FELSEFESİZ SANAT VE OYUNSUZ TARİH, Mehmet Ali KILIÇBAY
Yerli televizyon
kanallarının hangisini açarsanız, karşınıza büyük bir olasılıkla, büyük bir
Türk pop "yıldızı" çıkacaktır.
Hatta sırf bu pop
yıldızlarını doya doya seyredelim diye, bir de onlardan başkasının yer almadığı
bir kanal kuruldu. Her kanal pop yıldızlarıyla halkı buluşturmayı hedefleyen
bir sürü program yapıyor. Hele 900'lü numaralarda arzı endam etmelerini hiç
gündeme getirmiyorum.
Magazin basını da,
bu pop yıldızlarının fotoğrafları ve "İlginç" hayat hikâyeleriyle
dopdolu. Sıfırdan zirveye çıkan Tilbe, konsere limuzin ve 18 muhafızıyla giden
Tarkan, Bebeto Burak, Of Aman Nalân'ın gözyaşları (nalân, zaten ağlayan demek)
vb.
Buzdağının su
yüzeyindeki görüntüsü, kabaca böyledir. Su altındaki kısım ise, hemen hiç
kimsenin işine gelmediği için, hem hiçbir zaman gündeme getirilmemektedir.
Bu putlar, onların hayattan bekledikleri herşeyin gerçekleşebileceğinin
simgesidir. Onlar başardığma göre, onlar mini birer tanrı olduğuna göre, biz
de... Sade ruhlar, kendilerini onların aynasında görerek rahatlarlar. Music market'a
(televizyon ve radyolarda yerli pop müzik programı yapanlar, bu piyasayı böyle
adlandırıyorlar) hükmedenler ise, bu gerçeği çok iyi bildiklerinden, piyasaya
hep yeni idoller sürerler. Halk onları tepe tepe kullanır ve onlar da onbeş
dakikalık şöhretlerini nasıl kaybettiklerini anlamadan, yeni cicilerin ortaya
çıkması karşısında, kendilerini çöp tenekesinde bulurlar. Bu işin raconu
böyledir. Ne kadar çok yeni yüz şöhret olursa, halkın bu rüyaya gerçeklik
atfetme katsayısı o kadar artar; öte yandan, yeni malın eskisinden daha fazla
getirisinin olduğu bir iktisat kuralıdır.
Su altında kalan
ikinci gerçek, buna bağlantılı olarak ortaya çıkmaktadır. Music market'a üç
dört grup hükmetmektedir. Besteci, düzenlemeci, şarkı sözü yazarı gibi ünvanlar
taşıyan ve hit şarkılara imza atanların sayısı, grup başına üçü dördü hiçbir
zaman geçmemektedir. Bunların her biri, şimdiye kadar dünyanın hiçbir yerinde
görülmemiş birer müzik dahisi olmadığına göre, belli kalıplara göre iş görmekte
ve zaten son derece standart ve düşük düzeyde bir müzik kulağı olan Türk pop müzik
tüketicilerini daha da standartlaştırmaktadırlar.
Pop starı, idolü,
gençlik ilahı olarak her gün boy gösteren nevzuhurların sayısı da, aynı anda
ondan fazla olmamaktadır. Çünkü sektöre egemen gruplar daha fazlasını kontrol
edemezler. Bu gruplar kimin ilah veya ilahe olacağına, piyasa talebini
oluşturan kitlenin en düşük beklentileri doğrultusunda karar vermekte ve fizik
görüntü, kıyılmış ve boğuk ses, göbek atabilme yeteneği gibi unsurlar
belirleyici olmaktadır.
Şarkı sözleri,
sektörün genel eğilimi içinde, bazı söz yazarı "guru'ların tekelindedir.
Şu anda üç tip şarkı sözü yazılmaktadır: tempo tutturmak için ipe sapa gelmez
olanları, halkın kulağının alışık olduğu en pespâye deyimleri kullananları ve
olanaksız ve hastalıklı aşkları anlatanları.
Besteler son derece
standarttır. Aslında bunlara beste demek, iddialı bir söz olmaktadır, montaj
demek daha uygun düşecektir. Besteci ve düzenlemecilerin piyasadan başka
hiçbir kaygıları olmadığı için, ne müzikalite, ne armoni, ne çağdaşlık gibi
değerlerin peşinde oldukları için, ortaya üslubu son derece karşılık ve çoğu
zaman çalıntı parçalar çıkmaktadır. Bu besteci ve aranjörler, İspanyol, Rum,
Arap, eski Türk, hatta Uzak Doğu temalarını harmanlamakta ve Anglo-Sakson ritm
kalıplarından, kendilerine uygun gelen bir fon üzerine oturtmaktadırlar.
Onbeş dakikada bestelenen, onbeş dakikada aranje edilen bu "hit"
paçalar, bazen bir flamenko, bazen bir fado, bazen bir yalelli, bazen de bir
chanson'dan derin izler taşımaktadırlar. Bu arada, türküler ve şarkılar da bu
harmanlamadan nasiplerini almakta ve bestecilerimiz "Akdeniz müzik
birliği"ni kurmaktadırlar!
Dünyada klasik müzikten en iyi anlayanlar, Türk otobüs ve minibüs
şoförleridir. Radyoda rastlantı olarak, bir klasik müzik yay mı başladığında, onu daha
ilk notasında anlar ve istasyon değiştirirler. Bu uzman grubun müzik beğenisi
ve tercihi, Türk halkının egemen müzikal refleksinin göstergesidir. Bu grup,
türkü-arabesk-"pop" müzik türü bir yol izlemiştir. Onun türküden pop
müziğe geçmesi, acaba derin bir eğitimin sonucu ortaya çıkan bir evrim midir,
yoksa pop müziğin aslında türküden farklılaşmamış olmasının bir sonucu mudur?
Bugün "pop
müzik patladı" diye iftiharla ilân edilen olgu, aslında arabeskin kesin
zaferini ilân etmesinden başka bir şey değildir. Arabesk, tüm rakiplerini
tasfiye ederek, bugün Türkiye'nin yegâne geçerli müzik türü olmuştur.
Ama bu iyi
birşeydir, çünkü yüzyıllardan beri süregitmekte olan ve Türk müziğini çok donuk
hale getiren köhne türkü ve şarkı geleneğini müzeye ancak pespâye bir tür olan
arabesk yollayabilirdi.
Arabesk, artık bu
zafer inin ağırlığı altında, ya pespâyelikten kurtulup çağdaşlığı yakalayacak,
ya da o da yok olacaktır. Yani her halükârda yok olacaktır. Sh: 33-35
Şimdilerde kırklı
yaşlarını sürenlerin gençliklerini şekillendiren en önemli unsurların
arasında, Belgin Doruk veya daha doğru bir ifadeyle, Belgin Doruk'un bedene
büründürdüğü ve temsil ettiği ideal kadın tipi yer alır. Zarif, çoğu zaman
zengin, güzel, alımlı, kültürlü, iyi eğitim ve terbiye görmüş, çoğu tavrı
itibariyle Batılı, ama bütün olarak Şarklı olan bu kadına aşık olmayan hiçbir
şehirli erkek yoktu o zirvedeyken.
Belgin Doruk,
altmışlı yıllarda yeniyetmelikten delikanlılığa geçmekte olan şehirli erkek
çocuklarını medeni bilgiler alanında eğitmiş, onların duygusallıklarının
terbiye edilmesine ve yönlendirilmesine katkıda bulunmuştur, çünkü o bir efsane
olarak imâl edilmiştir. Ve bütün efsaneler gibi, gerçek hayatı ile temsil
ettiği kimlik ve kişiliğin yapay hayatı arasında denge kuramamış, bunun
dramını yaşamış ve belki de bu dramın bedeli olarak, erken yaşlarda bu dünyadan
ayrılmıştır.
1936'da'Ankara'da,
henüz işgâl ve talan edilmemiş Ankara'da doğan Belgin Doruk, ilk kemalist
cumhuriyet ideallerinin zirvede olduğu bir dönemde çocukluğunu yaşamıştır. O
sıralarda, İstanbul ile Ankara, aralarında sürekli geçişim olan ve aynı olgunun
iki cephesi gibi duran iki şehirdir. Ankara, Cumhuriyetin kendine biçtiği
görünüşün vitrinidir, İstanbul ise Osmanlının son dönemlerinin hüznü ile
batılılaşmanın travmalı biraradalığının.
Belgin Doruk da, bu
geçişimin sürekliliğinin bir ürünü olarak, bir Ankara-İstanbul sentezi
şeklinde biçimlendiği ilk gençlik yıllarının sonlarına doğru, 16 yaşındayken
sinemaya geçivermiştir.
Köy filmlerinin
ortalığı kasıp kavurduğu, köylülüğün idealize edilerek abartıldığı, cumhuriyet
ideologlarının köy hayatına ilişkin naif ütopyalar geliştirdikleri ve
cumhuriyetin dayanağı olarak bu ütopyaları öne çıkardıkları dönemde, Belgin Doruk
şehirli kızı oynamaya başlamıştır.
Bu tipin tam bu
sıralarda belirmesi ve sonra zirveye çıkması hiç de rastlantı değildir, çünkü
cumhuriyetin başlangıç yıllarında egemen olan ideologların ektikleri tohumlar
yeşermiş ve köylülüğün temsilcisi Demokrat Parti iktidar olmuştur, kemalistler
bu durumda kentlilik payandasına dayanacaklardır. "Şehirli kızın temiz aşkları"nı işleyen filmler işte tam buraya oturmaktadırlar.
Belgin Doruk, o andan itibaren bir Cumhuriyet efsanesi olarak yaratılmaya
başlamıştır. Daha önceki dönemin efsanesi Cahide Sonku'nun, "Bataklı Damın Kahpesi" gibi köy filmlerinden şehir filmlerine
geçmesi de tam bu sıralara rastlamaktadır.
Belgin Doruk'un
beyaz perdede yaşadığı aşkların çoğu olanaksızdı. Ona biçilmiş kaftan olan
partneri Göksel Arsoy'la çevirdiği onlarca filmin çoğu, hicran ve hüsranla
sona ermekteydi. Güzel ve zarif, esmer, ama beyaz tenli kadınla; sarışın, yakışıklı
ve romantik erkeğin, tam bir zıtların birliği oluşturmaları istenmişti.
Esmer-sarışın, kadın-erkek, zengin-fakir gibi zıtlıklar, doğan aşkın mutlu
sona ermesini engelliyor, ama bu çiftin seyircinin gözünde bir, hem de ebediyen
bir olmasını engelleyemiyordu, zaten böyle bir şey de istenmiyordu.
Belgin Doruk, bu
filmlerde Türkiye'nin altmışlı yıllardaki ideolojik sentezini bedene
büründürmüştür. Osmanlının kadını eve kapatan konumundan tamamen özgür bir
kadına geçemeyen cumhuriyet, kadını kafes arkasından çıkartmayı bile pek
beceremeyince, Yeşilçam'daki temsilcileri aracılığıyla ve Belgin Doruk'un
şahsında, ideal (resmi ideal) bir Türk kadını portresi resmetmiştir.
Hiçbir zaman
çalışmayan, iyi okullarda okuyan, biraz şımarık, ama iyi huylu ve yalnızca tek
bir kişiye aşık olan bu tipi, Türk halkı neden bu kadar sevdi?
Biz bu tipi değil,
Belgin hanımı sevdik, açıkçası, bu tipi başka biri oynasaydı hiçbir şansının
olacağını sanmıyorum. Doğal zerafetini, duru güzelliğini, ona bindirilen Jeyan
Mahfi'nin sesini sevdik, kısacası, çevremizde pek fazla göremediklerimizi
sevdik, ama asıl önemlisi, duyguları her noktada bastırılmış bir topluma
aşıladığı umudu sevdik.
Belgin hanım artık
yok, zaten 1975'ten beri ortalıklardan çekilmişti, inzivasına gömülerek,
yarattığı efsaneyi bize, kendini kendine paylaştırmıştı, onu zaten
kaybetmiştik. Ama şimdi gerçek ve fizik ölümüyle, ilk gençliğimizden bir
şeylerin gittiğini anlıyor ve onun iç titreten diyaloglarının karşısında eski
duyarlıklarımızın çok uzağında olduğumuzu farkediyor ve bunları gerçekten
yaşadık mıydı diye soruyoruz.
Efsaneler hep
böyledir zaten. Taşıyan beden yok olduğu zaman efsane gerçek niteliğine ve
kimliğine kavuşur. İnsan Belgin Doruk öldü, efsane Belgin Doruk artık daha
canlı ve giderek büyüyecek.
Sizi çok sevmiştik
Belgin Hanım. Öleceğinizi, ölebileceğinizi hiç düşünmemiştik. Öldünüz ve bizden
de bir şeyler götürdünüz.sh: 37-39
Oyun kavramına
trajik bir boyut ve içerik yükleyen Kostas Axelos'un, Le Jeu du Monde (Dünyanın
Oyunu) adlı eseri, iki ünlü Fransız filozofu tarafından değerlendirilmiştir.
Bunların önemli gördüğüm bölümlerini aşağıda verdikten sonra, kendi okuma
notlarımı aktarıyorum.
Henri Lefebvre,
Kostas Axelos'u okuyor
Kostas Axelos yolunu
bulmuştur. Bir modeli değil de, zaten belirlenmiş bir yolu izlemektedir. Bir
güzergâhı ve bir geleceği göstermektedir. Tümel insan model olmayı istemiştir;
dünyevî insan ise bir yol alış, bir oluştan başka birşey değildir. Yolun kendi
ise, bir hattan daha çok bir yöneliş, yazıtları olan bir tarihten daha çok bir
güzergâhtır... Bu yol boyunca kerteriz ve işaret noktaları vardır. İlk
kerteriz; Herakleitos'un 52 numaralı özdeyişi: "Zaman, zarla oynayan, pulları bir dama tahtasının üzerinde
oynatan bir çocuk: bir çocuğun hüküm sürdüğü alan"; diğer kerteriz
[Balıkçıların denizde sığlıkları belirlemek için kullandıkları işaretlerin
bütünü] ise Heidegger'dir.
Her neden (gerekli
ve/veya yeterli), nedeni olmayan bir nedeni gerektirir/açıklar. "Böylece varlık, zemin olarak yayılır
ama kendi zemini yoktur". Böylece
varlık, kurucu zemindir, kendi zemini yoktur. Derin düşüncemiz, uzağa götüren
bir sıçrama haline gelmektedir; çünkü varlığı, kendi huzurunun varlığının
oyunun içine düşünceyi sokmaktadır".
Dünyanın oyununu
oynayan çocuk, neden oynamaktadır?
Oynamaktadır; çünkü
oynamaktadır. Nietzsche ise, "Eğer
zaman, eğer oluş "oyun" değillerse, nihai yargı, suçluluk, günah
vardır. İyilik ve ceza dağıtan tanrı vardır" demektedir. Yalnızca
dünyanın oyunu, oluş'u masum kılmaktadır.
Kostas Axelos, bu
Batı düşünce geleneğinin içine, üçlü bir oyun analitiğini dahil etmektedir.
Oyun dünyası: Oyunsal olan, emekle zıtlaşmakta ve onu tamamlamaktadır. Oyun, bilim
alanına matematik aracılığıyla girmektedir: oyun ve strateji teorileri,
rastlantı veya enformasyon teorisi vb. Her oyun, zamana ve mekâna hükmeden bir
yasa gerektirir: oyunun kuralı, ödülün konumu ve paylaşımı. Oyun faaliyetinden
daha rasyonel ve daha az makûl hiçbir şey yoktur. Akıl, oyunu irrasyonel
cepheye atma eğilimindedir; oysa onu kabul etmeli, onunla bütünleşmelidir.
Dünyada oyun: Bunu sanat açığa çıkarmıştır ve bu onun rolü olmuştur: şenlik olarak sanat
ve sanat olarak şenlik. Sarhoşluk ve düş, hezeyan ve gülüş, tatmin ve acı;
bunların birbirlerini ikâme eden güçleri, ancak büyük oyunun içinde anlaşılabilirler.
Ödül: hayat ya da ölüm. Bunu kim söylemektedir? Müzik, tiyatro: trajedi ve
komedi. Tarihe gelince, ne demektedir ve buna ilişkin olarak ne söylenebilir?
Alay, tarihe egemendir. Ters dönüşleri, hızlanmaları ve yavaşlamaları, sıkı ve
öngörülmeyen zincirlenmeleri, tarihin oynamakta olduğunu göstermekte değiller
midir? Sözümona "tarihsel" insanlarla oynadığını göstermekte
değiller midir?
Dünyanın oyunu: Gizli ve metafiziğin açığa çıkartamadığı "bütün oyunları harekete
geçiren oyun": yüzeyin ve derinliklerin, mekânların ve zamanların,
görünümleri saydıkları "gerçeklikler"den daha çeşitli olan
"görüntüler"in oyunu. Dünyanın oyunu, oyunlar dünyasını ve dünyadaki
oyunları kaplamakta ve geliştirmektedir. Onları kapsamakta ve açıklamaktadır,
ortaya koymakta ve oynamaktadır. Oyunsuz oyun, oyuncuları, oyunları ve
ödülleri birleştirmekte ve ayırmaktadır. İkiye katlamakta ve ikiye
katlanmaktadır: aynı ve başka, geçmiş ve gelecek, tekrar ve yaratış, farklılık
ve özdeşlik, varlık ve hiçlik. "Dünya
tanrısal bir oyun değil de, Tanrı dünyasal bir oyundur". Logos,
physis, insan ve tarih; tabakaları ve oyuncakları oldukları bir büyük oyun
tarafından akamete uğratılmaktadırlar.
Oyunun nasıl ve
neden'inin artık sorun çıkartmadığı kabul edilince, geriye kim'i kalmaktadır.
Dünyanın oyununu kim oynamaktadır? Bu, biri (bir "özne") veya bir şey
(bir nesne) değildir. Ne de varlık veya varlık-olmayan. Parados mu?
İnsanların
yeryüzündeki hayatı, oynadıkları ve sonuçta onlarla oynayan şu dünyanın
oyununun hükmü altındadır; bu da bizi nihai çözümlemede, Tanrı'nın ölümünün
trajik vizyonuna götürmektedir.
"Konuşmak, düşünmek, çalışmak,
mücadele etmek, sevmek, ölmek... bütün bu başat güçlerin bizle oynadıklarını
unutmamak" gerekir.
Axelos, Nietzsche'yi
Herakleitos'a bağlarken şöyle demektedir: "Oyunun
konum ve yorumunun antropolojik ve hümanist düzlemini aşarak, Herakleitos'un
düşüncesine yankı yapmayı başaran kişi Netzsche olmuştur. Oluşun masumiyetini
ilân eden, Varlık-hiçliğin tam olmayan tamlığını anlayan, kısacası, dünyayı
bir oyun olarak anlayan kişi Nietzsche olmuştur; bu aynı oyun,gerçek-avarelik
içinde, insanı, kendini ona dayatan şeye bağlamaktadır".
Burada avarelikle
birlikte, Axelos'un düşüncesinin irrasyonalist boyutunu
keşfetmekteyiz. Çünkü ratio'yu[akil, us; muhakeme kabiliyeti] sorgulamaktadır.
Marx ve Freud, irrasyoneli, ona
egemen olmak ve ondan kurtulmak için keşfe çıkmışlardır. İnsanın ölçüsü, bir
uygarlığın çökmesiyle bağlantılı olarak fazlasıyla küçülünce, ölçüsüzlüğe
başvurmak kaçınılmaz olmaktadır. İnsanın oluşunun yeni macerasını, ölçüsüzlük,
irrasyonellik belirlemektedir.
Rasyonel ile
irrasyonelin canlı ve diyalektik birliğine dayalı felsefe tarafından paradigma
olarak sunulan eski rasyonellikten, irrasyonelin zuhur ediş ve etrafını istila
etmesine geçişi kabul etmek gerekir.
Bu şekilde
yüklenilen irrasyonel, oyunun ölçüsüzlüğünü vermektedir: bilmezden gelinerek,
bilinmeyerek veya reddedilerek, bizi çöküşün işaretleri olan sahte
rasyonelleştirmelere götürmektedir.
Çöküşü haber
verirken yalnız olan Axelos, hepimizin yaşadığı
avareliği yaşarken dayanışma içinde kalmaktadır. "Avarelik, hata ve yanılgı, sahtelik, serserilik ve yalan
anlamına gelmez. Artık bir mutlağa atıf yoktur -ama neyin mutlağı-. Artık
"Bu"ya; -ne bir fikir, ne bir kişi, ne de bir şey olan kavranamaz'a
bir yaklaşımı meydana getirmektedir. Varlığı dondurmamıza, oluşu
kişiselleştirmemize, bütünlüğü koymamıza, dünyayı var saymamıza izin vermeyen,
zamanın oyunu'dur"(?)
Avarelik böylece,
oyunsal gezegenin veya daha doğrusu, gezegensel oyunun karanlık cephesi gibi
görülmektedir. Bu konudaki eski ilke ve ölçülerin zaten sahte olan
şeffaflıkları sona ermektedir. Kendimize gelmeye zorlandık ve böylece
"Bu"nun -varlığın oyununun veya çok boyutlu ve açık dünyanın parçasal
ve parçalı bütünlüğünün oluşumunun dış ve iç ışık geçirmezliğine ulaşıyoruz.
Avarelik, rastlantısal ölçüsüzlüğünü oyundan almakta ve ancak kendi
ölçüsüzlüğünün ölçüsünü keşfederek oyun terimine gelebilmektedir. Veya eğer
öylesi istenirse, "Bu"nun ışık geçirmezliği yok olmakta ve rastlantı
ile gerekliliğin birliği, isyan ile boyun eğmenin zıtlığının ötesinden zuhur
ettiğinde, yeni bir yaradılışın önünde yollar açılmaktadır.
Eski logos'tan
gelecekteki dünyasal düşünceye doğru, insan, kendi bilincine vardıkça oyun
haline gelen avarelikten geçmektedir. Gecenin dibinde sorunsal etik, "değerlerin nitelik değiştirmesi"nden
kaynaklanmaktadır. Bunun anlamı, Axelos'a göre yeni dönemin, ne insanın içine
yerleşebileceği bir durum, hatta ne de kölelikten tamamen kurtulmuş bir oluş
olmayacağıdır. Yeni dönem, en azından üç yönde dünyasal olacaktır. İlk olarak,
yeni tekniğin ve peşinden sürüklediği her şeyin dünyanın tümüne yayılmasıyla;
ikinci olarak, devam edecek olan avarelikle; üçüncü olarak, tekniğin avareliği
ile avarelik tekniğini bir bakıma birleştirecek olan yeni düşünceyle.
Kısacası, çöküşten, yeni bir uygarlığın yükselişinin içine girmek üzere çıkacak
değiliz; daha doğrusu, bireysel veya ortaklaşa selâmeti aramaktan vazgeçerek,
artık oyundan başka bir egemenin olmadığının ve olamayacağının bilincine
vararak oynadığımız gün, çöküşe av olmaktan çıkacağız.
Demek ki temel hata,
ölümün hayat içindeki varlığı, hayat ile, ona karşı kendini bir cins oyuna
terketmekten başka çarenin olmadığı ölümün birliğidir... Ölümün hayat içindeki
varlığı insan doğasının olmadığını, olamayacağını göstermektedir. "... İnsan şu veya bu değildir. Bütün
formülasyonlar -ki onları kendi formüle etmektedir-, onu kendi kendini formüle
eden varlık olarak işaret etmektedirler".
Bunlar, Axelos'u
nihilizme götürmektedirler:
"Nihilizm, bütün totaliterciliklerin beşiği ve mezarıdır."
Axelos'un oyunu,
dünyanın oyununa ve insanın dünya içindeki oyununa nazaran öylece
aydınlanmaktadır. Aynı anda hem teori-ötesi ve pratik-ötesi, hem tarih-ötesi ve
şiir-ötesi olan bu oyun, geçmişi çözmenin ve şimdiyi hiçleştirerek geleceği
sorunsallaştırmanın yolunu aramaktadır.
Uygulamasal-teorik
girişimin her başarısı, Axelos'un oyununun hiç değilse geçici bir süre reddine
olanak vermektedir; bu aynı girişimin her başarısızlığı, hatta ayak sürümesi,
bu oyunun kendini; aldatıcı dirence sahip yanılsamaların çocuksuluğuna ve
büyünün bozulmasının ihtiyarsılığına karşı bir cins sığmak olarak sunmasına
olanak vermektedir. Tam da logos'un, fetihçi praxis'in karşı konulmazlığını
keşfettiği zamanın içinde logos'un praxis'ten rövanşı alması, sonuçta dilin
gücünden başka birşey olmayan güç dili; Kostas Axelos'un oynamayı seçtiği ve
bizim aramızda oynamayı seçmediği oyun işte böyledir.
Ölümün hayatın
içindeki varlığı, daha doğrusu, hayatın amacı olarak hep orada durması, hayatm
kendini bir oyun haline getirmektedir. Axelos, bu hiçlik durumunu
Herakleitos'tan aldığı "zar atan çocuk" imgesiyle vurgulamaktadır. Bu
imgenin çağrıştırdığı belirsizlik, bir yandan nihilizme götürürken, öte yandan
da oyunun sonucunun belirsizliğiyle paralellik kurmakta ve böylece hayatın
boşluğunu ortaya koymaktadır. Hayat, belki de zaten hiç yoktur, tıpkı bir
oyunun olduğu gibi bir simülasyondur, bir "varmış gibi yapma"dır. Ama
bu oyun bilileri veya birisi tarafından belirlenmiş ve dayatılmış bir durum da
değildir; çünkü Nietzsche'den beri bilmiyoruz ki, "Tanrı öldü",
onunla birlikte hayatın sürekliliği ve hatta varlığı...
"Oynamaktadır,
çünkü oynamaktadır" önermesi, Axelos'u doğrudan doğruya nedensizliğe
götürmektedir. Olaya böyle bakınca, nedensizlik aynı zamanda sonuçsuzluk
olmaktadır. Buradan da "alay eden tarih" imgesine ulaşılmaktadır.
Madem ki neden ve sonuç yoktur/olamaz, o halde tarih rastlantısaldır, tıpkı bir
oyun gibidir. Yönü yoktur. "Bir
mutlağa atıf" yapılmasının mümkün olmaması tarihte yön belirlemeyi
olanaksız kılmaktadır, zaten yön de yoktur. Demek ki, ne kazanç, ne de kayıp
vardır. Tarih, hep tapi [çömelmiş, alçak, bodur, bücür, güdük ] kalınan bir
oyundur, tek bir ödülü vardır: ölüm.
Axelos'u okuyanları
biraz daha geniş okur ve belki onların söylemini aşarsam, her ölüm bireyseldir,
ama aynı zamanda kollektiftir. Her ölen, kendisiyle birlikte dünyayı
öldürmekte/ dünya onunla birlikte ölmekte, tarihi sona erdirmektedir. Ama bu ne
bir oyunbozanlık, ne de mızıkçılıktır. Dünyanın oyununu oynayan
insan/oynamaktan başka çaresi olmayan insan, ödülünü alınca oyundan
çekilmekte, ama oyun devam etmekte/etmemektedir. Sh: 75-81
MEHMET
ALİ KILIÇBAY: Metin Bey, siz oyun konusunda çok uzun zamandan beri uğraşıyorsunuz. Oyun
bizim günlük hayatımızda defalarca kullandığımız bir kelime. Ancak siz oyunun
uzmanı olan bir kişi olarak "oyun"u nasıl değerlendiriyorsunuz? Nedir
oyun? Semantik açıdan olabilir, gündelik hayatta karşımıza çıkışı açısından
olabilir\ bizim onu değerlendirip, değerlendiremememiz açısından olabilir;
isterseniz Önce haritanın konturlarını çizelim. Oyun hakkında ne düşündüğünüzü
söylerseniz oradan söyleşimizi belirleyen ana çizgileri tesbit etmemiz mümkün
olabilir gibime geliyor.
METİN AND: Evet,
oyun benim hayatımda çok önemli bir yer tuttu. Önce semantik olarak ele
alırsak, birçok dilde de var bu ayrım: Örneğin
İngilizlerin "game" ve "play" kelimeleri gibi bir çok dilde
var bu ayrım. Ben "Oyun ve Bügü" adlı kitabımı yazarken "Homo
Ludens" kitabından çok esinlendim. Önce semantikten başladım, oyun
kelimesinin bir karşılığı daha var: Bügü
kelimesi, daha sonra büyü haline geliyor. Çok anlamlılığı bu iki kelime
açıklıyor...
KILIÇBAY:
Şimdi izin verirseniz burada bir saptama yapmak istiyorum; diller iki
türlü gelişiyor: Ben birine "Cins
Ad Dilleri" diğerine "Özel Ad Dilleri" diyorum. "Özel Ad Dilleri" kavramsal
bağları kuramayan diller, yani çok çeşitli şeyleri teker teker ayrı ayrı
kelimelerle ifade ediyor. "Cins Ad Dilleri" ise kavramsal bağları
kurabilen diller. Oyun kelimesi çok şaşırtıcı biçimde tüm dünya dillerinde çok
çeşitli kavramları ifade ediyor. Çok geniş yelpazeyi içeriyor. Bunu nasıl
açıklıyorsunuz?
Semantik açıdan
benim çok ilgimi çeken nokta bu.
AND: Evet, çok
önemli bir noktaya değindiniz, zaten Huizinga'nın eserinin önemi de buradan
geliyor. Oyun yalnız oyalanmak için yaptığımız bir şey değil; ama başlangıçta
insanların kozmosla alış verişiyle ilgili. İnsanoğlunun değişmeyen bir yanı
evrenden korkusu ve onunla devamlı hesaplaşma isteği. Bugün bile var bu.
İnsanlar afetlerle karşılaşıyor, ozon tabakası deliniyor falan. Sürekli
evrenin ve doğanın karşısında acizlik hissediyoruz, Türkçe'deki oyun ve büyü
kelimeleri bununla ilgili.
KILIÇBAY:
İlginç bir yaklaşımınız var ve aklıma bir sürü soru getiriyorsunuz.
Herşeyin oyun olduğunu saptadık ve siz de katıldınız buna; çok memnun oldum,
ancak bazı alanlar var ki bunları oyun saymıyoruz. Örneğin din alanı... Din ile
büyüyü ayırmamız acaba bu noktadan mı geliyor? Dini hiçbir kültür ve uygarlık oyun olarak görmüyor. Oysa din bir
simülasyon. Bana öyle geliyor ki bütün simülasyonlara oyun diyoruz. Evrenin
yaradılışının ve dinin bir simülasyon olmasına rağmen neden ona oyun demiyoruz
da, onun başka bir biçimi olan büyüye oyun diyoruz? Bu semantik kayma nereden
kaynaklanıyor?
AND: Din olayında
dediğiniz çok doğru ancak bu daha sonraki bir gelişme. Başlangıçta benim
verdiğim örnekte oyun ve büyü kelimelerinin birleştiği nokta şu: Orta Asya
Şaman'ının adları bunlar. Türkistan'daki erkek Şaman'ın adı: Oyun, yaptığı da
oyun. Bügü kelimesine ise sanırım burada giremeyeceğiz, çok dallı budaklı bir
konu; tanrıyla bile özdeşleşiyor ve aynı zamanda Şaman'ın da adı. Dikkat
edilirse büyüsel ritüeller, toplumu ilgilendiren, kriz zamanlarında
başvurdukları ritüellerinde, bir zaman sonra tanrıların yerini rahipler alıyor.
Bu oyunu onlar devam ettiriyorlar ve daha-sonra rahibin yerini oyuncular
alıyor.
KILIÇBAY:
Yani atalarımız evreni bir bilgisayar oyunu olarak mı görüyorlardı da
sonradan bu rahiplerin işin içine katılmasıyla bunu daha ciddi bir kisveye
büründürdüler dersiniz?
AND: Benim
yaklaşımım öyle olmayacak ama tamamıyla evrenin hareketini taklit ederler...
Dans da böyle çıkmıştır. Bunun kalıntıları günümüzde de var. Örneğin, Mevlevilerin semahları tümüyle
evrenin dönüşünü taklit ediyor. Güneşin etrafında dönüyorlar ayrıca her derviş
kendi etrafında dönüyor, bir eli yukarıda, bir eli aşağıda olarak gökyüzünü
yeryüzüne bağlıyor. Şaman'ın görevi zaten bu, ikisinin arasında bir medyum
olma görevi. Bütün bunlarda anlamlar çoğalıyor ama daha sonraki gelişmelerine
bakarsak, bütün Avrupa dillerinde de aynı şeyi görüyoruz. Spiel ve play
kelimesinde bir müzik aleti çalmak, dans etmek var. Genellikle İngilizler dans
için ayrı bir kelime kullanıyorlar. Kumar da oyuna giriyor ve o da dinle
ilgili bir olay, çünkü şansa dayanıyor. Örneğin bizde çocukların oynadıkları
aşık oyunları. Eskiden devlet işlerinde (bu Dede Korkut ve Osmanlılarda da
vardır), örneğin Musahipzade Celal'in Bir Kavuk
Devrildi’sinde sadrazam aşık atarak devlet işlerine karar veriyor. Aşık uygun
düşürse ona göre karar veriyor. Kumar, oyun anlamında şans kategorisine
giriyor. Oyun kelimesi esrarengiz bir
kelime. Bütün araştırmalarıma ve uzmanlara danışmama rağmen oyun
kelimesinin kökünü bulamadık. "Un" ekini çıkarıyorsunuz kala kala oy
kalıyor elimizde. Buna benzer tek kelime var Orta Asya Türkçesinde, o da
sağaltmak, iyi etmek anlamında. Bununla ilgili olabilir ama kesinlikle
esrarengiz bir kelime ve kökü bir türlü bulunamadı. Türkçe'deki anlamlarına bakarsak:
Namık Kemal'den bu yana yazılı metne oyun deniyor, dans etmeye oyun ve oynamak
deniyor, çocukların yaptıklarına, sportif olaylara oyun deniyor. Yalnız bir
kelime var ki, müzik aleti çalmak oynamak fiili ile karşılanmıyor.
KILIÇBAY:
Ben de bunu soracaktım: Bu farklılık nereden kaynaklanıyor?
AND: Şöyle anlatayım:
Bir Türk, yabancı bir kadınla evleniyor; kadın zaman içinde Türkçe'yi
öğreniyor ve bir gün "Ben çok iyi piyano oynarım" diyor. Bu bize
yabancı geliyor, oysa eski Türkçe'de, Orta Asya'da kullanılan Türkçe'de o
zamanki Kaşgarlı Mahmut'un sözlüğüne bakarsak "Oyunçi" diye bir kelime
geçiyor "mızıkacı" demek. Bu kelime sonradan anlamını
değiştirmiş, yerini "çalmak" almış. Yani Türkler de müzik için
kullanmışlar bu oyun kelimesini. Bunun yan anlamları da var: "oyunbaz,
oynaşmak", bunlarda daha çok seks alanına giren kelimeler: Oynaşmak
örneğin.
KILIÇBAY:
Örneğin şimdi benim aklıma "oynak tekne" lâfı geldi. Bu "oynak tekne" bir benzetmeden
türetilen bir başka benzetme... Biraz önce söylediğiniz "oynak kadın"
seks çağrıştıran bir şey, "oynak
tekne" ise dalgalı denizin benzetmesi. Başka kelimelerde de böyle kaymalar
oluyor mu?
AND: Var.
İngilizcedeki "game ve play" kelimesi gibi. Bizde
böyle bir ayrım yok. Game kelimesi
bizde yok. Game kelimesini
araştırırsak onun da etimolojisini benim "Oyun ve Bügü" kitabımda
çıkarttım: Bacak anlamına geliyor, dansla ilgisi var, bütün bu değişik
anlamları da kapsıyor. Bizde "Game"
kelimesinin olmaması birtakım zorluklar yaratıyor. Ben çocuk oyunlarıyla da
çok ilgiliyim, çocuk oyunları da çok ilginç; oraya da gelmek istiyorum:
Çocukların oynadıkları oyunların çoğu eskiden büyüklerin ritüel olarak çok
önemli durumlarda başvurdukları şeylerin devamı. Bir-iki örnek vermek
gerekirse; Eskilerde,
başrahip keçi kılığına giriyor ve bir günahkeçisi arıyor ama bunu bir şansa
bağlı olarak, gözlerini kapatarak yapıyor ve kime değerse "yandın"
diyor ve onu gerçekten yakıyorlar, kurban ediyorlar. Bizde, Anadolu'da
"Körçepiş" diye bir oyun var. "Çepiş" keçiye verilen ad,
"Körçepiş" de aslmda bir tür "körebe" oyunu. Körçepiş olan
gözleri bağlı ebe, arıyor. Kime eli değerse "yandın" diyor. Bu oyun
eski ilkellerin ritüellerine benziyor. Aynı oyun Almanca'da, İsveççe'de de
var. Yani bütün çocuk oyunları bu ritüellerin kalıntısı. Başka örnekler de
var. Örneğin "salıncak" oyunu. Hindistan'da rahipler gökle yeryü/.ü
arasındaki ilişkiyi kurmak için büyük salıncaklarla sallanıyorlardı. Uçurtma
da öyle, bir tür anten gibi göğe salınan birşey; bunun Japonya'da, Kore'de
ritüelleri var. Buna benzer çok çocuk oyunu var. Bu yüzden "çocuk
oyunu" derken başına "çocuk" koymak gerekiyor ama bu defa da
kumara, dansa ayrı kelimeler yok. Türkçe'de bu tek kelime üzerinde kalmışız ve
bunun anlamlarına sığınmışız. Bunun nedeni de, kökeninde hep aynı yerden
fışkırıyor olması. Evrenden kaynaklanan bir kelime ve bu bakımdan Huizinga'nın
kitabı çok önemli çünkü oyunun insan hayatında ne kadar önemli bir yeri, rolü
olduğunu gösteriyor. Ben de oyuna çocukluğundan beri ayrı bir önem verdim,
benim için bir yaşama biçimi oldu bu. Nitekim,1967'de çıkan "Geleneksel
Türk Tiyatrosu" adlı kitabımda (Bilgi Yayınevi'nden çıkmıştı); yayınevinin
editörü o zamanlar Cevdet Kudret'ti ve arka kapak yazısını yazarken çok iyi
birşeyi yakalamıştı: "Metin And: Oyunu iş gibi, işi oyun gibi yapar; bunun
için de mutludur" diyor. Bu sözler üzerine kendime baktığımda ben
gerçekten oyunu iş ciddiyetinde yapıyorum. İşi de oyun gibi yapıyorum. Bu
herkese göre değil, bazı işler var ki insanoğlu onu istese de istemese de
yapmaya mecbur.
KILIÇBAY:
Şimdi burada bir zıtlığa temas ettiniz: Oyun ve ciddiyet. Bunların
arasında böylesine zıtlaşmak terimlerle ifade edebileceğimiz ne gibi bir
farklılık var? Nasıl oluyor da bunlar, insan
hayatının iki ayrı düzlemini ifade eden terimler haline geliyorlar? Neden oyun
ciddi değil, ciddi olan şey
denenen oyun değil? Bana öyle geliyor ki Huizinganın da değindiği temel
noktalardan bir tanesi de bu. İnsanlar bir sürü alanda ikilemler yaratıyorlar
fakat gündelik hayatta ya da gündelik hayatın daha da üzerindeki anlarda neden
böylesine iki tane birbirinden farklı düzlem iki kat oluşturmuşlar: Oyun ve
Ciddiyet diye... Yani oyun gayriciddi birşey mi sizce?
AND: Hayır, bu gene
tarihsel gelişiminden kaynaklanan bir şey. Birçok kimsenin belirttiği gibi
başlangıçta bu çok ciddi bir olay. Hayvanlardan bir örnek verirsem: Onlarda da
taklit yoluyla bir eğitim var, örneğin bir kedinin yavrusunu eğitmesi taklit
yoluyla oluyor. Bunun provası da bir yün yumağıyla, bir makarayla oynamak
şeklinde. Kedinin avı fareyse fareyi
yakalamak için yaptığı işlem de bu; yün yumağı yerine fareyi koyuyor. Bu
olay avını avlamak için yapılmışsa ciddi bir iş ama oyun olarak da bundan
ayrıca zevk alıyor. Bu bir oyun içgüdüsü ki bu da bir haz olayı. İnsanoğlu da
böyle. Büyük endüstri holdinglerinde oyun oynayarak kararlar alıyorlar ve
bundan büyük keyif duyuyorlar. Sanata dönüşünde de böyle oluyor; yani bir
ritüel. Daha önce duvara yapılan resimler bir sanat kaygısıyla yapılmış şeyler
değil, tümüyle büyüsel işlevleri olan resimler ve bundan haz duymuşlar. İşte
oyun yoluyla, haz veren bir şey olarak sanatlar doğmuş. Bu ikilemi tam olarak
açıklamıyorsa bile başlangıçta ciddi olan birşey daha sonra oyuna dönüşüyor.
KILIÇBAY:
Yani hayatın haz veren cephesine oyun, haz vermeyen, varlığımızı
sürdürmemiz için katlanmak zorunda olduğumuz cemilesine de ciddiyet mi dememiz
gerekiyor?
AND: Örneğin
askerler oldukça ciddi insanlardır; fakat harp oyunları oynarken büyük bir
masanın başında maketlerle stratejilerini tayin ederken, olası durumlarda nasıl
hareket edeceklerine karar verirken onlar da adeta çocuk gibi davranırlar.
Bugün anı şeyi bilgisayarlarla yapıyorlar. Şüphesiz ki bunun bir ciddi yanı da
var. Ciddi kelimesi (burada daha iyisini bulamadığım için ciddi diyorum) ve
bunun karşılığında haz veren oyun oynama. İşte ben kendimden bunu biliyorum,
mutlu bir insanım çünkü kendi seçimimi yapabiliyorum; eğer haz duymuyorsam,
bana oyun gibi gelmiyorsa, bir işten kolaylıkla vazgeçebiliyorum ya da sıkıntı
duyuyorum. Benim bu konuda verdiğim bir örnek vardır: Oyun, insana özgürlük
veriyor. İşte ciddiyete yeni bir boyut katacaksak: Ben daima bir tapu memuru
düşünmüşümdür. O tapu memuru ki... pek sevdiği bir işi olduğunu zannetmiyorum.
Kayıt memuru, orada oturuyor, bütün tapu işlemlerini deftere geçiyor.
Kolluklar giyiyor, bütün gün orada deftere yazı yazıyor. Burada, bu adamın
mutlu olduğunu söylemenin imkânı yok. Buradan geçimini sağlıyor. Aynı adamın
evinde bir kuşu olduğunu farzedelim. Mesai saati bittiğinde kolluklarını
çıkartıyor, evine gidiyor ve bundan sonra o adamın özgürlük süreci başlıyor.
Bu kişi artık özgürlük alanına girmiştir. Orada kuşuyla başbaşa kalıyor. Kuşuna
isterse yem verir, isterse vermez ve buna kimse onu zorlayamaz. İşte, oyun
alanıyla ciddiyet dediğimiz alan arasında böyle bir fark var. Ben kendimi
bundan mutlu hissediyorum, işimi oyun gibi, oyunu iş gibi yapabiliyorum ama
herkes bunu yapamıyor. Çocuklar için de öyle; çocuklar evlerinde anne
babalarının kısıtlamaları içindeler fakat oyun alanına geldiği zaman yepyeni
bir dünyaya giriyor. Orada kendi kuralları geçerli, kurallarında da çok titiz;
orada da bir ciddiyet var aslında. Çocuklarda da "mızıkçılık,
oyunbozanlık" gibi, kuralların dışına çıkma anlamına gelen kelimelerini
saptadım ve bu tür kelimeler korkunç zengin.
KILIÇBAY:
Şimdi şurada Huizinga'nın temas ettiği bir noktaya geliyoruz: Oyun ciddiyet
alanının dışında belirlenen bir alan olmakla beraber kendi kuralları içinde son
derece ciddi. Siz de buna değinirken sözünüzü kestim niçin "gayrı-ciddi" alanı
diyebileceğimiz bölgeyi düzenleyen oyun, kuralları içinde son derece katı olabiliyor?
Mızıkçılık, oyunbozanlık gibi terimleri üreterek kendi içinde en ağır cezalarla
cezalandırıyor? Oyunu dahi ciddiyet terimleri içinde oynamak zorundayız; bu
bence ciddiyetin belirleyiciliğini gösteriyor gibime geliyor. Siz ne diyorsunuz
bu konuda?
AND: Kesinlikle
böyle. Ben hep kendimden örnek veriyorum: Oyunu iş, işi oyun gibi yapmak demek
zaten ciddiyetle oyun tarafını bir araya getirmek anlamına geliyor. Yalnız şu
fark var: Oyun alanı daima özgürlük alanı oluyor, kurallarına rağmen özgürlük
alanı oluyor. Diğer tarafta birtakım baskılar, sınırlamalar var. Burada da bir
sınırlama var ama özgürlük alanı olduğu için sorumluluğu daha az diyebiliriz.
Ben oyun alanını ve boş zamanları değerlendirme kavramını aslında insanların
özgürce seçtiği bir alan olarak görüyorum.
KILIÇBAY:
O kadar özgür müyüz acaba? Boş zamanlarımızı istediğimiz gibi seçebiliyor
muyuz yoksa bize sunulan ve dayatılanların içinde çok ufak bir hareket etme
alanımız mı var? Bütçe, zaman kısıtımız var; bundan daha önemlisi enformasyon
kısıtımız var. Son zamanlarda tetris diye bir oyun çıktı herkesin elinde tetris
var. Yani modadan da etkileniyoruz. Ben boş zamanlarımızı o kadar rahat ve
özgürce kullandığımızı sanmıyorum ama oyun alanının bir başka özgürlük
getirdiğini düşünüyorum. Galiba ben ile beni karşı karşıya getiren bir alan
gibime geliyor. Oysa ciddiyet alanında benimle sen karşı karşıya geliyoruz.
Ben, benle kaldığını için mi oyunu bu kadar çok seviyoruz?
AND: Ben bunu böyle
formüle edememiştim, gerçekten çok teşekkür ederim. Söylediğiniz nokta çok
önemli. Ben ile ben'in verdiği haz çok önemli. Ben, oyunda bu keyfi duyuyorum.
Haz duymasak oynamayız zaten. Profesyonellikte de bu karşımıza çıkıyor:
Çocuklar mahallede futbol oynadıkları zaman oyun oluyor, ama futbolcular oynadığı
zaman oyun olmaktan çıkar, bu tümüyle profesyonel bir iştir. Anadolu'daki
çocukların oyun zenginliği göz kamaştırıcı...
KILIÇBAY:
Neye bağlıyorsunuz bunu? Dünyadaki oyunları birkaç kategoriye indirgemek
mümkün, ben de çok uzaktan bu konuyla ilgili olduğum için biliyorum. Anadolu,
oyun zenginliği açısından gerçekten muazzam. Afrika'ya baktığınız zaman bu
kadar oyun zenginliği görmüyorsunuz, Avrupa'ya baktığınızda birkaça indirgemek
mümkün, Bruegelin yaptığı meşhur "oyunlar" resmi vardır dört mevsim.
Yani bir tabloya sığmaktadır kuzeylilerin oyunları sonuç olarak. Ama Çin'de
buna karşılık çok zengin bir oyun var. Acaba kültürlerin harman olduğu
yerlerde oyun bollaşıyor mu? Böylesine bir saptama yapabilir miyiz yoksa bu
sadece spekülasyon mu?
AND: Dediğiniz çok
doğru. Bir kavşak noktası olduğu zaman bir çok kültür bir araya geliyor ve
bütün onların zenginlikleri yerleşiyor. Ondan sonraki kuşaklar bunun mirasçısı
oluyor ve bu şekilde devam ediyor. Anadolu'da gerçekten korkunç bir kültür
rezervi var. Bu rezerv içinde oyun da çok önemli bir yer alıyor. Dansları da
alırsak, bu da öyle. Bu bilinmiyor, mesela halk danslarımız çok zengin, Bu
konuda dünyanın en zengin ülkelerinden biri olduğumuzu söyleyebilirim. Fakat
bunların oyun olduğunun farkında değiller. İki türlü dans olabilir: Birisi,
seyirlik danslar, daha çok profesyonellerin yaptıkları sanat dansları ki bunlar
başkası için yapılan oyunlardı. Sizin biraz evvel getirdiğiniz kavrama uyuyor.
İkincisi ise içe dönük halk dansları, bugün onları ayırt edemiyorlar yani
zannediyorlar ki bu seyredilmek için yapılan bir dans. Gerçi seyrediyoruz; bugün
bir festival oluyor, çıkıyorlar,. oynuyorlar. Ama o anda otantik şeklinden
çıkıyorlar çünkü seyirciye yönelik oluyorlar. Oysa kendilerine yönelik olduğu
için, haz aldıkları için, ben'in ben'e karşı yaptığı içe dönük bir şey bu.
Seyirliğe dönüştürüldüğü zaman daraltılıyor, yönlendiriliyor. Burada iki ayrım
ortaya çıkıyor: Birincisi profesyonel olduğu için dışa dönük olunca
yönlendiriliyor, daraltılıyor, elbise giymesi gerekiyor falan ama kendileri
için yaptıkları zaman bunu tarlada da yapabiliyorlar. Burada halk dansları ile
sanat dansları arasındaki ayrım gösteriyor ki; biri iş gibi, ötekisi ise özgür
seçimleriyle yaptıkları ve bundan da haz aldıkları bir olay oluyor.
KILIÇBAY:
Bu ayırımı tiyatroda da yapabilir miyiz? Bildiğim kadarıyla tiyatro
doğrudan doğruya seyirlik oyun olarak ortaya çıktı. Ben ile ben sektörünü
düzenleyen bir tarafı yok, o hep ben ile sen düzleminde yer tuttu. Tiyatroya da
oyun diyoruz ama getirdiğiniz ayrım çerçevesinde tiyatro ciddiyet alanı içinde
yer alıyor, o zaman tiyatroya oyun derken bir yanlış mı yapıyoruz?
AND: Hayır
yapmıyoruz, ayrıca orada iki defa sen ve ben var. Şöyle ki: Bir tanesi, seyirci
ile oyuncu arasındaki sen ve ben; İkincisi her oyuncu kendinden başkasını
oynar, bu tiyatronun asal kuralıdır, hiç kimse kendini oynamaz. Bu bakımdan
iki türlü sen ve ben vardır. Oyun değildir tabii tiyatro. Bence oyun değildir.
Oyun diyoruz; bu Namık Kemal'in getirdiği bir kelime. Oyun metnine oyun diyoruz
aslında.
KILIÇBAY:
İngilizcede “play" deniyor
biliyorsunuz, Fransızcada da oyun denmiyor bildiğim kadarıyla. "Jeu'nün
kullanıldığını duymadım hiç. Nasıl oluyor; İngilizce ve Türkçe'de aynı mantık
var, Fransızca o mantığın içine girmemiş. .
AND: "Jeu"
denilebilir, burada bir ayrım yapmak lazım. "Play" kelimesi daha çok
piyesi kastediyor. Zannediyorum tiyatro seyirci bakımından oyun olabilir,
profesyonel ise oyuncu bakımından değil.
KILIÇBAY:
Hâlâ semantikte kaldık. Sinema ve televizyon çekimlerine neden oyun
demiyoruz?
AND: Evet demiyoruz
ama ona benzer bir kavram söylememekle beraber gene de içimizde olabilir. Fakat
belki onların daha yeni olmalarından geliyor bu.
KILIÇBAY:
Şimdi siz, oyunun ritüellerden çıktığını söylüyorsunuz; tamamen
katılıyorum. Ancak çok kapsamlı ritüeller var, bunlardan bir tanesini de
kitaplı dinler diye söyleyebiliriz. Kitaplı dinlerin ritüeli içine, ayinsel
çerçevesi içine giren herhangi bir şeyin oyun haline dönüştüğünü ben görmedim.
Acaba kitaplı dinlerin belli bir ciddiyet alanı olduğunu ve oyuna müsaade
etmediğini söyleyebilir miyiz? Yoksa onun da oyunsal yönlen var mı?
AND: Dediğiniz çok doğru ama tektanrılı dinler, kendisinden önceki dinlerden,
mitolojilerden kaynaklanmış olduğu halde onlarla büyük bir savaşa girişmişler. Ben size bir örnek
vereceğim: Ortaçağ'ı ele alırsak Hıristiyanlığın zaferiyle sonuçlanıyor.
Hıristiyanlık da tıpkı Müslümanlık gibi kendisinden önce gelen paganizm ile
büyük bir mücadeleye girişiyor. Bunların başında da tiyatro olayı geliyor
çünkü antik kültürle, Yunan ve Roma kültürüyle olan en büyük çatışma tiyatro
yoluyla oluyor. Romalılarda bir ölçüde ama Yunanlılarda tümüyle dini bir olay
tiyatro. Yalnız dini festivallerde yapılan bir şey tiyatro, her zaman yapılan
bir şey değil. Burada şöyle bir olay oluyor: Burada iki tane tohum var. Oyunla
da ilgili bu iki tohum. Bunlardan bir tanesi ritüeller, bolluk ritüelleri.
Bolluk ayinlerinde
görülen bir olay. Tiyatro oradan çıkıyor. Bir de profesyonel oyuncu var. Bunlar
iki tohum, ne zaman tiyatro ölürse bu iki tohumla yeniden tiyatroyu yeşertmek
olanaklı. Bu ritüeller ki burada da taklit öğesi var; Anadolu bu bakımdan çok
zengin. Eski Sümerlilerin, Mısırlıların ritüelleri, bolluk ritüelleri bugün
Anadolu'da oyun olarak oynanıyor. Avrupa'da da köylerde bir ölçüde var bu.
Hıristiyanlık bu ikisiyle büyük bir mücadeleye giriyor. Kökünü kazımak için.
Deniliyor ki: Tiyatro, Ortaçağ'da kiliseden çıktı, aslında kiliseye rağmen
çıktı.
KILIÇBAY:
Ama Passion oyunları var,
bence Passion [. (Leidenschaft)
hırs, ihtiras; şiddetli istek; iptila, düşkünlük, tiryakilik 2. (Leiden)
ıstırap spez. Hazreti İsa nın ıstırapları ] oyunları kilisenin icadı...
AND: Evet. Ben de
oraya geleceğim. Şimdi, uzun süre mücadele ediliyor. Tiyatro ölmüş, yok ve yasaklanmış
bir olay. Paganizmin kökünü kazımak için kilise iki şey yapıyor: Birincisi,
kırsal kesimde köylülerin belli günlerde, mevsimlik, bolluk için yaptıkları bu
ritüelleri yok etmek. İkincisi ise antik kültürden kopmuş, köy köy dolaşan
profesyonel oyuncular (hayatlarını kazanmak için kimi saz çalıyor, kimi maymun
oynatıyor, kimi meddahlık yapıyor); devamlı hor görülüyorlar, dövülüyorlar,
hapse atılıyorlar. Fakat bu insanlarda öyle büyük bir içgüdü var ki, belki buna
oyun içgüdüsü diyebiliriz; bunları yapmadan edemiyorlar. Profesyonel oyuncular
her türlü hakarete rağmen bu işi sürdürüyorlar. Bunun üzerine kilise,
bükemediği eli sıkıyor. Köylerdeki takvimi Hıristiyan takvimine
yerleştiriyorlar, Noel'i yerleştiriyorlar, yani 25 Aralık'tan 6 Ocak'a kadar olan
'12 günler' dediğimiz dönemde
süre duruyor. İkinci önemli takvimse ilkbaharın gelişi. Bu da Gün-Tün Eşitliği, nevruz diye bildiğimiz
olay: Tanrı Attis'in ölüp dirildiği tarihe de Paskalya'yı koyuyorlar. Sebebi de
yeni tanrı Attis'in yerini alan İsa çarmıha gerilip göğe uçuyor. Bir tür
yeniden dirilmiş oluyor.
KILIÇBAY:
Nevruz'un Hint-îran kökenli olduğuna dair teoriler var, bu gerçekten böyle
mi, Anadolu kökenli mi yoksa birbirlerinden habersiz çeşitli odaklarda türemiş
bir gün mü?
AND: Bu bütün
dünyada (tabii Ekvator ayrımına göre değişiyor) aşağı yukarı kutlanıyor.
Günlerin gecelere eşit olması ve daha sonra giderek günlerin uzaması olayı
ilkbaharın gelişi. Bütün dert zaten ilkbahar-yaz ile bunların karşıtı olan
sonbahar-kış arasındaki ayrım.
KILIÇBAY:
Eski Yunan'da da var bu, doğanın ölmesi ve tekrar canlanması...
AND: Tabii, sembolik
olarak Anadolu'da ölüp dirilme üzerine birkaç yüz tane oyun var. Hıristiyanlar
bunları değiştiremeyeceklerini anlayınca kendi takvimlerini bunlara adapte
ediyorlar. İkinci olarak anlıyorlar ki tiyatroyu insanların içinden
atamayacaklar, kendilerine adapte ediyorlar (bunu çok tiyatro tarihçisi
bilmez). İlginçtir, ilk tiyatroya giriş, ilahiler, tropeler, her heceye bir
nota olan dini ilahilerle karşılıklı konuşma şekline dönüşen türlerde
profesyonel aktörlerin yardımını istiyorlar. Yani kilisedeki tiyatro olayını
profesyonel oyuncuların bilgileriyle, yardımlarıyla çözüyorlar.
Bunun kanıtlarına
gelelim: Ben, Bibliothèque Nationale'de gördüm, fakat izin alması çok
zor; bir cam kutunun içine koyuyorlar ve her sayfa için adam çağırıp
çevirtebiliyorsunuz. Orada Tropalium denilen Latince ilahilerin toplandığı
albümde minyatürler var. Bu İncil gibi bir şey. Niye bu ilahilerde minyatürler
var? Minyatürlerin konuları çok ilginç, tamamıyla bu Troubadour'ları
gösteriyor. Niye İsa'yı göstermiyor da bu oyuncuları gösteriyor? Çünkü
onlardan fışkırıyor tiyatro. İkinci kanıt, Bizans tiyatrosunda (bir kısmını
yayımladım ama şimdi ( yeni baskısı yapılacak, daha çok örnek
koyacağım). Altı tane minyatürlü Ermeni İncili XII. yüzyıldan XVI. yüzyıla
kadar gelen minyatürler. Bu minyatürlerde aynı şekilde Pantemimus oyuncuları
var, yüzü köpek maskeli aktörler var minyatürlü İncirlerdeki resimler böyle.
Ahdamar Kilisesi'nin duvarlarında (yanında bir de tiyatro varmış) bu şekilde
hayvan masklı minyatürler var. Kiev'de bir Ayasofya var XII. yüzyıldan, onun
girişinde de merdivenlerden çıkarken yanda duvarlarda maymun oynatanlar,
meddahlar, hayvan eğiticileri, müzik çalan insanların resimleri var. Ben
Bizans tiyatrosu kitabımda bu panonun resmini koydum. Başka kanıtlar da var.
Bu da gösteriyor ki, kiliseden fışkıran şey tamamıyla bu Mimus oyuncuları dediğimiz,
gezici, Troubadour, Trouber gibi adamların
eliyle yeniden yaratılıyor tiyatro.
KILIÇBAY:
Profan'ın (din dışı olan) din alanına alınması, profan bırakılmaması...
AND: Evet. Zorunlu
olarak bırakılmadıkları, vazgeçirilmedikleri için onunla uzlaşma yoluna
gidiyorlar.
KILIÇBAY:
Çünkü sözünü ettiğiniz dönemde, Ortaçağ'da
aşağı yukarı her şeyin dinselleştirilmesine tanık oluyoruz. Şövalyelik başlangıçta
din dişi bir faaliyetken tamamen dinsel bir faaliyet haline gelmiştir. Kutsal
şövalye! Evlilik din dışı bir olguyken, tamamen dinsel bir olgu haline
getirilmiştir. Kilisede evlilik:, papazın
kutsaması, vs. Sanıyorum diğer profan unsurlar,
insanın gündelik yaşamım, bu arada oyunu da kilisenin içine alma faaliyetinin
bir ürünü olsa gerek. Ama passion halkın
dinsel alanda yönetilmesine ilişkin şeyler ve bana Troubadour geleneğinden
gelmiyormuş gibi geliyor. Sanki passion'lar, İsa'nın çektiği ızdırabı halka
anlatarak din konusunda eğitmek, adeta modern tiyatronun gerçek kökeniymiş
gibime geliyor. Ben tabii uzaktan bakıyorum. Siz bir uzman olarak ne diyorsunuz
bu konuda?
AND: Ben size bunun
daha yeni bir örneğini vermek istiyorum: Ben bir tarihte Londra'ya gittim ve
orada Trafalgar meydanında büyük bir kalabalık gördüm. Yaklaştım ve gördüm ki
meydanda kilisenin düzenlediği bir rock konseri veriliyor. Ben rock çalgıcısı
ya da solistinden çok rahiplerin yüzüne baktım, kiliseye ilgi azalmış ve onlar
da promosyon için tutunacak dallar arıyorlar. Nedir geçer akçe? Rock!
Yüzlerine baktığımda büyük bir ciddiyetle, hafif tebessüm etmeye çalışarak
dinliyorlar. Memnun değiller ama mecbur kalmışlar bu işi yapmaya. Yoksa
kilisenin kapısını çalan yok.
Bizans tiyatrosunun
yarattığı tek dram passion
oyunudur. Tipik bir passion
oyunudur. Bu passion oyununun
ilginç olan yönü: Çünkü üç yönlü kültürü var Bizans tiyatrosunun. Bir tanesi
Roma'nm devamı olduğu için, Latin kültürü var. Dilleri Yunanca olduğu için Eski
Yunan etkisi var. Bir de Hıristiyan kültürü var. Passion'un yapısı, dili, versifikasyon tamamıyla Oidipus'tan
alınmış yapısı var. Yani tiyatro, antik tiyatrodan esinlenilerek yapılmış.
KILIÇBAY:
Discourse'n farklı ama. Bu herhalde Hıristiyanlığın tarihsel din olmasından
kaynaklanıyor. Tarih içinde oluşan bir din, olduğu için
-inmemiştir ya onun için de tiyatroya müsait. Ben bunun devamında İslamiyette
böylesine oyunlar var mı diye sormak istiyorum?
AND: Var. Müthiş
var. Bunun için olanak olsa da ayrı röportaj yapsak çünkü o müthiş bir olay.
KILIÇBAY:
Ama bize gelecek bir program gösterin çünkü biz merak ediyoruz...
AND: Ben bir ömür
sarfettim İslam'daki dramın incelenmesine. Bu passion'ları
çok aşıyor ve çok müthiş şeyler; modern tiyatro bunlar. Oldukça eskiye gitmekle
beraber bundan bahsedeyim mi?
KILIÇBAY:
Lütfen, gerçekten çok ilginç...
AND: Bunlara taziye
deniyor ve daha çok Şii'lerin olduğu yerlerde görülüyor. Kerbelâ olaylarıyla ilgili bunlar ama passion'u aşıyor. Bütün insanlığı
kapsayan şeyler bunlar. Merkezinde Hazreti Hüseyin var. Hazreti Hüseyin bir tür
İsa imajı ve annesi, peygamberin kızı Fatima; Betül admı alıyor. Betül bakire demek. Lord
Ragren diye bir adam var. Bu adam kahramanlar için 22 tane nitelik
bulmuş. Örneğin birincisi bu kimsenin soylu kraliyetten gelen biri olması.
Daha sonra doğumunun olağanüstü olması falan gibi birçok niteliği araştırmış.
Bunları birçok kimseye uygulamış. Kral Arthur'a, Kral Oidipus'a, Hazreti
Musa'ya uygulamış. Hazreti Musa, bu 22 nitelikte oldukça büyük bir yer alıyor.
Ben de Hazreti Hüseyin'e uyguladım bunu ve çok yüksek bir puan aldı. Bütün
bunlar üzerine taziyeler yapılmış.
KILIÇBAY:
Bir şey sormak istiyorum burada taziyeye geçmeden önce: Biraz önce Hazreti
Hüseyin'in annesinin adının da Betül olduğunu söylediniz ve Betül adının bakire
anlamına geldiğini belirttiniz. Hazreti Hüseyin'i bakire olarak mı doğurmuş?
AND: Bakire olarak
değil de, "nur teorisi" deniliyor buna; Allah'ın nuruyla hamile
kalmış.
KILIÇBAY:
Meryem gibi mi yani?
AND: Gibi, ama bu bütün
Şiiler tarafından kabul edilmiş bir şey değil, ama halk arasında böyle
inanıyorlar.
KILIÇBAY:
Ama bu çok çarpıcı! İsterseniz bir iki
satır bunun üzerinde duralım. 12 imam, Betül, burada Hıristiyanlığın etkisi ne,
ya da Şiiliğin Hıristiyanlığın üzerindeki etkisi ne? Taziyeye geçmeden
önce bunu bir iki satırla açıklar mısınız?
AND: Aslında kesin bir
şekilde birbirlerinin üzerinde etkisi vardır demek doğru olmaz. ilk olarak
Hıristiyanlık daha yakın geliyor çünkü. Sünnilere o kadar kızgınlar ki, Türkler
de var bunların arasında. Bir efsane var, şöyle: (Muhammed)Bakır adında şehit
edilmiş bir imam var. Anadolu'da Hazreti Hüseyin'in kesik başının kaybolduğu
efsanesi var. Bir Ermeni keşişi bu başı buluyor. Türkler de bu başı arıyorlar
yok etmek için. Ermeni keşiş başına gelecekleri bildiğinden bu başı saklamak
için özel bir odada, bakır bir kâse içine bal dolduruyor ve başı o bakır kâse
içine saklıyor. Keşişin kızı birgün bu odaya gizlice giriyor ve balı görüyor,
parmağıyla birkaç damla yiyor ve hemen hamile kalıyor. Bakır kelimesi türkçe
olduğuna göre, bu bizim uydurduğumuz bir şey de olabilir; doğan çocuk Bâkır
oluyor. Hazreti Hüseyin'den doğmuş ve imamlardan biri oluyor. Bunun gibi ne
efsaneler var ki bunlarm bir kısmı taziye olarak drama dönüşmüş.
Yani, eksende hep
Kerbelâ'da Hazreti Hüseyin ve ailesinin şehit edilmesi olayı var. Fakat bunun
öncesine ve sonrasına insanlar da giriyor. Adem ile Havva, evrenin doğuşu,
Hazreti Musa gibi bütün bildiğimiz insanlar hakkında taziyeler var. Taziye
metinleri 1000'i aşıyor. Bunların çoğu Farsça, bir kısmı Arapça, dört tanesi de
Türkçe olmak üzere yazmaları var bunlar Vatikan'da.
KILIÇBAY:
İran'da oynanıyor mu bu taziyeler?
AND: Oynanması
lazım. Ben her yıl gidiyordum İran'a, ama İran Devrimi'nden sonra hiç gitmedim.
İran'da bunlar için kurulmuş tekkeler var, tiyatro gibi kullanılıyor. Tekke-i
Moşir deniyor buna. Bir avlu var, ortada oynanıyor oyunlar; tıpkı Ortaçağ
tiyatrosu gibi, ki çok modern bir tiyatrodur Ortaçağ tiyatrosu. Biz nedense
Ortaçağ'ı karanlık bir devir olarak düşünürüz.
KILIÇBAY:
Bu ideolojik bir tavır.
AND: Aslında birçok
modern tiyatro oradan beslenmiş, oradan çıkmış.
KILIÇBAY:
Ben bu konuda birçok yazı yazdım, belki
rastlamışsınızdır. Ortaçağ'a karanlık demek bizim kafamızın karanlığından
kaynaklanan bir şey.
AND: Evet, tiyatroda
da öyle. O zamanki tiyatro anlayışı, bugünkü tiyatro anlayışının başlangıcı
olmuştur ve bazı yönlerden aşıyor bile.
KILIÇBAY:
Sünnilerde taziye benzeri bir tür var mı?
AND: Sünnilerde yok.
Yalnız sünniler de Muharrem'in ilk on gününü kutluyorlar. Muharrem'de yapılan
aşure örneğin, çok ilginçtir, Antik Yunan'da da var. Ölüler için yapılan bir
tür lapa, yedi-sekiz tane hububat var içinde. Bu tamamıyla onu gösteriyor.
Anadolu'da bir efsane var: Aşure aslında yemeğe sonradan verilen bir ad. Hz.
Hüseyin'in Muharrem'in 10'unda doğduğu söyleniyor; ki bu da yanlış bir şey; Hz.
Hüseyin Muharrem'in 10'unda nasıl doğar ki?
Muharrem ayı, ay
takvimine göre dolaşan birşey. Çok ilginç şeyler var ve burada bitecek birşey
değil. Aşure olayını Nuh peygamberle birleştiriyorlar. 40. gün oluyor, artık
tufanı yenecekler ve gemileri tepeye ulaşıp duracak... Erzak çok az kalmış,
bunun üzerine sonuncu günde Nuh peygamber, tüm erzaklardan bir parça koyarak bu
aşureyi hazırlıyor. Böylece bir tür kurtuluş oluyor. Bunu oluşturan maddelerin
hububat oluşu çok ilginç çünkü bu bir tarım ritüeli. Başlangıçta, İslam-öncesi
bir tarım ritüeli. Kahramanlar üzerinde yapılan ağıtlar, yas tutmalar İran
mitolojisinde de var. Bu çok geniş, dallı budaklı bir konu. Dram olarak,
İran'da Irak'ta, Lübnan'da ve bir ölçüde Azeri Türkleri yapıyor bunları. Onun
dışında, Hindistan'da seyrettim; ona da taziye diyorlar ama dram yok orada.
Taziye dedikleri, Hz. Hüseyin'in türbesi gibi büyük bir maket yapıyorlar, ona
Taziye diyorlar. Oysa taziye aslında dram türünün adı. Modern tiyatrocular
bunun çok üstüne düşüyorlar.
Örneğin ben bir taziye oyununun Mevlana'yla ilgili bir özetini yayımladım. Fakat büyük tarih farkları var,
anakronizm [tarihi olay ya da olguların içerisinde geçtiği zaman ile olay ya da
olguda yer alan nesne ya da özelliklerin birbiriyle uyumsuzluğudur. ] var. Bu
oyunda: Hz. Mevlana bir şehrin hakimi ve Hallac-ı
Mansur "Enel Hak" dediği için, bunu küfür gibi kabul ediyor ve
öldürülmesine karar veriyor. Düşünün, bunu Hz. Mevlana veriyor fakat boynundan
düşen kanlar yerde "Enel Hak" yazıyor. Bunun üzerine Hz. Mevlana
büyük bir hata yaptığını anlıyor ve yerdeki bu kanları toplayıp bir şişeye
koyup, dolapta saklıyor ve aileye de "buna
dokunmayın, bu zehirdir" diyor. Hz. Mevlana'nın da zavallı bir kızı
var; kör, topal, aklınıza ne gelirse tüm kusurlar mevcut. Bir gün pikniğe
gidilecek fakat kızı gelmek istemiyor ve evde kalıyor. Kız hayatından bezmiş
"babamın koyduğu zehri içeyim" diyor. İçer içmez hamile kalıyor ve
güzelleşmeye başlıyor. Bu birleşmeden Şems doğuyor ve daha sonra Şems büyüyüp
Hz. Mevlana'ya akıl vermeye başlıyor. Mevlana yeniden hayat bulmuş gibi
oluyor. Bir tür torunu Şems ama o, ona akıl veriyor ve ona doğru yolu
gösterecek. Örneğin İsa gibi suyu şarap yapıyor. (Gerçekte bu anlatılanlar gibi
bir hadise yoktur.)
KILIÇBAY:
O zaman bunlar mucizeyi gösteriyor oysa İslamiyet’te mucize olmadığını; en
büyük mucizenin Kur'an olduğunu belirtiyorlar.
AND: İslam’da mucize
var ama. Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)in de mucizeleri var.
KILIÇBAY:
Şimdi başka bir dala geçebilir miyiz? Avrupa'da ‘'festival' denilen, antik kökenli olan ve çok yaygın
bir olay var. Bizde öyle zannediyorum ki festivale benzeyen tek şey 'Esnaf
Alayı'. Bunun dışında festival örnekleri var mı?
AND: İki tane büyük
kitap yazdım, Osmanlı festivallerine dair. Anadolu'da da var ama bu festivaller
'total tiyatro' diyebileceğimiz, yani Jean-Jacques Rousseau'nun Düşleri; o tiyatroyu kabul
etmiyor. Bugün ben de kabul etmiyorum artık. Tiyatro benim için öldü.
Festivalleri kabul ediyorum çünkü bu festivaller tıpkı ortaçağda, Rönesans'ta
olduğu gibi, çok yönlü ve bütün sanatların biraraya geldikleri bir olay. Bu
totalliğe erişmek tiyatro adamının rüyası aslında.
KILIÇBAY:
Ben şu yüzden sordum: Popüler anlamda halkın coşku içinde olduğu, bütün
işin gücün bırakıldığı, günlerce her şeyin serbest olduğu, bir cins Dionysos Ayinleri gibi festival var mı?
AND: Var tabii. İşte
bu Osmanlı festivalleri onlar. Gerekçesi çok ayrı, bir düğün oluyor, bir
sünnet düğünü oluyor ama tamamıyla demokrat, bütün halk katkıda bulunuyor; içinde
oynadığı gibi seyircisi de oluyor. Günlerce sürüyor, örneğin bir tanesi 51 gün
51 gece sürüyor.
KILIÇBAY:
Gerçekte mi, teoride mi?
AND: Gerçekte. Maddi
kültüre geçsek, madem maddi kültüre çok önem veriyor, Anadolu'daki köylülerin
oynadığı oyunlar tamamen yozlaşıyor, bozuluyor. Bunlarla Kültür Bakanlığı hiç
ilgili değil. Karun hâzinesini, Bergama bilmem nesini getirmek peşindeler.
Maddi kültürse derdiniz; Topkapı Sarayı'nda yüzlerce kılıç, miğfer, kalkan
falan var ama ilaç için iki tane en popüler, 18. yüzyıl sonuna kadar en popüler
iki çalgının tek örneği bugün dünyada yok. Bunlardan bir tanesi Miskal (Pan
flütü), ötekisi ise Çeng (Türk Arp'ı). Bu kitapta bir çok resim var, Çeng
çalıyorlar. Bu aletlerden bir tane dahi yok. Düşünün bunlar en yaygın aletken
biz bir tane bile saklayamamışız. Bu kadar değer bilmez kırıcı, dökücü ikinci
bir millet bulamayız.
KILIÇBAY:
Peki, bu oyuna ilişkin şeyleri kültürümüzden dışlamamızı neye
bağlıyorsunuz? Kopuş noktası var mı? Varsa eğer bu nerede başlıyor?
AND: Kopuş noktasını
batılılaşma ile açıklayabiliriz. Batılılaşma, bizde olanlara bir küçümseme
getiriyor ve bu hâlâ devam ediyor aydınlarımız arasında. Bertold Brecht'te
buldukları şey bizim geleneksel tiyatromuzda var. Ama bunun farkında değiller.
Tiyatroyu eski geleneksel tiyatromuz üzerine bina etmek yerine, gelen-geçen
modaya göre hareket ediyorlar. Egzistansiyalizm çıkıyor ona göre bir şeyler
yazıyorlar, onun arkasından Bertold
Brecht'i keşfediyorlar. Brecht, Brecht diyorlar sonra o da geçiyor başka
şeyler çıkmaya başlıyor. Fakat, tüm bunların bizde olduğunu, ilkel görünümlü
olmakla birlikte... Ben bunlara tohum diyorum; tohum gösterişsizdir ama ondan
hayat fışkırır. Öyle tohumlar var ki, eski uygarlıklardan, eski toplumlardan
kalmış tohum bile hâlâ yeşerebilecek güçte olanları çıkmış içinde. Onun içinde
hayat gizli, biz onları bilmiyoruz ve devamlı dışardan ithal ediyoruz. Her
şeyi ithal ediyoruz. Onun için elimizdekileri küçümsemişiz, oyun dediğimizi küçümsemişiz.
Örneğin, hokey, kriket yani top ve sopayla oynanan oyunlar ilkel görünüşlü
olmakla beraber aşağı yukarı aynı kurallara sahip yüzlerce oyun var Anadolu'da.
Ama hepsi kaybolmuş oyunlar bunlar. Hiç kimse ilgilenmiyor. Birkaç incelemeci
çıkıyor, ben de alan çalışması yaptım ama bu incelemecilerin yazdıklarından
yararlandım. Tüm bunlar bizim yabancımız. Karagöz ölüyor. Karagöz oyun olarak
çıktı, ortadan kalktı. Geçen yıl çağırdılar, gittik Kırklareli'nde Atatürk'ün
heykeli kadar büyük bir heykelini diktiler. Çünkü Evliya Çelebi diyor ki: "Kırklareli, Kırk kiliseden bir
kıptiydi". Bursa'da mezarı var deniliyor ama iki şehirle de alakası
yok Karagöz'ün. Çünkü Karagöz yaşamış mı, yaşamamış mı o ayrı bir konu ama
oyun olaraktan bir buna sırt çevirmişiz. Yalnız hatıra eşya olarak bakıyoruz
ve orada kalmış. En olmadık tiyatrolara milyonlar akıtılıyor, orada beş altı
tane çok iyi Karagöz'cü kalmış elimizde, onlar sefalet içinde. Yalnız işlerini
dışarda oynatıyorlar. Ben bu insanlarla Japonya'ya gittim, 11 yerde temsil
verdiler, büyük tiyatrolarda yapıldı gösteriler ve paralıydı. Buna rağmen
tıklım tıklımdı salonlar ve o kadar evrensel bir dil ki, Türkçe bilmedikleri
halde gülüyorlardı. Gayet güzel anlıyorlardı. Devlet Tiyatrosu'nu götürün,
bakalım anlayabilecekler mi? Evrensel
bir dili var Karagöz'ün bunlara karşı tamamen yabancıyız.
KILIÇBAY:
Bunu Huizinga'nın bir tespitine bağlayabilir miyiz? Biliyorsunuz,
Huizinga; kültürle oyunun, oyunla kültürün yani ikisinin arasında bir
karşılıklı enteraksiyon olduğunu söylüyor. Acaba bizim oyunu reddetmemizi ve bu
kadar barbarca reddetmemizi kültürsüz bir toplum olmamıza veya kültürsüzleşmiş
bir toplum olmamıza bağlayabilir miyiz?
AND: Batılılaşma
sürecine girmek bir çeşit akültüralizasyon oluyor. Bir kültür değişimi
askerlikle başlıyor. Askerlikteki yenilgilerimizin sebepleri araştırılırsa,
Avrupa ordusu niye kazanıyor? Buradan hareketle; mühendisler falan getiriliyor.
Toynbee'nin bir gözlemi var kültürden
hareket ederek: "Sizde olmayanı almalısınız" diyor. Bu öyle bir şey
ki, "sizde olmayan" derken; kapıyı biraz aralarsanız hepsi içeriye
girmeye başlıyor. Örneğin; askerlik dedik. Yeni askerlik teknolojisini
alalım ama kıyafeti de değiştirelim, bizim mehter müziği yerine Avrupa
orkestrası konuluyor. O zaman askerlik alanında yaptıklarınız sivil alana da
işliyor. Daha sonra edebiyat giriyor. Bizde şiir var ama roman, tiyatro yok.
Onlar da girmeye başlıyor işin içine. Olanı da, olmayanı da işin içine girince
dışardan gelen kültür kendini her alanda zorlamaya başlıyor.
KILIÇBAY:
Peki, yerli kültür kendini niye korumadı, koruyamadı daha doğrusu? Köksüz
müydü acaba yoksa bütünleşmemiş miydi?
AND: Burada aydınların sorumluluğu var.
Ortaoyuncular kendilerini korumuşlar. Örneğin Namık Kemal ortaoyunculara,
Karagöz'e ateş püskürüyor; kaldırılmalı bu diyor ve batı tiyatrosunu
destekliyor. Ona karşı çıkan, politik Hayal
dergisini çıkaran Theodor Kasap başyazısında Hacivat-Karagöz diye başlık
atıyor.
KILIÇBAY:
İmaj yani. Eski Türkçe'deki o benzerlik çok çarpıcı değil mi? Hayal ve
imaj. Biz bugün imaj yerine görüntü diyoruz ama görüntü çok maddi bir şey.
Maddenin yansıması...
AND: Hayal'in daha
geniş anlamları var ki oraya girmeyelim.
KILIÇBAY:
İmaj'ın da var.
AND: Biz,, futbol,
basketbol oynamayı tercih ediyoruz da, kendi geleneksel oyunlarımız içinde
Avrupa'dakinin benzeri olanlarını unutmaya, unutulmaya bırakıyoruz. Çünkü
Avrupa'daki daha yerleşmiş, alışılmış; diğeri daha ilkel. Tayland'ı örnek
alırsak orada oynanan basketbol çok farklı. Onların geleneksel basketbolu var
ve o yaşıyor. Turistler bunu görmek istiyorlar. Ayrıca boksları var: Tayland
Boksu, o da günümüzde adeta moda olmaya başladı. Ülkelerin bir kısmı bunları
koruyabildiler. Japonya en güzel örnek... Japonya, batı kültürünü batıklardan
çok daha ileriye götürdü. Devlet tiyatrosu yalnız Kabuki'yi oynuyor. Geleneksel
tiyatrosunu sergiliyor. İki salondan oluşan Tokyo tiyatrosu dünyanın en
mükemmel tiyatrosu. Kendi kültürünü sergilerken modern şeyler de yapıyorlar. Bu
ikisinin sentezinden yola çıkarak çok avangard işler de yapıyorlar. Biz ne
yapıyoruz? Hiç!
KILIÇBAY:
Bizim bunu yapamayışımızı kültürümüzü evrensel düzeye çıkcırcımcıyışımıza
bağlayabilir miyiz? Ben, homojen bir Osmanlı kültüründen bahsedebileceğimizden
kuşkuluyum. Bir İstanbul, bir Bursa, bir Samsun kültürü var ama tek başına
homojenleşmiş bir Osmanlı kültüründen söz etmek mümkün değil herhalde?
AND: Değil ama onun
içinden alınabilecek ortak değerler var. Yapı özellikleri, bakış açılan var.
Örneğin Türk resmini ele alırsak, minyatürün küçümsendiğini görürüz.
Perspektif, derinlik, yüz ifadesi yok diyoruz. Bugünkü Avrupa resmine bakarsak
onlar da perspektifi dışlamışlar.
KILIÇBAY:
Evet ama bir perspektiften geçtikten sonra olmuş bu. Bize perspektif hiç
gelmemiş...
AND: Şimdi yapıyoruz
biz perspektifi.
KILIÇBAY:
Acaba öyle mi?
AND: Ben öyle
zannetmiyorum.
KILIÇBAY:
Perspektifi Giotto'nun bulduğu söyleniyor. Yoksa Giotto'yu hiç yaşamadan mı
resim yaptık biz Yaşamalıydık diye düşünüyorum ben. Yaşayıp terk etmeliydik.
Halbuki biz hâlâ eski yerde kaldık.
AND: Kalmadık ama.
Şimdi yapıyoruz. 19. yüzyılın başında ya da 18. yüzyılda başlıyor resimde
Avrupa etkisi ve orada giderek gölge falan yapılmaya başlanıyor. Picasso'yu
örnek verebilirim. Picasso, gözümüzün görmediği ama var olduğunu bildiğimiz
şeyleri de bize gösteriyor. Bir kadını yandan gösterirken, görmediğimiz
yüzünün öbür yanını da alıp gösterebiliyor. Bunu Osmanlı da yaptı.
KILIÇBAY:
Evet ama eski Mısır'da da var, transpozisyon denilen olay. Şimdi bunların
sonu gelmeyecek. Sizi yorduğumun da farkındayım. Son bir soru sormak
istiyorum: Biz neden oyundan kuşku duyuyoruz, rahatsız oluyoruz? Niye toplumsal
değer yargılan içindeki çirkinlikleri oyunun üzerine atıyoruz, niçin böylesine
zihinsel iklim içinde yaşıyoruz? Oyun, hangisi olursa olsun mutlaka kötülükler
âlemine açılan kapı olarak görülüyor bizim toplumsal zihniyetimizde. Burada bir
sakatlık mı var yoksa tarih mi bizi bu noktaya getirdi?
AND: Zannediyorum bu
daha genel bir şey, oyunu da aşan bir şey. Bizde nedense içimizden atamadığımız
otoriter, baskıcı, yasakçı bir şey var. Bunun nedenini bulmayacağım ama bu var.
Bunun bir sonucu olabilir. Oyun, küçümsenen, hafife alman, onsuz da olunabilen
bir kavram. Günümüzde sosyolojinin, antropolojinin getirdiği bir kavram var:
Boş zamanlan değerlendirme... Bazı yerlerde bunun enstitüleri var. Çünkü insan
mutluluğuna açılan en güzel kapılardan biri...
KILIÇBAY:
Mutlu olmaktan hoşlanmıyor muyuz? Mutluluğu hafiflik olarak mı görüyoruz?
AND: Evet böyle bir
şey var. Örneğin ŞENLİKLER KİTABI'nda, halk şenliklerinin işlevlerini
açıklarken üzerinde duruyoruz. Bu şenliklerin bir işlevi de emniyet süpabı
olması. Yasakları bol olan bir toplumda bu şenlikler olduğu zaman taşkınlıklara
bir tür göz yumuluyor. Hatta bazen hapisten adamlar çıkartılıyor. Toplum,
şenlikleri burada bir tür sübap görevi olarak görüyor. Günümüzde böyle bir şey
yok ama ne kadar demokratız diye nutuklar atsak da kafamızda yasaklar yine
var. Örneğin Fikri Sağlar "Devlet
Tiyatrolarını özerkleştireceğiz" diye nutuklar attıktan sonra kendi
atadığı genel müdürden bütün yetkileri
aldı. Yücel Erten de her şeyin kendi elinde olmasını istiyor. Bir başka örnek
benim başıma geldi. Kitabım için gerekli olan minyatürleri ben Topkapı
Sarayı'ndan alabiliyordum. Fakat daha sonra Bakanlığın aldığı bir kararla tüm
fotokopi çekimleri için bakanlığa başvurulması gerekiyormuş. Özerklik diyen adam kaç yüzyıllık Topkapı
Sarayı'ndan yetkileri alıyor ve bürokratik bir çarkın içine sokuyor. Yasakçı
zihniyet, özgürlükten, özerklikten söz eden bakanın kafasında da var.
KILIÇBAY:
Efendim sizin özdeyişinizle kapatalım mı: Oynar gibi çalışmak, çalışır gibi
oynamak! Sh: 83-104
Bir yazıda
kullanılacak ana kavramların peşinen tanımlanması ve çerçevelenmesinin,
yazarla okuyucu arasında daha sağlam bir haberleşme olanağı yaratacağına inanıyorum.
Bu tavır, ülkemizin şu anda içinde bulunduğu zihinsel ve entellektüel iklim
içinde daha da zorunlu hale gelmektedir. Çünkü kültürel değişim sürecimizin şu
andaki konağında, dil ne yazık ki insanlarımızın çoğu için, yalnızca madde
ediniminin ve hini hacette aktarımının araçlarından biri olarak görülmektedir.
Bu durumda kavramlar güncel ve gündelik boyutlarına hapsedilmekte, hemen her
kavramın arkasında yer alan tarihsel boyut ıskalanmakta ve bundan da kötüsü, bu
kavramların tarih içindeki yolculuklarına es kaza atıfta bulunulacak olursa,
güncel anlam geçmişi de açıklayacak bir tarzda, hem anlam, hem de kapsam
genişlemesine/daralmasına tabi tutulmaktadır. Bugün dünü kesinlikle açıklar yanılgısından kurtulan hemen hemen
yoktur.
Burada incelemeye
çalışacağım konunun anahtar terimi Avrupa. Coğrafi açıdan sınırlanması, bir
harita üzerinde saptanması mümkün olan, dünyanın alan olarak en küçük kıtası.
Ama uygarlık ve
kültür küresine intikal ettiğimizde, karşımıza büyük sorunlar çıkmaktadır. Bir
kere, Avrupa'nın bir doğum tarihi vardır, yani ezelden beri var olmamıştır,
yani analizimize coğrafyadan başka unsurları da katmak zorundayız. İkincisi,
Avrupa tarih boyunca hep aynı boyutlarda olmamıştır, genişlemiştir,
genişlemektedir. Ve nihayet, Avrupa diğer tüm uygarlık alanlarının tersine,
kendi kıtasının dışına da taşmıştır, başka bir ifadeyle Avrupa
dünyasallaşmıştır, dünyasallaşmaktadır. Bu işi ya bizzat kendi uzantıları
aracılığıyla yeni kıtalarda, ya da kendi uygarlığını dayatarak ve
batılılaşmayı herkesçe arzulanan olumlu bir değer haline getirerek, eski
kıtalarda gerçekleştirmiştir.
Öyleyse, Avrupa'da
Türk ve İslam etkilerine dair tamamen kişisel sözler söylemeye yönelik bir
yazı, Avrupa'yı zaman ve mekân içinde belirlemek zorundadır. Benzeri sıkıntılar
Türk ve İslam kelimelerine ilişkin olarak da ortaya çıkmaktadır. Etnik bir
özelliği vurgulayan Türk kavramının, aynı zamanda bütünsel bir uygarlık veya
kültür küresine denk düşüp düşmediğini tartışmak bu yazının boyutlarını
fazlasıyla aşmaya adaydır. Böyle bir küre varsa bile, bunu göçebe toplumların
genel bilgisinden, yani göçebe antropolojisinden ayıran unsurların olup
olmadığını araştırmak gerekir. Eğer bütünsel bir Türk uygarlık veya kültüründen
söz etmek mümkün değilse -ki değildir, çünkü uygarlık veya kültür kavramlarını
belli bir ırka bağlamak, değişmenin alanı olan tarihte en azında bir unsurun
değişmezliğini, yani etnik öğenin zaman içinde hep aynı kaldığını kabul
anlamına gelecektir-, uygarlığı başka kıstaslar içinde ele alarak Türklerin de
içinde yer aldıkları çeşitli uygarlık ve kültür oluşumlarını gündeme getirmek
gerekir.
İslamiyet’in çok
daha ele gelen ve sınırlanması çok daha kolay olan bir uygarlık alanı
oluşturmasına rağmen, onun da zaman içinde çok farklı şekillerde algılanması
ve yaşanmış olması, İslam genel başlığı altında bir araya topladığımız alanın
da, bütünsel bir oluşum olarak görülmesine engel oluşturmaktadır. Böylece
konumuzun üç ana kavramı zaman ve mekân içinde zaptedilmeleri olanaksız
unsurlar olarak ortaya çıkmanın yanı sıra, içerikleri de yalnızca bugünden
itibaren doldurulabilmektedir. Her tarihçinin karşısında ecel terleri döktüğü
bu başat sorun, geçmiş yaşanmamışlıklara, güncel optiğin başka türlü
olamamasından ötürü, yaşanmışlık atfedilmesine dayanmaktadır. Başka bir
ifadeyle bugünün düne taşınması, tarihin anlaşılmazlığını aşabilmenin yegâne
yoludur, ama bu kez de tarihsel nesne deforme olmaktadır. Uygulamalı dediğimiz
bilimlerin de hiçbir zaman aşamadıkları bu yöntemsel sorun, okuyucunun ve tarih
araştırıcısının geçmişe yönelik önermeler konusunda dikkatli olmalarını
ön-gerektirmektedir.
Yunan mitolojisisine
göre Fenike kralı Agenor'un kızı olan Europe, Zeus'u kendine âşık etmiştir. Baş
tanrı beyaz bir boğa haline bürünerek, bu güzeller güzeli ölümlüyü Girit'e
kaçırmıştır. Europe'yi aramak için dört bir yana dağılan erkek kardeşleri onu
hiçbir zaman bulamamışlar, ama birçok kent kurmuşlardır. Efsane aslında
Avrupa'nın oluşma sürecini özetlemektedir. Bir bakıma hissi kablelvuku. Eski
Yunan, Helenistik veya Roma dönemlerinde Avrupa kavramı yoktur. Gerek
Yunanlılar, gerekse Romalılar kendi yaşadıkları ve egemen oldukları, kendi
kurallarının geçerliğini sağladıkları alanı uygarlık, bunun dışını da barbarlık
bölgesi olarak görmüşlerdir ve bu uygarlık alanı da her zaman Akdeniz olmuş,
ayrıca yalnızca İç Deniz'le de sınırlı kalmıştır. Romalıların mare
nostrum'u, Batı Roma'nın 476'da siyaset sahnesinden çekilmesine kadar,
uygarlığın alternatifi olmayan alanı olarak görülmüştür. Roma zihniyetinde
uygarlık Akdeniz'le özdeştir. Eğer bir kıtadan söz etmek söz konusuysa, buna
Akdeniz'den başka aday bulunamaz.
Tuna ve Ren
nehirlerinin meydana getirdiği doğal sınırın III. yüzyıldan itibaren Germen
kavimlerince aşılması ve Roma dünyasına yönelik bu sızmanın V. yüzyılda kitlesel
boyuta ulaşmasıyla, Roma oikoumené'si çökmüş, yerine yerel barbar
krallıklar kurulmuştur. Avrupa kavramının köklerinden birini bu oluşumda bulmak
mümkündür.
Ama Avrupa'nın
oluşabilmesi için asıl gereken etken, Akdeniz kimliğinin dışında, kendine özgü
bir kimlik üretmeye başlamasıdır. Bunun için de Akdeniz'den kopması gerekir. Akdeniz'den
kopma ise, çok iyi anlaşılacağı üzere Antikite'den antik Yunan-Roma
uygarlığından kopmak demektir. Bu kopuşun birinci ayağı, Roma bütüncüllüğünün
ortadan silinmesiyle aşılmış durumdadır. Ünlü Belçikalı tarihçi Pirenne'in
çeşitli yazı ve kitaplarında geliştirdiği, ama en kapsamlı biçimini Hazreti
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) -ve Charlemagne adlı sonuncu
eserinde sergilediği teze göre, Avrupa'yı Akdeniz'den kopartan olgu, dışsal bir
müdahale, VII. yüzyıldaki Müslüman istilalarıdır. Pirenne'e göre, o zamana
kadar bütünsel bir uygarlık alanı oluşturan Akdeniz'in güneyine farklı bir
uygarlığın yerleşmesiyle, İç Deniz artık bir sınır haline gelmiş ve Avrupa'nın
merkezi Akdeniz'den Kuzey'e kaymıştır.
Avrupa'nın
merkezinin VII-VIII. yüzyıllarda Kuzey'e kaydığı doğrudur, ama bu Pirenne'in
iddia ettiği gibi İslam etkisiyle değil de, “Avrupa"nın
oluşmaya başlamasıyla ilgilidir. Avrupa oluşumunun iki esas temeli olan
feodalite ve katoliklik, bir yandan Doğu'dan kopuşa yol açarken, diğer yandan
da ekonomik ve toplumsal birimlerin boyutlarının küçülmesine, buna bağlı
olarak da siyasetin atomize olmasına neden olmuştur. Böylece malların,
fikirlerin ve diğer insan yapısı her şeyin taşındığı Akdeniz, bu yeni oluşuma
dışsal kalmıştır. Çünkü, ortaya çıkmakta olan yeni uygarlık küresinin dışarıyla
temasa ihtiyacı yoktur veya başka terimlerle, Avrupa bizzat bu kendi üstüne
kapanmışlığından doğmaktadır. Artık ayrı bir kimlik içinde oluşmakta olan Avrupa'nın kalbinin attığı yer, İç
Deniz'den iyice uzakta, bugünkü coğrafi terimlerle söylersek, Belçika, Doğu
Fransa ve Ren Almanya'sıdır. Veya Moselle, Seine, Loire, Rhein nehirlerinin
çevrelediği alandır. İlk Avrupa burasıdır ve kavramların bu anki
içeriklerinin ileriye ve geriye doğru her zaman sabit olduğuna inananları çok
şaşırtmak pahasına söylemeliyim ki, bu ilk çekirdekten itibaren genişleyerek
kendini oluşturmayı sürdürmektedir.
İslamiyet de Avrupa
gibi, belli bir çekirdekten hareketle genişleyerek oluşan, bir uygarlık küresi
olarak kendini ortaya koymaktadır. Ancak İslami kürenin Avrupa'dan farkı, bir
yoktan varolma yerine, varolan bir yapıyı miras almasıdır. Yukarıda andığım
Batı-Doğu kopuşu esnasında İslam alemi Doğu'nun kendine kaldığına tanık
olmuştur. Başka bir ifadeyle, kopuş tek yanlıdır: Batı (Avrupa) Doğu'dan
koparak kendini farklı bir kimlik içinde yeniden üretirken Doğu, Bizans ve İslam'ın
ortak mirasları olarak kalmıştır. Veya İslam genişledikçe, Doğu'nun binlerce
yıllık kültürlerini, olabildiğince aynı pota içinde eritmiştir. Böylece örneğin
Eski Yunan felsefesi, İslam felsefesinin temeli; antik tıb İslam tıbbının
önemli bir bölümü; Hind mistisizmi ve aritmetiği, İslam tasavvuf ve biliminin
kökleri; Babil astronomisi, İslam astronomisinin atası; İskenderiye
yeni-platonculuğu ve Mısır çilekeşliği, İslam düşüncesinin unsurları; Bizans
tasvir-kırıcılığı, İslami resim yasağının başlıca dayanağı ve fethedilen tüm
topraklardaki tarımsal ve vergisel sistemler, İslam tarım ve vergi sisteminin
kökleri haline gelmiştir.
Bir toparlama
noktası olarak söylersem, Avrupa'nın Doğu'dan kopması, Bizans'ın gerilemesi,
Doğu'yu İslamiyet’in malı haline getirmiş ve İslam bu uygarlık küresine bir
bütünlük vermiştir. Türk dünyasına gelince, bu dünyayı ancak dil bazında
belirlemek mümkün olmakta; bunun dışındaki kültürel unsurlar birlikten çok,
çeşitliliği gözler önüne sermektedirler. Bu nedenle Avrupa ile etkileşim
açısından, ancak Müslüman Türkleri ve bunların içinde de Osmanlıları ele almak
anlamlı olmaktadır.
Avrupa'nın kendini
oluşturması süreciyle, Türk ve İslam kültürleriyle temasa geçmesi ve bunlardan
etkilenmesi arasında çoğu zaman bağlantılar bulunmaktadır. Avrupa kavramının ve
uygarlık küresinin çekirdeği olan bölge, Charlemagne fetihleriyle İspanya
sınırına, İtalya ortalarına ve Almanya içlerine kadar uzanmıştır, ama
İngiltere, İskandinav ülkeleri, Slav bölgeleri, Balkanlar, İspanya, Güney
İtalya ve Akdeniz adaları henüz Avrupa kavram ve kapsamının dışındadırlar.
İspanya, İtalya, Güney Fransa, Akdeniz adaları gibi bölgelerdeki İslam varlığı,
yerine göre az veya çok dayanıklı olmuştur. Avrupa'nın İslamiyet’le ilk teması
çatışmak ilişkiler halindedir. Bizim tarih anlatısında çok önem verilen 732 Poıtiers savaşı, bu çatışmak ilişkilerin ilk
doruklarından biridir.
Fakat bu çarpışma,
Avrupa'nın ne denli farklı bir kimlik oluşturma süreci içinde olduğunu ve
Akdeniz ile Doğu'dan ne denli kopuk olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü
Poitiers'de gelip geçen ve İslam ilerlemesini durduran Frank saray nazırı Charles Martel (Karolenj hanedanının atası), Orta Çağ
kahramanlık öykülerinde (gesta) Araplara arşı kazandığı zaferle değil
de, Frizyalılara ve Saksonlara karşı (yani iyice Kuzeyde) yürüttüğü fetih
savaşlarıyla ünlüdür. Öte yandan, Charles Martel'in Ingelheim'daki şatosunda
Poitiers savaşına ilişkin hiçbir şey yokken, Kuzeydeki harekâtına ilişkin
sayısız fresk bulunmaktadır. Bu epizodun (olay-perde) anlamı açıktır.
Bir kere Avrupa kendini kuzeyine doğru genişletmektedir ve henüz yeni koptuğu
güneyini kendi dünyasından saymamakta ve bu nedenle de onunla fazla
ilgilenmemektedir. Başka bir açıdan bakıldığında, genişleyen diğer bir uygarlık
alanı olan İslamiyet için önemli olan Poitiers savaşı, bu bölgeyle ilgilenmeyen
Frank dünyası için tüm önemini kaybetmektedir.
Buna karşın, İspanya
müslümanlarıyla olan çatışmalar, Frank döneminin imparatorluktan sonraki en
ünlü hükümdarı Charlemagne'a (Karolus Magnus) ilişkin destanlarda yer
almaktadır. Bunlardan en ünlüsü olan Cltarıson de Roland, Frank
şövalyeliğini müslümanlarla yoğun bir mücadele içinde göstermektedir. Çünkü
yeni Avrupa'nın ikinci büyük karakteri kendini kanıtlamaya başlamıştır:
Katoliklik. Katoliklik bir yandan Avrupa'nın Hıristiyanlığın kaynağı Doğu'dan
kopuşunu simgelemekte ve kanıtlamakta (başka din, başka alem), öte yandan da
Roma'nın yok olmasının kabulü anlamına gelmektedir. Roma'nın yok olması veya
Bizans ve İslam kanalıyla Doğu'da kalması, Avrupa'nın kendine yeni bir
oikoumenik (evrensel) imparatorluk kurma ihtiyacını duymasına neden olmuştur.
Bu 800 yılında in gratia dei (tanrının inayetiyle) kurulan Charlemagne veya
Frank (sonradan Kutsal Roma İmparatorluğu, buradaki Roma kelimesi Akdeniz'in
laik imparatorluğuna değil de, Sanctus Petrus'un Doğu'dan ayırarak, ayrı bir
kimlik verdiği Batı teolojik imparatorluğuna veya daha doğrusu Aziz
Augustinus'un Civitate Dei'sine atıf yapmaktadır) imparatorluğudur.
Bu durumda kendi alanına (Kuzey), kendi dinine (Katoliklik) ve kendi
imparatorluğuna (Frank imparatorluğu) sahip olan Avrupa, kendini bir uygarlık
küresi olarak algılamaya başladığı için, diğer uygarlık alanlarıyla olan
çatışmalı ilişkilerini varoluş nedeni haline getirebilecek konuma ulaşmıştır.
Dedesinin kariyerinde yer tutmayan müslümanlarla mücadele, Charlemagne için
önemli olacaktır.
Avrupa ile İslamiyet
arasındaki çatışmalı ilişkilerin yerini kültürel etkileşmeye bırakması için,
Avrupa genişlemesinin belli bir boyut kazanması ve belli bir eşiğe ulaşması
gerekmekteydi. Charlemagne fetihlerinin belli bir Avrupa oluşturmasının arkasından,
bu sürecin zirvesini feodalite oluşturacak ve böylece Avrupa kimliğinin derin
engebelerinden biri daha ortaya çıkacaktır. Siyaseti son noktasına kadar atomize
eden ve merkezi devleti simgesel bir boyuta indiren bu sistem, çatışma
öğelerini diğer uygarlıklara yönelik heyecanlardan, iç oluşumlara aktarmıştır.
Feodal dönem aynı zamanda entellektüel hayatın manastırların tekeline geçişine
ve yegâne laik erdemin, baronlararası sürekli mücadelede kahramanlık göstermek
haline gelmesine de tanıklık etmektedir. Böylece askeri bakımdan kendi içine
kapanan Avrupa, ilerideki gelişmesinin yollarını da döşemeye başlamıştır.
Avrupa'nın yeniden dışa açılmaya başladığı andaki ilk talebi sadece
entellektüel düzlemde olacaktır.
Avrupa'nın dışarıyla
yeniden ilişki kurduktan sonraki ilk temas odağı Ispanya'dır. Avrupa'nın askeri
taleplerinin kendi içsel nedenlerinden ötürü kilitlenmişliği, manastırların ve
onların temsil ettiği entelektüel dünyanın, inanılması güç boyutlarda bir kültür
aktarımı talebine yol açmıştır. Eski Yunan'm doğal mirasçısı İslam alemi
Endülüs aracılığıyla Eski Yunan ve Antik kaynakları önce manastırlara aktarmış,
sonra bunlar katedral okullarına (schola) ve ilk üniversitelere
ulaşarak, Avrupa'nın ilk erüdisyonunun kökenlerinde yer almışlardır. Avrupa'nın
bu geçici istikrarı, feodal sistemin bunalımıyla birlikte, yeni bir genişleme
ve yeni toprakların Avrupalılaştırılması hareketine yol açmıştır. XI.
yüzyıldan itibaren İngiltere'nin Kuzey-Fransalı Norman baronlar tarafından
fethi, İtalya'da ve Akdeniz adalarında İslam egemenliğine son veren Norman
harekâtının başlaması, Alman baronların kendi doğularına doğru ilerlemeleri ve
İspanya'nın kuzeyindeki Hristiyan senyörlerin Endülüs'e yönelik kapsamlı
harekâtları, Avrupa'nın bir kez daha genişlemesine yol açan bir süreç
yaratmıştır ve İslam alemiyle ilişkiler tekrar çatışmak hale gelmiştir. Bu
çatışmaların doruk noktası XI. yüzyıldan itibaren başlayan ve Avrupa'nın tarihinde
ilk kez kendi kıtasının dışına çıkarak özgüvene ulaştığını gösteren Haçlı
Seferleri'dir.
Osmanlıların tarih sahnesine çıkmaları, bu
sürecin yarattığı ve içinde yer aldığı ortamda meydana gelmiştir. Osmanlılar
hem Doğu-Batı çatışmalarının esas alanlarından birinin üzerinde kurulmuşlar,
hem de sonraki ilerlemeleriyle Doğu-Batı ticaretinin ve akımlarının ana
düğümlerini ellerine geçirmişlerdir. Haçlı Seferlerinin ana güzergâhım
Anadolu'nun oluşturması, bir yandan Bizans'ın zayıflamasına, öte yandan da
Anadolu'da kurulan merkezi devletlerin her zaman istikrarsız olmalarına yol
açarak, Osmanlının hem kuruluşuna, hem de ilerideki genişlemesine uygun bir
ortam yaratmıştır. Bu açıdan Osmanlı formasyonunun Doğu-Batı çatışmalarının
yarattığı istikrarsız ortamın tasfiyesi olduğunu söylemek abartma
sayılmamalıdır. Çatışma ortamında doğan Osmanlı, XVI. yüzyılın ortalarına kadar
bıinu bir misyon olarak benimseyecek ve Avrupa'nın yegâne ciddi karşıtı
olacaktır.
Bu soruya birçok
açıdan cevap verilebilir ve her cevap veren kendi mesleki sapmasını cevabına
yansıtır; ben de bir istisna olmadığım için iktisat tarihçisi sapması içinde,
bu sorunun cevabını iki toplumsal bütünün maddi örgütlenme farklarına bağlama
eğilimindeyim. Avrupa, özellikle XI. yüzyıldan, hatta en baştan itibaren,
kendini genişletmek zorunda kalmıştır ve Osmanlı yüzyılları esnasında artık
coğrafi kıtasının dışına da taşmaktadır: bunun iktisat diliyle ifadesi, maddi
olanaklarına nazaran, beşeri varlığının fazla verdiğidir. Çok sayıda örneğe ihtiyaç yoktur. 1492'de İspanya'daki sonuncu İslam
varlığına son verilmesiyle Musevilerin ve Moriskoların (İspanya müslümanları)
ülkeden atılmaları eşzamanlıdır; 1492 aynı, .zamanda Amerika'nın keşfi
tarihidir ve Avrupa için fazla gelen kaynağının tahliye edileceği bitmez
tükenmez bir alan oluşturacaktır. 1492 tehciriyle çok sayıda yetişmiş insanın
ülke dışına atılması, dinsel fanatizmle açıklanamayacak kadar önemlidir ve
ancak insan sayısının fazlalığıyla iyi bir açıklamaya kavuşturulabilir.
Osmanlının bunlara kucak açması da (Moriskolora değil de, onlardan daha iyi
yetişmiş olan Musevilere), yalnızca dinsel hoşgörü veya insani kaygılarla değil
de, yetişmiş insan gücü açığıyla açıklanabilir (tıpkı bu Musevilerin önemlice
bir bölümünü kabul eden, yetişmiş insan sıkıntısı çeken Hollanda gibi. Buna
karşılık aynı kadere maruz kalan Moriskoları, köken ülkeleri olan Fas veya
Cezayir gibi Kuzey Afrika ülkeleri dahi kabul etmemiş, onlar da İspanya’ya
geri dönerek Hristiyanlığa geçmek zorunda kalmışlardır, oysa İspanya’ya geri
dönen Musevi yoktur). Nitekim, Osmanlı ülkesine gelen Museviler, yünlü dokuma,
silah, mücevher, matbaa endüstrilerinde devrimci gelişmeler sağladıkları gibi,
iç ve dış ticaret yöntemlerinin gelişmesine de katkıda bulunmuşlardır. Bu
durumda, etkinin daha çok Avrupa'dan Osmanlıya doğru olması anlaşılır hale
gelmektedir. Bunun tersinde de, Osmanlı'dan Batı'ya giden etkiler ise, birkaç
istisnanın dışında, daha çok müzecilik veya koleksiyonculuk alanlarında yer
alan, Batılıların Curiosités adım verdikleri unsurlar olmaktadır. Kahvenin kendini değil de, tüketim
ritüelinin Osmanlıdan Batıya yönelik en büyük etki olduğunu söylersem,
yukarıdaki irdelemelerim anlam kazanmış olacaktır. Sh: 125-134
Savaş, toplumsal
olguların en eskilerinden biri olmakla birlikte, ona bizatihi bir olgu olarak
yaklaşmak düşünürlerin çoğunun ilgi alanına girmemiştir. Özellikle tarihçiler
başta olmak üzere, insan macerasının çeşitli veçheleriyle ilgilenen bilgin,
allâme veya filozoflar, savaşın daha çok neden ve sonuçları üzerinde fikir
bildirmeyi tercih etmişler ve bu tutumlarıyla da savaşı sanki insana dışsal,
aşkın, kadere yakın bir olgu olarak görmüşlerdir.
Bu durum XVIII.
yüzyılla birlikte değişmeye başlamış ve XIX. yüzyılın ilk yarısında yayınlanan
bir kitap, savaşı ilk kez tüm unsurlarıyla birlikte, bizatihi bir olgu olarak
ele almıştır.
Bir Alman generali olan Karl Von Clausewitz'in 1832'de Berlin'de yayımlanan
Vom Kriege (Savaş Üzerine) adlı kitabı, bu olguyu başlı başına bir inceleme
konusu yaparken, aslında Aydınlanma felsefesinden kaynaklanan klasik
düşüncelerin sınıflandırma ilkelerini alana uygulamaktan daha fazla bir şey
yapmamıştır. Klasik düşünce, özü itibariyle, tüm olgu ve olayları bir tasnif çerçevesi
içinde görmüştür. Daha önceki dönemlerin puzzle solving biçiminde
algıladıkları araştırma faaliyetlerini, önceden belirli bir şemanın
parçalarının yerli yerine oturtulmaları olarak gören klasik düşünce, zirvesine
Lamarck'ın, Cuvier'nin veya Mendeliev'in sınıflandırmalarında ulaşmıştır. Ama
bu zirve noktaları suyun yüzünde kalanlar, geniş kitlelere mal olanlar, ders
programlarına girenlerdir, von Clausevvitz'in aynı doğrultuda yer alan
sınıflandırması, birçok diğeri gibi popüler hale gelememiştir.
Aslında, Savaş Üzerine adını
taşıyan bu kitap çok okunmuş, çok tartışılmış, yararlananı çok sayıda olmuştur,
ama öncelikle bir düşüne kitabı olarak kabul edilmemiştir. Tıpkı
Machiavelli'nin II Principe'si gibi. Machiavelli'nin
kitabı da çok okunmuş, çok tartışılmış, çok yararlanılmış, ama düşünce
tarihindeki çığır açan yeri nadiren itiraf edilmiştir.
Machiavelli'nin
eserinin siyaseti tanrılar katından insanlar katına indirmesi, değişme sürecini
önceden belirli olmaktan uzaklaştırıp bilim haline getirmesi gibi, Karl von
Clausewitz'de savaşı bu anlamda bir bilim haline getirmiştir. Ancak burada
hemen bir parantez açarak, bir noktayı vurgulamak gerekmektedir. Çoğu zaman
sanıldığının tersine, von Clausewitz bilimsel bir savaşın teorisyeni değildir. Onu daha çok savaşın toplumsal bir olgu olarak bilimsel alana dahil
edilmesi faaliyetinin öncüsü olarak görmek gerekir. Zaten, savaşın bilimseli
de olmaz, teknolojik olanı, yani daha yoğun teknoloji kullananı olur, bu açıdan
bakıldığında, yazarımızın eserini, generaller için yazılmış bir "nasıl
daha iyi savaşılır?" kitabı olarak okumak daha uygun düşecektir.
Von Clausevvitz, "savaş siyasetin başka araçlarla devamından
ibarettir" diyerek ve söylemini bu ifadeye dayandırarak, savaşın o zamana
kadar sahip olduğu büyüyü bozmuştur. Savaş İlk Çağ'da, Homeros destanlarından
da yansıdığı üzere, esas olarak tanrıların işidir, yani tanrısal bir
faaliyettir, insanlar bu oyunun içinde aktörlerden ibarettir, senaryo tanrılar
katında yazılmaktadır (kader). Orta Çağ'ın bireyselleşmiş savaşı ise, tanrı adına
yapılan kutsal bir savaştır. Hıristiyanlığın kutsal bir doktrin haline
getirdiği Haçlı Seferleri ve İslamiyet'in neredeyse özünü meydana getiren
Cihad, savaşın İlk ve Orta Çağ'daki kutsal ve tanrısal algılanışı içinde
çerçevlenmelidir.
Keza, Batı'nın XII.
ve XIII. yüzyıllardan itibaren kendi kıtasının dışına taşmaya başlamasıyla,
diğer kültürlere karşı verdiği savaşlar birer mission civiliscıtrice
olarak görülerek, gene kutsallık halesiyle kuşatılmışlardır. Batı'nın
ulus-devleti kurarken ve Rönesans'ı yaşarken verdiği savaşların her biri de,
bu kez ulusun ve bireyin kutsallaştırılmasıyla, bu yüceleştirilmeden nasibini
almıştır. Rönesans papalarının bile bellerinden kılıcın eksik olmadığının
düşünülmesi, kutsallığın, kutsal savaşın, kutsallığın muhafızları tarafından
belli, kaçınılmaz bir şekilde dünyevi boyutta yaşanılmak zorunda olduğunu gösterecektir.
İşte kutsal savaştan dünyevi savaşa ve oradan da teorileştirilebilir savaşa
geçişi bu olgu sağlayacaktır.
Kutsal savaşın
zirvesi, Napoleon tarafından ve/veya ona karşı yürütülen savaşlar tarafından
temsil edilmektedir (Bolşevik devrimi,
Çin devrimi veya Küba devrimi de bu kutsallık söyleminin içinde yer
alacaklardır, tıpkı üçüncü dünyanın çeşitli ulusal kurtuluş savaşları gibi.
Ama söylemdeki kutsallık, gene de anakronik olmaktan kurtulamayacaktır).
Von Clausevvitz'in eseri, bu savaşlar tarafından dönülen dönemecin hemen
ertesinde ortaya çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında, bu eser tekniksiz ve
kutsal kahramanlar savaşından, teknolojiye dayalı ve kutsal-olmayan mühendisler
savaşma geçişin teorik çerçevesini oluşturmaktadır. Yani savaşın
dünyevileşmesinin bir cins manifestosu olmaktadır.
Demek ki Savaş
Üzerine, karşısında beliren kabul ve red cephelerinin hepsinin birden onun
çığır açıcı niteliğini selamlamasına rağmen, tarihin tümünü ve geleceği
kapsamanın uzağında kalmaktadır. Tıpkı Freud'un psikiyatrik teorileri gibi, ancak
belli bir zaman ve mekân için geçerli olmaktadır.
Von Clausewitz, askerlik sanatı mı yoksa bilimi mi tartışmasındaki tavrını,
askerliğin daha çok ticarete benzediği cevabıyla belirlemektedir. Bu hiç de
rastlantı veya dahilerde olduğu söylenilen vahye yakın bir sezginin ürünü
değildir. Eğer Savaş Üzerine ortamından soyutlanarak okunacak olursa, yazarın
bir dahi olduğunu düşünmek mümkün hale gelir; ama eğer Batı düşüncesinin XVIII.
yüzyılın sonlarından itibaren geliştirdiklerinin paralelinde değerlendirilecek
olursa, ortaya başka bir manzara çıkacaktır.
1776 yılında, Adam Smith Milletlerin Zenginliği'ni, Edward Gibbon ise, Roma
İmparatorluğunun Gerileyiş ve Çöküş Tarihini' yayınlamışlardır. Bu
iki kitap, iktisadın ve tarihin birer bilim haline geldikleri uzun yolun esaslı
bir dönemecini meydana getirmişlerdir. Keza Auguste Comte, pozitivist düşüncenin amentüsünü 19.yüzyılın başlarında ortaya koymuştur.
Sadece bazı
örneklerini verdiğim bu düşünsel fermantasyon ortamında, von Clausewitz savaşa ilişkin teorik çerçevesini, tıpkı iktisatta olduğu gibi,
fonksiyonel bir ilişkiler yumağı içinde kurmuştur (savaş, siyasetin
fonksiyonundadır). Yazar burada kalmamakta, savaşı bir makine, bir fabrika, bir
endüstri, bir sistem gibi görmekte ve iktisatçılara özgü, verimlilik, tasarruf,
en yüksek fayda gibi kavramları bu alana dahil etmektedir.
Von Clausewitz, savaş teorisini tamamen pozitivist terimlerle
kurmaktadır. Gözlem kavramım sıkça kullanmasının ("Teori bir doktrin
değil, bir gözlem olmalıdır") ötesinde, "Strateji, incelenecek amaç
ve araçları sadece deneylerden çıkartır" diyerek, olguya yaklaşımında ne
denli pozitivist olduğunu ortaya koymaktadır.
Savaş Üzerine yazarı, XVIII. ve
XIX. yüzyıllarda, kendini önceleyen ve izleyen savaş teorisyeni ve
tarihçilerinin tersine, tekil savaşların sistematizasyonuyla yetinmemiştir,
yani daha açık bir ifadeyle, eserini bu savaşlardan alınacak dersleri açığa
çıkartma doğrultusundan çok, savaş olgusunun özünü keşfetmeye yöneltmiştir ki,
bilimselik zaten bundan başka bir şey değildir.
Yazar eserini adeta
pozitivist bir iktisat kitabı gibi kaleme almıştır. Savaşı bir "iş"
olarak gören von Clausewitz, "savaş,
hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir" dedikten sonra, bu
amaca ulaşabilmek için sınırsız güç kullanılmasını, çünkü amacın aslında
düşmanı etkisiz hale getirmek olduğunu bildirmektedir. Bu amaca ulaşma
doğrultusunda, olasılık "yasalarından yararlanılmasını önermesi ve
kavramlarla değil, gerçeklerle uğraşılmasını tasviye etmesi, onun pozitivizmden
ne denli etkilendiğini ortaya koymaktadır.
Bu noktada oldukça
şaşırtıcı bir unsur, yazarın savaşa bir kumar olarak yaklaşmasıdır. Şöyle
demektedir: "Savaşı bir kumar haline getirmek
için eksik olan tek şey tesadüf unsuru idi; oysa savaş tesadüfün en çok rol
oynadığı alanlardan biridir". Neo-klasik iktisat teorisinin de
kökeninde, Bernouilli tarafından ileri sürülen kumar teorisi yer almaktadır.
Bugün de, modern iktisatta oyun teorisi ve istatistik yöntemler büyük bir yer
tutmaktadırlar. Bu gibi önermeler, yazarın bilimsel bir savaş teorisi kurma
işine iktisat terimleri içinde giriştiğini açıkça ortaya koymaktadırlar.
Von Clausevvitz'in
savaşı bizatihi bir olgu olarak teorileştirmesi sonucu ortaya çıkan modelin
doğru veya yanlış olmasının hiç bir önemi yoktur. Çok iyi bilindiği üzere,
bilimin görevi doğruları bulmak değil, yanlışları açığa çıkarmaktır. Bu açıdan,
bu kitabın önemi, savaşı kutsallığından arındırmasında yatmaktadır. Sh: 165-169
Boş zamanlarmızaa ne yaparsınız?
Kitap okur, müzik dinlerim. Dünyada bu kadar yanlış anlaşılan bir soru
daha yoktur.
Dünyada bu soruya
verilen cevabın meydana getirdiği alan kadar da yaygın bir yalan daha varsa, o
da herhalde "seni seviyorum" dur. Veya, neden kitap okumuyorsunuz?
Kitap pahalı da
ondan. Dünyada bu kadar yaygın bir yanılgı daha varsa, o da herhalde her malın
herkes için olduğudur. Kitap pahalı değildir, zaten hiçbir mal bizatihi ucuz
veya pahalı olmaz. Bu bir durulan yer sorunudur. Asıl kıstas alınması gereken
gelirdir ve gelir düşük olunca, her şey (bu arada kitap da) pahalı, yüksek
olunca da her şey ucuz görünür. Bir malın ucuzluğu veya pahalılığı, diğer
mallar karşısındaki satın alma gücüne göre değişir. Eğer bir malın diğer
mallar karşısındaki nisbi fiyatı gerilerse, o malın ucuzladığından ve tersi
söz edilebilir. Bu nisbi kavramların üzerinde oynamayı bırakarak, kitabın
ömrünü tamamladığı gibi, dehşet verici bir iddianın üzerinde düşünmekte yarar
vardır.
Kitap, öyle olmadığı halde, boş zaman unsuru olarak algılandığından
ölmektedir. Başka bir ifadeyle, herkesin ulaşabileceği bir nesne haline gelmesi, onu
öncelikle statü unsuru olmaktan çıkartmıştır. Ve öte yandan, üzerinde emek
sarfedilmesi gereken bir faaliyet, yani kitap okuma, bir boş zaman faaliyeti
olarak görülmeye başlanmıştır.
Matbaanın 16.
yüzyılda icadıyla "kitabın demokratikleştiği"nden söz edilmektedir.
Bizde henüz böyle birşey olmadı ama, Batı ders kitaplarının hemen hepsinde buna
benzer önermeler sıklıkla yer almaktadır. Gerçekleri veya gerçeklere yaklaşan
şeyleri edinmenin en kötü kaynağı ders kitapları olduğundan, başka hiçbir
gerekçeye başvurmadan, sırf ders kitabında yer almasından ötürü, bu önermenin
yanlışlığı ileri sürülebilir. Bu kadarıyla yetinmeyenler için: Rönesans'ta, matbaanın
icadı kitabı demokratikleştirmemiş, ona egemen olan sınıfın değişmesine yol
açmıştır.
Rönesans adı verilen,
kapsamlı ve birikimli dönüşüm ve başkalaşım döneminde, kitaba ilişkin olarak
meydana gelen değişme, ucuzlaması değil, bollaşmasıdır. Matbaanın icadından
önce, manastırlarda keşişler veya üniversite çevrelerinde hattatlar tarafından
elyazması olarak çoğaltılan kitaplar elle yazma işleminin zaman almasından
ötürü çok kıt idiler ve öte yandan Kilise'nin tekelinde kalmaktaydılar. Matbaa, çoğu zaman sanıldığının aksine, kitabı ucuzlatmamış, yalnızca
üretim süresini kısaltmıştır. Böylece parası olduğu halde bilgiye
ulaşamayan burjuvazi, matbaa sayesinde, bilgiyi tekeline almaya başlamıştır.
Zaten Rönesans, burjuvazinin kendi dünya görüşünü egemen kılması faaliyetinden
başka birşey değildir. Bu bağlam içinde, kitap burjuvazinin egemenlik
simgelerinden biri haline gelmiştir. Başka bir
ifadeyle söylenmesi halinde, halk gene kitabın uzağındadır, kitabı değerli
kılan başlıca unsur da, halkın ulaşamayacağı bir nesne olması durumunda gizli
bulunmaktadır.
Kitabın gerçekten
ucuzlaması ve dolayısıyla, bilgiye ulaşma olanağı olmaktan bir boş zaman
nesnesi haline doğru gerilemesi, XX. yüzyılın başından itibaren görülen bir
süreçtir ve bugünlerde zirve noktasına ulaşmak üzeredir. Kitap günümüzde o
kadar ucuzdur ki, hiçbir sınıfsal veya bireysel prestij sağlamamaktadır. Bu
nedenle terkedilmektedir.
Bu konuda da bir
yanılgı vardır ve tartışılması gerekmektedir. Kitabın günümüzde dünya
ölçeğinde gerilemesi, elektronik bilgi işlem araçlarındaki gelişmeye
bağlanmaktadır. İlk bakışta doğruymuş gibi gözüken bu iddianın varsayımlarına
biraz daha yaklaşıldığında, kitap ile elektronik bilgi derleme ve saklama
araçlarının ikâme değil, tamamlayıcılık ilişkisi içinde oldukları
görülmektedir. Bu durumda, elektronik bilgilenme alanındaki bir talep
genişlemesinin kitap talebini de artırması gerekirdi. Bunun tamamen tersi bir
durumun ortaya çıkması, kitabın kendini silip süpüren bir rakiple
karşılamasından değil de, peşinde koşmaya değemeyecek kadar ucuz olmasından
kaynaklanmaktadır.
Buradan başka bir
yanılgıya gelmek gerekmektedir. Gene çoğu zaman öyle sanıldığının aksine, kitap
bazı istisnalar dışında, bilgiye ulaşmak için talep edilmemiştir. Kitabın
istenmiş ve aranmış olmasının nedeni, hakimiyet simgelerinde birini meydana
getirmiş olmasıdır. Kitaplı dinler, hukuğun kara kitabı,
kitabına uygun davranmak ve binlerce başkasını birleştirmemiz durumunda,
kitabın işlevlerinin arasında, bilgi aktarımının sonuncu sırada yer aldığı,
asıl işlevinin değişmezi, reddedilmezi korumak olduğu anlaşılmaktadır.
Sonuncu yanılgı,
kitabın bilgiyi demokratikleştirdiğine ilişkin olanıdır. Bilgi her zaman bazı
tabakaların tekelinde kalmış (o tabakaların genişlemesi zaman zaman söz
konusudur, ama bu bilginin aktarımının bizatihi kendisinin demokratikleştiği
anlamına gelmez), bazı serpintileri daha geniş kitlelerin üzerine dökülmüştür.
Kitap bu bağlamda, bilgi "tuzluğu" işlevini görmüştür, görmektedir,
görecektir. Ancak, aşırı ucuzlaması, yani diğer mallar karşısındaki nisbi
fiyatının gerilemesi, onu bu işlevindende uzaklaştıracağa benzemektedir. Sh: 191-193
Kaynak: Mehmet Ali KILIÇBAY, Felsefesiz Sanat ve Oyunsuz Tarih, İmge
1.Baskı: Ocak- 1996, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar