[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] DOKSAN DOKUZUNCU KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YÜZ ON BEŞİNCİ
BÖLÜM
Kınanan ve Övülen Kısımlarıyla Gıybetin
Bilinmesi
Hakk izzetinden inerse Açlık ve merhamet
menziline
Onu söylediği şekilde kabul et Saygınlık
bu sayede gerçekleşir.
Onu bir cahile aktarma Yoksa pişman
olursun ,
Hakkı gıybet etmen
Söylemediğiyle O’nu
zikretmelidir
Ne
kötü bir iştir bu
Gerçek olsa yine de
Biri
onu söylerse,‘tamam der’ .
Allah Teâlâ sana duyurduğu şeyi
anlamayı nasip etsin, bilmelisin ki: Gıybet, duyduğunda üzüleceği şekilde
üçüncü şahıs hakkında konuşmaktır ve müminlere haramdır. Hakkın ise gıybeti
yapılamaz, çünkü O, ‘duyan ve görendir.’ Gerçekte ve O’nu bilenlerin nezdinde
iş böyledir. Allah Teâlâ kendilerinden beğenmediği şeyleri kullarına
açıklamıştır. ‘Bir kısmı iman eder, bir kısmı kâfir olur,”5S
Öyleyse Hakk da gıybet etmez ve gıybeti yapılmaz.
Gıybet kendi aralarında yükümlülere
(mükellef) haramdır. Mümin olmaksızın, mürüvvet ve erdem sahibi insan, nefsin
nezihliği ve şerefiyle ondan uzak durur. Gıybetten uzak durmak, köklerin
asaletine kanıttır. Şu var ki belirli yerler onun dışındadır. Böyle yerlerde
gıybet, bir farz ve Allah Teâlâ’ya yakınlık vesilesidir. Müminlerden vera
sahipleri de ona yönelir ve açıklamazlar.
Bunlardan biri hadisçilerin meşru
hükümleri rivayette aşina oldukları eleştiri yöntemidir. Bazı Allah Teâlâ
bilginleri bize arkadaşına şöyle dediğini rivayet etmiştir: ‘Gel de Allah
Teâlâ yolunda gıybet edelim!’ Bu yerlerden biri de evlilikte istişaredir. Çünkü
görüşüne başvurulan kişiye güven duyulmalıdır ve nasihat de vaciptir. Başka bir
yer ise, (doğrudan birisini hedef almayan) genel gıybettir. Bu ise, insanın
belirli bir şahsı saptamaksızın kendi zamanındaki insanların gıybetini
yapmasıdır. Başka bir yer ise şeyhlerin terbiye hususunda mürideri hakkında
gıybetidir. Bunun geçerli olabilmesi, kendisine ulaştığında müridin bu
gıybette yararının bulunması şartına bağlıdır. Böyle yerlerde gıybet övülmüş
olsa bile, birisini belirlememek, belirlemekten daha iyidir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Fâsığın gıybeti yoktur’ der. Burada Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bir olumsuzlamadan değil yasaktan söz etmiştir.
(Kuşkulu şeylerden uzak duran) Vera sahipleri, bu rivayeti bu anlamda
yorumlamıştır. Kapalı konuşmak yöntemi ise, daha uygun bir yöntemdir. Bu gibi
yerlerin dışında gıybet kötülenmiştir ve kendisinden uzak durmak zorunludur.
Gıybetin övüldüğü yerlerden biri de
tanıkların eleştirisidir. Bu durum, kişi hakkında tanıklık yapan tanıkların yalan
şahidik yaptıklarını bildiğinde geçerlidir. Bu durumda insan, hakikate ve
ehline yardım edip yanlışı ve ehlini başarısız kılmak zorundadır. Buradan,
yokluğun kötülük olduğu sonucu çıkar. Çünkü yalancı tanıklar, yolduğa (ve
yanlışa) yönelmişler ve onu varlığa tercih etmiş, var olmayanı var olmayla nitelemişlerdir.
Allah Teâlâ ise bu davranışı Peygamberinin diliyle büyük günahlardan
saymıştır. Çünkü yalancı tanıkların sözleri sadece yokluğu gösterebilir. Her
şeye rağmen Allah Teâlâ yolunun ehli olan kişi, imkân bulursa açıklama değil,
ima yolunu seçmelidir. Böylece ne demek istediği anlaşılır. Bunda dini bir
yarar bulunduğunu bildiğinde, bunu yapmalıdır ve böyle bir davranış yerindedir.
Böylece maksat gerçekleşir. Böylelikle sözde herhangi bir taşkınlık ortaya
çıkmaksızın, dil üzerine düşen görevi yerine getirmiş olur. Bütün bunlar,
gıybeti yapılan kişi ‘mümin’ diye isimlendirildiğinde geçerlidir. Bu şahıs, Hakkın
‘duyması, görmesi ve dili olduğu’ makamda bulunuyorsa, onun hali müminin
halinden başkadır. Bununla beraber, o da iman ehlidir.
Bilmelisin ki Allah Teâlâ yarattığı
her hastalık için bir ilaç yaratmıştır, ilaçlar iki türlüdür: Birincisi genelin
ilacıdır. Bu, herkesin güç yetirebildiği ilaçtır. Diğeri ise, hükümdar
ilacıdır ki, ona sadece hükümdarlar ve zenginler güç yetirebilir. Bunun nedeni,
az bulunması ve pahalılığıdır. Dolayısıyla ona ancak mal ve yetld sahibi
kimseler güç yetirebilir. Doktorlar ilaçları böyle taksim ederek bu konuda
doğruya ulaşmışlardır. Zengin, yoksul, köle, hükümdar; herkesin kudreti altında
bulunan ve bütün günah ve masiyetlere karşı yararlı genel ilaç, tövbe ve
şartlarına göre hasmı razı etmektir. Bu ise tövbe edenin imkânı ve Şâri’nin
belirlediği ölçüdedir. Bunun şartı ise söz konusu ilacın hasmı razı etmeyi gerektiren
ilaç türü olmasıdır. Bu şartın zorunlu olmadığı ilaçta kul tövbe eder, hasmını
razı etmez. Çünkü hasmını razı etmeye kalkarsa, tövbe ettiği şeyden daha büyüle
bir harama düşebilir. Öyleyse insan bundan gafil kalmamalıdır.
Bu bağlamda ‘hükümdar ilacına’
gelirsek, onu Allah Teâlâ ehlinin efendileri olan ârifler kullanabilir. Onlar,
Hakkın duyma ve görmeleri olduğu kimselerdir. Bu durum, ayette ‘Kimse kimsenin gıybetini yapmasın’356 ifadesinin ardından
gelen ‘Herhangi biriniz ölü kardeşinizin
etini yemeyi sever mi?”57 ifadesidir.
Bu, genel bir ifadedir. Ardından ‘Allah Teâlâ’dan sakının’358
denilmiştir. İşte ilaç budur. Bu yönüyle takvanın anlamı, Allah Teâlâ’yı
kendinizle gıybetin de bir parçası olduğu kötü davranışlar arasında ‘kalkan’
edinin demektir. Allah Teâlâ’yı kalkan edindiğinizde, bu kalkan o fiillerin
oklarını engeller. Kalkan, oldarın geçemeyeceği kadar güçlüdür. Kalkan ile
kendini koruyan kişi, onun himayesi altına girer. Kul kendisiyle (ve ahlâkıyla)
bezenmediği sürece, Iiak kul için kalkan olmaz. Bu ‘giyinme’ ise, kalkan
kullanan kimsenin oklardan ve benzeri şeylerden korunabilmesine benzer.
Giyinmenin sonucu ise, kulun ait oldukları işlerde kendilerini kullanırken Hakkın
onun ‘duyması, dili, bütün güç ve organları’ olmasıdır. Sonuçta kul, büsbütün
nur haline gelir.
Allah Teâlâ yüce kitabında
hükümdarlara özgü bu ‘hükümdar ilacı’na dikkat çekmiştir. Bu yerlere örnek
olarak ‘Ona fücurunu -gıybet de
bir fücurdurve takvasını ilham etmiştir”59 ayetini
verebiliriz. Yani günaha karşı kalkan edineceği şeyi insana ilham etmiştir. Allah
Teâlâ fücuru (günah ve taşkınlık), nefsin bir niteliği yapmamış, onu kendisine
ilham edenin fiili saymıştır. Bu görüşü ‘Kötü ameli kendisine süslenip onu iyi gören kimse’360 ayeti destelder. Böylece Allah Teâlâ
süslemeyi kula ait saymamış, ‘Amellerini onlara süsledik’, başka bir ayette
ise ‘Şeytan onlara amellerini süslemiş ve
yoldan çıkartmıştır’361 buyurmuştur.
Allah Teâlâ (amellerin güzel
gösterilmesi anlamında) ‘süsleme’ fiilini kendisine izafe ederken ‘Onlar kördür Ahirete inanmayanların yaptıklarım kendilerine süslü
göstermişizdir de onlar ilerisini göremezler, kalpleri körelmiştir’362 yani hayrete düşmüşlerdir diye
buyurdu. Hayret, büyüklerin niteliğidir. Bu gibi yerlerde ‘hayret’ ise,
yaratılışındaki emrin süsleyene ve ilham edene ait olmasıyla ilgilidir. Onda
yaratılan -ki ilham edilen ve süslenen şeydirkendisinden sakınılması emredilen
şeydir. O ise ilham edilen ve bilfiil ortaya çıkmazdan önce süslenen şeyle
nitelenmektir. Öyleyse bu, kınanmış, fakat dışta kendisiyle gözükünceye kadar
cezalandırılmamış bir şeydir. Allah Teâlâ bu bölümün bazı hususlarında ‘O şeytanın amelinden bir pisliktir’363 buyurur.
Şeytan, (sözlük anlamıyla) rahmetten uzak olan demektir. ‘Ondan sakının.’364 Yani
rahmete yakın olan isimle birlikte olunuz! Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi
ise el-Ba‘îd (uzak) ismidir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde Hakla
bir kalkan ve sığınma aracı olarak benimseyen kimseye eşya zarar vermez. Allah
Teâlâ’nın bu ilaçları kullanmaya dikkat çekmesinin nedeni, kendisine
sorulduğunda kulun mazeret beyan etmesini sağlamaktır. Mümin ise, kalkanın
ardında ‘görünmeyendir (gayb)’. Öyleyse o, bir koru içindedir ve Hakkın korusunun
dışına çıkmaz. Gıybeti yapılmayan fasık (ki dışarı çıkan demektir) ise,
kalkanın ardında gizlenmiş değil, aksine korunun dışındadır. Çünkü fasıldık
(sözlük anlamıyla) ‘çıkmak’ demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
‘Fâsıkta gıybet yoktur’ buyurur.
(Kalkanın ardında) ‘Gayb’ olmayı Hakk
etmişken herhangi bir şekilde görünen kimse, hata etmiştir. Bu nedenle Kuran
‘gıybet’ fiilini bize izafe ederek ‘Birbirinizin gıybetini yapmayın’365 buyurur.
Böylelikle hepimizi bölünebilir bir yapı saymıştır. Çünkü parça ve
tafsilleşme, bütüne gelebilir. Öyleyse biz, -çıksak da girsek dekendimizden
kendimize gireriz ve çıkarız. Allah Teâlâ, burada işi bize bağladı, çünkü
‘kendini öldürene cennet haramdır.’ Cennet ‘örten’ demektir. Bir şey kendinden
örtünmez. Görünmeyeni (gaib) zikreden kimse onu görünen (şehadet) haline
getirmiş ve bulunduğu yere yabancılaştırmıştır (gurbet). Garibin ölümü ise
şehadettir.
Öyleyse gıybet yapan kişi, gıybetten
hoşlanmasa bile, gıybetini yaptığı insana bir iyilik yapmaktadır. Bu nedenle
gıybette onun bir yararı vardır. Bu durumda gıybeti yapılan insan nahoş ilacı
içene benzer. ‘Umulur ki bir şeyi kerih görürsünüz de o
sizin için daha hayırlı olur.’366 Gıybet yapılan
İçişi iradesinin dışında bir iyilik yapmışsa, o, Allah Teâlâ’nın başka birine
ulaşacak hayra vesile yaptığı kimselerdendir. Bu durumdaki insanın ödülü,
iradesinin dışında gıybeti yapılana iyilik yapması nasip edilene verilen
ödüldür. (Her ne kadar bu iyilik gıybet yapan tarafından amaçlanmamış olsa
bile) Fakat bu iyilik, onu gıybet yapana ve onun hakkında ‘günah’ diye
isimlendiren (Hakk) tarafından amaçlanmıştır. Gıybet nedeniyle zulme uğrayan
insan kardeşinin vesilesiyle kendine ulaşan hayrı gördüğünde Allah Teâlâ
kıyamet günü kullarının arasını bulur. Bu nedenle gıybeti yapılan insan yapana
teşekkür eder ve her İlcisi birlikte Mutlu olur.
Güvenilir bir rivayette Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan sakının, barışın! Çünkü Allah Teâlâ kıyamet günü
kullarının arasını bulacaktır.’ Öyleyse gıybet kınanmış bir davranış olsa bile,
bu yönden gıybeti yapılan hakkında övülmüştür. Binaenaleyh gıybet fiili de
iyilikte sonlanır. Çünkü kalkan ve İlcisinin arasında engel olan siper, Haktır.
Hakk ‘varlık’ olduğu gibi gıybet de ‘varlıktır’ (vardır), yolduk değildir. Böylelikle
İki mevcut arasında ilişki gerçekleşmiş, zayıf güçlüye katılmıştır. Bunu
bilmelisin! ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’
YÜZ
ON ALTINCI BÖLÜM
Kanaat ve Sırları Hakkında
Kanaat senin
girdiğin bir kapı
Kendisine hizmet ettiğin için umutlanan
kişi olursan
Günlerin sana doğadan verdiği nimetle
kanaatkâr ol Fakat bütün yaratıkların malı senin elinde bile olsa
Onlarm verdiği nimetle kanaatkâr olma
Herkes nimetten sadece kendi lokmasını yer
Bize göre kanaat, fazlasını talep
etmeksizin, elde bulunan ile yetinmek demek değildir. Hz. Eyüb saygın bir
peygamberdi ve hakkında ‘O ne güzel kuldur (Eyüb!)’367 denilerek
sabrı övülmüştü. Bununla beraber o, çektiği acının kaldırılması için dua etmiş
ve Allah Teâlâ da acısını kaldırmıştı. Allah Teâlâ böyle bir peygamber olan
Eyüb’e altından bir çekirge sürüsü gönderdiğinde, elbisesiyle onları toplamaya
başlamış. Allah Teâlâ ise ‘Ben seni bundan müstağni etmedim mi?’ deyince Eyüb
‘Rabbim! Ben senin verdiğin iyilikten müstağni kalamam’ demişti. Eyüb’ün böyle
yapmasının nedeni bulunduğu halinin gereği bile olsa, bu, bizim kastettiğimiz
şeydir. Bu davranışında kendisine uyulsa bile, Eyüb, yapmanın yapmamaktan Allah
Teâlâ’ya daha yaklaştırıcı olması nedeniyle böyle davranmıştı. Eyüb, Allah
Teâlâ’nın hidayet verdiği ve Peygamberine de onlara uymayı emrettiği
kimselerden birisiydi. Bize ise ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde güzel örnek vardır’3™ buyurdu.
Bize göre, kanaat dildeki anlamıyla
alınmalıdır. Bu ise, istemek demektir. (Kanaat kelimesinin faili olan) Kâni,
isteyen demektir. İstek ise, başkasından değil, Allah Teâlâ’dan yapılır. Dilde
‘kanaa-yaknau, kaıuıen’, ‘istedi’ anlamında kullanılır. İsteyen dilediğini Allah
Teâlâ’ya yükseltendir. Bu ise, kıyamet günü Allah Teâlâ’nın zalimler hakkında
söyleyeceği ‘Başları nıuknidir’36V ayetidir.
Başka bir ifadeyle onlar başlarını Allah Teâlâ’ya kaldırır ve günahlarına
karşılık bağışlanma talep ederler. İki tanını bir hususta bir araya gelmiştir:
Bu da Allah Teâlâ’dan dilekte bulunanların isteklerinde O’nunla kani oldukları
(O’ndan istedilderi ve başkasına yönelmedikleri) ve sadece O’na
yöneldikleridir. Onlar, başkasına yönelmemiştir. İşte bu, kanaatin tanımı
hakkmda büyüklerin mevcut ile -ki Allah Teâlâ’dıryetinerek fazlayı istemekten
geri durmak şeklindeki tanımlarıdır. Fazlası ise isteyenin Allah Teâlâ’dan
başkasından istemesidir.
Yaratıklar, Allah Teâlâ’nın
yoksullarıdır. Başka bir ifadeyle onlar, Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Alllah’tan
başkasından isteyen kimse, kanaatkâr değildir ve öyle birinin başarısız ve
mahrum olmasından korkulur. Çünkü isteyen kişi, istediği kimseye eğilir. Allah
Teâlâ ise ‘Zalimlere eğilmeyiniz, yoksa ateş size
temas eder, sizin Allah Teâlâ’dan başka dostunuz yoktur, sonra yardım alamazsınız1370 buyurur.
Hemcinsine yönelen kimse bir ‘zalime’ yönelmiş demektir. Çünkü Allah Teâlâ
insan hakkında ‘zalimdir’371 buyurdu,
çünkü o ‘emaneti üsdenmiştir.’ insanlardan her biri ise, emaneti üstlenmiştir.
Öyleyse Allah Teâlâ’dan başkasına eğilme ve isteğinde Allah Teâlâ ile yetin ki Allah
Teâlâ’nın izniyle Mutlu olasın!
Ünsiyet ve vuslat ehli ariflere göre
kanaatin altı yüz elli iki derecesi vardır. Edep ve vakfe ehli ariflere göre
dereceler, iki yüz elli yedidir. Ünsiyet ve vuslat ehli Melamilerdeki
dereceleri ise altı yüz yirmi birdir. Edep ve vakfe ehli melamilerdeki
dereceleri ise iki yüz yirmi altı derecedir.
Kanaat bir iddia içerir ve iki
nispeti vardır: Birisi ceberut, diğeri melekût âlemine dönüktür. Mülk âlemine
dönük görünen bir nispeti yoktur, ancak bâtını bir nispeti vardır ki bu da
kanaati ortaya çıkartır.
Kanaat hakkında bu kadar açıklama
yeterlidir, başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır.
YÜZ
ON YEDİNCİ BÖLÜM
-Yetinmek YerineFazlalık Hakkındaki Aç
Gözlülük ve Hırs Makamı
Sakın O’nun dışındaki
bir şeyle yetinmeyesin!
Ve tamahkâr ol, çünkü
sen tamahkârlık üzere yaratıldın
Yüceyi talep ederken hırslı ol ki, ona
ulaşasın Ondan gafil olan kişi uyanık ile bir değildir
Kuşkusuz helal kendisine güvendiğin
şeydir Haram mal ise kuşkulu gibi değildir
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, insan, insan olmak bakımından bu iki nitelikte yaratılmıştır.
İnsanın üzerinde yaratıldığı bir niteliğin ondan kalkması ise mümkün değildir.
Öyleyse o, bir makamdır, hal değildir! Çünkü sabittir. Bu gibi bir nitelik,
şeriat ve akla göre kınanmış bir şeye iliştiğinde söz konusu şey yönünden
kınanır. O şey dine ve alda göre övüldüğünde, hırs da ilişeni yönünden övülür. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onları dünyaya karşı en hırslı
insanlar olarak bulursun:372 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem de ‘Allah Teâlâ senin hırsını artırsın!’ der.
Önceki ayet, ‘onları bulursun’373 ayetindeki
zamir olmasaydı, hem övgü hem kınama şeklinde yorumlanabilir. Çünkü zamir
kınanan topluluğa döner. Hal karinesi, hırsın burada kınamayla ilgili olduğunu
gösterir. Çünkü ayet, söz konusu insanların ahiret hayatının -diğer insanlara
değilsadece kendilerine ait olduğu hakkındaki iddialarını yalanlamaktadır.
Burada ‘hırs’ onlarm yalanlarını gösteren bir şey olarak alınırsa, hırs onlar
hakkında övülen bir nitelik olur. Çünkü o, yalan söylediklerine dair Haktan
gelen bir kanıttır. Hırs onlar için Hakk yönünden Allah Teâlâ’ya ait bir
kanıttır ve ‘Yetkin delil Allah Teâlâ’ya aittir.’374 Kınanmış
hırs ise, her balcımdan onlara delil olması bakımından değil, üzerinde
bulundukları durum bakımından kınanmıştır. Ayette hırs geçici olanla ve doğruyu
yalanlamakla ilgilidir ve bu nedenle kınanmıştır. Zikrettiğimiz hadisteki hırs
ise övülmüştür. Bu, farz bir ibadeti yerine getirmeyle ilgilidir.
Aç gözlülük ve hırs, âlim, varis ve
mükemmel insanın iki niteliğidir. Söz konusu İçişi, ümmetin yöneticisidir.
Dolayısıyla o, insanların iyiliklerinin hangi şeyde bulunduğuna bakar. Allah
Teâlâ peygamberini överken ‘onlara karşı haristir’375 diyerek
peygamberini ümmetinin mutlu olmasını sağlayan şeylere karşı haris olmakla
nitelemiştir. Söz gelişi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem amcası Ebu
Talib’in müslüman olması için haris ve istekliydi ki en sonunda ona ‘Bari
lcelime-i şehadeti kulaklarıma söyle ki, lehinde tanıklık edeyim’ demişti.
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tanıklığının makbul ve sözünün
dinleneceğini biliyordu. Allah Teâlâ’nın kullarının içinde ‘Allah Teâlâ vekili’
olan kâmil insan, zamanında zikredilen vekilleri tanır. Bu nedenle söz konusu
kimselerin gelişini öğrenmesini sağlayan durumdan hareketle onlar adına
hazırlık yapar (söz gelişi bir şey biriktirir). Bilgisiz ise onun kendi adına
çalıştığını zanneder. Halbuki gerçek öyle değil, belirttiğimiz gibidir. Çünkü
Peygamber, ümmetiyle diğer ümmedere karşı gururlanır ve bu nedenle müminlerin
sayısının çok olmasını talep eder.
Fakat (arifteki) bu tamahkârlığın iki
şartı olmalıdır: Birincisi öğrenme, İkincisi (arifin durumunda zikredilen)
ilahi emirdir ki, büyük şart budur. Öğrenme ise, şart koşulduğu durumlarda
zayıf şarttır. Çünkü o, başkası adına (mal) sakladığını iddia ederken ardından
sakladığı şeyden kendi adına yararlanan kimseye şart koşulur. Ona şöyle
denilir: ‘Allah Teâlâ sana sakladığın bu malın sahibini bildirdi mi? Yoksa
biriktirdiğin malların bu insanlara senin elinle mi ulaşacağını öğrendin?’
‘Evet’ derse, kabul edilir. ‘Hayır’ derse, o zaman ‘senin.hırsın doğru bir
ilkeye dayanmıyor, dolayısıyla ona bozukluk girmiş’ denilir.
Bu kişi şöyle diyebilir: Bir grup
‘Kendisi hakkında tevekkül sahibi olan kimsenin başkası hakkındaki tevekkülü de
sahihtir.’ Bu doğrudur. Fakat bu durum, söz konusu kişinin kazanma, biriktirme
ve tevekkülü olmayan ‘dünya çocukları’ ile didişmede hırslı olmasıyla çelişir.
Tevekkül, bâtını bir iştir ve Allah Teâlâ’ya itimat etmek demektir. Mal
biriktiren kişi ise, biriktirdiğine itimat eder. Bu ise tevekkülle çelişir. Ona
itimat etmezse -tevekkülle çelişmese bilezahirî soyudanma ve sebepleri aşmayla
çelişir. Bu ise mükemmel insanların hali değildir. Böyle bir hal, sadece
(tasavvufa katılanlar anlamındaki) sâliklerin halidir. Böylece elde ettikleri
şey, bir söz ve zevk haline gelir. Zevk ise, (halin yerleşik Hakk gelmesi
anlamındaki) temkinde daha tamdır. Çünkü zevk, nefsin doğal olarak kendisine
yöneldiği sebebin yokluğundaki sıkıntıyı ortadan kaldırır. Bu konu, daha sonra
Allah Teâlâ’nın izniyle, tevekkül makamında ayrıntılı olarak ortaya
konulacaktır.
Hırs ve tamah, ister edep ister vakfe
ister ünsiyet ve vakfe ehli olsun, âriflerde bir takım derecelere sahiptir.
Bunların sayısı sekiz yüz altmış beştir. Ünsiyet, edep ve vakfe ehli
melamilerde ise sekiz yüz üç derecesi vardır. Arifler sır ehli ise, derecelerin
sayısı bin beş yüz otuz beştir. Nur ehli olanların dereceleri ise sekiz yüz
altmış beştir. Melamiler sır ehli ise, onlardaki dereceler bin dört yüz yetmiş
üçtür. Nur ehli melamilerin dereceleri ise sekiz yüz üçtür.
Tamahkârlık ilahi bir niteliktir.
Çünkü Allah Teâlâ ‘Dilediğimiz kimse için dilediğimizi öne alırız’ der. Hırs da
ilahi bir niteliktir. Hırs, münakaşa eden iki kişi hakkında Allah Teâlâ’nın
meleklerine söylediği ‘barışana kadar onların durumuna balcınız’ sözünün
gereğidir. Meleklerin müminlere dua ve bağışlanmalarını isteme görevine tahsis
edilmeleri de (Hakkın kullarına dönük) hırsının sonucudur. Bununla beraber, bu
lafız Allah Teâlâ’ya verilmemiştir. Çünkü böyle sözler iki kısma ayrılır: Birincisi
isimleriyle ilahi mertebeye verilebilen lafızlardır. Diğeri ise, eserleri Allah
Teâlâ’dan ortaya çıktığı halde o türden bir ismin kendisine verilmediği
sözlerdir. Bir kısmı, kendisinden bir fiilin Allah Teâlâ’ya nispet edildiği,
fakat (fiilden türetilmiş) bir ismin kendisine verilmediği sözlerdir. Bir kısmı
ise, kendisinden türetilmiş bir ismi -içerme yoluylabir grup hakkında kendisine
ad olarak vermiştir. Fiili Allah Teâlâ’ya nispet edilip de ismi verilmeyenlere
örnek olarak ‘Allah Teâlâ onlarla alay eder’376,
‘Allah Teâlâ onları alaya alır’377 gibi
ayetleri verebiliriz. Fiili kendisine nispet edilip de içerme yoluyla bir grup
hakkında ismini kendisine verdiği durumlara ‘Allah Teâlâ tuzak kurdu, 0, tuzak kuranların en hayırlısıdır’37S ayetini örnek
verebiliriz. Kendisine isim vermeye örnek olarak da ‘0 onları aldatandır’379 ayetini
verebiliriz. Eserleri kendinden var olsa bile fiil ya da ismin kendisine
verilmediği sözlere örnek olarak ‘Dilediğimizi öne alırız’3m ayetini
verebiliriz.
YÜZ
ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
Tevekkül Makamı
Kulların Rabbini
vekil edinen var ya Tutmuştur yolu, en sağlamını!
. Bir konuda Rabbine tevekkül
eden kişi îlah’ın kuludur, tenzile yakındır
Ey lehinde olan şeyi bilmeyen talip!
îlah’tan başkasını vekil edinme sakın
Tevekkül, âlemde konulmuş olan ve
nefslerin kendilerine eğilme özelliğine sahip olduğu sebeplerin yoksunluğundan
sıkıntı duymadan kalbin Allah Teâlâ’ya itimat etmesi demektir. Böyle bir
durumda sıkıntı duyarsa, tevekkül sahibi değildir. Tevekkül müminlerin özelliklerinden
iken müminlerden bilgili olanlarda nasıl olması gerektiğini zannedersin? Alimin
tevekkülü onun mümin olmasından kaynaklanırsa -ki Allah Teâlâ onu böyle
sınırlamıştırboş yere sınırlamış olmaz. Tevekkül âlimlerin özelliklerinden
olsaydı ve onu teorik bilgi sağlasaydı, Allah Teâlâ onu ‘iman’ ile
sınırlamazdı. Dolayısıyla tevekküle -hangi şeriat ile olursa olsunmüminden
başkası ortak olamaz. Bunun nedeni şudur: Allah Teâlâ’nın zorunlu kıldığından
başka alda göre bir şey Allah Teâlâ’ya zorunlu kılınamaz. Kul da Allah
Teâlâ’nın kendisine zorunlu yaptığı niteliği -bilgiyle değiliman ederek kabul
eder. Çünkü ‘Allah Teâlâ dilediğini yapandır.ml Allah
Teâlâ kefil olup yapıp gerçekleşebilecek iki mümkünden birisini yapabileceğini
bildirdiğine göre, kesin olarak Allah Teâlâ’ya itimat ettik ve O’nu doğruladık.
Çünkü teorik bilgi ve kanıtla onun doğruluğunu biliriz. Öyleyse sebeplerin
yoksunluğunda dinginliğimiz ve sıkıntı çekmeyişimizin nedeni, Allah Teâlâ’nın
onu tazmin edebileceğine inanmamızdır. Bilgiyle kalsaydık, sıkıntı çekerdik.
Öyleyse âlim dingin ise, bu durum onun mümin olmasından; mümin olması ise,
tazmin edenin doğruluğunu bilmesinden kaynaklanır.
Vekâleti kimin Hakk ettiğini de
saptamalıyız: Allah Teâlâ mı, âlem mi, yoksa âlem ve Allah Teâlâ’nın ondan
birer payı mı vardır? Bilmelisin ki vekâlet, hakkında vekil kabul edilen şeyde
geçerlidir. Vekâlete konu olan o şey, başkasına değil, vekâlet verene aittir.
Böylece insan, kendisinin sınırsız tasarruf edebildiği hususlarda tasarruf
edebilsin diye veldl edinir, insanın dışındaki bütün eşyanın insandan dolayı
yaratıldığını düşünen lemse, her şeyde insanın özü gereği talep ettiği ve
sahip olduğu bir yararının bulunduğunu kabul eder. İnsan kendi yararlarını -ki
yararları mutluluğunun bulunduğu şeylerdirbilemediği için bu hususta kötü davranmasından
korkulur. Allah Teâlâ’nın Hz. Musa’ya vahyettiği bir şey şuydu: ‘Âdemoğlu!
Eşyayı senin için, seni kendim için yarattım.’ Bu nedenle insan şöyle der: ‘Allah
Teâlâ eşyayı benim için yarattıysa, yarattığı her şey bana uygun olmalıdır.
Ben ise kullandığımda kurtuluş ve muduluğumun gerçekleşeceği yararı bilmem.
Dolayısıyla Allah Teâlâ bana uygun olanı en iyi bilendir. Eşyayı yaratan Allah
Teâlâ olduğu gibi onlarda tasarruf etmek de kendisine yakışır. Benim aldım -ilahi
bir emir kendisine bitişmese bilebunu kabul etmeyi gerektirir. Bir de ilahi
emir varsa, iş nasıldır?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’ndan başka ilah yoktur, O’nu vekil edin.™2 Bu ayette Allah
Teâlâ vekâletin sadece İlah’a bırakılabileceğine dikkat çekmiştir. Çünkü Allah
Teâlâ kullarının yararmı bilir. Çünkü O ‘Dikkat ediniz' Yaratan bilmez mi? O, latif ve kabirdir™3 ayetinde
belirttiği gibi eşyayı yaratandır. Böylelikle mümin-âlim, Allah Teâlâ’yı vekil
edinir, işlerini O’na teslim eder, işlerinin yöneticiliğini O’nun eline verir
ki, gerçekte de işler Allah Teâlâ’nın elindedir.
Mümin, varlıktaki duruma bir şey
eklemez! Allah Teâlâ da onu bu konuda över. Bu durum mülke herhangi bir
şekilde etki etmez. İşte bu cömerdiğin zirvesidir ve bu, müessir olmaksızın
eserle övmek demektir. Hatta hepsi O’ndan ve O’nadır. İşte bu, konuya bakan
birinci kişinin payıdır.
İkinci değerlendirme sahibi ise şöyle
der: ‘Allah Teâlâ eşyayı eşyadan dolayı değil, her mümkünün kendisine yaraşan
namaz ve tespih ile O’nun hamdini övmek üzere yarattı. Böylece Allah Teâlâ’nın
büyüklüğü, bütün varlıklara, mümkün cinslere ve onların şahıslarına ve
türlerine yayılır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hepsi namaz ve tespihini öğrendi™4 Başka bir
ayette ise ‘Her şey O'nun övgüsünü' tespih eder™5, denilir.
Her şey Allah Teâlâ’nın mülküdür. Hal böyleyken, Allah Teâlâ kendi suretine
göre bizi yaratmış, kendisini eşyaya görünmemek özelliğiyle nitelemiş, eşya ile
eşyanın O’nu algılaması arasmda perdeler çekmiştir. Allah Teâlâ eşyayı idrak
ederken eşya O’nu idrak edemez, çünkü eşya O’nu bilemez. Bunun üzerine Allah
Teâlâ insanı halife yarattı ki o vekildir. Bu bağlamda ‘Sizi halife yaptığı şeylerden infak ediniz™6 buyurur.
Ardından vekâlette bizim için aşamayacağımız durumlar belirlemiştir. Öyleyse
bizim vekil olmamız, bizim Allah Teâlâ’yı vekil edinmemizde olduğu gibi,
şartsız bir vekillik değildir. O halde Allah Teâlâ bizim için bir takım
sınırlar belirlemiştir ki, onları aşarsak Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşmış
oluruz. ‘Kim Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşarsa,
hiç kuşkusuz, kendine zulmetmiş demektir™7
Bütün Kuran, birinci yaklaşıma göre
gelmiştir, çünkü Kuran’da Allah Teâlâ sadece ‘Tevekkül ediniz’3SS, ‘Tevekkül edenleri Allah Teâlâ sever™9 gibi
ayetler zikretti. Böylelikle Kuran, birinci bakışı üstün tuttu. Bu ise, eşyada
değil, bizim yararlarımızda vekil edinmemizdir. Böylelikle iki bakış uzlaşır:
Söz konusu durum, kendisine tanıklık ettiğimiz üçüncü bir yaklaşımdır ve
yolumuzdan herhangi birine ait olduğunu görmediğimiz bir yaklaşımdır: Buna göre
Allah Teâlâ eşyayı -bizim için değilkendisi için yarattı ve ‘Her şeye yaratılışını verdi.’390 Yaratılışımızın
bir yönü de, dünya ve ahirette yararımız bulunan şeye muhtaçlıktır. Biz,
maslahata giden bir yol bilmeyiz, çünkü Allah Teâlâ eşyayı bizim için yaratmadı.
Bu nedenle eşyada bizim yararımız olduğunu gördüğü şeyleri bize amade kılması
için Allah Teâlâ’yı vekil edindik. Allah Teâlâ’nın bize yararımız bulunan
şeyleri amade kılması, bize bir lütfü iken O’nu vekil edinmemiz ise O’nun
emrine bağlanmamızdır. Böylelikle O’na tevekkül ederken, memur kullar ve emrine
uyanlar haline geliriz. Bununla da O’nun iyiliğini umarız. Böylece -eşyanın
kendisinde değilyararı ve maslahatı belirlemede (Allah Teâlâ’yı) vekil edinmek
gerçekleşir. Bu bakış ise -latifliği nedeniyleherkesçe farkına varılmayan ince
bir berzah; önceki iki bakışı birleştiren ve iki hükmü sabit kılan şeydir. Bu
makam sahibi bu konuda konuşmuş olsa bile, onlardan her biri ikisini
birleştirmeksizin, iki uçtan birine yönelmiştir.
Bu makamla
nitelenen adamların bir kısmı, bu makamda Allah Teâlâ’nın önünde ‘yıkayıcının
elindeki ölü’ gibidir. Yıkayıcı onu dilediği şekilde hareket ettirir ve o
hiçbir şekilde ona karşı koyamaz. Bir kısmının hali ise efendinin malında
kölenin durumuna benzer. Bir kısmının tevekküldeki hali ise baba malında oğlun
durumuna benzer. Bir kısmının hali ise -vekili kendisi belirlese de belirlemese
devekil yapanın karşısında vekil gibidir. .
Muhakkiklerin ve bizim benimsediğimiz
görüş şudur: Tevekkül, insanda tam ve kayıtsız olarak gerçekleşemez, çünkü
doğasından kaynaklanan yoksunluk, özü gereği insanda hükümrandır. İnsan doğal
ve melekûtî bir durumdan bileşiktir. Hakk insanın böyle olduğunu bilip ona
tevekkülü emrederken, bununla nitelenebilecek şekilde kendisine emretmiştir. Allah
Teâlâ kendisini ulûhiyeti hakkında ‘kıskançlık’ özelliğiyle niteleyerek
(ardından) kendisini yaratıkların (kendisine muhtaç olduğu) ‘her şey5
yerine koymuştur. Çünkü her durumda ve halde, muhtaç olunan Allah Teâlâ’dır. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Ey insanlarI’391
Burada mümini ya da başkasını ayırt etmemiştir. ‘Siz Allah
Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ zengin ve övülendir.,m Muhtaç
olduğunuz eşya, bize aittir ve bizimdir, sizin değildir. Dolayısıyla sadece
bizden istenilir. Öyleyse insanlar eşyaya değil bize muhtaçtır, çünkü eşya,
bizden bağımsız değildir.
Tevekkülün kendisiyle nitelenebilecek
ve bu sayede ‘tevekkül’ diye isimlendirilebilecek bir takım halleri vardır. Allah
Teâlâ yolunun ehlinden birisinin bu meselede bize işaret ettiğimiz hususa
değinen şöyle bir sözü ulaşmıştır: ‘Öldük, ama yine de tevekkül kokusu
duymadık.’ Çünkü o, içinde bulunduğu muhtaçlık nedeniyle tevekkülün her şeye
yayılmasını istiyordu. Tevekkül, mecazen parçalanabilir bir makamdır. Biz
hakikat ehliyiz: İddia sahibinin söylediği gibi tevekkül bir yönden
gerçekleşebilseydi, bütün yönlerde de gerçekleşmiş olurdu.
Tevekkülde iddia vardır ve sahibi
yükümlüdür. Tevekkül keşf özelliğine sahiptir. Tevekkülün ariflerdeki
derecelerinin sayısı, dört yüz yetmiş yedi, Melamilerdeki dereceleri dört yüz
elli altıdır. Onun bütün âlemlere dönük nispetleri vardır. Bunlar mülk, melekût
ve ceberut âlemleridir.
YÜZ
ON DOKUZUNCU BÖLÜM
Tevekkülü Terk
Sen sahibi olduğun
şeyde vekilsin Hakk ile zarar ve yarar gerçekleşmez
Tevekkülün terkim
herkes bilemez
Sadece vekil
bilebilir onu; ne ruh vardır ne de beden
Tevekkül nasıl olacak
ki? Varlıklar
Tevekkül edilenin
kendisidir: Ne varlık var ne eser!
Tevekkül, dince tanımlanmıştır ve
onun dince tanımlanan kısmına ulaşılabilir. Gerçek tevekkül, varlık halinde kimse
adına gerçekleşmeyecek bir iştir. Öyleyse bu anlamıyla tevekkül, madum (yok
olan) iken yok olana ait bir iştir. Madumun nitelenebileceği bir makam yoktur.
Gerçekte ise var olanda sadece tevekkül gerçekleşir. Sonra şöyle deriz: Madum
(yar olmayan), var olana kadar tevekkülle nitelenmiştir. Var olduğunda ise,
tevekkül ondan çıkar. ‘Tevekkülün terki’ denilen şey de budur.
Sonra şöyle deriz; Allah Teâlâ
ehlinin geneli nezdinde bilinen tevekkülün terki İki adamda gerçekleşebilir.
Birincisi tevekkülün olamayacağını bilip ona başlamayı terk edendir. Çünkü
böyle biri, tevekkülün gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bilir. Şöyle ki:
Açlık acısı kendisini tuttuğunda ve bu acıyı uzaklaştıracak bir yiyecek
yanında varsa, açlık acısını gidermek üzere onu yer. Böyle biri ile azat olmak
isteyen ya da (hastalandığında) doktora başvuran ya da ayık-akıllı ve tam
bilgi sahibiyken korkutucu durumlardan güvenli yerlere sığınan kimse arasında
herhangi bir fark yoktur. Öyleyse tevekkül bir makam olması yönünden gerçekleşirken
hal olması yönünden gerçekleşmez. Başka bir ifadeyle tevekkül, hem geçerli hem
geçersizdir. Sözünü ettiğimiz ikinci adam ise şöyle der: ‘Allah Teâlâ
yaratıklarının yararlarını en iyi bilendir ve O ‘Her şeye yaratılışını vermiştir:393 Hal böyle iken,
neyde tevekkül edilecektir?’ Bu durumda tevekkülü terk eder. Çünkü hakkında Allah
Teâlâ’ya itimat edebileceği bir malı yoktur. (Kutsi hadiste) ‘Rabbin işi
bitirdi’ denilir. Bununla beraber söz konusu insan, emir ve yasaklara dikkat
eder, kendisine emredilen ya da yasaklanan amelleri yerine getirir, hakkındaki
meşru hükmü dikkate alır. Öyleyse tevekkülün sırlarından birisi de, tevekkülün
terkidir. İnsan tevekkülü terk eder ise, ‘diğerlerini’ geride bırakır. Tevekkül
ise diğerlerinin varlığını olumsuzlar. Sûfilerin çoğuna göre üstün olan,
bırakılan değil, olumsuzlanandır. Bize ve şeyhimiz Ebu’sSuud b. Şibli, Ebu
Abdullah el-Hivari -ki Mağrib ülkelerinden Tunus’lu idi-, Ebu Abdullah
el-Gazzal -Endülüs şehirlerinde Mirye’li idi-, Ebu İmran Musa b. İmran el-Mirtüli
-İşbiliyye’li idive benzerlerine göre, üstün olan, (olumsuzlanması) gerekeni
olumsuzlamak, (bırakmak) gerekeni de gerektiği şekilde ve vakitte bırakmaktır.
Bağdadı Abdülkadir el-Cîlî de böyle derdi. Çünkü ‘Allah Teâlâ fâni eder ve baki
bırakır.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizin nezdinizdeki tükenir:394 Dolayısıyla
ona güvenmeyin. ‘Allah Teâlâ’nın nezdindeki bakidir.’395 Böylelikle
(sahip olduğunuz şeyin) bekasında Allah Teâlâ’ya itimat edersiniz. Öyleyse
fâni eden ve baki bırakan Allah Teâlâ’dır.
Ebu Medyen’in ilk hali böyleydi. Daha
sonra bu halden ayrılıp ayrılmadığını bilmiyorum. Çünkü o ölümünden bir ya da
iki saat önce ‘imamlık’ makamından ayrılmıştı. Burada kuşku, aradan uzun zaman
geçtiği için bendendir.
Tevekkülü terk edenin bir iddiası
yoktur. Dolayısıyla sorumlu da değildir. Çünkü tevekkülün terld, var olmayan
bir durumdur. Bu durumda tevekkülün terki, ‘insanın üzerinden bir süre geçti, o zikredilen bir şey değildi’396 ayetinde
belirtilen ilke yerine geçmiştir. Ayette kast edilen, ‘ayn’(-ı sabite)
halindeki yokluktur. Çünkü bu esnada o, Allah Teâlâ tarafından ‘zikredilen’
bir şey idi. Dehr ise Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Aradaki lafzı
ortaklık nedeniyle Hz.. Peygamber Dehr’e sövmeyi yasaklamış ve ‘Allah Teâlâ
Dehr'dir’ buyurmuştur. Hiçbir şeye özü gereği küfredilmez. Bir şeyden ortaya
çıkan şeye tepki gösterilir. Var olan şeyler, Allah Teâlâ’dan meydana
çıkmıştır. Zaman anlamındaki dehr ise bir nispettir (gerçekliği yoktur). Allah Teâlâ’mn
‘zikredilen bir şey değildi’397 ifadesi, bu
durumda insana işaret eder. Başka bir ifadeyle insan, a’yân(-ı sabite) ile
birlikte kendi (sabit) ayn’ında mevcuttu. Fakat onu zikredecek (hatırlayacak)
şekilde bunu bilemez. Ya da bu esnada bir fikir sahibi değildi ki onu zihinde
var düşünerek bir araya getirebilsin. Çünkü fikir insana özgü güçlerden biridir
ve diğer canlılarda bulunmaz.
Bu ayet, insanın eksikliği ve insana
karşı ilahi özensizlik hakkında Kuran’daki en çetin ayetlerden biridir. Bize
göre Allah Teâlâ, insanın yaratılışım ve dış varlığını sadece ona olan ilgisi
nedeniyle geciktirdi. Allah Teâlâ insanı ilk şey olarak yaratsaydı, halife
olmadan geçireceği uzun bir süre olurdu. Çünkü bu esnada üzerlerine halife
olacağı kimseler olmayacaktı. Allah Teâlâ ise insanı halifelik ve kendisine vekillik
görevi için hazırlamıştır. Dolayısıyla onun varlığı, diğer yaratıklardan sonra
gelmeliydi ki dünya ve ahirette halifelik adını yitirmesin. O halde insan bir
hükümdar ve efendi olarak var oldu. Buna karşı başka varlıklarla beraber o da Allah
Teâlâ karşısında bir köle ve maldır. Böylece insan halifelik özelliğiyle bütün
âlemden üstün olmuş iken insandan başkasına bu özellik verilmemiştir. Bu
mertebe ise, insan adına ilahi surette yaratılmış olmayı zorunlu kılmıştır.
Bazıları, bu ayet Allah Teâlâ’nın
insana özen göstermediğine delildir der. Çünkü Allah Teâlâ ezelde konuşan ve'ne
olacağını ezelde bilendir, insanın ise zikredilen bir şey olmadığını
söylemiştir. Bununla beraber o, bir şeydir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Bir şeyi irade ettiğimizde, ona sözümüz ‘ol’ demektir, o da olur’39* buyurur Allah
Teâlâ, sübûtî veya vücudî bir kulakla duyana emir verir. Allah Teâlâ ise,
insanın dehrin bir kısmında ‘zikredilen’ olmasını olumsuzlamıştır. Ayette geçen
‘dehr’ zaman, ‘hin’ (hînun mined’dehr) ise, insanın insan suretiyle var olsa
bile ‘zikredilen’ olarak bulunmadığı dehr’in bir parçasıdır. Onun suretini
gören kimse Allah Teâlâ’nın onun hakkındaki mura: dini bilememiş,
kendisiyle zikredilecek mertebesinin adını öğrenmemiştir. Bu kişi Allah Teâlâ
nezdinde insana dönük ilgiyi de anlamamıştır. Bu ilginin sonucu ise, kendisini
yeryüzünde halife yaptığında insan üzerinde gözükür. Hakk onu kendi vatanına
yabancılaştırmamıştır. Onun vatanı, kendisinden yaratıldığı ve zilletinin yeri
-Ki bu onun kulluğunu gösterirolan topraktır. Çünkü yeryüzü (çok zelil
anlamında) ‘zeluldür’. Öyleyse, halifelik insanı kulluğundan perdelemez.
Bununla beraber kulluk, en üstün mertebedir. İnsan bu mertebede özü gereği
bulunurken Hakka yakın melekler dolaylı olarak bulunur.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Mesih çekinmez.’399 Çünkü o,
ölülere hayat verir, şaşıları iyi ederdi. ‘Allah Teâlâ’ya kul olmaktan.’400 Sonra atıf
yaparak şöyle demiştir: ‘Ve yakın melekler de.’40i Onlar,
unsurlardan meydana gelmekten münezzeh meleklerdir. Bu nedenle onların yaratılışı
en üstün yaratılış iken insan ‘en toplayıcı’ yaratılıştır. Çünkü insanda melek
ve diğer şeylerin yaratılışı bulunur. Dolayısıyla toplayıcılığın üstünlüğü
insana aittir. Allah Teâlâ onu bu nedenle meleklerin öğretmeni yaparak onları
kendisine secde ettirmiştir. İnsanın yaratılışıyla ilgili ayetin bağlamı, ona
dönük nimetleri ifadeye imkân verir. Burada zikirde bir güçlük ortaya
çıkmıştır. Bunun nedeni, kelimenin nelere gelmesidir. Nelere ise, olumsuzluk
bağlamını kuşatır. Öyleyse belirsizlik, zikreden herkesten zikretme eylemini
olumsuzlamayı genelleştirir (yani hiç kimse onu zikretmemiştir). Bu ise şunu
gösterir: Allah Teâlâ insanı kendi içinde zikretmiş olsa bile, daha önce
yarattığı varlıklara zikretmemiştir. Sonra onu özel ismiyle -Âdemdeğil, kendisi
için yarattığı mertebesinin ismiyle meleklerine zikretmiştir. Bunu bilmelisin!
YUZ
YİRMİNCİ BÖLÜM
Şükür Makamı ve Sırlarının Bilinmesi
İki
tür şükür vardır: Başarma şükrü ve destek şükrü Birincisi ruhtan, diğeri
bedendendir.
Destek şükrü bana artışı verir
Başarma şükrü Bir için olumsuzlama
gibidir
Başarma şükrü gayeyle sınırlıdır Diğeri
ise bir yere varmaz
Bilmelisin ki, ilahi sırlarda şükrün
derecelerinin sayısı bin iki yüz elli birdir. Ariflere göre olan sayı budur.
Melamilere göre ise bin iki yüz yirmidir. Ariflerde, nurlardaki dereceleri ise
beş yüz elli birdir. Nur ehli melamilerde ise beş yüz yirmidir.
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin Ki: Şükür, şükredilen olması yönünden, Allah Teâlâ’nın sahip olduğu
bir nitelik nedeniyle ve kendisinden meydana gelen şeye karşı Allah Teâlâ’ya
bir övgüdür. O’nun isimlerinden birisi, eş-Şekûr ve eş-Şakir’dir. Allah Teâlâ
‘Şükrederseniz, artırırım,m buyurur.
Şükür, şükreden için şükredilenin verdiğini artırmasını sağlayan bir fiildir.
Bu husus, bir gruba göre aklen bir gruba göre dinen zorunludur. Çünkü nimet
verene teşekkür, dine ve alda göre, zorunludur. Allah Teâlâ’nın bizim için
kendisini eş-Şakir diye isimlendirmesi, O’nun bize teşekkür etmesini sağlayan
ameli daha çoğaltmamızı sağlar. Böylece biz, Allah Teâlâ bize nimederini
artırdığı gibi, nimet ve ihsanlarına karşı amelimizi artırırız. Şükür nimete
karşı olabilir. Allah Teâlâ’nın amel eden kula teşekkürü kendisine mübalağa
kalıbıyla (eş-Şekûr) nispet edişine dikkat ediniz! Allah Teâlâ’nın bu isimle
yaptığı teşekkür, iç ve dış güçlerine, bütün organlarına, her hal ve zamanda o
zaman ve Hakk layık davranışları yerine getiren kula yöneliktir. Hakk, böyle
kulların her birine eş-Şekur adıyla şükreder. İşte bu, Allah Teâlâ ehlinin
özelliklerindendir.
Sıradan insanlar ise hal, zaman ve
bütünü toplamayla ilgili davranışlarında daha aşağı derecededir. Bu eksiklikte
bir amel yaptıklarında, onları eş-Şekur ismi eğil, eş-Şakir ismi karşılar.
Öyleyse insanlar her durumda şükredilendir. Fakat Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ’nın kullarından şükredenler (şekûr) azdır,40i buyurur.
Bunlar, Allah Teâlâ’nın seçkinleridir. Onlar, kendi haklarında ya da kulları
hakkında Allah Teâlâ’dan meydana gelip kendilerini üzen ya da sevindiren her
şeyi ilahi bir nimet sayanlardır. Onlar, her durumda şükredenlerdir. Bu sınıf,
azlıklarını Allah Teâlâ bildirdiğine göre, azdır. Kullardan Allah Teâlâ’ya
şükredenler ise örfiin kullanımında bilhassa ‘nimet’ denilen şeye karşı Allah
Teâlâ’ya şükredenlerdir.
Şükür, iiahi bir niteliktir ve o lafzi,
ilmi ve ameli olmak üzere kısımlara ayrılır. Lafzı şükür, daha önce
belirtildiği gibi, O’ndan meydana gelen şeye karşı Allah Teâlâ’ya övgüdür.
Ameli şükür ise ‘Ey Davud ailesi! Şükrediniz, onun
kullarından şükredenler pek azdır’404 ayetinde
dile getirilir. İşte bu, ameli şükürdür. Allah Teâlâ ‘Rabbinin
nimetini zikret’405 buyurur.
Bu ayet yoruma açıktır. Bir yönü, lafzı şükre bakar. Bu, Allah Teâlâ’nın insana
verdiği nimeti zikretmektir. Kul, Allah Teâlâ’nın verdiği ve örfte bilinen
nimetleri zikrettiğinde -ki bunlar mal ve bilgi gibi nimetlerdirkastettiğimiz
şükrün içine girmek üzere kendisini sunar. Çünkü nimederin bazısı örtülüdür.
Bu nimet sahibinin nimet elde ettiğini bilinmez, dolayısıyla amaçlanmaz. Allah
Teâlâ’nın kendisine verdiği ve ihsan ettiği şeyi söylediğinde ise amaçlanır. Bu
nedenle kula nimeti söylemek emredilmiştir. Nimetleri söylemek, bir şükür iken
onları vermek şükür üstüne şükürdür. Bu durumda insan, şükür ile ameli bir
araya getirir ve ‘Verdiği nimetler için Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ der. İlmî
şükür -ki şükrün hakkıdır-, nimeti Allah Teâlâ’dan bilmektir. Kül nimeti Allah
Teâlâ’dan bildiğinde hakkıyla şükretmiş olur. İbn Mace es-Sünen’inde Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den şöyle bir hadis aktarır: ‘Allah Teâlâ Hz. Musa’ya
şöyle vahyetmiştir: ‘Ey Musa! Bana hakkıyla şükret!’ Musa, ‘Rabbim! Buna kim
güç yetirebilir ki?’ deyince /Ulah ‘Musa! Nimeti benden bilince bana hakkıyla
şükretmişsin demektir.’ İşte bu, nimeti Allah Teâlâ’dan görenin halidir.
Allah Teâlâ’nın kuluna dönük
nimetinin bir yönü de, ona ihsan ettiği şeylerden sahip olduklarını muhtaç
kullara dağıtmasına imkân vermesidir. Böylece, kendi eliyle değil, Hakkın
eliyle kullara verir. Kullar ise, bu nimete bakar. Bu bakış, Allah Teâlâ’nın
razı olduğu işlerdeki bu kullanımı Allah Teâlâ nezdinden görmeleri demektir.
Böylelikle kendisine hakkıyla şükreden grup içine dahil olurlar, İşte bu,
şükredenler hakkındaki en üstün şükürdür. Bu şükür, işleri Allah Teâlâ’ya
havale ederek, niteliklerinden soyutlanan ariflere kolay gelir.
Bu makamın sadece berzah alemine -ki
ceberutturdönük bir nispeti vardır ve bu sayede iki ucu da içerir. Çünkü
berzahlar işleri bilmek bakımından makamların en yetidnidir. Ceberut mertebesi,
ilahi isimler makamıdır, bu yönüyle o bizim ile isimlendirilen arasında bir
berzahtır (ara mertebe). Dolayısıyla ceberut mertebesi, O’nun isimleri olmaları
bakımından Allah Teâlâ’ya bakarken bir yönünden de bize bakar. Bu makamın bize
baktığı yön, isimlendirilenle ilişkilendirilen eserleri bize verdiği yöndür. Böylelikle
isimlendirileni ve bizi tanıtır.
Şükrün sağladığı artış hakkında
arkadaşlarımız görüş ayrılığına düşmüştür. Acaba o şükre yol açan nimetin
cinsinden midir, yoksa başka bir nimet veya her ikisinden midir? Muhakkikler,
artışı kendinden dolayı şükredilen cinsten saymıştır. Aynı cinsten olmayan
nimet ise, şükrün zorunlu kıldığı bir artış ve dolayısıyla karşılık değil, bu
nimeder kendiliğinden verilen ihsandır. Bazı bilginler ise şükürden sonra meydana
gelen her nimetin bir karşılık, dolayısıyla bir artış olduğu görüşündedir.
Şükrün ardından gerçekleşmeyen nimet ise ihsandır. Bu görüşe varmalarının
nedeni, el-Hakim’in seçtiği eşya arasındaki karşılıklı ilişkileri
bilmeyişleridir. Bu görüşe sahip insanlar, Hakkı sınırlılıktan tenzih etmeyi amaçlamışlardır. Hatta Hakk,
dilediğini sınırlanmaksızın verir. Muhakkikler ise onlardan daha büyük bilgi
sahibidir. Onlar zahirde tenzihte daha ileridir. Manada Hakkı tenzih etmede ise
hepsi birdir. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır.
Doksan dokuzuncu kısım sona erdi, onu
‘Şükrün Terki’ hakkındaki yüz yirmi birinci bölüm ile yüzüncü kısım takip
edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder