Print Friendly and PDF

ENFORMATİK CEHALET



Hzl: Nabi Avcı
[Eyüp Can tarafından gerçekleştirilen bu röportaj 30 Temmuz 1995 tarihinde Zaman gazetesinde yayınlandı.]
Türkiye’nin sembol repertuvarının şizofreniye tekabül ettiğini söylüyorsunıız. Nasıl bir şizofreni bu?
Nabi Avcı: Şizofreni tabiri belki biraz ağır kaçabilir ama doğrusu Türkiye’de dolaşımda olan sembollere baktığımız zaman, toplum­sal sembol repertuvarımızın ana hatlarıyla iki öbekte toplandığını görüyoruz. Birinci öbekte ‘Resmi Türkiye’nin sembolleri’ var, ikin­ci öbekte de ‘Öteki Türkiye’nin sembolleri’ ...
Yani Sembol repertuvarımızı devlet ve halkın ürettiği semboller olarak mı ayrıştırıyorsunuz?
Nabi Avcı: Evet, ‘Öteki Türkiye’ derken halkın geçmişten devral­dığı, günün şartlarına göre revize ettiği veya yeniden ürettiği sem­bollerini kastediyorum. Resmi Türkiye’nin sembolleri ise sadece 1923’ten bu yana değil, yaklaşık yüz yıldan beri devlet eliyle ye­şertilmiş, beslenmiş, imal edilmiş ve empoze edilmiş semboller. Bunlar muhayyel, mutasavver ve bilhassa Avrupalılar nezdinde makbul addedileceği zannedilen bir Türk toplumunun göstergeleri olmak üzere tasarlanmış. Bu sembollerin büyük bir bölümü, “uzun sürmüş” bir toplumsal durgunluk, bezginlik veya bekleme döneminin kendine mahsus şartlardan faydalanılarak, şöyle ya da böyle, en azından resmi düzlemde işe yaramış.
Peki ‘Resmi Türkiye’ye karşı ‘Öteki Türkiye’ kendi sembollerini ne zaman dolaşıma sokuyor?
Nabi Avcı: Kitlesel anlamda 1950 Demokrat Parti’den sonra. Ve özellikle 80’li yıllarda hem demografik haraketlilik, yani kırsal ke­simden şehirlere göç, hem dikey hareketlilik, yani insanların gelir düzeylerindeki, toplumsal statülerindeki veya en azından beklenti­lerindeki, umutlarındaki farklılaşmaların neticesi olarak, işte bütün bunlar neticesi olarak o güne kadar yok sayılan geniş yığınlar ve onların kültürel hamuleleri dolaşıma girmiş ve bunlar beraberinde kendi sembollerini getirmişler.
Nedir bu semboller?
Nabi Avcı: Bu sembollerin büyük bir bölümü geçmişte daha çok dini muhtevalı sembollerdi. Ama günümüzde bunların çoğu, bu muhtevayla irtibatını kaybetmiş gibi görünüyor veya değişikliğe maruz kalmış, içleri boşaltılmış gibi bir görünüm arzediyor. Şimdi elimizde iki sembol öbeğimiz var. Bir: Devletin eğitim aracılığıyla dayattığı resmi semboller. İki: Halkın el yordamıyla geçmişten gü­nümüze taşıdığı, parti müfettişlerinden, tek parti valilerinden, jan­darmalardan, okul müdürlerinden köşe bucak kaçırdığı ve eline geçen her fırsatta, her ortamda yeniden ürettiği kendi sembolleri.
Peki bunların birbirleriyle ilişkileri nasıl olmuş?
Nabi Avcı: Zaman zaman çatışarak, zaman zaman yeni bileşimler, sentezler oluşturarak, zaman zaman paralel yürüyerek ortaya gü­nümüzün Türkiye manzarası çıkartılmıştır... Mesela tek parti döne­mi çatışma, elli sonrasını paralel yürüme, 80 sonrasını de sentezleme dönemleri gibi düşünebiliriz.
Şizofreni zihni parçalanmışlığı netice verir. Bu çatışmacı, bileşimci ilişki böyle bir netice verdi mi?
Nabi Avcı: Elbette verdi. Böyle bir parçalanma var. Hem de her düzeyde var. Her birimiz dünyaya bakarken zaman zaman devle­tin eğitimde bize kazandırdığı sembollerle bakıyoruz. Zaman za­man ailemizden, sokaktan, folk İslam’dan aldığımız sembollerle... Yani herbirimizin içinde bu semboller çatışması veya ayrışması bir şekilde sürüyor.
Resmi Türkiye’ diye nitelediğimiz devlet katında da sürmüyor mu bu çatışma?
Nabi Avcı: Evet, çok doğru, devlet katında da sürüyor... Bir bakı­yorsunuz en katı resmi uygulamaların içinde Osmanlı’dan kalma tortu-semboller çıkıyor. Dolayısıyla orada da arınmış, saf ve ber­rak bir resmi repertuvardan söz etmek mümkün değil. O resmi repertuvarın içine de sızmış, halk tarafından benimsenmiş Resmi Türkiye’nin birçok sembolü de var. Yani bunları çok net çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değil...
Peki Siz nasıl bunları çok net çizgilerle birbirinden ayırabiliyorsu­nuz?
Nabi Avcı: Ben bu ikisinin birbirinden çok net çizgilerle ayrıldığı­nı düşünmüyorum. Her birimizin içinde dediğim gibi ya çatışarak, ya da uzlaşarak yaşıyor bu semboller. Bizler de fert fert bu ikisi­nin bileşkesiyiz. Bazen biri, bazen diğeri ağır basıyor. Hatta belki de ‘Türk halkının pratik zekasının bir neticesi olarak, insanlar her somut durumda, o anda orada hangi repertuvarın sembolleri işle­rine geliyorsa onu kullanıyorlar. Ve ben bu yüzden uzun bir süre­dir bir toplumsal şizofreni yaşıyoruz diyorum.
Bu parçalanmışlığın ana kaynağı nedir?
Nabi Avcı: Eğer çok geri gidecek olursak, Batılılar’ın bizden çok daha iyi çelik üretmeyi başarmalarından beri...
Espri yapıyorsunuz herhalde?
Nabi Avcı: (Gülüşmeler) Espri gibi gelebilir ama işin aslı biraz böyle gerçekten. Bu işin kaynağında Batı’nın en başta askeri ba­kımdan güçlenmesi yatıyor. Yani onlar denizlere, karalara hakim olunca kendi sembollerini dayattılar.
Kim karalara ve denizlere hâkimse kafalarda da onun sembolleri iktidara geliyor. Dolayısıyla ordusu, donanması güçlü olan kazanı­yor. Sembollerin gücü bu noktada askeri ve maddi güçle ilişkili bir biçimde gelişiyor...
Batı da yaşanan hu gelişmeye karşılık., Osmanlı’nın güçten düş­mesi sembollerin üretimini de mi etkiledi?
Nabi Avcı: Tabii... Buradaki kritik nokta üretim. Yani siz kendi hayatınızın maddi çerçevesine hakim olamadığınız zaman sembol­lerinizi de üretmiyorsunuz, kendi hayatınızın maddi çerçevesine hakim olmak derken, bunun içerisine çelik üretmek de giriyor, al­fabe üretmek de giriyor, pedagojik teknikler üretmek de giriyor.
Çocuklarınızı nasıl eğiteceksiniz?
 Sokaklarınızı, şehirlerinizi nasıl tanzim edeceksiniz?
 Ekmeğinizi nasıl yoğuracaksınız?
 Yani günde­lik hayatın en basit işinden, en büyük işlerinize kadar kendi üreti­minize dayanıyorsanız, sembollerinizi de üretiyorsunuz demektir. Bu temelde karşılıklı bir ilişki... Kendi sembollerine sahip çıkanlar, yaşadıkları hayatın maddi çerçevesini de ona göre tanzim edebili­yorlar, bu çerçeveyi kendi bildikleri gibi tanzim edebilenler, sem­bollerine sahip çıkabiliyorlar. Karşılıklı... Ama şu bir gerçek: Bu ülkede uzun yıllardır kendimize ait sahici semboller üretemedik, çünkü gündelik hayatımızın maddi unsurlarını doğru bildiğimiz gi­bi tanzim edebilme gücüne sahip değiliz...
27 Mart seçimleri Refah Partisinin -büyük ölçüde- kazanmasıyla birlikte Türkiye ciddi bir sembol savaşına sahne oldu. Kendimize ait sahici semboller üretemediğimize göre kıran kırana süren bu savaş da neyin nesi?
Nabi Avcı: Ben bunu çok sahih bir çatışma olarak görmüyorum. Sahici bir tarafı yok. Yani tabanda, halkta böyle bir çatışmayı hak edecek bir kutuplaşma yok. Bana kalırsa yukarıda, özellikle dev­letin etrafında öbeklenen aydınlar tarafından sürdürülen çatışma­nın gerisinde, başka bir takım ciddi gerçek çatışma konularını ört­bas etme telaşı yatıyor. Çok basitinden söyleyelim mesela; insanlar ekmek derdinde, geçim derdinde ve dünya muvazenesinde şeref­li, haysiyetli bir yer edinme derdinde.. Buna karşılık yukarıda üre­tilen çatışma konularına bakın, laiklik-antilaiklik, Alevilik-Sünnilik...’ Bunların hiçbirinin bu reel gerilimle alakası yok. Tam tersine bu sözde gerilim konuları, reel gerilimin tansiyonunu düşürmek için uydurulmuş yapay gündemler olarak görebilir.
Bu söylediğiniz de çok komplocu bir yaklaşım olmadı mı?
Nabi Avcı: Son söylediğim komplocu bir yaklaşım içerdiğini bili­yorum. Bu kadar komplocu olmayı gerektirecek bir tezgâh yok denilebilir. Ama bunun netice itibarıyla,' birilerinin işine yaradığı açık.
Mesela kimlerin işine yarıyor olabilir?
Nabi Avcı: Mesela, dünyadaki dengelerin değişmesini istemeyen; herkesin, her toplumun gündelik hayatını hem de zorla tanzim et­mek isteyen güçlerin işine yaradığı kesin...
Başlangıçta bu sembol çatışması kendisini çok da ironik yerlerde göstermedi mi?
Nabi Avcı: Yani ‘yeşil kaldırımlar-sarı kaldırımlar, yağmur duası yağmur bombası, Hitit Güneşli amblem-camili amblem...’ gibi...
Bunlar neye takabül ediyor?
Nabi Avcı: Bunların büyük kısmı cehaletimize tekabül ediyor.
Yağmur duasının ne olduğunu bilmiyorlar. Kaldırım meselesinde de amblem meselesinde de taraflar karşılıklı cehalet yarışmasında. Doğrusu ben bunların hiçbirinin reel toplumsal gündemin ciddi bir yerine oturduğunu düşünmüyorum. Ama bunlar çok kolay üretilebilen çatışma konuları. Yani işin içinde cehalet var, kolaycı­lık var, slogancılık var. Dikkat ederseniz bu yapay gündem konu­ları üç-beş sloganın etrafında dönüyor. “Türkiye laiktir, laik kala­cak” veya “laiklik dinsizlik demek değildir...” Bunlar sloganlar ve slogan düzeyinde hiç bir şeyi tartışamazsınız., derinlemesine tartı­şamazsınız.
İnsanların giderek sloganların, hatta sembollerin arkasına sığın­maları nasıl bir ruh halini gösteriyor?
Nabi Avcı: Bence bu bir ruh halinden ziyade bir zihin durumuna işaret ediyor. Yani bu zihin durumundan yola çıkarak Türkiye'de eğitim sisteminin, entelektüel seviyenin ne olduğunu kolayca kes­tirebilirsiniz. Hiç bir konuyu derinlemesine ele alamazsınız böyle bir ortamda. Faydalı tartışmalar giremezsiniz. Bugün Türkiye’yi bu hale getirenler, kötü eğitim sisteminin entelektüel seviyesizliğin­den, medyanın sulandırdığı zihinsel ortamlardan istifade ediyorlar.
Kitle iletişim araçlarının, Sanayi Devrimi ile malların ve sermaye­nin serbest dolaşımından sonra sembollerin dolaşımını gündeme getirmesi ile bu dunun arasında bir ilişki var mı?
Nabi Avcı: Hayır. Enformasyon toplumunda sembol dolaşımının öncelikli yer alması daha çok veri, enformasyon üretimi ve gide­rek bilgi üretimi meselesine tekabül eder. Oysa bugünkü slogan üretiminin ne veriyle, ne enformasyonla, ne de bilgi ile bir alakası yok. Aksine bunları üretemediğimiz için ortalığı sloganlar kasıp kavuruyor. Yani o alandaki üretim düşüklüğü, bu olumsuz duru­mun nedenlerinden biri olarak görülebilir.
Bir dönem arabaların arkasında :Atam izindeyiz’, Hak geldi, ba­tıl zail oldu’ çıkartmalarını gördük. Yapısal olarak içeriği farklı da olsa tavır aynı değil mi?
Nabi Avcı: Bu farklı çıkartmaları yapıştıranların ilk fırsatta birbirle­rini boğacakları zannedilir değil mi?
 Oysa alakası yok ve söyledi­ğin gibi yapısal olarak bir farklılık yok bu tavırlarda. Güzel bir örnek verdin. Sloganlaştırılmaması gerektiği halde sloganlaştırılmış ilkeler, çıkartmalar şeklinde arabaların arkasına yapıştırılıyor. Ama bütün arabalar aynı sokaktan geçiyor, hepsi aynı mahallelerde oturuyor. Yani beklersiniz ki farklı sloganları savunanlar. Boğaz Köprüsü’nü geçtikten sonra, farklı yerlere gitsinler, farklı yaşama tarzlarını müşahhaslaştırsınlar. Böyle bir şey yok. Bir sel felaketin­de bütün arabalar aynı selin içinde sürükleniyor. Arabanın arka­sında ne yazarsanız yazın. Bir de bu sembollerin insanlar için özel bir önemi vardır. Özellikle dini sembollerin bu kadar basit ele alınmasının hiç bir mantığı yok. Meselenin özüne aykırı çünkü bu tavır. İnsanlar kendilerini tatmin etmek için bu şekilde sloganların arkasına sığınıyorlar... Ve bir çatışma alanı varmış gibi oluyor.
Fakat entelektüel gündemimiz de bu duruma uygun bir tavır ser­giliyor. Üç entelektüel bir araya gelince Bir arada yaşamanın yol­larını aramaya koyuluyorlar..
Nabi Avcı: (Gülüşmeler) Çatışmalar ne kadar yapaysa, uzlaşma önerileri de o kadar yapay. İnsanlar çatışmıyorlar ki uzlaşsınlar. Daha doğrusu insanlar orada çatışmıyorlar ki orada uzlaşsınlar. İn­sanlar başka yerlerde varsa gerilim, onun kavgasını verirler. Yani bugüne kadar Türkiye’de halkın Bir arada yaşamanın yolu nasıl olacak?” diye bir arayışa girdiğini gördünüz mü?
 Bu halk her türlü suni ve gerçek gerilimlere rağmen zaten birarada yaşıyor. Eğer siz bir uzlaşma önereceksiniz gerçekten toplumsal tekabülü olan alanlardaki çatışmalara yönelin. Türkiye’deki gelir dağılımının dü­zeltilmesi için uzlaşmaya çalışalım, buyrun. Mesela bankaların özelleştirilmesi tartışmasını yapalım. Asıl gerilim orada çünkü. Eğiti­min özelleştirilmesi, demokratikleştirilmesi... Asıl çatışma buralarda...
Oluşturulmaya çalışılan kutuplaşmanın bir sahiciliği yok. mu?
Nabi Avcı: Yok, ben o kadar mekanik bir kutuplaşma olduğunu zannetmiyorum. Çünkü insanlar artık kendilerini tek bir kimlikle tanımlamıyorlar. İsmet Özel in bir şiirin hatırladım şimdi: ‘Kaldı­rımlarda demokrat . Otobüslerde dindar’... İnsanlar yerine ve za­manına göre -dindar oluyorlar, demokrat oluyorlar, fakir oluyorlar, zengin oluyorlar. Yani ceplerinde yüzlerce alternatif kimlik kartı var.
Bu aynı zamanda bir kimliksizlik sendromu değil mi?
Nabi Avcı; Evet bir kimliksizliğin ifadesi. Türk insanının günü kurtarmak konusunda anlaşılmaz bir becerisi var. Dolayısıyla gü­nü kurtarmak için alternatif kimliklerinden işine yarayanı kullanı­yor. Bu kadar pragmatik bir toplumda da o tür mekanik gerilim olmaz. Çünkü herkesin cebinde alternatif kimlikler var. İnsanların ceplerinde bir tek kimlik kartı olursa, onları aynı çatı altında top­layabilirsiniz. Böyle bir şey yok ama toplumun şirazesinden çık­ması. odaksızlaşması biraz da bundan kaynaklanıyor.
Bu noktada kitle iletişim araçlarının rolü nedir?
Nabi Avcı: Bu iki taraflı bir ilişki. Hem kitle iletişim araçları bu odaksızlaşmayı kolaylaştırıyor; hem de bu odaksızlaşma kitle ileti­şim araçlarının yaygınlaşmasına yardımcı oluyor. Yani ikisi birbiri­ni besliyor. Televizyon çıktığı için insanlar şizofrenik bir dünyaya sürüklenmiyorlar. İnsanlar şizofrenik bir dünyaya yöneldikleri için belki de televizyon gibi bir araç çıkıyor. Yanı bunların arasında kesin neden sonuç ilişkisi kuramayız. Bunlar birbirini besleyen sü­reçler.
Bir iletişim bilimci olarak televizyonu: Şirazesi olmayan, modern dünyanın tecessüm etmiş hali' olarak tanımlıyorsunuz. Aynı za­manda da bir televizyon kuruluşunun yayın danışmanlığını sürdüyorsunuz. Böylece modem bir günaha eşlik etmiş olmuyor mu­sunuz?
Nabi Avcı: Televizyon yayıncılığının kendisinde bir şiraze, bir odak aramak manasızdır, bulamazsınız. Televizyon kaotik bir dün­yadır. Birbirinden mahiyet itibariyle farklı programlar, aralarında anlam bağlantısı olmaksızın birbirlerini izlerler. Bir eğlence prog­ramını bir haber programı, haberi drama, dramayı spor, sporu rek­lamlar izler.. Bunların arasında da hiçbir anlamsal bağ yoktur. Bu­rada tek tek programların ve programcıların bir günahı yok.. So­run televizyonun kendisinden. .
Odaksızlaşmadan kastınız bu mu?
Nabi Avcı: Biz yazılı kültürden yetişmiş insanlar olarak, bize su­nulan dünyalarda anlam bütünlüğü ararız. Televizyon denilen bu kaotik dünyada illa bir anlam aramamız gerekirse, bu anlamı tek tek programların içinde aramak gerekir. Yani tek tek programlar içinde anlamlı şeyler yapmak mümkündür Ama tek tek programla­rın anlamlı olması, televizyonun bütününü anlamlı kılmaya yetmez.
Böylece siz her gün bu anlamsızlığa eşlik, etmiş oluyorsunuz...
Nabi Avcı: Öyle... Bu çelişkiyi biz her gün, her saat yaşıyoruz. Televizyonla ilgilenen insanlar olarak, biz şu anda modern dünya­nın çelişkilerini en yoğun biçimde yaşayan insanlardan bazılarıyız.
Siz de bir şizofreni mi yaşıyorsunuz?
Nabi Avcı: Tabii, tabii... Tam bir şizofreni...
Çıkış Yolu söz konusu mu?
Nabi Avcı: Bunun çıkış yolu, bu dünyadan kaçmak. Televizyon­suz gazetesiz bir dünyaya kaçmak...
Hucley’in Ada romanındaki gibi bir ada mı bulmak lazım?
Nabi Avcı: Belki de... Bireysel kaçış mümkün olabilir de, toplum­sal kaçışlar imkansız.. Bu bir kader belki...
Çözüm yok mu?
Nabi Avcı: Ha bu kendi içinde belki çözümünü de taşıyordur. Ama onu şu anda bilemiyorum... Çok olumsuz bir tablo çizdik ga­liba. Ama insanların zihnindeki parçalanmışlık her alanda kendini hissettiriyor. Bilimde de, sanatta da yaşanıyor bu... Bir çıkış yolu var aslında, pek dikkate almadığımız. Bunları ancak çok tutkulu hayatlar bir araya toplayabilir. Mesela şiir, dua, müzik. Hayatı kendi aslı hüvviyetine büründürme çabası... Buralarda belki kısmi topar­lanmalar mümkün olabilir. Direkt televizyon için söylemiyorum ama modern dünyada yaşayan insanların sığınabileceği adacıklar olarak bunlardan söz edilebilir.
Enformatik. Cehalet’ kitabınızla yaşadığınız çağı karikatürize ederek anlatmıştınız. Eskilerin malumatfuruş tanımlamasına uy­duğunu söylediğiniz bu benzetmenizde Türkiye nereye oturuyor?
Nabi Avcı: Doğrusu bu anlamda Türkiye’nin diğer ülkelerden farklı yerde durduğunu düşünmüyorum. Çünkü sanayi toplumuna mahsus, gelişmiş-az gelimiş, gelişmekte olan., gibi tanımlamalar gittikçe açıklayıcı olmaktan çıkıyor. Aynı toplum içinde üç-beş çağ bir anda yaşanabiliyor. Türkiye'de bugün durum böyledir. Yani hem basit tarım toplumunun izlerini, hem sanayi toplumunun izle­rini hem de enformasyon toplumunun izlerini aynı anda yanyana birarada görmeniz mümkündür.
Bu bütün dünya için söz konusu değil herhalde?
Nabi Avcı: Diğer ülkeler için çok net konuşamam ama Türkiye'de böyle. Türkiye’de, hatta bazen tek tek fertler, hayatlarının bir tara­fını değerlendirirken sanayi toplumunun yetiştirdiği bir insan gibi, bir başka zaman ve zeminde de enformasyon toplumunun bir üyesi gibi hareket edebilir. Bu da kendi içinde parçalanmışlığa ve biraz önce sözünü ettiğimiz çok-kimlikliğe ve dolayısıyla kimlik­sizliğe işaret eder.
En ücra bir mezrada, topraktan yapılmış bir evin çatısında çanak anten bulunması gibi mi?
Nabi Avcı: Bu da bir örnek ama sadece bu değil. Bunu sağlayan etmenlerden sadece bir tanesi çanak anten.
Klasik Türk edebiyatının televizyon gibi obur bir aracı uzun bir süre besleyebileceğini sanmıyorum' diyorsunuz. Kendisine özgü kotaları da olan bir televizyonu siz nasıl doyuruyorsunuz?
Nabi Avcı: Biz de doyuramıyoruz. Zor yetişiyoruz. Televizyon gerçekten çok obur bir alet. Biz derken bütün Türk televizyonları­nı kastediyorum. Bütün farklı görünme iddiasına rağmen prog­ramlar birbirinin kopyası televizyonlarda. Farklı özgün bir şey yapmaya kalksanız yetişemiyorsunuz. Çünkü inanılmaz obur bir araç televizyon. Karşısına geçip izlerken bunu farketmeyebilirsiniz, ama bir saniyelik bir görüntünün bile hangi emek ve süreçten geçerek oluştuğu düşünülürse bu daha iyi anlaşılır. Bu yüzden araya sık sık anlamsız küpler, yarışma programları, haber prog­ramları girer.
Televizyonun asli bir hüviyeti olabilir mi?
Nabi Avcı: Olamaz...
Bir konuşmanızda Her şeye rağmen televizyonda bir şeyler yap­mak mümkün ama yaptıklarınızın adına doğru koymak şartıyla’ diyorsunuz. Asli bir hüvviyeti yoksa adını nasıl doğru koyacaksı­nız?
Nabi Avcı: O sözü bütünüyle televizyon için söylemedim, belki program düzeyinde bahsedilebilir bundan. Tek tek güzel prog­ramlar yapabilirsiniz adım doğru koymak şartıyla...
360 Derece adlı bir program hazırlıyorsunuz. Siz adını doğru ko­yabildiniz mi?
Nabi Avcı: Benim yaptığım ‘360 Derece' adlı program aslında te­levizyon mantığına terstir. Yani iki veya üç kişi çıkıyor, biri konu­şuyor. ötekiler dinliyor. Oysa televizyon mantığı bize çok hızlı ve çalışmalı bir tempoyu dayatıyor...
Evrensel bir televizyon mantığı var mı?
Nabi Avcı: Yani en azından şöyle bir anlayıştan söz edilebilir: De­ğişten ve çatışma ima eden görüntüler kullanmanız gerekir. Kame­ra hareketleri, ışık, dekor, animasyonlar bütün bunlar sizi bir man­tığa -evrensel veya değil- zorluyor. Ancak bu mantıkla program hazırlanırsa insanların izleyeceği kabul ediliyor. Ama bizim prog­ramımız öyle değil. Biz bir saat boyunca bir iki adamın suratını gösteriyoruz. Bu, televizyonun mantığına, anlayışına, estetiğine uygun değil. Ama buna rağmen bazı insanlar bu programı zevkle izliyorlar. Demek ki hala eski alışkanlıklarıyla seyrediyorlar.
Arkaik bir iş mi yapıyorsunuz yani?
Nabi Avcı: (Gülüşmeler) Aynen öyle. Biz arkaik kalıyoruz..
Arkaik sözcüğü geçmişle ilgili bir sıfattır. Birkaç anlamda kullanılabilir:Tarih ve arkeolojide, erken bir dönemi veya 'klasik dönem' öncesi bir arkeolojik kültürü tanımlar. Yunan Arkaik Dönemi (yaklaşık MÖ 800 - MÖ 500).
Bu arkaik tavır televizyonun geleceği açısından bir umut vaad edebilir mi?
Nabi Avcı: Şu anda birşey söylemek zor, belki olabilir. İnsanlar kendilerine sunulan görüntü bombardımanından bıkabilir. Ama olmayabilir de... O yüzden öncelikle insanların algı düzeylerinde bir dönüşün yaşanması gerekiyor..

Aldous Huxley kitle iletişim araçlarının otoriteryen boyutunu, Şimdiye dek. bunca çok bunca azın elinde kalmamıştı biç...’ söz­leriyle çarpıcı bir biçimde vurgular. Siyasal otorite açısından ileti­şim teknolojisi nereye gidiyor?
Nabi Avcı: Türkiye’de siyasi iktidarla kitle iletişim araçları arasın­da çarpık bir ilişki var. Medya bir yandan siyasi iktidarın şeffaf­laşmasından bahsederken, kendisi şeffaflaşmaya hiç yanaşmıyor. Çünkü şeffaflaştıkları takdirde siyasi, iktidarla medyanın nasıl 'al takke ver külah oldukları çok net görülecek. Bu da onların etki gücünü layık olduğu seviyeye indirecek. Bu yüzden ilk önce şef­faflaşması gereken medya ve onları yönetenler olmalıdır.

Sh:211-223
(A. Şahbaz - N. Avcı, İlim ve Sanat, Mayıs 1985), (Bu yazıda sözü edilen isimler değişmiş olabilir. Ancak çizgi değişmemiştir.)
Kalem ile ses en azından kılıç ölçüsünde keskindirler, bir başka deyişle, kılıç, yazılı ya da sözlü bir buyruğu yerine getirmek için kuşanılır, ilerleyen teknoloji güçlüleri daha da güçlendirmiştir, onları yalnızca daha güçlü, daha yetkin zorlama ve sindirme araçları ile donatmakla kalmamış, ellerine bir de geçmiş hükümdarların buyruğundakilerle karşılaştırılamayacak ölçüde kat kat üstün inandırma ve kandırma araçlarını bularak vermiştir. Basın çarkı ile radyo ekonomik ve siyasal güçlerin bir yerde toplanmasında büyük katkıda bulun­muşlardır. James Mill -herkes okumayı öğrenirse, mantık ile demokrasinin saltanatı sonsuza değin sağlanır, düşünüşüne inanırdı. Oysa, tarihsel evrim bu­nu yalanlamıştır, parasız ve zorunlu eğitimin yayılması ile birlikte, eski basım yöntemlerinin ucuzlaması, giderek de hız kazanması, hemen her yerde egemen sınıfların gücünü kitlelerin zararına attırarak sonuçlanmıştır. Bunun neden­leri açıktır. Çekiciliği ucuzlukla birleştiren bir gazete, ya reklamcılar -geniş an­lamda, seri-üretim ile seri dağıtım sanayilerini, tek elde toplanmış finansman­ları denetleyenler- ya kendi çıkarları için kamuoyunu etkilemek isteyen bir ku­rum ya da merkezi hükümet tarafından paraca desteklenmedikçe çıkarılamaz. Basın özgürlüğünden söz edilen ülkelerde gazeteler reklamcılardan, daha az bir oranda da siyasal partiler ile mali ya da meslek topluluklarından para des­teği görürler. Basın özgürlüğünün bulunmadığı ülkelerde ise gazeteleri yalnız­ca hükümet destekler. Parayı veren düdüğü çalar
Aldous HUXLEY
Denemeler, Türkçesi: A. Usluata, Cem Yayınları, İstanbul 1976.
Dünya tarihinde hiçbir iktidar sahibi, bugün Amerikan kitle ileti­şim araçlarını yönlendiren bir avuç kişinin sahip olduğu imkânlara sahip olmamıştır. Üstelik bu iktidar, hiç de öyle soyut bir «iktidar» değil: bu iktidar, elle tutulur, gözle görülür bir biçimde evlere giri­yor, çoluk çocuk dinlemeden milyonlarca insanın zihnini denetim altında tutuyor.
Kitle iletişim araçlarıyla, önce bir dünya imajı çiziliyor, ardından da, çizilen bu imaj hakkında ne düşünülmesi gerektiği kitlelere empoze ediliyor. Bir başka deyişle, üzerinde düşünülecek dünya da, bu dünya hakkında düşünülebilecek şeyler ve düşünme bi­çimleri de, bu bir avuç insan tarafından tayin ediliyor.
Kendi yakın çevremiz ve yüzyüze iletişimde bulunduğumuz insan­lar hakkında sahip olduğumuz bilgiler dışında, dünya hakkında bütün bildiklerimiz veya bildiğimizi sandıklarımız, bize günlük ga­zeteler. haftalık dergiler, radyolar ve televizyonlar gibi kitle ileti­şim araçlarından aktarılıyor, benimsetiliyor.
Hangi haberlerin bize ulaştırılması gerektiğine, hangi sırayla ulaştı­rılacağına dünya imajımızın hangi kelimelerle çizileceğine, hep bizim dışımızda, yüzlerini bile görmediğimiz bu insanlar karar ve­riyorlar. Bununla yetinmiyorlar, bize ulaştırdıkları bu haberleri ay­rıca tahlil de ediyorlar: Böylece neyi nasıl düşüneceğimizi de bu insanlardan öğreniyoruz.
Sözgelişi. Amerikan kille iletişim araçlarında Ortadoğu sorununun işleniş biçimi, bu iktidarın niteliği hakkında bize az da olsa bir fi­kir verebilir.
Bugün Amerikan kitle iletişim araçlarının ezici çoğunluğu, Ortado­ğu sorununa İsrail'in gözlükleriyle bakar; istisnai sayılabilecek ba­zı yayın organları da elden geldiğince taraf tutmaya çalışır; ama Amerikan kamuoyu üzerinde etkili olduğu söylenebilecek hiç bir kitle iletişim organı Arap (veya Filistin) yanlısı değildir. Bugüne kadar, gerçekten etkili olan kitle iletişim organlarının hiçbirinde ABD'nin Ortadoğu sorununda yanlış tarafı tuttuğunu söyleyen çık­mamıştır.
Bugün Amerikan kitle iletişim araçlarını yönlendirenlerin temel il­kesi hedef kitleye görünüşte pek çok alternatifler sunmaktır: an­cak bu alternatiflerin hepsi temelde sözkonusu iktidar sahipleri ta­ralından belirlenir. İktidar sahiplerinin işi bununla da bitmez. Sıraladıkları bu alternatifler üzerinde nasıl kafa yorulacağını da göste­rirler. Sözkonusu edilmeyen alternatifler ise, bu alternatif bolluğu içinde kaynar gider.
Şimdi, bu söylediklerimizi somutlaştıralım:
Amerikan televizyonlarında yer alan bütün millî ya da milletlerara­sı haberler görüntülü olarak verilir (Yani Türkiye’deki gibi masabaşında oturan bir spiker önündeki kağıttan, radyo bülteni verir gibi haber okumaz). Bütün bu görüntülü haberler sadece üç şirket tarafından görüntülenir, haber haline getirilir ve yayıma sokulur. Bu üç şirket de, kısaca ABC diye anılan Amerikan Brodcasting Companies. Inc.; CBS diye anılan Columbia Broadcasting System. Inc. ve NBC diye anılan National Broadcasting Company’dir. ABC'nin yönetim kurulu başkanı Leonard Goldenson’dur. Goldenson, ABC’nin yönetim kurulunda çoğunluğu oluşturan bir grup yakın arkadaşıyla birlikte bütün programlarda son sözü söyleyen adamdır. Goldenson’un en yakın mesai arkadaşları Leon Hess ve Everett Erlick'tir.
CBS’nin başındaki kişi (Yönetim Kurulu Başkanı), William S. Paley'dir. Paley’in Genel Müdürü nün adı James H. Rosenfield’dır. Rosenfield’in en yakın yardımcısı da, Genel Müdür Muavini Davit Fuchs’tur.
Gerek ABC'de. gerek CBS de, bunlardan başka yüzlerce uzman çalışır; ama milyonlarca insanın izlediği programlar hakkında te­mel kararları yukarıdaki saydığımız bu altı adam verir. Bu allı ada­mın altısı da Yahudidir. Amacımız kuru kuruya Yahudi düşmanlığı yapmak değil. Ne var ki, bu olguya «basit bir rastlantı» de dene­mez.
NBC’ye gelince... NBC, bütünüyle RCA Corporation'a ait bir kuru­luştur. RCA Corporation, 1970 yılına kadar David Sarnoffun yöne­timindeydi. Davit Sarnoff 1970 yılında ölünce yönetim oğlu Robert'e geçti. Robert Sarnoff 1975’e kadar bu görevde kaldı; daha sonra yönetim sürekli el değiştirdi. RCA yönetim kurulundaki 15 üyeden beşi Yahudi’dir. Bunlar. George H. Fuchs, Julius Koppelman, Roy M. Pollack. 1. Owen Funderburg ve Andrew Sıgler'dir. RCA’nın Yürütme Kurulu’nun 12 üyesinin de altısı Yahudi’dir. Bun­lar da yukarıda sayılanların ilk üçü ve Irving K. Kessler, Herbert S. Schlosser (ki daha önce NBC’nin başındaydı) ve Eugene A. Sekulow’dur.
RCA’nın muhasibi Melvin Cornfield ve denetçisi Stanley N. Rosenberry de Yahudi’dir. NBC’nin kendi iç bünyesinde de Yahudi hâkimiyetini görmek mümkündür. Bugüne kadar NBC’nin başına geti­rilenlerin çoğu Yahudi’dir. Bugünkü Genel Müdür Grant Tinker Yahudi değildir; ancak ondan bir önceki genel müdür Fred Silverman Yahudi’dir. Tinker 1981’de Genel Müdür olmuştur. Bugünkü Genel Müdür Muavini Irwin Segelstein Yahudi’dir. 1981 yılında NBC’nin Genel Danışmanlığına tayin edilen Richard Salant da Yahudi’dir.
Amerikan Birleşik Devletleri’ndeki bütün televizyon yayınlarını el altında tutan bu güç büyüklerin ciddiye alınabilecek tek rakibi kı­saca MBS diye anılan Mutual Broadcasting System Inc.’dir. MBS, 941 radyo istasyonu işletir ancak TV yayıncılığına «bulaşmaz». MBS’nin Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü de Martin Rubenstein’dir.
Amerika’daki radyo televizyon izleyicilerinin çoğu, bu yukarıda saydığımız »ticarî» şirketlerin dışında «tarafsız» yayın yapan kamu kuruluşları olduğunu düşünürler. Şimdi de kamu kuruluşlarının durumuna bir göz atalım:
Adından da anlaşılacağı üzere bir kamu kuruluşu olan Public Bro­adcasting System’in (PBS) başında Lawrance Grossnıan vardır. Grossman daha önce de NBC’nin başkan yardımcısıydı. PBS tele­vizyon yayıncılığıyla uğraşır ve ticarî bir kuruluş değildir. Radyo yayıncılığıyla uğraşan kamu kuruluşunun adı da National Public Radio’dur (NPR). NPR’nin başında, öldürülen Senatör Robert Kennedy'nin eski basın müşaviri Frank Mankiewicz vardır.
Grossman da, Mankiewicz de Yahudi’dir.
Sh: 155-158
Kitle iletişim araçları içinde, olumlu ya da olumsuz etkileri en çok tartışılan araç herhalde televizyondur. Sadece bizde değil, en ge­lişmişinden en geri kalmışına kadar bütün ülkelerde televizyonun etkileri tartışma konusudur. Eğitimciler, siyasetçiler, sanatçılar, «din adamları», her biri kendi bakış açısından, televizyonu tartışıyor. Kimilerine göre televizyon bugüne kadar gerçekleştirilememiş pek çok güzel rüyanın tecessüm etmiş hali; kimilerine göre de televiz­yon çağdaş bir karabasan.
İster olumlu, ister olumsuz olsun, bütün bu yaklaşımların kesiştiği bir ortak nokta var: Televizyonun mutlak, karşı konulamaz bir et­kileme gücüne sahip olduğu varsayımı. Oysa, bugüne kadar yapı­lan araştırmalar, bu varsayımı hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde doğrulamıyor.
Sözgelişi, bugüne kadar, televizyonla şiddet arasındaki ilişkileri araştıran yüzlerce araştırma yapılmış. Televizyonda yayımlanan ve şiddet öğesi içeren programların, seyircileri —bilhassa çocukları— şiddete özendirdiğini gösteren araştırmalar da var; tam tersine, bu programların bir tür arınmaya (katharsis) yol açarak, olumlu etki­ler yaptığını gösteren araştırmalar da.
Bu çelişkiyi, sadece araştırma tekniklerinin yetersizliğiyle veya da­ha da kötüsü araştırmacıların tarafgirliğiyle izah etmek de mesele­yi çözmüyor. Belki mesele, daha derinlerde bir yerde; mesela bu sorunun aslında bir doğru cevabı olup olmadığı noktasında dü­ğümleniyor. Bir başka deyişle, belki de, soruyu böyle sorduğumuz sürece asla cevaplandıramayacağız. Bu ve benzeri sorular, yazılı basının etkilerini araştırdığımız dönemlerden kalma sorular. Oysa (biz onları ne kadar -kitle iletişim araçları» başlığı altında toplama­ya ve bir-örnekleştirmeye çalışırsak çalışalım televizyonla yazılı basın arasında bir nitelik farkı var. Üstelik, yazılı basının egemen olduğu toplumla, televizyonu tanımış toplum arasında da gözardı edilemiyecek nitelik farkları var.
Denilebilir ki, işte bu iki toplum arasındaki nitelik farklarının neler olduğunu, nasıl ortaya çıktığını gösterebilirsek, televizyonun etki­lerini de belirlemiş oluruz. Ama kazın ayağı —ne yazık ki— öyle değil... Zira bu farklar, sadece televizyonu tanımış olmaktan da kaynaklanmıyor. Televizyon, çevremizi esaslı bir biçimde dönüş­türen yüzlerce, binlerce araç-gereçten biri yalnızca, Sözgelişi, me­safe kavramımızdaki değişikliği ele alalım. Bu kavramın geçirdiği olağanüstü değişiklikten ötürü, hepimiz, uluorta -artık dünya çok küçüldü-diyoruz. Ama dünyayı böylesine küçülten, acaba sadece, her akşam dünyanın dört bir köşesinde olup bitenleri oturma oda­mıza kadar taşıyan televizyon mu Yoksa, bütün farklılıkları orta­dan kaldırıp, bütün kültürleri kendisine benzetmeye ahdetmiş Batı yayılmacılığının ve dolayısıyla emperyalizm teorilerinin, makineli tüfeğin (silah endüstrisinin), otomotiv, gemicilik, havacılık endüst­rilerinin, yabancı dil öğretimi tekniklerinin, beş yıllık kalkınma planlarının, gizli-açık binlerce uluslararası örgütün, bankacılığın ve bunlar gibi açıkça kavramlaştırdığımız binlerce olgu veya oluşu­mun dünyayı küçültmekteki rolleri televizyondan daha mı az?
 (İs­terseniz, söylemek istediklerimizi, küçük ama çarpıcı bir örnekle somutlaştırmaya çalışalım: Yazılı metinlerin bir yerden bir yere «naklinde» uzun bir süre telgraf ve teleks makinaları kullanıldı. Bunlar, birim sembollerin tek tek aktarılması ilkesine dayandıkları için Japonca gibi “gereğinden fazla” sembol kullanan bir dilde ya­zılmış metinleri aktarmada pek kullanışlı olmuyorlardı. Japonlar ise, bu sembolleri makul bir seviyeye indirecek küçük bir devrim yapmak yerine mikroelektronik teknolojisine yüklenerek telefaks aletini icad ettiler. Böylece bütün bir gazete sayfasını, hem de fotoğraflarıyle birlikte, birkaç dakika içinde binlerce kilometre öteye nakletmek ve gazeteleri aynı anda birkaç merkezde birden bas­mak mümkün halt geldi. Şimdi, küçük dünyamızı biraz daha kü­çülten hu olayı, Japonlarda devrimcilik ruhunun gelişmemiş olma­sıyla mı; Japoncanın kafakarıştırıcı imlasıyla mı; yoksa Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaların Japon bilinçaltına ektiği intikam duygusuyla mı açıklamak daha doğru olur?
)
Ne var ki, bu söylediklerimiz, kitle iletişim araçlarının ve dolayı­sıyla televizyonun, günlük hayatımız, dünya tasavvurlarımız, dü­şünme biçimlerimiz üzerinde kendilerine mahsus bir etkileri olma­dığı anlamına gelmiyor. Bunları söylemekle, sadece, bu etkileri — bütün diğer değişkenleri sabit tutarak— belirlemenin ve kontrol altına almanın güçlüğüne ve hatta imkânsızlığına işaret etmiş olu­yoruz.
Televizyonun etkilerini tartışırken, sık sık içine düştüğümüz yanlış soyutlamalardan biri de. televizyon programlarını tek tek ele al­mamız ve bu tekil programların muhtemel etkilerinden yola çıka­rak televizyonun etkilerini ölçmeye çalışmamız. Oysa (bir başka yazımızda da gösterdiğimiz gibi (Nabi Avcı, Bombacı Parmenides, İşaret Yayınları, İstanbul 1989, s 148.) dünyanın hiçbir yerinde televiz­yon seyircileri, bir televizyon programını kendi kendisinden ibaret bir mesaj olarak algılamıyorlar. Herşeyden önce, herhangi bir televizyon programı, başka televizyon programlarının arasında verili­yor. Böylece peşpeşe gelen farklı türde programlar, birbirlerini bütünlüyor (veya daha doğru bir ifadeyle birbirlerini bölüyor)-, birbirlerinin ilettiği mesajları ya pekiştiriyor ya da hafifletiyor, etki­siz hale getiriyor. Sözgelişi melodramatik bir filmin final sahnesini gözyaşları içinde seyreden milyonlarca insan, on saniye sonra, bir çiklet reklamının hoppa dünyasına savruluveriyor. Aradan üç da­kika geçmeden, dünyanın öbür ucundaki insanlarla birlikte ma­den ocaklarına iniyor; beş dakika sonra bir de gün ışığına çıkıyor ki, bir “Hollyvvood yapımı»nda Üçüncü Dünya Harbi başlamış.
İşte bu yüzden, televizyonun etkilerini, tek tek programlardan yo­la çıkarak ölçemeyeceğimiz gibi, bu programların aritmetik topla­mına da indirgeyenleyiz. Özellikle, televizyonu bir bilgi, bir enfor­masyon kaynağı olarak görenler ve sadece bu sebepten ötürü televizyonu olumlayanlar, genellikle bu noktayı görmezlikten geli­yorlar. Televizyon, münhasıran enformasyon iletmez; enformas­yon + eğlence de üretmez. Bazılarının «eğlendirerek öğretmek, öğretirken eğlendirmek» türünden iyimser ifadelerle formüle ettik­leri bir zihin durumu, bir zihni alışkanlık üretir. Bilginin, bir ni­yet, bir cehd, bir sabır; kısacası bir hazırlık gerektirdiği düşüncesi bugün artık bir kenara itilmiş; ama yerine yeni iletişim ve enformasyon araçlarının etkilerini de açıklayabilecek bütünleşik bir öğ­renme kuramı konulamamıştır. Bu yüzden, günümüzde artık öğ­renme kuramlarından değil, öğrenmeme, öğrenerek cahil kalma, öğrendikçe cahilleşme kuramlarından söz edilir hale gelmiştir. Televizyonun bütüncül etkisinin, tek tek programların aritmetik top­lamından fazla birşey olduğunu söylerken işaret etmek istediğimiz de işte budur. Ancak bu etkinin boyutlarını bugünden kestirme­miz imkansız. Gerçek «yan tesir»leri ancak birkaç kuşak geçtikten sonra anlaşılan bazı tarım ilaçları gibi, televizyonun zihnin işleyiş •tarzı üzerindeki etkileri de, ancak ilerde anlaşılabilir. Şu veya bu ölçüde geleneksel eğitim yöntemlerinden yararlanmış, bu yüzden —mesela hafıza gibi— bazı zihni melekeleri hala doğru dürüst iş­leyen insanlar sahneden çekildikçe, televizyonun ve diğer enfor­masyon araçlarının gerçek gücü daha açık bir biçimde görülebile­cektir.
Tabii o zaman da, bunu görebilenler, Huxley’in Vahşi’sinden daha şanslı olmayacaklar. Nitekim bugün bile, talebelerine televizyon hakkındaki samimi kanaatlerini açıklamaya kalkışan Hocaları mahkemelere sevketmiyorlar mı?

Sh: 95-98
“Jeremy Bentham Onyedinci Yüzyıl’m sonuyla Onsekizinci Yüzyıl ın başlarında yaşamış ünlü İngiliz düşünürü. Faydacılığın babalarından. Panopticon adlı eserinde de, beş köşeli yıldız şeklinde bir hapishane tasannu geliştirmiş. Öyle bir hapishane ki bu, yıldızın merkezinden, bütün mahkumların hareketlerini izle­mek mümkün. Panopticon lafı da buradan geliyor herhalde: Tüm-görülür-gibi bir laf. Bentham, şaka maka yıllarını vermiş bu tasarıya. Bu uğurda hir senet harcamış. Ama sonunda, tasarısını o dönemin etkili ve yetkili kişilerine benim­setmeyi başarmış. Onun çizdiği planlara göre, İngiltere’nin Millhank kentinde kurulan hapishane, ilk ayrı odalı hapishane olmak “şerefi”ni kazanmış. Dolayısıyle Bentham da, faydacılığın olduğu kadar, modem hapishaneciliğin da ba­bası olmuş.(Nabı Avcı, Bombacı Parmenides, İşaret Yayınları, İstanbul 1989, s. 206.)
İlginç bir rastlantı: yukardaki alıntı, Türkiye’de toplumu daha sıkı bir denetim altına almayı amaçlayan bir ceza kanunu tasarısı mü­nasebetiyle yazılmıştı ve hemen hemen aynı tarihlerde, Amerika Birleşik Devletleri nde de Theodore Roszak, polisiye tedbirlerle, - mesela ceza kanunu vasıtasıyla- değil de, bilgisayarlar marifetiyle toplumu daha sıkı bir denetim altına almak isteyenleri eleştiriyor­du. Roszak’a göre, veri akışını denetim altına alarak toplumları de­netleyebileceklerini düşünenlerin öncüsü de işte bu Jeremy Bentham’dı.. Böylece, bizim “faydacılığın ve modern hapishaneciliğin babası” olarak takdim ettiğimiz Bentham, Theodore Roszak’ın gö­zünde, bugünkü “enformasyon kültü”nün de habercilerinden biri olarak ortaya çıkıyordu.
İste Roszak’ın Bentham ve çömezleri hakkında söyledikleri:
En ilkel veri işleme araçları bile ortaya çıkmadan evvel sayısal ve olgusal [verilerin] modern dünyada ne kadar önemli bir güç oldu­ğunu anlamış, iyi örgütlenmiş bir siyasî hareket vardı. Bunlar, egzantrik filozof Jeremy Bentham’ın sadık çömezleri olan Ondokuzuncu Yüzyıl İngiliz faydacıları idi. Bunlar, günümüze kadar uzanan entellektüel etkileri sebebiyle, ibret verici bir model oluştu­rabilirler. Enformasyon kültürünün bütün temel öğeleri bunlarda mevcuttur: Ahlakî tarafsızlık görüntüsü, bilimsel katılık havası ve teknokratik denetim tutkusu... Tek eksikleri: Bilgisayar Benthamcılar, tanrısal bir otoriteyle halkın gözlerini kamaştırıp, yığınların hayranlıkla boyun eğmelerini sağlayacak o harikulade araçdan mahrumdular. Böyle yıldırıcı bir teknolojiden mahrum oldukları için de, sonunda, [Ahlakî tarafsızlık ve bilimsel katılık görüntü­süyle perdelemeye çalıştıkları] ideolojik tarafgirlikleri açıkça orta­ya çıktı. Onun için, bunlar [faydacılar], enformasyonun aslabi­taraf' olamayacağını, tepeden tırnağa siyasî nitelikte olduğunu bize hatırlatacak, bir örnek-olay olarak değerlendirilebilir. ” [Theodore Roszak, The Cult of Information - The Folklore of Computers and the True Art of Thinking, Pantheon Books, New York 1986, s. 156.]
Ne Bentham'ın, ne de Roszak’ın kitapları Türkçe’ye çevrilmiş. O yüzden. Türk okuyucusu, gündelik hayatında bin türlü tezahürüy­le karşılaştığı bu tezleri entellektüel düzlemde ölçüp biçecek ve karşılaştıracak durumda değil. Hiç kimsenin, yaşadığı günlük ha­yatın altında yatan felsefi ve tarihî öncüllere aldırmadığı bir dün­yada belki bu çok gerekli de değil... Ama, enformasyon teknoloji­leriyle siyasî ve bürokratik denetim arasındaki ilişkileri tartışanla­rın başucu kitabı haline gelen George Orwell’in 1984’ü Türkçeye çevrilmiş. Hem de temiz ve akıcı bir çeviri bu [George Orwell, 1984. (Çeviren: Behzat Tane), Yağmur Yayınevi, İs­tanbul 1974.]. Ne var ki, Orwell'in “Ağabey”i, bazen bir şovmen, bazen bir önder, bazen bir köşe yazarı, bazen bir sporcu, bazen de bir televizyon yorumcusu kılığında karşımıza çıkıp gündelik hayatımıza nizamat verdiği hal­de, Onvell’in 1984 u de, “Ağabey seni gözetliyor.'' ikazları da bi­zim umurumuzda değil..
Peki öyleyse, batıda enformasyon toplumu/denetim toplumu tar­tışmalarına kaptıranlar, Orwell’in bu romanından neden bu kadar çok söz ediyorlar?
1984'de Orwell kalkış noktası olarak Stalin döneminin Rusya’sını almakla birlikte, başta kendi ülkesi (İngiltere) olmak üzere bütün Batı dünyasını tehdit eden bir karşı-utopyayı anlatır: Devletin herşeyi denetim altında tuttuğu, en küçük bir aykırılığa ve bireyselli­ğe izin vermediği; resmî idolojinin bütün tarihi ve dili kendine gö­re kurguladığı bir toplum... Peki neden 1990 veya 1995 değil de, 1984 ü Orwell’in bu ünlü romanına 1984 adını vermesi, hiç şüphe­siz, 1980'lerde başlayan enformasyon toplumu/gözetim toplumu tartışmalarını olağanüstü bir sezgiyle öngörmüş olmasından kay­naklanmıyor. O sadece, romanını yerleştirebileceği uygun bir za­man dilimi ararken, “pek de uzak olmayan” bir geleceği gözüne kestirmiş ve bunun için de romanı yazdığı 1948 yılının son iki ra­kamını ters çevirmiş; o kadar...
Ancak, Orwell’in romanında sözkonusu ettiği uzaktan denetim ay­gıtlarının prototipleri ve bunların taşıdığı potansiyeller, daha o günlerde, sadece romancıların değil, hangi ideolojik kampta yer alırlarsa alsınlar, siyasetçilerin de ilgisi ve bilgisi dahilindeydi. İkinci Dünya Savaşı biteli üç yıl olmuştu ve Hitler rejiminin radyo­ya olan olağanüstü hakimiyeti, henüz sadece kitle iletişim tarihiyle uğraşanların ilgisini çeken bir örnek-olay değildi. Nitekim, daha sonra demokrasiyle televizyon arasındaki münasebetleri (veya mü­nasebetsizlikleri) kurcalayanlar da, en azından hangi kavramsal çerçeveyi kullanabileceklerini araştırırken, Nazilerle radyo arasın­daki münasebetlerin tarihçesinden epey istifade ettiler.
Ama yine de bu ikisi arasında, yani nazizm-radyo münasebetiyle, demokrasi-televizyon münasebeti arasında önemli bir fark var.
Bu farkı, Konfüçyüs’e atfedilen ünlü bir deyişi tersine çevirerek daha iyi anlayabiliriz sanıyorum: “Bir yoksula bir balık verirsen, onu bir gün doyurmuş olursun. Ama ona balık tutmayı öğretirsen, ömür boyu karnını doyurmuş gibi olursun.”
Nazilerin propaganda teknikleri, bir bakıma, yoksula her gün bir balık vermeyi hedefliyordu. Halk, o gün belirli bir konuda ne dü­şünmesi (veya daha doğru bir ifadeyle ne hissetmesi) gerektiğini Goebbels’ten öğreniyordu. Ama bu, her gün yeni baştan tekrarla­nan bir işlemdi. Oysa bu açıdan totaliter rejimlerle demokrasi; rad­yoyla televizyon arasındaki fark, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan yeni şartlarda, bu işlemin “otomatiğe bağlanması ”nı ve sureta bir kendiliğindenlik kazanmasını gerektirdi: Televizyon ve onu izleyen, onunla bütünleşen, yardımlaşan diğer ileşitim ve enformasyon teknolojileri, insanlara “balık tutmayı” öğretti. Kitle­ler, herhangi bir konuda ne düşünmeleri ve ne hissetmeleri gerek­tiğini öğrenmek için sabah akşam “şeflerin ağzına bakmaktan “kurtuldular.” Artık kendi başlarına da olsalar kendilerine öğretil­diği gibi düşünebilmenin “tekniğini kaptılar.” Yeni iletişim tekno­lojileri. herkese, kendi “bireyselliğini” dilediği gibi yaşayabileceği yepyeni alanlar açıyordu. Ama çelişki şurada ki, bu alanlar aynı anda herkese açılıyordu. Bir başka deyişle, “herkes alabilsin diye” seri olarak imal edilen “bireysellik” imkânları, tam da bu yüzden, yani seri olarak imal edildikleri için gerçek bireyselliği imkânsız­laştırıyordu. Ama yine de bu durum, kitlelerde, daha önce pek tat­madıkları bir özgürlük duygusunu köpüklendirdi. Artık, herkes herşeyi “biliyordu”; daha doğrusu herkes herşeyden “haberdar”dı. Simyacıların yüzlerce yaldır binbir ritüelin arkasına gizledikleri for­müller işportaya düşmüştü. Artık insanlar, Eczacılar Birliği’nin ya­yınladığı kodeksi (ilaç formülleri kitapçığını) ele geçirdiği için, her gün eczaneye uğrayıp eczacının münasip gördüğü bir ilacı almak­tan kurtulmuş hastalar kadar hürdüler. Gerçi bu “hürriyet” yine o kodeksin çizdiği sınırlar içinde kullanılabilen bir hürriyetti ama, kitlelerin daha önce pek tatmadıkları bir duygu olduğu da açıktı.
Kodeks neden serbest bırakıldı?
Kodeks: çeşitli ilaçların yapılma şekil ve formüllerini içeren derleme kitap.
Evet, kabul etmek gerekir ki, sadece eczacıların değil, sembol tra­fiğini idare edenlerin de kendilerine mahsus bir kodeksleri vardır ve her toplumda, sembollerin akışını ve kullanım formüllerini de­netim altında tutanlar bunu bir iktidar aracı olarak kullanırlar. Hat­ta, her türden iktidarın özünü işte bu denetimin oluşturduğu bile söylenebilir. Ne var ki, nüfusun, işbölümünün, şehirleşmenin ve bilhassa kültürel demokratikleşmenin arttığı; yani sembol trafiği­nin alabildiğince karmaşıklaştığı modern toplumlarda bu deneti­mi eski yöntemlerle sürdürmeye de imkân yoktur. Toplumun bü­tün üyelerini, tıpkı köy topluluğunda veya kabile örgütlenmesinde olduğu gibi, tek tek kontrol altında tutabileceklerini zanneden to­taliter rejimlerin bir türlü anlamak istemedikleri de budur.
Oysa hesap çok basittir: 1000 kişilik bir toplulukta bile, insanların birbirleriyle kurabilecekleri bire-bir ilişkilerin toplamı (n(n-l)/2 formülüyle) 5004995’dir. Demek ki, on milyonluk nüfusu olan kü­çük bir “disiplinli” toplumda, gözetilmesi ve denetlenmesi gereken bire-bir ilişki hatlarının sayısı, yuvarlak hesap elli trilyonunun üze­rindedir (Aslında 50.049-950.000.000’dir ama, yöneticiler birbirleri­ni daha yakından kollamak zorunda oldukları için bu sayı elli bir trilyonu bile geçer!). Buna bir de ikili, üçlü, beşli.. Gruplaşmaları ve gruplar-arası iletişim hatlarını ilave ederseniz, hesap iyice karı­şır. Ama yine de, birçok toplumda bu hesabı görebileceğini zan­neden aklı evveller çıkmıştır. Daha da çıkacaktır... ve bunlar, yani insanların her an ne yaptıklarını denetim altında tutmayı kafaları­na takmış olanlar, bu tutkularını kendilerince meşrulaştırmayı da ihmal etmezler. Bunlar, genellikle kendilerini toplumun babası gi­bi gördükleri için, yaptıkları işi de toplumu kollamak, ona kol ka­nat germek, onu “uçurumlara sürüklenmekten kurtarmak” olarak algılarlar.
Biz de onların bu mantığından hareket ederek, “baba’lığa soyu­nanların toplumla ilişkilerini Konfüçyüs’ün sözünü ettiği “balık vermeye” benzetirsek; bu insanlara her gün elli trilyon balığı tek tek dağıtmak yerine, tümüne birden gazeteler, radyolar, videolar, televizyonlar, bilgisayarlar ve sair “eğitim ve öğretim kurumları” aracılığıyla “balık tutmayı” esaslı bir biçimde belletmek daha akıllı­ca olmaz mı?
 Modern dünyada, toplumlara babalık etmek için kit­le iletişim araçlarını yönlendirenler, belki bir komplo kurarcasına bilinçli bir yaklaşımla değil ama, fiilen işte bu soruyu kendi kendi­lerine sormuşlar ve bugün hep birlikte gördüğümüz üzere, Konfüçyüs’ün bile imreneceği bir “bilgelik” ve maharetle cevaplandırmışlardır. Kitleler, balık tutmayı şaşılacak bir süratle öğrenmişler ve “özgür bireyler" olarak hayatın tadını çıkarmaya başlamışlardır. Tabii babalar da hergün herkese tek tek balık dağıtma külfetin­den kurtulmuşlardır. Artık herkese, ne yiyeceğini, ne içeceğini, ne giyeceğini, nerede çalışacağını, nerede dinleneceğini, nereye gide­ceğini, ne okuyacağını, ne düşüneceğini, neye gülüp neye ağlaya­cağını. kimi sevip kime kızacağını... ayrı ayrı izah etmeye gerek kalmamıştır. İkinci örneğimizle biraz daha açmaya çalışırsak, yapı­lan iş, herkesin başına bir eczacı dikmektense kodeksi herkese ez­berletmek; herkesin başına bir polis dikmektense ceza kanununu iyice “anlamalarını” sağlamaktır.
Kodekse yan çizmek mümkün mü?
Evet, mümkün. Enformasyon ve iletişim tekniklerindeki gelişme­ler, bugün artık hikmet-bilgi-enformasyon-veri sıralamasını ve bunlar arasındaki mahiyet farkım daha açık bir biçimde görmemi­zi sağlıyor. İletişim ve enformasyon aygıtlarının neler yapabilecek­lerini gördükçe, bir paradoks gibi görünmesine rağmen, aynı za­manda neler yapamayacaklarım da anlıyabilir. Hergün balık ye­mekten usananlar, umutsuz bir çaba gibi görünmesine rağmen, ar­ka bahçelerine domates, biber, salatalık ekmeye başlıyabilirler.. Hatta gizli gizli haşhaş yetiştirmeye çalışanlar bile var.. Bunlar, “babaların öğrettiği “balık tutma bilgisi”nin de, aslında bir tür gö­zetim, denetim, bağımlılık ve kölelik vasıtası olduğunu anlamaya başlayanlar... Onun için bu “bilgi” büsbütün yararsız değil.. Bu “bilgi’nin böylesine yaygınlaşıp baskıcı bir nitelik kazanmasından ötürü, birçok kişi, eskiden “balık tutma” dışında nelerin yapıldığını; gelecekte başka nelerin “mümkün " olabileceğini de düşünme­ye başlıyabilir. Yine bunun bir sonucu olarak, kitle iletişim araçları yaygınlaştıkça, geleneksel iletişim araçları ve geleneksel iletişim biçimleri kendi safiyetlerine, kendi gerçek kimliklerine kavuşabi­lirler. Sözgelişi bilgisayar  * sayesinde kitap alalade bir nesne ol­maktan kurtuluyor. Geçmişte kitabın sırtına yüklenmiş olan enformatik işlevleri bilgisayar kendi üstüne aldıkça, kitabın kendi aslî kişiliğine kavuşması da hızlanıyor ve kolaylaşıyor. Kitleler belirli bir düşünce kodeksi çerçevesinde bir-örnekleştirilmek istendikçe, merkezkaç eğilimler taşıyanlar üzerindeki kışkırtıcı baskı artıyor.
* Buraya kadar söylediklerimiz, «Computer- kelimesini Türkçe’ye «bil­gisayar» diye çevirmemizin yanlış olduğunu da gösteriyor sanıyo­rum. Ancak, »bilgisayar» ismiyle ve cismiyle öylesine yaygınlaştı ve yerleşti ki artık tevile başvurmaktan başka çaremiz kalmıyor: Acaba bu kelimeyi, bilgisayarcıların iddialarına da denk düşen bir yorumla, «bilgi-addeder», «bilgi farzeder», «kendisine yüklenen enformas­yon ve verileri bilgi sayar; işlemden getiremediklerini ise bil­giden saymaz» gibi anlayamaz mıyız?
Bu kışkırtıcı baskılar, sadece dışardan değil: içerden de çok an­lamlı karşı çıkışlara neden olabilir. Bunun en çarpıcı işaretleri de yine bilgisayar sektöründe görülüyor. Bentham ve çömezlerinin rüyalarını süsleyen bu olağanüstü veri toplama, işleme ve saklama aygıtı, aynı zamanda müthiş bir dağıtma, çarpıtma ve yoketme im­kânını da beraberinde getiriyor. Öyle sanıyorum ki. belirli akade­mik çevrelerde bilgisayar virüslerinin ortaya çıkış şartlan ve özellikle bu virüsleri programlayanların '“psikolojileri" önyargısız bir tahlilden geçirilse, kodeksi kendi içinde açmaza düşürme tutku­suyla ilgili çok çarpıcı bazı ipuçları bulunabilir.
İkinci ve daha yapıcı bir imkân da, yeni iletişim ve enformasyon teknolojilerinin, (özellikle de bilgisayarın) bütün entellektüel faali­yetleri kendi tekeline alma ve kendi düzlemine uyarlama (daha doğrusu kendi düzlemine indirgeme) çabalarında yatıyor.
Bugün, bütün beşeriyetin binlerce yıllık bilim, kültür ve sanat mi­rası. tek bir uygarlığın yapay diline tercüme edilmeye çalışılıyor.
Şüphesiz geçmişte de kendini bütün dünyanın entellektüel varisi olarak görenler olmuştu. Ama bunlar, sözgelişi müsteşrikler, bir başka kültürün zenginliklerine yaklaşırken, ne kadar hoyrat dav­ranmış olurlarsa olsunlar, hiç değilse ellerinde kendi kültürlerinin sahih, yapay olmayan, beşerî titreşimlere duyarlı araçlarını tutu­yorlardı. Bugün, ellerinde kameralar ve bilgisayarlarla bütün beşe­rî zenginliklerin varisliğine soyunanlar ise, herşeyi dijital kodlamaya indirgeyebileceklerini düşünüyorlar. Bunun bir sonucu olarak, bugün, Shakespeare’le televizyoncular; satranççılarla bilgisayar programcıları arasında kıran kırana bir mücadele sürüyor. İşte bu mücadele, yakında hiç umulmadık sonuçlar verebilir. Buna benzer bir başka çabayı Orwell 1984’iin sonunda şöyle anlatıyor:
-Geçmi­şe ait edebiyatın büyük bir kısmı bu şekilde tahrif edilmekteydi. İti­barlarından yararlanmak amacıyla, tarihe mal olmuş bazı ünlü kişilerin hatıraları muhafaza edilmek isteniyor; fakat aynı za­manda. başarıları Ingsos felsefesiyle uzlaştırmaya çalışıyordu. Shakespeare, Milton, Byron, Dickens ve diğer bazı yazarların eser­leri. Bu yüzden tercüme edilmekteydi. Bu işlem sona erdiğinde, eserlerinin orijinalleri ve geçmişe ait edebiyattan geriye ne kalmış­sa hepsi yok edilecekti. Ancak bu tercümeler, kolay yapılan şeyler değildi ve çok zaman alıyordu. 2010-2020 yıllarından önce ta­mamlanması beklenmiyordu. Elde bulunan geniş çaptaki teknik literatürün de aynı işleme dahi tutulması gerekiyordu. Arıdil’in ta­mamen benimsenmesi için 2050 yılı gibi sayılabilecek bir tarihin tesbiti, bu tercümeler konusundaki hazırlık çalışmalarına imkân tanımak amacını gütmekteydi.» [Orwell, 1984, s. 316]
Demek ki daha en az altmış yılımız var! O zamana kadar Shakespeare’in televizyonculara, satranççıların da bilgisayarcılara bazı şeyleri öğretmesi mümkün...
Sh: 99-106
Gazete okumak, radyo dinlemek psikolojik tiryakiliktir. Zehir, tütün, alkol tir­yakileri gibi bu tiryakiler de ancak gömülü bir çaba ile bu durumdan kurtula­bilirler. Kişiler, cinayet ve boşanmaları okumaya, resimli romanlara göz gezdir­meye, ya da radyo oyunları ve dans müziği dinlemeye boyun eğdikçe, bu alış­kanlık doğrudan dürtülerle birlikte gelen propagandanın etkisinde kalmayı da göze almalıdırlar.
Söylendiğine göre, dünyanın ilk gazetesi Pekin’de, Milattan sonra Beşinci Yüzyıl’da yayınlanmaya başlamış. Tsing Pao adını taşıyan bu gazete 1935 yılına kadar da yayınını sürdürmüş. Avrupa’da ise —Julius Caesar’ın Açta Diurna'larını saymazsak— gazetelerin geç­mişi pek fazla geriye gitmiyor. Bu kıtada ilk düzenli gazeteler 1600’lerde Almanya’da yayınlanmaya başlamış. Kayıtlarda rastla­nan en eski Avrupa gazetesi, 1609 yılında yayınlanmaya başlanan Strasborurg Relation. İngiltere’de sürekli yayınlanan ilk gazetenin yayına başlama tarihi ise 1621. İlk günlük İngiliz gazetesi London Daily Courant ise Elizabeth Malett adında bir kadın tarafından 1702 yılında yayınlanmaya başlamış. Bugün, gerek biçim, gerekse muhteva olarak bütün dünya basınını peşinden sürükleyen Ameri­kan basınının, daha doğrusu Amerikan usulü gazeteciliğin tarihi ise çok daha yeni. Amerikan kolonilerinde yayınlanmaya başlayan ilk gazetenin adı: Publick Occurances Both Forreign and Domestcik... Yani, «Haricî ve Dahilî Cemiyyet Hadiseleri". 1690 yılında Boston’da. Benjamin Harris tarafından yayınlanmaya başlamış. Bu gazete Amerika kıtasında yayınlanmaya başlayan ilk gazete değil yalnızca; bu kıtada kapatılan ilk gazete olmak şerefi de bu gazete­ye ait. Çünkü Hârici ve Dahili Cemiyyet Hadiseleri, ilk sayısı ya­yınlanır yayınlanmaz İngiliz sömürge yönetimi tarafından kapatıl­mış. Bunun üzerine 1704 yılında yayınlanan Boston News-Letter çıkıncaya kadar kimse gazete falan çıkartmaya kalkışmamış. Daha sonra, Philedelphia’da American Weekly Mercury diye haftalık bir gazete yayınlanmaya başlamış (1719). Bu gazetelerin hemen hepsi çok büyük ebatlı kağıtlara basılıyor, bol bol siyasî haber basıyor ve altı sente (yani pahalı) satılıyor. Dolayısıyla fakir-fukara bu ga­zeteleri alıp okuyamıyor. Bu durumu gören bazı gazete patronları, Ondokuzuncu Yüzyıl’ın başlarında «penny papers» denilen ilk po­püler' gazeteleri yayınlamaya başlıyorlar. Bu tür gazetelerin ilk ba­şarılı örneği New York Sun (Güneş) gazetesi... Biraz daha küçük habere yer veren, gerekirse «haber üreten» bir «halk gazetesi» bu... 1835 yılında J.G. Bentt, gazeteciliğe pek çok yenilikler getiriyor. Birçoklarına göre New York Herald. Amerikan gazeteciliğinin en iyi örneklerinden biri. 1841 yılında yayınlanmaya başlayan New York Tribüne derli toplu bir «başyazı» politikası izleyen ilk Ameri­kan gazetesi. Bu gazeteyi çıkaran da Horace Greely. Bennet'le Greely’nin gazeteleri 1924 yılında birleşiyor ve ortaya Herald Tri­büne çıkıyor.
Gazetecilik tarihinde «tabloid» denilen küçük ebatlı gazetelerin de önemli bir yeri var. Tabloid gazeteler, aşağı yukarı bizim gazetele­rin ikiye katlanmışı. 1920 lerde görülmeye başlayan tabloidlerin en büyük özellikleri, çok büyük puntoyla çarpıcı başlıklar kullanma­ları; fotoğraf ve sansasyonel haberlere bol bol yer vermeleri. Bu yüzden de biraz okuma yazma bilen herkes bu gazeteleri okuya­bilir. daha doğrusu bu gazetelere bakabiliyor. Ama hemen her ül­kede bu tür gazetelerin yanısıra pek fotoğraf basmayan, sansas­yonel haberlere yer vermeyen ve kendilerine «ciddi fikir gazetesi» diyen gazeteler de yayınlanıyor. İngiltere de The Times, Fransa'da Le Monde, Almanya’da Die Welt, İtalya'da Corriere Della Sera, Mı­sır’da bir zamanlar El-Ahram ve Tevfik El-Hakim’in editörlüğünü üstlendikten sonraki haliyle El-Ahbar işte bu gazetelerden sayılı­yor.
Gazetenin geçmişiyle ilgili bu kısa özet de gösteriyor ki, bugün bi­zim anladığımız anlamda gazete ve gazetecilik çok yeni bir olgu. Üstelik baskı teknolojisi de sürekli yenileniyor ve bu teknolojik gelişmeler gazetelerin biçimini olduğu kadar muhtevasını da etki­liyor. Son yıllarda gözlemlenen elektronik teknolojisindeki “patla­malar”, gazeteleri önce radyo, sonra televizyon ve şimdilerde de teletekst gibi güçlü rakiplerle karşı karşıya bırakınca, bu «etkileme» olmaktan çıkıyor, alt-üst etmeye dönüşüyor. Ama yine de, modern hayatın içinde gazetenin oldukça sağlam bir yeri var. Çünkü gaze­tenin en büyük dayanağı toplumsal hayatın kitleselleşmesi, insan­lar arasındaki ilişkilerin hergün biraz daha özsüz dolaylı ve kar­maşık bir hal alması. Bu kitleselleşmenin ve karmaşıklaşmanın al­tında yatan «tüketelim, çünkü üretiyoruz» düşünce tarzının bir tü­revi, hem de bu düşünce tarzını yaymakta kullanılan en etkili silahlardan biri. Doğrusunu söylemek gerekirse pek az meta, gazete kadar «üretildiği için tüketilir». Tabii bunu söylerken, meseleye, bir gazeteyi bugün kullandığımız anlamda «gazete» yapan öğelerin ba­şında gelen habercilik açısından bakıyoruz. Bir tür «günlük dergi» havasında çıkan ve haberden çok fikir yazılarına dayanan istisnaî örnekleri bu değerlendirmenin dışında tutmak gerekir. Zaten, yılın üçyüzaltmışbeş günü binbir çeşit konuyu okuyucuları adına düşü­nen ve adına da «köşe yazarı» denilen yazar türü sadece bizde gö­rülür. Bu, profesyonel anlamda gazetecilik değildir (İşin garip ta­rafı, «yazarlık» da değildir). Profesyonel anlamda gazetecilik, in­sanlara, ne tek tek, ne de toplu olarak; ne bugün, ne de yarın; ne evde, ne de sokakta hiçbir işlerine yaramayacak haberleri satabilmek sanatıdır. Gazeteci bunu yaparken sözkonusu binbir çeşit ha­beri okuyucu için elzemmiş gibi göstermenin yollarını arar ve bu­lur. Bunu da her defasında bilinçli olarak yapması gerekmez. Ga­zeteci, neyi «haber» haline getirebileceğini, en ilgisiz insanları bile “ürettiği” haberle nasıl ilgilendirebileceğini adeta meslekî bir içgü­düyle bilir. Böylece, milyonlarca insan, bir kere bile karşılaşma­dıkları ve karşılaşmayacakları insanların mahremiyetlerine bulaşır, onların yapıp-ettikleriyle ve hatta yapıp-etmedikleri ile uğraşır; her sabah okuduğu gazetenin kendisine çizdiği dünya haritasını izleyerek dünyayı tanzim eder. Böylece, bu dünyada kendisinin de önemli bir yeri olduğuna, bir an için bile gözünü ayıracak olursa dünyanın başını alıp gideceğine... ve daha kimbilir nelere inanır. Her gün, yeni yeni nefretler, yeni yeni muhabbetler kendilerine yeni yeni karşılıklar bulurlar. Buna rağmen, her okuyucu, gazetey­le olan alış-verişini farklı bir kavramsal çerçevede anlamlandırır ya da anlamdırdığını zanneder. Kimilerine göre gazete, yukarıda da söylediğimiz gibi -dünyaya etkin bir biçimde katılmanın» icaplarındandır; kimilerine göre de «bazı şeylerden haberdar olmazsan seni eziverirler»; kimileri için gazete bir «dinlence»dir; kimileri için de «eş dost toplantılarında belirli bir kullanım değeri taşıyan bilgileri edinmenin aracı»dır.
Şimdi, genel olarak bütün kitle iletişim araçlarından, özel olarak da gazetelerden akıp duran bu «bilgilerin, «haberlerin gerçekten ne olup, ne olmadığına biraz daha yakından bakalım.
Hangi bilgi?
Yirminci Yüzyıl’a herkes kendine göre bir ad takıyor. Kimileri de bu yüzyılın «bilgi çağı» olduğunu söylüyorlar. Ancak, bu adlandır­ma. hemen bir parantez açıp, «bilgi» derken gerçekte neyin kaste­dildiğini açık seçik ortaya koymamızı gerektiriyor. Çağımızı bilgi çağı diye adlandıranlar, bununla, kitle iletişim araçlarının geliştiği­ni, yaygınlaştığını, bunun sonucu olarak da, gittikçe daha çok sa­yıda insanın daha çok şeyden hâberdar olduğunu söylemek isti­yorlar. Ne var ki, biraz düşünce, birşeylerden haberdar olmalaz, birşeyleri bilmenin aynı şey olmadığını kolaylıkla anlayabiliriz. Haberdar olmakla bilmek arasında bir nitelik farkı olduğunu bil­meyenler sadece düz gazete okuyucuları, televizyon seyircileri mi?
 Gariplerin Kitabı’nda (lan Dallas, Gariblerin Kitabı. Çev.: İsmet Özel, Yeryüzü Yayınları, İstanbul 1979.), sadece sıradan insanların değil, «halkın eğitim görmesinden sorumlu olanların», hem de bunların «en yük­sek düzeyde, en iyi olanlarının» bizzat kendilerinin «baştan aşağı cahil» oldukları söylenir. Bu «en iyiler»in sahip oldukları *bilgi»lerin anlaşılır, «iyi düzenlenmiş» türden bilgiler olması sonucu değiştir­mez. «Zihin etkinlikleri onlara nasıl yürüyeceklerini, nasıl otura­caklarını, bir odada nasıl hareket edeceklerini, bir bardak suyu nasıl içeceklerini öğretmez.» Halkın öğrenim görmesinden sorum­lu olanların —üstelik en iyilerinin— durumu bu olunca, gazeteler­le, radyolarla, televizyonlarla ve daha kim bilir nelerle «haber bombardımanına tutulan, Japonların en yeni teknolojik harikala­rından Brezilya’daki karnavallara kadar her şeyden «haberdar edi­len» halkın nasıl içler acısı bir halde olduğu tahmin edilebilir. Biti­şikte oturan komşumuzun bile adını bilmeyen bizler, haritada da­hi gösteremeyceğimiz ülkelerin yüzde kaç oranında enflasyonla mücadele etmek zorunda olduklarından ayrıntılarıyla haberdarız. Ve bunun böyle olması, bazılarının işlerini kolaylaştırıyor. Kitle haberleşme araçlarının bizi bir dünyadan haberdar ettikleri doğru; ama bu dünya, bizim yaşadığımız dünya değil, haberdar olduğu­muz bir dünya. Bu dünyanın bizi gerçekten ilgilendirip ilgilendir­mediğini, daha doğrusu ilgilendirmesi gerekip gerekmediğini an­lamak çok kolay. Okuduğumuz gazetenin herhangi bir nüshasını kabaca tarayacak olursanız, verilen haberlerden «haberdar olup ol­mamanın» yaşadığınız reel hayatla dolaylı ya da dolaysız hemen hiç bir ilişkisi olmadığını göreceksiniz. Şüphesiz, kendinizi biraz zorlarsanız en ilgisiz bir haberi bile kendi hayatınız içinde anlamlı gibi görünen bir yere pekala yerleştirebilirsiniz. Ama göreceksiniz ki, bunu bütün haberler için yapmanız mümkün. Demek ki, bü­tün haberler sizi ancak zihnî bir dolayımdan geçtikten sonra ilgilendirebiliyor.
Nitekim, profesyonel gazeteciler (veya daha genel bir ifadeyle «İle­tişimciler», hedef kitlelerinde istedikleri zihnî değişiklikleri sağla­yabilmek için bu «mekanizma»nın inceliklerinden faydalanmasını çok iyi bilirler. Bir başka vesileyle söylediğimiz gibi, gazetelerde değişik sayfalara serpiştirilen küçük küçük haberler, yorumlar, fo­toğraflar arasında okuyucu açısından bir «tesadüfî»lik varmış gibi görünse bile, düzenleyiciler açısından durum hiç de böyle değildir. Bunu anlamak için kimi tek bir haberin derinlemesine çözüm­lenmesi, perde arkasının araştırılması işe yarabileceği gibi kimi za­man da, bir gazetenin bütününü hesaba katmak gerekebilir. Hatta bazen de, gazeteler, farklı günlere yaydıkları bir programla hedef kitleyi etkilemek isteyebilirler: Bugün verilen bir haber, ilk bakışta ilgisizmiş gibi görünse bile, dün verilen başka bir haberin tamam­layıcısı da olabilir. İşte bu yüzden biz okuyucular bakımından “tesadüfi”olan pek çok şey, İletişimciler bakımından olsa olsa bir meslekî beceri ve ahlak meselesidir.
Sonuç
Bu kısa yazıda, gazeteyi, sadece tarihi gelişmesi ve tek tek okuyu­cular bakımından ifade ettiği anlam açısından ele aldık. Gazete dediğimiz «çağdaş olgu»nun daha iyi anlaşılabilmesi için, diğer kit­le iletişim araçlarıyla ve toplumsal hayatın diğer düzlemleriyle na­sıl bir etkileşim içinde olduğuna da ayrıca değinmek gerekir.
Sh: 81-86
Son zamanlarda, New York işçi sendikası yöneticileri üyelerine okuma alışkanlıkları üzerine bir anket göndermişti. Somlar arasında. -Hangi gazeteyi sürekli olarak okuyorsunuz''-, -Hangi gazeteyi en az güvenilir ve gerçeklere aykırı bulu­yorsunuz?
 gibi sorular vardı. Üyelerin yüzde altmışı. gazetesinin New York yöresinde en yalancı basın unsuru olduğunda birleşmiş, ancak, yüzde kırkın üzerinde bir kesimi, o gazeteyi resimli romanları, duygusal ve coşku yaratacak haberleri vermesi nedeniyle aldıklarını belirtmişlerdir. Bu bir olağan video meli ora proboque sorunudur Daha iyiyi görüyor ve onaylıyorum, ancak izlediğim daha kötü olanıdır. Bu durum karşısında, kişinin kendisinin vazgeçmesinden başka hiç bir şey X gazetesinin okuyucular üzerindeki etkisini yok edemez. Psi­kolojik tiryakiliklere gösterilen hoşgörünün sürdürülmesi pahalıya malolacaktır.
Fiyatı da istenmeyen propagandadır.
Aldous HUXLEY
Kitle iletişim araçlarının, insanların gündelik hayatlarını tanzim et­mede birinci dereceden bir rol oynamaya başladıkları kimsenin inkâr etmediği bir olgu... Ancak, tartışma, bu «tanzim etme-nin de­recesi, üslûbu, ne oranda «karşı konulabilir» nitelikte olduğu gibi, deyim yerindeyse «teferruata müteallik» konular üzerinde yoğunla­şıyor. Yani, kitle iletişim araçlarının gündelik hayatımız üzerindeki etkisini, baskısını kimse inkâr etmiyor ama, iş bu etkilerin yönü­nü, doğrultusunu belirlemeye, bu etkilerle mücadele etmeye ge­lince tartışma başlıyor. Özellikle, kitle iletişim araçlarının bir bütün olarak, gerek tek tek bireyler, gerek aileler, gerekse şu ya da bu nitelikteki «sözde» ya da gerçek «cemaatler» üzerindeki etkilerini bertaraf etme meselesine gelindiğinde tartışmanın boyutları iyice dallanıp budaklanıyor.
…………….
Matbaanın icadından sonra kitap da sıradan bir metâ haline geldi. Kendine göre kuralları olan bir kitap piyasası ortaya çıktı. Bu pi­yasada kitap kapakları da önemli bir işlev yüklendiler: -Onu alma, beni al! Ben daha renkli, daha çekici, daha güzel, daha canlıyım... İlle beni al!» Bakın, şu anda masamın üzerinde üç kitap duruyor. Üçü de, aynı yazarın, aynı kitabının değişik baskıları.,. Yazar: Ortega Y Gasset. Kitabın İspanyolca orijinalinin adı «La Rebelion de las Masas» imiş. Benim masamın üzerindeki çevirilerin biri İngiliz­ce, ikisi Türkçe. Çünkü kitap Türkçe’ye iki defa çevrilmiş: Kitlele­rin Ayaklanışı. Çeviren: Seçkin Çağan (May Yayınları, 1968). Kütlelerin isyanı. Çeviren: Nejat Muallimoğlu (Bedir Yayınevi, 1976).
May Yayınları’nın bastığı «Kitlelerin Ayaklanışı»nın kapağında bir fotoğraf var: Bir miting meydanında çekilmiş. Kalabalık arka plan­da. Ön planda bir direk... ve direğe tırmanan üç kişi. Direğe tır­mananlar gömleklerini çıkarmış. Yarı çıplak ya da fanilalı. Arka plandaki kalabalığın onları hoşnutlukla izlediği görülüyor (Yoksa bu kalabalık kameraya mı gülümsüyor?
). Kapakta, sağ üst köşede kırmızı harflerle yazarın adı. Ortada, soldan sağa doğru yükselen hareketli, siyah ve daha iri harflerle kitabın adı: Kitlelerin Ayaklanışı...
Bedir Yayınevi’nin yayınladığı «Kütlelerin İsyanı», kapakta bir mat­baa hatasının izlerini taşıyor: Tepede sarı bir dikdörtgenin üzerin­de kırmızı harflerle kitabın adı. Onun altında, gümüşî bir dikdört­genin üzerinde siyah harflerle yazarın adı (Demek ki, yazarın adı önce yanlış basılmış, sonra bu baskının üzeri gümüşî bir dikdört­genle kapatılarak yazarın adinin doğrusu siyah harflerle tekrar ba­sılmış). Bunların altında da, büyük bir karenin (ya da dikdörtge­nin) içinde mürekkep lekesinde, türetilmiş bir resim: Kırmızı ve si­yah renklerden oluşan bu resmin ne olduğu tam anlaşılamıyor Adeta, beş-altı kişi kıran kırana dövüşüyor gibi... Çevreye yayılan lekeler kafa, kol ve kan lekelerini andırıyor. Bu kargaşanın çevre­sinde de hem sivrisineğe, hem de helikoptere benzetilebilecek bi­linçli çizgiler.
İngilizce baskının kapağında resim yok. Beyaz zemin üzerinde, bütün kapağı dolduracakmışçasına iri gri harflerle kitabın adı; alt­ta çok daha küçük, italik matbaa harfleriyle yazarın adı. Bütün ka­pağa serpiştirilmiş irili-ufaklı yedi kırmızı dikdörtgenle komposizyon tamamlanıyor...
Bir bibliomanın not defterinden alınmış gibi duran bu «kapak tas­virlerini neden bu kadar uzattık?
 Şunun için: Bu kapaklar, yalnız­ca üç ressamın değil, hemen her sıradan insanın, 'kitle» denilince kafasına üşüşen çağrışımları, sonra bu çağrışımları kültürüne, dün­ya görüşüne, estetik anlayışına, kısacası «bilinçli tercihleri» ne göre yeniden biçimlendirişini çok güzel yansıtıyor. Ressamlar, bütün bu renk ve biçim düzenlemelerine tekabül eden duyguların, düşün­celerin bizim gibi sıradan insanların, kitap alıcılarının kafasında da bir yer tuttuğunu düşünerek, onlar aracılığıyla bize kitabın konusu (kitle) hakkında birşeyler söylemek istiyorlar. Neyi?
Kitle kavramının ilk elde çağrıştırdığı «kalabalık», «çokluk», «yığın» gibi kavramların tarihçesi Antik Yunan’a, Eflatunun demokrasiye yönelttiği eleştirelere kadar götürülebilir. Ancak, bu çağrışımların ötesinde, kitle kavramının böylesine yaygınlık kazanması, bugün sosyal bilimlerde kullanılan pek çok kavram gibi, 1789 Fransız İh­tilalinden sonradır. Bu yüzden, varlığını Fransız İhtilali’ne borçlu olan pek çok başka kavram gibi bu kavramın da herkes tarafın­dan benimsenen, açık, «bilimsel» bir tanımı yok. Kavram, kullanan kişinin kendine biçtiği yere göre bir anlam kazanıyor. Bu niteliğiy­le, kitle kavram^, kullanan kişinin olaylara hangi açıdan baktığını, tıpkı Ondokuzuncu Yüzyıl romancıları gibi, kendisini nasıl dışarda ve hatta üstte tutarak soruna yaklaştığını belirlememizi kolay­laştıracak bir kıstastır. Sözgelişi. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi ya­zarına göre, herkesin ayrı bir kitle anlayışı var: Politikacı için kitle, seçim döneminde desteğine ihtiyaç duyduğu kişiler demektir. Sö­mürgeci Avrupalı içinse kitle, Süveyş Kanalı’nın doğusunda, Ekva­tor çizgisinin güneyinde veya Vistiil ırmağının öte yakasında yaşa­yan, sanayileşmemiş, cahil insanlar demektir.
Kitle kavramının içeriğindeki bu bulanıklığın ve ideolojik yükün bir başka nedeni de, 1789’dan sonra, ihtilal-öncesinin zorunlu kıl­dığı ittifakların bozulup bozulup yeniden kurulması; bu hercümerc içinde ortaya çıkan toplumsal sınıfların ve çıkar gruplarının sınırlarındaki belirsizliklerdir. Daha_sonra ortaya çıkan bilimsel, teknolojik, demografik, siyasal ve toplumsal dönüşümler de, diki­ne ve enine toplumsal hareketliliği alabildiğine artırarak, bu belir­sizliğin üstüne tuz biber ekmişlerdir. Marx'ın sınıf kavramı için ge­liştirdiği ölçütler de kitle kavramındaki bu bulanıklığı gidermek için atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir. Ancak, yine onun kullandığı «yedek sanayi ordusu» ve «lümpen proleterya» gibi kav­ramlar da, kolaylıkla, sınırları belirsiz kitle kavramına sokulabilir. Öte yandan, Ondokuzuncu Yüzyıl liberalizminin de, kitle kavra­mına kendi programı doğrultusunda farklı anlamlar yüklediğini görüyoruz. Mesela J.S. Mili için kitle, akla yönelik bir tehdittir ve artık (Ondokuzuncu Yüzyıldan sözediyoruz) «fertler kalabalık içinde kaybolmuşlardır.» [J.S. Mili. Hürriyet, Çeviren: M. Osman Dostel, MEB, İstanbul, 1963, s. 126]
Mill’in kitleler karşısındaki bu olumsuz tutumunda yalntz olduğu söylenemez. Kendi döneminde de Tocqueville ile Burckhardt da­ha sonra yüzyılımızın ilk çeyreğinde de Ortega y Gasset ve J. Bende gibi düşünürler bu olumsuz tutumu hararetle paylaşacaklardır. Bunlardan, Ortega’nın kitabına, daha doğrusu kitabın kapağına yukarda kısaca değindik. Şimdi o kapağı birlikte aralayalım ve Ortega’nın söylediklerine biraz daha yakından bir göz atalım.
Ortega ne diyor?
Ortega’nın 1930 yılında yayımlanan Kitlelerin Ayaklanışı adlı ki­tabı, çok geçmeden bellibaşlı dünya dillerine çevrilmiş ve kendi­sinden sonraki kitle tartışmaları üzerinde derin izler bırakmıştır. Ortega’ya göre, bütün toplumlar iki bileşenden oluşur: Azınlıklar ve kitleler. Azınlıklar, özel nitelikleri olan bireyler ya da birey gruplarıdır. Bu nedenle, kitle kavramını genellikle yapıldığı gibi sadece “emekçi kitlesi» olarak tanımlamamak gerekir. «Kitle, alela­de kişidir, halktır.» Bu kısacık tanım, daha önce sadece nicelik açı­sından tanımlanan (kalabalık, yığın gibi) kitleye, tersinden de olsa bir nitelik boyutu (aleladelik, sıradanlık) eklemektedir.
Kitleyi bir nicelik olarak değil de, bir nitelik sorunu olarak aldığı­mız zaman, kitle olgusunun psikolojik kökenlerini de kolaylıkla tartışma konusu yapabiliriz; zira yine Ortegaya göre, «bireylerin kitle biçimi içinde belirmelerini beklemeksizin kitle tanımı yapıla­bilir. Tek bir bireyin varlığında, onun kitle olup olmadığına karar verebiliriz.» Bu kararı verirken yazarın kullandığı kıstas da oldukça yalın, insanlar temelde iki kümeye ayrılırlar:
«Başkalarına oranla kendinden daha çok şey isteyen; bu yüksek istekleri karşılayamasa bile bundan vazgeçmeyen, güçlükler ve görevler yüklenen kişiler;
«Kendilerinden hiçbir belirli şey istenmeyen; yaşadıkları anı ol­duğu gibi yaşayıp mükemmelliğe doğru en ufak bir çaba göster­meyen; kısacası dalgalar üzerinde sallanıp duran, şamandıra örne­ği kişiler...»
Gördüğünüz gibi Ortega’nın bu sınıflandırması adeta Nietzsche’nin «üst-insan»ını çağrıştırıyor. Ne var ki, Nietzsche’nin geleceği­ni haber verdiği üst-insan, Ortega’da geçmişe karışmıştır. Kitleler, bu tarihi seçkinleri alaşağı etmişler; hiç haketmedikleri halde ge­çip onların yerine kurulmuşlardır. Nietzsche’nin gözünde henüz başlamış bir çağ, Ortega’nın gözünde hızla geçmişe karışmaktadır. Tarihin hiç bir döneminde kitle, günümüzde olduğu ölçüde ikti­dar sahibi olmamıştır. Bu yüzden, günümüzün siyasi manzarasını en iyi özetleyebilecek kavram, olsa olsa —«hipertansiyon» gibi teh­likeli bir yükselişe işaret eden—«hiperdemokrasi» kavramı olabilir.
Üstelik bu tehlikeli yükseliş, sadece siyaset sahasına özgü de de­ğildir. Eskiden «kalifiye azınlıklara veya böyle olduklarını iddia edenlere ayrılan bütün alanlar, kitlelerin saldırısına uğramıştır. Halbuki Ortega’ya göre bu yerler, hiçbir zaman kalabalıklar için yapılmamıştır. Buna rağmen kitle, hem de «kitle niteliğini kaybet­meksizin», kalifiye azınlıkların ayağını kaydırıp, boyutları azınlıkla­ra göre tutulmuş bu yerleri ele geçirmektedir.
Peki, «tarih sahnesini doldurup taşıran bu kalabalıklar»; eskiden ancak bazı liyakat şartlarını taşıyan insanların tekelinde olan alan­ları ele geçiren bu kitleler nerden çıkmıştır?
Ortega, bu soruyu ünlü iktisatçı Werner Sombart'ın araştırmalarına dayanarak cevaplandırmaya çalışır. Buna göre, çağımıza damgası­nı vuran kitleleşmenin altında şu basit demografik gerçek yatmak­tadır: Avrupa tarihinin başladığı Altıncı Yüzyıl’dan 1800 yılına kadar, Avrupa nüfusu hiçbir zaman 180 milyon kişiyi aşmamıştır. Buna karşılık. 18001e 1914 arasında (yüzondört yıl içinde) Avrupa nüfusu 180 milyondan 460 milyona fırlamıştır. İşte bu demografik patlama, Onyedinci Yüzyıl’dan beri ilerleyip gelen üç ilkeyle, libe­ral demokrasi, bilimsel deney ve sanayileşme ilkeleriyle birleşerek yeni dünyayı, yani kitlelerin dünyasını ortaya çıkartmıştır. Aslında, Rönesans’tan itibaren bilimsel faaliyetle teknik öylesine içiçe geç­miş, daha doğrusu bilimsel faaliyet öylesine tekniğe indirgenmiştir ki, bilimsel deneyle sanayileşme arasındaki sıkı ilişkiyi de gözönüne alarak, bu ikisini bir tek terimle ifade etmek mümkün: Tekni­ğin egemenliği veya kısaca teknik... Tabii burada, teknik derken münhasıran Avrupa tekniğini kasdettiğimizi de belirtmemiz gere­kir. Yoksa insanoğlunun ortaya koyduğu her teknik, bugün anla­dığımız anlamda bilimsel değildir. Çin’de, Mezopotamya’da, Mı­sır’da, Eski Yunan’da ve Roma’da da teknik olmakla birlikte, bu «teknik»ler deneysel bilim temeline dayanmadıkları için, aşamaya­cakları bir gelişme noktasına, bir kritik noktaya vardıktan sonra gerilemeye, yozlaşmaya başlamışlardır. Hatta bazıları çok da geliş­kin ve kullanışlı olan bu tekniklerin bazıları bugün artık büsbütün ortadan kalkmış; bazıları da iyice yozlaşarak birer hurafeye dönüş­müş olabilir. Buna karşılık, Onaltıncı Yüzyıl’dan itibaren Avru­pa'nın entellektüel haritalarını zorlamaya başlayan deneysel bilim anlayışı, Onsekizinci Yüzyılın ortalarında bütün rakiplerini berta­raf eder ve 1890'larda -Avrupa'nın entellektüel kumandasını» ele geçiren kuşakla birlikte, karşımıza, -tarihte eşi görülmemiş bir bi­lim adamı tipi» çıkar. Bu adam, herhangi bir yargıya varabilmek için bilinmesi gereken onca şeyden sadece bir tek bilimi; ve hatta o bir tek bilimin bile, sadece kendi uğraştığı bölmesini bilen biri­dir. Üstelik bu adam, kendi «ilgi alanı»nın dışında kalanları bilme­menin erdem olduğunu da iddia eder. Kültürün bütününe yönelik ilgi, bu adamların gözünde -diletantizm», yüzeysel meraktır. Deneysel bilim, gelişmesini büyük ölçüde işte bu «ortalama», hatta «ortalamanın da altında kişilerin emeğine borçludur. Bu durum, ortaya «olağanüstü gariplikte» bir insan tipi çıkartmıştır. Bu tip, (ki Ortega bütün «uzman»ları bu kategoriye sokar) eski sınıflandırma­ların hiçbirine sokulamaz. Bilgili değildir, çünkü kendi uzmanlık alanına girmeyen hiçbir şeyi bilmez. Bilgisiz de değildir, çünkü bir «bilim adamı»dır ve evrenin kendisine ait olan o küçücük bölmesi­ni çok iyi «bilir». Bu yüzden o. olsa olsa, «bilgili bir cahil, bir ignoramus»dur.
Bu uzman «cahil», hayatın diğer alanlarında, politikada, sanatta, toplumsal töre ve geleneklerde tam bir ilke! gibi davranır. Bakınız, Gariplerin Kitabı’nda lan Dallas bu «tipleri nasıl tarif ediyor: «İyice biliyorum ki halkın öğrenim görmesinden sorumlu olanlar —bu sorumluların en yüksek düzeyde, en iyi olanlarından söz ediyorum, en kötülerinden değil— bizzat kendileri baştan aşağı cahildirler. Öğretiyorlar, ama akletmiyorlar. Sonu gelmez bir gö­rüşler ve düşünceler ırmağına sahiptirler; cümleleri bitip tükenmez bir biçimde birbirine eklenir ve bunlar anlaşılır, iyi düzenlenmiş cümlelerdir. Konuşurlar ve konuşurlar. Zihin etkinlikleri onlara nasıl yürüyeceklerini, nasıl oturacaklarını, bir odada nasıl hareket edeceklerini, bir bardak suyu nasıl içeceklerini öğretmez. Hayat onlar için bir muamma ve ölüm tesadüfi bir sondur. Bunun hiç ama hiçbir istisnası yoktur. Hepsini tanıdım onların; eğer bir teki hayatı tatmış olsaydı, ona katılır, şöleni paylaşırdım onunla.» [lan Dallas, Gariplerin Kitabı, Çeviren: İsmet Özel, Yeryüzü Yayın­ları, İstanbul 1979, s.42-43]
Ortega’ya göre de, kitlelerin bugünkü egemenliğini simgeleyenler, hatta bu egemenliği kuranlar işte bu ignoramuslardır. Ortega, tam bu noktada, —ülkemizde ne yazık ki pek fazla tanınmayan—Julien Benda’yla ve Türk okuyucusunun belirli bir kesiminin çok ya­kından tanıdığı Rene Guenon’la buluşmaktadır. Benda'nın ünlü eseri Aydınların İhaneti, 1927’de (yani Ortega'nın kitabından üç yıl önce) yayınlanmış. Aynı yıl yayınlanan ve aynı konuda çok da­ha köktenci eleştiriler içeren bir başka kitap da Rene Guenon'un Modern Dünyanın Bunalımı adlı eseri... Bu üç kitap, Birinci Dünya Savaşını izleyen yıllarda Avrupa entelijansiyasını etkisi altı­na alan rüzgârları sanıyorum çok iyi özetliyor.
Ne var ki, bu üç düşünürün modern uygarlığın bazı kör noktaları­nı tesbit ederken böylesine yakınlaşmaları, her konuda aynı şekil­de buluştukları anlamına da gelmiyor. Ortega ve Benda’dan çok daha köktenci bir tavra sahip olan ve dolayısıyla daha kapsamlı bir çalışma içinde ayrıca ele alınması gereken Guenon’u şimdilik bir kenara bırakarak, Benda’nın söylediklerine bir göz atalım. Bendaya göre de insanlar temelde iki gruba ayrılırlar: Bir yanda, mensup olduğu toplumsal sınıf ne olursa olsun, maddi çıkarların­dan başka birşey düşünmeyen «sıradan insanların oluşturduğu kit­leler, öte yanda (veya kitlelerin hemen yanıbaşında) da. kitleler­den apayrı, onları bir ölçüde denetim altında tutan; pratik amaçlar gütmeyen, belirli bir sanatla veya ilimle veya sadece metafiziki spekülasyonlarla meşgul olan, «benim melekutum bu dünyada de­ğil» diyebilen aydınlar... *
*J Benda, The Betrayal of the Intellectuals. İngilizce’ye çeviren: R. Aldington, The Beacon Press, Bostan, 1955, s. 29. Benda’nın kitabı­nın orijinal bağlığı La Trahison des Clercs. Buradaki «clerc» sözcü­ğü aslında »rahip,.ruhban» anlamına gelmekle birlikte, Benda bunu bütün ulemayı ve udebayı kapsayacak bir genişlikte kullanıyor. Nite­kim kitabı İngilizce'ye çeviren Aldington da, «elere» sözcüğünün ken­di okuyucusunun zihninde. uvandırabileceği yanlış ve sınırlayıcı çağ­rışımlar nedeniyle, çevirinin ilk baskısında The Great Betrayal («Bü­yük İhanet»! başlığını kullanmış. «Clerc» sözcüğü İngilizce'de de olduğu halele çevirmenin daha sonraki baskılarda »intelleetual» sözcü­ğünü tercih etmesi, Benda’nın bu sözcüğe yüklediği anlam genişliği­ni karşılayabilmek içindir. Aynı işlevi Türkçe'deki »aydın» sözcüğü­nün de göreceğini sanıyorum. Üstelik, gerek «intelleetual», gerekse »aydın» sözcükleri, Benda nın özellikle vurgulamak istediği dünyevi­leşme sürecini de kendi içinde taşıyan sözcüklerdir.
-
Benda'ya göre, gerçek aydınlar, ya Leonardo da Vinci, Malebranche, Goethe... gibi hiçbir çıkar gözetmeyen entellektüel etkinlik için birer örnek oluştururlar ve bu yaşama tarzının üstün değerini kendi kişilikleriyle, hayatlarıyle kanıtlarlar; veya Erasmus, Kant, Renan... gibi, insanlık ve adalet adına kitlelerin bencil tutkularına karşı koyar ve onları yerli yerine oturturlar.
Ondokuzuncu Yüzyıla gelinceye kadar aydınlar, -sıradan insanlar»ın kendi eylemlerini bir din haline getirmelerini, bu eylemlerin­den ötürü kendilerini büyük adam saymalarını önleyebilmişledir. İnsanlar, iki bin yıl boyunca, yaptıkları bunca kötülüğe rağmen, aydınların sayesinde, iyiye hiç değilse saygı göstermekten de geri durmamışlardır. Bu. insanoğluna şeref veren bir çelişkidir. Uygar­lık. işte bu çelişkinin açtığı gedikten dünyaya sızabilmiştir. Ancak, Ondokuzuncu Yüzyılın sonunda, köklü bir değişiklik ortaya çık­mıştır. “Aydınlar” politik tutkuların egemen olduğu oyuna bulaş­mışlardır. O güne kadar halkın kaba gerçekçiliğini denetleyen, dizginleyen bu seçkinler, onu beslemeye, yüreklendirmeye ve hatta kışkırtmaya başlamışlardır. Aydınların bu “ihaneti”, yazara göre, politik tutkulara kendilerini kaptırmaları; bu politik tutkuları­nı. “aydın” sıfatıyle yaptıkları çalışmalara da bulaştırmaları, politik tutkuların egemen olduğu bu oyunu bir takım “öğreti”ler icad ede­rek oynamaları biçiminde gerçekleşmiştir.
Ondokuzuncu Yüzyıl dan günümüze, kitle insanının iktidarına ze­min hazırlayan, hatta bu iktidarı meşrulaştıran aydınların bu »iha­net basamaklarını Benda’nın sıraladığı biçimde daha yakından in­celemek. en azından günümüzdeki kitle toplumu tartışmalarında aydınların yerini ve işletim belirlememizi kolaylaştıracak bazı ipuçları sağlayabilir.
Aydınlar Ve Politik Tutku
Benda’ya göre, Avrupa’daki edebiyatçılar, sanatçılar, bilim adamla­rı, düşünürler ve din adamları, ırklar ve politik görüşler arasındaki bölünmeleri körükleyen «nefret korosu»na gönüllü olarak katılmış­lardır. Aydınların buna benzer tutkulara kapıldıkları başka tarihi dönemler de vardır. Dante ile Petrarch buna iyi birer örnektir. An­cak, eskiden «istisna» olan, bugün kural haline gelmiştir. Ondokuzuncu Yüzyıl’a gelinceye kadar Aquina’lı Thomas. Roger Bacon, Galiie. Rabelais, Montaigne. Descartes. Racine, Pascal, Leibnitz, Kepler, Huygens, Newton ve hatta Voltaire ve Montesqieu gibi adamlar, politik tutkaların tutsağı olmamaya büyük özen göster­mişlerdir. Voltaire gibi. Chateaubriand gibi, Lamartine gibi, her­hangi bir şekilde politika ile «uğraşmak» zorunda kaldıkları zaman da, eleştirel tutumlarını sürdürmeyi bilmişlerdir. Oysa bugünün aydınları, tıpkı «sıradan insanlar gibi» politik tutkuların tutsağı ol­makta; tıpkı onlar gibi kestirme sonuçlar peşinde koşmakta, nefret ve fikr-i sabitin egemen olduğu tartışmalara girmektedirler. Üste­lik. bir yandan da, bunları yapmayanları, «fildişi kulelerine kapan­makla suçlamaktadırlar. Aydınların asli görevi, ulusal ve politik tutkuların üstünde yer alan «hakikat ve adaleti savunmak» olduğu halde, modern aydınlar, bu kavramları da ulusal ve politik tutku­ların hizmetine koşmanın yollarını aramaktadırlar.
Aydınlar, politik tutkularını ve bu tutkulardan kaynaklanan politik eylemlerini, aydın olarak düşündükleri ve yaptıkları ile yanyana, ancak bu ikisini birbirine karıştırmadan ve bu ikisinin iki ayrı var­lık alanı, iki ayrı varoluş tarzı olduğunu unutmadan sürdürüyor ol­salardı, bu olguyu çözümlemek bir hayli kolaydı. Ne var ki. aydın­lar, politik tutkularını, katıksız aydın sıfatıyla yürüttükleri, daha doğrusu katıksız aydın sıfatıyla yürütmeleri gereken çalışmalara da karıştırmakta; böylece sanatçı, bilim adamı, düşünür ve «din adamı» sıfatıyla yürüttükleri işlerle politik tutkular birbirine karışmak­tadır.
Benda’ya göre, politik tutkularını aydın olarak yaptıkları işe de bulaştıranların başında şairler ve romancılar gelmektedir. Bunlar (bilhassa şairler) sanatlarının «sıradan insanlar»ı etkileme gücünü kötüye kullanmakta, “sokaktaki adam”ın belli-belirsiz hissettikleri­ni, aydınca yetenek ve becerilerini kullanarak alabildiğine körük­lemektedirler. Tutkuların, bu tür sanatların «hammaddesini» oluş­turduğu, dolayısıyla sanatçıların isteseler de istemeseler de tutku­larını eserlerine yansıtacakları söylenebilir. Ancak, sanatın özünde var olan, sanat eserinin arıtılmasına aracılık ettiği katışıksız, insan­ca tutkularla, sanatı pratik amaçlar doğrultusunda kullanan, edi­nilmiş politik tutkuları birbirine karıştırmamak gerekir.
Politik tutkular tarafından en fazla tehdit edilen entellektüel alan­lardan biri de, yazara göre, tarih yazımıdır. Bu alanda da, politik ve ulusal tutkularına yenilmiş aydınların, “sokaktaki adam”ın, poli­tikacıların, askerlerin yaptıklarına meşruiyet kazandırdıklarını; bu yolla kitlelerin evrensel iktidarına zemin hazırladıklarını görüyo­ruz. Tarih boyunca, tarih yazımının kendi iktidarlarını meşrulaştır­makta ve pekiştirmekte ne kadar önemli bir yeri olduğunu sezin­leyen —Papalardan Ondördüncü Louise'ye, Napolyon’dan Bismark’a kadar— pek çok siyasî iktidar sahibi de, kendilerine hiz­met etmeye hazır «tarihçilere maaş bağlayarak ısmarlama «tarihler yazdırmaktan geri kalmamışlardır. Nitekim, Türkiye’de de, «1930’lardan bu yana gelişen dil ve tarih hareketlerinin üniversite­den destek görmemesi; (...) 1932 yılında toplanan Birinci Tarih Kongresinde, İstanbul Darülfünunumdan bazı öğretmenlerin res­mi dil ve tarih görüşlerini eleştirmek cesaretini göstermeleri» Darülfünun’un lağvedilmesinin en başta gelen gerekçelerinden biri olmuştur.
Benda’ya göre, günümüzde siyasî iktidarlara canla başla hizmet eden bir başka «aydın» grubu da eleştirmenlerdir. Üstelik bu gru­bun yaptıklarının tarihte bir benzeri de yoktur. Ne Papa XIV. Pius, ne de Napolyon, kendi toplumsal sistemlerini ve politik çizgilerini desteklemek üzere edebiyat eleştirmenleri «istihdam etmeyi» dü­şünememişlerdir. Her türlü edebiyat ’teserini, kendi politik tutku­larıyla çakışıp çakışmadığına bakarak «iyi» veya «kötü» diye sınıf­landıran «aydın» tipi, sadece günümüzde görülen bir fenomendir. Aydınların, katıksız entellektüel faaliyet alanı sayılan metafiziğe bile politik ve ulusal tutkularını bulaştırmaları. Benda’nın gözünde aydın ihanetinin doruğunu oluşturmaktadır ve bu doruklarda — şimdilik— sadece Fichte ve Hegel gibi Alman düşünürlerinin fla­maları dalgalanmaktadır. Bu Alman düşünürlerinden önce —ve hatta sonra— hiçbir düşünür, politik ve ulusal tutkuları ne kadar güçlü olursa olsun, kendi uluslarının egemenliğini dünya tarihinin gelişim çizgisinin kaçınılmaz sonucu gibi göstermemiş; bu­nun için bir metafizik sistemi inşa etmeye kalkışmamıştır.
Politik Tutkular Ve Öğretiler
Benda’ya göre, iki bin yıldır aşkın (müteali) değerleri yüceltmiş ve insanlara politik hedeflerin ötesinde, peşinde koşmaya değer baş­ka hedeflerin de olduğunu göstermeye çalışmış olan aydınların günümüzdeki varisleri, sıradan değerleri, değerler sıralamasının en tepesine yerleştirmeye çalışmakta ve bu amaçlarına uygun öğreti­ler geliştirmektedirler. Bu öğretilerin temel niteliklerinden biri, külli olana karşı cüz'i olanı; manevi olana karşı pratik olanı yü­celtmeleridir. Böylece, değerler piramidi tepetaklak edilmekte ve en tepeye somut çıkarlar, maddi güç (iktidar) ve bunlara ulaştıran araçlar yerleştirilmektedir. Değerler piramidindeki bu hercümerci en iyi gösteren örneklerden biri, devlet kavramına ilişkin değerler­de görülen değişmedir. İkibin yıl boyunca aydınlar, devletin adil olması gerektiğini haykırmışlardır. Günümüzün aydınları ise, dev­lete, adil olup olmamanın bir önem taşımadığını; önemli olanın güç ve iktidar sahibi olmak olduğunu öğütlemektedirler. Devletin gücünün de otoriteye dayandığını düşündükleri için, otokratik sis­temleri, keyfi yönetimleri savunmakta bir sakınca görmemektedir­ler. Geçmişte de bu tür uygulamalar olmakla birlikte, fiili durum hiçbir zaman böylesine yüceltilmemiş; ahlak çiğnense bile ahlaki değerler, en azından değer olarak mahfuz tutulmuştur. Üstelik geçmişte, otorite kendisini bir takım anonim yapılanmaların ardına gizlemediği, düpedüz kaba güç olarak ortaya çıktığı halde; günü­müzde otorite ve kaba güç, iradesini çok ince bazı yapı ve teknik­lerin dolayımından geçirerek yürütmektedir. Günümüzün ege­menleri, hu işte de en büyük desteği aydınlardan almaktadır. *
* «Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmıyayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz»
Sezai Karakoç, Hızırla Kırk Saat ten
Gerek Ortega’nın, gerekse Benda’nın. içinde yaşadıkları toplumsal ve entellektüel oluşumlar ile Batı Uvgarlığı’nın geleceği konusun­daki bu olumsuz ve karamsar değerlendirmeleri, hiç şüphesiz. Av­rupa’nın iki büyük savaş arasında yaşadığı değerler kargaşasını da bir ölçüde yansıtmaktadır. Gerçekten de. Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte. Avrupa’nın, daha doğrusu Avrupa Uygarlığı’nın en temel ilkeleri yerle bir olmuş, savaştan sonra da, bu ilkelerin dayandığı temeller hemen her düzlemde sorgulanmaya başlamıştır. Nitekim Stefan Zweig da. Dünün Dünyası başlığıyla dilimize çevrilen anı­larında, Avrupalı aydınların içine düştükleri bu değerler kargaşası­nı, dokunaklı bir üslupla anlatmaz mı?
 [Stefan Zweig, Dünün Dünyası, Çeviren: Burhan Arpad, Milliyet Ya­yınları, İstanbul 1971]
Kaynak: Nabi AVCI, Enformatik Cehalet, İkinci Baskı: Ocak 1999 İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar