GELECEĞİN DÜNYASINDA VAR OLACAK DİL: TÜRKÇE
(Aşağıdaki
yazı Türkçe Dilinin gizli sırlarını anlatmaktadır. Yazıyı okuyunca geleceğin
ütopik dünyasında, bilgisayar ve üniversal kullanılacak dilin Türkçe olduğunu
göreceksiniz. Günümüzdeki Kürt kardeşlerimizin anadil eğitiminde ısrarlı
olmalarını isteyen bazı kesimlerin onlar hakkındaki art düşünceleri yüzyıllar
sonra gerekecek olan robotik insan gücünü temini ve onları kullanmak istiyor
olmalarıdır. Bu nedenle anadilde eğitim bir yönden Kürtlere hazırlanmış bir
komplonun ön aşamasıdır.
Ayrıca fark
edeceksiniz ve anlayacaksınız ki; Medeniyet sponsorlarının diğer dillerin
yanında kıtalar arasında Türkçe’nin yayılmasına niçin izin veriyorlar. Bu ise
çok kişinin ilk etepta anlayamayacağı bir husustur.
Fantastik
gelecek bu önsözün sizlerin hafızanızda bulunması ve duyarlı olmanızı
düşünüyorum. İhramcızâde İsmail Hakkı)
Herkesçe kabul edilebilir olduğuna
inandığım ve mantıksal bağlarla birbirini izleyen şu ön-dayanaklar olmasaydı,
bu bildiri hazırlanamazdı:
1. Biricik
bir felsefe (felsefe tarzı: felsefe yolu) yok, felsefe'ler var.
2. Her
felsefenin kendisiyle yapıldığı herhangi bir doğal dil debile biricik bir
felsefe yok, felsefe'ler vardır.
3. Bir
doğal dil, başka doğal dillerden ayrı olmakla, bu ayrı oluşlardan
devşirdikleriyle oluşturduğu bir kendine-özgülük alanı elde eder.
4. Böyle
bir dille ortaya konan her felsefe, söz konusu bu kendine özgülük'ten pay
alabilir.
5. Türkçe
de "böyle bir dil"dir.
6. Demek
ki, Türkçe'nin kendine özgülük alanından pay alabilen en az bir felsefe yolu
olabilir.
7. Buna
göre;
a) bu bildirinin aşağıdaki ana metninde
başarıya ulaşılmışsa, Türkçe'ye özgü bir felsefe yolu açılmıştır;
b) bu bildiri sonunda başarıya
ulaşılmamışsa; bj: başarısızlık bildiri sahibine aittir; b2 : bj doğruysa bile
aynı varsayımlara dayanan başka bir bildiri ana metni ile başarıya ulaşabilir.
Her doğal dil gibi Türkçe'nin
de, birbiriyle sıkı sıkıya bağlanmakla birlikte, yine de iki ayrı yapısal
özellik taşıyan sözdizimsel ve anlambilimsel yapıları vardır. Burada Türkçe'nin
yalnızca sözdizimsel yapısı ele alınarak öne sürülecek düşünceler, bu temel
üzerinde geliştirilecektir. Bu nedenle, ilkin Türkçe'nin sözdizimsel yapısı,
amaç açısından, dilbilimsel bilgilere dayanılarak açıklanacak, sonra bu
açıklama ve saptamalardan felsefe için ne gibi sonuçların çıkartılabileceği
araştırılacaktır.
Türkçe son ekli eklemeli bir dildir. Türkçe'de
ön ek yoktur. "Yemyeşil",
"sapsarı" vb. ön ekli gibi görünenler, ön ekli değil, sözcük
yinelemesine uğramış sözcüklerdir. Her sözcüğün, kendisinde olduğu gibi
korunan, kimi adlar bir yana tek hece'li bir kök ü vardır. Adlar birden çok
heceli olabilirler. Ancak bunlar kök değil, gövde'dirler ve tıpkı kök gibi
bölünemezdirler. Sözcük türetmelerinde kök'e getirilen ekler, yapım ve çekim
ekleri olup, ekleme bu sırayı izler. Bunun çok az kural dışı örnekleri vardır
ve kural dışı olan bu kullanışlar sınırlı ve belirlidir. Sınırlı ve belirli
olmaları nedeniyle de kurallılığı bozmazlar.
Sözcüğün türetilerek çeşitlenmesinde kök,
hep aynı kaldığı, tek heceli olup bölünemediği için, kök'e ve aynı şekilde
gövdeye sözcüğün bölünemiyeni anlamında "atom" adını veriyoruz. Burada, bu
"atom" iğretilemesini açıklayıcı bir örnek olarak kullanacağız.
Sözcüklerin' birleşerek bileşik sözcük ya da tamlamalar biçiminde
kullanılmalarına, iğretilememize uyarak "moleküler" söz cükbirimleri
ya da aynı anlama gelmek üzere yalnızca "sözcük birimleri" diyeceğiz.
Molekül diye adlandırdığınız sözcük birimlerinin cümle içinde atomsal bir
niteliği vardır. Örneğin, "ev" ve "kapı" atomsal
sözcüklerinden oluşan "evin kapısı" moleküler sözcük birimi, "Evin
kapısı bütün gece açıktı." cümlesinde bir 'atom'dur. Bunun anlamı
şudur: Bu cümle, kendi başına birer molekül olan, ama cümle içindeki dizilişi
bakımından her bir molekülün bir atom olduğu üç birimden oluşur. Bu üç birimin
cümledeki yeri istenildiği gibi değiştirilebilir ve cümle hiçbir anlam
değişikliğine uğramaz. Bu durum, Türkçe cümlenin matematiksel bir sözdizim
yapısında olduğunun açık bir kanıtıdır. Cümle ne denli uzun olsa da, birden çok
cümlelere ayrıştırılmak yoluyla, onun her zaman böyle bir yapıyı koruduğu
kolayca görülebilir.
Şimdi yukardaki örnek cümleyi ele alalım ve
onun sözcük birimlerinin cümledeki ard arda gelişini, tüm olası sıralanış
düzenine göre alt alta yazalım :
Böylece, cümlemizin ilk yazılış biçiminde
ayırdığımız üç sözcük birimini kutular içerisine almış ve her kutuya sırasıyla
a, b, c, harflerini vermiş olduk. Kutuların yerlerini istediğimiz gibi
değiştirebiliyor ve altı olasılık elde ediyoruz. Böylelikle her defasında elde
ettiğimiz cümle, diğerleriyle aynı anlama gelebiliyor. Bu da cümlenin
'modül'sel bir yapısının olduğunu gösterir. Her modül, her bir kutu, kendi
başına bir bütün olduğundan, cümledeki yeri is tenilidiği gibi
değiştirilebiliyor. Türkçe cümle, tıpkı son zamanlarda piyasada yaygınlaşan ve
çok kullanışlı olan "modül mobilya” tarzında bir yapıyı
andırmaktadır. Bu tarz mobilyalarda mobilya bütününü, örneğin bir büfeyi
oluşturan her modülün her bir yüzeyi kaplanmıştır. Modüller, hem birbirleriyle
yan yana gelebilecek biçimde, hem de bu yan yana gelişin sırası, yeni
modüllerin komşulukları istenildiği gibi değiştirilebilir biçimde yapılmıştır. Türkçe cümlenin bu benzer özelliğinden dolayı, Türkçe'ye
'modülsel' bir dil diyebiliriz.
Şimdi, yalnızca kutulara verdiğimiz
harfleri alıp, onları matematiksel bir cümlenin öğeleriymiş gibi yazalım :
1) a+b+c=
2) a+c+b=
3) b+a+c=
4) b+c+a=
5) c+a+b=
6) c+b+a=
Görüldüğü gibi, üç öğeli bir cümle altı
ayrı sıralanış gösterir; hepsi de bir birine eşittir. Bunun matematiksel
formülü şudur:
C={ 1,2,3 }=>3!=1.2.3=6
Bunu n sayıda eleman için şöyle
söyleyebiliriz:
A bir cümle ise s(A), A nın öğe
sayısı s(A)=n
n'e vereceğimiz değer 2 ise, yani cümlemiz
iki öğeden, bizim deyimimizle iki moleküler sözcük biriminden oluşuyorsa, n=l,2
ise, cümlenin sıralanış olasılıkları : 2!=1.2=2'dir. Bu iki örnekten de
anlaşılacağı gibi n'in değerine göre, formül uyarınca tüm olasılıklar
bilinebilmektedir.
Bu durum, Türkçe cümlenin tıpkı cebirsel
cümlede olduğu gibi, hiçbir sözdizimi kuralı olmadığını ya da aynı anlama
gelmek üzere, yetkin bir söz dizimine, bir sentaksa sahip olduğunu gösterir.
Sorunumuz açısından,
Türkçe'nin önemli bir ikinci özelliği de varlıklara ad vermede, sayılabilir ve
sayılabilir olmayan ayrımı yapmamasıdır. Bu sayede Türkçe'de "denizler",
"sular", "havalar", "sevgiler" vb. denebilmektedir.
Böylece Türkçe'de her varlık, her durum sayılabilir olarak adlandırılabilir. Anadili
Türkçe olan biri, söz konusu ayrımın yapıldığı dillerden birini öğrenirken,
önceleri belki zorlukla karşılaşabilir, ama bu dilde ilerledikçe, bu ayrımı
gerçekten doğru bulur. Öyle ya, şu nasıl sayılacak ki, ona çokluk
atfedilebilecek! Aynı şekilde, bu dillerden biri anadili olan bir kimse,
Türkçe'yi öğrendiğinde, Türkçe'nin bu durumu ona saçma gelecektir. Varlık
adlarında 'sayılabilir, sayılabilir olmayan' ayrımını gözeten bu
anlayışta şöyle bir varsayım gizlidir: Özelde; ad sözcükleriyle, onların adı
olduğu şeyler arasında; genelde: dil ile dünya arasında bir upuygunluk vardır.
Batı düşüncesi, bu varsayımı Platondan beri kimi örtük, kimi açık olarak
kendisinde bulundurmuştur. Oysa Türkçe böyle bir varsayıma izin vermez.
(Kuşkusuz, Batı dillerinin böyle bir varsayımı taşımasının zorunlu olduğunu
söylüyor değiliz.) "Sayılabilir olmayan" diye nitelenen şeyleri,
Türkçe'nin sayılabilir olarak ifade edebilmesinin temelinde böyle bir
uygunluğun zorunlu bir uygunluk, yani upuygunluk olmadığı kabulü yatar. Batı
düşüncesinin bu dil-gerçeklik, dil dünya uygunluğunun zorunlu olmadığını
görebilmesi yüzyıllar almıştır ve ancak zamanımızda, özellikle dilbilim,
göstergebilim ve yapısalcı antropoloji tarafından açık bir biçimde ortaya
konmuştur. (Bunun nasıl ortaya konulduğuna ilişkin açıklayıcı bilgiler ve
bunlara dayalı kendi yorumumuz, aşağıda sunulacaktır.)
Türkiye'de yapısalcı göstergebilimin ve
dilbilimin önemli yandaşlar (Tahsin Yücel, Berke Vardar vd.) edinmesinde
Türkçe'nin bu yapısının bir rolü olduğu söylenebilir. Bu yandaşların, bu durumu
bilip bilmemesinin ya da kabul edip etmemesinin savımız açısından bir değeri
yoktur.
Dil-dünya zorunlu uygunluğu
varsayımı, Batı felsefesinin başına içinden çıkılmaz 'bela lar açmış,
filozoflar yüzyıllar boyu bu varsayımın doğurduğu sorunlarla didişip durmuştur. (Ne ki, bu 'didişip
durma'yı olumsuz değerlendirmiyoruz. Bunun tartışılması ayrı bir konudur.)
Yine yukardaki saptamamıza dönelim ve onu
kaldığımız yerden sürdürelim. Türkçe'de nasıl varlıklar, şeyler için
sayılabilir-sayılamaz ayrımı yoksa, hepsi de sayılabilirse, 'yokluklar için de
bir sayı labilir-sayılamaz ayrımı yoktur. Yokluklar da bu 'yokluklar'
sözcüğünde olduğu gibi çoğul yapılabilir. Bir başka örnek: Şair Nâbi, kendi
adından söz ederken "iki yoktan ne çıkar/ fikr
edelim bir kerre" diyebilmişti. Örnekleri
daha da çeşitleyebiliriz: "Ahmet evde yoktu." cümlesinde özne tekil
iken, özneyi çoklaştırdığımızda cümleyi şöyle söyleyebiliyoruz: "Ahmet'ler
evde yoktular." Kısacası, Türkçe'de varlardan söz edildiği gibi yoklardan
da söz edilebilir. Ya da: Türkçe'de ifadeyi onama ve onamama anlamındaki varlık
yükleme ve yokluk yükleme, öznenin tekil veya çoğul olmasına göre, tekil ya da
çoğul olabilir. Özne'deki 'sayılabilirlik' yüklem'de de ifade edilebilir.
Yokluk yüklenmesinde yüklem'deki çokluk, herhangi bir şeyi göstermez. Bu bakımdan,
yoklara varların matematiksel anlamda olumsuzlanması denebilir. Türkçe, her
söylenenin bir varolan! dile getirmesinin zorunlu olmadığını bize açıkça
gösterebiliyor. Yoklardan söz edilmesi, yokların birer şey olmasını
gerektirmez. Bunun tersine inanılması durumunda ortaya çıkan şu fıkrayı
(saçma'yı: komik'i) anımsayalım:
Her şeyi bildiği öne sürülen bir
bilgisayara bir Türk, "Ne var, ne yok." demiş, bilgisayar var'larla
yok'ları saymaya kalkmış, infilâk etmiş.
Yok'lar dile getirildi diye, bunun tasarımlanması
gerekmez. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi, Türkçe, dil ile dilin gösterdiği
şey arasında zorunlu bir uygunluk olduğunu varsaymadığını açık açık ortaya
koyar. Kuşkusuz, arada hiçbir uygunluk olmadığı gibi anlamsız bir savı öne
sürüyor değiliz. Ancak bu uygunluğun zorunlu olmadığını, her zaman
aranmayacağını belirtmek istiyoruz. Bu durumda, "öyleyse algısal,
tasarlanabilir bir içeriği olmayan bir sözün anlamı nerede aranacaktır"
sorusuyla karşılaştığımızda, bunun yanıtını Wittgenstein'ın "sözün anlamı, onun kullanımıdır"
(1) biçimindeki ifadesinde bulacağız. Bir sözcüğün algısal bir içerik taşıması,
onun kullanıldığı yerin algılanabilir bir yer olmasına bağlıdır. Ama dildeki
her sözcüğün algılanabilir bir yeri olması gerekmez. Bu gerekmezliği, Türkçe sahip
olduğu ve bir bölümünden biraz önce söz ettiğimiz bol örneklerle bize sık sık
anımsatıyor.
Türkçe'nin bir başka ayırıcı
özelliği de şudur:
Öncelikle söyleyelim ki, bu şimdi sözünü
edeceğimiz özellik, bilebildiğimiz kadarıyla en azından Batı kültür dillerinden
İngilizce ve Almanca'nın hiçbirinde yoktur. Türkçe'nin bu
özelliğini açıklamak için Heidegger'in temel sözlerinden biri olan "Nichts
selbst nichtet." (Hiçlik kendi hiçler.) cümlesini ele almak
istiyorum. Bu Almanca cümlede açık bir dil yanlışı vardır. Bu cümle, en azından
Alman dilinin sözdizimine sentaksına uymaz. Belki Heidegger, "Nichts
selbst nichtet" yerine "es nichtet" deseydi, hiç değilse bu
söz-dizimsel sentaktik yanlıştan kurtulurdu. Nitekim bunu Heidegger, "das
Wesen" ad sözcüğünden kendi uydurduğu "wesen" fiiliyle başka bir
yerde (2) yapmış "es
west" demişti. Heidegger,
"Nichts selbst nichtet"le yaptığı aynı yanlışı başka sözcüklerle de
yapmıştı. Örneğin, "Die Sprache spricht."
(Dil diller) yde (3) olduğu gibi.
Almanca'da olsun, İngilizce'de olsun, aynı sözcük başka yardımcı bir sözcük
kullanılmaksızın hem özne hem yüklem olarak birlikte kullanılamaz. Buna aykırı
örnekler Almanca'da ancak felsefi metinlerde görülür. Oysa bu, Türkçe’de çok
sayıda sözcükle yapılabilir. Türkçe'de fiilden yapılan adlarla olsun, adlardan
yapılan fiilerle olsun aynı sözcük, bir özne, bir yüklem olarak kullanılarak,
bundan bir cümle yapılabilir. Bunun örnekleri boldur: "Yağmur
yağar.”, "Göz gözler.", "El eller.", "Türedi
türer." gibi. Burada
Heidegger'le ilgili bir başka saptamamız da şudur: Heidegger "Dil varlığın evidir." demişti. (4) Çünkü o,
bir Platon'cu olarak dil ile varlık arasında tam bir uygunluk kabul eder. Ama
böyle bir varsayımı olan biri "Hiç hiçliyor." diyemez. Çünkü
bu cümlede varlık değil, "hiçlik" ifade ediliyor. Bir başka deyimle,
bu cümle varlığın değil, "hiçliğin evi" dir. "Hiç hiçler"
diyebilmesi için Heidegger, sözünü "dil varlığın ve hiçliğin evidir"
biçiminde genişletmesi gerekirdi. Fakat o zaman da "dil=varlık"
ilkesinden vazgeçecekti. "Hiç kendi hiçler." demekle Heidegger,
Türkçe"'deki "Yağmur (kendi) yağar."ın yalnızca biçimsel
benzerini "hiç"le yapmış olur. Fakat 'hiç' dile gelmişse ki bu, yalnızca Türkçe'de değil, kuşkusuz
başka dillerde de, bu dillerin yapısına uygun biçimde söylenebilir, dil de
varlığın evi ise, o zaman "hiç vardır" gibi kabulü olanaksız bir
sonuca ulaşılır. Demek ki, "Dilvarlığın evidir." ya da
"Dilvarlık" kabulü yanlıştır.
Şimdi yine Heidegger'den başka bir örnek
alalım: Heidegger, derslerinden oluşan ve "Der Satz vom Grund" (Neden
İlkesi) adıyla yayınlanan kitabının her dersinde Leibniz'in en yüksek ilke
olarak gördüğü "Nihil est sine ratione" ilkesini her defasında
yeniden ele alır. Kitap bu ilke ile uğraşmakla geçer. Heidegger, diğer
yazılarında olduğu gibi, bu cümleyi de sanki her sözcüğü bir matematiksel simge
olarak kabul edilen bir cümle diye görür. Ancak, yukarda belirttiğimiz
nedenden, yani "dil varlığın evidir" kabulünden ötürü, tüm çabalarına
karşın, Heidegger'in uğraşı boşa gider. Oysa biz, Leibniz'in bu ilkesini
Heidegger'in adı geçen kabulü olmaksızın, ama sözcükleri tıpkı yine onun
gördüğü gibi matematiksel birer simge olarak görerek açıklamak istiyoruz. Önce
ilkeyi yazalım:
Nıhil est sine
ratione.
(Türkçesi: Hiçlik-yokluk-nedenin
olmamasıdır. Şimdi bu Türkçe ifadeyi Lâtince şekle göre yazalım, yani cümleyi
sözcük sözcük çevirmiş olalım:
Hiçlik (yokluk) dir
yok-neden.
Bu cümle bir eşitlik olduğuna göre,
eşitliğin her iki yanını olumsuzlarsak ("olumsuzlama" yerine
"tersine çevirme” ya da daha uygun başka bir deyim kullanılabilir.),
eşitlik bozulmaz. Elde edeceğimiz ikinci cümle birincisinin tersine çevrilmişi
olacak:
Varlık dır var-neden. Bunu da düzgün
Türkçeyle ifade edelim:
Varlık, nedenin var olmasıdır. Görüldüğü
gibi ortada hiçbir sorun yoktur. Çünkü biz, Heidegger'in "dil varlığın
evidir" kabulünü kabul etmiyoruz. Hiçliğin, yokluğun ya da var olmayan'ın
hiçbir gösterileni olmayan sözcükler olduklarını kabul etmek için Heidegger'in
kabulünü reddetmek yeterlidir. Aynı nedenden, Parmenides'in "Var
olan vardır, var olmayan var değildir." biçimindeki ünlü sözünde
de hiçbir sorun arta kalmaz. Böylece bu söz, hiçbir karşı soruya meydan
vermeyecek biçimde anlaşılabilir. Çünkü birçok kaz belirttiğimiz gibi
Türkçe’nin "dile getirdiğinin" (söylediğinin) illâ da bir gerçekliği
ifade etmediğini, bir şeyi göstermesi gerekmediğini Türkçe bize açık bir
biçimde gösterir. Türkçe'de "var olmayan" denildiği zaman, bunun
dünya ile ilgili bir içerik taşıdığının anlaşılmayacağı açıktır. Bu o kadar
açıktır ki, bunu niçin tekrar tekrar söylediğimizi felsefe tarihi bilmeyen, ama
iyi eğitimli ve akıllı bir insanın anlaması bile olanaksızdır. Dilde
söylenemeyen hiçbir şey yoktur; "var!" diyen söylesin de görelim!
Bundan dolayı, Wittgenstein'ın ünlü "paradoksu" (!) da kendiliğinden
"çözülür". "Paradoks" şudur: Wittgenstein, "nereden söz edilemiyorsa, orada susmalı." diyordu.
(5) Ama bununla o, söylenemeyenin söylenemeyeceğini söylemiş oluyordu.
Wittgenstein kendi koyduğu yasağı kendi bozuyor. Öyleyse bu yasağa ne gerek
var! Türkçe, "hiç"i, "yok"u, "söylenemeyen"i
söylerken (ifade ederken) geriye hiçbir artığı bırakmadığını açıkça gösteriyor.
Daha doğru bir deyişle, Türkçe, böyle bir yasağı tanımıyor.
Şimdi, yukarıda, dil-gerçeklik uygunluğunun
zorunlu, tam bir uygunluk olmadığını ayrımladığını belirttiğimiz çağdaş
dilbilim ve antropolojinin konuyla ilgili görüşlerine birer örnek vermeyi ve
buradan hareketle çıkaracağımız sonuçları ifade etmeyi denemek istiyoruz.
Gösteren'i gösterilen'le birleştiren bağın nedensizliği ilkesinin tüm dilbilimine
egemen6 bir ilke olduğunu belirleyen modern dilbilimin kurucusu Ferdinand de
Saussure, bununla neyi demek istediğini şu sözleriyle açıkça ifade eder: "Biz yalnız, gösterenin bir nedene
bağlanamayacağını, bir başka deyişle, dış gerçek düzleminde hiçbir doğal ilişki
kurmadığı gösterilene göre nedensiz olduğunu söylemek istiyoruz."
(7) Ancak yine aynı Saussure, önce tüm genelliğiyle koyduğu bu ilkeyi daha
sonra sınırlamak gereğini duyar ve bu amaçla "salt nedensizlik"le
"görece nedensizlik" ayrımını yapar: "Göstergenin nedensizliğine
ilişkin temel ilke her dilde kökten nedensiz göstergelerle görece nedensizliği
olan göstergeleri birbirinden ayırmamızı önlemez. Göstergelerin ancak bir
bölümü kökten nedensizdir; öbür göstergelerde, nedensizliği ortadan kaldırmakla
birlikte, onda birtakım dereceler ayırt etmemizi sağlayan bir olgu işe karışır:
Gösterge görece bir nedenlilik taşıyabilir. Örneğin, yirmi nedensizdir, ama
ondokuz aynı oranda nedensiz değildir (...) Ayrı ayrı ele alındıklarında, on ve
dokuz ile yirmi aynı durumdadır. Ama ondokuz görece bir nedenlilik
sunar."(8) "Hiçbir öğenin nedenli olmadığı dil yoktur. Her öğenin
nedenli olduğu bir dil düşünebilmek de dilin tanımı gereği olanaksızdır. İki
aşırı sınır arasında olabildiğince az oranda düzenlilik ve olabildiğince az
oranda nedensizlik her türlü duruma rastlanır. Çeşitli diller her zaman iki
türden kökten nedensiz ve görece nedenli öğe kapsar. Ama bunların oranı dilden
dile büyük değişiklikler gösterir. Bu da önemli bir özelliktir ve diller sınıflandırılırken
göz önünde bulundurulabilir.
Bir bakıma, nedensizliğin en yüksek orana
ulaştığı dillerde sözlüğün daha egemen olduğu, en düşük oranda kaldığı dillerde
ise dilbilgisinin daha ağır bastığı söylenebilir. (...)
Sorun bu açıdan ele alınınca, örneğin
İngilizcenin nedensizliğe Almanca'dan çok daha büyük bir yer verdiği görülür. Ama aşırı sözlüksellik
örneği Çince'dir." (9) Saussure'ün
Türkçe hakkında Çince kadar olsun bilgisi olsaydı, o, aşırı sözlüksellik örneği
olarak, yani gösteren ile gösterilen arasındaki nedensizliğin en yüksek orana
ulaştığı bir dil olarak Türkçe'yi en azından Çince’nin yanına koyacaktı. (Türkçe'de her sözcüğün kendi ayrı kökü ya da gövdesi
oluşu, bu kök ve gövdelerin hep aynı kalışı, ayrıca sözcüklerin ön ek alamaması
Türkçe'nin aşırı sözlüksel bir dil oluşunun başlıca nedenleridir.) Saussure'un Almanca'ya ilişkin yaptığı saptama da
ilginçtir. Nedenliliğin yüksek oranda olduğu bir dil olarak Almanca, bu sayede
Heidegger'e, yukarda verdiğimiz örneklerde ve Heidegger'in hemen her yazısında
daha pek çok rastlayabileceğimiz örneklerde görülebileceği gibi yalnızca dilsel
çözümlemeler yaparak buradan bir ontolojiye varma olanağını sunmuştur. Buna bir
de dil=dünya ilkesini ekleyince
artık Heidegger'in ontoloji yapmak için ontik olan'a, dünyaya bakmasına hiç
gerek kalmamıştır. (Yalnızca kavramsaldilsel çözümlemelerle kendisini
sınırlayarak 'sözde ontoloji' yapmak isteyen her tür çabanın alınyazısı budur.)
Heidegger'e ilişkin bu savımızı kanıtlayan en çarpıcı örneklerden biri de onun
Almanca "gerçeklik" demek olan "Wirklichkeit"
üzerine yaptığı çözümlemedir. O, "Wirklichkeit"i
"etkilemek" demek olan "wirken"den, bunun Lâtince karşılığı
"actualitas"tan yola çıkarak anlar. (10) Aynı şekilde Heidegger'in
Yunanca "Aletheia" karşılığı önerdiği (11)
"Unverborgenheit"le yaptığında da aynı dilsel-metafizikontolojik
görüş bulunur.
Şimdi bizim için ayrıca
önemli olan, bu durumun Türkçe için neyi ifade ettiğidir.
Yukarıda Türkçe hakkında yaptığımız
saptamalardan çıkardığımız ve ayrıca Türkçe'nin Çince ile bilinen benzeşmesinin
desteği ile vardığımız sonuç, Türkçe'nin aşırı "nedensiz" bir dil
örneği oluşudur. Buna göre Türkçe, kuşkusuz Heidegger türü bir
dilsel-metafızikontoloji yapmaya, özellikle İngilizce'den daha fazla olarak
hemen hemen hiç olanak vermez. Bu da Türkçe'nin bu anlamda metafizikten
esirgeyici bir dil olduğunu gösterir. Bu noktayı belirledikten sonra, bu savı
destekleyen bir kanıtı daha öne sürmek istiyoruz. Bu amaçla Saussure'ün yaptığı
"nedensizlik" saptamasını ancak sınırlı bir alanda, daha da
ileri götürmek istiyoruz. Bu sınırlı alan "hiç", "yok",
"var olmayan" vb. sözcüklerin kullanıldığı alandır. Burada gösteren
ile gösterilen arasında bir nedensizliğin olmadığı bir yana, hiçbir
gösteren-gösterilen ilgisinin olmadığını söyleyebilecek durumdayız.
"Yok", bir şeyi göstermediği için, kendisi de bir
"gösteren" sayılamaz. Dolayısıyla, bu alanda bir gösterge'den söz
edilemez. Bu sözcükler, tıpkı matematiksel işaretler (semboller,
sözceler) gibi hiçbir şeyi işaret etmeyen 'işaretler'dir. Daha uygun
bir deyimle bu sözcükler birer kurgu konstruksiyon elemanıdırlar. Onların bir
anlamı (gösterilen'i) yoktur. Ancak gösterilen'i olan başka sözcüklerle
birlikte kullanılmalarıyla yapılan konstruksiyonların (cümlelerin) bir anlamı
olabilir.
Yapısalcı antropolojinin en ünlü temsilcisi
Claude LeviStrauss'un çalışmaları da,
dil-dünya uygunluğunun bozulabileceğini, dolayısıyla dil ile dünya arasında tam
bir uygunluğun olmadığı konusunda bize açık kanıtlar vermektedir. Strauss,
yakın akrabaların evlenme yasağını (insest tabu) tüm insan toplumları için
geçerli sayar: "Bu yasak bir kural
oluşturuyor, bu tüm toplumsal kurallar içinde evrensel olma niteliğini taşıyan
tek kural".12 Bu "evrensel kural"ın sorunumuz
(dil-dünya uygunluğunun tam olmadığı) açısından önemi şuradadır: İnsest tabunun
bozulması halinde akrabalık sistemi de bozulmaktadır. Akrabalık sistemi,
üyelerinin birbirini çağırma sözcüklerinden oluşan bir dil sistemidir.
Varsayalım ki, insest tabu'ya uymayan bir toplum bulunsun. Böyle bir toplumun var
olması her zaman olanaklıdır. Ancak böyle bir toplumun bireylerinin
birbirlerini akrabalık terimleriyle çağırması olanaklı değildir. Hiçbir dil
buna olanak vermez. Bu savımızın yanlışlanması için insest tabu'nun bozulduğu
evlenmelerden oluşan çok değil, bir kuşak bile yeter akraba bireyler
topluluğunun bireylerinin birbirini, hangi dille olursa olsun buna yapma diller
de dahildir nasıl çağırabileceğinin bize söylenmesi gerekir. Doğrusu bu,
dil-dünya arasında tam bir uygunluk olmadığına çarpıcı bir örnektir.
Türkçe'nin sentaksının
matematiksel yapısına bir başka örnek olarak, Türkçe'nin ondalık sayı sistemini
vermek istiyorum. Bu noktanın başka
yazarlarca da ifade edildiğini duymuş olmakla birlikte, bu metinleri henüz elde
etmiş değilim. O yüzden kaynak veremiyorum. Şuncasını söylemekle yetinelim: Türkçe'nin
ondalık sayı sisteminin başka dillerde olduğunun tersine, hiçbir kural dışı
örneği yoktur. İstediğiniz kadar sayın, hep aynı sıralanış birbirini izler.
sentaksisim,
gramer Fransızca syntaxe : Cümle bilgisi,
söz dizimi. Sözdizim bilimi; Sözdizim cümle yapısı araştırmasıdır. Geniş
anlamda gramerin bir bölümüdür.
Baştan
beri verdiğim, bıktırıcı sayılabilecek kadar bol örneklerle göstermeye
çalıştığım Türkçe'nin matematiksel, yetkin sentaktik yapısının, bu dile olağan
üstü bir güç verdiğini de ayrıca eklemeliyim. Bunun en
güzel kanıtı Osmanlıca örneğidir.
Bilindiği
gibi, Osmanlıca, yüzde sekseni, hatta bazen daha da çoğu yabancı sözcüklerden
oluşan yapma bir dildir. Her
şeyden önce, böyle bir yapma dilin yapılabilmiş olması 'hayreti mucip' (!)ti: Bu bir
yana, bu yapma dili yalnızca Türkçe bilenler anlayabilir.
Bunun için
ellerinde bir sözlük bulundurmaları yeterlidir. Çünkü Osmanlıca'nın sentaksı
Türkçe'dir. Ne kadar çok yabancı sözcük almış olursa olsun Türkçe, onları kendi
sentaksına göre kullanmakla, yüzyıllar boyu kendi varlığını korumayı
başarabilmiş ve yine aynı nedenle sadeleşebilerek bugünkü yazı diline
varabilmiştir. Şimdi burada bulunanların (bu yazıyı okuyanların) belki ancak
pek azının anlayabileceği, Naîma
Tarihinden
aldığım bir cümle' yi izninizle aktarmak istiyorum:
"Malûm
ola ki âdreti İlâhiye ve iradeti aliye bu veçhile olagelmiştir ki, her devlet
ve cemiyetin hali daima bir karar üzere müstakir ve vetirei vahide üzre müste
mir olmayıp her bâr etverı muhtelife ve hâlâtı müteceddideye müntakıl
olmaktadır."
Osmanlıca
bilenlerin dışında hiç kimsenin bu cümleyi anlayamayacağı açık olmasına
karşılık, Osmanlıca bir sözlüğe başvurmaları ve biraz sabırlı olmaları
koşuluyla, eğitim görmüş tüm Türkçe bilenler bu cümleyi sökebilir. Ama Türkçe
bilmeyen hiçbir Arap ya da Acem istediği kadar elinin altında sözlükler
bulundursun, bu cümleyi yine de anlayamaz. Bu örnekten esinlenerek, biraz de
şaka olsun diye, Naîma'nın yaptığının küçük bir benzerini ben de Almanca
sözcüklerle yapmayı denemek istiyorum:
"Zum Beispiel um
zehn Uhr buluşalım in Kordon."
Kuşkusuz
Türkçe bilmeyen hiçbir Alman bu cümleyi anlayamaz. Ama yalnızca AlmancaTürkçe
bir sözlüğe bakabilen Almanca bilmeyen bir Türk, bunun "Meselâ saat onda
buluşalım Kordon'da" demek olduğunu ayırd edebilecektir.
Tüm bu söylenenlerden şu sonuca varmama
izin verilsin: Türkçe, matematiksel yapısıyla, yetkin sentaksıyla ya da aynı
anlama gelmek üzere hiç olmayan sentaksıyla, ister Türkçe olsun, ister olmasın
kullandığı sözcüklerle konstruksiyonlar yapabiliyor. Bu nedenle, Türkçe'nin
konstruktif bir dil olduğunu söyleyebiliyoruz. Birkaç kez, "yetkin
sentaks"ı "hiç sentaksı olmama" anlamında kullandım. Bununla
şunu demek istiyorum: Bir cümlenin sentaksı, yani söz dizimi, sözlerin
cümledeki sıralanış kurallılığı demektir. Bu dizilişin yetkin olması, hiç
bozulamaması, matematik cümlelerinde olduğu gibi söz birimlerinin bizim
deyimimizle, moleküler sözcük birimlerinin cümledeki yerlerinin istenildiği
gibi değiştirilebilir olması demektir. Bu da, bu dizilişin hiçbir kuralı
olmaması anlamına gelir. (Türkçe hakkındaki bu "yetkin sentaks"
saptaması, bu bildirinin en önemli savıdır. Buna aykırı örnekler karşımıza
çıkarılınca, bu karşı gibi görünen örneklerin elimine edilmesine, hiç değilse,
onları savımızı olabildiğince az sakatlayacak bir kılıkta göstermeye ihtiyaç
olabilir. Hangi teori bunu yapmak zorunda kalmaz ki!)
Tüm bu kendine özgü özellikleriyle Türkçe,
bilim ve felsefede yaygın bir kullanım kazanabilir. Türkçe'nin yanlış
kullanılmaya elverişli olmayan ya da sık sık yapılabildiği gibi yanlış
kullanıldığında saçmalığı hemen gösteren, komik'i hemen ortaya çıkaran bu
yapısı (yukarıda anlattığımız fıkra anımsansın), başka dillerde görülen kapalı,
muğlak ifadelere hem olanak tanımıyor, hem de "Heidegger örneği"nde
göstermeye çalıştığmız gibi, Almanca'da söylendiğinde "metafizik"
diye nitelenen, bazen derin anlamlı bulunan, bazan horlanan ifadeleri, yine
aynı nedenle, aynı sentaktik yapısından dolayı meşrulaştırabiliyor.
Bu bildiri, tam olarak ancak Türkçe'de
yazılabilirdi. Onu bana yazdıran Türkçe'nin yakın bir gelecekte evrensel bir
kültür dili olmasını dileyerek, yazının ana metnini burada bitiriyorum. (sh:
99-112)
Yukardaki ana metnin
tümüne birden söylenebilecek bir karşı sav şudur:
"Bu metinden
anlaşıldığına göre, Türkçe'nin kendine özgülüklerinden kaynaklanacak bir Türkçe
felsefe yolu' felsefe alanında 'arındırcı bir tarz' olarak görülüyor. Peki, o,
neyi felsefe alanından arındıracak?
O, o şeyi felsefe
alanından arındırmakla, bu alanı 'temizlemekle', eğer bunu başarırsa,
öncelikle, öteki felsefe yollarını, sonunda da (şimdiye dek yapılmış
'kirletmeleri' temizleme görevi bitince) kendini ortadan kaldırmış olmayacak
mı?
Felsefeyi ortadan
kaldırmayı amaçlayan bir felsefe yolu! Bunun yol oluşu nerede kaldı?" Bu
karşı sava şu yanıt verilebilir:
"Birkincisi; bu
söylenenler, yukardaki ana metnin içinde söylenenleri ele alan, onları
eleştiren sözler değil. Üstelik, ana metnin bir bütün olarak görülmesiyle
(Karşı sav, ana metni başı sonu bağlı ve başı ile sonu arasındakileri birbirine
bağlı görmekle böyle olmasaydı, ona nasıl 'bütün' olarak karşı çıkacaktı ana
metnin asıl istediğini ona vermiştir bile.), ana metnin dışına çıkılmasıyla, bu
karşı sav, ana metni toptan yargılamayı amaçlayan bir 'meta-sav' olmuş olur.
İkincisi; diyelim ki, ana metinden çıkartılan 'felsefenin temizlenmesi' günün
birinde gerçekleşti. Peki, bu 'gerçekleştirme' felsefe değil de nedir?
Gerçekleştirme etkinliğinin sona ermesinin ise, bu etkinlik için nasıl bir
vebali olabilir?"
Dipnotları
1) ATALAY,
Besim; Türk Dilinde Ekler ve Kökler Üzerine Bir Deneme, T.D.K., İstanbul, 1942
2) ERGİN,
Muharrem; Türk Dil Bilgisi, Boğaziçi Yay., İstanbul, 1983
3) HEİDEGGER,
Martin; Metafizik nedir?; Felsefe Semineri Dergisi, s. 187, Türkiye Basımevi,
İstanbul, 1939
4) HEİDEGGER,
Martin; Der Satz vom Grund, Günther Neske Pfullingen, Zweite unveraenderte
Auflage 1958
5) HEİDEGGER,
Martin; Untervvegs zur Sprache, Neske, 6. Auflage 1979
6) HEİDEGGER,
Martin; Holzwege, Vittorio Klostermann, Frankfurt am Main 1980
7) LEVISTRAUSS,
Claude; Yaban Düşünce, Hürriyet Vakfı Yay. İst., 1984
8) LEVISTRAUSS,
Claude; Irk ve Tarih, Metis Yay., İst., 1985
9) de
SAUSSURE, Ferdinand; Genel Dilbilim Dersleri, T.D.K. yay.,Ankara, 1976
10) V/ITTGENSTEIN,
Ludvvig; Tractatus logicophilosophicus,
Schriften 1, Suhrkanıp Verlag, Frankfurt am
Main, 1969
11) WITTGENSTEIN,
Ludvvig; Philosophische Untersuchungen, Schriften 1, Suhrkamp Verlag, Frankfurt
am Main, 1969
I. Sentaktik Yapı
1. Sözcük
kök ve gövdelerinin değişmemesi, bölünmemesi özelliğinden ötürü Türkçe’nin 'atomsal'
bir yapıda olması.
2. Yapım
ve çekim eklerinin sözcüğe eklenişlerinin kurallı oluşu.
3. Düz
cümlede yüklemsel öğenin sonda olması.
4. Sözcük
birimlerinin, tamlamaların bozulmaksızın cümle içinde istenilen yere
getirilebilmesi. Cümlenin modülsel yapısı.
5. Her
adın çoğul eki alabilmesi.
6. Sayı
adlarının hiçbir kural dışı örneği olmaksızın sıralanabilmesi.
7. "Yağmur
yağar", "Göz gözler" cümlelerinde olduğu gibi, aynı sözcüğün bir
kez özne, bir kez de yüklem olarak aynı cümlede kullanılabildiği çok sayıda
örneğin bulunuşu.
II. Dil-Dünya Bağı
Türkçe düz cümlelerde yüklemsel öğenin
sonda oluşu ve sözcük birimlerinin cümle içindeki yerlerinin istenildiği gibi
değiştirilebilirliği nedeniyle, olay tasvirinde sözcük birimleri, parça
olayların oluş sırasını her zaman rahatlıkla izleyebilir. Esasen bu sıra, düz
cümlenin kendisinde, çoğunlukla vardır. Ayrıca bir yer değiştirmeye bile gerek
yoktur. Demek ki, zamansal sıra ile söz dizimsel sıra arasında tam bir
karşılıklılık bulunur. Örneğin, "Kızılay'a gidip kitapçıdan bir kitap
aldım." cümlesinin öğelerinin ard arda gelişi, tasvir edilen bu
olayların oluş sırasına tamı tamına uymaktadır. Türkçe sentaktik esnekliğinden
dolayı, herhangi bir olay ya da nesne-durumu karşısında, o olay ve durumun oluş
ve yapı tarzına kendini rahatça uydurur. Türkçe'nin sentaktik yapısının bu
özelliği, bilebildiğimiz kadarıyla İngilizce ve Almanca gibi hiçbir Batı
dilinde bu dillerde yüklemsel öğenin cümle sonunda olamamasından, buna bağlı
olarak öteki sözcük birimlerinin belirli yerlerde bulunması zorunluluğundan
dolayı yoktur.
III. Sonuçlar ve
Öneriler
1. Yukarıda
belirtilen özellikleri ve matematiksel yapısıyla Türkçe, bir bilgisayar
programında kullanılmaya çok elverişlidir. Türkçe düz cümlenin
sentaksı örnek alınarak sembollerle yapılacak bir cümle dizgesinin istenen her
dilde deşifre edilerek yorumlanması olanaklıdır. Böyle bir cümleyi (dizgeyi) Türkçe
bilmeyen, ama yalnızca bu şifreleri çözebilen (Bilgisayara yüklenecek bu
şifreler o kişinin daima elinin altında olacaktır.) biri, Türkçe'nin
dil-dünya karşılıklılığının tam olabilmesinden ötürü, kolaylıkla kendi diline
çevirebilir, dizgeyi yorumlayabilir.
2. Böyle bir
programlama, uluslar ve diller arası iletişimde yararlı olabilir. Şu an için
hayal gibi görülse bile Türkçe, gelecekte diller arası bu tür bir iletişimde
odak dil konumuna sahip olabilir.
3. Bu
tür bir iletişim ağının her şeyden önce Türk lehçeleri arasında kurulabilmesi
olanaklarının araştırılması gerekir. (sh:143-144)
(Daha fazla bilgi edinmek isteyenler
için bu kitabı gözden geçirmeleri
tavsiye olunur.)
Kaynak:
Ömer
Naci SOYKAN, ARAYIŞLAR, Felsefe Konuşmaları – 1, Küyerel Yayınları, Nisan,
1998, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar