FUTBOL FANATİZMİNİN PSİKODİNAMİĞİNE BİR BAKIŞ
Ölmeye Ölmeye Ölmeye Geldik...
Bir zamanlar ülkemizde futbol, elit
gruplarda bile gizlenen bir tutku idi. Zamanla bu gizlenen tutku, açıkça dile
getirilmeye, hatta yapılacak toplantılar, verilecek randevular, düzenlenecek
paneller, konferanslar ya da türlü etkinlikler maçların naklen yayın
saatlerine göre ayarlanmaya başladı. Söyleniş şekli açısından farklılık
göstermesine rağmen, her sosyo-ekonomik kesimde “özür dilerim maç, var gelemem”
çoğu zaman geçerli ve kabul edilir mazeretlerden sayılmaya başladı. İş
yerlerinde randımanın düştüğü, okulda öğrencilerin derslere girmediği saatler
olmaya başladı televizyondaki naklen maç saatleri. Yevmiyesini ya da devam
zorunluluğunu hiçe sayıp, işçiler ve öğrenciler maçlara koştular. Maç
saatlerinde çoğu zaman boş sınıflara; bir kulağımız gelebilecek gol haberi için
dışarıda, ders anlattık biz hocalar olarak. İnsanlar enflasyon, işsizlik,
insan hakları ve Yunanistan’la olan 12 mil gibi sorunlarla ancak
taraftarı oldukları takım kaybettiğinde, yenilgiyi unutmak için ilgilenmeye
başladılar. Sayın Cumhurbaşkanımız işsizlik sorununun en fazla olduğu
illerimizden biri olan Van’a gittiğinde, karşılamaya gelen kalabalık; işsizlik
sorunu yerine, elinde tuttuğu en büyük pankartta yazılanları sözel olarak da
kendilerine ilettiler;
“Vanspor 1. Ligde kalsın”.
Siz hiç insanların neden maça gittiklerini
ya da neden maçlarda “Ölmeye ölmeye ölmeye geldik...” diyebilecek kadar
fanatik olduklarını düşündünüz mü? Yanıtınız “zevk aldıkları için ya da deşarj
olmak için” olabilir. Bunlar doğru yanıtlar değildir. Çünkü; günlük yaşantımızda
zaten bunu yapıyor, üstelik para ödemeden deşarj oluyoruz. Trafikteki sürücü;
kendisini geçenlere, kırmızı ışıkta duran taşıtlara, arabası anayolun ortasında
bozulan sürücülere bağırarak (ya da klaksiyon çalarak); usta kalfayı, kalfa da
çırağı, çırak da yeni işe başlayan diğer çırağı, o da simit satmaya çalışan
yedi yaşındaki simitçi çocuğu azarlayarak deşarj olabilmektedirler.
Peki insanlar niye maçlara giderler?
Bunun nedenlerinden birisine; Erikson’un çalışkanlığa
karşı aşağılık duygusu kavramı çerçevesinde yaklaşılan, aşağıdaki
araştırma bulguları, ışık tutabilir.
Erikson’un psiko-sosyal gelişim
evrelerinden birisi de çalışkanlığa karşı aşağılık duygusunun kazanıldığı
6-11 yaş arasıdır. Çocuk bu dönemde önemli bilişsel ve toplumsal beceriler
kazanır. Okula başladığı dönem olduğu için, büyük bir arzu ile okuma, yazma ve
basit hesapları somutlaştırarak yapmaya çalışır. Bu dönemin en önemli harekete
geçirici enerji kaynağı “merak” olduğundan, çocuk sürekli yeni şeyler denemeye
ve üretmeye çabalar. Çocuk bunları yaparken, çevresinden aldığı geri
bildirimlere göre kendi yapabilirlik düzeyini görür. Aldığı taktir ve
teşvik ile kendini kabul ettirmeyi, görebileceği destek ile daha
fazlasını yapabileceğini öğrenir. Kısaca ego sunu güçlendirir; sağlam benlik
yapısına sahip olur. Yapmak istedikleri; çevresi tarafından engellenen,
yeterli teşvik ve taktiri göremeyen çocuklar kendilerini yetersiz görüp
aşağılık duygusuna kapılacaklardır.
Kaçımız yüreklendirici, teşvik ve taktir
edici aileden geliyoruz? Koruyucu ya da yasaklayıcı anne-baba ortamından gelen,
yapmak istediği her şey için “evet devam et başarabilirsin...” yerine
“dur yanlış yaparsın..., üstüne akıtırsın ben yapayım..., bak yine beceremedin...”
tepkilerini alan çocuklarımız, ilkokulda da herhangi bir teşvik ve taktir
göremeden, yapabileceklerinin değil eksikliklerinin ve yanlışlarının
dikkate alınması ile eksiklik ve yetersizlik duyguları içinde aşağılık
kompleksi ile büyümektedirler.
Eksiklik duyguları ile büyüyen çocuk
yaşamı boyunca bu eksiklik duygularını tamamlama çabası içinde olacaktır.
Otorite ve güç olarak gördüğü objeler ile kendi gücünü entegre edip kendi
eksikliğini tamamlama (çabası) içine girecektir. Bu obje: siyasi akım olabilir ya da bulunduğu
ilin futbol takımı olabilir.
Kanımca ülkemizdeki futbol fanatizminin
altında yatan psikososyal dinamik; bireyin eksik hissettiği egosunu tamamlama
çabasıdır. Yoksa neden insanlar günlerce hakemin
yanlış verdiği “taç” kararına bile itiraz edip tartışsın. Hakemin vermiş
olduğu yanlış kararı; tuttuğu takımla entegre ettiği, eksik olarak hissettiği
kendi benliğine direkt saldın olarak görmektedir. Çünkü ego sunu eksik
olarak algılayan birey, bu yetersizlikten dolayı aşırı benliğini koruma çabası
içine girer, alıngan olur. Bu nedenden dolayı da tuttuğu takımın galip
gelmesini birey, ölüm kalım sorunu olarak görmektedir. Yenilgi durumunda
zaten eksik olarak algıladığı ego sunu yitirme tehlikesi içinde olacağını
düşündüğü için, maçlar onun için ölüm kalım arenasıdır.
Eksiklik duyguları içinde olma, sadece
bireysel değil bölgesel ve ülkeler arası da olabilir. Bölgesel olarak da
insanlar kendilerini yetersiz görüp, bölgesel ya da kentsel anlamda
kendilerini ispat etme çabası içine girebilirler. Bölgesel merkez olma
mücadelesini birçok iller arasında görebiliriz. Hemen hemen her ilin komşu il
ile futbol maçlarında su yüzüne çıkan, bazen de kanlı olabilen bir rekabeti
olmaktadır. Bunun en trajik ve kanlı örneğini 1967’ deki ancak 1 saat sürüp, 1
gol, 40 ölü ve 300 yaralı ile biten Sivasspor-Kayserispor maçında yaşadık. Bu
da İstanbul, İzmir ve Ankara gibi kapital merkezi olan büyük metropollere
karşı alt metropollerin kendini kanıtlama ya da gösterme çabası olarak
değerlendirilebilir. Bu uğraş kendini ilk olarak, büyük metropoller yerine
bölgesel güç olma çabası olarak ortaya çıkmıştır.
Çetin Altan da bu olayı, evrensel bir
kimlik özlemi çeken tipik Üçüncü Dünya ülkesi özelliği olarak yorumlamıştır.
“Evrensel bir kimlik özlemi sonucunda ülkemizdeki insanlara göre bir Türkiye
var, bir de yabancı ülkeler. Yabancı ülkeler, Türkiye’yi yok etmek isteyen Türk
düşmanları. Türkler’in tepesi bir attı mı, fena yapar düşmanlarını; özellikle
de Avrupalılar’ı... Onun için de maçlarda sık sık “Avrupa Avrupa duy
sesimizi..” sloganlarını duyarız” (Altan, Çetin).
Peki, insanlar niye maça giderler? Yukarıdaki hipotezimizi sınamak için futbol
izleyicilerine bir soru anketi verilmiştir. Bu araştırmada uygulanan soru
anketi; futbol ile halen aktif olarak uğraşan 100 profesyonel futbolcuya ve
teknik adama “bir futbol izleyicisinin bilmesi gereken 10 temel kural
nedir?” sorusuna verilen yanıtlardan oluşturulmuştur. Verilen yanıtların
frekansları alınmış ve frekansı yüksek olan 23 tane, “bir futbol
izleyicisinin bilmesi gereken temel kurallar” belirlenmiştir. 23 madde soru
haline getirilip kişisel bilgi anketi ile birlikte 1997-99 futbol
sezonlarında sekiz farklı Samsunspor futbol maçına gelen yaklaşık 1000
izleyiciye uygulanmıştır. İzleyiciler kale arkası, maroton ve kapalı tribün
izleyicileri olarak üçe ayrılmıştır. Yapılan istatistiksel işlemlerden sonra
maça gelme sıklıkları, sosyo-ekonomik düzeyleri ve doğru yanıtı bilinen soru
oranları ile ilgili elde edilen bulgular aşağıda verilmiştir.
İzleyicilerin maça gelme oranları:
Geldiği Maç Türü %
Her Maç 59.2
Ayda Bir 21.7
Büyük Takım Gelince 7.5
Yılda Bir Kez 3.3
Başka 8.3
Yukarıdaki tablo bizim, her maça gelen
izleyicilerden yarıdan fazlasına ulaştığımızı göstermektedir. Bu da
yorumlarımızı daha rahat genelleyebileceğimizi gösterir. İzleyiciler gelir
düzeyleri açısından bakıldığında: aylık geliri ortalama 70-100 milyon TL.
arasındaki olan izleyiciler (1997-1999 yılı ortalamalarına göre) %43 ile ilk
sırayı, 4070 milyon aylık geliri (1998 yılı ücret ortalaması) olan izleyiciler
ise %23.1 ile ikinci sırayı alıyor. Yani yaklaşık %60 izleyicinin aylık
ortalama geliri maksimum 100 milyon liradır. Bu da maça gelme gerekçelerinin
çok önemli olması gerektiği sonucunu bize veriyor. Çünkü izleyicilerin önemli
bir bölümü, aylık kazançlarının önemli bir kısmını maç bileti için harcıyor. Bu
araştırmanın en ilginç yanı ise; izleyicilerin sorulan 23 adet futbol
kurallarıyla ilgili sorulardan, ortalama 4 soruya doğru yanıt vermeleridir.
Akla, “acaba sorular zor muydu?” diye bir
soru gelebilir. Sorular örnek;
“aut atışı nereden yapılır, korner atışı
nereden yapılır, penaltı hangi durumlarda olur?...”
gibi para vererek maçı izlemeye gelen
izleyicilerin bilmesi gereken sorulardı. Ancak bulgular bize izleyicilerin
futbol maçına zevk aldıkları için gelmediklerini göstermiştir. Çünkü; zevk
aldığı için maça gelse idi; para vererek izlediği maçın kurallarını bilmesi
gerekirdi.
Peki insanlar niye maça giderler? Bulgular da gösteriyor ki maça gelen izleyici, para
vererek izlediği oyunun kurallarını bilmiyor. Ancak kurallarını dahi bilmediği
oyunu izlemek için kazancının önemli kısmını harcayarak maça giriyor ve zaman
harcıyor. Daha da önemlisi taraftarı olduğu takım uğrunda canını bile feda
edebileceğini, ölmeye ölmeye ölmeye geldik diyerek ifade ediyor.
Futbol maçlarında duymuşsunuzdur;
izleyiciler “ölmeye ölmeye ölmeye geldik...” diye hep bir ağızdan
bağırırlar. İzleyicileri ölüme götürebilecek kadar değerli yapan duygu nedir?
Bu duygu yukarda söylenilen eksiklik duygularını giderme çabalarıdır. Birey
tuttuğu takımın gücünü; eksik olarak algıladığı kendi ego su ile entegre eder
ve kendi gücü olarak görür. Böylece o artık güçlü birisidir. Artık yetersiz
değil, eksikliğini tamamlayan bir obje vardır. Maç kazanılınca kazanan
kendisidir. Kendini sonunda kanıtlamış, var olduğunu gösterme olanağı
bulmuştur. Takımının yenilmesini ya da takımına hakaret edilmesini; kendisine
yapılmış olarak gördüğü için tepkileri bize abartılı görünmektedir. O birey,
yenilgiyi kendi -zaten yarım olarak algıladığı ego suna saldırı olarak görmektedir.
Tuttuğu takım yenince de kendini ispat etmekte, kendini gösterebilmektedir.
Kaynakça
ABACI Ramazan [Kitap]. Yaşamın
Kalitelendirilmesi Tuzla Belediyesi-İstanbul 2005, s.45-50
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar