FATİH TÜRBEDÂRI TIRNOVALI AHMED ÂMİŞ EFENDİ (Ö. 1338/1920) VE İRŞAD METODU
Ahmed Amis Efendi (D. 1338/1920) Caretaker of Mausoleum of Fatih and
Guidance Method
Journal o f Islamic Research 2012;23(1)
ÖZET
Tarihî şahsiyetlerin hayat hikâyeleri ile düşünce seyirlerinin incelenmesi,
tarihin belirli bir dönemine, değişik açılardan ışık tutması itibariyle çok
önemlidir. Bu makalede, tarihî şahsiyetlerden biri olan Fatih Türbedarı Tırnovalı
Ahmed Âmiş Efendi’nin (ö.1338/1920) hayatı ve tarikatta uyguladığı irşad metodu
çerçevesinde, tasavvuf anlayışının temel nitelikleri ortaya konmuştur. Burada
onun hayatı, tasavvufî şahsiyeti, seyahatleri, yakın çevresi ve rûhânî
tecrübeleriyle ilgili bilgiler vermek suretiyle bir sûfî olarak portresini
çizmeye çalıştık. Onun sûfî portresinde dikkat çeken en temel özellik,
kendisine tâbi olanları sohbet ve telkin yoluyla irşad etmesidir.
Anahtar Kelimeler: Hayat; metod; tarikat; rûhânî tecrübe; sohbet; telkin
Examining the historical figures’ life stories and their progress of
thought is very im- portant in respect of sheding light on particular period of
history at different points of view. In this article, basic characteristics of
Sufism have been revealed within the framework of the life of one of the
historical figures Ahmed Amis Efendi (d.1338/1920) who is the caretaker of
mausoleum of Fatih and his guidance method of Tariqah. Here, we tried to draw
his portrait as a Sufi by giving information about his life, mystical
personality, travels, his neighborhood and spiritual experience. The most
striking feature of his Sufi portrait is that he inspired the ones who came to
him through talking and suggestion.
Key Words: Life; method; tarigah; spiritual experience; talking; suggestion
Journal of Islamic Research 2012;23(1):10-7
Fatih Sultan Mehmed Han’ın türbedarlarından Tırnovalı Ahmed Âmiş Efendi
Şa’bâniyye tarikatının son devir şeyhlerindendir. Yaşadığı dönemin en parlak
ilim ve irfan yıldızlarından biridir. Tasavvufî eğitimde mücâhede yolunu
değil, sohbet ve telkin yolunu tercih etmiştir. Kendisine tâbi olanlardan
isteği, İslâmiyet’in emirlerine uyup yasaklarından kaçındıktan sonra, sohbet
ve muhabbet yolunu seçmeleridir. Tasavvufî eğitimde önce şerîata dikkat
çekmiştir. Sohbet yoluyla talebe yetiştirmeye gayret eden ve yazılı herhangi
bir eser bırakmayan Âmiş Efendi, irşad eğitiminde çile ve riyâzet uygulamasını
irşad metodu olarak takip etmemiştir. Sohbetlerinde kısa ve özlü sözlerle o,
yoluna girenlerin istikamet üzere Hz. Peygamber ve ashabın yolunda olmalarını
istemiştir. İrşâd faaliyetleri sırasında tâliplere Halvetî ve seyrek olarak da
Nakşbendî icâzetnâmesi vermiştir. Ahmed Âmiş Efendi’nin hayatını ve irşad
metodunu incelemekle, okuyuculara hayatını tanıtmanın yanında mutasavvıf
kişiliğini ve sohbete ağırlık veren irşad anlayışını da açıklamaya
çalışacağız.
Ahmed Âmiş Efendi 1207/1807[1]
yılında Tuna vilâyetine bağlı Tırnova kasabasında dünyaya gelmiştir. Orta
boylu olması sebebiyle “Âmiş”[2]
veya “Ammiş” olarak da isimlendirilmiştir.[3] Bu
kelime Bulgaristan Türkçesinde “küçük amca” anlamına gelmektedir.[4]
Sefine-i Evliyada, Âmiş Efendi’nin ufak yapılı, nûr yüzlü ve beyaz sakallı
olduğu ifade edilmektedir.[5]
Âmiş Efendi, ilk medrese tahsiline doğum yeri olan Tırnova’da başlÂmiştır.
Daha sonra Gelenbevî İsmail Efendi’nin (Ö.1205/1791) talebelerinden olan ve
Filibe’de ders veren Uzun Ali Efendi’nin yetiştirdiği büyük bir zatın ve
Vidinli Hoca Mustafa Efendi’nin öğrencilerinden Klemençeli Mustafa Efendi’nin
talebesi olmuştur. Bunların dışında dönemin önde gelen kemâl ehli zatlarla da
birlikteliği olmuştur.
Medrese tahsilinden sonra doğum yeri Tırnova’da sıbyan mektebi muallimliği
yapar.[6]
Muallimliğin yanı sıra yöneticiliğini de yürüttüğü bu okulun adı daha
sonraları “Âmiş’in mektebi” ismiyle meşhur olmuştur. Âmiş Efendi burada
ilimden taviz vermeyen bir hoca olarak tanınmıştır. Bundan dolayı çocuklarının
ciddî bir tahsil görmelerini arzu edenlerin bu mektebi tercih ettikleri görülmektedir.
Üstaddan okuyan birçok kimse, daha sonra önemli memuriyet görevinde bulunmuşlar,
tahsillerini ilerletmişler, ilimde, bilhassa din ve tasavvuf alanında eserler
bırakmışlardır. Meselâ, İsmail Fennî Ertuğrul, hattat Hasan Rıza Efendi.
Âmiş Efendi’nin İstanbul’a muhtelif zamanlarda seyahatler yaptığı
bilinmektedir. İstanbul’a yaptığı ilk seyahatinde Kuşadalı İbrahim Efendi’nin
(ö. 1262/1846)[9]
vefatından sonra onun irşad makamına geçen, Zeyrek civarında Çinili hamam
sahibi, Bosnevî Mehmed Tevfik Efendi (ö. 1866)[10] ile görüşüp
tanıştığı ve onun etkisinde kaldığı bilinmektedir. O kadar ki memleketi
Tırnova’ya dönünce bir hamam kiralayarak hamam işletmeye başlÂmiştır. 1853’te
Kırım harbine tabur imamı olarak katılan Âmiş Efendi, Bosnevî’nin 1866’da
vefatı üzerine ikinci defa İstanbul’a gelmiştir.
Bosnevî’nin önde gelen müridlerinden Üsküdarlı Hoca Ali Efendi (ö.
1585/1976), Rıfat Efendi, Üsküdar’da Nalçacı şeyhi Mustafa Enver, Kaşgar
hükümeti temsilcisi Fusûs şarihi Yakup Han Kaşgarî (ö. 1325/1907)[11]
ve Fatih türbedarı Niğdeli Bekir Efendi (ö.1294/1877) ile sohbetlerde bulunmuştur.
Daha sonra tekrar memleketine dönmüştür. 1877 yılında Osmanlı Devleti ile
Rusya arasında vuku bulan savaş sonucunda Tuna vilâyetinin elden çıkması
üzerine ailesiyle birlikte İstanbul’a hicret etmiştir. Bu son gelişinde
ihvandan sadece Rıfat Efendi ile Fatih türbedarı Niğdeli Bekir Efendi’yi
bulabilmiştir. Bekir Efendi’nin türbedarlık görevini Âmiş Efendi’ye
devretmesiyle birlikte Âmiş Efendi “Fatih Türbedarı” ünvanıyla tanınmaya
başladı.[12]
Niğdeli Bekir Efendi’nin, Âmiş Efendi’ye türbedarlık görevini devretmesiyle ile
ilgili nakledilen şu hadise çok dikkat çekicidir:
-Bekir Efendi, Âmiş Efendi’ye: “Artık ben gideceğim. Benim yerime birinci
türbedar ol ve evkafa git, muamelesini yaptır” buyurmuşlar,
-Âmiş Efendi de emr-i cenab-ı mürşid-i âzama tebaiyetle evkafa gitmiş,
fakat o gün muamele bitmemiş, akşam olup gelince, vaziyeti Bekir Efendi’ye
anlatmıştır:
-Bekir Efendi: “Peki, yarın muhakkak yaptır” demiş;
-o gün de gitmiş, fakat yine muamelesi bitmemiştir. Bekir Efendi daha
ertesi gün:
“-Git, üç saate kadar yaptır gel” demiş;
-yine muamele üç saatte bitmemiş ve üç saat daha gerekmiş, nihayet muamele
bitip Âmiş Efendi resmen birinci türbedar olarak türbeye gelmiştir. Odada
oturan Bekir Efendi’nin huzuruna vardığında:
“-Ahmed nerede idin? Üç saattir seni bekliyorum!”
diyerek vefatlarının bu suretle üç saat sonraya bırakılmış olduğunu ihsas
etmişlerdir.
“-Ahmed, artık ben gidiyorum. Senin yanında ölürsem belki dayanamazsın.
Birkaç dakika çık da, dışarıda şöyle bir dolaş, gel!” deyince,
Âmiş Efendi, dışarı çıkmış ve Fatih türbesini şöyle bir dolaşıp geldiği
zaman Bekir Efendi’nin oturduğu yerde vefat ettiğini ve hâlâ oturur vaziyette
olduğunu görmüştür. Âmiş Efendi bu hadiseyi anlatırken ağlayarak: “O
ölmedi, ben öldüm” dermiş.[13]
Âmiş Efendi uzun bir ömre mazhar olmuş ve yaklaşık 113 yaşında iken damadı
Babanzade Ahmed Naim Bey’in Şehzadebaşı’ndaki evinde 1338/1920 yılında vefat
etmiştir. Cenazesini Fatih Camii imamı Bekir Efendi yıkÂmiş, cenaze namazını
Abülaziz Mecdi Efendi kıldırmış ve türbedarı olduğu Fatih Camii hazîresine
defnedilmiştir.[14]
Bekir Efendi’nin cenazeyi yıkamasıyla ile ilgili şöyle bir hadise
nakledilir:
Âmiş Efendi vefat ettiğinde ikamet etmekte olduğu damadının evinin
Şehzadebaşı’nda olması ve gaslin de tabiatiyle Şehzade Camii imamı tarafından
yapılması icap etmesine rağmen, o gün bu caminin imamı mahallede bulunamadığı
için cenazeyi yıkamak üzere Fatih Camii imamı Bekir Efendi getirilir. Bekir
Efendi, gasli büyük bir tazim ve itina ile yaptıktan sonra hazretin elini,
yüzünü öper ve kefenini giydirir. Hadiseye şahit olan damadı ve Evrenoszade
Sami Beylerle diğer yakınlarının, Bekir Efendi’nin gösterdiği hürmet ve tazimi
hayretle karşılamaları üzerine, Bekir Efendi böyle yapışının sebebini şöyle
anlatır:
“Bundan on sene önce bir sabah Sarıgüzel hamamına gitmiştim. Bir kurnanın
başında çok yaşlı, aynı zaman zayıf ve nahif bir adamın güçlükle yıkanmaya
çalıştığını gördüm. Yanına gittim. Onun türbedar Ahmed Âmiş Efendi olduğunu
anlayınca yaşına ve takatsizliğine hürmeten kendisini yıkamak istediğimi
söyledim ve müsaadelerini istedim. Kendi kendine yavaş yavaş yıkanacağını ve bu
tekliften memnun olduğunu bildirdikten sonra:
“-Sen beni sonra iyice bir yıkarsın!” buyurdular.
Ben o zaman bunun manasını anlayamÂmiştım. Şimdi bu vazife ve hizmet bana
düşünce anladım. Kerametlerinin şu suretle zuhur ettiğini görerek hayatta iken
bu büyük zâta intisap edemediğime cidden acıdım. Şefaatine mazhar olmak için
elini öperek gördüğünüz gibi, hürmet ve tazim ile huzurlarından ayrıldım.”[15]
Âmiş Efendi’nin mezarı Fatih Camii hazire-
sindedir. Mezar taşında müridlerinden Evrenos- zade Sami Bey’e ait olan şu yazı
yer almaktadır:
Rûh-ı pâk-i mürşid-i yektâ cenâb-ı Ahmed’e
Sâye-i arş-ı Îlâhîdir muallâ âşiyân
Matla-ı feyz-i velâyettir o
kutbü’l-vâsılîn
Sırr-ı ferdiyet olurdu vech-i pâkinden
ıyân
Râh-ı Şaban-ı Velî’de ekmel-i devrân olup
Ehl-i hâle kıble-i irfân idi birçok zaman
Âh kim yükseldi lâhût-i muhît-i vahdete
Oldu envâr-ı tecellî-i bakâda bî-nişân!
Neşvebâr oldukça envâr-ı cemâli kalbime
Parlıyorpîşimde eşvâk-ı safâ-yı Câvidân
Cezbe-i vahdetle Sâmi, söyledim târîh-i
tâm
Gitdi gülzâr-ı cemâle pîr-i efrâdı cihân[16]
Hâmil-i emânât-ı Sübhâniyye, câmii makâ- mât-ı insâniyye, mürebbî-i
sâlikân-ı Rahmâniyye, el-Hâc Ahmed Âmiş el-Halvetî eş-Şa‘bânî kuddise sırrûhû
hazretlerinin rûh-ı şerifleri için el-Fâtiha. 20 Şabân 1338/9 Mayıs 1920
Âmiş Efendi, fıtraten tasavvufî hayata meyilli biridir. Zira o,
fıtratındaki ilâhî cezbe ve aşk dolayısıyla daha küçük yaştayken manevî bir
üstad bulma gayreti içinde olmuştur. Onun bu arayışı esnasında tasavvufî
hayatla tanışması şu şekilde olmuştur:
Âmiş Efendi, henüz ondört yaşında bir gençken hak ve hakikat sevdası
gönlüne düşerek bir mürşide ulaşmak ister. O sırada Rumeli’nin Servi
kasabasında Bektaşî meşâyihinden Servili Sadık Efendi’yi (ö.) bulur ve ona
intisap etmek ister. Ancak Sadık Efendi ona: “Sizin nasibiniz bizden değil,
ırk-ı pâklerdendir. Yerinize gidip ona intizar ediniz” diye cevap verir.
Bunun üzerine Âmiş Efendi Tırnova’ya dönmüş, vaktin gelmesini ve işaret edilen
kişinin kendisini irşad etmesini beklemiştir. Yirmi yaşına gelince Şâbâniyye
tarikatının Kuşadalı kolunun kurucusu Kuşadalı Îbrahim Efendi (ö. 1846)
halifesi Ömer Halveti’yi (ö. 1270/1858)Tırnova’ya göndermiştir. Ömer Halveti,
Âmiş Efendi ile görüşmüş ve onu irşad etmiştir. İşte Âmiş Efendi bu şekilde ona
intisap ederek tasavvufî yola girmiştir.[17]
Kuşadalı İbrahim Efendi, 1262/1845 yılında talebeleriyle birlikte hac
seferi için Medine-i Mü- nevvere’ye giderler. Hz. Peygamber (s.a.v)’in
huzurunda manevî birçok haller zuhur etmiş ve oradan Mekke-i Mükerreme’ye
gitmek üzere yola çıkarlar. Ancak sefer esnasında Kuşadalı’da kolera
belirtileri görülür. Bu elim hastalık sebebiyle hacıların ihram giydikleri
Rabiğ mevkiinde vefat eder.
Kuşadalı, Bosnevî Mehmed Tevfik Efendi’yi yerine vekil bırakmıştır. Bosnevî
bu tarihten itibaren onun irşad makamına geçmiştir.[18]
Âmiş Efendi bir gece İstanbul'dan Tırnova’ya gelen ihvandan iki üç kişiyle
sohbet ederken Bosnevî Mehmed Tevfik Efendi’nin kemâlât-ı kutsiye- lerine dair
söz geçmiş ve aynı gece gördüğü rüyasında Bosnevî, Âmiş Efendi’yi Îstanbul’a
davet etmiştir. Âmiş Efendi bu hadiseyi mürşidi Ömer Halvetî’ye arzetmiş ve
onun izniyle İstanbul'a gitmiştir.[19] Âmiş
Efendi, İstanbul'da Şeyh Bosnalı Mehmed Tevfik Efendi ile görüşür.[20]
Âmiş Efendi, bu görüşme esnasında Bosnevî’den rabıta verme izni almış ve bu
izinle Tırnova’ya dönmüştür.[21]
Onun tarikat silsilesi, Bosnalı Mehmed Tevfik, Kuşadalı Îbrahim Halvetî,
Beypazarlı Ali (ö.1234/1818), Çerkeşiyye kolunun müessisi Mustafa Çerkeşi
(ö.1229/1813-14), Nasuhiyye kolunun müessisi Seyyid Mehmed Nasuhî
(ö.1130/1717), Karabaşiyye kolunun müessisi Ali Karabaş-ı Velî (ö.1095/1685)
vasıtasıyla pîr-i tarikat Şeyh Şaban-ı Velî’ye (ö.1098/1686/87) ulaşır.[22]
Tırnova’da bulunduğu yıllarda bir talepte bulunmaksızın Nakşbendîyye-i
Hâlidiyye’den Şeyh Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi (ö. 1893), İstanbul'dan
kendisine Nakşbendî icazetnamesi göndermiştir.[23]
1303/1886 yılında Üsküp’te üçüncü devre Melâmiliğin pîri Seyyid Nûru’l-Arabî de
kendisine teberrüken icazet vermiştir. Âmiş Efendi, davet üzerine
Nûru’l-Arabî’ye gidip mülaki olduğunu ve onun verdiği icazetnameyi teberrüken
ve bir hediyedir diye almış bulunduğunu belirtmektedir.[24]
Ancak bize göre Muhammed Nûru’l-Ara- bî’nin, Âmiş Efendi’ye Nakşî
icazetnamesi vermiş olması ihtimali daha yüksektir. Çünkü Âmiş Efendi Melâmetî
bir tarikat olarak değil, bir meslek ve meşrep olarak görmektedir. Buna rağmen
zamanın önde gelen Melâmisi olarak tanınan[25] Âmiş
Efendi, Melâmî neşveyle ilk olarak Muhammed Nûru’l-Arabî vasıtasıyla değil,
Bosnevî’den melâmet zevkini tahsil ederek tanışmış ve tâliplerine bu anlayış
üzere telkinlerde bulunmuştur.[26]
Sâdık Vicdânî, Âmiş Efendi’nin sîret ve sülûk bakımından kendine has
görüşleriyle temayüz eden bir kol kurucusu olarak değerlendirilebilecek bir
müceddid olduğunu ifade etmekte ve onun bazı görüşlerinin lâyıkıyla
anlaşılamadığından yakınmaktadır.[27]
Âmiş Efendi, Muhammed Nûru’l-Arabî’yi Usturumca’da ziyaret etmiş ve bir
hafta kadar misafiri olmuştur. Bu ziyarette aralarında samimî bir muhabbet
oluşmuştur. Bu görüşmede Seyyid’in, kendisine: “Altı ay sonra ben de sana
misafir geleceğim” demesinden hareketle sevenlerince, kutbiyyetin Âmiş
Efendi’ye geçtiği yönündeki değerlendirmelerine aldırış etmeden ısrarla
kendisine “Melâmî” denmesini yasaklÂmiştır.[28] Bazı görüşlerinin lâyıkıyla
anlaşılamamasından ötürü kendisinin lâkayd bir tutum içerisinde olduğu
yönündeki isnadlardan rahatsız olduğu ve bu isnadlardan dolayı kendisine
Melâmî denmesini yasakladığı anlaşılmaktadır. Zira, kendisinden önce
türbedarlık görevini yürüten Niğdeli Bekir Efendi, Âmiş Efendi’nin kendisine
Melâmî denmesinden hoşlanmadığını, hatta bir defasında “Biz o adı
yasakladık, bir daha söylemeyin” dediğini nakletmektedir.[29]
Ayrıca Âmiş Efendi ile Beyoğlu Müftüsü Recep Arusan arasında geçen bir
konuşmada Melâmet adında bir tarikatın olmadığını ifade etmesi, onun Melâmet
konusundaki görüşünü yansıttığı kanaatindeyiz. Osman Ergin’in nakline göre,
Fatih hocaları Âmiş Efendi’ye iyi gözle bakmazlar ve onunla görüşmezlerdi.
Beyoğlu Müftüsü Recep Arusan, onun hakkında duyduğu sözlerden dolayı kendisiyle
görüşmekten uzak durmuştur. Abdülaziz Mecdi Tolun’un, müftüye Âmiş Efendi’nin
manevî yönden yüksek makamlarda olduğundan, hürmete ve ziyarete değer bir zat
olduğundan söz etmesi üzerine, müftüde Âmiş Efendi’ye karşı küçük bir meyil
belirmiştir. Fakat yine de eski bildiği hususların ve işittiği sözlerin
etkisinde kaldığı için görüşmeye cesaret edememiştir. Âmiş Efendi’nin damadı
Ahmed Naim Bey’in, onun hakkındaki övgü dolu sözleri üzerine Âmiş Efendi’yi
ziyaret etmiştir. Ziyaret sırasında müftü: “Sizin için Arap Hoca ile
görüşmüştür ve Melâmîdir, diyorlar” sorusunu yöneltince Âmiş Efendi; “Melâmet
adında bir tarikat yoktur. Bununla beraber umumiyetle tarikatta Melâmet büyük
bir makamdır. Ta‘rîfât-ı Seyyid’e bak! Arap hoca dediğiniz Seyyid Muhammed
Nûru’l-Arabî ise çok büyük bir zâttır. Ben onunla görüştüm. O benim sohbet
şeyhimdir” cevabını vermiştir. Kendisinin Ömer Halvetî’den seyr ü sülûk
eğitimi gördüğünü ve Şâbâniyye’ye müntesib olduğunu ifade etmiştir.[30]
Âmiş Efendi’nin meşhur talebelerinden biri olan İsmail Fennî Ertuğrul,
hocası hakkındaki dedikodulardan etkilenmiş ve ağızdan ağza dolaşan
dedikodulara son verdirmek maksadıyla hocasına müracaat etmiştir. Kendisine
isnad edilen dedikoduları anlatıp bu durumun sebep ve mahiyetini öğrenmek
istemiştir. Âmiş Efendi, Muhammed Nûru’l-Arabî’den kendi isteğiyle hilâfet
almadığını, davet üzerine onunla görüştüğünü, verdiği icâzeti teberrüken ve bir
hediye olarak kabul ettiğini ve aynı durumun Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî’nin
gönderdiği icâzet için de geçerli olduğunu ifade etmiştir. Muhammed Nûru’l-Arabî’nin,
kendisine “İstanbul’da bana nisbet edilen birtakım iddialar var ve ileri
geri söz söyleyenler mevcut; sen onları ıslah et!” dediğini de belirterek
hakkındaki yanlış ithamlardan rahatsız olduğunu dile getirmiştir.[31]
Yukarıdaki nakillerden anlaşıldığı üzere Âmiş Efendi, Melâmet’i bir tarikat
olarak kabul etmemiştir. Ona göre, Melâmet tasavvufta bir makamdır, bazı
mutasavvıfların tercih ettiği bir irşad üslûbudur.
Âmiş Efendi’nin vefatından sonra silsilesi Kayserili Mehmed Tevfik Efendi
(ö.1927), Abdülaziz Mecdi Tolun, Evrenoszâde Süleyman Sami, Trablus Nâibi
Sultan Şemseddin Paşa, Ahmed Tahir Marâşî, Mustafa Özeren ve Hamdi Hızalan ile
devam etmiştir.[32]
Âmiş Efendi, Şâbâniyye tarîkatına intisap etmiş bir mutasavvıftır. Bu
tarikatta kırk yılı aşan hilâfeti süresince tâliplerine Halveti, ender olarak
da Nakşbendî icazetnamesi vermiştir. Kendisine intisap eden sâliklerini Melâmî
bir neşve ile irşad ettiği nakledilmektedir.
Melâmet, nefsi riyazet yoluyla olgunlaştırma, kibir ve riya kirlerinden
temizleme metodudur. Sözlükte “kınamak, ayıplamak ve kötülemek”[33]
gibi anlamlara gelen melâmet kelimesinin tasavvuf literatüründe geniş bir
kullanımı bulunmaktadır. Tasavvuf ıstılahında genel olarak “Yaptığı
iyilikleri gösteriş olur endişesiyle gizlemek, kötülükleri ve işlediği
günahları ise nefsiyle mücâhede etmek için açığa vurmak” şeklinde
tanımlanmıştır.[34]
Bu tanımdan anlaşıldığı üzere melâmet düşüncesinde riyâya düşmemek amacıyla
manevî hâlleri gizleme ve insanların nazarında bu yolla tanınmama, hatta bu
amaçla kusurlarını gizlemekten de sakınmama esastır. Horasan sûfîliğinin temel
özelliği olan ve Hamdun Kassâr’a nisbet edilen bu yaklaşım başta kurucusu olmak
üzere ilk temsilcilerince de bu çerçevede anlaşılmıştır.[35]
Melâmet yolunun çetin ve halka kapalı olduğunu ifade eden Hamdun Kassâr[36]
onu “Halk için süslenmeyi, her hal ve davranışta halkın rızasını gözetmeyi
terk etmek ve kınayanın kınamasının seni Allah yolundan alıkoymaması”
olarak ifade etmektedir.[37]
Âmiş Efendi tasavvufî eğitimde mürîdlerini tarikatların merasim, âdâb ve
erkânından uzak tutmuş, onları melâmetle irşad etmiştir. Melâmetî irşad metodu
olarak kullanıyor olmasına rağmen mürîdlerinin Melâmet adını kullanmalarını şiddetle
yasaklÂmiştır. Bu konuda soru soranlara Çerkeşî Mustafa Efendî’nin Melâmetle
ilgili risalesini okumalarını tavsiye ederdi. Kendisinden ders ve inâbe
isteğinde bulunanlara, tevbe ve istiğfar etmelerini ve Kur’an-ı Kerim
okumalarını söylerdi. Mürîdlerini halvet, riyâzet gibi bedenî mücahedelerle
yormaz, onların manevîyatlarını terbiye etmek için kendi teveccühünü yeterli
bulurdu. Sâdık Vicdanî Bey, “Mücâhedâtın bir kısmını Kuşadalı kaldırdı,
mütebâkîsini de ben ref ettim”dediğini nakletmektedir.[38]
Ahmed Âmiş Efendi’nin müridleri ve yakınları arasında Bursalı Mehmed
Tahir, müderris Ahmed Naim Bey, Ahmed Avni Konuk, İsmail Fennî Ertuğrul,
Abdüllaziz Mecdî Tolun ve Gazi Mahmud Muhtar (Katırcıoğlu) Paşa (ö. 1935)[39]
gibi önemli şahsiyetler yer almaktadır. Yaklaşık 113 yaşında, damadı Ahmed
Naim Bey’in Şehzadebaşı’ndaki evinde: “Gitti gülzâr-ı cemâle pîr-i efrâd-ı
cihân” mısraının gösterdiği 20 Şaban 1338 (9 Mayıs 1920) tarihinde vefat
etmiştir. Cenaze namazı Abdüllaziz Mecdî Efendi tarafından kıldırılmıştır.
Türbedârı olduğu Fatih Camii haziresine defnedil- miştir. Mezar taşındaki şiir
müridlerinden Evrenozzâde Sami Bey tarafından yazılmıştır.[40]
Gölpınarlı, Ahmed Avni Konuk’un, Amîş Efendi’nin sohbetlerinde tuttuğu notların
kendisinde olduğunu söylediğini belirtmektedir.[41]
Ahmed Âmiş Efendi, herkesin zahirî meslek ve meşrebine göre sırlı sözler
söylerdi. Mesela Tırnova’da kendisinin talebesi ve ilk defa “elifbâ” okumuş
olan İsmail Fennî Ertuğrul’a İstanbul’da ilk telkinini: “Elif zâtullâha
işarettir. Bâ sıfâtullahla birlikte zâtullahdır” şeklinde buyurmuştur.[42]
Yine halifesi Abdülaziz Mecdî Tolun’a ilk intisabında Emsile veya Binâ kitabını
okuyup okumadığını sormuş ve onun “okudum” demesi üzerine şöyle buyurmuştur:
“Orada bir nasara var, nâsırun da var, mensûr da var, yensur da var, lem
yensur da var, lemmâ yensur da var... İşte o bir maddedir ki hepsinde var ve
hepsi ondan oluyor.” Bu kadarını söylemiş ve gerisini getirmemiş. Mecdî
Tolun, kendisine yapılan bu hitabı; “ben hoca mesleğinde ve kıyafetinde
olduğum için, bana böyle hitap etti” demiştir. Mecdî Tolun, Âmiş Efendi’nin
bu hitabıyla, “Allah her şeyde vardır, her şey O’ndandır ve O’dur”
manasını kastettiğini ifade etmiştir.[43] Âmiş
Efendi, kendisine ilk defa intisap etmek isteyen bir başka hocaya da aynı
minval üzere hitap etmiştir. O kendisine intisap etmek isteyen hocaları Emsile
ve Binâ kitabındaki kâideleri anlatmak suretiyle irşad etmiştir. Anlattığı
kâidelerin zâhire değil, seyr ü sülükteki merhalelere işaret ettiğini
belirtmiştir.[44]
Abdüllaziz Mecdi Tolun, Osmanlı Hâriciye Nazırı Giritli Ahmed Nesimî Bey’i
Ahmed Âmiş Efendi’ye götürmek, onu da halka-i tevhide sokmak ister, onunla
görüşmeye teşvik ederlermiş. Mecdî Efendi’nin zihni bununla meşgulken, bir gün
durumu Âmiş Efendi’ye açmak ve kendisinden izin almak maksadıyla huzurlarına
çıkar. Âmiş Efendi’nin o sırada elinde bir mıknatıs vardır. Mıknatısı çiviye
doğru uzatınca mıknatıs çiviyi çeker. İşte o zaman: “Bakın” demiş, “mıknatıs
demiri nasıl çekti. Ben istersem istediğimi böyle çekerim. Siz, onu, bunu
getireceğim diye niye uğraşıp duruyorsunuz? buyurmuşlardır.[45]
Yine birgün Mecdî Efendi’ye: “Mecdî! Bu adamları getirip durma. Herkes
buraya giremez, biz istemeliyiz. Biz istediklerimizi buraya getirmeye
muktediriz” buyurmuşlardır.[46]
Yine birgün bir kadın kendisine müracaat ederek herhangi bir manevî
arzusunun yerine gelmesi için Medine’ye gönderilip ravza-i mutahharaya konulmak
üzere bir yazı yazmalarını rica eder. Âmiş Efendi de iki satırlık bir şey yazıp
kadına verir. Âyetli, hadisli, tumturaklı ifadelerle dolu bir yazı bekleyen
kadın, bu kadar sade ve iki satırlık bir yazıyla savuşturulduğunu görünce
dileğinin yerine gelmeyeceğini düşünerek:
“Bu kadarı makbule geçer mi?” diye sorar.
Ahmed Âmiş Efendi’nin verdiği cevap anlayabilenler için dehşetlidir:
“Kadın! Ben onu zâtımdan Muhammed’ime yazdım. Senin o kadarına aklın ermez!
Haydi git! Elbette müessir olur.”[47]
Bir seferinde de: “Tuz iki maddeden mürekkeptir. Her biri ayrı ayrı
alınırsa öldürücü birer zehir olduğu halde ikisinin birden alınması öyle değil,
bilakis faydalıdır” diyen bir doktora: “Allah ile Muhammed de öyledir”
buyurmuşlardır.[48]
Ahmed Âmiş Efendi’nin yukarıda nakledilen sözlerinden anlaşıldığı üzere,
muhatabını durumuna göre sırlı sözlerle irşad etmeye çalışmıştır. Bu durum onun
Melâmî neşveye sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Ahmed Âmiş Efendi, tarikatlarda uygulanan manevî eğitimdeki klasik
metodlara bağlı kalmadan müridlerini kendi teveccüh ve irşad gücüyle eğitme
yolunu tercih etmiştir. O kendisine tâbi olan sâlikleri tarikatların merasim
âdâb ve erkânından uzak tutmuştur. Müridlerinin seyr ü sülûk eğitimini Melâmî
meşreb bir yöntemle yaptırmıştır. Müridleri halvet ve riyâzet gibi tarikatların
maddî ve nefsanî mücahedelerle yormÂmiştır. Şeriata ve sünnete bağlılığın esas
olduğunun üzerinde durmuştur. Kendisinden ders ve inabe isteğinden bulunanlara
tevbe ve istiğfar etmelerini, Kur’an-ı Kerim okumalarını tavsiye etmiştir. “Mücâhedâtın
bir kısmını Kuşadalı kaldırdı, mütebâkîsini de ben ref ettim” şeklindeki
sözü çok dikkat çekicidir. Halvetî tarikatı müntesibi ve müridlerine halvetî
icazeti vermesine rağmen, müridlerinin durumlarını, zâhirî meslek ve
meşreplerini de göz önünde bulundurarak sırlı sözlerle ve sohbetle terbiye
etmesi, onun aynı zamanda bir sohbet yolu olan Nakşbendîyye’nin esasını da
takip ettiğini gösterir. Zira Naşkbendîyye’den icazeti vardır. Tasavvufî eğitim
uygulamalarında muhatabının durumunu dikkate alır. Takip ettiği bu eğitim
metodunun tamamen kendine has ve orijinal bir yöntem olduğu söylenebilir. Bu
sayede o, irfan hayatına çok büyük şahsiyetler kazandırmış bir mutasavvıftır.
Altuntaş, İsmail Hakkı, Ahmed Âmiş Efendi,
İstanbul 2012.
Azamat, Nihat, “Ahmed Âmiş Efendi”, DİA.,
İstanbul 1989, c.II, ss. 43-44.
...... “Mehmed
Tevfik Bosnevî”, DİA., Ankara
2003, c. XXVIII, ss. 538-539.
Barkçin, Savaş Ş., Ahmed Avni Konuk,
Klasik Yay., İstanbul 2009.
Bolat, Ali, Muhammed Nûru’l-Arabî Hayatı
Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, Etüt Yay.,Samsun
2010.
Cürcânî, Ali b. Muhammed es-Seyyid
eş-Şerîf. Kitâbu’t-Ta’rifât, Beyrut, 1985.
el-Harkûşî, Ebu Sa’d Abdülmelik, Kitabü
Tehzîbi’l- Esrâr, haz.: İrfan Gündüz, İstanbul 1990.
Ergin, Osman, BalIkesirli Abdülaziz Mecdi
Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, Kenan Basımevi, İstanbul 1942.
es-Sülemî, Ebû Abdirrahman, Risâletü’l- Melâmetiyye, haz.: Ebü’l-Alâ Afifî,
Mecelletü Külliyyeti’l-Âdâb, Kahire 1942.
Kara, Mustafa, “Diplomat ve Fusûs Şârihi Yakup Han Kaşgarî” Tasavvuf ilmî
ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2009, sayı: XXIII, ss. 9-24.
Komisyon, Allah Dostları, Şule Yay., İstanbul 1996, c. I-X.
Kuşeyrî, Abdulkerim, Risâle, (Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risâlesi), haz.:
Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 2009.
Özdamar, Mustafa, Ahmed Âmiş Efendi, Kırkkandil Yay., İstanbul 1997.
Öztürk, Yaşar Nuri, Kuşadalı İbrahim Halvetî, Fatih Yay., İstanbul 1982.
........ Muhammed
Tevfîk Bosnevî, Fatih Yayınları, İstanbul 1981.
Sayar, Ahmed Güner, A. Süheyl Ünver, Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri, Ötüken
Yay., İstanbul
2011.
Vassaf, Osmanzâde Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, haz.: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz,
Kitabevi Yay., İs- tanbul2006, c. I-V.
Vett, Carl, Kelami Dergâhından Hatıralar, çev.: Ethem Cebecioğlu, Muradiye
Kültür Vakfı Yay., Ankara 1993.
Vicdânî, Sâdık, Tomâr-ı Turuk-Aliyye (Tarikatlar ve Silsileleri), haz.:
İrfan Gündüz, Enderun Kitabevi, İstanbul 1995.
Öncel DEMİRDAŞ
“Tasavvuf AD, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi, Ankara
Geliş Tarihi/Received: 30.01.2013
Kabul Tarihi
Accepted; 20.02.2013
Accepted; 20.02.2013
Yazışma Adresi/Correspondence:
Öncel DEMİRBAŞ
Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi, Tasavvuf AD, Ankara, TÜRKİYE/TURKEY onceldemirtas@gmail.com
[1] Ahmed
Amîş Efendi’nin doğum tarihiyle ilgili olarak mürşidi Ömer Halveti; “Ahmed
senin tevellüdün belli değil” dermiş. Mürşidi bu sözüyle, hâkikat-i ruhiye
itibariyle ne zaman doğduğunun belli olmadığını kastetmiştir. Yani mürşidinin
sözü mecazî ve tasavvufî bir mana taşımaktadır. Osman Ergin, Balıkesirli
Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, Kenan Basımevi, İstanbul 1942, s.
134.
[2] Âmiş kelimesinin
Arapça’daki amîş veya a’meş’le ilgisi yoktur. Bu kelime Rumeli’nde “amca”
manasında “amm”ın tasgir (küçültme) sigası olup “amcacık” demektir. Rumeli’nde
çok sevilen çocuklar bu tabirle çağrılırlar. Yaşar Nuri Öztürk, Muhammed Tevfik
Bosnevî, Fatih Yayınları, İstanbul 1981, s. 18.
[3] Öztürk,
a.g.e., s. 18;
[4] Mustafa
Özdamar, Ahmed Âmiş Efendi, Kırkkandil Yay., İstanbul 1997, s. 20; Savaş Ş.
Barkçin, Ahmed Avni Konuk, Klasik Yay., İstanbul 2009, s. 211
[5]
Osmanzâde Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliya, haz.: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz,
Kitabevi Yay., İstanbul2006, c. IV, s. 156.
[6] İsmail
Hakkı Altuntaş, Ahmed Âmiş Efendi, İstanbul 2012, ss. 9-10. Komisyon, Allah
Dostları, Şule Yay., İstanbul 1996, c. IX, s. 337.
[7] Mustafa Enver Bey’in hayatı hakkında bilgi için bkz.: Ahmed Güner
Sayar, A.
Süheyl Ünver, Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri, Ötüken Yay., İstanbul 2011, ss. 2646.
[9] Kuşadalı
İbrahim ismiyle bilinen İbrahim b. Mustafa eş-Şa‘bânî el-Halvetî el- Hanefî
1188/1774’de Aydın iline bağlı Kuşadalı kasabasının bir köyünde dünyaya
gelmiştir. Kuşadalı Denizli’de ilk tahsilini yaptıktan sonra İstanbul’a gelir.
İstanbul’da ikamet ettiği bu dönemde Fatih’teki feyziyye Medresesine yerleşmiş
ve burada bütün vakitlerini ibadet ve mücâhede ile geçirmiştir. Tasavvufî
hayatı Beypazarlı Şeyh ali Efendi’ye intisap etmesiyle başlÂmiştır.
Kuşadalı’nın silsilesi ve hayatı hakkında bilgi için bkz: Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halvetî, Fatih Yay., İstanbul 1982, ss. 19-28.
[10]Halvetî tarîkatının Şâbâniyye koluna mensup olan Mehmed Tevfik
Efendi Bosnalıdır. Memleketine nispetle “Bosnevî” ve hamam işletmesinden dolayı
da “Hamâmî” ismiyle de anılmaktadır. Öztürk, Muhammed Tevfik Bosnevî, s. 3; Nihat Azamat, “Mehmed Tevfik Bosnevî”, DİA., Ankara 2003, c. XXVIII, s. 538.
[11]Bkz.: Mustafa Kara, “Diplomat ve Fusûs Şârihi Yakup Han Kaşgarî” Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, Ankara 2009, sayı: XXIII, ss. 9-13.
[14]Vassaf, a.g.e.c. IV, s. 155, Ergin, a.g.e.,, ss. 134, 141; Nihat Azamat, “Ahmed Âmiş Efendi”, DÎA, İstanbul 1989, c.II, ss. 43-44.
[15] Ergin,
a.g.e. s. 141.
[16] Ergin,
a.g.e. s. 142.
[17] Vassaf,
a.g.e, c. IV, s. 155; Ergin, a.g.e., ss. 134-135; Allah Dostları, c. IX, s.
337.
[22]Sadık Vicdânî, Tomâr-ı Turuk-Aliyye (Tarikatlar ve
Silsileleri), haz.: Îrfan Gündüz, Enderun
Kitabevi, Îstanbul 1995, s. 78.
[26]Ali Bolat, Muhammed Nûru’l-ArabîHayatı Eserleri ve Tasavvuf Görüşleri, Etüt
Yay.,Samsun 2010, s.66.
[30] Ergin,
a.g.e., ss. 147, 148.
[31] Ergin,
a.g.e., ss. 217-218.
[32] Öztürk,
Muhammed Tevfik Bosnevî, ss. 27-28; Özdamar, a.g.e., s. 15; Barkçin, a.g.e., s.
224.
[33] Ebu
Sa’d Abdülmelik el-Harkûşî, Kitabü Tehzîbil-Esrâr, haz.: İrfan Gündüz, İstanbul
1990, s. 21.
[34] Ali b.
Muhammed es-Seyyid eş-Şerîf Cürcânî, Kitâbu’t-Ta’rifât, Beyrut, 1985, s. 248..
[35] Bolat,
a.g.e., s. 105.
[36] Abdulkerim Kuşeyrî, Risâle, (Tasavvuf İlmine
Dair Kuşeyrî Risalesi), haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 2009, s.
317.
[37] Ebû
Abdirrahman es-Sülemî, Risâle tül-Melâmetiyye, haz.: Ebü’l-Alâ Afifî, Mecelletü
Külliyyeti’l-Âdâb, Kahire 1942, s.71
[39] Gazi Mahmud Muhtar Paşa babasının şeyhi Ahmed Âmiş Efendi’ye,
1890’lı yıllarda eşi Nimet Hanım ile birlikte intisap etmiştir. Âmiş Efendi’ye
bağlılıkları 1920 senesine kadar devam etmiştir. 1920 senesinde Âmiş Efendi’nin
vefat etmesi üzerine yine eşi ile birlikte Muhammed Es’ad Erbilî’ye intisap
etmişlerdir. Carl Vett, Kelami Dergâhından Hatıralar, çev.: Ethem Cebecioğlu, Muradiye Kültür Vakfı Yay., Ankara 1993,
ss. 2,5,6.
[43] Ergin, a.g.e.,s. 150.
[44]
Ergin, a.g.e.,,s. 151.
[45] Allah
Dostları ,c. IX , s. 339.
[46] Allah
Dostları. c , IX. 339.
[47] Allah
Dostları,c. IX, ss. 339-340.
[48] Allah
Dostları,c. IX, s. 440.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar