Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ ÜÇÜNCÜ KISMI

 




Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YÜZ KIRK ALTINCI BÖLÜM

Fütüvvet Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Allah Teâlâ seni desteklesin, bilmelisin ki:

Fütüvvet bir hal ki sahibi öne çıkmaz İnsanların Rabb’inin ve insanların nezdinde

Feta, başkasını tercih etmeyi düstur edinendir Her neredeyse baş üstünde taşınır

Arzular güçleriyle onu sarssa bile başkasını yeğler Çünkü o dirençlidir, tıpkı yalçın dağlar gibi

Hüzün ona hükmetmez, korku onu alıkoymaz Sıkıntı ve şiddet anında güzel ahlâktan.

Onu tek başına putları kırarken seyret!

Yardımcısı yokken! Feta: Yumuşak-güçlü insan

Fütüvvet, anlam bakımından ilahi bir nitelik iken lafzından Allah Teâlâ’ya verilmiş bir isim yoktur. Şeriat böyle bir isim zikretmediği gibi akıl da Allah Teâlâ’nın kayıtsız anlamda âlemden müstağni olduğunu bildirir. Şeriat­tan kanıt ise ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir*70 ayetidir. Aklın kanıtı ise şudur: Varlık ile nitelenmişken Allah Teâlâ’nın varlığı kendisi nedeniyle zorun­lu olmasaydı, mümkün olacaktı -çünkü varlık ile nitelenmiştir-. Müm­kün olsaydı, varlığını tercih eden birisine muhtaç kalırdı. Bu durumda ise mutlak anlamda ‘zengin’ adı O’nun adına geçerli olmayacaktı. Belirli bir şekilde muhtaç olsaydı, kayıtsız anlamda zengin olamaz ve âlemin içinden bir şey olurdu. Bu durumda O, kendisini tercih edenin varlığı­na kanıt haline gelirdi. Öyleyse Allah Teâlâ, kayıtsız anlamda zengindir. Böyle bir Zengin sonradan âlemi yarattığında ise, ona muhtaç olduğu için ya­ratmaz: Allah Teâlâ, âlemi âlem için ve varlığıyla yalnız başma kalmaya yeğle­yerek yaratmıştır. Bü ise, fütüvvetin ta kendisidir.       .

Hakk’ın fütüvvetini dile getiren bir ayet ve hadis vardır. Ayete ge­lirsek, Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.*7' Buradaki fîitüvvet şudur: Allah Teâlâ insanları ve cinleri ken­dilerini varlıkla nimedendirmek ve onları yokluk kötülüğünden çıkart­mak için yaratmıştır. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ, onlara ‘ilahi isimlerle ta­hakkuk’ imkânı vermiş, onların içinden halifeler seçmiştir. Bütün bunlar ise, kendilerini halife yaptığı her konuda onları yalnızlığına yeğlemesi­dir. Ardından başa kakmanın, nimete mazhar olan kimsede, nimedendirmeye zarar verdiğini dikkate alarak ‘Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım’572 ayetiyle bu durumu onlar için gizlemiştir. Böyle­likle Allah Teâlâ, yaratıkları -kendileri için değilkendisi için yarattığını dile getirmiştir.

Konuyla ilgili nebevi rivayete gelirsek, Allah Teâlâ Hz. Musa’ya eşyayı bizim için, bizi kendisi için yarattığını bildirmiş, sonra ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder’573 ayetinde yaratılıştaki bu gayeliliği gizlemiştir. Böylece herkes, yaratılışta bir başa kalana hissi almayalım diye, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle O’nun övgüsünü yücelttiğini öğrenir. Bu rivayetteki fü­tüvvet, Hakk’ın bizi tek başına var olmaya tercih ederek yaratmış olma­sıdır. Nitekim bizi böyle yarattı. ‘Her şey O’nun övgüsünü tespih eder’574 ayetinde ise -başa kakma hissine kapılmayalım diyebir örtü vardır. Bu ifade ise ‘Bana ibadet etsinler diye yarattım’575 ayetiyle aynı kapsama girer.

ikinci rivayet ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’dan aktardığı şu kutsi ha­distir: ‘Ben bilinmeyen gizli bir hâzineydim, bilinmek istedim, âlemi yarattım ve onlara tanındım, onlar da beni bildi.’ ‘Hazine idim’ sözün­de, Mutezile’nin kabul ettiği a’yân-ı sâbite’ye (sabit hakikatler) gön­derme vardır. Bunlar ‘Bizim sözümüz bir şeye’576 ayetinde konu edinilen şeylerdir.

Buradaki fütüvvet Hakk’ın ‘bilinmeyi istemeyi’ dile getirmesidir. Bu niteliğe sahip birisi, kendisi için zorunlu olan zenginliği örtmüştür. Çünkü sevgi, var olmayana ilişebilir. Var olmayan ise, yokta bulunabi­leceği gibi mevcutta da bulunabilir. Yokta bulunursa, var etmeyi istedi­ği şeyin kendisinde ortaya çıkabilmesi için onun da var olması gerekir. Sevginin konusu bir mevcutta bulunur da seven sevdiğini onda ortaya çıkaıtırsa, Hakk’ın zikrettiği şeyin (bilinmek istemek) mutlak zenginli­ğinin üzerinde bir perde olması gerekir. Aynı zamanda bilinmek iste­mek, sevilen şeyin mertebesini (kendi yalnızlığına) tercih etmek demek­tir. Çünkü mutlak zenginlik sahibi ona ilgi duymuştur. Mutlak Zengin tarafından böyle sevilmek ise, sevilende bir izzet meydana getirir.

Varlığın sebebi ise şudur: Varlık ve bilgi, hal dilleriyle Haktan zi­hinsel taksimdeki kendi mertebelerinin kemale ulaşmasını istemiştir. Allah Teâlâ da, varlık ve bilginin kemale ermesi için, kendisinden bir ihsan ola­rak o İlcisini var etmiştir. Var olmanın esas nedeni, Allah Teâlâ’nın bir ihsanı olarak, budur. Allah Teâlâ ise bunu göz ardı ederek âlemin varlığını ‘bilinmek istenmesi’ ile ilişkilendirmiştir. Böylelikle kemal, başka bir ifadeyle bil­ginin ve varlığın kemali (kendilerinin talebiyle gerçekleşen) Hakk’ın varlık ihsanından bir ‘başa kakma’ hissi duymazlar. Nitekim Kuran-ı Kerim’de de aynı şey zikredilir.

Hakk güzel ahlâk -ki söz konusu olan fütüvvettirkonusunda kulla­rına böyle tenezzül ettiğine göre, kulun bu nitelilde ahlâklanması daha yerindedir. Öyleyse fütüvvet, gerçekte, nimet ve ihsanları gösterirken başa kakmayı ve minneti gizlemektir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sadakalarınızı başa kakma ve eziyet ile boşa çıkartmayın.’577 Başa kakma­mak, ilahi bir ahlâktır, çünkü Allah Teâlâ, bize varlık ve kendisini bilmeyle ih­sanda bulunmuş, fakat bunu başa kakmamıştır. ‘Aksine Allah Teâlâ sizin başı­nıza kakar’578 ayetine gelirsek, bu ayetin anlamı, şudur: Onlar Müslü­man olmalarını başa kakarken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (insanların Müslüman olmalarını) başa kaksaydı, burada başa kakmak, Allah Teâlâ’ya ait olurdu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Müslüman olmalarını senin başına kakarlar.’579 Allah Teâlâ ise Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle emreder: ‘Müslüman olmanızı başıma kak­mayın.’^ Ardından Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi kendisine yeğleyerek, onun lananabilecek bir nitelik sahibi olmasını engellemek üzere, şöyle buyurdu: Onlara de ki ‘Aksine AUah imana hidayet ettiği için size iyilik etmiştir.’581 Dileseydi şöyle diyebilirdi: ‘Allah Teâlâ benim vasıtamla sizi imana ulaştırdığı için, esas benim sizin başınıza kakmam gerekir. Bu iman sayesinde O’nun birliğiyle sizi rızıklandırmış ve Mutlu etmiştir.’ Binaenaleyh Allah Teâlâ, Peygamberini başa kakıcı yapmadı. Bu ise -farkına varılmayanilahi fütüvvetin bir parçasıdır!

(Lafzından türeyen bir ismi olmasa bile) Fütüvvetin hükmü, Hakta bulunur. Bu kelimeden (Allah Teâlâ için) bir isim ne Kitapta ne Sünnette geçmemiştir. Aynı şekilde, ‘bir şeyi bildim (alime)’ ‘bir şey hakkında marifet elde ettim (arefe)’ demek ile ‘onu bilenim (alim)’ veya ‘onu ârifim’ demek arasmda bir fark yoktur. Bununla birlikte ‘alim’, ‘alîm’ ve ‘allam’ gibi isimler Hakk’a verilmiş fakat ‘arif adı verilmemiştir. Öyley­se Hakk’ta hükmü bulunan bir nitelikten O’na bir isim vermek zorunlu değildir. Allah Teâlâ’ya verilebilecek isimler, O’nun tarafından zikredilmiş ol­malıdır. Öyleyse Allah Teâlâ, aiıcak kendisini isimlendirdiği isimlerle isimle­nebilir. Bir ismin gösterdiği şey bilinse bile, isimlendirmede işi Hakk’a bırakmak daha yerindedir.

Hakkın bütün bunları yapmasının amacı, karşısında nasıl davranılması gerektiğini kullarına öğretmektir. Çünkü Allah Teâlâ, ehli içinden ba­zı insanların ‘şatahat’ söyleyeceğini bilir ve onlara saygı öğretir, onlar da bir daha ‘şatahat’ söylemez. Çünkü şatahat, insandaki bir eksikliktir. İn­san şatahat söylerken kendisini ilahi mertebeye katar ve kendi hakikati­nin dışına çıkar. Başka bir ifadeyle şatahat, söyleyenini Allah Teâlâ ve kendisi hakkında bilgisizliğe sokar. Büyüklerden de şatahat sözler çıkmıştır, fa­kat burada adlarını vermeyeceğim. Adlarını zikretmeyişimin nedeni, şatahat’ın bir eksiklik olmasıdır. Sıradan insanlara gelirsek, biz onları muhatap almayız, çünkü onlar, büyüklere göre sıradan insanlardır. Böyle bir hal efendilerden gerçekleşmiş ise, bundan dolayı onları kına­rız. Bazen aşağıda olan insan daha üsttekine karşı şatahat söyleyebilir. Örnek olarak nebilerin mertebeleri hakkında söylenen şatahatları vere­biliriz. Nebiler hakkmdaki şatahadar, Allah Teâlâ nezdinde Allah Teâlâ’ya karşı söy­lenen şatahadardan daha büyük cezayı Hakk eder. Çünkü İlah’ın merte­besi, hal diliyle ve duyanın nezdinde onları yalanlar. Peygamberlere kar­şı söylenen şatahadar ise, gerçekte ‘doğru’ olabilecek bir kuşku bağla­mında olabilir. Şatahat söyleyene karşı hüsnü zan besleyen ve yaratıkla­rın Allah Teâlâ nezdindeki sınıflarının mertebelerini bilmeyen bir insan, bu şatahat nedeniyle aldanır. Böylelikle başkasına ait bir Hakk olduğu ve in­sanları saptıran bir etki doğurduğu için Allah Teâlâ gayrete gelir. Bu nedenle Hakk -bilhassa ayık iken söyleyeni olmak üzereşatahat söyleyeni ceza­landırır.

Büyüklerden aktarılan şatahatlardan birisi, işin gerçeğini bilmeksi­zin, insan türünün meleklerden üstünlüğü hakkındaki ifadelerdir. Bu sözü söyleyenler, Allah Teâlâ nezdinde bundan dolayı sorumludur. Allah Teâlâ’yı bi­len mükemmel insan ise, kendisini herhangi bir şekilde Allah Teâlâ’ya karşı aleyhine kanıt oluşmasından korumalıdır. Bundan uzak durmak isteyen kimse, yasak ve emrin sınırında durup ölümü gözlemeli, bilhassa Kuran’dan olmak üzere Allah Teâlâ’yı zikretmenin dışında susmalıdır. Böyle ya­pan kimse, bütün iyilikleri elde etmiş olacağı gibi kötülükten de kendi­sini büsbütün korumuş demektir. Böyle bir insan, kendisini arındırmış, tıpkı Allah Teâlâ’nın her şeye yaratılışını vermiş olması gibi her Hakk sahibine hakkını vermiştir. Alemde Hakkın dikkate aldığı akıllı insan budur. Bu mertebenin üzerinde ise, hiçbir yaratılmışın mertebesi yoktur.

Öyleyse, futüvvetin uygun bir yönü, ilahi mertebede etkisini gös­termiştir. Dostum! Allah Teâlâ zengin ve celal nitelikleriyle kemal nitelikleri­ne sahip iken O’nun seni (kendi yalnızlığına) tercih ederken bu futüvvet eylemindeki payım sana gösterdim. Sen de, özellikle yaratıklar için değil, Allah Teâlâ hakkında bu nitelikle nitelenmeye daha layıksın. Allah Teâlâ da yaratıkları hakkında bu özellikle nitelenmiştir. Fütüvvetin bizdeki daya­nağı budur. Öyleyse feta (futüvvet sahibi), yaratıkları dikkate almayan ve fütüvvetini onlara göstermeyen kimse demektir. Çünkü yaratıklara karşı futüvvetin gereğini yapmak, Allah Teâlâ için yapmak demektir (Allah Teâlâ’yı kendine yeğlemek demektir). Bunu daha önce söylemiştik. Böyle bir kul, onu yaratıkların mertebesine yeğleyerek, Hakk’ın mertebesine karşı futüvvet sahibi olmak ister. Başka bir ifadeyle bu kul, yaratıklara karşı Hakk’ın niteliğiyle (ahiaklanarak) ya da O’nun emrine uyarak fütüvvet gösterir. Bu durumda fütüvvet sahibi -kul değil-, Hakk olur. Fütüvvet özelliğiyle ahlaklanmak da böyledir ki, bundan başka bir şey olamaz. Çünkü fütüvvetin gereği olarak bir insanı tercih etmek, mutlaka bir başkasının eziyet görmesine yol açar. Bunun nedeni amaçların ve arzu­ların birbirinden farklılığıdır. İnsanların arzuları bir yerde karar kılmaz, gelir geçer. Bir insanın senden razı olduğu bir halden bir başkası ancak sana kızabilir.

Öyleyse, bu makama ulaşmak istersen, insanları kendi hallerine bı­rak ve futüvvette Allah Teâlâ’ya yönel! Çünkü fütüvvetin esası, başkasının pa­yını tercih ederek, kendi payından uzaklaşmaktır. Bir başkasının payını tercih ederek başka birinin payını göz ardı etme! Böyle bir davranış, fütüvvet sayılmaz. Fütüvvet böyle olsaydı, onun varlığından söz edile­mezdi. İşler çelişirse, Hakk’ın mertebesini tercih et ve şanının layık ol­duğu şeyle kendi payını bırak! Çünkü Hakk, zengin iken sana fütüvvet niteliğiyle davranmıştı (senin var olmanı kendi yalnızlığına tercih etmiş­ti). Sen ise, yoksul iken buna daha çok muhtaçsın. Hakk’ın mertebesini tercih etmenin bir gereği de şudur: Hakk, O’nu tercih etmen karşılığın­da kendisinden ücret istemeni isterse, sen de ücret (sevap, karşılık) is­temelisin. Çünkü O’nun emrine bağlanman, kendi payını göz ardı et­men demektir. Bu durumda, kendi payını bırakmakla senin (gerçek) payın meydana gelir. Bununla birlikte, fütüvvet özelliğiyle de nitelen­miş sayılırsın. Hz. İbrahim Rabb’ini birlemeyi tercih ederek, yanmak­tan çekinmemişti. Bu davranış, ilahi bir emirden kaynaklanmışsa, bu, fütüvvette en büyük makamdır; ilahi bir emirden kaynaklanmamış ol­saydı, İbrahim her durumda yine fütüvvet sahibi olurdu. Çünkü o, ar­zusuna Rabb’ini yeğlemişti. Öyleyse Hz. İbrahim, fütüvvet sahibiydi.

Gerçek fütüvvet, insanın Allah Teâlâ’dan peygamberlerinin diliyle gelen dinî bilgiyi kendi arzusuna ve aidinin kanıdarına yeğlemesidir. Gerçek feta, Şâri’nin tam olarak öğrendiği bilgisiyle çeliştiğinde fikrinin ve teo­rik aklının hükmünü biralar. İşte fütüvvet sahibi, bu kişidir. Böylece kul, dini bilginin önünde yıkayıcının elindeki bir ölüye dönüşür. Bura­da ‘Hakk’ın önünde yıkayıcının elindeki ölü gibi olur’ demeye gerek yok. Çünkü böyle bir değerlendirme hatadır ve ayale kaymasıdır. Çünkü şeriat seni sınırlamıştır ve sen de onun sınırında durmalısın. Allah Teâlâ ken­disine ait iken bir şeyi sana veya bir yaratılmışa ait saymanı zorunlu kılmışsa, fütüvvetin gereği söz konusu şeyi -emrettiği şekildegerçek anlamda -Allah Teâlâ’ya değilo kişiyle ilişkilendirmendir. Aklın başka bir şey gösterirse, onu bir yana bırak ve dini bilgiyle hareket et. Öte yandan şe­riat bir şeyi Hakk’a ait saymanı emrederse, onu da Hakk’a ait say. Ser­best bırakırsa, istersen herhangi bir yargıda bulunma veya meseleyi araştır. Araştırman sonucunda serbest bırakılan hususlardan övgüye de­ğer olanı Hakk’a ait say, kınanmış olanı ise -Allah Teâlâ karşısındaki saygının gereğiylekendine ait say. Çünkü saygı, bütün iyiliklerin bileşimidir. Böyle bir durumda fütüvvet makamından ayrılmış sayılmazsın.

Şeyh Ebu Medyen, kendisine gelen güzel bir yiyeceği yediği gibi nahoş bir yiyecek geldiğinde de yerdi. Acıkır ve bir para gelirse, Allah Teâlâ’nın kendisini serbest bıraktığını anlar -çünkü Allah Teâlâ bir yiyecek türüy­le doyurmak isteseydi, o yemek kendisine gelirdive şöyle derdi: ‘Bu para yiyeceğin bedelidir. Allah Teâlâ onu beni serbest bırakmak ve denemek için gönderdi.’ Böylelikle, içinde bulunduğu halde ibadete imkân ver­mek üzere -yoksa kendi arzusuna ve nefsine uygun olanı değilmizacı­na en yadun ve uygun yiyeceği araştırırdı. Bütün yiyecekler mizacına uygun olursa, dünya halinin gereğine bakar, dünyevi hazlara karşı ge­rekli zühde göre davranırdı. Dini ibadetleri yerine getirmeye imkân ve­recek şekilde, mizaca uygunluğu da dikkate alırdı. Böylece içinde bu­lunduğu yerin hükmüne göre, haz bulunmadığı için nefsin nahoş bul­duğu çetin yaşantıya yönelerek zaruret hazzıyla yetinirdi, çünkü sadece zaruret esnasında yemek yerdi. Zaruret hazzının üzerinde ise bir haz yoktur, çünkü onu isteyen doğadır. Doğanın talebi gerçekleştiğinde ise, haz alır.

Öyleyse feta, zikrettiğimiz kişidir. Onun bu davranışı ve tasarrufu, donuklara, bitkilere ve bütün canlılara dini bilginin terazisine göre yayı­lır. Feta, gerçekte Muhammedi şeriatta haram olduğu açık bir şeyi helal yapan bir ilahi emir alır ve kuşkuya kapılabilir: Böyle bir durumda feta, kuşkulu şeyi bırakır ve şeriatın sabit hükmüne döner. Çünkü bütün keşf sahipleri nezdinde şu husus sabittir: Risalet ve nübüvvetin kesilmesin­den sonra, Allah Teâlâ ehlinden hiç kimse adına şeriatın bir hükmünü helal veya haram yapmak söz konusu bile değildir. Dolayısıyla böyle bir vâridin geldiği kişi aceleyle hüküm vermez. Bilir, ki, bir helali haram ve­ya haramı helal yapan bu emir, gerçekte nefsanî bir arzudur. Gelen il­hamın nefsanî olması bu şarta bağlıdır. Yoksa biz, hakkında kesin nas bulunmayan hususlarda dinî bir hükmün doğruluğunu Allah Teâlâ’nın ehline bildirilebileceğini imkânsız saymadık. Kesin nas bulunan konularda bil­dirilen hüküm farklıysa, ona güvenilmez. Keşf ve vecd sahibi Allah Teâlâ ehli nezdinde bu konuda görüş ayrılığı yoktur.

Allah Teâlâ’ya yönelenler içinde -farkında olmadanhallerinde bir karış­tırmaya maruz kalanlar vardır. Bu, gizli bir aldatma, Hakk kaynaklı ‘sağ­lam bir tuzak’ ve farkında olunmayan yönden bir aldanıştır. Zahiri bil­gide şeriat terazisini elinden bırakma ve şeriatın hükmünü uygulamak­tan geri durma! Şeriattan insanların anladığından farklı ve zahirî hükmü uygulamana engel olacak bir şeyi anladığında, sakın ona güvenme! Çünkü böyle bir anlayış, farkında olunmadan, ‘gerçek suretinde gözü­ken nefsanî bir aldanıştır.’ Allah Teâlâ ehlinden doğru sözlü bir grupla karşı­laştık. Bu makam onlarda bir karıştırmaya yol açmıştı. Onlar, keşflerini ve yerleşik hükmü ortadan kaldıran anlayışlarını üstün sayıyor, kendi anlayışlarına göre hareket edip zâhirde yerleşik hükmü başkaları adına kabul ediyorlardı. Böyle bir yaklaşım, bize ve Allah Teâlâ ehline göre, doğru değildir. Böyle bir ilhama güvenen kimse, hiç kuşkusuz, yanılmış, Allah Teâlâ ehlinin yolundan çıkmış, amelleriyle hüsrana uğramıştır. ‘Onların gay­retleri, iyi iş yaptıklarım zannederken, dünya hayatında boşa çıkmıştır.’5112

Böyle bir keşf sahibi, (ilhamının çeliştiği) zahirî hükme göre dav­ranır ve kendisi hakkında ona inanmayabilir. Sadece zahiri onaylamak için, söz konusu hükme göre davranır ve şöyle der: ‘Benim bu meşru emri yerine getiren yönüm dışımdır. Çünkü ben onun hakikatini öğ­rendim. Onun benim sırrımdaki "hükmü, dışımdaki ve zahirimdeki hükmünden farklıdır.’ Böylelikle onu yaparken içinden kendisine inan­maz. Böyle davranan kimselerin ameli boşa çıkmış, ahirette hüsrana uğ­rayanlardan olmuştur. Onlarm ticarederi fayda vermemiş, doğru yola ulaşmamışlardır. Böyle bir insan, Allah Teâlâ ehli olmaktan uzaklaşarak ‘arzu­sunu ilah edinenlere’ katılmıştır. Allah Teâlâ da onu bir bilgi üzerinde saptır­mıştır. Söz konusu insan, zarardayken bir şey elde ettiğini zanneder.

Kardeşlerim! Bu makamın tuzaklarından ve böyle bir keşfin aldat­masından kendinizi koruyun! Kuşkusuz size olduğu gibi o gruba da na­sihatimi yaptım. Böylelikle üzerimdeki görevi yerine getirdim. Fütüvveti söylediğimiz şekilde bilmeyen insan, onu öğrenmemiş demektir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’

YÜZ KIRK YEDİNCİ BÖLÜM

Fütüvvetin Terki ve Sırlarının Bilinmesi Makamı

Fütüvveti terk, Yaratanımızı tercih Manasını incelersen, gerçek jüfüvvettir bu

Onu olumsuzlamak, olumlamanın ta kendisi

Onu öldürürsen, bu ölüm kendisine hayat vermeye gelir

Fütüvveti yok eden, fenanın ta kendisi

Allah Teâlâ ehli ol ki, Hakk onun varış yeri olsun                                                                                             

Bilmelisin ki, fütüvvetin terki, nefsinle ve onun payıyla paralel yü­rümek demektir. Bu konuda -nefsinin doğasmm gereğiyle değilAllah Teâlâ’nın emriyle yürürsen fütüvvet sahibi olursun. Bu makam sahibi, -feta değil‘fütüvvet sahibidir.’ Böyle biri iki zıt davranışla nitelenmiştir. O halde fütüvvet, hüküm bakımından sevgiyle birdir. Çünkü sevgi, sevile­nin iki zıt özellikle nitelenmesini gerektirir. Böyle bir durum, iki zıt şeyden birisi sevilen kişinin hoşlandığı fakat sevenin hoşlanmadığı çünkü sevgi onu gerektirmez ve talep etmezbir iş olduğunda gerçekle­şir.

İnsan, Şâri’nin yapmayı ya da -terk edilmesi gereken ameller oldu­ğundaterkine hükmettiği davranışları isteyen kimsedir. Böyle bir in­san, yükümlü olduğu şeye bağlanmayla en üst mertebelerinde keşfin, aklın ve imanın gereğiyle hareket etmiş ve değersiz bir himmet taşıma­mış olur. İçinde bulunduğu durumda iki amel çeliştiğinde, başka bir ifadeyle bir şeyi yapmak veya yapmamak durumu ortaya çıktığında, da­ha üstün olanına yöneür. Bir rivayette ‘Bir adam öldürüp de kısas cezası görmeyen kimsenin durumu Allah Teâlâ’ya kalmıştır, dilerse onu bağışlar, di­lerse cezalandırır’ denilir. Buna karşı, intihar eden hakkında ise kutsi hadiste şöyle denilir: ‘Kulum canını almada benden önce davrandı, ona cenneti haram ettim.’ Allah Teâlâ intihar edenin durumunu iradesine bırak­madığı gibi onun bu davranışını (temizleyecek) bir kefaret de belirle­memiştir. Buradan şunu öğrendik: Bir insanın kendi canının hakkını koruması, başkasının hakkını korumaktan daha önemli ve öncelikli bir yükümlülüktür.

Fütüvvet, başkasını kendi hakkına tercih ederek, onun adına çalış­mak demektir. Kuşkusuz Şâri birçok yerde, Allah Teâlâ nezdinde insanın kendisinin hakkının başkasının hakkından daha öncelikli bir yükümlü­lük olduğuna dikkat çekmiştir. Feta -kendi hakkı için değilbaşkasının hakkı uğruna hareket eden kimsedir. Başka bir ifadeyle feta, Rabb’inin emriyle başkası için çalışan kimsedir. Öyleyse bi ikisi, iki uçtur: Birincisi caizdir. Bu, yaptığı işleri Allah Teâlâ’nın emriyle yapmaktır, ikinci uç ise, hiç bir durumda caiz değildir.

Arif Hakkın sahiplerine verme makamına yerleştirilir ve üzerindeki hakların sahipleri belli olduğunda, fütüvvet davranışı göstererek kayıtsız anlamda başkasını tercihi mümkün olmaz. Çünkü böyle bir durumdaki ârif, önce nefsinin hakkıyla başlar ve kendisiyle başlayınca, fütüvvetin bir kısmına zarar verir. Başlamadığında ise, fütüvvetin diğer kısmına zarar verir -ki, o Allah Teâlâ’nın emrine uymadır ve bu durumda helale olur. Bundan kurtulmanın yolu şöyle demektir: ‘Ben müminim ve Allah Teâlâ müminlerden canlarını satın almıştır. Öyleyse benim canım da bana de­ğil, Allah Teâlâ’ya aittir. Ben de, onunla başlarım ve -bana ait olması yönün­den değilAllah Teâlâ’ya ait olması yönünden kendi canımı başkalarının canla­rına yeğlerim. Bu nedenle, işlerin gerçeklerini algılamaktan perdelenenlerin nezdinde, kendini yapmadan bile fütüvvet kemale erer. Çünkü sa­hibi (müminlerin canlarını satın alan Allah Teâlâ), bana hakları yerine getirir­ken nefsi öncelemeyi emretti.’

Bu bağlamda sofra sahibinin hikâyesine gelirsek, bir şeyhe konuk­lar gelmiş. Müridine yemek getirmesini emrettiğinde, mürit ağırdan almış. Şeyh ‘Niçin ağırdan alıyorsun?’ diye sorunca, şöyle cevap vermiş: ‘Sofranın üzerinde karıncalar gördüm ve fütüvvetin gereğiyle onları çı­kartmadım, kendilerinin çıkmasını bekledim.’ Şeyh ‘ince düşünmüşsün’ diyerek bu davranışı fütüvvetin inceliği saymıştır. Söylediği de güzel, göz ardı ettiği de güzeldir! Birisi bu şeyhe ‘Kendisini överek fütüvvette incelik gösterdiğine nasıl tanıklık edersin, halbuki konuklar bekleme ve gecikme nedeniyle acı duymuştur, konukları gözetmek karıncalan gö­zetmekten daha yerindedir’ diyebilirdi. Bu itiraza şeyh şöyle karşılık ve­rebilir: ‘Karıncalar itaat etmek yönünden Allah Teâlâ’ya insandan daha yalan-

dır. Çünkü insanda muhalefet bulunur ve haz vermeyen bazı şeyleri na­hoş karşılar.’ Buna karşın biz de şöyle deriz: ‘İnsanın cildi, saçı, derisi tıpkı karıncalar gibi Allah Teâlâ’nın övgüsünü yüceltir. Bu nedenle bunlar, kı­yamet günü inançsız ve kâfir nefs-i natıka’ya karşı tanıklık yapar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar derilerine şöyle der: Niçin aleyhimizde tanıklık ettiniz?’583 Başka bir ayette ise ‘Dilleri, elleri ve ayakları onlarm aleyhine tanıklık eder584 buyrulur. Öyleyse onlar, adil şahit olduğu gibi tanıklıkları da geçerlidir. Bu bakış açısıyla konukları dikkate almak, daha yerindedir. Ni-. tekim Şâri de önce onlara yemek ikram etmeyi emretti. Hizmet eden mürit, fütüvvetin gereğini yaparak sofrayı karıncalara bırakabilir ve şeyhinden izin isteyerek ona hikâyeyi anlatabilirdi. Bu durumda şeyhi­nin izniyle konuklar için başka bir yemek getirmeye çalışsaydı, daha ye­rinde bir davranış göstermiş ve fütüvvette daha dikkatli davranmış sayı­lırdı.

YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM

Feraset Makamının Bilinmesi ve Sırları

Feraset, nafile ibadet nuru

Seçilmiş ve rehber Peygamber buyruğudur bu

Feraset sahibi, Hakk’ın gözü ve kulağı olduğu kişidir Mutlu ve sevinçlidir o

İşin sonu bu yargının tersinin gerçekleşmesi:

Gaybte ve şehadette

(Saldırmak anlamındaki) ‘iftiras’ kelimesinden türetilen feraset, ka­hır özelliğindeki ilahi bir niteliktir. Hükmü, bu niteliğe sahip birinden korkarak kaçanlarda gözükür. Kaçmanın nedeni, tabii korkudur. Bu korku, can hakkmda olabilir. Can korkusu, nefsin alıştığı ve otoritesini sergilediği bedenden ayrılmayla ilgilidir. Ya da feraset sahibinin doğal

feraset veya ilahi feraset vasıtasıyla kendisiyle ilişkilendirdiği kınamadan kaçmakla ilgilidir. Bu nedenle feraset, sadece firarilere ilişir. Çünkü âleme baskın olan şey, kendileri hakkında bilgisizliktir. Bilgisizliklerinin nedeni ise bileşikliktir. Unsurlardan bileşik olmaksızın, yalın olsalardı, bu nitelilde nitelenmezlerdi.

Bilmelisin ki, kul feraset özelliği kazandığında, feraset sahibi oldu­ğu sonucuna varılan bir takım alameder taşır. Bir kısmı mizaç kaynaklı doğal alameder iken -ki bu hikemî ferasettir-, bir kısmı ruh, iman ve nefs kaynaklıdır -bu ise ilahi ferasettir-, İlahi feraset müminin iç gözün­deki (basiret) ilahi nurdur. Bu nur vasıtasıyla mümin, kendisine keşf olduğunda, ferasete konu olan şeyden meydana gelen hali veya kendisi­ne ulaştıracak şeyleri bilir. Öyleyse müminin feraseti, doğal ferasetten daha geneldir. Çünkü doğal ferasetin verebileceği nihai bilgi, kötü ve iyi ahlâkı bilmek, eşyada ve bütün bedeni hareketlerde acele ve yavaşlı­ğa yol açan durumları öğrenmeyle ilgilidir. Bu bölümde her iki feraset türüne kısmen değineceğiz.

İlahi feraset, doğal ferasetin sağladıklarını verdiği gibi aynı zaman­da fazlasını da verir. Bu ilave ise, ilahi ferasetin mutluyu bedbahttan ayırmanın bilgisini olduğu kadar bu nur sahibinin yanında olmaksızın işlenen Allah Teâlâ’nın razı olduğu ve olmadığı hareketlerin bilgisini de verme­sidir. Böyle bir insan bir davranışı yaptıktan sonra bu nur sahibinin önüne gelir. Söz konusu davranış, kendisinden ortaya çıktığı organda bir alamet bırakır ve bu alameti sadece feraset sahibi bilebilir. Bu saye­de, günah ya da itaat olmak üzere hareketin durumuna göre, sahibine bir şey söyler. Nitekim aynı iş Hz. Osman’da gerçekleşmişti. Hz. Os­man huzuruna giren birine şöyle demiş: ‘Subhanallah! Erkekler niçin gözlerini kadınlardan uzak tutmuyor Ki?’ Birinin avret yerlerine ya da meskûn bir evin köşesinde vb. bakması helal olmayan birisine bakmış olan yanına giren adam Osman’a şöyle demiş: ‘Yoksa Peygamberden sonra bir vahiy mi var?’ Osman şöyle demiş: ‘Hayır! Fakat bu ferasettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Müminin ferasetinden korkun, çünkü o Allah Teâlâ’nın nu­ruyla bakar’ dediğini bilmiyor musunuz? İçeri girdiğinde, gözlerinde onu gördüm.’ insanın hareketinin -itaat ya da günah olmak üzereken­disinden çıktığı organda bir belirti geride bıraktığı sözümüzün anlamı budur.

Doğal feraset, bütün davranışlarda, sözlerde, durıış ve hareketlerde dengenin bilgisini verdiği gibi bütün bu hususlarda sapmanın bilinme­sini de sağlar. Doğal feraset sahibi, bir insanın organlarına veya yapısı­na bakarak, ahmak ve akıllıyı, zeki ve aptalı, ökeli ve öfkesizi, bayağı olanı ve olmayanı, hilekârı ve güveniliri, bozguncu olanı ve olmayanı tanır.

Öncelikle bilmelisin ki: iman feraseti -ki onunla başlıyoruzmü­minin basiret gözüne verilmiş ilahi bir nurdur. Bu nur, baş gözüne ait nura benzer. Ferasete konu olan şeyde ise, göz için duyulurların gö­rünmesini sağlayan güneşin ışığına benzeyen bir alamet vardır. Bu bağ­lamda göz, hem kendi nuruyla hem de güneşin ışığının göstermesiyle duyulurlan ayırt ederek küçüğü büyükten, güzeli çirkinden, beyazı si­yah ve sarıdan, hareketliyi durağandan, uzağı yakından, yukarıdakini aşağıda olandan ayırdığı gibi iman ferasetinin nuru da övülen davranışı kınanmış davranıştan ayrıştırır ve öğretir.

İlahi feraset nuru, ‘Allah Teâlâ’ ismine izafe edildi. Burada ‘Allah Teâlâ’ ismi, bütün isimlerin hükümlerini kendinde toplayan isimdir. Çünkü feraset nuru, ahiret hayatında bedbahtlık ve mutluluğa yol açan kınanmış ve övülmüş hareketleri tanıtır. Feraset öyle bir dereceye ulaşır Ki, bazı in­sanlar toprakta bir şahsın ayak izini -ki onun izi demektirgördüğünde, şahıs bulunmadan ‘bu ayak mutlu bir insanın ayağıdır’, ‘şu bedbaht bir insanın ayak izidir’ diyebilir. Nitekim gözcü izi takip ederek şöyle der: ‘Bu izin sahibi söz gelişi beyazdır, gözü şaşıdır.’ Böylece -adeta görmüşçesineonun yaratılışını ve yaratılışına ilişen geçici durumları be­timler. Bütün bunlar, şahsı görülmeksizin onun izinde görülür. Ensab ilminde buna göre hüküm verilir ve -baba ile oğullar arasında alışıla­gelmiş benzerlik bulunmadığı için bir kuşku ortaya çıktığındaçocuğun gerçek babası bulunur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu nedenle feraset nurunu Allah Teâlâ ismine izafe etti. Halbuki onu -söz gelişiel-Hamid ismine ait saysaydı, bu nur sahibi, özellikle övülen ve Mutlu olanı görürdü. Başka bir ifa­deyle, Peygamber iman nurunu herhangi bir ilahi isme izafe etseydi, söz konusu ismin gereğine göre bu nur etkin olurdu. Bu nuru Allah Teâlâ’ya izafe edince, feraset sahibi onunla dünya ve ahirette meydana gelebile­cek iyilik ve kötülükleri, kınanan ve övülen davranışları, çirkin ve güzel ahlâkı, doğanın ve ruhanîliğin ortaya çıkarttığı durumları bilir. Ayrıca feraset sahibi, bu nur vasıtasıyla dini hükümleri de ayırt eder -ki bunlar, beş hükümdür. Öte yandan, bir hareketin dayandığı ilahi isimleri, hare­ketin sahibine bakan ulvî ruhları, yıldızların hareketlerinden ortaya çı­kan alamederi de bu nur sayesinde öğrenir. Çünkü Allah Teâlâ yıldızları fe­leklerinde boş yere yüzdürmemiştir. Yıldızların feleklerinde yüzmesinin nedeni, Allah Teâlâ’nın onların bütün hareketlerine ve yalcın felekteki varsa­yımsal burçları aşmalarına yerleştirdiği amaçlardır. ‘Allah Teâlâ her göğe emrini vahyetti585 ayetinin doğruluk ölçütü budur. Kısaca bu yüzüş esnasında yıldızların hareketleri, kendilerine bırakılan emanetleri -ki onları unsur âlemi talep edersahiplerine ulaştırmayı hedefler.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ doğayı nefsin aşağısında ve Heba’nın üzerinde yarattı. Allah Teâlâ doğal cisimleri yaratmak istemiştir ki, bize göre sadece doğal ya da unsurî cisimler vardır. Unsurlar ise başka cisimler kendilerinden doğsa bile doğal cisimlerdir. Bunların hepsi, Allah Teâlâ’nın do­ğayı üzerinde yarattığı şeydeki eserlerden meydana gelir. Doğa, dört şeyden ibarettir. Bu dört şey özel bir tarzda bir araya geldiğinde, -Aziz ve Alîm’in takdirine görebu bir aradalığa uygun bir varlık oluşur. Bu nedenle, mizacın farklılığı nedeniyle âlemin cisimleri de farklılaşmıştır. Her cisim, âlemde karışımının (mizaç) gerektirdiği şeyi vermiştir.

İş böyle devam ederek, Allah Teâlâ’nın unsurları yaratmasına kadar ulaşır -unsurlar rükünlerdir-. Sıcaklık özel bir tarzda kuruluğa eklenir, bu ka­rışımdan ateş unsuru oluşmuştur ve ‘ateş unsuru’ diye ifade edilir. Son­ra, hava sonra su, sonra toprak aynı tarzda meydana gelir. Aİlah, vasıtalı ve vasıtasız olarak unsurları birbirine dönüşebilme özelliğinde yarattı. İki unsur her açıdan birbirini iterse (nefret), o şey kendine uygun olana dönüşür. Ardından bu uygun olan da, kendisine en yakın diğer uyguna dönüşür ki o ilk dönüşüme uğrayanı itmekteydi. Böylelikle ısınma ve yoğunlaşma yoluyla, bu en yakın uygun vasıtasıyla kendine dönüşmeyi kabul etmiştir.

Allah Teâlâ, hayvanî cismi dört doğadan yarattı. Bunlar İki acı, kan ve balgamdır. Allah Teâlâ bu karışımlarda ruhanî güçler de yaratmıştır ki eserle­ri, kendilerinden oluşan cisimde gözükür. Bu karışımlar, kendilerinden ortaya çıkan cisimde itidal ölçüsünde ya da itidale yakın bir ölçüde bu­lunurlarsa, itidalin sağladığı güzel ve beğenilmiş durumları, işlerde orta hareketleri sağlarlar. İtidal üzere bulunmazlarsa, saptıkları duruma göre hareketleri ortaya çıkartırlar. Böylelikle bu karışımların arasından daha güçlü ve daha çok olanın otoritesi bedende ortaya çıkar. Buradan bede­ne hastalıklar iliştiği gibi nefse de (kötü) ahlâk ilişir.

Beden doktoru, itidali gerçekleştirinceye kadar, bu karışımlardan eksik olanı artırarak ya da fazla olanı eksilterek hastalıkları iyileştirir. İlahi doktor ise -ki peygamberlerdirahlâkı tedavi eder ve nefsanî amaç­ları öğüt, zikir, tavsiye, yüce davranışlar hakkında uyarı gibi hususlarla yönetir ve tedavi eder. Ayrıca Allah Teâlâ’nın, insanların ve yüce ruhların nez­dinde mutluluk sağlayan övülen davranışları öğreterek ahlâkı tedavi eder. Bu sayede, düşünen nefs (nefs-i natıka) güçlenir. Bu öğüt, sapmış mizacı ıslaha yardımcı olduğu gibi aynı zamanda bedenin doğasmı ve onda bozulmuş olanı düzelten doktora da yardım eder. Bu nedenle bazı doktorlar, belli hastalıklar için güzel sesler dinlemeyi, türlü çiçeklere sa­hip güzel yerlere gitmeyi, çağlayanları görmeyi, bülbül ve benzeri kuş­ların seslerini dinlemeyi salık verir. Bütün bunlar, doktora yardım et­mek üzere, mizacın düzelmesine yol açan ruhanî tedavilerdir. Seslerle tedavi edilmeyen hastalıklar da vardır. Bu hastalıklar, zikrettiğimiz şey­lerin zıddıyla düzelirler. Bütün bunlar, güçlü ve baskın karışım ile onun karşılığında eksik ve zayıf karşıma göre yapılan tedavilerdir.

Hastalıkların bir kısmı, mizaç ve ahlâkın yapısmda aslî olarak bulu­nur. Örnek olarak, gözlerdeki patlaklık, ya da aşırı ölçüde içe batması ya da son derece ince burun ya da son derece kaim burun ya da bunun zıddmı ya da burun deliğinin çok geniş veya dar olması veya aşırı be­yazlık ya da aşırı siyahlık ya da saçm kıvırcıklığı veya aşırı düzlüğü ya da gözdeki aşırı maviliği veya aşırı sürmeliliği verebiliriz. Aynı şekilde, iti­dalde olmayan diğer organları da verebiliriz. Bunlar, itidalden saparak, belirttiğimiz şekilde iki uçtan birine varmıştır. Çünkü insanm ahlâkı, bu organların kendinde bulunduğu itidal ve sapmaya göre belirlenir.

İlahi doktor gelir -ki o peygamber, ya da varis ya da hakîmdirkendisine boyun eğen bu yaratılışın neyi gerektirdiğini bilir. Onu terbi­ye etmek ve mutluluğu için çalışmak amacıyla gemini ele geçirir. Dok­tor -sapma söz konusu iseyaratılışının gerektirdiği yönün tersine yö­neltir. İlahi doktor (peygamber), tedaviyi sapmanın nerelerde kullanıla­cağını göstererek yapar. Bu yerler, Allah Teâlâ’nın övdüğü ve nefsin mutlulu­ğunu sağlayan yerlerdir. Çünkü doktor insan için yeni bir yaratılış meydana getiremez: ‘Rabb’in yaratmayı ve ahlâkı (hulk ve hilkat) ta­mamlamıştır.’ Öyleyse yapılabilecek nihai şey, kullanım yerlerini açık­lamaktır. Yaratılışı mutedil biri Allah Teâlâ nezdinde mutluluk sağlayan şeyle­ri bilmiyorsa, bu bilgiye ulaştıracak birisine -ki Allah Teâlâ’nın peygamberidirmuhtaçtır ve Allah Teâlâ nezdinde mutluluğu sağlayacak şeyleri bilenlere sormalıdır.

Güzel ahlâka gelirsek, yaratılışı itidalde olan insan, bunlarda kendi­sini yönlendiren birisine muhtaç değildir. Çünkü onun yaratılışının mi­zacı ve itidali, kendisine sadece güzel ahlâkı verir. Hatta böyle biri bazı durumlarda sapmayı kullanmak üzere bir öğreticiye muhtaçtır. İnsan belirli durumlarda sapmadaki yararlar nedeniyle onu yapmakla yüküm­lüdür. Bu yarar dünyevi olabileceği gibi ahiret ile ya da her ikisiyle de ilgili olabilir. Mizacı sapmış kimseden ise, çirkin huylar ve bayağı ahlâk ortaya çıkar, nefsanî gayelerin kendisine etki etmesini ister. Böyle biri, işinin sonunda neye varacağını önemsemez. Öyleyse akıllı doktor, daha önce belirttiğimiz gibi, (kötü huyların) kullanım yerlerini göstermelde bu kişiyi aşama aşama tedavi eder.

Ferasete konu olan İçişinin yararının nerede bulunduğu bilen iman ferasetinin sahibi biri gelir ve insanın kınanmasına yol açan ya da kendi­sinden kınanmış olarak bir hareketini çıktığını gördüğünde, onu yön­lendirir. Böylece -kendisini hükmü altına almak üzerenefsini teslim edinceye kadar onu kontrol eder. Bu insan (itidalden) sapmış ise, seyr ü sülukunda mücahede ve riyazet yolunu takip eder. İtidal halinde ise, sülukunda gönlü hoş ve haz alan, sevinen, mutlu birisi haline gelir. Başkasına güç gelen işler, ona kolaylaşır. Herhangi bir güzel ahlâk onda güçlük çıkartmaz. Böyle bir insanın nefsi arınır, tezkiye olur ve temiz âleme katıldığında, ilahi göz ile bakar, (ilahi kulak ile) duyar, onun gü­cüyle hareket eder. Bu durumda ise işlerin nereden gelip nereye gittiği­ni, kendisinden neyin çıktığını ve nereye vardığını görür. cİman feraseti’ denilen budur. Söz konusu feraset, Allah Teâlâ nezdinden verilen bir şeydir. Doğası selim olan ve olmayan herkes, buna ulaşır.

Alemdeki sapma ve itidalin esası veya bileşiklerde bazı unsurların başka unsurlara baskın gelmesinin nedeni, ilahi bilginin etkileridir. Bu bilgiden hareketle Allah Teâlâ, dilediklerine merhamet eder, dilediklerini ba­ğışlar, dilediklerine azap eder, kerih görür, razı olur ve öfkelenir. Öfke nerede, razı olmak nerede? Af nerede, intikam nerede? Cezalandırma nerede, hoşnut olmak nerede? Bütün bunları indirilmiş kitaplarda ilahi haberler dile getirmiş, keşf ehli ise -göz görmesiyleonları öğrenmiştir. Söz konusu haberler nebi ve peygamberlerin diliyle gelmemiş, Allah Teâlâ nezdinden gelen kitaplar onları bildirmemiş ve peygamberler mucizeler ile desteklenmemiş olsaydı -ki peygamberler yabancıların nezdinde bu haberlerle ilgili sözlerinin doğruluklarının kanıtlanması için mucizelerle desteklenmiş ve bu sayede bu haberleri getirdiklerinde haberler kabul edilmiştirnefsler bu haberleri kabul etmezdi. Çünkü aklın kanıtları, ilahi mertebe hakkında böyle bilgileri imkânsız sayar. Bu haberleri gö­ren ve keşfeden bir insan, doğruluğu hakkında bir mucize desteği ol­maksızın, onları söyleseydi, cahil ilan edilir, düşüncesi nedeniyle kınanırdı. Böyle bir insanın aklının ve filerinin bozukluğu, hayalinin hükmü altına girdiği hususunda kanıtlar serd edilir, akla göre Allah Teâlâ’nın böyle ni­teliklerle nitelenemeyeceği iddia edilirdi. Söz konusu haberlerin pey­gamber ve kitaplar vasıtasıyla indirilmiş olmasının nedeni budur. Mü­şahede sahibi de, onlara dayanarak bu tür bilgi getirdiğinde onun sözü­ne aşina olunur.

Böyle haberleri bildirmek üzere şeriatlar gelmiş, başkanlara ve ön­derlere peygamberlerden başkasından duyduklarında ters gelecek hü­kümleri bildirmiştir. İnsanlar böyle bilgilere peygamberden aşina olup nefsler ilahi yasaların hükümleriyle ülfet ettiğinde, salih insanlara öğ­rencilik yapmak ve nefslerini -kendilerine ağır gelse bileonlarm yöne­timlerinin altına sokmak, hükümdarlara ve başkanlara kolaylaşmıştır. Onlar, bu konudaki bilgilerini karşılaştıkları amaçlarıyla ters düşme güçlüğüne yeğlemişlerdir. Çünkü bu şarta göre nefsini salih insanın hükmü altına sokmuştur. Öyleyse onun kendisine karşı kanıtı vardır. Alîm ve Hakîm Allah Teâlâ münezzehtir. Bilginin üstünlüğü olmasaydı, fera­set üstün olamazdı. Çünkü bilginin otoritesi olmasaydı, feraset üstün gelemeyeceği gibi bir değeri de olamazdı. Öyleyse bilgi niteliklerin en üstünüdür. Kurtuluş -insan onu kendisine hakim yapıp işlerinde ona göre davrandığındabilgidedir.                                      .

Rabb’im! Bilgimi artır, Rabb’im, bilgimi artır, Rabb’im, bilgimi artır!

Beni bilgide kullan,

Beni bilgi için kullan,

Bilgiyi bende hüküm sahibi yap

Onu benim gözetmenim yap Sen bilen, bilgi ve bilinensin

Bilgi şenindir, bizim değil

Bize ondan değerimiz kadar verdin

Hakimler nezdinde zikredilen ferasete gelirsek, bu ferasetin hakim­lerin esas sayıp tecrübe ettikleri bir yönünü zikredeceğim. Sonra onun niteliklerdeki bâtını yorumunu, belirteceğim. Bunu ise, kitaptaki yön­temimize göre -Allah Teâlâ’nın izniyleözet ve yeterli bir şekilde yapacağız:

Bilmelisin ki: Allah Teâlâ, bütün hareket ve eylemlerinin düzgün olması için yaratılışı mutedil bir insan yaratmak istediğinde, babaya mizacını düzeltecek şeyleri (yemeyi) nasip eder. Aynı şekilde, annesine de miza­cını düzeltecek şeyleri nasip eder. Böylece, erkekten ve dişiden çıkan meni düzgün olur (salih). Öte yandan rahmin mizacı da düzgün olur ve karışımlar (ahlât-ı erbaa) nutfenin düzgün olmasını sağlayacak ölçüde itidal halinde bulunur. Allah Teâlâ suyun (meni) rahme indirilmesi için, mut­lu bir yıldız (tali’) belirler. Bunu ise, Allah Teâlâ’nın o esnada var olanlarda meydana getirdiği şeye göre iyiliğe alameti kendisinde yarattığı felekle­rin hareketlerine göre gerçekleştirir. Erkek ve kadın, mutedil bir mizaç ile Mutlu bir tali’de birleşir. Meni mizacı dengeli rahme iner. Rahim onu alır ve Allah Teâlâ anneye mizacını düzgün tutacak ve rahimde çocuğun besleneceği şeylere karşı arzu duyma imkânı verir. Böylelikle meni, mu­tedil bir yerde, mutedil maddeler içinde ve feleklerin doğrusal hareket­lerinin içerisinde şekillenmeyi kabul eder.

Bu durumda yaratılış en mutedil şekilde ortaya çıkar ve var olur. Sahibinin yaratılışı da dengeli bir şekilde meydana gelir. Böyle biri, ne uzundur ne kısa! Etinin yumuşaklığı, katılık ve incelik arasındadır. Rengi sarı ve kızıla çalacak şekilde beyazdır. Saçının uzunluğu dengeli­dir. Ne dümdüzdür ne bütünüyle kıvırcıktır. Saçında kızıllık vardır. Yüzü geniştir. Gözleri koyuluğa ve siyahlığa yadcındır. Baş kemikleri dengelidir. Omuzları paraleldir. Boğazı ölçülüdür. Baldırında ve belin­de et yoktur. Sesi kısık ve durudur. Ne kabadır ne de incedir. Kalın ve­ya ince olması beğenilen kısımları dengelidir. Parmakları ince ve uzun­dur. Avucu açıktır (cömert). İhtiyaç dışında pek az konuşur. Doğası sa­rılığa ve siyahlığa eğilimlidir. Bakışında rahatlık ve sevinç vardır. Mala tamahkâr değildir. Muhatabının üzerinde tahakküm kurmak ve başkan­lık etmek talebi yoktur. Aceleci olmadığı gibi yavaş da değildir. Hakimlerin söylediğine göre, yaratılışı en mutedil ve sağlam kişi budur. Efendimiz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de bu yaratılışta yaratılmıştır. Bu sayede, (manevi) mertebede kemali gerçekleştiği gibi yaratılışta da kemali ger­çekleşir. Böylelikle o, zâhir ve bâtında, bütün yönlerden insanların en kâmili olmuştur.

Rahimde bir mizaç bozukluğu gerçekleşmiş olabilir. Böyle bir bo­zukluğun insanın rahimdeki oluşumu esnasında herhangi bir organa ya da organların çoğuna ya da bir kısmına etki etmesi kaçınılmazdır. Bu etki, o esnada söz konusu organ için maddenin oluşturduğu nutfedeki çekici güce göre gerçekleşir. Bu durumda etki, ya yapının bütününde ya da bazı organlarında gözükür.

Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır, bunlardan birisi şudur: Aşırı kumrallık ve mavilikle birlikte gerçek beyazlık hainliği, fâsıklığı ve aklın hafifliğini gösterir. Bununla birlikte kişinin alnı geniş, çenesi dar, sakalı seyrek, yanakları etli ve saçı çok ise, feraset sahibi hakimler ‘Bu nitelikteki biri­sinden öldürücü yılanlardan kaçmak gibi kaçmak gerekir’ demişlerdir. Saçın serdiği, cesarete ve dimağın doğruluğuna işaret eder. Saç yumu­şaklığı korkaklık, zekâ azlığı ve dimağın soğukluğuna işaret eder. Saçın her İki omuz ve boyun üzerinde çok olması, insanın ahmaklığına ve cü­retine delildir. Karında ve göğüste kılların çokluğu, insanın doğasının vahşiliğine, anlayışının azlığına ve zulmü sevmesine işaret eder. (Saçta) Kumrallık korkaklığa,öfkeye, hızla sinirlenmeye ve zalimliğe işaret eder. Saçın siyahlığı, akıldaki aşırı durağanlığa, yavaşlığa ve adaleti sevmeye işaret eder. Bunların arasında olan saç rengi ise itidale işaret eder.

Kırışıklık bulunmayan geniş alın düşmanlığa, arsızlığa, kışkırtıcılı­ğa ve kendini beğenmişliğe işaret eder. Genişlik ve darlık halamından orta seviyede olan ve kırışıklık bulunan alnın sahibi doğru sözlü, seve­cen, anlayışlı, bilgili, uyanık, yönetici ve uzmandır. Kulakları büyüle kişi bilgisizdir. Şu var ki o, hafız olabilir. Kulakları küçük kimse, hırsız ve ahmaktır. Kaş çokluğu, meramını anlatamamak ve zayıf konuşmaya işa­ret eder. Kaşlar şakağa kadar uzamışsa, sahibi kendini beğenmiş şaşkı­nın telcidir. Kaşları ince, uzun ve kısalıkta dengeli ve siyah olan kimse, uyanıktır. Gözü mavi olan, en şerli kişidir. Mavilerin en kötüsü ise, turkuaz mavisidir.

Büyük ve patlak gözlü kimse hasetçi, yüzsüz, tembel ve güvenil­mezdir. Bir de mavi olursa -ki bazen koyu olabilirdaha da hasetçidir. Gözleri orta büyüklükte olan ve derinlik (koyu) ve siyahlığa yadcın olan kimse, zeki, güvenilir ve sevecendir. Göz bedenin uzunluğunda olursa, sahibi habistir. Gözü donuk, tıpkı hayvan gibi az harekedi ve bakışı öl­gün olan kimse, bilgisiz ve katı doğalıdır. Gözünde hızlı hareket ve kes­kin bakış olan kişi hırsız, hilekâr ve aldatıcıdır. Gözü kızıl olan kimse, atılgan ve cesurdur. Gözünün çevresinde sarı noktalar bulunan kimse, insanların en şerlisi ve alçağıdır.

Burnu ince olan kimse, pervasızdır. Burnu -adeta ağzına girecek kadarbüyük olan kimse, cesurdur. Burnu basık olan kimse, şehvetlidir. Burnu çok kabarık olan kimse, çok öfkelidir. Burnunun ortası basıklığa mütemayil ve sert olan kimse, geveze ve yalancıdır. Burunların en mu­tedili, aşırı uzun olmaksızın, belli ölçüde uzun olanıdır. Burun serdiği­nin vasati olması ve deliklerin abartısızlığı, anlayışa ve akla delildir. Ağ­zı geniş olan kimse, cesurdur. Dudakları kalın olan kimse, ahmaktır. Tam kızıllıkla birlikte orta kalınlıkta olan kimse, dengelidir. Dişleri bir­birine girmiş ya da çıkıntılı olan kimse, aldatıcı, güvenilmez bir hilekârdır. Dişleri arasında boşluk bulunup seyrek olan kimse, akıllıdır, güve­nilirdir, yönetici ve emin bir insandır.

Yüzünün etinde avurüarı şişkin olan kimse, cahildir ve katı doğalı­dır. Yüzü zayıf ve sarı olan kimse, alçak, hilekâr, tuzakçı, habis ve huy­suzun tekidir. Yüzü uzun olan kimse, arsızdır. Şakakları şişkin ve da­marları şişkin olan kimse, öfkelidir. Kendisine baktığında yüzü kızaran ve utanan, hatta bazen gözleri dolan veya istemi dışında tebessüm eden kimse, seni seven, sana muhabbet besleyen ve içinde sana karşı saygı bulunan biridir. Yüksek ses, cesarete işaret eder. Yavaş ile hızlı, yumu­şaklık ile serdik arasındaki dengeli ses, akla, tedbire ve doğruluğa işaret eder. Hızlı ve ince konuşmak, bilgisizliğe, yalancılığa ve arsızlığa işaret eder. Sesin kalınlığı, öfkeye ve ahlâksızlığa işaret eder. Sesin genizden gelmesi, ahmaklığa, zekâ azlığına ve kibre işaret eder.

Çok harekedilik, hilekârlığa, kendini beğenmeye ve düşüncesizliğe kanıttır. Oturuştaki ağır başlılık, sözdeki süreklilik ve gereksiz sözlerde eli hareket ettirmek, aklın tamlığına, tedbire ve aklın doğruluğuna ka­nıttır. Boynun kısalığı hilekârlık ve habisliğe kanıttır. Boynun uzunluğu ve inceliği ise, ahmaklığa, velvele çıkarmaya ve korkaklığa kanıttır. Bu ikisine bir de başın küçüklüğünün eklenmesi, ahmaklık ve akılsızlığa de­lildir. Boynun katılığı, bilgisizliği ve oburluğu gösterir. Boynun uzun­luk ve serdikte itidali, akla, tedbire ve samimi dosduğa, güvenilirliğe delildir. Büyük karın ahmaklığa, bilgisizliğe ve korkaklığa kanıttır. Kar­nın latifliği ve göğsün darlığı, aklın çokluğuna ve doğru düşünmeye kanıttır. Omuzların ve sırtın genişliği, cesarete ve aldın hafifliğine kanıt­tır. Sırtın eğikliği, sabırsızlığa ve huysuzluğa kanıttır. Sırtın düzgün olması, övülen bir belirtidir. Omuzların öne çıkması, kötü niyete ve gi­dişatın kötülüğüne delildir.

Avucun dize kadar uzayacağı şekilde kolların uzunluğu, cesarete, cömertliğe ve soyluluğa kanıttır. Kollar kısa ise, sahibi korkaktır ve kö­tülüğü seven biridir. Uzun parmaklarla birlikte uzun kol, sanatkârlığa, işleri sağlam ve başkanlığı iyi yapmaya kanıttır. Ayaktaki sert et, bilgi­sizliğe ve zulmü sevmeye kanıttır. Yumuşak-küçük ayak, günahkârlığa kanıttır. Topuğun inceliği, güzelliğe delil iken topuğun kalınlığı cesare­te kanıttır. Aşil kirişleriyle birlikte inciklerin kalınlığı aptallığa ve dü­şüncesizliğe kanıttır. Adımları geniş ve ağır olan kimse, bütün davranış­larında başarılı, işin sonuçlarını düşünen kişidir. Böyle olmayan da, bu­nun tersidir.

Bunlar, doğa bilginlerinden tecrübe sahibi hakimlerin sözlerinden aktardığımız (hikemi feraset ile ilgili) hususlardır. Bu nitelikler çoğalır ve azalır, fakat hüküm galibe aittir. Bazen bir şahısta eşitlenirler. Bu du­rumda bir nitelik diğerinin hükmünü bir yönden ortadan kaldırabilir. Bazen de bir konuda bu niteliklerden birisi etkin olurken başka bir ko­nuda ise diğer bir nitelik etkin olabilir.

Kısaca, riyazet ve bilginin kullanımı, zikredilen her bir kötü niteliği ortadan kaldırmada etkindir. Kim bunu tecrübe ederse, söylediğimizin doğruluğunu görecektir. Çünkü adet, beşinci doğadır ve onun aslî do­ğada etkisi vardır. Bütün bunlar, tecrübe edilmiştir.

VASIL

Söylediğimiz Alametlerin -bunlar tecrübeyle sabittirB âtını Yorumu

Bilmelisin ki, insanm bedenini yöneten latifesinin (düşünen nefs) bir yönü, onun babası olan saf nura bakarken bir yönü sırf karanlık olan doğaya bakar. Doğa ise, onun annesidir. Bu nedenle latif nefs, ışık ve karanlık arasmda meydana geldi. Onun orta yerde olmasının nedeni, yöneticiliğidir. Bu yönüyle o, tüm heyula ve akıl arasındaki tümel nefse benzer. O, karanlık bir cevher iken akıl saf ışıktır. Böylece bu düşünen nefs, ışık ve karanlık arasmda bir berzah haline gelmiş, her birisine ken­di hakkını vermiştir. Bu iki uçtan birisi kendisine baskın gelirse, baskın gelene göre olur. İki uçtan birisine meyli olmadığında ise, işleri itidal üzere algılar ve insaflı olur, gerçeğe göre hüküm verir. Bu bölümde be­dendeki ferasetin alametleri hakkında zikredilen şeylerin bâtınî yoru­munu belirteceğiz.

Aşırı beyazlık, insanm bakışını büsbütün nur âlemine vermesidir. Öyle ki artık doğa âlemini kendisiyle yöneteceği hiç bir şey kendisinde kalmaz. Ebu İkal el-Mağribi ve benzerleri böyleydi. Bu durumda, ke­male ulaşmazdan önce hızla bozulmaya uğrar. Aynı şey, aşırı siyahlığın yorumu için de geçerlidir. Bu ise insanın şehvet ve doğa âlemine kendi­sini bırakmasıdır. Bu bırakma, kendisiyle nur bilgilerine -Ki ilahi ilimler demektirbakmak arasmda bir perde haline gelir. Hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, böylelerinin hali kınanmıştır. Bununla birlikte bu durum, zaman zaman gerçekleşir ve kişi ‘her Hakk sahibine hakkını veriyor’ ola­bilir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Benim bir vaktim vardır ki, onda Rabbimden başkası benimle olamaz’ buyurur. Hali böyle olan insan, adil imamdır. Uzunluk ve kısalık, insanm iki âlemden birisindeld bakışının süresine işaret eder. Bu süre uzarsa uzunluk, kısalırsa kısalık diye ifade edilir. Sürenin, ihtiyaç ölçüsünde olması gerekir. Etin yaşlığının katılık ve incelik arasında dengeli olması ise, tıpkı etin kemik ve deri arasında bir berzah olması gibi, insanın mana ve duyu arasındaki berzahlarda itidal üzere bulunmasıdır. Saçın dengeli olması ise, insanın kabz ve bast halleri arasmda bulunuşudur.

Yüzün genişliği, rahadığa ve sevince işaret eder. İnsanın görüyor olması, işleri inceleyişindeki doğruluk demektir. Gözün siyahlık ve ko­yuluğa çalması, bilinmeyen işlere bakması, gizli şeyleri ortaya çıkartma­sı demektir. Gözlerdeki patlaklık, şehadet âleminde bilimleri istinbata yönelmesi demektir ki söz konusu kimseler yorum sahipleridir. Baş kemiğinin dengeli olması, aklın çokluğu demektir. Omuzların genişliği, bir eser olmaksızın, gaybet halinde eziyete tahammül demektir. Boynun istiva halinde olması, kendilerine yönelmeksizin eşyayı öğrenmek de­mektir. Boyundaki fazla uzunluk, tecessüs etmek gibi, gereksiz işlerle ilgilenmek demektir. Aşırı kısalık, öğrenilmesi gereldi işlerde ihmalkâr­lıktır. Göğsün üst kısmının dengeli olması, dinleyene yarar sağlayan öl­çüye göre, anlatım yeteneği demektir. Baldır ve belde etin azlığı, kendi­sini iki uçtan birisine yönlendirmesi için insanın bel bağladığı ve önem­sediği işlere bakması demektir. (İki uçtan birisine varmadan) Arada ka­lırsa, genellikle aldanır. Sesin kısalığı, açıklanacak yerde sırrı gizlemek­tir. Sesin duruluğu, sırra bir şey katmamaktır. Parmakların uzunluğu, nazikçe almak demektir. Avuç genişliği, kendisine bağlanmadan dünya­yı atmak demektir.

Az konuşmak ve gülmek, insanın hikmet yerlerini gözetmesi de­mektir. Böylece ihtiyaç ölçüsünde konuşur ve güler. Doğasının iki acıya meyletmesi, safrada (sarı su) ulvîliğe yönelişin sevdada (siyah) ise süflî âleme yönelişin kendisine hakim olmasıdır. Süflî âleme yönelmenin ne­deni, orada bulunan ve doğanın birçok akıldan perdelediği ‘göz aydın­lığına yol açacak’ değerleri ortaya çıkartma talebidir. Akılların (bu de­ğerlerden) perdelenmesi, zihinlerde doğanın kınanmışlığıyla ilgili bulu­nan inançtır. Bakışında sevinç ve neşe bulunması, sevgiyle başkalarının gönlünü çelebilmek demektir. Mal tamahkârlığının azlığı, faydasız şey­lere yönelmekten yüz çevirmektir. Mutedil insanın tahakküm ve baş­kanlığı istemeyişi, -kendisiyle değilkulluğunu kemaline ulaştıracak iş­lerle ilgilenmesidir. Aceleci ya da yavaş olmayışı, kudreti var iken ve aciz değilken cezalandırmaydı demektir.

Hikemî (aklî) feraset sahiplerine baktığımızda da, onların bu ko­nuda iki uca ve aracıya başvurduklarını gördük. Onlar, işleri -kast etti­ğim ahlâktırövülen ve kınanan diye ikiye ayırmışlardır. Söz konusu in­sanlar bütün iyiliği ortaya verirken sapmayı iki uca ait saymışlardır. On­lar, aşırı beyazlık ve aşırı mavilik hakkında kınayıcı sözler söylemiş ve onun övgüye değer olmadığını belirtmişlerdir. Aynı şey aşırı siyahlık ve burun inceliği için de geçerlidir. Bütün bunları kötü bulmuşlardır. Bun­ların arasında dengeli olan ise, her iki uçtan birisine sapmadan ve sınırın dışına çıkmadan, söylediğimiz şekilde övülmüş olandır. Onların zikret­tiğimiz hususlarla sınırlı kaldıklarını gördüğümüzde, beşeri âlemde gü­zellik ve çirkinliğin nerede ortaya çıktığını inceledik, şu sonuca vardık: Allah Teâlâ katında üstünlüğü sağlayan bir güzellik ya da uzak durmayla iyili­ğin meydana geldiği herhangi bir kötülük, ancak şeriatın güzel bulması ya da çirkin görmesiyle belirlenebilir. Bir fiil hakkında övgü ve yerginin sadece şeriat tarafından belirlendiğini gördüğümüzde, iki ucu ortanın -ki itidal yeri demektirhükmüne ayları olarak ortaya koymak üzere, iki ucu ve ortayı nasıl bir araya getireceğimizi düşündük.

İnsan, şeriata göre üç kişiden biridir: Ya, katıksız bir bâtınîdir. Bu ldşi bize göre hal ve fiil bakımından tevhidi soyutlamayı kabul eden ki­şidir. Bu durum, bâtınîde olduğu gibi, şeriat hükümlerini işlevsizleştirmeye ve Şâri’nin amacından sapmaya yol açar. Herhangi bir dini ilke­nin yıkılmasına yol açan her davranış, bütün müminlere göre, kesin bir dille kınanmıştır. İkinci şık olarak, insan kendini büsbütün bırakmış ka­tıksız bir zâhirî olabilir. Bu tavır onu (Tanrı’yı) cisimleştirmeye ve (ya­ratıklara) teşbihe sevk eder. Böyle bir insan, tıpkı bâtınî gibi, din tara­fından kınanır. Üçüncü olarak insan, dildeki anlayışa göre, şeriada para­lel yürür. Öyle ki Şâri’nin yürüdüğü yerde yürür, durduğu yerde durur, ayak be ayale O’nu takip eder. İşte bu, orta haldir. Allah Teâlâ’nın onu sevmesi de bu sayede gerçekleşir. Allah Teâlâ peygamberine şöyle (müminlere) demesini emretti: ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin ve günahlarınızı bağışla­sı n.’586 O halde Şari’ye uymak ve izini takip etmek, Allah Teâlâ’nın kullarını sevmesini sağladığı gibi daimi muduluk da böyle gerçekleşir. İşte bu iki suretin (ilahı ve beşerî suret) karşılıklı olmasının tarzıdır.

Biri şöyle diyebilir: ‘Bu, özet bir anlatımdır. Ayrıntısını nereden öğreneceğiz? Çünkü biz sakin bir adamın namazları kıldığını ve cemaa­te katıldığını görürüz. Bununla birlikte o, katıksız bir münafık olabilir.’

Şöyle deriz: Durağanlık, namazlara katılmak vb., şehadet âleminde gö­rülen şeylerdir. Onun kalbinde bunları inkârı ise gayb âlemindendir. Daha önce söylediğimiz ve bilahare -Allah Teâlâ izin verirsetamamlayaca­ğımız üzere, bizim adımıza iman kaynaklı feraset gerçekleştiğinde, içi­mizden onun kâfir olduğu yargısını veririz. Fakat onun malını ve kanını dini bir yükümlülük olarak koruruz. Bunun nedeni, onun kelime-i tev­hidi söylemesidir. Bu nedenle ona böyle davranırız. Bizim yükümlü ol­duğumuz davranış budur.

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki: Ulvî âlem, bütün olarak duyu ve şehadet âlemini hareket ettiren ve onu etkisi altına alan âlem­dir. Bu, Allah Teâlâ’nın hikmetinin bir gereğidir, yoksa kendiliğiyle bunu Hakk etmiş değildir. Öyleyse şehadet âleminde ortaya çıkan herhangi bir ha­reket ya da durağanlık ya da içmek ya da yemek veya susmak gibi bir davranışın kaynağı gayb âlemidir. Bunun nedeni, canlı ancak bir kasıt ve iradeyle hareket edebilir. Bunlar ise kalbin amelidir. Başka bir ifadey­le irade, gayb âleminden kaynaklanır. Hareket vb. şeyler ise, şehadet âlemindendir. Şehadet âlemi, adeten, duyuyla algıladığımız, gayb âlemi ise dinî haberler veya teorik düşünceyle algıladığımız ve duyuda gö­zükmeyen şeylerdir.

Gayb âlemi, (kalp gözü anlamındaki) basiret gözüyle algılanabildi­ği gibi şehadet âlemi de baş gözüyle idrak edilir. Baş gözü, karanlık ve benzeri engeller ortadan kalkmadıkça şehadet âlemini idrak edemez. Engeller ortadan kalkıp ışıklar duyulurlar üzerine yayıldığında ve göz ışığıyla eşyayı ortaya çıkartan ışık bir araya geldiğinde, insan gözüyle görülenleri algılar. Aynı şey, basiret gözü için de geçerlidir. Onun per­desi, kirler, arzular, doğal-kesif âlemden (Allah Teâlâ’dan) başkalarını düşün­mektir. Bütün bunlar, basiret gözüyle melekût âlemini -ki kastedilen gayb âlemidiridrak arasına perdeye dönüşür. İnsan kalp aynasına yö­nelip onu zikir, Kur’an-ı Kerim okumak gibi davranışlarla parlatırsa, buradan bir nur meydana gelir. Allah Teâlâ’nın da bütün varlıklara yayılan ve ‘varlık nuru’ diye isimlendirilen bir nuru vardır. Bu iki nur bir araya geldiğinde insan, bulundukları hal üzere ve varlıkta gerçekleştikleri şek­liyle, bilinmeyenleri keşf eder. Şu var ki bunların arasında mana bakı­mından bir incelik vardır. Şöyle ki: Duyuyu duvar, aşırı uzaklık ya da aşırı yakınlık perdeleyebilirken basiret gözü böyle değildir. Onu sadece zikrettiğimiz kirler ve kilitler vb. perdeleyebilir. Bununla birlikte burada şimdi zikredeceğim ince bir perde daha vardır.

Şöyle ki: Cömertlik mertebesinden gayb âlemine yayılan nur, var­lık mertebelerindeki her şeyi kuşatmayabilir ve bu keşf sahibi adına söz konusu nurdan eşyaya Allah Teâlâ’nın dilediği ölçüde bir nur yayılır. İşte bu, ‘vahiy makamı’ demektir. Bu konudaki kanıtımız, onu bizzat tecrübe etmemizdir. Başkası hakkında kanıtımız ise ‘De ki, Rabbimin bana ve size ne yapacağım bilmem, bana vahyedileııe uyarım™7 ayetidir. Bununla bir­likte Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in (basireti) son derece duru idi. Başka bir ayette ise ‘Ya da perde ardındanS8S denilir. Herhangi bir şahsın zâhirinde bun­lardan birinin gerçekleşmesi, ‘feraset1 diye isimlendirilir. Bu yönüyle fe­raset, mükaşefe derecelerinin en üstünüdür. Allah Teâlâ’nın kitabından onun yeri ise ‘Bunda mütevessim için ayet vardır589 ifadesidir. Ayetteki ‘mütevessim’, daha önce de belirttiğimiz gibi alamet anlamındaki ‘simme’ kelimesinden türetilmiştir ve o -hikemî ferasetin zıddınahiç bir zaman yanılmaz.

Ferasette başka bir keşf daha vardır. Allah Teâlâ âlemde ‘simalar (alamet­ler) mertebesini’ de yaratmıştır. Ademoğlunun suret ve halleri, ayrılın­caya kadar kendi dönemlerinde oradadır. Bunlar, Kalem ve Levha’nın dışındaki bütün ulvî ve süflî yaratıklardan gizlenmiştir. Allah Teâlâ bir kulunu seçip bu makama tahsis etmek isteyince, onun kalbini temizler, açar ve bilhassa imanından aydınlatıcı bir kandili kalbine yerleştirir. Bu kandili ise, ilahi isimlerden el-Mümin ve el-Müheymin isimleri aydınlatır. Elin­de de bu mertebe vardır. Ulûhiyet mertebesinden olan bu kandili, elMümin ismi alır. Kalp bu ilahi ışık vasıtasıyla aydınlandığında ışık, ba­siret gözünün ışığıyla birlikte, kalbin köşelerine yayılır. Artık kalp, (görmenin şartı olan) bu ışıldar kendisinde bulunduğu için, keşf ve mücahede yoluyla idrak edilenleri idrak edebilir. Kalp söylediğimiz Hakk ulaşınca, kalbin alanlarından birinde zikrettiğimiz bu mertebe yerleştiri­lir. Kalp âlemin hareket ve sırlarını buradan öğrenir.

Yüz üçüncü kısım sona erdi, onu ‘Ahlâk’ hakkındaki yüz kırk do­kuzuncu bölüm ile yüz dördüncü kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar