadır. Bu da Kore’nin teknoloji gelişimine ne kadar önem verdiğinin
bir göstergesidir.
18.5. Dış Ticaret
Kore ihracata dayalı bir dış ticaret politikası
izledi.
Güney Kore, ekonomisini 1950′lerde kısıtlı bir alanda
sürdürülebilen tarıma ve balıkçılığa dayalı geleneksel bir yapıdan, sanayi ve
hizmetler sektörünün egemen olduğu bir yapıya kavuşturmayı başarmış bölgenin en
önemli ekonomik aktörlerinden biridir. Son 30 yılda dünyanın en hızlı büyüyen
ekonomilerinden biri olmuştur. 1962 yılında endüstrileşmede başlatılan ilerleme
ile ihracata dayalı büyüme politikası izlemiştir.
Kore, 1950′li yılların başlangıcında uzun süren yıkıcı
bir savaştan geçti. Zaten fakir olan ülke bu savaş ile büsbütün fakirleşti.
1960′lı yılların başında kendine özgü bir kalkınma modeli yarattı. Modelin
özünde devlet güdümünde gelişen bir özel sektör ve devletin ekonomik yaşamı
yönlendirmesi yatıyordu. Devlet, ülkenin ekonomik kalkınmasını endüstri, işçi
ve kredi piyasalarına müdahale yolu ile sağlıyordu. ‘Otoriter kapitalizm’ olarak
adlandırılan bu model 30 sene gibi bir süre içinde Kore’yi fakir bir ülke
olmaktan çıkarıp dünyanın 11′inci büyük ekonomisi yaptı[iii].
18.6. Ekonomide Çin’in Başarısı
Küresel ekonomi sistemi, devletlerin parasını emrine
almak ister. Çin ise parasını, küresel ekonominin oyuncağı olmaktan
kurtardı.
Çin’in döviz rezervleri 1 trilyon 430 milyar dolar
olmasına rağmen, parasını konvertibl yapmıyor, sıcak paranın saldırısından
koruyor.
Çin Merkez Bankası Para Komitesi Üyesi Li Deshui,
“yuan en az 5 yıl daha konvertible para yapılmayacak, çünkü 1997 Asya finansal
krizinde Kore parası won’da ve Tayland parası baht’ta yaptıkları gibi sıcak para
fonları yuan da spekülasyon yapabilir”, şeklinde konuştu. Dünya genelinde hedge
fonlarca (spekülatif fonlar) yönetilen 800 milyar dolar ile 1 trilyon dolar
arasında sıcak para olduğunu anlatan Li, “Eğer paramızı konvertible hale
getirerek korumasız bırakırsak bu fonların saldırısına uğrar”, dedi [iv].
Türkiye “spekülâtif sıcak para”nın
saldırılarına defalarca uğramasına rağmen halâ konvertible peşinde ve
hatta bununla da övünüyor.
Çin’in yıllık ihracatı 1 trilyon dolara yaklaştı.
İthalatı ise 810 milyar dolar oldu. Çin’in biriktirdiği para rezervlerinin iki
kaynağı var: Cari işlemler fazlası ve yabancı sermaye. Çin ihracatını artırmak
için para değerini düşük tutuyor. ABD ve dünya, Çin’e para değerini düşük
tutmaması için baskı yapıyor. Çin, döviz rezervlerini çeşitlendiriyor, doları
azaltıyor. ABD 2004 yılında 819 milyar dolar ihracata karşılık 1.471 milyar
dolar ithalat yapmış ve dolayısıyla 652 milyar dolar dış ticaret açığı verdi[v]
Çin’i Ayağa Kaldıran Sistem: Komuta
Ekonomisi
Çin bir süredir dünya ekonomisinin dengelerini tehdit
ediyor. Yıllardır ihracata bağlı olarak yılda yüzde 9–10 gibi çok büyük bir
hızla büyüyor. Bizim ithalâtımız kadar dış ticaret fazlası var. Üstelik net
sermaye girişi de on milyarlarca dolar. Normalde böyle bir ekonomide yerli
paranın değerlenmesi gerekir. Eğer dalgalı kur benimsenmişse zaten böyle olur.
Yok eğer sabit kur benimsenmişse, Merkez Bankası, kuru sabitleyebilmek için
durmadan döviz alır. Para arzı artar, enflasyon başlar. Ekonomi rekabet gücünü
yitirmeye başlar. Ya da daha fazla dayanamaz revalüasyon yapmak zorunda kalır.
Ama Çin’de bunların hiç biri olmuyor. Merkez Bankası her gün milyar dolara
yakın döviz alıyor. Sonra bunlarla gidip Amerikan bonosu alıyor. Merkez
Bankası’nın döviz karşılığında bastığı para, batık kamu bankalarının kara
deliklerine yama oluyor. Fiyat baskısı ise idari fiyatlarla idare ediliyor.
Diyeceksiniz ki, bütün bunlar nasıl olabiliyor. Olabiliyor; çünkü Çin’de tek
partinin yönettiği komuta ekonomisi uygulanıyor.
Neredeyse, çeyrek yüzyılı aşan bir süredir “açık kapı”
ve “sürekli reform” ilkesiyle sürdürülen politikalar nedeniyle olsa gerek,
1980’li yılların sonunda Avrupa’da tüm sosyalist ülkelerde yaşanan çözülme
burada yaşanmadı.
1- 1978’ten itibaren Çin yeni bir düzen oluşturdu.
Bazı kesimlerde sosyalist piyasa ekonomisi kurallarını, bazı kesimlerde
kapitalizmin işleyiş kurallarını egemen kıldı. Rekabeti esas alan kamu
mülkiyetine dayalı birçok mülkiyet sistemi oluşturdu.
2- Çin üretimde girdilere egemen oldu. Enerji ve
hammadde fiyatlarını piyasaya egemen olan spekülatörlere teslim etmedi. Çin
ucuz emek fiyatıyla birçok yabancı yatırımcılar için cazibe merkezi haline
geldi. Çin 1978–1992 döneminde kamu işletmelerini bir düzene soktu ve verimli
hale getirdi.
Çin bugün tek başına küresel ekonomi sistemiyle savaş
veriyor ve dünya ekonomisine egemen olma peşinde.
Çin Hükümeti 200 milyar dolarlık bir yatırım fonu şirketi
kurdu. Bu şirketin gizli amacı, Avrupa’da büyük yatırımlara ortak olmak ya da
tamamen satın almak. Aynı amaçlarla Rusya da bir yatırım fonu şirketi kurmuştu.
Çin ve Rusya’ya ait bu şirketlerin siyasi amaçla Avrupa’da enerji ve
telekomünikasyon şirketleri alımı yaparak, AB üzerinde baskı kurmasından paniğe
kapılan AB ülkeleri, elektrik, doğalgaz, nükleer enerji ve telekomünikasyon
olmak üzere birçok sektöre, AB haricinden alıcıların girmesini engellemek için
özel yasalar hazırladı.
18.7. Dünya para birimi yapısı
değişiyor. Doların bir kaç yıldır değer kaybetmesi yatırımcıları düşündürüyor.
Örneğin Şubat 2008′de Çin Meclisi’nin Başkan
Yardımcısı Cheng Siwei’nin bir konferansta Çin’in elindeki 1,43 trilyon
dolarlık yabancı para rezervini ABD Doları yerine daha iyi performans gösteren
para birimleri ile değiştireceği yönündeki açıklamasının ardından dolar, avro
karşısında rekor bir düşüş yaşadı. Bu açıklamanın ardından dolar dünyanın en
aktif 16 para birimi arasından 14’üne karşı değer kaybetti. ABD doları Kanada
doları karşısında 1950’den beri en düşük seviyeye gerilerken, İngiliz sterlini
karşısında da 26 yılın dibini gördü. Bu örneğin de gösterdiği gibi taşlar
yerinden oynuyor.
18.8. Dünya para birimi yapısı
değişiyor
Son 10 yılda enflasyon oranı yüzde 1-3 arasında
seyreden Çin, 2007 yılında yüksek enflasyonla tanıştı. Özellikle gıda
fiyatlarındaki artıştan kaynaklanan enflasyon artışı, yıllık oranı yüzde 6,5’e
çekti. Çin Merkez Bankası da, enflasyonu aşağı çekmek için faizleri yükseltti.
Bu politikada da kararlı olduklarını her fırsatta dile getiriyorlar.
18.9. Çin’in dış ticaret hacmi 2,5
trilyon dolar
Çin’in ihracatı 2006 sonu itibariyle 975 milyar
dolara, ithalatı da 777 milyar dolara ulaşmış durumda. Bu hız devam ederse,
2008 yılında ihracatın 1,5 trilyon dolara, ithalatın 1 trilyon dolara, toplam
dış ticaret hacminin de 2,5 trilyon dolar olması bekleniyor.
Çin’in ihracattaki en büyük partnerleri, yüzde 21 ile
ABD, yüzde 18 ile AB, yüzde 17 ile Hong Kong, yüzde 7 ile ASEAN ülkeleri
(Filipinler, Malezya, Tayland, Endonezya, Singapur), yüzde 4 ile de Güney Kore.
Çin’in ithalattaki en büyük partnerlerinin sıralaması
ise şöyledir: Yüzde 17 Japonya, yüzde 12 AB, yüzde 11 ASEAN ülkeleri, yüzde 11
Güney Kore, yüzde 8 ABD, yüzde 2 Rusya.
Çin sağladığı dış ticaret fazlası ile ülke döviz
rezervlerini de 1,3 trilyon dolar seviyesine çıkarmayı başardı.
Çin ekonomisinin sektörlere göre dağılımı ise
şöyledir: Tarım yüzde 13, sanayi yüzde 47, hizmetler yüzde 40.
15 Ekim 2007 tarihinde 17. kongresi toplanan Çin
Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı olan Hu Jintao yeni bir
kavramdan bahsetti: “Çin’e özgü demokrasi”. Bu kavram konuşma metninde
tam 60 kez yer aldı.
18.10. ABD dolarının dünya
egemenliği hızla sarsılıyor
Güney Kore’nin ardından Japonya da döviz rezervlerini
çeşitlendiriyor. Euro’ya ağırlık veriyorlar. Japonya’nın 840 milyar dolarlık
rezervinin büyük kısmı dolardı ama şimdi, Tokyo da Euro’ya yöneliyor. Çin
rezervlerinin yüzde 82′si dolardı, bu oran yüzde 76′ya geriledi.
Çin Halk Cumhuriyeti, 2007 Eylül ayı sonunda 1 trilyon
430 milyar dolarla dünyanın en zengin döviz rezervine sahip ülkesi oldu. Döviz
rezervi son bir yılda yüzde 45 arttı. Batı Çin’in ihracatını artırmak için
parasının değerini düşük tuttuğunu düşünüyor.
Çin’in ardından Malezya da para birimini döviz
sepetine bağladı. Malezya, parasını dolara bağlamaktan vazgeçti, kontrollü
dalgalı kuru kabul etti.
[i] Orhan Bursalı, 7 Aralık 2007,
Cumhuriyet-Teknoloji ilavesi
[ii] Dimitris Thomas Yunan Sky
Televizyonu, 18 Mart 2008
[iii]: Radikal, 2 Temmuz 2002
[iv] China Daily gazetesi, 26 Temmuz
2005
[v] Mahfi Eğilmez, Radikal, 2
Ağustos 2005
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar