Print Friendly and PDF

GEN BİLİMİ



Bilim ve teknolojinin, insan geni üzerinde de çalışmaları var. DNA’ların çözülme aşamasına gelinmesiyle pek çok hastalığın teşhisi konulmakta ve hastalık ilerlemeden tedavisi yapılabilmektedir. Şuan dünyadaki insanlar, teknolojik gelişmelerle yaşamlarını daha önemli saymakta, daha mükemmel yaşam ortamına ulaşmaya çalışmaktadırlar. Gelinen bu nokta, ölüm korkusunu daha da arttırmaktadır.
Hücrelerimizin DNA’yı, genlerimizi oluşturan molekülleri içerdiğini biliyoruz. Bu moleküller fiziksel karakteristiklerimizin ve davranış biçimlerimizin büyük kısmından sorumlu olan enformasyonu içerir, öyle ki, bir insanın geleceğinin ona hayatını verecek olan yumurta hücresinde zaten mevcut olduğu, geleceğe ilişkin bir belleği yumurtanın zaten içerdiği bile söylenmiştir. Bu durumda hemen temel bir soru açığa çıkıyor: insanlardaki karakteristiklerin ne kadarı doğuştan gelmekte, ne kadarı sonradan edinilmektedir?
İdeolojik ve politik iktidarın bu soruyu tüm kullanma ve suiistimallerine rağmen, soru hiç de sıradan değil.[1]
Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde IQ’nun -psikolojik metotlara yaslanmasına karşın- biyolojik kalıtım çerçevesinde görülmesi yönünde bir eğilim tedricen ortaya çıktı. H.H. Goddard, L.R. Terman ve R.M. Yerkes’in te­orileri silahlı kuvvetlerde, iş dünyasında ve okullarda uygulandı ve bir “kalıtımsal zeka” varsayımına yaslanan bütün bir ayrımcı argümanlar yığını geliştirildi. “Kalıtımsal zeka” Amerika Birleşik Devletleri Hükümetinin politikalarını o denli etkilemiş bir ideolojidir ki, 1924 yılında, Kongre’de tartışıldıktan sonra geçen kararlar sözümona bilimsel olan bir ırkçılığa dayandırılmıştır. Aynı ideoloji, belli ülkelerin temsilcilerinin orduda ve başka yerlerde yaptıkları IQ testlerinin sonuçlarına göre göçmenlerin kabulüne kota koyan ünlü Göçün Kısıtlanması Yasası’nın çıkarılmasından da kısmen sorumludur.[2]
Psikometrik testlerin ideolojik kullanımı gayri ahlaki davranışlara yol açtı. Virginia eyaletinde zeka özürlü olduğu “saptanan”, yani Stanford-Binet zeka testinin uygulanmasıyla 7, 8 ya da 9 zeka yaşının altında olduğu ortaya çıkan yetişkinlerin kısırlaştırılmasını yasallaştıran bir yasa ancak 1972 yılında iptal edildi. Ayın durum İndiana ve yaklaşık otuz eyalette daha geçerliydi. 1927 yılında Yüksek Mahkeme’nin bir kararı toplumun, aşikar bir hastalığı olanların sakat çocuklar doğurarak bunların öldürülmesine karar vermektense ya da zihinsel özürlü olduklarından ötürü açlıktan ölmelerine seyirci kalmaktansa doğum yapmalarını engellemesinin herkes için daha tercih edilebilir olduğunu bildiriyordu.[3]
Geleneksel olarak biri olumsuz diğeri olumlu iki öjeni biçimi tanınır. Olumsuz öjeninin amacı arzu edilebilir olmayan kalıtımsal özelliklere sahip olanların doğurmalarını sınırlandırmak ve hatta önlemektir. Olumlu öjeniyse “üstün” addedilen kalıtım özelliklerine sahip olanların doğurarak çoğalmalarını teşvik etmeyi amaçlar. Olumsuz öjeni geçmişte, anormal olduğu düşünülen çocukların öldürülmesinden ebeveynlerin öldürülmesine ya da kısırlaştırılması­na dek uzanan çeşitli biçimlere büründü. Ama artık tüm dünyada ortadan kalktı. Bir İsveç yasasının bu ülkedeki doktorlara “toplumsal” ya da “ırksal” gerekçelerle kısırlaştırma yapma hakkı verdiğinden son zamanlarda basında söz edildi. Yakın bir geçmişte İngiltere’de mahkemeler, 17 yaşındaki bir kızın cinsellik ve doğurma arasında ayrım yapamadığı için “akli nedenler” olarak tanımlanan gerekçelerle kısırlaştırılmasına karar vermişti. Başka bazı de­mokratik ülkeler de buna benzer önlemler aldı. Sözgelimi çok kısa bir süre önce Almanya’da, “zihinsel özürlüler” in kısırlaştırılmasına izin veren bir yasa taslağı hazırlanmıştı.[4]
Bilimin başka hiçbir alanında sorunlar genetikte olduğundan daha karmaşık olmadığı gibi, elde edilen enformasyonun ayrımcı bir şekilde kullanılması başka hiçbir bilim alanında genetikte olduğu denli skandal yaratmaz. Bütün bir biyoetik konusunun, bir lüks olmak şöyle dursun, birkaç kişinin kaydettiği ilerlemelerin bütün olarak insan ırkı adına kazanılmış bir savaş olmasından ötürü bütün bir insan topluluğunun av sahası sayılması gerekir. Biyoetik konusu, genetik manipülasyon teknikleri ilk olarak 1970’li yıllarda ortaya çıktığı ve moleküler biyolojinin insanlığın geleceği üzerinde yaratacağı etkiler hakkında soru sorulmaya başlandığı zaman gündeme geldi.[5]
Bu ahlak labirentinde her toplumun kendi yolunu bulup geliştirmesi gerekir, ama uluslararası toplumun da yerine getirebileceği işler var. Bu ko­nudaki ulusal kurallar ülkeden ülkeye değişebilir ve bu durum, insanları yurtdışındaki daha gevşek kurallardan yararlanma yönünde baştan çıkaran bir “genetik turizm” biçimini teşvik edebilir. Böyle bir imkânın ilk belirtileri, menopoz dönemini geride bırakmış olan kadınların hamile kalmalarına elveren tüp bebek tekniklerinin kullanımında görüldü. İtalya’da ellili yaşlarının sonuna varmış ve hatta altmışlı yaşlarındaki kadınların bu tekniklerden yararlanmalarını yasaklayan kurallar ya da uluslararası anlaşmalar yok. O nedenle, İngiltere’de yaşayan bazı kadınlar yaşlarından ötürü kendi ülkelerinde yasak olan bir operasyonu yaptırabilmek için İtalya’ya gitmektedir. Böylesi örneklerde yargıç ve jüri gibi hareket etmemek gerekirse de, her şeye rağmen uluslararası bazı standartların saptanması gerektiği aşikardır. Buna benzer argümanlar, çok daha tatsız bir konu olan ve şimdiye kadar farklı ülkelerin farklı yaklaşımlar benimsedikleri, insan genlerinin patenti konusunda da geçerli.[6]



[1] Federico Mayor-Augusto Forti “Bilim ve İktidar” Tübitak Popüler Bilim Kitapları 4. Basım- 1997 Ankara s. 188. s. 146
[2] Federico Mayor-Augusto Forti a.g.e. s. 131
[3] Federico Mayor-Augusto Forti a.g.e. s. 131-132
[4] Federico Mayor-Augusto Forti a.g.e. s. 136-137
[5] Federico Mayor-Augusto Forti a.g.e. s. 189-190
[6] Federico Mayor-Augusto Forti a.g.e. s. 191-192

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar