Print Friendly and PDF

FIRTINALI DÖNEMLERDE YÖNETİM, "Managing İn Turbulent Times" İsimli eserden Sizin için seçtiklerim

Bunlarada Bakarsınız



Enflasyon
Batı ülkelerinde ve Japonya'da, son on yıl içinde her yıl şirketler birbiri ardından "rekor kârlarını" duyurdu. As­lında bu ülkelerde pek az şirket kâr edebilmişti (eğer ettiy­se). Enflasyonun yaşandığı bir dönemde kâr etmek, tanım gereği imkânsızdır; çünkü enflasyon, zenginliğin hükümet tarafından sistemli bir şekilde tahrip edilmesidir. Kamuoyu­nun, anlamasa bile, enflasyona karşı duyarlı olduğu söy­lenmelidir. Bu, söz konusu "rekor kârların" duyurulmasının menkul kıymetler borsası tarafından büyük ölçüde şüphey­le, kamuoyu tarafından ise düşmanlıkla karşılanmasını açıklıyor. Ancak "rekor kârlar" göstermek bizi yanlış eylem­lere, yanlış kararlara ve şirketle ilgili yanlış analizlere götü­rür. Büyük bir yönetim yanlışının yaşanmasına neden olur. Sh:20
**
Hükümetler, özellikle artırımlı gelir vergisinin yirminci yüzyıl sistemini kullanan hükümetler, enflasyondan kazanç sağlayan asıl kurumlandır ve gerçekleri göstermek için hiç­bir nedenleri yoktur. Özellikle ABD gibi bazı ülkelerdeki vergi sistemleri yöneticilerin kendilerini kandırmaları için onlara güçlü bir neden vermiştir. ABD vergi sistemi büyük oranda hisse senedi alma yetkisinden yana bir tavır sergile­mekte ve rapor edilen kazanca bağlılığı teşvik etmektedir. Böylece yöneticinin şişirilmiş kârları raporlarında belirtmesi kendi çıkarı için son derece caziptir. Ancak Japonya gibi hisse senedi alma yetkisi ya da bu tür teşviklerin bilinmedi­ği ülkelerde yöneticiler, raporlarında belirttikleri rakamları enflasyona göre düzenlemek üzere atılan herhangi bir güç­lü adıma direnmektedir. Bunun en önemli nedeni hiç şüp­hesiz kibirdir. Yöneticiler, önlerindeki rakamların sadece bir hayal ve hatta onursuzluk olduğunu bildikleri zaman bile, "rekor kazançlar" göstermekle itibar kazanmak iste­mektedir. Sh:22
**
Verimliliği Yönetmek
Kaynakları verimli hâle getirmek, "yöneticinin" giri­şimcilik ve idare olan diğer işlerinden farklı olarak yöneti­min kendine özgü işidir. Farklı bir toplumsal işlev olarak yönetim tarihi, kaynakların verimlilik amacıyla yönetilebileceğinin fark edilmesiyle yüz yıl önce başladı. Kaynakları verimli hâle getiren, doğa ya da ekonomi ve hükümet ya­saları değil, sadece yöneticilerdir. Kaynaklar, özel bir fabri­kada ya da girişimde, özel bir mağazada, hastahanede, bü­roda, limanda, araştırma laboratuvarında verimli hâle getiri­lebilir. Kaynaklar, kendi özel sorumluluk alanları içinde ay­rı ayrı yöneticiler tarafından verimliliğe kavuşturulabilir ya da verimlilikten yoksun bırakılabilir.
Yüzyıl önce Kari Marx, Das Kapitalin tamamlanma­mış son cildinde, bugün "Kapitalizm" adını verdiğimiz (Bu terim Marx'ın ölümünden sonra uyduruldu) kavramın "ka­çınılmaz ölümü" şeklindeki en emin tahmini "kapitalizmin, verimliliği azaltma yönündeki acımasız yasasına" dayandır­mıştı. Marx, bütün ondokuzuncu yüzyıl ekonomistlerinin kendisinden önce aksiyom olarak kabul ettiği şeyi tekrarlı­yordu. Eğer ortada "sermaye"nin (ya da diğer herhangi bir kaynağın) verimliliğini azaltan bir yasa gerçekten varsa, bütün ekonomik sistemler ölüme mahkûm edilmiştir.
Ancak tarih perisinin çok sevdiği ince alaylardan biri daha yaşandı. Yönetim yoluyla verimliliğin sürekli ve amaçlı bir şekilde artırılması, tam Marx'ın kendinden emin bir şekilde "acımasız azalma"yı tahmin ettiği dönemde bu­lundu. Bu buluş, Kari Marx'ın gözünde "bilimsel gerçekler" olan diğer "kesinliklerden" herhangi birinin -işçi sınıfının yoksulluğu, zenginliğin giderek daha az sayıda "sömürücü­nün" elinde toplanması, çok küçük ve azalan bir "sahip" sı­nıfı ile büyük ve artmakta olan "ücretli köle" proleterya arasındaki toplumsal kutuplaşma gelişmiş ülkelerde, yöne­ticileri ve yönetimi geliştiren ülkelerde, neden yaşanmadı­ğını açıklıyor. Sh:24-25
**
Geçen yüzyıl içinde verimlilik tüm gelişmiş ülkelerde, en azından pazar ekonomisinin uygulandığı ülkelerde, sü­rekli bir artış sergiledi. Ekonomik gelişmenin yaşandığı her ülkede, bu gelişme daha yüksek bir verimliliğe ulaşmak üzere kaynakların amaçlı bir şekilde yönetilmesine dayan­dırıldı. Bu sadece imalatta yaşanmadı. Verimlilik, Marks da dâhil olmak üzere bütün ondokuzuncu yüzyıl ekonomistle­rinin hiçbir verimlilik artışının yaşanmayacağını "bildikleri" alan olan tarımda daha hızlı yaşandı. Öyle ki; sanayileşmiş gelişmiş ülkelerdeki çiftliklerde yaşanan verimlilik patlama­sı kadar hiçbir şey, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl ara­sındaki ekonomik manzarayı değiştiremedi. Ancak günü­müz doktorlarının verimliliği de, 1900'lerdeki doktorların verimliliğinden kat kat fazla. Seksen yıl önce doktorlar, za­manlarının büyük kısmını atlarının sırtında bir uzak çiftlik­ten bir diğerine giderken çevreyi seyretmekle harcıyordu. Bin dokuz yüz seksenlerin doktorları, hastalarının yoğun biçimde yerleştikleri metropolitanlarda yaşıyorlar ve oto­mobile teşekkür ediyorlar; çünkü hasta bir çocuk bile gü­venli ve konforlu bir şekilde muayenehanesine getirilebili­yor. Günümüz doktorları bir çalışma günü içinde seksen yıl önceki meslektaşlarının gördüklerinin on katı hastayı görebiliyor. Teknik bir yenilik olmadan sadece yönetim üzerine yapılan sürekli çalışmaların bir sonucu olarak, tica­ri bir bankaya yatırılan bir doların verimliliği, yüzyıl önceki verimliliğinin neredeyse yüz katı. Ticari bankaya yatırılan bir dolar, on dokuzuncu yüzyılda beslediği ticari işlem hac­minin bugün yüz katını besliyor.
Verimliliğin patlama niteliğindeki bu gelişmesi, eko­nomilere ve ekonomistlere olan bakış açımızı bütünüyle değiştirdi. Marks ve tüm ondokuzuncu yüzyıl ekonomistleri "gelirlerin azalması yasasını" kesin doğru olarak kabul et­mişti. Bu nedenle miktarı artırma ve mikroekonomiye odaklandılar. İçinde bulunduğumuz yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna dek verimliliğin yayılması, bu odaklaşmanın gerek­siz, en azından eski moda olduğunun görülmesini sağladı. Gözüken oydu ki; verimlilik kendisine göz kulak oluyordu. Böylece ekonomistlerin ilgisi talebe ve bununla birlikte makroekonomiye döndü. Keynes, teorosinde verimliliğe ilişkin herhangi bir şeyin olmadığının bütünüyle farkınday­dı. Bu noktaya değinildiğinde, Cambridge seminerinin ilk günlerinde olduğu gibi her zaman, verimliliğin doğru makroekomi yani doğru talep politikaları sunulduğu sürece iş adamları tarafından dikkate alınacağını söylerdi. Sh:26-27
**
Verimliliğin düşmesi tehlikesi yanında, dünya ekono­misi ve bu ekonomide yer alan tüm ülkelerin ekonomileri için en büyük tehlike, sermaye oluşturma oranındaki dü­şüştür. Bu düşüş, büyük olasılıkla, pazar ekonomisi yaşa­nan ülkelere göre Komünist ülkelerde daha fazladır. Ancak bir kere daha söylemek gerekir ki; bu soğuk bir rahatlıktır. Komünist bir ülkede sermaye oluşturma oranını artırmak daha kolaydır. Çünkü Komünist ekonomilerin işlemesinde temel olan, gerçek gelirin gerçek maliyetten fazla olması çoğu kez pazar ekonomisindeki "kâr marjini" de olsa (An­cak merkezi planlamanın olduğu bir ekonomide tehlikeler ve belirsizlikler çok daha fazla, sermayenin verimliliği ise çok daha düşüktür). Komünistler hiçbir zaman "kâr"dan bahsetmez. "Kâr"a karşı olmak, tüm ülkelerde artmaktadır. Biz kârı "kâr motivasyonu" ya da "yenilikçiye verilen ödül" gibi hiçbir kanıt taşımayan şüpheli kavramlarla açıklamaya çalıştıkça; bu karşıtlık artacaktır. Yöneticiler, rakamlara her baktıklarında kendilerini ortada "kâr" olmadığını sadece "bir işte kalmanın maliyeti" olduğunu görmeye zorlamadık­ça yanıltıcı saçmalıklardan bahsedeceklerdir. Bu saçmalık­lar ise, sonunda yöneticilerden başka kimseyi yanıltmayacaktır. Personel, aldatıldığını hisseder. Sh:46
Günümüzde Amerikan hastaneleri için minimum ekonomik boyut, iki yüz yatak civarındadır. Ancak sekiz yüz yatak civarında bir optimum üst sınır vardır. Bu rakamın üstüne çıkan bir has­tane, sadece daha pahalı olur, daha verimli değil.
"Sanayi liderliği" tek başına boyuttan çok nitelikle ve kaynakların güce yoğunlaştırılmasıyla ilgilidir. Küçük mez­hep okulları örneğinin de gösterdiği gibi, küçük bir ekolo­jik bölgeyi başkalarından önce ele geçiren gerçek "uzman­lar" için, hemen hemen her alanda yer vardır. Sh: 73

**
Yönetici Neyi bilmelidir?
Yöneticilerin büyük bölümü, başlarında bulundukları girişimin bir yılda kaç defa kendisi için yatırılan parayı kar­şıladığını yaklaşık olarak bilir. Ancak pek çok yönetici, el­deki paranın "kendilerine mi ait olduğu" yoksa "ödünç mü alındığı" ya da bu paranın "borç mu" yoksa "varlığın net değeri" mi olduğunun fark ettiğini düşünüyor. Aslında, ya­sal sahip ya da yasal terim olan paranın verimliliği açısın­dan bu durum hiç fark etmez. Para paradır ve tüm para, kaynağı ya da yasal sahibi ne olursa olsun, hemen hemen aynı şeye mâl olur. Daha da öteki bir yönetici belirli bir gi­rişimde paranın özellikle nereye yatırıldığını bilmek zorun­dadır. Kimse bir yığını yönetemez. Sermaye verimliliğini yönetmeye doğru atılan ilk adım, şirket içindeki tüm para­nın gerçekte nerede olduğunu öğrenmektir. Ardından ser­mayenin önemli istihdamlarının yönetimine başlanılabilir. Bir şirkette bu istihdam alacaklar, yani şirketin müşterileri­ne sunduğu krediler olabilir. Bankacılıkla ilgisi olmayan bir iş, sözgelimi bir imalatçı, kredi vermekte bankayla yanşa­maz. Bu tür bir işletme, hem kendi masraflarını hem de bankanın parayı elinde tutmak ve yönetmek için yaptığı masrafları karşılamak zorundadır. Bu nedenle bir müşteriye borç verdiğinde geriye ne almayı beklediğini düşünmek zorundadır. Bunu pek az işletme yapar, ancak para aktifle­re ya da bir perakende mağazada raflara ya da satış alanlarına yatırılmış olabilir. Bu durumda yönetilmesi gereken bi­rim rafın ya da satış alanının birim satış zamanında yaptığı cirodur. Para pahalı makinelere de yatırılmış olabilir. Hiçbir şey pahalı makinelerin boş yatması kadar büyük bir verim­sizlik ya da sermayenin israf edilmesi olamaz. Yine de mu­hasebe modeli, bu bilgileri pek sağlamaz. Hatta tipik maliyet-muhasebe sistemindeki "standart maliyetler" düşüncesi bu bilgiyi gizler. Tipik bir üniversitede oldukça yüksek dü­zeyde olan sermaye yatırımı, günde sadece birkaç saat haf­tada ise dört beş gün kullanılan sınıflara ve laboratuvar bi­nalarına yapılmıştır. Yüksek bir motivasyona sahip yetiş­kinler için öğleden sonralarını akşam saatlerini ve hafta sonlarını kullanan etkin sürekli-eğitim programları geliştire­rek bir üniversite, özellikle bir şehir ortamında konuşlandı­rılmışsa, birkaç yıl içinde sermayesinin verimliliğini ikiye katlayabilir. Ancak ilk ve en önemli adım her zaman, para­nın nerede olduğunu bulmaktır. Aranılan veri, muhasebe modelininin bilgi temelindedir ve kolaylıkla elde edilebilir; eğer yönetici sorarsa.
Bu dört kilit kaynaktan üçü açısından -sermaye, za­man ve bilgi- bütün kurumlar birbirinin aynıdır. Bu üç kay­nak evrenseldir. Ancak farklı kurumlar büyük ölçüde dör­düncü kaynakla, hayati fiziksel kaynaklarıyla, farklılaşır. Bakır külçesi, bir bakır tel imalatçısı için kritik malzemedir. "Hasta yatağı"nın kilit birim olabileceği bir durumda, bakır külçe hastane için anlamsızdır. Her kurum kendi işi için hangi kilit fiziksel birimin ya da aktifin uygun olduğunu düşünmelidir. Sonra bu kilit fiziksel birimi ya da aktifi yö­netmek, kolay hale gelir. Sözgelimi hastaneler "hastane ya­tağı" kavramının anlamsız olduğunu görerek hayati aktifle­rinin verimliliğini artırabildi. Pek çok çeşit hastane yatağı vardır. Sözgelimi durumu son derece ağır olan bir hasta için ihtiyaç duyulan hastane yatağı, hamilelik için (bir has­talık değil) ya da teşhis için, ameliyat için, kırık ayak bileği için yapılan operasyondan sonraki dinlenme dönemi için ihtiyaç duyulan hastane yataklarından çok farklıdır. Sh:30-31
**
Bugünlerde "Yönetim hesaplarının incelenmesi" iş dostları ve eleştirmenleri ve düzenleyici ajanslar tarafından, yönetim seminerlerinde ve yönetim dergilerinde ateşli bir şekilde tartışılıyor. Tartışmaya katılan kişilerin bir kısmı; te­mel yönetici nitelikleri olan bir yöneticinin ahlakı ve dü­rüstlüğü, yaratıcılığı, "toplumsal değerleri", insanı tanıma­sı.... na yönelik bir araştırma yapılmasını öne sürüyor. Karşıt düşiıncedekiler ise bunu "saçmalık" olarak değerlendiriyor ve şunları söylüyor: "Dikkate alınması gereken tek şey per­formanstır. Performans ise tabanda ölçülür."
Her iki tarafın da haksız olduğu, oldukça açık bir şe­kilde söylenebilir. Yönetimi değerlendirme ihtiyacı her za­man vardır. Müdürlerin oluşturduğu kurulun, şirketi yöne­ten yöneticiyi değerlendirmeye yönelik yasal bir görevi bile vardır. Ancak sadece ulaşılan performansın değerlendirile­bileceği de aynı şekilde doğrudur. "Yönetim hesaplarının incelenmesi" yanında yer alan kişilerin dürüstlük ya da ya­ratıcılık gibi konular hakkında söylediklerini romancılara bırakmak daha iyi olur. Sh: 76
Göreceli olarak sakin ve tahmin edilebilir uzun yılla­rın ardından, gerek şirketler gerekse kâr amacı gütmeyen kamu hizmetine yönelik kurumlar olsun her girişim, büyük olasılıkla, dünün vaad ettiklerinin sıkıntısını taşıyacaktır. Sı­kıntısı çekilenler arasında artık hiçbir katkıda bulunmayan ürünler ya da hizmetler; başlanıldığında son derece çekici gözüken ancak beş yıl sonra bugün hâlâ birer umut olarak kalan kazanç istekleri ya da maceralar; performans sergile­mede başarısız kalan parlak fikirler; toplumsal ve ekono­mik değişimlerin kendilerine duyulan ihtiyaçları ortadan kaldırdığı ürünler ve hizmetler; amaçlarına ulaşarak kendi kendilerini artık modası geçmiş hale getiren ürünler ve hizmetler vardır. Denizde uzun süre kalan bir gemi, hızını ve manevra yeteneğini azaltan ambarlarını ve diğer donanım­larını temizlemek zorundadır. Sakin sularda uzun süre sey­reden bir girişim de aynı şekilde, sadece kaynak tüketen ya da "dün" olan ürünlerden, hizmetlerden ve maceralar­dan arınarak kendini temizlemelidir. Sh:52
Düne ait gömleği sırttan çıkarmak, büyümeyi bir büyüme politikası ve büyüme stratejileri ile idare etmek; sağlıklı büyüme ve şişmanlama ya da kanser arasındaki farkı anlamak demektir. Hangi stratejilerin önümüzde olduğunu ve bunların arasında seçim yapmayı bilmek demektir. Bu, şirketin yarınını şekillendirecek alanlardaki bugünkü yönetim performansını değerlendirme yeteneği gerektirir.
Bir başka ifadeyle, bütün bunların her zaman temel konular olduğu açıktır. Ancak kaç yönetici bütün bu konular üzerinde çalışıyor; hatta kaç yönetici bunları düşünüyor? Sh.12
**
Yeni Nüfus Yapısı ve Yeni Nüfus Dinamiği
Biz sürekli bombardımana tutan gazete manşetlerinin hiçbiri -Ne OPEC ne de sürekli söylenen yiyecek metal mi­neral kıtlığı ya da diğer herhangi bir "kriz" nüfus yapısı ve nüfus dinamiğinde gerçekleşen değişimler kadar, bırakın gerçek olmayı önemli bile değildir. Yine de pek çok şirket ve pek çok devlet, bu değişimlerin farkına bile varmamış­tır. En önemli değişim, büyük boyutlara varsa da, geliş­mekte olan ülkelerde çok tartışılan nüfus patlaması değil­dir. Gerçekten önemli olan ancak yine de farkına bile varıl­mayan değişim, gelişmiş ülkelerde kısa bir süre sonra yaşa­nacak olan emek kıtlığı, özellikle imalat ve hizmet alanla­rındaki geleneksel işler için genç personel bulma zorluğu­dur. Komünist blok da içinde olmak üzere -Yani Sovyetler Birliğinin Avrupa'daki bölümleri ve Rusya'nın Avrupa uy­dulara- tüm gelişmiş ülkeler; iş güçlerinin boyutlarında, yaş yapısında, eğitim yapısında ve bileşimlerinde önemli deği­şimlerle karşı karşıya kalıyor. Bu kısmen, Komünist olma­yan ülkelerde kırkların sonlarında başlayan ve altmışların oltalarına kadar devam "bebek artışı"nın ve hatta gelişmiş Komünist ülkelerde II. Dünya Savaşı sırasında başlayan ve altmışların sonlarına dek tüm gelişmiş ülkelere ulaşan "be­bek azalması"nın bir sonucu.
Nüfus dinamikleri yeni fırsatlar, yani yeni pazarlar ve yeni ekonomik entegrasyon modelleri yaratacak. Bu yeni fırsatlar ise yeni politikalara, özellikle gelişmiş ülkelerdeki yapısal büyümeleri tahmin etmek ve bu konuda gerekli önlemleri almak gibi toplum politikalarına ihtiyaç duyul­masına neden olacaktır. Gerek Batı'nın işsizlik sigortası yaklaşımı gerekse Japonya'nın "ömür boyu iş" politikası en iyi olasılıkla kısmi başarılardır ve oldukça yetersizdir. Hep­sinden önemlisi nüfus dinamikleri; şirketlerin, hükümetle­rin, çalışanlarını sendikaların ve memurların üzerlerinde en çok titrediği düşüncelerin ve alışkanlıkların bir kısmını sar­sacak gözüküyor. Nüfus dinamiklerindeki değişiklikler, uluslararası ekonominin ve uluslararası ticaretin kabul ettiği kavramlara, büyük ölçüde nihai ürüne dayanan uluslararası ticaretin yerine "ürün paylaşımı"nı sunarak meydan okuya­cak. Tüketici pazarlarının yapısı ve bölünmüşlüğüyle ilgili sahip olunan inançlara, büyük ölçüde meydan okuyacak. Geleneksel "çok uluslu işbirliği"ni "çok uluslu konfederas­yon'a dönüştürecek. İstihdam ve işsizlikle ilgili geleneksel kavramları ve ölçüleri alt üst ederken, iş gücü sıkıntısı ve iş gücü fazlalığının aynı anda yaşanmasına neden olacak. Gelişmiş ülkeleri öncelikle yüksek öğretim ve uzmanlık ge­rektiren alanlarda istihdam yaratmakla birlikte ekonomik yoksulluk tehlikesini göze alarak kalifiyesiz ya da yarı ka­lifiyeli iş gücünün çalıştığı alanları korumak için baskı oluş­turmaya itecek. Son yüz yılda üzerinde çok durulan bir olgunun yani belirli bir yaşta emekliliğin pabucunu dama atacak. Bütün bu değişimler hep birlikte, gelişmiş ülkelerdeki iş gücünü dönüşüme uğratacak. Bu dönüşüm; artık "geleneksel" iş gücünün olmadığı, ortada tek bir "iş gücü"nün değil "iş güçleri"nin olduğu ve bu iş güçleri­nin her birinin kendine özgü gereksinimler, beklentiler ve performans özellikleri taşıdığı noktaya kadar devam ede­cek.
Nüfus dinamikleri, geleneksel organizasyon yapısını, özerk yönetim ve özerk uzman organizasyonlarının ortak­laşa yaşadığı bir "çift başlı ejderha"ya dönüştürecek. Bu nü­fus dinamikleri ekonomi, toplum ve organizasyonla ilgili yeni ve farklı stratejilerin oluşturulmasını gerektirecek. Sh:83-84
**
Eski bir söz "Kimse doktorlarla bir hastaneyi yönete­mez; ancak onlar olmadan da yönetemez" der. Aynı şekil­de bütün üniversite dekanları, kendi kendilerine de olsa şu sözü söylemiştir herhalde. "Kimse üniversiteyi öğretim üye­leriyle yönetemez; ancak onlar olmadan da yönetemez." Bu söz, iş girişimleri de içinde olmak üzere tüm modern organizasyonlar için geçerlidir. Tüm girişimler; performans sergilemek için kendilerini kurumlardan çok disipline ada­yan ve kendilerini adadığı ölçüde verimli olan ve bütüne ait hedeflere ulaşmak için çalışmak zorunda olan uzmanlar gerektiren "çift başlı ejderhalar" olmaktadır. "Çift başlı ej­derhaların ortaya çıkışı da nüfus dinamiklerinin bir sonu­cudur; yöneticilerin yönetmeyi öğrenmek zorunda olduğu fırtınalı dönemlerin bir başka örneğidir. Sh:136
**
Nüfusun değişim gösterdiği dünyada Sovyetler Birliği'nin konumu daha önce rastlanmamış türdendir; çünkü Sovyetler Birliği'nin Avrupa'daki bölümü gelişmiş bir ülke iken, Asya'daki bölümü ise gelişmekte olan bir ülkedir. Bu iki bölüm arasında nüfus dinamikleri konusunda yaşanan köklü karşıtlık, Rusya'nın bu yüzyılın kalan bölümünde de varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğini önemli bir şüphe ko­nusu yapıyor.(Türkiyede’de Doğu- batı farkı)
Rusya, bugün varlığını sürdüren bir on dokuzuncu yüzyıl imparatorluğudur. Sınırları içinde her ikisi de uç noktada olmak üzere gelişmiş dünya ve gelişmekte olan dünyanın nüfus yapısını taşıyan tek ulustur. Rusya'nın Av­rupa'daki bölümü, bugün tüm ülkeler içinde en düşük do­ğum oranına sahiptir. Hiçbir zaman bir "bebek artışı" yaşa­mamış ve bu nedenle Batı ülkelerinin aksine genç yetişkin­ler için hiçbir kaynağı olmamıştır. Batı'da eğitim alanında yaşanan değişimlerle hemen hemen aynı değişimleri yaşa­mıştır. Ortalama yaşam süresi ise Batı'da olduğu gibi hızla artmaktadır. Bugün tüm toplumlar içinde Rusya'nın Avru­pa'daki bölümü en yüksek yaş ortalamasına sahiptir. Sayın Brejnev yetmiş üç ya da yetmiş dört yaşına ulaşmış birisi olarak yaşlı kabul edilmektedir. Brejnev'in fiziksel ve zihin­sel olarak gerçekten yaşlı olduğu söylenebilir. Ancak Rus­ya'nın başlıca sorunu, devamını sağlayacak genç insanlar­dan yoksun oluşudur. Rusya'yı ziyaret eden herhangi birisi, etkin orta yaşlı insanların eksikliğinin her alanda yaşandı­ğından bahsetmektedir.
Rusya'nın Avrupa'daki bölümü aynı zamanda, tek emek kaynağı olan çiftliklerde çalışan verimsiz işçileri kul­lanmada da sorunlar yaşıyor. Kollektif çiftlikler birer zen­ginlik kurumu oldu. Yetenekli ve hırslı olan insanlar bura­lardan çok önce ayrıldı ve şehirlere yerleşti. Geride siste­min verimli olmalarına izin vermediği ancak kendilerine çiftlikte kaldıkları sürece düşük ancak garanti bir gelir sun­duğu verimsiz işçiler kaldı. Kollektif çiftlikleri lağvetmek ve pazar için üretim yapacak büyük aile çiftliklerini harekete geçirecek düğmeye basmak -modern teknolojik koşullar al­tında Rusya'daki tarımın gerçek anlamda etkili olması için tek yol- politik olarak imkânsız ve rejimin bir kenara itil­mesi anlamına geliyor. Ancak eğitimli Ruslar, diğer herhan­gi bir yerdeki eğitimli insanlar gibi, el emeği gerektiren iş­lerde çalışmak için son derece isteksiz.
Nüfus konusundaki sıkıntısını 1970'lerde gören Rusya, büyük bir politik değişikliğe girişti. Stalin'in iş başına geldi­ği yirmilerin ortalarından o zamana dek dış sermayenin Rusya'ya girmesine izin verilmedi; çünkü yabancı yönetici­ler, teknik adamlar ve ideolojik pislenme korkusu yanında ortada ulusal gurur da vardı. Ancak 1970'ten sonra Sovyetler Birliği, her biri yüksek otomasyon içeren ve 'kapitalist dünya' daki büyük şirketlerle işbirliği gerektiren fabrikalar için sermayenin ülkeye girmesine izin verdi. Sözgelimi Fiat; otomobil, kamyon, ağır iş makineleri üretmek için yatırım yapıyordu. Bütün bunları yapmak için Sovyetler Birliği ve onun uyduları, borç veren kurumların güvenlerini aşan öl­çüde 'kapitalist' dünyada ağır borç altına girdi. Bu, Sovyet­ler Birliği'nin temel Marksist inanca göre büyük bir günah gibi gördüğü ve bozmaktan her zaman kaçındığı bir şeydi.
Bununla birlikte, nüfusdaki değişimlerin sonuçlarını önlemeye yönelik bu çaba, tam bir başarısızlık oldu. Niha­yet bazı fabrikalar işlemeye başlasa bile -muazzam sermaye yatırımlarına rağmen fabrikaların çoğu hâlâ proje halinde- bu fabrikalar otomasyondan çok el emeğine dayanacak. Aslında bu fabrikaların ihtiyaç duyacağı emek türü, Sovyet­ler Birliği'nde en az bulunan kaynak olan kalifiye bakım iş­çileri, ustabaşılaıı ve teknisyenleridir.
Sovyet toplumunun geleneksel yapısı içinde geriye sa­dece bir seçenek kalıyor; silahlı kuvvetlerde hızlı bir indiri­me gitmek.
Sovyetler Birliği'nin Asya bölümündeki nüfus, özellik­le genç nüfus, son derece hızlı artıyor. Asya nüfusu, Sov­yetler Birliği içinde şimdiden çoğunluğu oluşturuyor. 2000 yılına kadar Sovyetler Birliği'nin bugün kapladığı alanda yer alan nüfusun üçte ikisi Asya'lı, bunun yarısı ise Müslü­man olacaktır. Bugüne dek Sovyetler Birliği'nin Asyalı hal­kı, herhangi bir iktidar koltuğuna oturmadı. Bu halkın bü­yük çoğunluğu, yaklaşık dörtte üçü, Rusça konuşmuyor; oysa Sovyetler Birliği'ndeki bütün işler Rusya'dan yönetili­yor. Hükümette, Komünist Parti'de, üniversitelerde ve sa­nayide önemli denilecek pek az yer -eğer varsa- Asyalıların elinde. Bu insanlar bilim, teknoloji ya da sanatda da temsil edilmiyor. Hepsinden önemlisi bugüne dek Sovyet ordu­sunda üst düzey komutanlıklarda görev yapan Asya köken­li subayların sayısı çok az. Bu komutanlıklar, sanki çar or­dusunun komutanlıklarıymış gibi tamamıyla beyaz Avrupalılar'a ayrılmış.
Nüfus yapısının sonucu olarak Sovyetler Birliği, ko­münizmin cevap veremeyeceği iç sorunlarla karşı karşıya­dır. Bu sorunları gerek sanayiyle gerekse silahlı kuvvetlerle ilgili alacağı önlemlerle azaltmak zorunda kalacak; ya da politik sarsıntılar olmaksızın yapılması güç olan, kollektif çiftliklerde reform yapma yoluna gidecektir. Rusya gelişmiş Avrupa bölümünün nüfusu ile gelişmekte olan Asya bölü­münün hızla büyüyen nüfusu arasında artan gerilimden ka­çamaz. Gelecek yirmi beş yıl içinde Sovyetler Birliği; II. Dünya Savaşı'na dek diğer tüm on dokuzuncu yüzyıl impa­ratorluklarını parçalayan türde ırkçı, etnik, dini ve kültürel gerilimlerle karşı karşıya kalacaktır.
Gelecek birkaç yıl, II. Dünya Savaşı'nın sona ermesin­den sonra dünya politikasında yaşanan yıllar arasında en tehlikeli yıllar olabilir. Bu yıllar, Kremlin'deki bir boyun eğ­mezin Rusya'nın geleneksel politikasına dayanarak askeri ve politik üstünlük kazanmayı bekleyeceği son yıllar ola­caktır. Bu tarihten sonra, Sovyetler Birliği silahlı kuvvetler­deki üst düzey komutanlıkların Asyalılar'a bırakılması riski­ni yüklenmezse, insan gücü avantajı hızla Sovyetler Birliği'ne karşı dönecektir. Ücretli asker kullanmakla bir ölçüde sıkıntıdan kurtulunabilir. Sovyetler Birliği, Afrika'da Kübalılar'ı ve Çin'le olan savaşında etkin şekilde Vietnam'lıları kullanarak bu politikayı zaten izliyor. Ancak bütün bunları güç dengesini bozmak üzere kullanabilir. Gerek Elbe'ye yapılacak bir saldırı (Batı Avrupa'nın korktuğu gibi) gerek­se Batı Avrupa'yı aldatarak Orta Doğu petrol bölgelerinin askeri ya da ideolojik açıdan işgali olsun, bütün bunlara karşı Batı güçlü olmalıdır. Sh:95-98
**
Gelişmiş ülkelerde geleneksel işlerin, özellikle gele­neksel imalat işlerinin maliyeti, işgücü sıkıntısı nedeniyle artacaktır. Ancak geleneksel işler için daha yüksek maaş ödenmesi bile, gerekli işgücünün kazanılması için yeterli olmayacaktır. Çünkü gerekli işgücü ortada yoktur. Üretim aşamasında yoğun olarak el emeğine ihtiyaç duyulan işler için başka bir yerden işgücü bulunmadıkça, gelişmiş ülke­lerin üretim kapasitesi düşecektir.
Buna karşılık gelişmekte olan ülkeler, sadece gele­neksel işler ve el emeğinin yoğun olarak kullanıldığı işler için gerekli nitelikleri taşıyan işgücü fazlası için iş bulamaz­sa, toplumsal ve politik dengesine yönelik ciddi tehditler yanında, ekonomik konumu ve ulusal üretiminde bir dü­şüşle karşı karşıya kalacaktır. Bu ülkeler kendi entegre sa­nayilerini oluşturmak için ne gerekli teknolojiye ne gerekli sermayeye ne de gerekli yönetim bilgisine sahip değildir. Bu ülkelerin büyük bölümü, bu tür sanayilerin ürünlerini talep edebilecek pazarlardan da yoksundur. Yüksek tekno­loji ve yüksek yönetim yeteneği gerektiren üretim aşamala­rı için bu ülkeler, gelişmiş ülkelere ve bu ülkelerin eğitimli insan gücü fazlasına her geçen gün daha da bağımlı hale gelmektedir. Gelişmekte olan ülkeler, işgücü fazlalarının ürünleri için yeterli pazarı, sadece gelişmiş ülkelerde bul­mayı umut edebilir.
Ürün paylaşımının uygulanması, gerek gelişmiş ülke­lerin gerekse gelişmekte olan ülkelerin ihtiyaç duyduğu ekonomik entegrasyonun en önemli şeklidir. Ürün paylaşımın­da gelişmekte olan ülkelerin kaynakları -geleneksel işler için bol işgücü- gelişmiş ülkelerin kaynaklarıyla -yönetim bilgisi, teknoloji, eğitimli personel, pazar ve satın alma gü­cü- birleştirilir.
ABD'de satılan erkek ayakkabılarının derileri, genel­likle Amerikan sığırlarından elde edilir. Ancak bu deriler çoğunlukla ABD'de değil, Brezilya'da tabaklanır. Tabakla­ma el emeğinin yoğun olduğu bir iştir ve bu iş için Ameri­ka'da yeterli işgücü yoktur. Bu deri, ardından Karayiplere - büyük olasılıkla bir Japon taşımacılık şirketiyle- gönderilir. Üst kısmı British Virgin Adalarında, taban kısmı ise Haiti'de yapılır. Ardından üst ve taban kısımları, ürünleri İngiltere ya da Avrupa Ortak Pazarına girebilen Barbados ya da Jamaica gibi adalara ve üst ve taban kısmının birleştirilerek ayakkabı yapıldığı ve Amerikan tarifesinin şemsiyesi altın­da tekrar ABD'ye giriş yaptığı Puerto Rico'ya gönderilir.
Bu ayakkabıların menşei ne? Tek tek düşünüldüğünde deri en büyük maliyeti oluştursa da, imalatçının ayakkabı için ödediği toplam maliyetin ancak dörtte birini oluşturu­yor. İşgücü açısından düşünüldüğünde, bu ayakkabılar 'it­hal'; ustalık açısından düşünüldüğünde ise 'Amerikan yapı­mı'. Bu ayakkabılar hiç şüphesiz uluslaraşırı bir nitelik taşı­yor. Yoğun emek gerektiren herhangi bir şey, gelişmekte olan ülkelerde işleniyor. Büyük ölçüde sermaye, otomas­yon ve yetenekli ve ileri bir yönetim gerektiren sığır yetişti­riciliği ise; gerekli yeteneği, bilgiyi ve donanımı taşıyan ge­lişmiş ülkelerde yapılıyor. Tüm üretim sürecinin yönetimi de -ayakkabıların tasarımı, kalite kontrolü ve pazarlanması- tamamıyla, bu görevler için gerekli nitelikte insangücünün bulunduğu gelişmiş ülkelerin elinde. Sh: 102-103
**
Uluslararası ticaret, rekabet içindeki ürünlerin değişimi, bir ülkedeki makine parçalarının diğer ülkedeki makine parçalarıyla değişimi anlamına gelmekte­dir. Kimya sanayinin ticaret modeliyle türü belirlenmiştir. Bütün büyük kimya şirketleri, diğer kimya şirketlerini hem en büyük müşterileri hem de en ciddi rakipleri olarak gör­mektedir. Beş milyonluk İsviçre, Amerikan yapımı ürünler için yüz katı bir nüfusa sahip Hindistan'dan çok daha iyi bir müşteridir. Bir ülke sanayileştikçe, diğer sanayileşmiş ülkeler için daha iyi bir müşteri olmaktadır.
Entegre ticaret aşamasına ulaşmak üzereyiz; çünkü bu kavram ürün paylaşımının ifade ettiği şeyin ta kendisidir. Yine de ekonomistler, teorisyenler ve politika üreten kişiler bu meydan okuma karşısında tamamıyla hazırlıksızdır. As­lında, kavramlar ve ölçülerden yoksun olmak, oldukça cid­di bir sorundur. Elimizdeki kavramlar, ürün paylaşımını ye­terince karşılamıyor.
Bir hükümet istatistikçisi Amerika'dan ihraç edilen de­rileri 'ihraç' olarak, ayakkabıların ithalatını ise 'ithalat' ola­rak kayıt edecektir. Bu kişinin yazdığı rakamlar, bu iki kav­ramın hiçbirini karşılamıyor. Amerikan sığır yetiştiricisi var­lığının, dışarıda yapılan ayakkabıların Amerikan pazarında satılmasına bağlı olduğunu bile bilmiyor. Ayakkabı yapı­mında kullanılan deriler Nebraska'daki çiftlik hayvanı yetiş­tiricisi için kâr etmek ve ne kâr ne zarar etmek -dengede olmak- arasını temsil ediyor. Bunun tersi olarak, Haiti'de bu Amerikan ayakkabılarının tabanını yapan bir kişi, varlı­ğının ABD'de yetiştirilen sığırlara bağlı olduğunu düşünü­yor. Ancak henüz hiç kimse, karşılıklı ilişkinin farkına vara­mıyor.
ABD'deki ayakkabı işçileri sendikaları ya da Kuzey Carolina'daki ayakkabı yapımcıları 'ucuz dış ithalata' yasak­lama getirilmesi için yollara döküldüğünde; büyük çiftlik­lerdeki sığır yetiştiricilerinin hiçbiri gerçekte varlıklarının nedeni olan Amerikan derilerinin ihracatına yönelik bir ya­saklamadan bahsedildiğini düşünmüyor. Amerikan deri dabaklama sanayi, sığır derilerinin yurtdışına gönderilmesine yönelik bir yasaklama istediğinde; Amerikan ayakkabı satı­cıları (bırakın Amerikalı tüketicileri) bunun Amerikan ma­ğazalarında hiçbir ayakkabının satılmayacağı anlamına gel­diğini düşünmüyor. İhtiyaç duyulan dabaklama işleminin küçük bir bölümü için bile gerekli olan işgücünün bulun­madığını bilmiyor. Sh. 108-109
**
Artık 'çok uluslu' bir şirket, oldukça farklı bir görüntü çiziyor. Her şeyden önce çok uluslu bir şirket, imalat ya­pan bir şirketten çok pazarlama yapan bir şirket olmakta­dır. Bu şirket çok uluslu olacaktır; çünkü nerede üretilirse üretilsin ürünleri gelişmiş ülkelerin pazarlarında pazarlama­yı bilmektedir. Bunun yanı sıra bu şirket, teknoloji ve tasa­rım aracılığıyla yönetimin kontrol yapısını kullanan bir yö­netim şirketi olacaktır. Yarının çok uluslu şirketi bir dev ol­maktan çok küçük ya da orta ölçekli bir şirket olacaktır. Dev şirketler politik açıdan çok göze batar. Ford, Fiesta'yı ABD'de pazarlayamadı çünkü Ford da çok göze batıyordu. Yoğun olarak uluslararası emek içeren bir ürünün pazarlanmasını organize edebilen bir şirket, kendi evinin dışını görebilen bir şirkettir.
En büyük Amerikan ayakkabı pera­kendecisi olan Melville, bir milyar doların üzerindeki satı­şıyla hiç şüphesiz küçük bir şirket değildir. Ancak bu bü­yüklüğüne karşın hâlâ göze çarpmamaktadır. Bu şirket özellikle kendi ismindense çok sayıda farklı isim altında (sözgelimi Thom McAn) pazarlama yapmaktadır. Melville, bu şekilde bir uluslararası ürün paylaşımı ağını, işçi sendi­kalarının, hükümetin ya da gazetelerin hedefi olmadan or­ganize etmektedir.
Orta ölçekli bir şirket, ürün paylaşımıyla ilgili olarak büyük bir şirkete göre daha çok esnekliğe sahiptir. Bu tür bir ürün paylaşımı; gerek tasarımda, üründe, gerekse pa­zarlamada hızlı değişimler yapma yeteneği gerektirir. On yıl öncesini öngören bir plana sahip olmayan bir büyük şirket (pazar gerekleri değil kendi boyutu ve karışıklığı ne­deniyle) son derece açık bir dezavantaj yaşamaktadır.
Çok büyük bir şirketin katlanmak zorunda kalacağı bir başka etkende, değerdeki yani şirketin kendi yatırım sermayesini kullanma yeteneğindeki azalma olacaktır. Yarı­nın başarılı çokuluslu şirketleri, yatırım yeteneklerinden çok pazarlama yeteneklerine dayanacaklardır. Bu konuda da orta ölçekli şirketler açık bir avantaja sahiptir. Sh:112-113
**
Emeklilik yaşının uzatılması ve emekliliğin kişinin ka­rarına bağlı olan bir konu olarak esnekleştirilmesi, tüm ge­lişmiş ülkelerde, ekonomik açıdan ayakta kalmakla yakın­dan ilgilidir. Toplum ve ekonomi, aksi halde desteklenmesi gereken sayısız insanı destekleyemez. Artık yaşlı insanlar emekli edilmelerine karşı çıkmakta ve bu isteklerini yerine getirmek için yeterli gücü taşımaktadır.
1935'lerin ABD'sinde, altmış beş yaşının üstündeki bir insan için on bir kişi çalışıyordu; bugün bu oran üçte bir­dir. 1990 yılına kadar bu oran iki de bir olacaktır. Ekono­mistler, yaşlı insanlara 'bağımlı' olan kişilerin sayısındaki muazzam artışı bir ölçüye kadar çocuk sayısındaki hızlı dü­şüşe bağlıyor. Ancak bu durumun politik, toplumsal ve ekonomik olarak hiçbir ilgisi yoktur -aslında bir yanılgı- Maaş çekinde yazılı parayı alan ve ardından bu parayı ço­cuklarının ayakkabıları için harcamak zorunda olan bir işçi, bir 'yabancı' ya da bir 'bağımlı' için para harcadığı hissine kapılmayacaktır. Bu işçi kendi ailesi için para harcamakta­dır. Ailesi için harcadığı parayla aynı tutarda paranın, şu anda emekli olan bir başkası için maaşından alınmasıyla bu işçi -haklı olarak- bunun zorunlu bir vergilendirme ol­duğunu ve kazandığı paranın zorla elinden alındığını hisse­decektir.
Çalışan insanlar, fiziksel ve zihinsel olarak çalışabile­cek durumda oldukları halde çalışmayan insanlar için para harcamaya karşı koyacaktır. Aynı şekilde, emekli olmaları durumunda çekilmez bir yük olacak olan, kendilerine kızı­lacak ve karşı koyulacak yaşlı insanların sayısıda her geçen gün artmaktadır.
Çalışma yaşı o veya bu şekilde artırılmadığı sürece, her gelişmiş ülke, ekonomisi üzerinde enflasyonu içeren bir baskı oluşturmuş olur. Yaşlı insanlar, artırmaktan çok tüketmeye yönelir. Çalışan genç insanların maaş çeklerin­den yaşlı insanlar için emeklilik aylığı olarak aktarılan para, enflasyonu oluşturan alım gücü demektir. Bunun sonucu olarak, yaşlı insanlar için maaşlarından alınan parayı karşı­lamak üzere maaşlarının artırılmasına neden olur. Bir başka ifadeyle, bağlılık oranı çekilmez hale gelecektir.
Çalışan ve emekli olan insanlar arasındaki üçe birlik oranı korumak, tüm gelişmiş ülkelerde izlenen sosyal ve ekonomik politikaların temel hedefi olmalıdır. Bu, tüm ge­lişmiş ülkelerdeki emeklilik yaşının, yani insanların çalış­maya son vermesinin beklendiği yaşın, bırakın Japonlar'ın geleneksel elli beş emeklilik yaşını Batı'daki altmış beş emeklilik yaşının üzerine çıkması ve 1995'e kadar yetmiş ikiye çok yakın olması demektir. Yaşlı insanların, en azın­dan yarım gün çalışsa bile, 'yasal' olarak ya da 'gri ekono­mi' içinde yer alarak çalıştığı pek fark etmeyecektir.
Ancak çalışma hayatının uzatılmasında asıl etken, ekonomistler olmayacaktır. Bedensel ve zihinsel olarak 'genç' olan yaşlıların meşgul kalmak, bir şeyler yapmak, evden dışarı çıkmak ve üretken olmak ihtiyaçları asıl etke­ni oluşturacaktır.
Görülmeyen devrim: Emekli Aylığı Fonu Sosyalizmi ABD'ye Nasıl Geldi?
1980'lere kadar, ABD'deki zorunlu emeklilik yaşının altmışbeş'ten yetmişe çıkacağını tahmin etmiştim. Bu dü­şünce hemen hemen bütün eleştirilerde, saçmalığın en üst noktası olarak görüldü. O zamanlar herkes, ABD'deki zo­runlu emekli yaşının önemli ölçüde düşürüleceğini söylü­yordu. Hatta zorunlu emeklilik yaşının altmış ya da altmış ikiye indirilmesi yönünde Kongre'den önce bir işçi sendikası öneri de bulunmuş ve herkes -hükümet, işçi sendika­ları, ekonomistler, işçiler ve gerek şirket gerekse üniversite yöneticileri- buna karşı çıkmıştı. Kitabımın çıkışından on iki ay sonra, Kaliforniya yasama meclisinde herhangi bir yaştaki zorunlu emekliliğin kaldırılmasını öngeren bir yasa çıkarıldı. Kısa bir süre sonra ABD Kongresi -tekrar tüm 'saygın' insanlara karşı seçilmiş ve organize edilmiş bir ha­reket- federal hükümet görevlileri için herhangi bir zorunlu emeklilik yaşını kaldırdı ve diğer çalışanlar için bu yaşı yet­mişe çıkardı. Herkes, ABD Kongresi'nin tıpkı Kaliforniya yasama meclisi gibi zorunlu emeklilik yaşını kaldıracağını kabul ediyor. Bu, kısmen yaşlı insanlardan gelen baskının sonucudur. Bu baskılar daha da artıracaktır. Bunun nedeni yaşlı insanların -bu elli beş yaşın üstünde olan ve emeklilik yaşına yaklaştığının bilincinde olan herkes demek- gelişmiş ülkelerde oy veren insanlar içinde çoğunluğu oluşturması ve bu insanların oy verme işlemine katılma oranının otuz beş yaşın altındakilerin oranına göre çok daha yüksek ol­masıdır. Zorunlu emeklilik yaşının artırılması ya da kaldırıl­ması, kısmen de acımasız ekonomik koşullara karşılık ver­mektir.
Avrupa'da ise bu akış, oldukça güçlü bir şekilde ol­mak üzere, ters yöne doğru olmaktadır. Hemen hemen her Avrupa ülkesinde, zorunlu emeklilik yaşının azaltılmasına yönelik teklifler vardır. Sadece Japonya nüfus dinamikleri­nin mantığını kabul etmeye isteklidir. Bu ülkede emeklilik yaşı, bugün altmışa yükseltilmiştir; ancak Japonya'daki emeklilik yaşı -eğer olması gerekiyorsa-, Japonlar'ın ortala­ma yaşam sürelerine uygun olarak, yetmiş olmalıdır.
Ancak yasama meclisleri ve sendikalar hangi kararlara varırlarsa varsınlar; 'emekli' olmak istemeyen ya da olama­yan yaşlı insanların sayısı ve bu insanların o veya bu şekil­de işgücüne katılımı, her geçen gün artmaktadır. Resmi olarak emekli olan, ancak gerçekte en azından yarım gün çalışan yaşlı insanların oranı her yerde -ABD'de, Batı Avru­pa'da, Japonya'da ve Sovyet Blok'unda- düzenli olarak art­maktadır. Bunun bir göstergesi 'kara' ya da 'gri emek pazarı'nın ya da 'ayışığı'nın (tam gün ya da yarım gün çalışan ancak kazançlarını vergi kurumlarına bildirmeyen insanlar) düzenli olarak artmasıdır.
İngiltere Maliye Bakanlığı, 1975 baharında ülkenin gerçek ulusal gelirinin yüzde 7.5'unun vergi kurumlarına hiçbir zaman bildirilmediğini ve bu nedenle İngiltere'nin ulusal geliriyle ilgili istatistiklerde gösterilmediğini tahmin ediyordu. İsveç için bu oranın yüzde yirmi -ya da ulusal gelirin beşte biri- olarak tahmin edildiğini duydum. ABD'de hükümetin Genel Maliye Büro'su, kısa bir süre önce yaptı­ğı tahminde, 'ayışığı'nın kişisel gelirin yüzde onunu oluş­turduğunu düşünüyordu.
Kamu vergilerine karşı koymak, bu konuda önemli rol oynuyor. Özellikleri kamu vergilerinin oldukça yüksek olduğu İsveç gibi ülkeler için bu durum daha geçerlidir. Ancak resmi olarak 'emekli' olan insan 'ayışığı' ya da 'siyah işçiler' arasında önemli ölçüde yer almalıdır. Resmi olarak emekli gözüken ve çalışmadıkları varsayılan insanlar, İngil­tere ya da İsveç gibi pek çok ülkede, çalışmamaları için sendikalardan baskı görmekte ve ABD, İngiltere gibi ülke­lerde ise emeklilik aylıklarında ciddi kesintilerle karşı karşı­ya kalmaktadır. Bütün bunların sonucu olarak bu insanlar resmi olarak 'emekli' olarak gözükürken 'ayışığı' ya da 'si­yah işçiler' olarak çalıştırdıklarını yetkililere bildirmemekte- dir.
Zorunlu emekliliğe karşı koymanın nedeni, işgücünde yer alan insanların eğitim düzeyleri incelendiğinde daha açık olarak gözükecektir. Geleneksel Amerikan emeklilik yaşı olan altmış beş yaşına bugün ulaşan her on kişiden se­kizinin sadece ortaokul eğitimi almasına karşın, işgücüne yeni katılan her on kişiden altısı artık lise eğitiminin ileri­sinde bir eğitime sahiptir. Emekli olan insanların tümünün hayatları boyunca büyük ölçüde kol gücü gerektiren işler­de çalışmasına rağmen, bugün işgücüne katılan insanlar öncelikle kalifiye gerektiren işler için öne çıkıyor. Kol gü­cüne dayanarak çalışanlar, bir çelik fabrikasında otuz beş yıl çalıştıktan sonra elli beş ya da altmış yaşında emekli ol­maktan öyle ya da böyle memnundur. Elbette büyük bir azınlık, belki de bir çoğunluk, tekrar çalışmaya başlıyordur. Bunun nedeni kısmen tüm zamanlarını balık avlamaktan ya da evlerinin bahçelerinde oturarak komşularla çene çal­maktan sıkılmaları; kısmen de fazladan para kazanma ihti­yacı duymalarıdır. Ancak bu insanlar, fazladan kazandıkları bu paraları, vergi kurumlarına bildirmek için hiçbir psiko­lojik zorlama hissetmemektedirler.
Bununla birlikte, bilgi çalışanları için üretken bir şey­ler yapmaya devam etmek ihtiyacı, çok daha baskındır. Sh: 131-134
**
Teknoloji
Geçen birkaç yıldan beri, Nehru'nun önderliğindeki ilk yılları karakterize eden ve eleştiri kabul etmeyen çok büyük şeylere -bir nükleer reaktör ya da çelik fabrikası- karşı keskin bir tepki yaşanıyor. Ancak bugünkü Hint yet­kililerinin vurguladığı karşı düşünce de boş ve aldatıcı. Sözgelimi geçen birkaç yıl içinde Hindistan hükümeti me­kanik milleri yasaklamaya çalıştı; yaratıcı bir hindinin bul­duğu, iplik üretimini üç kat artıran ve bir bisiklet pedalı ile donatılan çıkrıklar bile yasaklandı. Bu tutumun tek sonucu; hükümetle doğru bağlantıları kuran küçük girişimcilerin sa­tın aldığı mekanik miller için canlı bir karaborsanın ve res­mi olarak 'değiştirmek' için satın alınan, yarı resmi, bisiklet pedalı ticaretinde benzer bir canlılığın doğması oldu. Bu resmi tutum hâlâ devam ediyor. Bu konuyu bana, Hindis­tan hükümetindeki en etkili ekonomistlerden biri şöyle özetledi. (Gandhi'nin yaptığı büyük hata, çıkrıkları destek­lemek oldu. Bu çıkrıklar çok fazla verimli; eski el çıkrıkları­na dönmeliyiz, çünkü onlar daha çok iş yaratıyor.) (Türkiye’de ağaçların yerine çiçek ekimi yapılması da bunun gibi)
Ancak yoksul ülkeler, el çıkrığına dönmekle pek bir şey üretemeyen kitle yığınları destekleyerek güçte değildir. Sadece çok zengin ülkeler bir refah nüfusunu destekleye­bilir. Hindistan'ın ve tüm gelişmekte olan ülkelerin ihtiyaç duyduğu şey, söz konusu ülkenin kaynaklarının en verimli şekilde kullanılmasını sağlayan işlerdir. Gelişmiş ülkelerin pazarlarına ulaşmak ve bir dünya ekonomisinde rekabet etmek için gelişmekte olan ülkeler buna muhtaçtır.
İster gelişmiş ister gelişmekte olsun herhangi bir ülke için 'uygun' olan teknoloji, en büyük ya da en küçük olan teknoloji değildir. 1950'li yıllarda inanıldığı gibi en çok ser­mayeyi içinde barındıran teknoloji de değildir; çünkü bu durum sadece bir israftır. En çok işgücünü içinde barındı­ran teknoloji de değildir; çünkü bu durumda sadece bir is­raftır. 'Uygun' olan teknoloji; kullanılabilir kaynakları en verimli şekle getiren ve dolayısıyla en çok iş yaratan tekno­lojidir.
Önümüzdeki yirmi yıl için, gelişmekte olan ülkelerde etkili olacak 'çoğaltıcı' yatırımları ve verimli işleri yaratmak yönündeki en büyük kapasite; ürün paylaşımına ve emeğin yoğun olarak yer aldığı işlere yönelik yapılan yatırım ola­caktır. Bu yatırım sonucunda elde edilen ürünler, gelişmiş ülkelerdeki uluslaraşırı konfederasyon aracılığıyla pazarlanmaktadır. Sh:142-144
**
Küçük Azınlığın Gücü
Küçük, tek bir görüş benimseyen ve genellikle paronayak belirtiler gösteren grupların gerçekte işgal ettikleri mevkiye göre çok büyük bir gücü ellerinde tuttukları ço­ğulcu bir toplumda, yukarıda belirttiğimiz sürecin ne dere­cede önem taşıdığı şüphe konusudur.
Modern devlet kuramı, ortada bir "çoğunluk" ve bir "azınlık" olduğunu ve bunların karşılıklı etkileşimleri sonu­cunda bir "genel istek" doğacağını öne sürüyordu. Bunun da ötesinde bu kurama göre gerek çoğunluk gerekse azın­lık, sosyal ve politik kararların tüm açılımlarıyla ilgilene­cekti. Bunun dışında herşey "hizipsel", uğursuz ve kötü olarak düşünülüyordu. Modern politik partiler "hizipleri" genel iyi ve genel istekle bütünleştirmek ve "hizipleri" "programlara" dönüştürmek üzere kullanılabilecek araçlar olarak doğdu. İlk olarak İngiltere'de Edmund Burke'in par­tilerin Fransız Devrimi'nin uç noktadaki hizipçiliğini bütün­leştirme gücüne karşı çıkmasından bu yana, bütünleştirici parti kavramı modern politik teorinin ve modern politik uygulamanın merkezini oluşturdu.
Bütünleştirici partiden karşıtlık içeren partiye doğru gelişen değişim, içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk yılların­da başladı. Bu değişimde rol alan etkenlerden biri, oldukça uç bir noktada benimsenen ve tek bir görüş içeren kav­ramları, "genel isteğin" ve "genel iyinin" üzerine yükleyen işçi sendikalarıydı. Ancak işçi sendikaları parti sistemine büyük ölçüde uygunluk da gösteriyordu. Avrupa'da işçi sendikaları bir "Sosyalist", "Komünist" ya da "İşçi" partisinin ideolojik çatısı altında bütünleşti. Bu partiler her konuda öne çıkıyor; uzun bir dönemden bu yana işçi sendikaları­nın sınırlı çıkarlarını geniş tabanlı bir ideolojik uzlaşmayla bütünleştirmeye çalışıyor ve bunda da belirgin bir başarıya ulaşıyor. ABD'de ise işçi sendikaları karşılıklı ideolojik bağ­lantılardan -az ya da çok- uzak durdu; ancak çıkarlarını be­lirli ekonomik hedeflerle sınırlamaktansa, sosyal politik ve kültürel konularla mükemmel bir uygunluk sergileyecek şekilde geliştirdi. Aslında sınırlı ekonomik hedefleri dışında Amerikan işçi sendikaları geleneksel değerlerine -gerek ai­le ya da kilise gerekse Amerikan dış politikası ya da anaya­sa sistemi- sıkı sıkıya sarılan bir güç oldu.
Ancak söz konusu geleneksel kavrama meydan oku­yacak, yeni ve farklı kuvvetler doğdu. Bu kuvvetlerin belki de ilk ortaya çıkanı, tek bir görüş benimseyerek ve diğer tüm konuları önemsemeyerek çoğunluğa yasaklamalar ge­tiren ve oy verebilen nüfus içindeki oranları yüzde 5'i geç­meyen azınlıklardı. 1920'lerde içki yasağını savunanlar, kendi savundukları ya da karşı oldukları konularda büyük çoğunluğun en iyi olasılıkla kayıtsız olduğunu çok iyi bili­yordu. Amerikalı askerlerin I. Dünya Savaşı'ndan dönme­siyle savundukları davanın kaybedileceğini de biliyorlardı. Ancak bu insanlar geleneksel parti yaklaşımının çok küçük gruplara bir salıncak oy fırsatı, yani lehine değil aleyhine oy kullanma fırsatı verdiğinin de farkındaydı. Böylece oy verebilen her yirmi Amerikalı'dan sadece 1 tanesinin oluş­turduğu bu küçük grup, konuyu kimin aleyhine oy kulla­nabilecekleri noktasına getirerek istedikleri yasakları getir­diler.
Kısa bir süre sonra Gandhi, Hindistan'da, benzer nite­likler taşıyan küçük bir grubun pasif direniş ve sabotajla en büyük güçlerden birini engelleyebileceğini gösterdi. Elbet­te, eğer yirmilerdeki İngiltere hâlâ imparatorluk görevlerine inansa ve kendi isteğinin gerçekleşmesi için bu oldukça küçük karşıt azınlığa baskı uygulasaydı -gerekirse kuvvetle- , Gandhi'nin başlattığı hareket kısa süre içinde bastırılırdı. Ancak İngiltere bunu denediğinde, küçük bir grubu bastır­mak üzere yaptığı girişim kısa süre içinde "Amritsar Katlia­mı" oldu ve o ana dek yapılması gereken bir iş olarak gö­züken şeyin -ayak takımını kuvvet kullanarak dağıtmak- İngiliz generaller tarafından yapılmasını engelledi. Gand­hi'nin başarıya ulaşmasını sağlayan şey, Amritsar'a karşı Hindistan'dan değil İngiltere'den gelen tepkiydi.
Bu iki olay politik dinamiklerde kesin bir değişiklik anlamına geliyordu. Bireysel çıkarları çoğunluğun çıkarla­rıyla bütünleştirmeye çalışan partilerin -grupların, tek bir görüş benimseyen küçük azınlıklara karşı güçsüz olduğunu gösteriyordu. Bu küçük azınlıklar, tek bir olumsuz konu üzerinde durur. Bu tek olumsuz konu ise, dünyanın ya da en azından toplumun kaderini etkiler ve sadece sınırlı bir amaca yöneliktir. Bedeli ne olursa olsun bu amacın et ye­memek, içki içmemek, çevreyi kirletmemek, risk yüklen­memek ya da kanserle ilgili olması, durumu değiştirmez. Partilerin, tanım gereği, harekete geçmek için uzlaşma ya­ratmaya çalıştığı durumlarda; hizipler karşıtlıklar sergileye­rek bu hareketi engellemeye çalışır. Bu hizipler, yüzlerce milyonluk nüfusa sahip bir yarıkıtadaki birkaç yüz sıradan insandan oluşan Gandhi'nin Amritsar'ı gibidir. Ellerinde gü­cü, toplayabilecekleri destekle değil engelleyebilecekleri hareketlerle kullanırlar. Ellerindeki güç, yapılan bir hareke­ti onaylamak değil, veto etmektir.
Partilerin eylem için hareketlenmesi, her geçen gün azalmaktadır. Sonuç üretme gücü; hiçbir olumlu program­ları olmayan, sadece "düşman" olarak besledikleri olumsuz programlara sahip olan küçük grupların eline geçmektedir. Bu grupların sloganları "sivil haklar" değil "nükleer güce hayır" (Bu slogan ilk ortaya atıldığında nükleer silahları he­def almasına karşın bugün nükleer reaktörlere karşıdır) olarak karşımıza çıkar. İngiltere'deki sendikalarda tüm üye­lerin sadece yüzde 2 ya da 3'ünü temsil etmelerine karşın "radikallerin" ya da "kavgacıların" ya da "solcuların" etkin olduğu söylenmektedir. Bu durum, mitinglerde boy göster­meyen, oy vermeyen ve oy vermeyi pek önemsemeyen büyük "ılımlı" çoğunluğun uyuşukluğuyla açıklanmaktadır. Ancak gerçekte, azınlıkların sekte vurabilecek güce ulaş­maları, kendilerini tek bir konuya adamaları ve asıl olarak eylemlerinin sonuçlarıyla ilgilenmemeleridir. Bu azınlıklar, sadece bozmakla ilgilenmektedir.
Tek bir üstün değere, ya da doğaüstü bir gerçeğe, inanan bir birey ya da grup, tanım gereği paronayaktır. Bu birey ya da grubun dışındaki insanların akla uygun davran­masının en önemli nedeni, dünyanın karışık bir yapıda ol­duğunu ve hiçbir nihai değerin olmadığını -belki bu dün­yayla ilgili olmayan bir değer dışında- bilmeleridir. Ancak paronayak olsun ya da olmasın modern politikanın uzlaş­ma yaratmaktan karşıtlık ve düşmanca yöntemler yaratma­ya doğru izlediği düşünce her geçen gün artmaktadır. Mo­dern politika ortak tanımlamalardan, en azı ve en az ortak­lık sergileyen düşünceyi tanımlamaya doğru kaymaktadır. Uzlaşmayı denemekten, savaşarak sonuca ulaşmaya yönel­mektedir. Belki bütün bunlar da, bir çoğulcu toplumun özellikleridir. Ancak toplumların savaşarak sonuca ulaşma kavramına sığınması, hiçbir zaman son otuz yılda gelişmiş ülkelerde gözlenen düzeye ulaşmamıştır.
Tek bir mutlak gerçeği benimseyen ve kendisini ona adayan küçük bir grup, farklı bir ifadeyle, "paronayak" ola­rak adlandırılabilir. Bu tür bir grup son tahlilde kullandığı araçların yanlış olabileceğini ya da kendilerinin haksız ola­bileceğini kabul etmez. Eğer beklediği sonuçlara ulaşamaz­sa, söz konusu olan şey, şeytani güçlerin bir başka kanıtı­dır. Yaşanılabilecek bu durum, bırakın, harcanan çabaların yanlış yönlendirildiğinin, grubun haksız olduğunun bir göstergesi olarak bile kabul edilmez. Sözgelimi içki yasağı yanlısı olan hiçbir Amerikalı, yasaklarla gelen tüm değişik­liklerin -tüm olumsuz etkilerine rağmen- içki içmeyi daha da yaygınlaştırdığını kabul edememiştir. Sh:219-223
**
Uzlaşmadan karşıtlığa ve ortak isimleri aramaktan tek amaç benimseyen fanatizme doğru gelişen değişim, yöneti­cilerin politik arenada uyguladıkları geleneksel çalışma şe­killerinin artık işlemeyeceği anlamına gelmektedir. Yöneti­cilerin, politikacıların ihtiyaçlarını anlaması ve onlarla işbirliği yapması her zaman hoş karşılanmıştır. Öne sürülen dü­şünce her zaman şu olmuştur: İster parlamentoda isterse si­vil hizmetlerde görev yapsın, politikacılara yakın ol, onları tanı ve onlar tarafından tanın. Diğer insanların -özellikle de politikacıların- bakış açıları, değerleri öncelikleri ve sorun­ları bilinmelidir. Çünkü bu insanların bakış açıları, değerle­ri ve üzerlerindeki baskı; ister bir şirket isterse bir hastane, üniversite ya da devlet kurumu yönetsin yöneticilerin bakış açıları, değerleri ve üzerlerindeki baskılardan çok farklıdır. Bir yöneticiye son derece açık gözüken bir şeyin -sözgeli­mi başında bulunduğu kurumun görevi, politikacılara çok uzak olabileceği de bilinmelidir. Politik süreçte rol alan in­sanları tanınmak ve bu insanların yapabileceği bir şeye ih­tiyaç duymadan önce bu insanlar tarafından tanınmak, akla uygun bir davranıştır. Yöneticiler, başlarında bulundukları kurumların yaptıkları etkilerin yaratacakları sorunları ince­lemeli ve bu sorunlar birer "skandala" dönüşmeden ve ye­niden seçilmek ya da terfi etmek için uğraş veren politika­cıları etkileyen bir sorun olmadan önce çözüm üretmelidir.
Siyasî Bir Eylemci Olarak Yönetici
İster bir şirketin isterse bir hastanenin ya da üniversi­tenin başında olsun, yeni yöneticiler kendilerini "özel bir çıkarı" temsil eden kişiler olarak görmeye -ve böyle görül­meye- son verirlerse etkin olacaktır. Kutsal nedenlere "ta­mamen inanan" insanlarla dolu bir politik arenada, kurumların başlarındaki yöneticiler kendilerini ortak iyinin temsil­cisi ve "genel isteğin" sözcüleri olarak kabul ettirmelidir. Yöneticiler artık politik sürecin bütünleştirici bir güç oldu­ğuna güvenemez; yöneticilerin kendisi bütünleştirici bir kimlik taşımalıdır. Kendisini üretimde, performans sergile­mede ve harekete geçmede toplum çıkarının sözcüsü ola­rak kabul ettirmelidir. Bu ise herhangi bir kurumun (ancak özellikle bir şirketin) başındaki yöneticinin, politikanın ge­nel çıkar ve toplumsal bütünlüğü sağlamak için ne olması gerektiğini göz önüne alarak düşünmesi gerektiği anlamına gelir. Yönetici bunu ortada bir "sorun" olmadan, bir başka­sının önerisine karşı koymadan, olumsuz bir durum yaşan­madan önce yapmak zorundadır. Bu durumda bir yönetici, aynı zamanda, öneriler sunan, eğiten ve taraf tutan bir in­san olmalıdır. Bir başka ifadeyle, bir yönetici; "konuları" yaratmayı, toplumsal sorunları belirlemeyi ve bu sorunlar için çözüm üretmeyi ve özel bir "şirket" çıkarından çok bü­tünü ilgilendirecek şekilde toplumdaki üreticilerin çıkarları için konuşmayı öğrenmek zorunda kalacaktır.
ABD'de İşadamları Yuvarlak Masası (büyük şirketler- deki baş yöneticilerden oluşan bir grup), politik karşıtlıklar üretmeden önce ekonomik ve sosyal sorunları göz önüne alarak düşünen ve politik formüller üreten bir politik araç olmayı başarmıştır. Bu grup sessiz kalmayı denemiş, her­kesçe bilinen şeylerden kaçınmış ve dillere düşmekten kur­tulmuştur. İngiltere'de ise Ingiliz Yönetim Kurumu (British Institute of Management) benzer şekilde eylemci bir kimli­ğe bürünmüştür. Yöneticilerin ortak refah ve toplumun ekonomik çıkarlarının meşru sözcüsü olması fikri, destek görmektedir. Japonya'da da üst yönetimin oluşturduğu ve köklü temelleri olan güçlü kurumlar, zararlı gördükleri politik önerilere "Hayır” demekten yapıcı ve toplumun çıka­rıyla ilişkili gördükleri politikaları geliştirmeye yönelmekte­dir.
Etkin olabilmeleri için yöneticiler, kendilerini üreticile­rin çıkarlarının temsilcileri ve genel isteğin sözcüleri olarak kabul edecek yasal düzenlemelerin yapılmasını sağlamak zorundadır. Bu, iş gücü fazlalığının tahmini ve bu konuda önlemler alınması gibi politakalar için gereklidir. Bu noktada, yöneticilerin, hiz­metlilerin sahipliğinin şirketin hükümranlığıyla ve hizmetli­lerin yeteneklerinin vatandaşlık sorumluluğuyla bütünleşti­rilmesi sorumluluğunu üstlendiği düşünülmektedir. Yöneti­cilerin "kârdan" bahsetmeyi ve o işte kalmanın maliyetini karşılama sorumluluğunu üstlendiği düşünülmektedir. Yö­neticilerin, tek bir çıkarın yani "şirket" çıkarının temsilcisi olmaya devam etmekten çok -bu kapasiteyle sadece kay­bederler- genel iyinin temsilcileri olarak hareket etme ve konuşma sorumluluğunu üstlendiği düşünülmektedir.
Büyük Amerikan şirketlerindeki yöneticilerin, enflas­yonun çalışanların ödedikleri vergi üzerindeki etkisiyle sa­vaşması, nasıl davranılmaması gerektiği konusunda çarpıcı bir örnekti. Yıllık 100.000 S’lık bir ailevi gelire sahip az sa­yıda insanın -aralarında bir avuç üst yönetici de vardır- oluşturduğu grup, Amerika'da geliri enflasyonuna endeksli olan tek gruptur. Bu insanların ödediği maksimum vergi, gelirlerinin yüzde 50'si olarak belirlenmiştir; enflasyona bağlı olarak nominal gelirlerinde gerçekleşen bir artış, da­ha yüksek bir vergi derecesinin söz konusu olduğu anlamı­na gelmez. Bununla birlikte bu grubun altında yer alanlar, bu tür korumadan hoşlanmazlar. Bu grubun altında yer alanların ödedikleri vergide, gelirleri enflasyonun üzerinde artmamasına rağmen, artar. Maksimum vergi akla uygun ve toplum tarafından arzu edilir hatta gereklidir. Ancak ben, yöneticilerin içinde bulundukları toplulukların, iş arkadaş­lıklarının ve yakın çevrelerindeki üreticilerin yaptıkları hak­sızlığa karşı sessiz kalmaya devam etmeleri halinde, bu du­rumun savunulup savunulamayacağına ilişkin şüpheler ta­şıyorum. Sendikaların farklı bakış açısı taşıması anlaşılabilir; sendikalar daha büyük hükümet harcamalarına bağlıdır ve gelirlerin enflasyonla birlikte otomatik olarak daha yük­sek vergi düzeyleriyle ölçülmesi, hükümetin gelirlerini enf­lasyondan daha hızlı artırmak için uygulayacakları en hızlı yöntemdir. Daha da ötesi, bunun için, nominal vergi oranlarında artış gibi popüler olmayan hiçbir politik eyleme ge­rek yoktur. Ancak yöneticiler bu tür bir özür ileri süremez. Yöneticilerin sessizliği zayıflık, ilgi eksikliği, sorumluluk duygusundan yoksunluk ve liderliği kaybetmek demektir.
Yöneticiler ortak çıkarları ilgilendiren konularda lider­liği ele almayı kabul etmedikçe, çoğulcu bir politik çevrede her geçen gün güç kaybedecek ve sonunda karşıtlıkların oluşturduğu bir politik düzende oyunu kaybeden taraf ola­caktır.
Yeni politik çevrenin ileri sürdüğü istekler, "büyük şir­ketleri ilgilendiren" konular gibi anlaşılabilir. Ancak tüm kurumların politik bir kimlik kazanması, liderlik ve eylem yönünde gelen istekleri orta ve küçük ölçükle şirketler de dahil olmak üzere tüm şirketlerdeki yöneticileri ilgilendiren bir konu yapmıştır. Aslında pek çok durumda, orta ve kü­çük ölçekli şirketler, ekonomik performansla doğrudan iliş­kisi olmayan bu istekleri daha dikkatli incelemeli ve bu ko­nularda daha etkin bir liderlik sergilemelidir. Baş yönetici­lerinin İşadamları Yuvarlak Masası'na oturduğu büyük şir­ketler, ulusal ve uluslararası konularla ilgilenirken; orta ve küçük ölçekli şirketler, kendilerini bölgesel konularla ilgili bulabilir. Bu orta ve küçük ölçekli şirketler, hükümetteki üst düzey yöneticilerle doğrudan çalışmaktan çok ticaret odaları ya da sanayi odaları aracılığıyla dolaylı olarak çalış­mak zorunda olabilir. Ancak zaman, politika ve karakterle ilgili istekler aynıdır. Kâr gözetmeyen kamu hizmet kurum larının başlarındaki yöneticiler de aynı isteklerle karşı kar­şıyadır ve aynı sorumlulukları yerine getirmek zorundadır.
İster çok büyük isterse çok küçük olsun, bir şirket, ana ihtiyaçları asıl olarak sadece tek bir görev için yapılan­dırılan kurumlar tarafından karşılanan bir toplumda faaliyet göstermektedir. Şirket -ya da hastane veya üniversite- ister küçük isterse büyük olsun, yöneticiler, toplumun kurumları ihtiyaçlarına ulaşmada kullanabilecekleri bir araç olarak gördüğünü ve bu ihtiyaçların da söz konusu kurumun asıl görevleriyle ilişkili olmadığını kabul etmek zorundadır -tıp­kı eğitim ve öğretim yeteneğiyle ilgisi olmadığı halde üni­versitelerden "azınlıklar" için öncelikli istihdam oluşturması istendiği gibi-. Yöneticiler; dinamiklerin küçük, tek bir gö­rüşü ve karşıtlığı benimseyen azınlıklara doğru geliştiği, bu azınlıkların veto etme gücünü ellerinde tutabildiği ve uzlaş­mayı temsil eden çoğunluktan aykırı olarak hareket edebil­diği bir politik çevrede faaliyet göstermeyi öğrenmek zorundadır. Yöneticiler, fırtınalı dönemlerde çoğulcu bir top­lumda liderlik kimliğini taşımak, bütünleştirici bir rol oyna­mak ve bütün bunlara ek olarak başında bulundukları ku­rumları performansa yönelik yönetmek zorunda olduklarını her geçen gün daha net bir şekilde görecektir.
Sh: 223-227

**
Yirmi beş yıl önce Yönetim Uygulaması (New York: Harper & Row, 1954) adlı kitabım­da müdürlerden oluşan bağımsız bir kurulun kendisi için belirlenen net görevler ve bir iş programıyla kurulmasını, şiddetle savundum. Nihayet bu öneri gerçek oluyor. Mü­dürlerden oluşan bir kurul, kurumların etkinliğinde önemli rol oynayan gerçek bir sorumluluk organı olacaktır. Ancak bu da, üst kademedeki yöneticilere yeni ve ek yükler geti­recektir.
Bütün bu taleplere Japon modeline göre yapılanan bir üst kademe yönetimiyle cevap vermek, oldukça cazip olur­du. Pek çok Japon şirketinde, üst kademedeki yöneticiler "işlem yapmaz" "ilişki kurar". Dışarıyla olan ilişkilerin -hü­kümetle, bankalarla, sanayi gruplarıyla...- sorumluğunu üst­lenir. "Şirket müdürleri" konumundaki daha genç bölüm başkanları ise, şirketi işletir. Üst kademedeki yöneticiler, bu işi yapan insanların nitelikli olmasını sağlar. Aslında Japon şirketlerindeki üst kademe yöneticileri, yönetimin başarısı konusunda diğer herhangi birinden çok daha fazla düşü­nür. Elbette önemli kararlara da katılır. Ancak şirketi bu yöneticiler "yönetmez".
Batı kurumlarının da bu yolda ilerlediğine dair çeşitli işaretler var.
En büyük Amerikan bankalarından birinde, bir baş­kan bir üst yönetici ve iki başkan yardımcısı, zamanlarının büyük bölümünü dış ilişkilerde harcıyor. Başkan ve üst dü­zey yönetici, New York şehrinin finans krizi üzerinde sıray­la çalışıyor. Bu görevi yürüten, diğer herhangi bir göreve zaman ayıramıyor. Aynı dönemde başta olan diğer kişi Bu siners Round Table'ın üyeliğini yürütüyor ve ulusal iş gücü politikaları için haftada iki gün harcıyor. İki başkan yar­dımcısı da Washington'daki kurumlarla, yabancı hükümet­lerle ve uluslararası finans kurumlarıyla ilişkileri yürütüyor. Aslında bankayı bir grup yönetici yardımcısı işletiyor. Üst kademedeki grup, üyelerinin her birinin kendisine ait yo­ğun programı olmasına rağmen haftada en az iki sabah bir araya geliyor ve öğlen yemeklerinde mümkün olduğu ka­dar sık buluşuyor.
Ancak bu gerçekten yeterli değil. Önümüzdeki dö­nemlerde, üst kademedeki yöneticilerin gerçek işe, bu işin amaçlarına, önceliklerine ve stratejilerine daha az değil da­ha çok ilgi duyması gerekecek. Bu dönemlerde iş yöneti­minde büyük ödüller dağıtılırken bu ödüllerin önemli kıs­mı üst kademedeki yöneticilerin şirketi, şirket çalışanlarını, şirketin sorunlarını ve yakalayabileceği fırsatları görmesine verilecek. Ürün paylaşımı ise, gerek kişisel ilişkilerde ge­rekse iş kararlarında üst kademedeki yöneticilerden çok daha fazlasını isteyecektir.
Dış ilişkilerin yükü yani üst kademedeki yöneticilerin eylemci ve yol gösterici olması gerekliliği, üst kademedeki yöneticilerin tüm zamanını işi yönetmek için harcadığı ve dış ilişkilere daha alt kademelere bıraktığı geleneksel Ame­rikan yaklaşımını ortadan kaldırmaktadır. Hastane yönetici­sinin gönderdiği mektubun da gösterdiği gibi, üst kademe­deki yöneticiler artık yönetim kuruluna her işi bırakamaz. Kritik politik alanlarda ve ilişkilerde, üst kademedeki yöne­ticilerin kendileri etkin olmalıdır. Bilgiyi kaynağından ala­cak ve yol gösterecek zamana sahip olmalıdır.
Bu, üst kademedeki yöneticilere ait işlerin tekrar önemli düşünce alanları olacağını kabul etmek için, gele­cekte yapılması gereken işleri ve daha da ötesi hazırlıkları, denemeleri ve yenilikleri gösteriyor, üst kademe yönetimin yapısı üzerinde II. Dünya Savaşı yıllarında çalışmaya başla­dık. On ya da on beş yıl sonra çalışmalarımızın sona erdi­ğini ve aradığımız cevapları bulduğumuzu düşündük. Bu­gün bu soruları açıklamaya çalışmak için tekrar işe başla­mak zorundayız.
Yönetim olgusu üzerinde odaklanan ilgi, önümüzdeki yıllarda üst kademe yönetimin yapısına, bileşimine, niteliği­ne ve bu kademedeki insanlara kayacak. Yarın "üst kade­me" yönetimi, özellikle büyük organizasyonlarda gelenek­sel olarak barındırdığından çok daha fazla insan barındıra­cak. Son yirmi beş ya da otuz yıl içinde, orta ölçekli şirket­lerin bile bir üst kademe yönetim grubuna ihtiyacı olduğu­nu, bu şirketlerde tekbir "baş yönetici"nin yeterli olmadığı­nı öğrendik. Çünkü bu şirketlerde yapılması gereken işler, bir kişinin karşılayamayacağı kadar farklı yaklaşımlar, bo­yutlar ve görevler gerektiriyor. Üst kademe yönetiminin konumuna uygun bir benzetme olarak, ortada her zaman bir "şef' olsa da her sanatçının birbirine eşit olduğu küçük bir oda orkestrasını gösterebiliriz. Sh:234-236

Kaynak:
Peter F. DRUCKER, Fırtınalı Dönemlerde Yönetim, Orijinal İsmi: "Managing in Turbulent Times" trc: BÜLENT TOKSÖZ, İnkılap, 2010, İstanbul.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar