FARK VE CEM’
Hzl:
Nurgül KARAYAZI
Ayırmak, dağıtmak, seçilmek, ayırt etme, başkalık alâmeti
gibi mânâları olan fark, tasavvufî bir terim olarak, çoklukta birliği, birlikte
çokluğu herhangi bir engelleme olmadan görmek demektir. Yine bir târife göre,
beşerî hâllere yaklaşma ve kulluğu yerine getirme açısından kulun kesbine, fark
(tefrika) denir.[1]
Mutasavvıflar fark ile cem’i birlikte kullanmışlardır. Cem’
toplamak, dikkat ve irâdeyi bir noktaya teksîf etmek demektir. Tasavvufî bir
terim olarak da her şeyi Allah’tan bilerek halkı yok, Hâlık’ı var görme
hâlidir. [2] Bir
başka ifâdeyle insanın kendisini ve halkın varlığını kabul etmekle berâber,
bunların mevcûdiyetlerinin Allah Teâlâ ile kaim olduğunu idrâktir.[3]
Rûh, ilâhî güzelliği (cemâl-i ilâhî)
seyre dalınca, zât-ı ilâhî nûrunun galebesi karşısında eşyâyı birbirinden
ayıran aklın nûru söner, böylece hakkın ortaya çıkması ve bâtılın kaybolması
sebebiyle kadîm olan Allah ile hâdis olan eşyâ arasındaki fark ortadan kalkar.
Daha doğrusu kudret-i ilâhiye karşısında eşyânın acz ve hiçliği ortaya çıkar;
eşyâ ve varlıkların O’nunla var olduğu duygu ve idrâk ile anlaşılmış olur. Buna
cem’ adı verilir. Ardından Hakk’ın zâtının yüzüne izzet perdesi çekilip rûhun
zâttan uzaklaşması sonucu kadîm ile hâdis arasındaki ayırım yeniden belirir.
Buna da “fark” adı verilir.[4]
Cem’ ve fark şuhûd hâllerinden olması sebebiyle, her ikisi de
Hakk’a vâsıl olanların (vasl-ı ilallâh) ilk mertebesi sayılmıştır. Cüneyd-i
Bağdâdî, “Vücûda kurbiyyet cem', beşeriyette kaybolma da tefrikadır” der. Bu ifâdeye göre cem’ husûsiyet, tefrika ise ubûdiyet
mânâsı taşımaktadır. Çünkü tefrikada fasl (ayrı oluş), cem’de ise vusûl (bir
olma, yaklaşma) vardır.[5]
Ebû Ali ed-Dekkâk (ö.405/1014) da, “Fark,
sana nisbet edilen, cem’ ise sana nisbet edilmesi mümkün olmayan şeydir. ” demiştir.[6]
139. Halk oldı bu bahr-ı hayrete gark Tâ
halkdan ola Hâlika fark “Halk, bu hayret deryâsına gark oldu ki,
yaratılanla yaratan arasındaki fark kalmadı.”
Fuzûlî, “fark” kelimesinin bu tasavvufî anlamına uygun
olarak, halkın ancak Hak ile var olduğunu, idrâk mertebesine ulaşabilmek
(fark-ı sânî) için hayrânlık denizine daldığını söylemektedir.[7]
Varlıkların Hak ile kul arasında perde oluşturması ve madde
aleminin tesiri altında kalan kulun Allah’tan ayrı kalmasına fark-ı evvel;
kulun kendisini Hak’la hissetme hâline ulaştıktan sonra yaratıkların Hak ile
var olduklarını kavramasına ve birbirini perdelemeksizin çoklukta birliği,
birlikte çokluğu görmesine fark-ı sânî denilir. Buna göre sâlikin tasavvufa intisap etmeden evvelki
hâli fark-ı evveldir. Maddenin etkisi altında bulunma anlamına gelen bu hâl
içindeki insan Hak’tan uzaktır. Hakk’a îmân etmekle beranber daha çok maddi
şeyler ve dürtülerin tesiri altındadır. Tasavvufa intisap etmenin gayesi fark
hâline son vermektir. Daha sonra salik cem’ hâline ulaşır. Bu hâlde iken
kesreti vahdette görür. Eşyânın varlığının fark edilmediği bu hâl çok önemli
olmakla birlikte en yüce hâl değildir. Bu hâl geçtikten sonra salik yine bir
fark hâline döner ve bu ikinci hâle fark-ı sânî denir.Bu hâlde salik varlıkları
Hak’la kaim olarak görür. Hakk’ı görmesine varlıkları görmesine, varlıkları
görmesi Hakk’ı görmesine engel olamaz.[8]
Cem’ ile fark, ışık ile karanlığın birbirini takip etmesi
gibi, dâimâ birbirini izler, cem’ hâli ortaya çıkınca fark kaybolur. Fark zâhir
olunca cem’ zâil olur. Birinin varlığı diğerinin yokluğudur. [9] Hz. Ali
kerremallâhü veche, “Cem’siz fark, şirk; farksız cem’ zındıklık; farkla birlikte cem‘ ise
tevhîddir” buyurmuşlardır.[10]
Cem’in en yüksek derecesine de, cem’u’l-cem’ denilmiştir.
Cem’u’l-cem’, cem’ ile farkın aynı anda bulunması, birbirini izlemesidir.[11]
Bir kimsenin halkı görmekten alıkonulması, kendi nefsinden
koparılıp uzaklaştırılması ve hakîkat sultanından görünüp kendisini kaplayandan
başka her şeyi duymaktan tamamıyla mahrum edilmesi cem’u’l-cem’ mertebesine
işâret etmektedir.[12] Bunun
üzerinde makam yoktur. Bu makam, mevcûdâtta Allah’ı görme makamı denildiği gibi
şu tabirler de kullanılır: fark ba‘de’l-cem’; fark-ı sânî, sahv ba‘de’l-cem’.[13]
Bir başka ifâdeyle mâsivâyı görme, fark; mâsivâyı Allah’la
kaim olarak görme cem’; Hak’tan başka hiçbir şeyi görmeme hâli de
cem’u’l-cem’dir. Bütün fiillerin hakîkî ve yegâne fâili olarak Hakk’ı görme (lâ
fâile illallâh) ise aynü’l-cem’dir.[14] Var oluş sırasında Hakk’ın
zâtının varlıklarda zâhir olarak vahdette kesretin meydana gelmesi de
farku’l-cem’ kavramıyla açıklanmıştır.[15]
Ayrıca
Kur’ân’daki “Ancak sana ibâdet ederiz” fark makamına; “Ancak senden yardım bekleriz” ifâdesi de cem’ ve
cem’u’l-cem’ makamına işâret etmektedir. [16]
İbnü’l-Arabî ise bu kavramlarla ilgili olarak şöyle der:
“Bize
göre cem’ kendini nitelediğin Hakk’a ait isim ve sıfatları kendi üzerinde;
Hakk’ın kendisini isimlendirdiği isim ve sıfatlarından sana ait şeyleri de
kendi üzerinde birleştirmendir. Böylece sen sen, O da O’dur. Cem’ü’l-cem’ ise O’na ait şeyleri O’nda ve
sana ait şeyleri de O’nda toplamaktır. Böylece her şey O’na döner.
Âlemde Hakk’ın isim ve sıfatlarından başka bir şey yoktur. Böylece ayrım
yönünden cem’ tefrikanın [farklılığın] aynı iken, tefrika cem’ değildir.
Cem’ü’l-cem’ ise hakîkatin iki yönünün [Hak-halk, kıdem-hâdislik] onun
birliğinde yok olmasıdır. O hâlde Hak ve halk, kıdem ve hâdislik, gerçekte bir
hakîkatin iki yönünden başka bir şey değildir; cem’ü’l-cem’ hâlinde onların
birliğini algılarız. Cem’ birlemenin karşılığında çokluktur. Buna göre varlık
çokluktur, birlik ise mevcut değildir, akledilirdir. O hâlde cem’ birlemenin
karşıtı, tefrika çokluk ve hakîkatler arasında ayrımın eşanlamlısıdır. ”[17]
Hucvirî, “cem’i selâmet” ve “cem’i teksir” olmak üzere cem’in
iki çeşidinden söz eder:
a)
Cem’i selâmet:
Allah Teâlâ, kulda meydana getirdiği galebe-i hâl, kuvvet-i vecd ve kalek-i
şevk ( hâlin galebesi, vecdin kuvveti ve şevkin ıstırabı) gibi hususları kul
üzerinde muhafazxa eder, işi onun bedeni ve zâhiri üzerine icrâ eder, bunun
edâsında onu bâki ve dâimi kılar, onu mücâhede ile süsler.
b)
Cem’i
teksir: Kulun hükümde veleh ve dehşet hâlinde (vâlih ve
medhûş) olmasıdır. O zaman onun hükmü mecnûnların hükmü (gibi) olur.
Hucvirî daha sonra şöyle der: “Leylâ hakkındaki Mecnûn’un
himmetinin cem’i de böyle idi. Zîrâ Mecnûn, Leylâ’yı görmediği zaman, tüm âlem
ve bütün mevcûdât onun nezdinde Leylâ’nın sûreti ve şekli olmuştu. Her şeyde ve
her yerde Leylâ’sının sûretini görüyordu. Zîrâ onu çılgınca sevmekte idi.” İşte Mecnûn bu
hâlet-i rûhiye içinde der ki:
Bi ’llâh demenüz bu harfi zinhâr
Âlemde bir andan özge kim var
“Allah için, bu sözü bir daha
sakın söylemeyin! Âlemde ondan başka kim var?.. ”
Dutdı ten ü cânumı gam-ı yâr
Gayri’l-mahbûbi leysefi’d-dâr
Gayri’l-mahbûbi leysefi’d-dâr
“Sevgili gamı, tenimi ve canımı
kapladı. (Benim için, artık) dünyâda sevgiliden başkası yok!”
Bu noktada artık Mecnûn tevhîde ermiş, ikilikten
kurtulmuştur. Âşık-mâşuk, can-cânân gibi ayrımlar söz konusu değildir bu
makamda her şey “Mâşuk”ta cem’leşmiştir. Dîvâne âşık aşk mertebelerini aşarak
öyle bir hâle gelmiştir ki artık “ben” yok, “sen” vardır, nitekim âşıka da
benlik yakışmaz.
Serrâc bu hâlde bulunanları vecd ehli olarak adlandırır ve
der ki “Vecd ehlinin kalbi ve
sırrı, üzerinde bir etken bulunduğunda kalbinde bulunanı anar ve bütün
hâllerini sevgilisinin sıfatlarıyla vasfeder. Benû Âmir kabîlesinin Mecnûn’u gibi, yabana baksa ‘Leylâ’
der, dağa baksa yine ‘Leylâ’ der. Hattâ kendisine ‘Senin adın ne? Hâlin nicedir?’ diye
sorulacak olsa yine ‘Leylâ’ der. Bu konuda şöyle bir şiir vardır:
Memlekette, Leylâ’nın memleketine uğrarım.
Şu ve şu duvarları öperim.
Benim kalbimi çalan bu memleket sevgisi ne?
Abdullah Ensârî Herevî de Menâzilü’s-sâirîn adlı
eserinde cem’in üç derece olduğunu belirtir:
1.
Cem’u’l-İlm: Sâlikin bütün dikkat ve bilgilerini tek noktada
toplayarak ledünnî bilgi içinde yok olmasıdır.
2.
Cem’u’l-vücûd: Sâlikin maddî
ve fânî varlığından sıyrılarak Hakk’ın varlığına ermesidir.
3.
Cem’u’l-ayn (aynü’l-cem’):
Kulun Hakk’ın zâtında fânî olarak iki ayrı vücûd görmekten kurtulmasıdır. Bu
anlamda cem’ sâlikin fenâsıdır. Çünkü sâlikin büsbütün vücûd kaydından
kurtulması mümkün değildir. Fenâ yolula vücûd ortadan kalkmadan vuslat
gerçekleşir. Buradaki cem’ ve vuslat aynı şeydir.[19]
Lezzet ruh-i yâr-ı dil-sitândan
Cândur bulan ey dirîğ cândan
Cândur bulan ey dirîğ cândan
Cânum gedeli besî zamandur
Cismümdeki şimdi özge cândur
Cismümdeki şimdi özge cândur
“Gönül alıcı sevgilinin yanağından hoşlanan, candır. Benim canıma yazıklar
olsun ki, beni terk edeli çok zaman oldu; cismimde artık bir başka can
bulunuyor.”
Fuzûlî’nin bu beyitleri bize Yûnus Emre’nin şu
dizelerini hatırlatır:
Beni
bende demen bende değilem
Bir ben
vardır bende benden içeru
İçerideki ben “can” dır. Dışarıdaki ben “ten” dir.[20] Bunun ikisinin tevhîd
olması ise “vahdet”e açılan kapıdır.
“Aşkın başlangıcı muhabbet, sonu da vecd ve hâldir.
Vecdin başlangıcı mükâşefe, nihâyeti de müşâhededir. Vecd odur ki, kalbiyle
mevcûdu müşâhede edip vecdiyle de onun muhâtabı olur. Vecd, o Rabbânî kelâmdır
ki, vahdâniyet sırlarını açığa çıkarıp, beşerî sıfatları gizler ve ilâhî
hükümleri icrâ ederek gider.”[21] Aşk sülûkunun nihâyetinde
de ulaşılan mertebe ahadiyyet mertebesi olur. Bu mertebeye ulaşmak ise ancak
nefsin ârızî sıfatlarını, benlik duygusunu tezkiye etmekle olur.[22]
Ol kişver-i aşk pâdişâhı
Ol evc-i belâ vü derd mâhı
Özr ile kılurdı eyleyüp âh
Babasına şerh-i gam ki nâgâh
Lerzân oluben ten-i hazîni
Kan doldı kolından âstîni
Elverdi atasına tehayyür
Mecnûn dedi eyleme tefekkür
Fasd eyledi ol büt-i perî-zâd
Nîş urdı anun kolına fessâd
Ol zahm eseri görindi mende
Biz bir rûhuz iki bedende
Bizde ikilik nişânı yohdur
Her bir tenün özge cânı yohdur
Sağınma ki oldur menem men
Bir cân ile zindedür iki ten
“O, aşk ülkesinin pâdişahı, o
dert ve belâ göğünün dolunayı âh çekip özürlerle babasına gamını anlatırken,
ansızın kederli bedeni titredi ve elbisesinin kolu kan doldu.
Babası hayretlere düşünce,
Mecnûn dedi ki:
“ Merak etme! O peri soylu
güzel kan aldırdı. Hacamatçı, onun koluna neşter vurunca, o yaranın eseri bende
de göründü. (Çünkü) biz iki bedende bir tek ruhuz; bizde ikilikten eser
bulunmaz; her bedenin ayrı bir canı yoktur. Onun o, benim de ben olduğumu sanma!
İki ten, bir can ile yaşamakta.”
Beşerin aşkından deneyüstü aşka geçişte, yâni gerçek
tevhîde varışta, sujenin dönüşümü söz konusudur. Âşık, sonunda baştan başa
aşkın kendi olup çıkmaktadır ve âşık ile mâşukun bir olduğu mertebeye
erişmektedir ki bu mertebede sevgili artık sevenin ağzından konuşmaktadır.[23]
Ayrıca aşkın vahdete erdiği bu makamda “mâşuk, aşk,
âşık her üçü de birdir. Visâl araya giremeyince hicrânın orada ne işi olabilir?
Vuslat, firkat gibi şeyler dâimâ iki kişi arasındadır. Varlık âleminde yalnız
bir tek zât olunca bu hâller nasıl olabilir?”
“Itlak
i’tibâriyle zâhir ve takayyüt i’tibâriyle mazhar olunca zâhir ve mazhar her
ikisi birbirinin aynıdır. Güneşin nuru ayın aynasında görülünce onu aya nisbet
ettikleri gibi mahbûbun sûreti mertebelerde zâhir olunca onu muhibbe izâfet
ederler. ” Oysa ki “ varlık sâhasında zâhir olan her bir nakış, o nakşı
süsleyen zâtın sûretidir. Kadîm bir derya dalgalanınca dalga derler ve
dalgalanma sûretini dalgaya nisbet ederler. Dalgaların çokluğu deryayı çoğaltmaz.
İsimlerin sayıları ne kadar artarsa artsın müsemmâ her veçhile daima birdir.”[24]
Hz. Mevlânâ’nın şu sözleri de aşkın bu tevhîd (vahdet)
makamına işâret etmektedir: “Ben ten oldum, sen can oldun; sen can oldun, ben sen oldum. Sen
ben oldun. Bundan sonra kimse diyemez ki, sen başkasın ben başkayım. ”[25]
Bir gün Mecnûn-ı dil-şikeste
Sahrâda gezerdi zâr ü haste
Bir safhada gördi iki peyker
Leylî Mecnûn ile musavver
Mahv eyledi nakş-ı dil-sitânın
Koydı özinün hemîn nişânın
Sordılar ana hakîkat-i hâl
Kim nişe bir oldı iki timsâl
Dedi bize birdürür hakîkat
Birlikde yaraşmaz iki sûret
Olmak gerek ehl-i dâniş âgeh
Kim biz ikilikdenüz münezzeh
Sâil dedi bu değül midür âr
Kim yâr ola yoh sen olasen var
Sen nişe kalursen ol olur hâk
Bâri anı koy sana kalem çek
Dedi reh-i aşkda ne lâyık
Ma‘şûk ola nikâb-ı âşık
Uşşâk ten ü habîb cândur
Ten zâhir ü tende cân nihândur
Ma ‘şûka ne bâk olursa mestûr
Âşık gerek el içinde meşhûr
Kim âleme âşık ahıdan yaş
Ma‘şûk kim olduğın kılur fâş
“Bir gün, gönlü yaralı Mecnûn, çölde ağlayıp inleyerek ve hasta bir hâlde
gezmekteydi. Bir levhada Leylâ’nın ve Mecnûn’un görüntüsünde çizilmiş iki yüz
resmine rastladı. (Hemen ) sevgilisinin resmini levhadan kazıdı ve kendi
resmini bıraktı. Kendisine iki resimden birini neden sildiğini sordular; dedi
ki: ‘Bizim için gerçek birdir. Birlikte, iki ayrı görüntü bulunmaz. Bizim
ikilikten kurtulmuş olduğumuzu bilgi sahiplerinin çok iyi bilmesi lâzım.’ Sonra
kişi dedi ki: ‘Sevgilinin resmi kazınsın, senin resmin dursun; bu ayıp değil
mi? Sen nasıl kalırsın da, o, toprak olur? Bari onu bırak da kendi resmini
kazı!’ (Mecnûn) dedi ki: ‘Aşk yolunda sevilenin sevene örtü olması uygun mudur?
Âşıklar ten; sevgili ise candır. Ten gözle görünen; can ise tende gizli
olandır. Sevilen, örtülü olursa bunu ne zararı var? Âşıkın ise herkes içinde
görünür olması gerekir.Çünkü, âleme sevgilinin kim olduğunu gösteren, (ancak)
âşıkın gözünden döktüğü yaştır.”
“Tasavvufta
mâşuk görünmez, o tecellîyi ancak âşık görür ve ihyâ eder. Nitekim çok evvel de
âşık yoktu, görünmüyordu, mâşukun yüksek bir sevgi tecellîsi onu âşikâr
etmişti; o da bu sevgiyi, bu aşkı kendisine vereni aramaktadır. Ve ondan aldığı
aşkı sâhibine iâde etmekle bu yolda vücûdu yok olur ve mâşuk kalır”[26]
Mesnevî’de geçen şu beyitleri zikretmek istiyoruz:
“Ma’şûkdan murâd, Zât-ı Hak’dır ve âşıkdan murâd,
bilcümle mevcûdât ve bu mevcûdâtın efdali olan insandır. Zîrâ bütün eşyâ Zât-ı
Hakk’ın sıfât ve esmâsının mazharları olup onlarda zâhir olan ancak Zât-ı
Hak’dır. Bu suver-i eşyânın hepsi, ayn-ı ma’şûkdur ve Zât-ı Hakk’ın âşığı olan
bu suver-i eşyâ O’nun Zât’ının perdesidir. Zîrâ bu suver-i eşyâdaki fa’âliyyet
ve harekât, hep Zât-ı Hakk’ın sıfat-ı Hayât’ının eseridir. Binâenaleyh
hakîkatte diri olan ancak ma’şûkdur ve âşık olan suver-i eşyâ ise bir ölüdür ve
cemaddır.[28]”
“Bu ilâhî aşk mâcerâsında insanlar, sevileni değil,
ancak sevenleri görebiliyorlar. Mâcerâya dışarıdan bakanlar büyük sevgili
yerine âdetâ onu sevenlerden örülmüş bir perde görüyorlar ve asıl sevgili, bu
perde arkasında gizlenmiş kalıyor. Hâlbuki onların seven diye gördükleri de,
bir bakıma, sevilendir. Çünkü var olan, hakîkat olan fânî olmayan O’dur. Bu
ilâhî aşkın sevenleri ise esâsen onun aşkında ve onun ebedîliğinde erimiş, yok
olmuş, kendi nefislerini benlik ve ikilik hâllerini geride bırakmış,
ermişlerdir. Bu mâcerâ, ondan dışarıda kalan ve hâdiseye sevenler perdesi
arkasından bakan ve hiçbir şeyi göremeyenler kadar, büyük sevgiliyi bizzât kendi
benlik perdeleri arkasında göremeyenler için de böyledir. Böyleleri ancak
Allah’ı kendi içlerinde hissedilebilir dereceye ulaştıkları ve sevgiliyi kendi
gönüllerinde görmeğe muvaffak oldukları gün, yine kendi varlık perdelerini
yırtmış ve bu fânî vücut perdesinden kurtulmuş olurlar.”[29]
“Vahdet reviş”inde kaleme alınan bir başka beyit ise
şöyledir:
Çün men olubem senünle memlû
Vahdet revişinde hoş değül bu
Vahdet revişinde hoş değül bu
Kim taşrada isteyem nişânun
Bir özge mekân bilem mekânun
Bir özge mekân bilem mekânun
“Ben seninle dopdolu oldukta sonra, vahdet yolunda artık senin izini benim
dışımda aramam ve mekânı başka bir mekânda bilmem hoş değil.”
“Sevgili, gözümüze her an varlığın başka bir şekilde tecellî
etti. Sonra tahkîk edip anladık ki bu sûret ve şekil perdelerinin arkasında bir
tek O varmış.”[30]
Perdeler arkasında gizli olan Bir’i idrâk etmeye başlayan için, ikilik kaydına
düşmek ve her ân tecellîleriyle varlık sahnesinde görülen Hakk’ı taşrada aramak
uygun bir davranış olmaz. Nitekim O,[Biz ona şah damarından daha yakınız][31] buyurmuştur.
Niyâzî-i Mısrî de bir beytinde bu yakınlığı idrâk
ederek şu dizeleri kaleme
almıştır:
Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyû
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş
Öyle sanırdım ayrıyem dost gayrıdır ben gayrıyem
Benden görüp işideni bildim ki ol cânân imiş
Tevhîdin üç mertebesi vardır: Tevhîd-i
ef’âl, tevhîd-i sıfat, tevhîd-i zât.
Bu makamlar urûc makamlarıdır. Tevhîd-i ef’âl: Âşık olan kimse ef’âl-i hissiye,
ef’âl-i kalbiye, afâkiye, enfüsiye verâsından Hazret-i Mâşuk’u kalbiyle
müşâhede etmektir. Her fiili hisseder ise mâşukun fiilini, o fiil ile zâhir
olduğunu zevk eder. Tevhîd-i sıfat:
Âşık olan kimse Hz. Mâşuk’un evsâf-ı kemâlini kemâl-i
mahsûsunda ve ma’külunda kalbi ile müşâhede eder. Her mevcut mahsûs ve ma’kül
her birisi Hz. Mâşukun pür- kemâl sıfatının mazharıdır. Âşık olan kimse Hz.
Mâşuk’un kemâl sıfatlarını zerrât-ı âlemin verâsında zevk eder. Tevhîd-i zât:
Vahdet-i zâtiyeyi kesret-i mezâhir ile, kesret-i mezâhiri de vahdet-i zâtiye
ile müşâhede eylemektedir. Vahdet-i zâtiyenin zuhûru kesret iledir. Ve kesretin
vücûdu vahdet iledir. Vahdet tekessür etmeyince ayânda zâhir olmaz. O kesret
Hazret-i Mâşuk’un zâtıdır.[32]
Tasavvufta aşkın tebcîl edilişinin bir
nedeni de yukarıda zikrettiğimiz tevhîd ve vuslatı sağlayıcı en kısa vasıta
oluşudur. Ebû Tâlib el-Mekkî, “tevhidin tamlığı ile muhabbetin tamamlığı”
arasındaki yakın ilgiden söz etmiştir.[33]
Ayrıca kişinin her şeyden alâkasını keserek bütün varlığıyla Allah’a yönelmeyi
sağlaması dolayısıyla da aşk değerlidir. [Rabbinin adım an ve her şeyden kesilerek O’na yönel (O’na bütün
varlığınla yönel)!][34] âyeti İslâm tasavvufunun Kur’ân-ı Kerîm’deki önemli
dayanaklarından biri olarak kabul edilir.İlâhî aşk bütün varlığı ile Allah’a
yönelmeyi en iyi biçimde sağlayan vasıtaların başında gelmektedir.[35]
Fuzûlî, Türkçe Dîvân’ında yer alan bir beytinde de
aşkın gayesinin vahdet olduğunu şu şekilde ifâde etmiştir:
Vâdî-i
vahdet hakîkatte makam-ı ışkdur
Kim
müşahhas olmaz ol vâdîde sultandan gedâ Gazel, 1/3
“İsmet ve nâmus”larını koruyarak “vâdî-i aşk”a
tertemiz, pâk bir şekilde giren Leylâ ve Mecnûn, aşk basamaklarında
ilerledikçe, “vahdet sırrı”na dâir bilgi ve “zevk”leri artmış, böylece “kemâl
mîrâcı”na yükselmişlerdir. Bu varlık âlemindeki mâcerâları da, aynı mezara
gömülerek “vahdet”te sona ermiştir. Ölümlerinden sonra Leylâ ve Mecnun’un
kabrinin ziyâret edilmesi Fuzûlî’nin deyişiyle bir “kânûn” olmuştur. Çünkü
ikisi de Hakk’ın kendi haklarındaki kazâ ve takdîrine râzı olmuşlar, başlarına
gelen belâ ve sıkıntılara sabretmişler ve cennetlik olmuşlardır. Halk da, nasıl
“evliyâ” kabirlerini ziyâret etmeyi bir âdet olarak benimsemişse, onları da
“aşk yolunun ermişleri” olarak kabul etmiş, kabirlerini bir ziyâretgâh
kılmıştır.[36]
Böylece eserin son beyitleri bu birlik (vahdet)
mertebesine işâret ederek tamamlanmıştır:
Ol dem ki bu nüsha oldı merkûm
Leylî Mecnûn adına mersûm
İzhâra gelüp rümûz-ı vahdet
Vahdetde tamâm olup hikâyet
Târîhine düşdiler muvâfık
Bir olmağ ile ol iki âşık
“Bu eser ‘Leylâ-Mecnûn’ adı verilerek
yazıldığında, vahdet işaretleri ortaya çıktı; hikâye vahdette tamamlanarak, o
iki âşık bir olmakla, (eserin yazılış) târihine uygun düştüler.”
Kaynak: Nurgül
KARAYAZI, Fuzûlî’nin “Leylâ Ve Mecnûn”unda Tasavvufî Kavram Ve Unsurlar, T.C.
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlâhiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim
Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007
[2] H. Kamil Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, s.178;
Ayrıca bkz. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü., s.86; İbnü’l-Arabî, “‘Cem’ halkı görmeksizin Hakk’a
işârettir, demekte ve Ahadiyyet’in cem’ ile berâber bulunduğunu ifâde
etmektedir. O’na göre Ahad, ancak cem’ ile cem’ de Ahad ile olur. ”
bkz.H.
Kamil Yılmaz , Tasavvuf Meseleleri, s.181.
[4] H.Kamil Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, s.178;
Ayrıca bkz. H.Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s.219-220;
Kelâbâzî, s.178 dipnot no.:9; Cebecioğlu, s.205.
[6] Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, Mehmet Günyüzlü
(hzl.), s.107; H.Kamil Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, s.179.
[12] Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, Mehmet Günyüzlü
(hzl.), s.109; Ayrıca bkz. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s.193.
[18] H.Kâmil Yılmaz, Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-
Lüma’ tslâm Tasavvufu Tasavvufla tlgili Sorular -Cevaplar,
s.378.
[27] Rifaî, s.8/ beyit no.:30; Mevlânâ Celâleddîn
Rûmî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, C.I, s.96/beyit no.30.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar