ELEŞTİREL AÇIDAN SAİD NURSÎ'NİN KELÂMÎ GÖRÜŞLERİ
ÖNSÖZ
Doğuşundan
günümüze kadar pek çok aşamadan geçmiş olan kelâm ilminin konu ve muhtevasında
da bu gelişmelere paralel olarak birçok değişiklik meydana gelmiştir. Son dönem
Osmanlı medreselerinde okutulan klâsik kelâm ilminin, Batı'da ortaya çıkan ve
sonu inkâra varan yeni felsefî akımlar karşısında, İslâm dininin inanç
esaslarını savunma ve çağın inanç problemlerine çözüm üretme konusunda
kendisinden beklenen sonuçlan veremediği şeklindeki yaygın kanaatten hareketle,
bu ilmin muhteva ve metodunu ıslah etmeye yönelik olarak, o dönemin din
bilginleri tarafından yeni yöntem arayışlarına başlanmıştır. Her ne kadar, bu
çabaları konu edinen bazı lisansüstü çalışmalar yapılmışsa da, bunların İslâmî
ilimler gibi çok yaygın ve geniş bir ihtiyaç alanı için, yeterli ve doyurucu
olmadığı ortadadır.
Mutlâkiyet,
Meşrûtiyet ve Cumhuriyet gibi fikrî ve siyâsî pek çok önemli değişimin meydana
geldiği bir dönemde yaşayan, yazdığı eserlerde ağırlıklı olarak İslâm dininin inanç
esaslarını işleyen, bu konulara ilişkin görüşlerini açıklarken zaman zaman
tasavvufî yorumlara da yer vermekle birlikte, eserlerinin İslâmî ilimlerden "kelâm,
akide, usûlü'd-dîn" alanları içinde değerlendirilmesi gerektiğini
vurgulayan Said Nursî'nin adından bu yeni arayış dönem vesilesiyle de sık sık
söz edilmektedir. Bu müellifin çeşitli konulara ilişkin görüşlerini
inceleyen bazı akademik çalışmalar olsa da, onun kelâmî görüşlerini ele alarak
tenkit ve değerlendirmeler yapan ve onun fikirleri etrafında oluştuğu bilinen
"cemaat'ın referans olarak kabul ettiği eserlerdeki akâid konularını,
Temel İslâm Bilimlerinin en önemlisi olan kelâm ilmi açısından inceleyip
değerlendiren doktora seviyesinde bir bilimsel araştırma bulunmamaktadır. Ayrıca
Said Nursî'nin fikirleriyle ilgili olarak gerek onun takipçileri gerekse
kendisine karşı olanlar tarafından yapılan araştırmaların pek çoğunun,
genellikle "kutuplaşma ürünü" olarak kabul edilmiş olması, bu
konuda ilmî ve objektif kriterlerin devre dışı tutulduğu şeklinde olumsuz
kanaatler de doğurmuştur. Bu vakıadan hareket ederek söz konusu müellifin
kelâmî görüşlerini ve bunların kaynaklarını objektif, bilimsel ve eleştirel
açıdan inceleyerek değerlendirecek bir akademik çalışma yapılmasının önemli bir
ihtiyaç haline geldiği şeklindeki düşünceyi paylaşan anabilim dalı hocalarımın
da uygun görmesi üzerine, "ELEŞTİREL AÇIDAN SAİD NURSÎ'NİN KELÂMI
GÖRÜŞLERİ" başlıklı bu araştırmayı doktora tez konusu olarak
seçtim.
Bu
çalışmada yöntem olarak önce Said Nursî'nin kelâmî görüşleri bizzat kendi
eserlerinden tespit edilmiş, daha sonra Kur'ân, sünnet ve konuyla ilgili
klasik ve modem literatür göz önünde bulundurularak bu görüşlerin tenkit ve
değerlendirilmesi yapılmıştır. Klasik kelâmın hemen hemen bütün konularında
görüş beyan eden müellifin fikirleriyle ilgili değerlendirmeler zaman zaman
yerinde yapılmışsa da, bölüm içlerinde bir tez hacminin sınırlarını zorlayan
detaylı değerlendirmeden kaçınmak amacıyla, genel değerlendirme ve eleştiriler,
daha çok tezin sonunda yapılmıştır. NUR RİSALELERİ ‘nin sistematik bir
niteliğe sahip bulunmayışına, kelâmla ilgili konuların bu eserlerin içine
gelişigüzel serpiştirilmiş olmasına rağmen tez konusunun gereği olarak bu
hususların titizlikle tespit edilmesi zarureti, araştırmada böyle bir yöntem
izlenmesini zorunlu hale getirmiştir.
Çalışmada,
klâsik kelâm kaynaklarında izlenen genel plân esas alınmakla birlikte, umumî
ana yapıyı bozmayan bu plânda zaman zaman bazı değişiklikler yapma zorunluluğu
doğmuştur. Meselâ tezin giriş bölümünde Said Nursî'nin hayatı, eserleri ve ilmî
şahsiyetinin işlenmesi sebebiyle, girişte yer alması gereken varlık ve bilgi
gibi konular, tezin birinci bölümüne kaydırılmış, genellikle kelâmî eserlerin
sonunda tartışılan imamet ve hilâfet gibi konular, ilişkileri açısından
nübüvvet bölümüne alınmıştır. Araştırmada bölümler arasındaki dengenin
sağlanmasına önem verilmiş, ancak detaylı bilgi bulunup bulunmama gibi
sebeplerle, bazı bölümlerin hacimleri arasında farklılıklar olmuştur.
Bir
giriş ile beş bölümden oluşan tezin giriş bölümünde Said Nursî'nin hayatı
çeşitli kaynaklardan özetlenmiş, eserleri kısaca tanıtılmış, onun ilmî
şahsiyetini ortaya koyabilmek için çeşitli ilimler hakkındaki görüşleri incelenmiştir.
"Varlık
ve Bilgi" başlığını taşıyan birinci bölümde,
müellifin kelâmî görüşlerine esas teşkil eden, varlığın gerçekliği; madde ve
ezeliyet; tabiat kanunları ve yaratılış gibi konular ile bilginin kaynakları hakkındaki
fikirlerine yer verilmiştir.
"Ulûhiyet" konularının yer aldığı ikinci bölümde, isbât-ı vacibin
yöntem ve delilleri; Allah'ın isim ve sıfatları; kader, insanın irâdesi ve
fiilleri, hayır-şer, hidâyet-dalâlet, rızık, ecel ve duâ gibi konular işlenmiştir.
"Nübüvvet" bahsinin işlendiği üçüncü bölümde ise, nübüvvet
müessesesinin gerekliliği ve delilleri, Hz. Peygamber'in nübüvveti ve
mucizeleri, velayet, keramet, istidrâc, nübüvvetle dolaylı ilişkisi bulunan
imamet, hilâfet ve devlet teorisi gibi problemler işlenmiş, ayrıca melek, cin,
şeytan ve ruh konulan ele al inmiştir.
"Ahiret" konusunun işlendiği dördüncü bölümde, âhiretin varlığı, bu
inancın kişi ve toplum hayatına etkileri; âhiretin ilk basamağı olan kabir
hayatı, kıyametin kopuşu ve a-lâmetleri, haşir, hesap, cennet ve cehennem gibi
hususlar incelenmiştir.
"İmân
ve Küfür" kavramlarının ele alındığı beşinci
bölümde ise, imanın tarifi, taklidi iman, imanın yenilenmesi, amel ile
münâsebeti, imanın kişi ve toplum hayatına etkisi; küfrün tanımı, mâhiyeti,
çeşitleri ve tekfir gibi konulara yer verilmiştir.
Çalışmanın
başından itibaren yalan ve sıcak ilgilerini sürdüren, ifade, üslûp ve yöntem konularındaki
kıymetli birikimlerinden yararlanma imkânı veren ve tezin her aşamasında bana
yol gösteren danışman hocam Prof. Dr. Metin Yurdagür'e, çalışmamı
yalandan takip etmek ve baştan sona kadar okumak suretiyle teze önemli katkılarda
bulunan değerli hocam Prof. Dr. Bekir Topaloğlu’na, çalışmayı gözden
geçirerek önemli uyan ve tavsiyelerde bulunan hocalarım Prof. Dr. M. Saim
Yeprem, Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz, Doç. Dr. İlyas Çelebi ve Dr. İlyas Üzüm'e, kelâm anabilim dalının ve diğer dalların destek ve
katkılarını esirgemeyen bütün öğretim elemanlarına ve yakın arkadaşlarıma teşekkürü
bir borç bilirim. (sh: 9-10)
1999
Musa KOÇAR
SONUÇ
Osmanlı
Devleti'nin son dönemlerinde, teknolojik ve askerî üstünlüğe sahip bulunan Batı
dünyasıyla karşı karşıya gelinmiş, ülkedeki geri kalmışlık problemini çözmek
amacıyla önce Batı türü okulların açılması denenmiş, eğitim amacıyla Avrupa'ya
öğrenci gönderilmiş, yabancı dilde yazılmış bazı eserlerin tercümelerinin de
etkisiyle ülkede Batı medeniyetine hayran bir "aydın" zümresi
oluşmuştur. Bunların bir kısmı sonu inkâra yol açan felsefî akımları benimsemiş
ve bu fikirleri yaymaya çalışmıştır.
Hayatın
her alanında Batılı gibi davranmayı doğru bulmayan bir çok Osmanlı münevveri
gibi, Said Nursî de Batı'nın ilim ve tekniğinin alınmasına hiç bir zaman itiraz
etmemiş, hatta bunları müslümanların öz malı telakki etmiş, ancak top yekün ve
şuursuz bir Batılılaşmanın zararlarına değinmiş, Batı'dan gelen inkarcı akımların
halkın inançlarına zarar vereceğini düşünerek bunları önleyici çeşitli eserler
kaleme almıştır.
İşârâtü’l-i'câz,
Mesnevî-i Nuriye ve Muhâkemât adlı
ilk eserlerinde, kelâm ilminin temel konularını teşkil eden "ulûhiyet,
nübüvvet ve âhiret" bahislerini kısa ve öz olarak işleyen, daha sonra
telif ettiği eserlerinde ise, aynı bahisleri detaylandıran Said Nursî'nin,
Osmanlı Devleti'nin geri kalışının neden ve çözümleri, İslâm birliği, maddî
ilerleme ve devlet yönetimi gibi konulara yer verdiği çeşitli kitapçık ve
makaleleri de dâhil olmak üzere, "Eski Said"
dönemine ait Türkce eserlerinde kullandığı dil, muhtemelen müellifin yeni
öğrenmesi sebebiyle gramer ve kuruluş yapısı genellikle bozuk, ağır ve ağdalı
bir Osmanlı Türkçesidir. Said Nursî'nin daha sonra yazdığı eserlerde bu
dil ve üslûbu nisbeten düzeltmekle birlikte, onun kendine has ifade tarzını
devam ettirdiği görülmektedir.
Klâsik
kelâm konularının hemen hemen tamamım işlediği Nur Risâleleri ni yazarken
müellifin sistematik bir metod takip etmediği, görüşlerini, bu eserlerin
muhtelif yerlerine serpiştirerek serdettiği tespit edilmiştir. Daha çok geniş
halk kitlelerine hitap eden bu eserlerde, konulan çeşitli hikâye ve örneklerle
detaylandıran müellif felsefî anlatımdan ziyade iman ve tasdik yönü ağır basan
iknâî bir yol takip etmiş, tenkit ettiği düşüncelere sadece atıfta bulunmakla
yetinerek ayrıntıya girmemiş, ele aldığı konularla ilgili farklı görüşlere
genellikle yer vermemiştir. Bir konuyu işlerken Osmanlıcanın kelime zenginliğinden
faydalanmış, insan zihninde çeşitli çağrışımlar yapan ve farklı anlamalara
imkân veren mecazlı bir anlatım şeklini tercih etmiştir. Bunu dikkate
almayarak sadece işlenen fikirlerin özüne bakılması halinde müellifin Nur
Risaleleri ‘nde ele aldığı kelâm problemlerine klâsik Ehl-i sünnet
ulemâsından farklı yeni bir yaklaşım getirmediği, sadece onları yukarıda
işaret edilen üslûp çerçevesinde tekrarladığı görülür.
Nur
Risâleleri’nde, kelâm konulan yanında İslâm'ın
ahlâkî ilkeleri de ele alınmakta, bu açıdan onun, özellikle Gazzâlî gibi iman
ve tasavvuf konularını bir arada işleyen İslâm bilginlerine paralel bir metot
izlediği görülmektedir.
Varlık
ve tabiat konularına kısmî yaklaşımlar sergileyen ve tam bir bütünlük arz
etmeyen fikirlerinde müellifin, temelde klâsik kelâm kitaplarının
mukaddimelerinde işlenen görüşlerden çok farklı olmamakla birlikte, tasavvufî
kültürden özellikle Gazzâlî ve Muhyiddin İbnü'l-Arabî gibi bilginlerden
etkilenendiği söylenebilir. Onun bu hususlara muhtemelen kendi döneminde yaygın
hale gelen inkarcı felsefî akımlar sebebiyle yönelme gereği duyduğu anlaşılmaktadır.
Eserlerini daha ziyade halka yönelik olarak yazan müellif inanç esaslarının
temellendirilmesine bir altyapı oluşturmak düşüncesiyle, yaptığı izahlarda
genellikle müspet ilimlerin pratik bilgi ve sonuçlarından yararlanmaktadır.
Materyalizm
ve Pozitivizmin varlık görüşlerini dolaylı olarak eleştiren müellif, Mâtürîdîlerde
olduğu gibi, sebep ile sonuç ilişkisine dayanan ve Allah'ın kudret ve
hikmetiyle kurulmuş bir "tabiat kanunu" anlayışını kabul
etmektedir. Bununla birlikte o, aynı konuda tabiat olaylarında sebep ile
sonucun herhangi bir etkisinin bulunmadığını, bu olayların bizzat Allah'ın o
andaki irâde ve yaratmasıyla vuku bulduğunu ileri süren Eş'ariyye'nin,
özellikle Gazzâlî'nin görüşlerini de benimsemektedir. Said Nursî'nin bu konuda
yaptığı birçok açıklama, Henri Poincare ve Emile Boutroux gibi
bilginlerin "tabiat kanunlarının zorunsuzluğu" şeklinde özetlenebilecek
olan görüşleriyle paralellik arzetmektedir.
Yaratılışla
ilgili bazı Kur'ân âyetlerinden yola çıkarak yaptığı açıklamalarda, prensip
olarak pozitif bilimlerin ulaştığı sonuçlan değişmez bilimsel gerçekler
şeklinde kabul etmeyen müellifin, genelde müspet bilimlerden oldukça
etkilendiği, bu sebeple de din ile modern bilimi uzlaştırma gayreti içine
girdiği anlaşılmaktadır.
Klâsik
kelâm kitaplarında ayrıntılı bir şekilde işlenen bilgi bahsinin Said Nursî'nin
eserlerinde çok kısa olarak ele alınıp geçiştirilmesi bir eksiklik olarak
değerlendirilebilir. Mütevâtirin kesin bilgi, haber-i
vahidin ise zan ifade ettiğini kabul ederek kesin bilgiye dayanmayan haberlerin
inanç oluşturamayacağı, keşf ve ilham metodunun ise doğru bilgiye ulaştırmayacağı
yolundaki fikirleriyle Ehl-i sünnet kelâmcılarının çoğunluğunun görüşlerini
benimseyen müellif, cumhurun pek başvurmadığı cefri, kesin bilgiye götüren
sağlıklı bir yöntem olarak kabul etmez. Ancak onun, İslâm kültüründeki bir
kısım uygulamalardan, özellikle Muhyidddin İbnü'l-Arabi ve İmâm Rabbânî gibi
bazı bilginlerden etkilenerek, Kur'ân'ın i'câzı konusunda cefrin tâli bir delil
olarak kullanılabileceğini söylemesi ve otuz üç âyette Nur Risalelerine cefrî işareder
bulunduğunu iddia etmesi isabetsiz, en azından bir tutarsızlıktır. Cefr
konusundaki görüşlerinde bu tür çelişkiler de bulunan müellifin, dinî açıdan
hiç bir dayanağı bulunmayan ve suistimale son derece müsait olan bu sırrî
yöntemi Kur'ân'ın i'câzı gibi çok önemli bir konuda kullanması, onun hakkında
hem kendini hem de eserlerini dolaylı olarak övdüğü şeklinde bir iddianın
doğmasına yol açmaktadır. Nitekim onun bazı risalelerinin yazılmayıp "YAZDIRILDIĞINI"
söylemesi, bilahare bu eserlerin bir tür "kudsiyete" sahip
oldukları, "harflerine bile dokunulmaması gerektiği"
şeklindeki anlaşılması güç bir anlayış doğurduğundan İslâm akaidi açısından
kabul edilemez yanlış telâkkilere yol açmıştır.
Said
Nursî, vahye dayalı fakat akla da önem veren, akıl ile naklin çelişir görüldüğü
yerlerde ise aklın esas alınıp naklin tevil edilebileceği ve tek başına
akılcılığın yetersiz olduğu şeklindeki görüşleriyle Ehl-i sünnet kelâm
ulemâsının geleneksel bilgi metodunu benimsemekte, aklı naklin üstünde
gördükleri iddiasıyla Mu'tezile'ye yöneltilen tenkitleri de haklı bulmaktadır.
Ulûhiyet
konularında klâsik anlayıştan ayrılmayan Said Nursî'nin isbât-ı vâcib delilleri
hakkında kendisinden övgüyle bahsettiği İbn Rüşd'den oldukça etkilendiği
anlaşılmaktadır, imkân ve hudûs delillerinin Kur'ân'dan mülhem olduğunu, ancak
bu kanıtların zamanla halkın anlayamayacağı kadar zorlaştırıldığını, Kur'ân'da
ise, daha ziyade gaye, inayet ve ihtira gibi delillerin işlendiğini
söyleyen Said Nursî'nin, iknâî bir karakter taşıyan ve bu sebeple de felsefî
delillere göre daha başarılı bulduğu Kur'ânî delillere ağırlık verdiği, böylece
Allah'ın varlığını felsefî bir konu olarak değil, iman ve tasdik tarafı ağır
basan bir mesele olarak değerlendirdiği anlaşılmakta, zaman zaman bazı
yönlerini eleştirmesine rağmen, imkân ve hudûs delillerini de kullandığı
görülmektedir.
Müellifin,
ulûhiyet konusunu işlerken, zât ile sıfatlar arasındaki münasebeti açıklamak
için ortaya koyduğu "şuûn"u hangi anlamda kullandığı pek açık
olmamakla birlikte, bu düşüncenin, ilk defa Ebû Hâşim el-Cübbâî
tarafından dile getirilip daha sonra pek çok âlim tarafından kendi sistemleri
içinde benimsenip kullanılan "ahvâl" teorisiyle paralellik
gösterdiği anlaşılmaktadır.
Allah'ın
isim, sıfat ve fiillerini işlerken, klâsik kelâmda görülenin aksine, çeşitli
mezhep tartışmalarına yer vermeyen Said Nursî'nin, vahdet-i vücûd, keşf ve
ilham gibi bazı hususlarda Muhyiddin İbnü'l-Arabi'yi eleştirmekle
birlikte, bu isimlerin insan ve evrenle ilişkisi konusunda bu mutasavvıfın
fikirlerinden oldukça etkilendiği, sıfatlar hakkında ise genel olarak Eş'ariyye
ulemâsının anlayışını benimsediği görülmektedir.
Said
Nursî'nin dolaylı olarak mücadele ettiği felsefî akımlar Materyalizm,
Pozitivizm ve kısmen de Darwinizm'dir. Bu akımlarla ilgili bilgileri
orijinal kaynaklarından değil de, tercüme eserler yoluyla elde eden müellif,
maddenin tek basma bir anlam ifade etmeyip maddî varlıklara bile temel
olamayacağını vurgulamakta ve böylece probleme madde ötesi bir altyapı hazırlamaya
çalışarak meseleye güncel bakabilme imkânı aramaktadır.
Kader hakkında uzun tartışmalara girmekten kaçınan, Eş'ariyye ve
Mâtürîdiyye'nin konuyla ilgili görüşlerini özetlemekle yetinen müellif bunun
aslında ilmî ve nazarî bir mesele değil, tamamen vicdanî ve psikolojik gerçekliğe
sahip bulunan bir iman konusu olduğunu ifade etmekte ve bu hususta insanın
hürriyetine ağırlık veren Mâtürîdî yaklaşımını benimsemektedir. Allah'ın
ezelî ilminden ibaret olduğunu söylediği kader ile insanın sorumluluğunun esası
olan irâde hürriyeti arasında bir çelişki bulunmadığını açıklamaya özen
gösteren müellif, problemin ezelî ilmin tam olarak anlaşılamaması sebebiyle
ortaya çıktığını vurgulamakta, konuyla alakalı olarak ilginç sayılabilecek
örnekler vererek bu problem hakkında değişik ve anlaşılması kolay açıklamalar
sergilemektedir.
Hayır
ve şer, hidâyet ve dalâlet, rızık ve ecel
konularında klâsik Ehl-i sünnet anlayışım tekrarlayan, verdiği çeşitli örnekler
dışında bu problemlere yeni bir yaklaşım getirmeyen Said Nursî'nin, muhtelif
türlerine temas ettiği dua konusunda ise, klâsik anlayıştan farklı izahlar
sergilediği, problemi sadece insan boyutunda değil, onu kuşatan varlıklar
çerçevesinde işlediği görülmektedir. İNSANIN BAŞARISINI, ALLAH'IN TABİAT VE
SOSYAL HAYATA KOYDUĞU KANUNLARA UYGUN DAVRANIŞLARDA BULUNMASI ŞEKLİNDE
TANIMLAYAN VE BUNU "FİİLÎ DUÂ" OLARAK İSİMLENDİREN MÜELLİF,
GENEL ANLAMDA DUAYI BİR İBÂDET TÜRÜ ŞEKLİNDE ELE ALMAKTA MESELÂ, YAĞMUR
DUASINI, YAĞMURUN YAĞMASINA YÖNELİK DEĞİL DE YAĞMURSUZLUK HALİNİN, BÖYLE BİR
DUÂ YAPMANIN VAKTİ OLDUĞUNU SÖYLEMEK SURETİYLE GELENEKSEL ANLAYIŞTAN AYRILMAKTADIR.
Nübüvvet konulan da müellifin eserlerinde ayrıntılı bir şekilde
işlediği bahislerdendir. Hak dinin gerçekliğinin, ancak nübüvvetin ispatıyla
mümkün olması düşüncesinden hareket eden müellifin, vahyi dışlayan ve Allah'ı
sadece kendi ulûhiyet alanına hapsetmeye çalışan "deist"
anlayışlara cevap verme gereği hissetmesi, onun nübüvvet bahsine detaylı olarak
yer vermesine yol açmış olmalıdır. Nübüvveti, güneşin ışık ile ilişkisi
gibi, ulûhiyetin zorunlu bir tezahürü olarak değerlendiren Said Nursî, Allah'ın
peygamber göndermesini aklen zorunlu kabul etmeyip mümkün gören Eş'arîler ile,
aklen mümkün görüp ilâhî hikmet açısından zorunlu addeden Mâtürîdîlerden farklı
görüşler ileri sürmekte, bu düşüncesi ise Allah'ın irâde sıfatına sınırlandırma
getirmesi açısından pek isabetli görünmemektedir.
Nübüvvetin
gerekliliği ve delilleri hakkında Ehl-i sünnet anlayışını davam ettiren Said
Nursî'nin konuyla ilgili görüşlerinin, bu bahisleri ayrıntılı bir şekilde ele
alan Ebu'l-Muîn en-Nesefî'nin görüşleri ile birçok yönden paralellik arz
ettiği anlaşılmaktadır. Nübüvvetin isbat edilmesinde, aklın tek başına yeterli
olmadığından hareketle vahyin gerekliliğini, adaletli bir hayat tarzının ancak
nübüvvetle mümkün bulunduğunu ve Hz. Peygamber'in pratik başarılarını ağırlıklı
olarak işleyen müellif, geleneksel anlayışı devam ettirerek, hissî mucizelere
de önem atfetmektedir. Bu tür mucizelerin nadiren vuku bulduğunu söylemesine
rağmen hissî mucize ile ilgili sıhhati tartışmalı olan yaklaşık üç yüz kadar
rivayet nakletmesi, onun bu konudaki görüşlerinin pek tutarlı olmadığını göstermektedir.
Hz.
Peygamber'in en büyük mucizesinin Kur'ân olduğunu söyleyen Said Nursî'nin,
Kur'ân'ın i'câz yönleri konusunda Câhiz, Zemahşerî, Abdülkâhir el-Cürcânî ve
Fahreddin er-Râzi gibi farklı ekollere mensup müfessir ve bilginlerden
yeterince faydalandığı anlaşılmaktadır. Kur'ân'a yöneltilen bazı tenkitleri
cevaplamaya büyük özen gösteren müellif, genellikle Kur'ân'ın evrensel
mâhiyetteki mesajının öncelikle ona inananlar tarafından tam olarak anlaşılmadığından
ve bu yüce kitabın sadece ibadet maksadıyla okunmasıyla yetinilmesinden yakınmaktadır.
Ahiret
bahislerini işlerken Ehl-i sünnet çizgisini devam ettiren, bu iman esasının
ispatı konusunda bazı aklî delillere de yer veren Said Nursî, kıyamet
alâmetleriyle ilgili rivayetlerin iman esaslarına dahil olmadığını söylemekte,
ancak sıhhatini araştırmadığı bu rivayetleri müteşâbih kabul ederek, onları
tevil etme yolunu benimsemekte, ancak yaptığı bu yorumlarda zaman zaman bâtınî
yönteme yaklaştığı görülmektedir.
İman
ve küfrün tanımı, mâhiyeti ve sınırları konusunda Ehl-i
sünnetin klasik anlayışını tekrarlayan ve bu konular etrafındaki problemlere
yeni bir yaklaşım getirmeyen Said Nursî'nin, konuyla ilgili bazı izahlarında,
imanın faydalarına, küfrün de, zararlarına değinmek suretiyle kısmî
mukayeselerde bulunduğu görülmektedir.
Said
Nursî'yi klâsik kelâmcılardan, onun temel problemlerden ziyade, konuları sistematik
olarak ele almaması, mezhepler arasındaki tartışmalara yer vermemesi, sadece
belli bir mezhepten değil, farklı ekollerden hatta tasavvuftan faydalanması,
inanç esasları yanında ibâdetlerin hikmetlerine ve ahlâkî bahislere yer
vermesi, geniş halk kitlelerine hitap edebilmek için ele aldığı konulan çeşitli
hikâye, örnekleme, diyalog ve mecazlı anlatım metotlarını kullanarak işlemesi
ve sık sık Kur'ân'ı referans göstermesi gibi yaklaşım farklılıkları
ayırmaktadır. Bu yaklaşım farklılığı dışında, onun kelâma herhangi bir
yenilik getirmediği ve genel olarak Ehl-i sünnet kelâmcılarının eserlerinden
de yararlanarak onların yolunu takip ettiği söylenebilir.
Nur Risaleleri'nin
belirli kitleler tarafından benimsenip özenle okunan "cemaat
kitapları" haline gelmesinin arkasında yatan nedenleri tesbit etmek
ayrı bir araştırma konusudur. Bununla birlikte, Said Nursî'nin
gerek hayatında, gerekse eserlerinde şuurlu bir cemaat oluşumuna ve
kitaplarının gruplar halinde okunmasına önem vermesi; yazıldığı dönemde inkârcı
düşüncelerin yaygın halde olmasına karşılık Türkçe yazılmış dinî kitapların az
olması, dolayısıyla halkın da inanç konularını bu eserlerden öğrenmeye
yönelmesi; müellifin eserlerinde genellikle kamu mantığına uygun ifade
tarzlarını kullanması; inanç konularında tabiattaki düzenden hareket eden ve
Kur'ân'da da sık görülen çeşitli aklî izahları dönemin müspet bilimlerinin
ulaştığı pratik bilgileriyle detaylandırarak işlemesi gibi çeşitli sebepleri,
bu umûmî rağbetin ana unsurları olarak sual amanın yanlış olmadığını düşünüyoruz.
(sh:272-278)
KAYNAKÇA: Musa KOÇAR;
Eleştirel Açıdan Said Nursî'nin Kelâmî Görüşleri [Kitap]. - İstanbul :
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim
Dalı Kelâm Bilim Dalı (Doktora Tezi) 10/4 d-3379, 1999.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar