Print Friendly and PDF

GİORDANO BRUNO



Özgür bir felsefe ve bilim ve düşünce istiyorum.
Herhangi bir dini, sivil ve ya da akademik otoriteden özgür olmak istiyorum.  
Kilise, bir düşmandır.
Kilise imanın nasıl kullanılacağı belirleyen bir güç aracıdır. 
Kilisenin kendine  zarar vermeden yüzyıllardır kendi içerisinde süren bir hiyerarşisi yapısı vardır.  Almanya, İngiltere,  İskandinavya, İsviçre, ve her yerde sonsuz hizipleşmeler var.  Kilise, meydan okuyan bu gücünü herhangi bir biçimde bütünlüğü savunmak için mücadele ediyor. 
Bir emrine karşı olamazsın.. 
Günümüzdeki kilise sadece bir koruma aracı olmuştur. 
Tarih,  kilisenin tarihinin yaşıyor. 
Kilise büyük talep gücü ve çözünürlük  ve hatta acımasızlık, yani, zulüm içinde yaşıyor.  Özgürlüğü isteyenler ve soranlar ise kilise tarafından paramparça edilecektir.
[Giordano Bruno]


 Napoli krallığına bağlı Nola şehrinde doğdu (1548); ve 17 Şubat 1600’ de Roma’da Campo di Fiora denilen meydanda yakılmak suretiyle öldürüldü. Kendisinin asil bir aileye mensup olduğu, oldukça güçlü bir hazırlık öğrenimi de aldığı anlaşılmaktadır. Daha on beş yaşındayken Dominiken tarikatına girmiştir. Fakat, kendi anlattığına göre, giysisinin birinci düğmesini ilikledikten sonra diğerlerini doğru olarak ilikleyememiştir. Yani, bu tarikatın düşünce ve hayatına ısınamamıştır. Asıl adı Philipp Bruno olduğu halde, ona Giordano adını bu tarikat kovanında vermişlerdi. Hücresinde ne kadar Hıristiyan velilerinin resimleri varsa, hepsini atmış, yalnız bir haç bırakmıştı. Çevresinde bulunanlar, bu hareketinden ötürü kendisinden şüpheye başladılar. Zaten o, yargılandığı zaman, 18 yaşından beri üçüzlemeden (trinité) şüphe ettiğini itiraf etmiştir. Bruno, çapkın, bilgiye tutkulu, aşka ve şiire karşı derin yetenekleriyle tanınmış özgür düşünceli bir adamdı; yazmış olduğu bir komedi, şehvetli bir serüveni saygısız bir dille tasvir ettiği gibi; yetmiş kadar sonatını oluşturan Eroici Furori adlı eserinde de Tanrılığa ve güzelliğe karşı olan aşkını terennüm etmişti. Bruno, kendisinin bu taşkın yönsemelerini anlatmak için, bir şiirinde: “Kalbimin ateşini, Kafkasya’nın karları bile söndüremez!” diyordu. Nihayet hücresinden kaçtı. Onun yüz ve beden güzelliğinden başka, vaizlik, şairlik, astronomi ve matematik bilgisi itibariyle de yüksek ve seçkin bir durumu vardı. Önce, Genös yakınlarında Noli’ye gitti; orada küçük çocukları okuttu; ve bazı genç asillere astronomi öğretti. Başlangıçta, Copernic’in teorisini, bir deli saçması zannederken, onu anlayacak kadar matematik öğrendikten sonra, daha ileriye gitmeye başladı. Zira Bruno, ilk ve ortaçağ astronomilerini de öğrenmişti. O, bu dönemde “evren, sonsuzdur; mutlak bir sınır yoktur; ve evrende kendi âlemimize benzeyen sayısız âlemler ve bunlardan her birinin ayrı merkezleri var. Tanrı, bu sonsuz evrenin her tarafından içsel bir ruh gibi her şeyi kuşatmıştır ve bunları hareket ettirmektedir” diye inanıyordu. Onun bu düşüncelerini sonraları Telesio ve Nicola de Cusa’nın eserleri değiştirdi. Bruno’nun ünü kadar da felâketini yaratan, artık son günlerini yaşamakta olan skolastiğe karşı gösterdiği düşmanlık ve henüz otoritelerini kaybetmemiş olan kilise inançlarına aykırı düşünceleridir. Bruno, beşerî mutluluk içinde kurtarıcı saydığı bir teoriyi, kent kent gezerek, her üniversitede durarak, ilgisizleri kazanarak tüm dünyaya yaymak isterken, başına pek çok düşman yığdı. Kendisini felâkete sürükleyen tehlikeli bir faaliyete koyuldu. Bayie, onun hakkında: “Bu kahraman, felsefe konularında serseri bir şövalyelik yaptı!” diyerek, kendisiyle alay eder. Oysaki, Bruno, inandığı düşünceler uğruna kahramanca öldü. Bunda gülünecek değil, ibret alınacak, saygı duyulacak gerçekler saklıdır. Bruno, Genes’ten Milano’ya, Venedik ve Nişe gitti; kiliseye aykırı olan düşünceleri yüzünden, nereye gittiyse kovuldu. Gerçek için değilse bile, kazanabileceği tek özgürlük için tüm Avrupa’yı dolaşmak istedi. Zaman zaman Cenevre’de gözüktü. Calvinciler, orada ağzını açtırmadılar. Nihayet Lyon ve Toulouse’a gitti. Bu son kentte iki yıl başarıyla ders verdi. Hayatının en sakin devresinden biri, burada geçti. Fakat o, her gittiği kentin büyük rahip ve bilginleriyle tartışıyor, kendine yeni yeni düşmanlar kazanıyordu. Bir iç savaşı yüzünden Toulouse’u terk etti. 1581’de Paris’e geldi. Burada kral Henri 11. nin himayesi sayesinde halka ders vermeye başladı. Kilisede Messe törenlerine gitmeyi kabul etseydi, üniversitede bir kürsü de kazanacaktı. Bundan sonradır ki, İtalyanca ve Latince bir yığın eser yazdı. Bunlarda düşünceleri bir sistem halinde toplanmamış, fakat dağınık bir halde nelere inandığı açıkça görülebiliyordu. Hepsinde, Aristo’nun, Ptolemee’nin astronomilerine hücum ediyor, hoşgörüyü ve özgürlüğü savunuyordu. Paris Üniversitesi rektörüne: “Niçin, daima otoriteleri çağırmak, niçin? Eflatun’la Aristo arasında karar vermeye mecbur olmak niçin? Gerçeğin en yüce yargıcı, apaçıklıktır. Apaçıklık bizi terk ederse, duyular ve akıl seslerini keselerse; düşünmeye ve şüphe etmeye çalışalım. Otorite dışımızda değil, kendi içimizdedir. O, düşüncelerimizi idare ve ilham etmek için ruhumuzda parlayan Tanrısal ışındır” diye yazmıştı. Paris’ te yayımladığı eserler, çarçabuk bulunamaz bir duruma geldi. Onun düşünceleri, Saint Barthelemy katliamını emredenler için uğursuzdu. Bruno, 1583’te İngiltere’ye gitmeye mecbur oldu. Buradaki Protestanlardan daha çok himaye gördü; hatta kraliçe Elizabeth, saraya kabul etti. Oxford Üniversitesinde birkaç ders vermesine ve tartışmasına izin verildi. İngiltere’de kendisini Fransız sefiri olan bir zat, evine kabul etmişti. Bruno, bü sefirle eşinin kültür ve konukseverliğinden saygıyla söz eder. Diyaloglarının çoğunu burada yazdı. Fakat, sonraları biraz düşüncesini değiştirmiş olmakla birlikte İngilizlerden hoşlanmadı. La Cena Della Cenere (Büyük Perhizin İlk Şöleni) adlı eserinde İngilizlere dair duygularını yazarken, onların Barbar olduklarını söyler: “Onlara yeni düşünceleri anlatmak, domuzların önüne inci atmak demektir!” der. Oxford Üniversitesi şansölye yardımcısına yazdığı bir mektup, bütün muhafazakârları aleyhine çevirdi. Bu mektupta: “Ben, saf ve masum bilgeliğin filozofuyum; Avrupa’nın diğer üniversitelerinde meşhur olan beni yalnız Barbarlarla kaba insanlar tanımazlar. Uyuyan ruhları uyandırmak, bilgisizliğin azgınlığını gidermek amacım olduğu gibi, ikiyüzlülerden tiksinen ciddî ve meşru zekâlar tarafından sevinç heyecanlarıyla kabul edilen bir profesörüm!” demektedir. Bununla birlikte, Oxford Üniversitesi, kendisine yer verdi. Bruno, orada kendi astronomi ve psikoloji teorilerini okuttu. Ruh hayatının birliğini, evrenin sonsuzluğunu, arzın sayıları pek çok olan göksel bir cisim olduğunu, bu cisimlerden hiç birinin, arzda dâhil olduğu halde, merkez olmak hakkına sahip olmaksızın dönüp durduklarını anlattı. Bu düşünceler, üniversite skolastiklerini kendisine düşman etti. Bruno, açık tartışmalarda onları on beş kez susmaya mecbur ettiğini söyler. Nihayet oradan da ayrılarak ve bir gün mutlaka muzaffer olacağına inandığı düşüncelerini yaymak için, Paris sefiriyle Paris’e döndü. Katolik kilisesiyle münasebete girişmek için boşuna uğraştı; ve yine apaçık bir tartışma açarak Aristo felsefesine saldırdı ve yeni bir âlem görüşünü savundu. O, artık özgür düşüncenin havarisi olmuştu. Burada yaptığı tartışma, Acrotismus adiyle önce Paris’te (1586); sonra Wittenberg’e basıldı (1588). Bundan sonra Alman üniversitelerini dolaşmaya başladı. Wittemberg’te bir süre dinlendi; Almanya’nın Atinası olan bu reformanın beşiğinde Katoliklerle savaşmak üzere Prag’a geçti. Marbourg Üniversitesi rektörüyle yaptığı şiddetli bir tartışma dolayısıyle ders verme hakkını yitirdi. Fakat Wittemberg'te iki yıl ders verdi. Oradan da ihtimal, siyasî nedenler yüzünden ayrılmaya mecbur oldu. Veda söylevinde, Nicola de Cusa, Paralelse ve Copernic’in temsil ettiği Alman bilimini ve kiliseyle savaşmış olan Luther’i övdü. Buradan sırayla Helstadt’da ve Mein üzerindeki Frankfurt’a geçti. Burada bir yıl kaldı. Fakat Venedikli bir asilzade olan G. Mocenigo, Bruno’nun ününü duyarak kendisinden ders almak için Venedik’e davet etti. Bu davet, Bruno’yu bekleyen felâketin başlangıcı oldu. Kendisini bir süre himaye eden bu adam, sonra bundan vazgeçerek, onu kaçmasın diye evinde hapsetti; 1592’de tevkif edildi. Roma’nın büyük engizisyon yargıcı, Bruno’yu istetti. Fakat Venedik, iki yıl kadar onu vermedi. Kalın zincirlerle bağlanmış olduğu halde cezaevinde bekletti ve nihayet 1598’de Roma’ya teslim edildi. İki yıl süren bir duruşma esnasında düşüncelerinden pişman olup tövbe ederse, hayatının bağışlanacağı vaat edildiyse de Bruno, bu teklifi kahramanca reddetti. Kendisini savunurken, ömrü boyunca yaymaya çalıştığı kişisel düşüncelerini ve sistemini anlattı; bunun Hıristiyanlığa aykırı olmadığını belirtmeye çalıştı. Papaya verilmek üzere bir ayrı savunma lâyihası yazmışsa da, bunu kimse okumadı. Bruno, kiliseye bağlı değil, fakat Hristiyan'dı. Yani, dinsiz değildi. Mahkeme, yedi sekiz nedenle kendisinin kâfirliğine ve “olabildiği kadar acıyarak ve kanı dökülmeksizin” öldürülmesine karar verdi. Bu, diri diri yakılmak cezasıydı. Bruno, zalim yargıçlarına: “Siz bu hükmü verirken benden daha çok korkuyorsunuz!” diye bağırmıştı. Yani, onların kendi savunduğu gerçekler karşısındaki korkularını yüzlerine vurmuştu.
Özgürlüğün ve gerçeğin bu yorulmak bilmez havarisi, vaktiyle bir manzumesinde, kendisini, ışığa doğru giden bir kelebekle mukayese etmiş ve “mademki ruh çabalarının son sınırına ulaşamıyor ve içindeki ısının gücüyle helâk olup gidiyor, öyleyse onun için, bu kadar asil bir ateşte yanmak yetişir!" demişti.
Bruno, kendisini yakacak odunlar üzerinde son kez öpmesi için bir haç uzatan papazı itip, metanetle ve hiç bir ses çıkarmadan alevler içinde kaybolduğu zaman, gerçekte bilgisizliğin ve hoşgörmezliğin değil, ruhunun sönmek bilmeyen ateşiyle kavrulmuştu. Bu trajedi, XII. yüzyılın son dönemlerinde sona erdi. Düşmanları, eserlerini yok etmeye çalıştılar. Uzun zaman onun talihinden şüphe ettiler. Bayie, “Garip olan şudur ki, der 80 yıl zarfında Jakobenlerden birinin, hezeyanlarından dolayı genel meydanlarda yakıldığı görülmedi”. Bruno’nun Tanrıtanımazlıkla (Athéisme) mahkûm edildiği biliniyorsa da, onun hakkında verilmiş olan kararın bir sureti bulunamamıştır. Yargıçlar, gerçeği, düşünce özgürlüğünü, âlemin çokluğu ve arzın hareketini savunan düşünceleri cezalandırmışlardı. Yoksa Bruno, evvelce de söylediğimiz gibi, son nefesine kadar dinsel duygularını kaybetmemişti. Bruno’nun külleri havaya savruldu; fakat yakıldığı meydana 1889’da İtalya hükümeti bir heykelini diktirerek eserlerini yeniden ve lüks bir şekilde bastırdı. Domenico Berti tarafından, engizisyonun Venedik’ teki, yargılama esnasında yaptığı sorgu metinleri toplanmış ve ilk kez Bruno’nun Biyografisi adiyle Torino’da basılmıştır (1686). Bundan sonra Roma’daki sorguların metinlerine dair parçalar, Roma’da yayımlanmıştır. Chr. Sigwort’ta, Bruno’nun Alman üniversitelerinde bulunduğu zamanlara ait bilgileri yayımlanmıştır (Tübinger Osterprogramm, 1880 ve Kleine Schriften I.). Onun Cenevre’de bulunduğu zamanlardaki hayatına dair belgeleri de şu eserde yayımlanmıştır: Giordano Bruno à Genève (1884).
Bruno’nun felsefesi, geniş bir hayal gücü, derin düşünceler ve bir sanatçı aşk ve heyecanı içinde, bazen mistik ve bazen şairce sembollerle ifade edilmiş olan eserlerinde dağılmış bir haldedir. O, her büyük düşüncenin daha önceki düşünce ve deneylerin ürünü olduklarına inandığı için, ilkçağ filozofları hakkında olduğu kadar da skolastik bilgileri ve hatta zamanına kadar gelmiş olan az çok pozitif bilgileri öğrenmiş bulunuyordu; Bruno, bu bilgilerin kendince yanlış yanlarıyle savaşırken, dehasının ilham ettiği orijinal çağırışımlardan yararlanmıştır; manzum ve mensur eserlerinin her satırında ateşli ruhunun atılgan bir sevinçle parladığı görülür. Latince yazdığı Sonsuz Genişlik ve Sayısız Âlemler başlıklı didaktik ve manzum eserinde Copemic’in onuruna bir kaside yazmış; fakat onu başladığı işin sonunu getirmemiş olmakla ve düşüncelerinde gizli olan bütün sonuçlan çıkarmamakla suçlandırmıştır. Bruno, burada bir yorumcuya gerek gösterir ki, o onuru da kendisine verir. Bruno, âlemde bir tek kanun ve bir tek gücün egemen olduğunu, âlemde hareket eden Tanrılıktan uzaklaşamayacağımızı ve Tanrılığı kendi benliğimizin dışında aramaya mecbur olmadığımızı, âlemde mutlak bir sınırın, hatta çeşitli âlem bölgelerini birbirinden ayıran sabit kürelerin bulunmadığını anlatmak suretiyle, felsefesine, astronomiye dair bilgi, gözlem ve eleştirileriyle başlamış olur. Onun bu konuda dayandığı iki esas vardır ki, biri bilgi teorisine, diğeri din felsefesine ait görüşlerine bağlıdır. Bruno’ya göre, âlem hakkındaki eski bilgilerimiz yanlıştır. (Yani, arzın merkez, sabit küreler âlemin sınırı... vb,). Gözlemlerimiz, bu bilgilerin aksini vermektedir. Biz yer değiştirdikçe ufuk da yer değiştirir. Duyuların algısı, âlemin mutlak bir merkez ve sınırı olmadığını göstermekte ve hatta, her yerde bir merkezin olabileceğini hissettirmektedir. Hayal gücü ve düşüncemiz de bizi bu gerçeğe götürür. İçimizde ulaşılmış bir amaca hiç kanmamak gibi bir içgüdü vardır ki, bizim doğayı aşma yönsememizin açık bir kanıtıdır. Hayal gücümüzün yarattığı âleme tekâbül eden hiç bir gerçeklik yoktur. Bu da gösterir ki, bu âlemde ne merkez, ne de sınır ve çerçeve vardır; bunların yerine öznel bir merkez veya sınır da koyamayız. Esasen biz âlemi, bir bütün olarak da kavrayamayız. Algıladığımız için her şey bağıntılıdır. Aşağı yukarı ve yer (lieu) yoktur. Hareket, ancak sabit bir noktaya göre tasarlanabilir. Oysaki böyle bir nokta mevcut değildir. Hareketsiz sandığımız yer, hareket etmektedir; ve bu nokta, arzda veya güneşte alındığına göre de hareket denilen olay değişir. Bu bakımdan zaman da bağıntılıdır. Her yıldızın ayrı bir zamanı vardır. Ağırlık ve hafiflikte bağıntılıdır. Aristo’ya göre: Ağırlık; maddenin, âlemin merkezini aramasıdır. Dünya ise, her şeyden ağır olduğu için âlemin merkezinde bulunur. Bruno ise, oysaki, diyor; bir cismin düşmesi, en iyi yerleşebileceği bir ocağı aramasından ibarettir. Her cismin molekülü, birbiriyle olan orana nispetle ağırdır. Özet olarak, ağırlık, hafiflik, zaman ve uzay... hep ancak belli bir göksel cisim veya sistem için anlamlıdır. Yoksa evrenin bütünü için asla... Bunları az çok Copernic de söylemiştir. Fakat Bruno, bütün bunlara, tikeller, kendilerini korumak yönsemeleri sayesinde kendi tümellerini ararlar, düşüncesini getirdi ve doğanın her yerde kendi kendine esaslı bir surette eşit olduğunu ve her yerde aynı gücün hareket ettiğini, ancak algılarımızın bir sınırı olduğunu, kişisel gözlem ve düşünceleriyle ispata çalıştı.
Din felsefesi bakımından Bruno, âlemdeki bütün görünüşleri, Tanrılığın sonsuzluğu niteliğine bağlar. Sonsuz nedenler, sonsuz sonuçlar doğurur. Evren, Tanrısal varlığın gelişmiş bir biçimidir. Öyleyse, kendisi de sonsuzdur. Mademki Tanrı bir iyilik ilkesidir; öyleyse o, verilmesi gereken her şeyi vermiştir. Sonsuz yetkinliğin sonsuz varlıklar ve âlemler şeklinde belirmesi gerekir. Tanrılığa, gerçeklik olamayacak herhangi bir fakülte veya olabilirlik (possibilité) isnat edilemez. Olabilirlik ve gerçeklik, ancak sonlu varlıklar için düşünülebilir. Tanrı için asla. Aksi halde, biri olabilen ve diğeri olmuş, yani aktif iki Tanrı kabul etmemiz gerekir ki bunlar, birbiriyle uzlaştırılamazlar. Tanrısal birlik için böyle bir inanç, küfür olur. (Jacobe Boehm ‘şer ilkesi’yle uğraştığı için bu ikilik yanılmasına düşmüştü).
Bruno’nun savunduğu bu düşüncelere az çok benzeyen bazı düşünceler daha önce Ferrareli Pietro Manzoli’nin, Polingenius adı altında bastırdığı didaktik (öğretsel) bir manzum eserde de vardır: Zodiacus Vitae (1552). Fakat bu, Bruno’nun onurunu küçültmez. Eskiler, âlemi, ruhlar için kapalı bir cezaevi haline getirmişken, Bruno, bu âlemin kapılarını açmış ve ruhların serbestçe uçmasına engel olacak bir şey bırakmamıştı.
Felice Tocco, Bruno’nun Latince ve İtalyanca eserlerinin mukayeseli bir çözümlemesinden sonra, onun felsefe anlayışında üç evre (phase) ayırmıştı:
1.         Âlemde ve insanın bilgisinde Tanrılığa bir akış görmek suretiyle Yeni Eflatunculuğa yaklaşır ki bu evre, De Umbris Idearum (Düşünce Gölgeleri) adlı eserinde görülür.
2.         Tanrılığı bütün olayların değişmeleri altında, çatışkılar (antionomies) birliği halinde mevcut olan sonsuz bir öz gibi görür; bu düşünceleri daha çok Londra’da çıkan diyaloglarında görülür.
3.         Olayların esasında sonsuz atom ve monatlar görür; fakat, bu yüzden her beliren bir özün varlığı düşüncesini terk etmez. Frankfurt’ ta çıkan didaktik şiirlerinde ve daha çok De Minimo’sunda, bu düşüncelerine rastlanır. Bruno’nun felsefesindeki bu evrelere Höffding itiraz eder: Bruno, felsefesine bir Eflatuncu gibi başlar. Onda Tanrısal öz birdir. Bilgimizin konusu, karışık birçokluklar âlemi olan duyulur (sensible) âlemdeki her şeyde kendini gösteren bilgeliğe kadar yükselmektedir. Bununla birlikte, ruhumuzun yakalayabildiği en yüce bilgi, Tanrısal düşüncelerin bir bölgesinden başka bir şey değildir. Yalnız Bruno’yu Eflatun’dan ayıran nokta, bunun Idealar’ı genel kavram, tikel olayların ortak temeli ve nihayet tümel olarak anlamasıdır. Bruno ise bunları, olayların gerçek bağlantılarını (conjoint) ifade eden kavramlar saymış ve parçaların biçimsiz türlülükleri yerine, sağlamca yerleşmiş ; şekillenmiş bir bütün elde etmemize yarar, diye kabul etmiştir. Bu nedenle, Bruno’ya göre bir eli, yalnız başına olmaktan çok, kolla münasebeti olduğu sürece daha iyi anlayabiliriz. Şu halde bilginin ideal amacı olarak kabul edilen en yüce birlik, Bruno’ya göre, soyut bir düşünce değil, belki gerçek bağın dieson) kanunlarla düzenlenmiş ilkeleridir ki, tek tek olan olayların varlığına uygun gelir ve onları bize kavranılabilir (intelligible) bir duruma getirir. Bruno, burada bugünkü felsefeye kadar uzayan yeni bir düşünce ortaya çıkarmış oluyor. Eski felsefe, dikkatini düşünce biçime doğru yönelttiği halde, Bruno’nun görüşüyle yeni felsefe dikkatini kanun üzerine tespit etmiştir. Yeni felsefenin derinleştirmek ve açıklamak istediği şey, varlığın kanuna göre sıralanmasıdır. Bruno’nun temel düşünceleri, Neden, İlke ve Birlik adındaki diyalogunda görülür. Bunda, evreni iç güçlerle hareket eden bir bütün sayar ve “evren, der, içinde her şeyin sıkı sıkıya bağlı bulunduğu sonsuz bir ilkenin gelişmesinden ibarettir. Olayların ötesinde ‘nedenler’ ve her varlıkta da ‘ilkeler’ vardır. Bu ilkelerden bir kısmı, kendi etkilerinin dışında gibi görünürler; ve başka bir doğada olabilirler. Diğer bir kısmı da, eşyadan ayrılmazlar ve aynı özdendirler (essence). Gezimcilere (péripatéticiens) göre, dört neden vardı; gerçekte ise, ‘yaptıran neden’le (cause efficiente) ‘amaçlı neden’den (cause final) ibaret iki neden vardır, birincisi hareketi yaratır; İkincisi hareketi yöneltir: Madde ve biçim, neden değil, belki varlığın ilkeleridir. Fazla olarak, biçim, kendi kendine mevcut değildir; ancak soyutlama suretiyle varolabilir. “Biçim, bir ilinekten accident maddenin bir hal ve koşulundan başka bir şey değildir. Ö, ne öz, ne de doğadır; fakat bunlardan bir şeydir”. Madde, Aristo’nun zannettiği gibi, sadece olabilirlik değildir; Eflatuncuların istedikleri gibi, pasif bir ilke de değildir. Daima edim halinde bulunan bir hareketli güçtür. Yani, özü içinde bölünemez ve basit bir şekilde kaplanmıştır ki, ondan her şey, tıpkı, çocuğun annesinden canlı bir bireylik olarak doğduğu gibi, türlü türlü olarak zuhur eder. Bu iki neden de bir’e dönüşebilir: Zira, amaçlı neden, hareket ettiren nedenden (cause motrice) ayrılmaz; çünkü amaçsız, yani yönsüz bir hareket olamaz. Şu halde yalnız bir ilke, madde ve bir güçle hareket ettirenden başka bir şey yoktur. Bunda stoacılarla birlikte, her şey maddeyle güçten meydana gelmiştir, denilebilir. Maddeyle güç, öz’ün birliğine karışırlar. Nedenle ilke kaynaşırlar; ve mademki her şey, aynı zamanda bu iki şeyden ibarettir; öyleyse bir varlık da her şeye özdeştir (identique), her yerde hazır olan Tanrı’dan başka bir şey yoktur. Yani, ‘yaratan doğadan’ (nature naturante) başka bir şey yoktur. Asıl doğaya gelince, bu Tanrı’dan ayrıdır (distincte); fakat Tanrı’dan hiç ayrılmaz; o, Tanrı’nın ‘biricik kızı’dır (unigenita). Şu halde Tanrı, evrenden ayrı bir şeydir; fakat varlığın bu derecesinde düşünceyle kavranamaz, dille ifade edilemez, her çeşit belirlemelerden (déterminations) üstündür. O, kendisiyle münasebette bulunduğumuz zaman, bizim için: “Kendisinde her şeyin varolduğu evrensel öz ve bütün tözlerin kökeni olan töz, bütün tikel doğaların en derin temeli”dir. İşte evrenin gizli ilkesi veya daha çok duyuların bize keşfettirdiği değil, aklımızın kavradığı evrenin kendisi budur. Duyular, sadece saklı gücün basit belirtilerinden ibaret olan bireysel şeylerle sınırlanmıştır. Oysaki akıl, Tanrı’yla özdeş olan bir esası kavrayabilir. Bu Tanrı, hem evrenden seçik, hem de evrenle birleşmiştir. Tıpkı evreni içerden imal edip geliştiren bir sanatçı ve evrene destek olan bir öz gibi hareketin içsel bir ilkesidir. O, boş bir birlik değildir, fakat bir ruh veya beden olmadığı halde bütün ruh ve bedenleri oluşturur. O, kendi basitliği içinde bir çeşit üçüzlemeyi toplamıştır; yani o birlik, varlık ve yer (lieu), yani her şeyin direncidir. Nihayet o, bir zihindir ki, ondan olan akıllar için yaratıkları birer gölgeden başka bir şey değildirler. Evrensel hayatın ocağı, her şeyi canlandıran ve bu nedenden de kendine, ruh denilen şeydir. Varolmuş olan her şey, evren, yani büyük bütündür. Bizim gördüğümüz şeyler, bir tek özde tecelli eden türlü görünüşlerden başka bir şey değildir. Bu nedenle Tanrılığı, dışımızda değil, içimizde aramalıdır. Zira Tanrı, evrensel ruhtur. O, her şeyi birleştirir ve düzene koyar. Evren, birer birer alınmış olan bölümlerinde bir bütünlük değildir. Fakat evrensel ruh, bütün bu bölümlerin her birinde bir bütünlük gibi hareket eder. Her şeyde bir hareket, bir canlı güç, bir iradeye doğru yönseme hissolunur ki, bu yönseme, o şeylerin kişisel korunmalarını sağlayan yollara götürür. Anlaşılıyor ki Bruno, eskilerin iç nedene eklediklerini bir yana atarak, yalnız iç nedenin yeterliğine inanmış ve eylemsizlik (atalet) kanununu hazırlamıştır. Bruno da Tanrı kayrasıyle (providence), doğanın aktif gücü birbirinin aynıdır. De Immenso diyalogu, bu özdeşliği, yani, doğanın mekanizmasıyle teleoloji birliğinin nasıl meydana geldiğini gösterir. Bruno’ya göre evrensel ruh, doğup kaybolan bireysel biçimlerin oluşturduğu sonsuz bir biçim olduğu gibi, aynı zamanda sonlu ruhların değişmeleri altında değişmeden devam eden sonsuz ruhtur. Esasen eşyada görülen bütün türlülükler ve değişmeler, gerçekte onların özünde değil, görünüşlerindedir. Bu suretle, bilginin amacı olan en yüce birlik, ruh, biçim, madde ayrımı; biçimle madde, aktifle pasiflik, gerçeklik ve olabilirlik... ortadan kalkmış olurlar. Bruno’da, varlığın bütün çatışkıları, türlülükleri, sonsuz özde herhangi bir değişme olabilirliğine uğramaksızın bir birlik ve ahenk teşkil ederler. Bu bakımdan her şeyi kaplayan sonsuz öze oranla, saat, gün, yıl, yüzyıl... da yoktur. Hatta karıncayla insan ve insanla yıldız arasında bir fark yoktur. Bu birliği, bu sonsuz dolgunluğu aklımız kavrayamaz; biz ancak karşıolumlarla (oppositions), ayrımları bir yana atmak suretiyle olumsuz (negatif) bir düşünce elde edebiliriz. Mutlak birbirlik, gücümüzün dışındadır. Bruno, bu olumsuz Tanrıbilimle Nicolas de Cusa’nın çırağı gibi görünür; hatta bilginin bağıntılı oluşu düşüncesinde bile.
Şu halde, Tanrı’nın bir belirmesinden ibaret olan evren, sonsuzdur; ne akıl, ne hayal gücü bu sonsuzluğu kavrayabilir; ve uzayın sınırları belirtilemez; uzay, ya gerçek (réel) bir şeydir. Bu takdirde sona eremeyeceği için, ruhun da sınırlarına hiç bir zaman ulaşılamaz; yahut da uzay, saf bir yokluktur. Bu takdirde de varlık, yaratıcıdır ve yoklukla kavranmıştır, demek gibi bir saçmalığa (absurdité) dönülmüş olacaktır. Uzay, yalnız muhtevasının uzamı (etendue) itibariyle değil, aynı zamanda süreksiz nicelik, yani sayı itibariyle de sonsuzdur. O, sonsuz bir sayı zincirinin birliğidir. Zira, her sayılı sonsuzluk (infinité), sayısal (numérique) bir birlik haline gelebilir. Bu, aynı zamanda bölünemez. Zira, sonsuz bir uzam, kapsadığı her noktasıyle sonsuzdur. “Hem her şey ve hem de her yerde bulunan bir, sonsuzluk, varlık her yerde de aynıdır. Sonsuz, genişlemedir; çünkü o, miktar değildir ve bireyle birlikte düşümdeştir (coêncident); ve sonsuz bir çokluktur, çünkü birlikte düşümdeş olduğundan, artık sayı değildir”. Aynı zamanda bu sonsuzluğun diğer araçsız belgesi (preuve) de Tanrı’nın sonsuzluğuna ortak olmasıdır. Her şeyin sonsuz olmaması, faaliyetin zihin, iradenin eylem gibi olması Tanrı’dan mıdır? Tanrı için istemek, muktedir olmak ve yapmak birbiriyle dayanışmış olan üç edim (acte) değil midir? Hayatı ölçülen, eseri sınırlı olan ve bu eseri, ancak alaylı bir sonuç meydana getiren ve kusurlu bir nedenden başka bir şey olmayan uzayın bir köşesine koymuş bulunan bir Tanrı, anlaşılabilir mi? "Niçin sonsuz bir küreye sonsuz bir surette yayılabilen bu Tanrılığın cimrice kendi içine çekilmesini, güzelliğin bereketli ve dolu bir anne gibi ünsiyette bulunacak yerde, kısır kalmayı tercih etmesini istiyorsunuz? Niçin sınırsız bir güç kaybolsun ve tüm âlemler, sahip olabilecekleri varlıktan yoksun olsunlar? Niçin Tanrısal hayal, kendi varlık biçimine, yani uçsuz bucaksız genişliğe uygun olarak sonsuz bir aynada panldayamamak suretiyle bozulsun?”. Sınırlanmış bir uzamda tutabildiğimiz şey, bütünün basit bir kısmı, özün geçici bir biçimi olan âlemdir ki, onu algımız, ancak algıç (entendement) tarafından kavranabilen bütün ve bölünemez evrenden ayırır. Hiç bir şey âlemle evren kadar birbirine aykırı değildir; bunlardan biri hareketli, değişen, kusurlu ve yok olabilen olduğu halde; diğeri sonsuzdur, değişmez ve “Merkezi her yerde ve hiç bir yerde” bulunmayandır. Âlem, evrenin içinde değildir; fakat evren, âlemin içindedir ve evren, âlemin nedeni gibidir. Beden, kendi damarlarından, kendini besleyen kanı aldığı gibi, âlem de evrenden hayat alır. Bu hesapça, ikinci nedenlerin birer görünüşten, varlıkların türlülükleri birer yanılsamadan (illuision) ve beşerî kişilik de gururumuzun düşlerinden başka bir şey olmayacaklardır. Bruno’ya göre ‘birlik’ kendi kendine değişir; onun üç andan ibaret olan özel bir evrimi vardır: Birinci anda, birlik, bütün varolanların ilkesini, yani ruhlar için ‘monat’, cisimler için ‘atom’ denilen ilkeleri oluşturur. Bu takdirde birlik, ‘monatların monadı’dır. Fakat bundan ötürü de onu, katışık (mürekkep) zannetmemelidir. Zira, bu monatlar hep özdeştirler. Birbirinden seçik değildirler; ne sayı ve ne de bölümle ilgilidirler. Monatlar ilk ve asıl birlikte, uzay kısımlarının sonsuz uzayda olduğu gibi, bireylikten yoksundurlar. Varlığın bu evresini (safha) ‘en küçük’ (minimum) teşkil eder. Fakat bu saf (pure) gizlilikte (virtualité) kaynaklan itibariyle birbirinden seçik olmayan bu noktaların görünmelerine, ayrılmalarına ve içinde hayalin uyuduğu karanlık ve tek biçimli (uniforme) derinlikten ayrılmalarına yarayan bir gelişme gücü vardır. Bu, uyanan ve hayatın etkisi altında türlü biçimlerle kaplanan varlık gibidir. İşte bu, ancak faaliyette az çok fark edilen derece ve ilerleme ayrımından, bir aynı özün az çok acele eden bir akışından başka bir şey olmayan ayrımlar (différences) bölgesidir. Bu karşıolum ve zıtlık evresinin sonu, evrenin kurulmasıdır; ve en büyük (maximum) denilen varlığın genişleyip gelişmesidir. Bu iki son1 uçta (extrémité) almaşık (alternatif mütenavip) bir hareket vardır ki, birinden diğerine gider ve İkinciyi birinciye götürür. Yani, ilerleyen (progresso) ve gerileyen (regrosso) hareketler, bir ‘yükselen’ ve ‘inen’ dolaşım. Bruno, açıkça anlatmak istiyor ki, âlemin özü Tanrı’da içkindir (immanent). O, ruh tözünü kapsayan bir birliktir ve ruh, cismi nasıl idare ediyorsa, öyle idare etmektedir. Bir buğday tanesi, başaktan asıl çıkarsa, evrensel tohum (gérme universelle) da kendisinden öyle çıkar. Her varlık, bize Tanrı’yı başka biçimde gösteren monattır ve monat, canlıdır. Monadın hayatı, genişleme (expansion) ve kendine dönme (retoure) suretinde belirir. Dışa doğru genişlemeleri, cisim’e bedeni, içe doğru hareketi, yani kendi nefsine dönüşü, düşünce ve ruhu oluşturur. Bu âlemde her şey merkez olan bir daire ve daire olabilen bir merkezdir. “Doğum, merkez noktasının gelişmesi; hayat, kürenin kendini koruması, ölüm ise, kürenin tekrar merkezinde sıkışmasıdır”. Hayat, ölümün ve ölüm hayatın bir dönüşümünden (métamorphosé) ibarettir. Su halde ölümden korkulacak bir şey yoktur. Zira, evrende cennet ve cehennem için yer yoktur. Zaten Tanrı, iyiliğin kendisidir; ve evren kötü olamaz ve onu böyle zannetmemiz gülünçtür. Çünkü o, uzayla sonsuzluğu kuşatmıştır; ve zamanların ebedîliği içinde ilerlemelerine devam etmektedir. Biz ise, onun ancak küçücük bir parçasını görürüz.
Bruno, Spaccio (Muzaffer Hayvanın Sürgün Edilmesi) adlı eserinin başlangıcında, “iç ışın üzerine kurulmuş bir ahlâk felsefesi oluşturmak niyetinde olduğunu söylerse de, sistemleşmiş bir ahlâk teorisi vermemiştir. Yalnız kendi deyimiyle, bazı ‘ahlâk peşrevleri’ni (préludes) adı geçen eser ile, De Gi’heroici Furori (Kahramanca Delilikler) başlıklı eserinde vermiştir. Bunlardan birinci eser iyimser, İkincisi daha kötümserdir. Birincisi, beşerî hayatı ve daha çok toplum hayatını toptan ele aldığı halde, İkincisi, bizi bireyin içinde gelişen çekişme ve çelişmelere, ülkü uğrunda arkası kesilmeyen elemlere götürür. Bunda Bruno, bütün bir toplum veya türünün değil, bireyin yönsemelerini anlatır. Bu eser, ruhsal hayatlarında derinlik ve yükseklik arayan birkaç seçkin insan için bir ahlâk kitabı sayılabilir. Birinci eser ise herkes içindir. Bunda daha çok gerçeği savunur. Gerçeği, birçok insanın aradığını, fakat pek az insanın bulabildiğini, ona çoğu zaman hücum edildiğini, fakat gerçeğin savunulmaya ihtiyacı olmadığını ve ona ne kadar saldırılırsa onun o denli çok ürediğini anlatır; ve anlatmak ister ki, âleme dair getirdiği yeni düşünceler, er geç ufku genişletecek ve karakterleri asil bir duruma getireceklerdir. Kendi iç âlemimizi yenilersek dış âlem de yenileşmiş olur. Duyulan bütün hazlar bu yenileşmenin ürünüdür. Aksi halde hiç bir haz alınamaz. Her haz duygusunun temelinde elem vardır. Elemsiz de haz olamaz. Pişmanlığı zıtların bu çekimi yaratır ve insanda, içinde bulunduğu durumdan daha üstün bir hayat derecesine yükselme arzusunu doğurur. Bu eserindeki ahlâkın esası, ‘gerçek’ ve 'pişmanlık’tır. Eser, ilkçağ Tanrılarını sembol olarak kullanır; insanların geçirdiği devirlerin evrimini hayvanlıktan Tanrısal töze doğru yaklaşan çabamızda toplar. Hayvansal halde, ne erdem, ne rezillik (vice) vardır. Zira erdemi, rezilliğin yokluğuyle karıştırmamalıdır. Yenmek için bir direnme bulunan yerde kendine hâkim olmak vardır. İffet, apatiklerle (apathiqe) soğuk tabiatlılarda bir erdem değildir. Bunun içindir ki, iffet, Kuzey Avrupa’da bir erdem sayılmaz. Yüksek yaratılışlı bir insan için işsizlik, büyük bir sıkıntıdır. Bu nedenle çalışmayla dinlenme birbirini izlemelidir.
Kahramanca Delilikler’inde varlığın büyük zıtlıklardan yapıldığını, bunun duyguların gelişmesini ölçmeye yaradığını anlatır. Ahmak, bulunduğu durumdan memnun olur; ne geçmekte olanı ve bulunulan durumun zıttım düşünür... Bu nedenden, onun sevinci tasasız, korkusuz ve pişmanlıksızdır. Bilgisizlik, duyumlu mutluluğun (félicité sensuelle) ve hayvansal cennetin annesidir. Bilgisini artıran elemini artırır. Bilgi arttıkça olabilirliklerin nicelikleri pek fazla artmış olur ve insan çok yüksek bir amaca bağlanır ki, ulaşılması gittikçe güçleşir. Kahramanca Delilik, yüksek bir amacı kovalamaktan vazgeçilmediği zaman başlar. Zira bu kovalamada, ıstırap ve tehlike vardır. Işığa koşan pervane böceği, ölüme gittiğinin farkında olamaz. Kahraman insan ise, bunu bilir, fakat ölüm, ışını aramaya engel olmaz. Zira, bu adam bilir ki, elem ve tehlike, ancak dar ve duyumlu gözlemler için kötülüktür, fakat ebedîlik için asla... Bütün yüksek özlemlere (aspiration), elemin arkadaşlık etmesi zorunludur. Zira, amaca doğru ilerlendikçe, amaç yükselir. Seyahate başlamak için tasasızca gemiye binilir, fakat sonra kendimizi uzakta ruh ve düşünceyi karmakarışık eden sonsuz denizde buluruz. Ereğe ulaşıldıkça, mutlak kanmanın olamayacağını fark etmeksizin, fazla görülür, içtepi konusunun sonsuzluğu keşfedilir ve sonlu doğada çatışmalar (conflit) ve şaşkınlıklar başlar. Fakat elem yaratmış olsa bile, bu kadar asil bir ateşte yanmış olmaktan ruh, kendini kanmış hisseder. Bu ahengin kaybolmasına rağmen, ülkü koşusuna devam etmeye zorlayan, kişisel korunmanın en yüksek biçimidir. İradeyi zincirleyen, her derecesinde bir aşktır; fakat bu aşk, bireyin sonlu varlığını aşan bir konu da olabilir. Görülüyor ki, Bruno’nun ahlâkı, mutluluk ve refahta arayan görüşlere ve ortaçağın ahlâk anlayışlarına tamamıyle aykırıdır. Onun ülküsü, sonsuz özlemler okyanusu üzerinde savaşmak ve yıkılmaktan ibarettir. Bruno, inandığı gibi yaşadığı ve bir pervane gibi, ulaşmaya çalıştığı ışığın ateşinde ölmek mutluluğunu tattı.
Bruno’nun felsefesinde açık ve ozanca bir panteizm görülür. İskenderiye’nin Yeni Eflatunculuğunu da andırır. İskenderiye ülkücülüğü asıl Eflatunculukla karışarak kendisine kadar gelmiştir. O, bunları, doğrudan doğruya değilse de, uzun bir geleneğin serpintilerinden ve İtalya Eflatunculuğundan yararlanmak suretiyle elde etmiş olabilir. Onun ruhunda panteizm, derin ve geniş bir bilginin gecikmiş bir meyvesi değildir; âdeta bu, onun içinde birdenbire parlamıştır. Bruno, kendisinden önce bilinmeyen doğa aşkını getirmiştir. Ebedî özlemlerin en yüce iyilik olduğuna dair olan inançlarıyle de Kant ve Lessing’den önce gelir. İngiltere’de yazmış olduğu eserlerle Shakespeare’e tesir ettiğini onaylayan ve inkâr edenler de vardır. Descartes’ın yöntemsel şüphe düşüncesini ondan aldığı ve apaçıklığın otorite yerine konulması, âlemin sonsuzluğu düşüncesini Bruno’ dan aldığı da iddia edilir. Spinoza, Tanrı ve içkin neden, yaratan doğa ile yaratılan doğa inancını, Leibnitz, monatlar ve iyimserlik teorisini, Hegel, küçüklükler ve büyüklükler teorisini onun yöntemsiz, fakat büyük dehasının ışıklarına borçludurlar. Schelling de Bruno’dan esinlendiğini itiraf eder. Bonnet ve Diderot’da da ondan izler vardır. Onu Spinoza’dan ayıran nokta, kendisinin Tanrı’yı bir maksada göre hareket eden bir güç, bir amaçlı neden gibi kabul etmesidir: Leibnitz’den ayrıldığı nokta da, âlemin tözüyle Tanrı’yı özdeş saymasıdır.
Eserleri: Délia Causa, Principio ed Uno (Venedik, 1584); Dell’infinito Universo e dei Mondi (Venedik, 1584); De Triplici Minimo et Mensura (Francfurt, 1591); De Monade Numéro et Figura (Francfurt, 1591); De Immenso et Innumerabilibuss. de Universo et Mundis (Francfurt, 1591); Spaccio Délia Bestia Trionfante (Paris, 1584). Bu eser, üç diyalogdur ki, rezilliklerin, göklerden kovduğu erdemleri sahneye çıkarır ve Katolik kilisesi mertebelerine taş atar. La Cena Della Ceneri (1584, Venedik ve Paris, 1885); Articuli Centum et Sexaginata Contre Matkematicos et Philosophos; Specibrum Scrutinio et Lampade Combinatoria R. Lullii. (Pragua) ve daha birçok kitapçıkları da vardır. Bunların tam listesi Chr. Bartholmès’in Jordano Bruno (Paris, 18461847, 2 cilt) adlı eserinde bulunur. Bütün eserleri, birçok defalar basılmıştır: Wagner, Öpere (2 cilt, Leibzig, 1830); /. B. Scriptaquoe Latine Conferit Omnia (A. F. Gefrorer baskısı, Stuttgart, Londra, Paris, 1834; tam değil); Le Öpere Inedite di •G. Bruno (F. Tocco baskısı, Floransa, 1891); Fiorantino da Latince olanlarım 3 cilt olarak Napoli’de bastırmıştır (1880-1891).
B k z. Domenico Bir ti, Vita d i Giordano Bruno (Floransa, 1868; Torino, 1889); ve Documenti İntorno a Giordano Bruno (Floransa, 1880); Brunnhofer, G. Brunos Veltanschaung ung Verhaengnijı (Leipzig, 1883); Plumptree, life and Works of. G. Bruno (Londra, 1884, 2 cilt); Debs., Bruno Notant Vita et Pleata (Paris, 1840); E. Saisset, Revue det DeuxMondes. (15 Juin, 1847); T. Vacherot (cilr III); Tansnmtj Felsefe Tarihleri ve J. Roger (Harbonnel), L’Ethique de Giordano Bruno et le Deuxième Dialogue de Spacis (1919); G. Garin, Det Italiemche Humani'smus (1947); Greenberg, Sidney, The Infinité in Giordono Bruno (1950); Singer, D. W. Giordano Bruno, His Life and Thought (1950).
Sh:303-310
Kaynak: Cemil Sena, FİLOZOFLAR Ansiklopedisi 1. Cilt AD, Remzi Kitabevi, Mayıs,  1974, İstanbul

Hermetizm der ki: “İnsan nefsi bir evdir. Ona eğer tanrı yerleşmezse şeytan yerleşir.”
M.S. IV. yy sonlarında Ortodoks kilisesi, Gnostizm’in kökünü büyük ölçüde kazımıştı. Neo-Platonculuk bir süre daha sürmüş, Mısır’ın 630 yılında Müslümanlar tarafından fethedilmesinden önce, o da ortadan kalkmıştı. Bu iki akımın silinip gitmesine karşılık, bilginin simgesi olarak Hermes Trimegistos, hem Hristiyanlık hem de Müslümanlık içinde yaşamaya devam etti.
Rönesans dönemine ait ve içine Astroloji’yi de alan konulardan birisi de Hermetizm’dir. Bu sözcük Hıristiyanlık öncesi dönemde yer alan inançları içine almaktadır. Astroloji’de sık sık geçen “yukarıda ne varsa, aşağıda da o vardır” ilkesi yine Hermetizm’den gelmektedir. Çok özet bir anlatımla, Hermetizm insanoğlunun evrenle olan birliğini, onun bir parçası olduğu düşüncesine dayanmaktadır.
Hristiyan Kilisesi, bir taraftan eski pagan tanrıların yeni inanç döneminde yaşamasına izin veriyor, diğer taraftan bunların önemini azaltabilmek ve evcilleştirebilmek içini eski tanrıları birer bilgeye dönüştürüyordu.
Örneğin, tanrıça “Neit-Athena”, “Azize Catherine”, “Horus- Perseus” ,”Aziz George” ve “Anubis”, “Aziz Christopher” olarak Hiristiyanlığa katılıyorlardı. Ne var ki Thot-Hermes’in, Mısır bilgeliğinin simgesi Hermes Trimegistos” olarak Kilise dışı kalmış olması oldukça ilginçtir.
İslam’da Hermes Trimegistos, İdris Peygamber olarak insanlaştırılmıştır. İdris, Kur’an da dürüst bir peygamber olarak yer almaktadır. İslam’da da Hermes bir kültür kahramanı olarak ele alınmış ve tüm sanat ve bilimleri icat ettiğine inanılmıştır.
Rönesans’ın en belirgin özellikleri, insanın potansiyellerinin sonsuz olduğu inancı ve insanın her şeyin ölçüsü olduğu görüşüdür. İlginç olan Rönesans’ın bu düşünceleri Hermetik geleneklerden almış olmasıdır. XV. yy. başlarında, İtalyan sanat ve bilim adamları, canlandırmaya çalıştıkları eski bilgelikte Hermetik metinlerin ne denli ağırlıklı bir yeri olduğunu artık öğrenmişlerdi. Asklepius çoktandır biliniyor ve okunuyordu; Hermetik Metinler Arapçadan Latinceye çevriliyordu.
XV. yy. sonlarında ünlü düşünür ve gizemci Pico della Mirandola, neo-Platoncu düşünce ve Hermetik gelenekler ile Kabalayı birleştirdi. Önceden beri ilişkili olan Yahudi Gelenekleri ile Mısır Geleneklerinin yeniden birleştirilmesi çabasını aynı yüzyılda Campanella da sürdürdü. Hıristiyanlığın katı kurallarla dolu evrenini aşmakta yaratıcı Rönesans düşünürleri için Mısır ve Hermetizm’den başka alternatif yoktu.  Yalnızca 1471 ile 1641 yılları arasında Ficino’nun Hermetika çevirileri yirmi beş, Patritius’un çevirileri altı basım yaptı. Asklepius tam kırk kez yayınlandı. Stapulansis’in Asklepius yorumları on bir basıma ulaştı. 1400 ile 1700 yılları arasında Batılı gezginler tarafından Mısır’ı anlatan ikiyüzelli kitap yayınlandı.
Yine aynı yüzyılda Hermesçiliğe ve Mısır’a beslenen ilgi kuşkusuz Rönesans kültürünün en saygı duyulması gereken yönüydü. Hermesçiliğin o dönemde verdiği en büyük ürün, bilimin ve araştırma özgürlüğünün öncüsü Giordano Bruno kişiliğinde ortaya çıktı. Bruno, kendinden öncekilerden ve çağdaşlarının tümünden daha ileri gitmiş olması bakımından olağanüstüdür. Tüm çabalarına karşın Bruno’dan önceki Hermesçiler, Hıristiyanlık tarafından çizilen sınırlar içinde kalarak, Mısır düşüncesini İncil’de yer alan bilgilerden daha yukarı taşıyamamışlardır. Oysa Bruno, Mısır bilgeliğine ulaşabilmek uğruna, yalnızca Hıristiyanlığın değil, Yahudiliğin bile ötesine geçmeye cesaret etmiş, üstelik bu çabanın hem entellektüel, hem de siyasal açıdan gerekliliğini vurgulamıştır. Bruno, Hermesçiliği katıksız Mısırlılığa döndürmeye çabalamıştır, onun için Hermesçi Mısır inançları aslında gerçek dinin ta kendisidir. Hıristiyanlığın sınırlarını aşan Bruno, engizisyon tarafından yakılarak öldürülmüştür.
Mısır tutkusu yalnızca Katolik ülkeler ile sınırlı değildi. Protestanlar da Mısır ve Hermesçilik ile ilgilendiler. XVII. yy. da Almanya, Fransa ve İngiltere’de ortaya çıkan “Gülhaççılar” bir tür “Gerçek Din” kavramını geliştirirken Hermesçiliği temel aldılar. Gülhaççılar, toplumun gerçek bilgeliğe ulaşmış seçkin bir aydınlar grubu tarafından yönetilmesi gerekliliğini savunuyorlardı. Böylece Mısır rahiplerinden Pyhtagorasçı kardeşlik topluluklarına, oradan da Platon Akademisine uzanan ezoterik zinciri izlemiş oluyorlardı.  XVII. yy. da Aydınlanma akımının önemli kişilerini bünyesinde barındıran Masonların ilgi odağı da Mısır oldu. Masonluğun tarihi, özellikle XVII: yy. da yeniden örgütlenme öncesi dönem oldukça karanlıktadır. Masonluk başlangıçta, Ortaçağ Avrupa’sında katedraller ve diğer önemli yapılarda çalışan duvarcıların oluşturduğu kapalı örgütlerdi. Reform ve Din Savaşlarından sonra İngiliz Adalarında yaşamayı sürdüren örgüt, “soylu ve burjuva” üyelerin girişiyle farklı bir niteliğe kavuştu ve “Spekülatif Masonluk” oluştu. Ne var ki, Masonlar XVII yy. öncesindeki bu yeni örgütlenmeden önce de Mısır’a ilgi duyuyorlardı. Örneğin, birçok eski el yazmasında Masonluğu Euclide’in Mısır’da kurduğu kayıtlıdır. Masonlar için, mimarlıkla eşdeğer olarak görülen ve büyük önem taşıyan geometri bilimi, Nil’in taşmasıyla sınır işaretleri kaybolduktan sonra tarlaları ölçmek için Mısırlılar tarafından icad edilmişti.  Rönesans dönemi Hermesçileri ile Gülhaççılar artasında nasıl bir bağlantı varsa, benzer bir bağlantı da Gülhaççılar ile Masonlar arasında da bulunuyordu. Bunun kanıtı olarak, bir Gülhaççı olan Elias Ashmole’un aynı zamanda Mason olduğunun bilinmesidir. Ayrıca,  Gülhaççılar ile Masonlar arasında bazı Hermetik ilke ve düşünce benzerlikleri de vardı. Her iki örgüt de, evreni simgelemek için Süleyman tapınağı ve Piramitler gibi yapıların ölçü ve oranlarını kullanarak daha iyi, daha barışçı ve daha hoş görülü bir dünya yaratacak olan bir Aydınlanmışlar Grubu oluşturma arzusundaydılar.
Hermesçilik, XVII. yy. dan beri Gülhaççılığı, XVIII. yy.dan beri de Masonluğun Simgesel Ritüellerini etkilemeye devam etmektedir. XIX. yy. sonlarına doğru ortaya çıkan Martinizm, Teozofi (Theosophy), Gizlici Canlanma (the Occult Revival), Altın Şafak Hermetik Tarikatı (the Hermetic Order of Golden Dawn) gibi etkin ezoterik akımların arkasındaki itici güç yine Hermesçiliktir. Bu sayılan akımlar da XX. yy. da bir tür “Pagan Rönesansı” nın doğmasına yol açmışlardır. Ünlü psikolog C.G. JUNG’ un insan ruhunun derinliklerini inceleyen yapıtlarının da, içerdikleri simya simgeleri ve arketiplerle Hermetik özellikler taşıdıkları kabul edilmektedir.

Engizisyon’nu en güvendiği ajanlardan biri, Giovanni Mocenigo idi. Venedikli, çok köklü bir ailenin oğlu olan Mocenigo cizvitti ve tuzak kurarak idama gönderdiği kişi de çağının çok ötesinde bir filozof olan Giordano Bruno idi.
Bruno 1458’de Napoli yakınlarındaki Nola’da dünyaya gelmişti. Henüz 15 yaşındayken yerleşik kilise öğretilerine alternatif görüşler savunmaya başlamış ve çevresinde ilgi çekmişti. Bu nedenle ünlü Thomas Aquinas’ın da okuduğu “Benedict Okulu”ndan uzaklaştırılmış ve bir daha da okulların kapısından geçmemişti. Çeşitli ülkelere gitmiş, kralların ilgisine mazhar olmuş (ör. Fransa Kralı 3. Henry) ve (8. Henry’nin kızı) Kraliçe I. Elizabeth ile özel görüşmeler yapmıştı. Giordano Bruno, felsefeci ve bilim adamı olmanın ötesinde bir okultist (Gizli güçlere inanan kimse) ve teosolistti (Bir kimsenin ruhu ile Tanrı arasında doğrudan bağlantı kurulabileceğini ileri süren dini sistem).Kopernik’i, Avrupa’da tanıtan odur. Galile ondan etkilenmiş ama akıbetinden korktuğu için adını anamamıştı. Bruno, ünlü “Rölativite” (görelilik) kuramını felsefeye ve bilime sokan asi bir filozoftu.1582’de yazdığı “De la causa, principio et uno” adlı kitabı zamanına ve dönemine göre inamlamayacak kadar çağ ötesi bilgilerle doludur. Bu nedenle de Engizisyon’un dikkatini çekmiştir. Bruno bu kitabında, Aristo’yu kıyasıya eleştirmiş ve onun öğrettiklerinin yanlış olduğunu kanıtlamıştır. O dönemde Aristo’yu eleştirmek kilisenin koyduğu dogmaları eleştirmek ve yok saymakla eş anlamlıydı.
Bruno ülkeden ülkeye kaçmak zorunda kalmış ve gittiği her ülkede Katolik Kilisesi’nin hışmına uğramıştır. Bruno en son Almanya’ya sığınmış ve burada “konuşmaması” koşuluyla yaşamasına izin verilmiştir. Bazı gizli dostlarının maddi yardımıyla son derece mütevazı bir yaşam süren Bruno, 1591 yılının Mayıs ayında Venedik’in en güçlü ailesi ve özellikle de Fatih Sultan Mehmet’e karşı her savaşta en önde yer alarak ünlenmiş olan Mocenigo Hanedanı’ndan bir davet almıştır. Bu mektupta kendisinin ve görüşlerinin bu hanedanın güçlü kişileri tarafından çok beğenildiği ve bu nedenle de kendisine kitaplarını yazabilmesi için Mocenigo Hanedanı’na ait bir ev ve aylık tahsis edileceği belirtilmiştir. Çok sıkıntı içinde olan ve sağlığı bozulan Bruno, daveti kabul ederek Venedik’e gitmiş ve Mocenigo’nun evine yerleşmiştir. Kendisini güler yüzle karşılayan Giovanni Moce­nigo, Bruno’dan kendisine “Occult” bilgilerini aktarmasını istemiş ama Bruno bu bilgilerin inisiye edilmemiş kişilerle paylaşılmayacağını, isteniyorsa felsefe ve bilimle ilgili bilgiler verebileceğini söylemiştir. Bu gelişme üzerine cizvit Mocenigo, hakkında önceden hazırlanmış olan ihbar mektubunu imzalayarak Engizisyon Mahkemesi’ne vermiş ve Bruno’yu kendi adamlarına tutuklattırarak Roma’ya göndermiştir. Çıkarıldığı duruşmalarda kendi görüşlerini ısrarla savunan Bruno, kilise yetkililerinin suçlamalarını şiddetle reddetmişti. Katolik Engizisyonu’nun, Bruno’ya yönelttiği iki suçlamadan biri, gizli Calvinist olması; diğeri ise, çok ilginçtir ki “Türk Sultanı’ nın ajanı” olmaktı.Resmi tarihin yazdığı gibi Bruno, gerçekte dinsel ve bilimsel görüşlerinden dolayı değil, Mocenigo’nun ustaca kaleme aldığı ve “Casusluk” suçlaması yaptığı ihbara dayandırılarak “YABANCI VE KAFİR” bir gücün emrindeki “CASUS” olmaktan dolayı yakılarak öldürülmüştü. Engizisyon tutanaklarında Giordano Bruno’ nun “Felsefeci” değil “Ca­sus” olduğu yazılıdır.
Katolik Kilisesi bu açıklamaya 1990 yılında bile sahip çıkmıştı. Gerekçe olarak da Bruno’nun yakılırken kendisine uzatılan haça tükürmesi -bu nedenle Müslüman olduğu (!)ve İsa Mesih’in Tanrı olduğunu reddetmesi gösterilmiştir. Bruno, gerçekten de haça tapınmayı reddetmiş biriydi. Kilisenin hiçbir öğretisinin doğru olmadığını ve insanları aldattığını yazmış ve de söylemişti. Bruno, tarihte “Rölativite” kuramı kullanan ilk bilim adamıdır.
Bruno’nun idamından sonra kitapları yasaklanmış ve gizlice okuyanlar yakalandıklarında çok ağır cezalara çarptırılmışlardır. 18. yüzyılın sonlarına doğru İngiliz Deistleri, Bruno’yu okumuşlar ve onun “Rölativite” kuramını yaygınlaştırmışlardır. 20. yüzyılda bu kuramın teorisini yapmak ise önce Lorentz’e, ondan sonra da Einstein’e nasip olmuştu.
“Akademisiz Akademisyen”diye tanınan Bruno’yu ihbar eden ajan Mocenigo’ya ne oldu diye merak edenler için yazayım:
Engizis­yon tarafından ödüllendirildi. Mocenigo Hanedanı’ndan altı kişi Venedik “Dodge”u (Duçe kelimesi buradan gelir, Egemen Senyor demektir) idi. Bunların egemenliğine Fatih Sultan Mehmet son vermişti. Giovanni Mocenigo, Engizisyon’u arkasına alınca, bu destek sayesinde tüm İtalya’da yeniden papadan sonraki en güçlü beş kişiden biri oldu. Engizisyon için “Ajanlık” yapınca, Bruno idama gitti, Mocenigo da saltanat kurdu. Mocenigo Hanedanr günümüzde de Venedik’teki en etkili ailedir. Hala turizmcilik yapan Mocenigoların sarayı şimdi çok lüks bir oteldir ve ilginçtir ki otelde, Bruno’nun kaldığı oda “özel” statüdedir.Mocenigolar, günümüzde “Çok Ünlü ve Değerli Bruno’nun Odası” diye tanıttıkları bu odada onun ajan Giovanni Mocenigo tarafından önce casusluk suçuyla ihbar edilip sonra da tutuklanarak idama gönderildiğinden hiç söz etmemektedirler.
Ne ilginçtir ki onun hocası, cesur yürek, ilkeli bilim adamı Bruno’yu üstü örtülü birkaç cümleyle geçiştirirler. Gerçek bilim adamlarının hazin akıbetidir bu.
Bruno için ilk anma töreni, Roma’da, 1889 yılında yakılarak idam edildiği meydanda yapıldı. Törene tam 30 bin kişi katıldı ve Katolik Kilisesi lanetlendi. 17 Şubat 2000’de ise onun idam edildiği alan olan Campo di Fiori’de toplanan binlerce kişi, yakılışının 400. yıldönümünde Bruno’yu andı. Katolik Kilisesi ise “casusluk” suçlamasını öne sürerek bu toplantıyı kınadı. Giardano Bruno, hem çağdaşlarını hem de Isaac Newton’dan Einstein’a kadar tüm dâhileri etkilemiş olan yoksul ama dürüst bir bilim adamıydı; Vatikan bunun tam tersini söylüyor olsa bile.
Rahab, Jan d’Arc ve Bruno örneklerini rastlantısal olarak seçmedim. İlk üç örnekte de ortak bir payda vardır ve bu payda gerçekte tüm casusluk olaylarında izlenir. Bu ortak payda “menfaat=çıkar” temini meselesidir.
Rahab ömeğinde bu fahişe kadına, Yahudilerin casusları, kendi kralları adına “menfaat” önermişlerdir. Eğer onlara yardım ve yataklık ederse Rahab ve ailesine hiçbir zarar verilmeyecek, tam tersine Kral Joshua tarafından taltif edilecektir. Rahab, bu çıkar uğruna ülkesinin “güvenliğini” ve milletinin “egemenliğini” düşmanına satmış ve binlerce yurttaşının -kadın, çocuk, yaşlı acımaksızın kılıçtan geçirilmesini Kırmızı Kurdeleli penceresinden seyretmiştir.
Jeanne d’Arc olayında ise yurdunu yabancı bir devletin işgalinden kurtarmak isteyen genç bir kızla (mahkeme kayıtlarına göre Pucelle=Kızoğlankız) kendi vatanını, ulusunu yabancı bir krala peşkeş çeken ve satarak “menfaat” temin eden din adamları ve yargıçlar vardır. İki anlamda Jeanne d’Arc’ı yaktıran din adamları, Rahab gibi davranmışlar ve servet edinmişler ama Rahab’ın tam tersi olan Jeanne d’Arc (anti-Rahab) kilise düşmanı olarak yakılarak öldürülmüştür. Jeanne d’Arc, Fransa’nın “güvenliğini ve egemenliğini” savunmuş, din adamları ise kendi vatanlarını kişisel servet edinme uğruna, rüşvet karşılığında satmışlardır. Oysa bu kişiler, Fransa’da halkın en çok güvendiği kurum olan kilisenin başındaki din adamlarıydılar. Hiç kimse, onların, tahtı ve kiliseyi satabileceğine ihtimal vermiyordu. Ama onlar, kişisel çıkarlan uğruna, hiçbir dindar Katolik’in düşünemeyeceği gizli bir pazarlığı gerçekleştirdiler ve sattılar. En güvenilir, kurumların tepe yöneticileri olan bazı kişiler, örneğin CIA’nın ve KGB’nin en üst düzey yöneticileri, gizli pazarlıklarla ülkelerine ve yurttaşlarına ihanet edebilmişlerdir. Bunları adlarıyla ve eylemleriyle göreceğiz.
Bruno olayında da “çıkar” ön plandadır. Ancak bu kez insanları uyandırmaya, bilimi geliştirmeye ve insanları özgür düşündürebilmeye uğraşan genç bilim adamı, inançları uğruna mücadele ederken kendisine yardımcı olmayı vadeden sahte bir dostun ihanetine uğramış ve hayatını -kişisel güvenliğini ve egemenliğini yitirmiştir. Onu casuslukla suçlayarak ölüme gönderen muhbir kişi (mole) ise taltif edilerek yüceltilmiştir. Bruno günümüzde semantik bilimin kurucusu kabul edilmiştir.
Kaynak: Aytunç ALTINDAL,Türkiye’de Ve Dünyada Casuslar, 2008, İstanbul, s. 23-27

 “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”
Bu sözlerin sahibi, tarihte ‘düşünce özgürlüğünün ilk havarisi’ olarak kabul edilen, İtalyan filozof, rahip, şair Giordano Bruno’dur.
Giordano Bruno, cehalet, batıl inançlar ve dogmatizmin dört bir yanda dinsellik adı altında yaşadığı ortaçağda, evrenin sonsuzluğuna inanır. Ailesi peder olmasını istediği için onu bir manastıra gönderir ve kilise en büyük yargılayıcısına kendi elleri ile kapılarını açar. Kapılar açılır ama o kapıları bir bir yıkmak ister. Sorguladığı şeyin tam göbeğine düşmüştür. Bu yüzden sorgulamaları, bunalımları ve çıkarımları herkesten daha farklıdır.
“Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı.”
Babasıyla bir gezi sırasında uzaktan çıplak ve gri görünen Vezüv dağını görür. Babası ona, orada aynen oldukları yerdeki gibi zengin bir bitki örtüsü olduğunu anlatır. Giordano şeylerin uzaktan başka göründüğünü anlar ve duyulara güvenmemek gerektiğinin bilincine varır. Her şeyin şüpheli olduğunun farkına vardığı anda, içindeki düşünür doğar.
Rahip olmasına karşın en sert kelimelerle kiliseyi ve hatta dini eleştirmekten korkmayan Bruno, hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamaz, sürekli gezmek (gerçek anlamıyla kaçmak) zorunda kalır. Cenevre, Güney Fransa, Almanya, Zürih, Paris ve Londra’da devam eder yaşamına. Bu kaçışlar sırasında maddi sıkıntı da çeken Bruno, yoksulluğun hayatın en yalın hali olduğunu söyler. Ona göre yoksulluk hayatın en makyajsız en gerçek halidir.
1582 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde bir kürsü elde eder. Bir İtalyan aristokrat tarafından davet edildiği Venedik’te Galileo Galilei ile tanışır. Mocenigo adlı bir aristokratla çatışınca, onun tarafından Engizisyon’a teslim edilir. Ona, düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda kilise tarafından affedileceği söylenir. Ama o düşüncelerini inanarak savunmaya devam eder. Engizisyon mahkemesi, baskılar sonunda düşüncelerinden döneceğini umarak yargılama süresini uzun tutar ve yaklaşık 7 sene (2555 gün ve 2555 gece) gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermez ve ölüme mahkum edilir. Aslında kilise de hata yaptığının farkındadır ama itibarını zedelemek istemediği için ölüm kararını alır. Düşüncelerinin arkasında durduğu gibi ölüm kararının karşısında da dimdiktir Bruno; “Siz bu hükmü okurken korkuyorsunuz fakat ben dinlerken korkmuyorum” der.
17 Şubat 1600’de, Roma’nın ünlü meydanı Campo De Fiori’de, dili koparılarak, canlı canlı yakılmıştır.19’uncu yüzyılın sonlarında ise meydanın aynı yerine bir heykeli dikilmiştir. Günümüz cahilleri buna Giordano Bruno’nun iade-i itibarı diyorlar.
Erhan Gökgücü’nün yazıp yönettiği Giordano Bruno İrfan Şahinbaş sahnesinde sergilendi. Oyunda geçen bir diyalogu paylaşmak istiyorum; Manastırda kapıyı kitlemek yasaktır. Ama kitap okumak daha çok yasaktır. Bruno kilitli kapılar ardında gizli gizli kitap okumaktadır. En yakın arkadaşı onu yakalar ve günah işlediği için ona çok kızar. Bruno da çocukluk arkadaşına en masum şekilde açıklar; çocukken ağaca çıkardık. Ağaca çıkmak yasaktı. Senin amcan bizi yakalar ve kolumuzdan tuttuğu gibi eve götürürdü. Biz ne yapardık? Yasak olduğu için ilk fırsatta yine ağaca çıkmaya çalışırdık. Sonra düşmüştük. Sen bacağını kırmıştın. Oysa amcan yasaklamak yerine, ağaca nasıl çıkılacağını bize öğretse daha iyi olmaz mıydı? Böylece düşmezdik. Kitapları yasaklamak yerine okumama izin ver. Bilmediğimiz o kadar çok şey var ki… Ağaca çıkıp, özgür ve mutlu olduğumuz günleri hatırla, der arkadaşına ve ortak eder günahı(!)na.
Bruno işkence ile sorgulanırken, gücünün tükendiği bir an “Ağaca çıkmak istiyorum. Ağaca çıkmak istiyorum.” der. Papaz hiçbir şey anlamaz tabii ki… En beğendiğim diyaloglardan biriydi, bir çocuk özgürlüğünce ağaca çıkmak istemesi, bir insan olarak düşünce özgürlüğünü beklemesi…
Oyunu yazan ve yöneten Erhan Gökgücü’nun oyunla ilgili düşünceleri ise son söz mahiyetinde;
 ”Türkiye ve dünyada devamlı, adı değişik olsa bile baskı süreçleri var. Bu baskıya karşı direnenlerin tarihte adeta ilk simgesi olmuştur Giordano Bruno. Bu yüzden, severek, düşünce özgürlüğünü anlatmak için yazdım. Dünyada özgürlüğün bugün gerçek anlamda uygulanmadığını görüyoruz. Geçen yüzyıl, savaşların yüzyılı oldu. Milenyum ‘yeni bir umut’ diye lanse edildi ama yeni umudun hemen arkasından Orta Doğu’da, başka bölgelerde savaşlar yaşanıyor. Tek sorun da savaş değil zaten. Düşünce özgürlüğünü, insansal özgürlüğü, bireyin birey olma yolunda ilerlemesini kısıtlayan bir dolu faktör var. Onun için Bruno, ne yazık ki her dönemde dünyanın hemen hemen her kesiminde geçerli bir konu.”

Yönetmen: Giuliano Montaldo
Ülke: İtalya, Fransa
Tür: Biyografi , Dram
Vizyon Tarihi: 29 Kasım 1973 (İtalya)
Süre: 114 dakika
Dil: İtalyanca
Senaryo: Lucio De Caro , Giuliano Montaldo
Müzik: Ennio Morricone
Görüntü Yönetmeni: Vittorio Storaro
Yapımcılar: Leo Pescarolo , Carlo Ponti ,
Özet
İtalyan yapımı filmde, 17’nci yüzyılda Venedik’te kiliseye muhalif fikirleri yüzünden Engizisyon mahkemesinde yargılanan eski bir rahip ve bilim adamı olan Giordano Bruno’nun hayatı konu ediliyor.



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar