GİORDANO BRUNO
Özgür bir felsefe ve
bilim ve düşünce istiyorum.
Herhangi bir dini, sivil
ve ya da akademik otoriteden özgür olmak istiyorum.
Kilise, bir düşmandır.
Kilise imanın nasıl
kullanılacağı belirleyen bir güç aracıdır.
Kilisenin kendine
zarar vermeden yüzyıllardır kendi içerisinde süren bir hiyerarşisi yapısı
vardır. Almanya, İngiltere, İskandinavya, İsviçre, ve her yerde
sonsuz hizipleşmeler var. Kilise, meydan okuyan bu gücünü herhangi bir
biçimde bütünlüğü savunmak için mücadele ediyor.
Bir emrine karşı
olamazsın..
Günümüzdeki kilise
sadece bir koruma aracı olmuştur.
Tarih, kilisenin
tarihinin yaşıyor.
Kilise büyük talep gücü
ve çözünürlük ve hatta acımasızlık, yani, zulüm içinde yaşıyor.
Özgürlüğü isteyenler ve soranlar ise kilise tarafından paramparça
edilecektir.
[Giordano Bruno]
Napoli krallığına
bağlı Nola şehrinde doğdu (1548); ve 17 Şubat 1600’ de Roma’da Campo di Fiora
denilen meydanda yakılmak suretiyle öldürüldü. Kendisinin asil bir aileye
mensup olduğu, oldukça güçlü bir hazırlık öğrenimi de aldığı anlaşılmaktadır. Daha
on beş yaşındayken Dominiken tarikatına girmiştir. Fakat, kendi anlattığına
göre, giysisinin birinci düğmesini ilikledikten sonra diğerlerini doğru olarak
ilikleyememiştir. Yani, bu tarikatın düşünce ve hayatına ısınamamıştır. Asıl
adı Philipp Bruno olduğu halde, ona Giordano adını bu tarikat kovanında
vermişlerdi. Hücresinde ne kadar Hıristiyan velilerinin resimleri varsa,
hepsini atmış, yalnız bir haç bırakmıştı. Çevresinde bulunanlar, bu
hareketinden ötürü kendisinden şüpheye başladılar. Zaten o, yargılandığı zaman,
18 yaşından beri üçüzlemeden (trinité) şüphe ettiğini itiraf etmiştir.
Bruno, çapkın, bilgiye tutkulu, aşka ve şiire karşı derin yetenekleriyle
tanınmış özgür düşünceli bir adamdı; yazmış olduğu bir komedi, şehvetli bir
serüveni saygısız bir dille tasvir ettiği gibi; yetmiş kadar sonatını oluşturan
Eroici Furori adlı eserinde de Tanrılığa ve güzelliğe karşı olan aşkını
terennüm etmişti. Bruno, kendisinin bu taşkın yönsemelerini anlatmak için,
bir şiirinde: “Kalbimin ateşini, Kafkasya’nın karları bile söndüremez!”
diyordu. Nihayet hücresinden kaçtı. Onun yüz ve beden güzelliğinden başka,
vaizlik, şairlik, astronomi ve matematik bilgisi itibariyle de yüksek ve seçkin
bir durumu vardı. Önce, Genös yakınlarında Noli’ye gitti; orada küçük çocukları
okuttu; ve bazı genç asillere astronomi öğretti. Başlangıçta, Copernic’in
teorisini, bir deli saçması zannederken, onu anlayacak kadar matematik
öğrendikten sonra, daha ileriye gitmeye başladı. Zira Bruno, ilk ve ortaçağ
astronomilerini de öğrenmişti. O, bu dönemde “evren, sonsuzdur; mutlak bir
sınır yoktur; ve evrende kendi âlemimize benzeyen sayısız âlemler ve bunlardan
her birinin ayrı merkezleri var. Tanrı, bu sonsuz evrenin her tarafından içsel
bir ruh gibi her şeyi kuşatmıştır ve bunları hareket ettirmektedir” diye inanıyordu.
Onun bu düşüncelerini sonraları Telesio ve Nicola de Cusa’nın eserleri
değiştirdi. Bruno’nun ünü kadar da felâketini yaratan, artık son günlerini
yaşamakta olan skolastiğe karşı gösterdiği düşmanlık ve henüz otoritelerini
kaybetmemiş olan kilise inançlarına aykırı düşünceleridir. Bruno, beşerî
mutluluk içinde kurtarıcı saydığı bir teoriyi, kent kent gezerek, her
üniversitede durarak, ilgisizleri kazanarak tüm dünyaya yaymak isterken, başına
pek çok düşman yığdı. Kendisini felâkete sürükleyen tehlikeli bir faaliyete
koyuldu. Bayie, onun hakkında: “Bu kahraman, felsefe konularında serseri bir
şövalyelik yaptı!” diyerek, kendisiyle alay eder. Oysaki, Bruno, inandığı
düşünceler uğruna kahramanca öldü. Bunda gülünecek değil, ibret alınacak, saygı
duyulacak gerçekler saklıdır. Bruno, Genes’ten Milano’ya, Venedik ve Nişe
gitti; kiliseye aykırı olan düşünceleri yüzünden, nereye gittiyse kovuldu.
Gerçek için değilse bile, kazanabileceği tek özgürlük için tüm Avrupa’yı
dolaşmak istedi. Zaman zaman Cenevre’de gözüktü. Calvinciler, orada ağzını
açtırmadılar. Nihayet Lyon ve Toulouse’a gitti. Bu son kentte iki yıl başarıyla
ders verdi. Hayatının en sakin devresinden biri, burada geçti. Fakat o, her
gittiği kentin büyük rahip ve bilginleriyle tartışıyor, kendine yeni yeni
düşmanlar kazanıyordu. Bir iç savaşı yüzünden Toulouse’u terk etti. 1581’de
Paris’e geldi. Burada kral Henri 11. nin himayesi sayesinde halka ders vermeye
başladı. Kilisede Messe törenlerine gitmeyi kabul etseydi, üniversitede bir
kürsü de kazanacaktı. Bundan sonradır ki, İtalyanca ve Latince bir yığın eser
yazdı. Bunlarda düşünceleri bir sistem halinde toplanmamış, fakat dağınık bir
halde nelere inandığı açıkça görülebiliyordu. Hepsinde, Aristo’nun,
Ptolemee’nin astronomilerine hücum ediyor, hoşgörüyü ve özgürlüğü savunuyordu.
Paris Üniversitesi rektörüne: “Niçin, daima otoriteleri çağırmak, niçin?
Eflatun’la Aristo arasında karar vermeye mecbur olmak niçin? Gerçeğin en yüce
yargıcı, apaçıklıktır. Apaçıklık bizi terk ederse, duyular ve akıl seslerini
keselerse; düşünmeye ve şüphe etmeye çalışalım. Otorite dışımızda değil, kendi
içimizdedir. O, düşüncelerimizi idare ve ilham etmek için ruhumuzda parlayan
Tanrısal ışındır” diye yazmıştı. Paris’ te yayımladığı eserler, çarçabuk
bulunamaz bir duruma geldi. Onun düşünceleri, Saint Barthelemy katliamını
emredenler için uğursuzdu. Bruno, 1583’te İngiltere’ye gitmeye mecbur oldu.
Buradaki Protestanlardan daha çok himaye gördü; hatta kraliçe Elizabeth, saraya
kabul etti. Oxford Üniversitesinde birkaç ders vermesine ve tartışmasına izin
verildi. İngiltere’de kendisini Fransız sefiri olan bir zat, evine kabul
etmişti. Bruno, bü sefirle eşinin kültür ve konukseverliğinden saygıyla söz
eder. Diyaloglarının çoğunu burada yazdı. Fakat, sonraları biraz düşüncesini değiştirmiş
olmakla birlikte İngilizlerden hoşlanmadı. La Cena Della Cenere (Büyük Perhizin
İlk Şöleni) adlı eserinde İngilizlere dair duygularını yazarken, onların Barbar
olduklarını söyler: “Onlara yeni düşünceleri anlatmak, domuzların önüne inci
atmak demektir!” der. Oxford Üniversitesi şansölye yardımcısına yazdığı bir
mektup, bütün muhafazakârları aleyhine çevirdi. Bu mektupta: “Ben, saf ve
masum bilgeliğin filozofuyum; Avrupa’nın diğer üniversitelerinde meşhur olan
beni yalnız Barbarlarla kaba insanlar tanımazlar. Uyuyan ruhları uyandırmak,
bilgisizliğin azgınlığını gidermek amacım olduğu gibi, ikiyüzlülerden tiksinen
ciddî ve meşru zekâlar tarafından sevinç heyecanlarıyla kabul edilen bir
profesörüm!” demektedir. Bununla birlikte, Oxford Üniversitesi, kendisine
yer verdi. Bruno, orada kendi astronomi ve psikoloji teorilerini okuttu. Ruh
hayatının birliğini, evrenin sonsuzluğunu, arzın sayıları pek çok olan göksel
bir cisim olduğunu, bu cisimlerden hiç birinin, arzda dâhil olduğu halde,
merkez olmak hakkına sahip olmaksızın dönüp durduklarını anlattı. Bu
düşünceler, üniversite skolastiklerini kendisine düşman etti. Bruno, açık
tartışmalarda onları on beş kez susmaya mecbur ettiğini söyler. Nihayet oradan
da ayrılarak ve bir gün mutlaka muzaffer olacağına inandığı düşüncelerini
yaymak için, Paris sefiriyle Paris’e döndü. Katolik kilisesiyle münasebete
girişmek için boşuna uğraştı; ve yine apaçık bir tartışma açarak Aristo
felsefesine saldırdı ve yeni bir âlem görüşünü savundu. O, artık özgür
düşüncenin havarisi olmuştu. Burada yaptığı tartışma, Acrotismus adiyle önce
Paris’te (1586); sonra Wittenberg’e basıldı (1588). Bundan sonra Alman
üniversitelerini dolaşmaya başladı. Wittemberg’te bir süre dinlendi;
Almanya’nın Atinası olan bu reformanın beşiğinde Katoliklerle savaşmak üzere
Prag’a geçti. Marbourg Üniversitesi rektörüyle yaptığı şiddetli bir tartışma
dolayısıyle ders verme hakkını yitirdi. Fakat Wittemberg'te iki yıl ders verdi.
Oradan da ihtimal, siyasî nedenler yüzünden ayrılmaya mecbur oldu. Veda söylevinde,
Nicola de Cusa, Paralelse ve Copernic’in temsil ettiği Alman bilimini ve
kiliseyle savaşmış olan Luther’i övdü. Buradan sırayla Helstadt’da ve Mein
üzerindeki Frankfurt’a geçti. Burada bir yıl kaldı. Fakat Venedikli bir
asilzade olan G. Mocenigo, Bruno’nun ününü duyarak kendisinden ders almak için
Venedik’e davet etti. Bu davet, Bruno’yu bekleyen felâketin başlangıcı oldu.
Kendisini bir süre himaye eden bu adam, sonra bundan vazgeçerek, onu kaçmasın
diye evinde hapsetti; 1592’de tevkif edildi. Roma’nın büyük engizisyon yargıcı,
Bruno’yu istetti. Fakat Venedik, iki yıl kadar onu vermedi. Kalın zincirlerle
bağlanmış olduğu halde cezaevinde bekletti ve nihayet 1598’de Roma’ya teslim
edildi. İki yıl süren bir duruşma esnasında düşüncelerinden pişman olup tövbe
ederse, hayatının bağışlanacağı vaat edildiyse de Bruno, bu teklifi kahramanca
reddetti. Kendisini savunurken, ömrü boyunca yaymaya çalıştığı kişisel
düşüncelerini ve sistemini anlattı; bunun Hıristiyanlığa aykırı olmadığını
belirtmeye çalıştı. Papaya verilmek üzere bir ayrı savunma lâyihası yazmışsa
da, bunu kimse okumadı. Bruno, kiliseye bağlı değil, fakat Hristiyan'dı. Yani,
dinsiz değildi. Mahkeme, yedi sekiz nedenle kendisinin kâfirliğine ve “olabildiği
kadar acıyarak ve kanı dökülmeksizin” öldürülmesine karar verdi. Bu, diri
diri yakılmak cezasıydı. Bruno, zalim yargıçlarına: “Siz bu hükmü verirken
benden daha çok korkuyorsunuz!” diye bağırmıştı. Yani, onların kendi
savunduğu gerçekler karşısındaki korkularını yüzlerine vurmuştu.
Özgürlüğün ve gerçeğin bu yorulmak bilmez havarisi, vaktiyle
bir manzumesinde, kendisini, ışığa doğru giden bir kelebekle mukayese etmiş ve “mademki
ruh çabalarının son sınırına ulaşamıyor ve içindeki ısının gücüyle helâk olup
gidiyor, öyleyse onun için, bu kadar asil bir ateşte yanmak yetişir!"
demişti.
Bruno, kendisini yakacak
odunlar üzerinde son kez öpmesi için bir haç uzatan papazı itip, metanetle ve
hiç bir ses çıkarmadan alevler içinde kaybolduğu zaman, gerçekte bilgisizliğin
ve hoşgörmezliğin değil, ruhunun sönmek bilmeyen ateşiyle kavrulmuştu. Bu trajedi, XII. yüzyılın son dönemlerinde sona erdi.
Düşmanları, eserlerini yok etmeye çalıştılar. Uzun zaman onun talihinden şüphe
ettiler. Bayie, “Garip olan şudur ki, der 80 yıl zarfında Jakobenlerden
birinin, hezeyanlarından dolayı genel meydanlarda yakıldığı görülmedi”.
Bruno’nun Tanrıtanımazlıkla (Athéisme) mahkûm edildiği biliniyorsa da, onun
hakkında verilmiş olan kararın bir sureti bulunamamıştır. Yargıçlar, gerçeği,
düşünce özgürlüğünü, âlemin çokluğu ve arzın hareketini savunan düşünceleri
cezalandırmışlardı. Yoksa Bruno, evvelce de söylediğimiz gibi, son nefesine
kadar dinsel duygularını kaybetmemişti. Bruno’nun külleri havaya savruldu;
fakat yakıldığı meydana 1889’da İtalya hükümeti bir heykelini diktirerek eserlerini
yeniden ve lüks bir şekilde bastırdı. Domenico Berti tarafından, engizisyonun
Venedik’ teki, yargılama esnasında yaptığı sorgu metinleri toplanmış ve ilk kez
Bruno’nun Biyografisi adiyle Torino’da basılmıştır (1686). Bundan sonra
Roma’daki sorguların metinlerine dair parçalar, Roma’da yayımlanmıştır. Chr.
Sigwort’ta, Bruno’nun Alman üniversitelerinde bulunduğu zamanlara ait bilgileri
yayımlanmıştır (Tübinger Osterprogramm, 1880 ve Kleine Schriften I.). Onun
Cenevre’de bulunduğu zamanlardaki hayatına dair belgeleri de şu eserde
yayımlanmıştır: Giordano Bruno à Genève (1884).
Bruno’nun felsefesi, geniş bir hayal gücü, derin düşünceler
ve bir sanatçı aşk ve heyecanı içinde, bazen mistik ve bazen şairce sembollerle
ifade edilmiş olan eserlerinde dağılmış bir haldedir. O, her büyük düşüncenin
daha önceki düşünce ve deneylerin ürünü olduklarına inandığı için, ilkçağ
filozofları hakkında olduğu kadar da skolastik bilgileri ve hatta zamanına
kadar gelmiş olan az çok pozitif bilgileri öğrenmiş bulunuyordu; Bruno, bu
bilgilerin kendince yanlış yanlarıyle savaşırken, dehasının ilham ettiği
orijinal çağırışımlardan yararlanmıştır; manzum ve mensur eserlerinin her
satırında ateşli ruhunun atılgan bir sevinçle parladığı görülür. Latince
yazdığı Sonsuz Genişlik ve Sayısız Âlemler başlıklı didaktik ve manzum eserinde
Copemic’in onuruna bir kaside yazmış; fakat onu başladığı işin sonunu
getirmemiş olmakla ve düşüncelerinde gizli olan bütün sonuçlan çıkarmamakla
suçlandırmıştır. Bruno, burada bir yorumcuya gerek gösterir ki, o onuru da
kendisine verir. Bruno, âlemde bir tek kanun ve bir tek gücün egemen olduğunu,
âlemde hareket eden Tanrılıktan uzaklaşamayacağımızı ve Tanrılığı kendi
benliğimizin dışında aramaya mecbur olmadığımızı, âlemde mutlak bir sınırın,
hatta çeşitli âlem bölgelerini birbirinden ayıran sabit kürelerin bulunmadığını
anlatmak suretiyle, felsefesine, astronomiye dair bilgi, gözlem ve
eleştirileriyle başlamış olur. Onun bu konuda dayandığı iki esas vardır ki,
biri bilgi teorisine, diğeri din felsefesine ait görüşlerine bağlıdır. Bruno’ya
göre, âlem hakkındaki eski bilgilerimiz yanlıştır. (Yani, arzın merkez, sabit
küreler âlemin sınırı... vb,). Gözlemlerimiz, bu bilgilerin aksini vermektedir.
Biz yer değiştirdikçe ufuk da yer değiştirir. Duyuların algısı, âlemin mutlak
bir merkez ve sınırı olmadığını göstermekte ve hatta, her yerde bir merkezin
olabileceğini hissettirmektedir. Hayal gücü ve düşüncemiz de bizi bu gerçeğe
götürür. İçimizde ulaşılmış bir amaca hiç kanmamak gibi bir içgüdü vardır ki,
bizim doğayı aşma yönsememizin açık bir kanıtıdır. Hayal gücümüzün yarattığı
âleme tekâbül eden hiç bir gerçeklik yoktur. Bu da gösterir ki, bu âlemde ne
merkez, ne de sınır ve çerçeve vardır; bunların yerine öznel bir merkez veya
sınır da koyamayız. Esasen biz âlemi, bir bütün olarak da kavrayamayız.
Algıladığımız için her şey bağıntılıdır. Aşağı yukarı ve yer (lieu) yoktur.
Hareket, ancak sabit bir noktaya göre tasarlanabilir. Oysaki böyle bir nokta
mevcut değildir. Hareketsiz sandığımız yer, hareket etmektedir; ve bu nokta,
arzda veya güneşte alındığına göre de hareket denilen olay değişir. Bu bakımdan
zaman da bağıntılıdır. Her yıldızın ayrı bir zamanı vardır. Ağırlık ve
hafiflikte bağıntılıdır. Aristo’ya göre: Ağırlık; maddenin, âlemin merkezini
aramasıdır. Dünya ise, her şeyden ağır olduğu için âlemin merkezinde bulunur.
Bruno ise, oysaki, diyor; bir cismin düşmesi, en iyi yerleşebileceği bir ocağı
aramasından ibarettir. Her cismin molekülü, birbiriyle olan orana nispetle
ağırdır. Özet olarak, ağırlık, hafiflik, zaman ve uzay... hep ancak belli bir
göksel cisim veya sistem için anlamlıdır. Yoksa evrenin bütünü için asla...
Bunları az çok Copernic de söylemiştir. Fakat Bruno, bütün bunlara, tikeller,
kendilerini korumak yönsemeleri sayesinde kendi tümellerini ararlar,
düşüncesini getirdi ve doğanın her yerde kendi kendine esaslı bir surette eşit
olduğunu ve her yerde aynı gücün hareket ettiğini, ancak algılarımızın bir
sınırı olduğunu, kişisel gözlem ve düşünceleriyle ispata çalıştı.
Din felsefesi bakımından Bruno, âlemdeki bütün görünüşleri,
Tanrılığın sonsuzluğu niteliğine bağlar. Sonsuz nedenler, sonsuz sonuçlar
doğurur. Evren, Tanrısal varlığın gelişmiş bir biçimidir. Öyleyse, kendisi de
sonsuzdur. Mademki Tanrı bir iyilik ilkesidir; öyleyse o, verilmesi gereken her
şeyi vermiştir. Sonsuz yetkinliğin sonsuz varlıklar ve âlemler şeklinde
belirmesi gerekir. Tanrılığa, gerçeklik olamayacak herhangi bir fakülte veya
olabilirlik (possibilité) isnat edilemez. Olabilirlik ve gerçeklik, ancak sonlu
varlıklar için düşünülebilir. Tanrı için asla. Aksi halde, biri olabilen ve
diğeri olmuş, yani aktif iki Tanrı kabul etmemiz gerekir ki bunlar, birbiriyle
uzlaştırılamazlar. Tanrısal birlik için böyle bir inanç, küfür olur. (Jacobe
Boehm ‘şer ilkesi’yle uğraştığı için bu ikilik yanılmasına düşmüştü).
Bruno’nun savunduğu bu düşüncelere az çok benzeyen bazı
düşünceler daha önce Ferrareli Pietro Manzoli’nin, Polingenius adı altında
bastırdığı didaktik (öğretsel) bir manzum eserde de vardır: Zodiacus Vitae
(1552). Fakat bu, Bruno’nun onurunu küçültmez. Eskiler, âlemi, ruhlar için
kapalı bir cezaevi haline getirmişken, Bruno, bu âlemin kapılarını açmış ve
ruhların serbestçe uçmasına engel olacak bir şey bırakmamıştı.
Felice Tocco, Bruno’nun Latince ve İtalyanca eserlerinin
mukayeseli bir çözümlemesinden sonra, onun felsefe anlayışında üç evre (phase)
ayırmıştı:
1. Âlemde ve
insanın bilgisinde Tanrılığa bir akış görmek suretiyle Yeni Eflatunculuğa
yaklaşır ki bu evre, De Umbris Idearum (Düşünce Gölgeleri) adlı eserinde
görülür.
2. Tanrılığı
bütün olayların değişmeleri altında, çatışkılar (antionomies) birliği halinde
mevcut olan sonsuz bir öz gibi görür; bu düşünceleri daha çok Londra’da çıkan
diyaloglarında görülür.
3. Olayların
esasında sonsuz atom ve monatlar görür; fakat, bu yüzden her beliren bir özün
varlığı düşüncesini terk etmez. Frankfurt’ ta çıkan didaktik şiirlerinde ve
daha çok De Minimo’sunda, bu düşüncelerine rastlanır. Bruno’nun felsefesindeki
bu evrelere Höffding itiraz eder: Bruno, felsefesine bir Eflatuncu gibi başlar.
Onda Tanrısal öz birdir. Bilgimizin konusu, karışık birçokluklar âlemi olan
duyulur (sensible) âlemdeki her şeyde kendini gösteren bilgeliğe kadar
yükselmektedir. Bununla birlikte, ruhumuzun yakalayabildiği en yüce bilgi,
Tanrısal düşüncelerin bir bölgesinden başka bir şey değildir. Yalnız Bruno’yu
Eflatun’dan ayıran nokta, bunun Idealar’ı genel kavram, tikel olayların ortak
temeli ve nihayet tümel olarak anlamasıdır. Bruno ise bunları, olayların gerçek
bağlantılarını (conjoint) ifade eden kavramlar saymış ve parçaların biçimsiz
türlülükleri yerine, sağlamca yerleşmiş ; şekillenmiş bir bütün elde etmemize
yarar, diye kabul etmiştir. Bu nedenle, Bruno’ya göre bir eli, yalnız başına
olmaktan çok, kolla münasebeti olduğu sürece daha iyi anlayabiliriz. Şu halde bilginin
ideal amacı olarak kabul edilen en yüce birlik, Bruno’ya göre, soyut bir
düşünce değil, belki gerçek bağın dieson) kanunlarla düzenlenmiş ilkeleridir
ki, tek tek olan olayların varlığına uygun gelir ve onları bize kavranılabilir
(intelligible) bir duruma getirir. Bruno, burada bugünkü felsefeye kadar uzayan
yeni bir düşünce ortaya çıkarmış oluyor. Eski felsefe, dikkatini düşünce biçime
doğru yönelttiği halde, Bruno’nun görüşüyle yeni felsefe dikkatini kanun
üzerine tespit etmiştir. Yeni felsefenin derinleştirmek ve açıklamak istediği
şey, varlığın kanuna göre sıralanmasıdır. Bruno’nun temel düşünceleri, Neden,
İlke ve Birlik adındaki diyalogunda görülür. Bunda, evreni iç güçlerle hareket
eden bir bütün sayar ve “evren, der, içinde her şeyin sıkı sıkıya bağlı
bulunduğu sonsuz bir ilkenin gelişmesinden ibarettir. Olayların ötesinde
‘nedenler’ ve her varlıkta da ‘ilkeler’ vardır. Bu ilkelerden bir kısmı, kendi
etkilerinin dışında gibi görünürler; ve başka bir doğada olabilirler. Diğer bir
kısmı da, eşyadan ayrılmazlar ve aynı özdendirler (essence). Gezimcilere
(péripatéticiens) göre, dört neden vardı; gerçekte ise, ‘yaptıran neden’le
(cause efficiente) ‘amaçlı neden’den (cause final) ibaret iki neden vardır,
birincisi hareketi yaratır; İkincisi hareketi yöneltir: Madde ve biçim, neden
değil, belki varlığın ilkeleridir. Fazla olarak, biçim, kendi kendine mevcut
değildir; ancak soyutlama suretiyle varolabilir. “Biçim, bir ilinekten
accident maddenin bir hal ve koşulundan başka bir şey değildir. Ö, ne öz, ne de
doğadır; fakat bunlardan bir şeydir”. Madde, Aristo’nun zannettiği gibi,
sadece olabilirlik değildir; Eflatuncuların istedikleri gibi, pasif bir ilke de
değildir. Daima edim halinde bulunan bir hareketli güçtür. Yani, özü içinde
bölünemez ve basit bir şekilde kaplanmıştır ki, ondan her şey, tıpkı, çocuğun
annesinden canlı bir bireylik olarak doğduğu gibi, türlü türlü olarak zuhur
eder. Bu iki neden de bir’e dönüşebilir: Zira, amaçlı neden, hareket ettiren
nedenden (cause motrice) ayrılmaz; çünkü amaçsız, yani yönsüz bir hareket
olamaz. Şu halde yalnız bir ilke, madde ve bir güçle hareket ettirenden başka
bir şey yoktur. Bunda stoacılarla birlikte, her şey maddeyle güçten meydana
gelmiştir, denilebilir. Maddeyle güç, öz’ün birliğine karışırlar. Nedenle ilke
kaynaşırlar; ve mademki her şey, aynı zamanda bu iki şeyden ibarettir; öyleyse
bir varlık da her şeye özdeştir (identique), her yerde hazır olan Tanrı’dan
başka bir şey yoktur. Yani, ‘yaratan doğadan’ (nature naturante) başka bir şey
yoktur. Asıl doğaya gelince, bu Tanrı’dan ayrıdır (distincte); fakat Tanrı’dan
hiç ayrılmaz; o, Tanrı’nın ‘biricik kızı’dır (unigenita). Şu halde Tanrı,
evrenden ayrı bir şeydir; fakat varlığın bu derecesinde düşünceyle kavranamaz,
dille ifade edilemez, her çeşit belirlemelerden (déterminations) üstündür. O,
kendisiyle münasebette bulunduğumuz zaman, bizim için: “Kendisinde her şeyin
varolduğu evrensel öz ve bütün tözlerin kökeni olan töz, bütün tikel doğaların
en derin temeli”dir. İşte evrenin gizli ilkesi veya daha çok duyuların bize
keşfettirdiği değil, aklımızın kavradığı evrenin kendisi budur. Duyular, sadece
saklı gücün basit belirtilerinden ibaret olan bireysel şeylerle sınırlanmıştır.
Oysaki akıl, Tanrı’yla özdeş olan bir esası kavrayabilir. Bu Tanrı, hem
evrenden seçik, hem de evrenle birleşmiştir. Tıpkı evreni içerden imal edip
geliştiren bir sanatçı ve evrene destek olan bir öz gibi hareketin içsel bir
ilkesidir. O, boş bir birlik değildir, fakat bir ruh veya beden olmadığı halde
bütün ruh ve bedenleri oluşturur. O, kendi basitliği içinde bir çeşit
üçüzlemeyi toplamıştır; yani o birlik, varlık ve yer (lieu), yani her şeyin
direncidir. Nihayet o, bir zihindir ki, ondan olan akıllar için yaratıkları
birer gölgeden başka bir şey değildirler. Evrensel hayatın ocağı, her şeyi
canlandıran ve bu nedenden de kendine, ruh denilen şeydir. Varolmuş olan her
şey, evren, yani büyük bütündür. Bizim gördüğümüz şeyler, bir tek özde tecelli
eden türlü görünüşlerden başka bir şey değildir. Bu nedenle Tanrılığı,
dışımızda değil, içimizde aramalıdır. Zira Tanrı, evrensel ruhtur. O, her şeyi
birleştirir ve düzene koyar. Evren, birer birer alınmış olan bölümlerinde bir
bütünlük değildir. Fakat evrensel ruh, bütün bu bölümlerin her birinde bir
bütünlük gibi hareket eder. Her şeyde bir hareket, bir canlı güç, bir iradeye
doğru yönseme hissolunur ki, bu yönseme, o şeylerin kişisel korunmalarını
sağlayan yollara götürür. Anlaşılıyor ki Bruno, eskilerin iç nedene
eklediklerini bir yana atarak, yalnız iç nedenin yeterliğine inanmış ve
eylemsizlik (atalet) kanununu hazırlamıştır. Bruno da Tanrı kayrasıyle
(providence), doğanın aktif gücü birbirinin aynıdır. De Immenso diyalogu, bu
özdeşliği, yani, doğanın mekanizmasıyle teleoloji birliğinin nasıl meydana
geldiğini gösterir. Bruno’ya göre evrensel ruh, doğup kaybolan bireysel
biçimlerin oluşturduğu sonsuz bir biçim olduğu gibi, aynı zamanda sonlu
ruhların değişmeleri altında değişmeden devam eden sonsuz ruhtur. Esasen eşyada
görülen bütün türlülükler ve değişmeler, gerçekte onların özünde değil, görünüşlerindedir.
Bu suretle, bilginin amacı olan en yüce birlik, ruh, biçim, madde ayrımı;
biçimle madde, aktifle pasiflik, gerçeklik ve olabilirlik... ortadan kalkmış
olurlar. Bruno’da, varlığın bütün çatışkıları, türlülükleri, sonsuz özde
herhangi bir değişme olabilirliğine uğramaksızın bir birlik ve ahenk teşkil
ederler. Bu bakımdan her şeyi kaplayan sonsuz öze oranla, saat, gün, yıl,
yüzyıl... da yoktur. Hatta karıncayla insan ve insanla yıldız arasında bir fark
yoktur. Bu birliği, bu sonsuz dolgunluğu aklımız kavrayamaz; biz ancak
karşıolumlarla (oppositions), ayrımları bir yana atmak suretiyle olumsuz
(negatif) bir düşünce elde edebiliriz. Mutlak birbirlik, gücümüzün dışındadır.
Bruno, bu olumsuz Tanrıbilimle Nicolas de Cusa’nın çırağı gibi görünür; hatta bilginin
bağıntılı oluşu düşüncesinde bile.
Şu halde, Tanrı’nın bir belirmesinden ibaret olan evren,
sonsuzdur; ne akıl, ne hayal gücü bu sonsuzluğu kavrayabilir; ve uzayın
sınırları belirtilemez; uzay, ya gerçek (réel) bir şeydir. Bu takdirde sona
eremeyeceği için, ruhun da sınırlarına hiç bir zaman ulaşılamaz; yahut da uzay,
saf bir yokluktur. Bu takdirde de varlık, yaratıcıdır ve yoklukla kavranmıştır,
demek gibi bir saçmalığa (absurdité) dönülmüş olacaktır. Uzay, yalnız
muhtevasının uzamı (etendue) itibariyle değil, aynı zamanda süreksiz nicelik,
yani sayı itibariyle de sonsuzdur. O, sonsuz bir sayı zincirinin birliğidir.
Zira, her sayılı sonsuzluk (infinité), sayısal (numérique) bir birlik haline
gelebilir. Bu, aynı zamanda bölünemez. Zira, sonsuz bir uzam, kapsadığı her
noktasıyle sonsuzdur. “Hem her şey ve hem de her yerde bulunan bir,
sonsuzluk, varlık her yerde de aynıdır. Sonsuz, genişlemedir; çünkü o, miktar
değildir ve bireyle birlikte düşümdeştir (coêncident); ve sonsuz bir çokluktur,
çünkü birlikte düşümdeş olduğundan, artık sayı değildir”. Aynı zamanda bu
sonsuzluğun diğer araçsız belgesi (preuve) de Tanrı’nın sonsuzluğuna ortak
olmasıdır. Her şeyin sonsuz olmaması, faaliyetin zihin, iradenin eylem gibi
olması Tanrı’dan mıdır? Tanrı için istemek, muktedir olmak ve yapmak birbiriyle
dayanışmış olan üç edim (acte) değil midir? Hayatı ölçülen, eseri sınırlı olan
ve bu eseri, ancak alaylı bir sonuç meydana getiren ve kusurlu bir nedenden
başka bir şey olmayan uzayın bir köşesine koymuş bulunan bir Tanrı,
anlaşılabilir mi? "Niçin sonsuz bir küreye sonsuz bir surette
yayılabilen bu Tanrılığın cimrice kendi içine çekilmesini, güzelliğin bereketli
ve dolu bir anne gibi ünsiyette bulunacak yerde, kısır kalmayı tercih etmesini
istiyorsunuz? Niçin sınırsız bir güç kaybolsun ve tüm âlemler, sahip
olabilecekleri varlıktan yoksun olsunlar? Niçin Tanrısal hayal, kendi varlık
biçimine, yani uçsuz bucaksız genişliğe uygun olarak sonsuz bir aynada
panldayamamak suretiyle bozulsun?”. Sınırlanmış bir uzamda tutabildiğimiz
şey, bütünün basit bir kısmı, özün geçici bir biçimi olan âlemdir ki, onu
algımız, ancak algıç (entendement) tarafından kavranabilen bütün ve bölünemez
evrenden ayırır. Hiç bir şey âlemle evren kadar birbirine aykırı değildir;
bunlardan biri hareketli, değişen, kusurlu ve yok olabilen olduğu halde; diğeri
sonsuzdur, değişmez ve “Merkezi her yerde ve hiç bir yerde”
bulunmayandır. Âlem, evrenin içinde değildir; fakat evren, âlemin içindedir ve
evren, âlemin nedeni gibidir. Beden, kendi damarlarından, kendini besleyen kanı
aldığı gibi, âlem de evrenden hayat alır. Bu hesapça, ikinci nedenlerin birer
görünüşten, varlıkların türlülükleri birer yanılsamadan (illuision) ve beşerî
kişilik de gururumuzun düşlerinden başka bir şey olmayacaklardır. Bruno’ya göre
‘birlik’ kendi kendine değişir; onun üç andan ibaret olan özel bir evrimi
vardır: Birinci anda, birlik, bütün varolanların ilkesini, yani ruhlar için
‘monat’, cisimler için ‘atom’ denilen ilkeleri oluşturur. Bu takdirde birlik,
‘monatların monadı’dır. Fakat bundan ötürü de onu, katışık (mürekkep)
zannetmemelidir. Zira, bu monatlar hep özdeştirler. Birbirinden seçik
değildirler; ne sayı ve ne de bölümle ilgilidirler. Monatlar ilk ve asıl
birlikte, uzay kısımlarının sonsuz uzayda olduğu gibi, bireylikten yoksundurlar.
Varlığın bu evresini (safha) ‘en küçük’ (minimum) teşkil eder. Fakat bu saf
(pure) gizlilikte (virtualité) kaynaklan itibariyle birbirinden seçik olmayan
bu noktaların görünmelerine, ayrılmalarına ve içinde hayalin uyuduğu karanlık
ve tek biçimli (uniforme) derinlikten ayrılmalarına yarayan bir gelişme gücü
vardır. Bu, uyanan ve hayatın etkisi altında türlü biçimlerle kaplanan varlık
gibidir. İşte bu, ancak faaliyette az çok fark edilen derece ve ilerleme
ayrımından, bir aynı özün az çok acele eden bir akışından başka bir şey olmayan
ayrımlar (différences) bölgesidir. Bu karşıolum ve zıtlık evresinin sonu,
evrenin kurulmasıdır; ve en büyük (maximum) denilen varlığın genişleyip
gelişmesidir. Bu iki son1 uçta (extrémité) almaşık (alternatif mütenavip) bir
hareket vardır ki, birinden diğerine gider ve İkinciyi birinciye götürür. Yani,
ilerleyen (progresso) ve gerileyen (regrosso) hareketler, bir ‘yükselen’ ve
‘inen’ dolaşım. Bruno, açıkça anlatmak istiyor ki, âlemin özü Tanrı’da içkindir
(immanent). O, ruh tözünü kapsayan bir birliktir ve ruh, cismi nasıl idare
ediyorsa, öyle idare etmektedir. Bir buğday tanesi, başaktan asıl çıkarsa,
evrensel tohum (gérme universelle) da kendisinden öyle çıkar. Her varlık, bize
Tanrı’yı başka biçimde gösteren monattır ve monat, canlıdır. Monadın hayatı,
genişleme (expansion) ve kendine dönme (retoure) suretinde belirir. Dışa doğru
genişlemeleri, cisim’e bedeni, içe doğru hareketi, yani kendi nefsine dönüşü,
düşünce ve ruhu oluşturur. Bu âlemde her şey merkez olan bir daire ve daire
olabilen bir merkezdir. “Doğum, merkez noktasının gelişmesi; hayat, kürenin
kendini koruması, ölüm ise, kürenin tekrar merkezinde sıkışmasıdır”. Hayat,
ölümün ve ölüm hayatın bir dönüşümünden (métamorphosé) ibarettir. Su halde
ölümden korkulacak bir şey yoktur. Zira, evrende cennet ve cehennem için yer
yoktur. Zaten Tanrı, iyiliğin kendisidir; ve evren kötü olamaz ve onu böyle
zannetmemiz gülünçtür. Çünkü o, uzayla sonsuzluğu kuşatmıştır; ve zamanların
ebedîliği içinde ilerlemelerine devam etmektedir. Biz ise, onun ancak küçücük
bir parçasını görürüz.
Bruno, Spaccio (Muzaffer Hayvanın Sürgün Edilmesi) adlı
eserinin başlangıcında, “iç ışın üzerine kurulmuş bir ahlâk felsefesi
oluşturmak niyetinde olduğunu söylerse de, sistemleşmiş bir ahlâk teorisi vermemiştir.
Yalnız kendi deyimiyle, bazı ‘ahlâk peşrevleri’ni (préludes) adı geçen eser
ile, De Gi’heroici Furori (Kahramanca Delilikler) başlıklı eserinde vermiştir.
Bunlardan birinci eser iyimser, İkincisi daha kötümserdir. Birincisi, beşerî
hayatı ve daha çok toplum hayatını toptan ele aldığı halde, İkincisi, bizi
bireyin içinde gelişen çekişme ve çelişmelere, ülkü uğrunda arkası kesilmeyen
elemlere götürür. Bunda Bruno, bütün bir toplum veya türünün değil, bireyin
yönsemelerini anlatır. Bu eser, ruhsal hayatlarında derinlik ve yükseklik
arayan birkaç seçkin insan için bir ahlâk kitabı sayılabilir. Birinci eser ise
herkes içindir. Bunda daha çok gerçeği savunur. Gerçeği, birçok insanın
aradığını, fakat pek az insanın bulabildiğini, ona çoğu zaman hücum edildiğini,
fakat gerçeğin savunulmaya ihtiyacı olmadığını ve ona ne kadar saldırılırsa
onun o denli çok ürediğini anlatır; ve anlatmak ister ki, âleme dair getirdiği
yeni düşünceler, er geç ufku genişletecek ve karakterleri asil bir duruma
getireceklerdir. Kendi iç âlemimizi yenilersek dış âlem de yenileşmiş olur.
Duyulan bütün hazlar bu yenileşmenin ürünüdür. Aksi halde hiç bir haz alınamaz.
Her haz duygusunun temelinde elem vardır. Elemsiz de haz olamaz. Pişmanlığı
zıtların bu çekimi yaratır ve insanda, içinde bulunduğu durumdan daha üstün bir
hayat derecesine yükselme arzusunu doğurur. Bu eserindeki ahlâkın esası,
‘gerçek’ ve 'pişmanlık’tır. Eser, ilkçağ Tanrılarını sembol olarak kullanır;
insanların geçirdiği devirlerin evrimini hayvanlıktan Tanrısal töze doğru
yaklaşan çabamızda toplar. Hayvansal halde, ne erdem, ne rezillik (vice)
vardır. Zira erdemi, rezilliğin yokluğuyle karıştırmamalıdır. Yenmek için bir
direnme bulunan yerde kendine hâkim olmak vardır. İffet, apatiklerle (apathiqe)
soğuk tabiatlılarda bir erdem değildir. Bunun içindir ki, iffet, Kuzey
Avrupa’da bir erdem sayılmaz. Yüksek yaratılışlı bir insan için işsizlik, büyük
bir sıkıntıdır. Bu nedenle çalışmayla dinlenme birbirini izlemelidir.
Kahramanca Delilikler’inde varlığın büyük zıtlıklardan
yapıldığını, bunun duyguların gelişmesini ölçmeye yaradığını anlatır. Ahmak,
bulunduğu durumdan memnun olur; ne geçmekte olanı ve bulunulan durumun zıttım
düşünür... Bu nedenden, onun sevinci tasasız, korkusuz ve pişmanlıksızdır.
Bilgisizlik, duyumlu mutluluğun (félicité sensuelle) ve hayvansal cennetin
annesidir. Bilgisini artıran elemini artırır. Bilgi arttıkça olabilirliklerin
nicelikleri pek fazla artmış olur ve insan çok yüksek bir amaca bağlanır ki,
ulaşılması gittikçe güçleşir. Kahramanca Delilik, yüksek bir amacı
kovalamaktan vazgeçilmediği zaman başlar. Zira bu kovalamada, ıstırap ve
tehlike vardır. Işığa koşan pervane böceği, ölüme gittiğinin farkında olamaz. Kahraman
insan ise, bunu bilir, fakat ölüm, ışını aramaya engel olmaz. Zira, bu adam bilir
ki, elem ve tehlike, ancak dar ve duyumlu gözlemler için kötülüktür, fakat
ebedîlik için asla... Bütün yüksek özlemlere (aspiration), elemin arkadaşlık
etmesi zorunludur. Zira, amaca doğru ilerlendikçe, amaç yükselir. Seyahate
başlamak için tasasızca gemiye binilir, fakat sonra kendimizi uzakta ruh ve
düşünceyi karmakarışık eden sonsuz denizde buluruz. Ereğe ulaşıldıkça, mutlak
kanmanın olamayacağını fark etmeksizin, fazla görülür, içtepi konusunun
sonsuzluğu keşfedilir ve sonlu doğada çatışmalar (conflit) ve şaşkınlıklar
başlar. Fakat elem yaratmış olsa bile, bu kadar asil bir ateşte yanmış olmaktan
ruh, kendini kanmış hisseder. Bu ahengin kaybolmasına rağmen, ülkü koşusuna
devam etmeye zorlayan, kişisel korunmanın en yüksek biçimidir. İradeyi zincirleyen,
her derecesinde bir aşktır; fakat bu aşk, bireyin sonlu varlığını aşan bir konu
da olabilir. Görülüyor ki, Bruno’nun ahlâkı, mutluluk ve refahta arayan
görüşlere ve ortaçağın ahlâk anlayışlarına tamamıyle aykırıdır. Onun ülküsü,
sonsuz özlemler okyanusu üzerinde savaşmak ve yıkılmaktan ibarettir. Bruno,
inandığı gibi yaşadığı ve bir pervane gibi, ulaşmaya çalıştığı ışığın ateşinde
ölmek mutluluğunu tattı.
Bruno’nun felsefesinde açık ve ozanca bir panteizm görülür.
İskenderiye’nin Yeni Eflatunculuğunu da andırır. İskenderiye ülkücülüğü asıl
Eflatunculukla karışarak kendisine kadar gelmiştir. O, bunları, doğrudan
doğruya değilse de, uzun bir geleneğin serpintilerinden ve İtalya
Eflatunculuğundan yararlanmak suretiyle elde etmiş olabilir. Onun ruhunda panteizm,
derin ve geniş bir bilginin gecikmiş bir meyvesi değildir; âdeta bu, onun
içinde birdenbire parlamıştır. Bruno, kendisinden önce bilinmeyen doğa aşkını
getirmiştir. Ebedî özlemlerin en yüce iyilik olduğuna dair olan inançlarıyle de
Kant ve Lessing’den önce gelir. İngiltere’de yazmış olduğu eserlerle
Shakespeare’e tesir ettiğini onaylayan ve inkâr edenler de vardır. Descartes’ın
yöntemsel şüphe düşüncesini ondan aldığı ve apaçıklığın otorite yerine
konulması, âlemin sonsuzluğu düşüncesini Bruno’ dan aldığı da iddia edilir.
Spinoza, Tanrı ve içkin neden, yaratan doğa ile yaratılan doğa inancını,
Leibnitz, monatlar ve iyimserlik teorisini, Hegel, küçüklükler ve büyüklükler
teorisini onun yöntemsiz, fakat büyük dehasının ışıklarına borçludurlar.
Schelling de Bruno’dan esinlendiğini itiraf eder. Bonnet ve Diderot’da da ondan
izler vardır. Onu Spinoza’dan ayıran nokta, kendisinin Tanrı’yı bir maksada
göre hareket eden bir güç, bir amaçlı neden gibi kabul etmesidir: Leibnitz’den
ayrıldığı nokta da, âlemin tözüyle Tanrı’yı özdeş saymasıdır.
Eserleri: Délia Causa, Principio ed Uno (Venedik, 1584);
Dell’infinito Universo e dei Mondi (Venedik, 1584); De Triplici Minimo et
Mensura (Francfurt, 1591); De Monade Numéro et Figura (Francfurt, 1591); De
Immenso et Innumerabilibuss. de Universo et Mundis (Francfurt, 1591); Spaccio
Délia Bestia Trionfante (Paris, 1584). Bu eser, üç diyalogdur ki,
rezilliklerin, göklerden kovduğu erdemleri sahneye çıkarır ve Katolik kilisesi
mertebelerine taş atar. La Cena Della Ceneri (1584, Venedik ve Paris,
1885); Articuli Centum et Sexaginata Contre Matkematicos et Philosophos;
Specibrum Scrutinio et Lampade Combinatoria R. Lullii. (Pragua) ve daha birçok
kitapçıkları da vardır. Bunların tam listesi Chr. Bartholmès’in Jordano Bruno
(Paris, 18461847, 2 cilt) adlı eserinde bulunur. Bütün eserleri, birçok defalar
basılmıştır: Wagner, Öpere (2 cilt, Leibzig, 1830); /. B. Scriptaquoe Latine
Conferit Omnia (A. F. Gefrorer baskısı, Stuttgart, Londra, Paris, 1834; tam
değil); Le Öpere Inedite di •G. Bruno (F. Tocco baskısı, Floransa, 1891);
Fiorantino da Latince olanlarım 3 cilt olarak Napoli’de bastırmıştır
(1880-1891).
B k z. Domenico Bir ti, Vita d i Giordano Bruno (Floransa,
1868; Torino, 1889); ve Documenti İntorno a Giordano Bruno (Floransa, 1880);
Brunnhofer, G. Brunos Veltanschaung ung Verhaengnijı (Leipzig, 1883);
Plumptree, life and Works of. G. Bruno (Londra, 1884, 2 cilt); Debs., Bruno
Notant Vita et Pleata (Paris, 1840); E. Saisset, Revue det DeuxMondes. (15
Juin, 1847); T. Vacherot (cilr III); Tansnmtj Felsefe Tarihleri ve J. Roger
(Harbonnel), L’Ethique de Giordano Bruno et le Deuxième Dialogue de Spacis
(1919); G. Garin, Det Italiemche Humani'smus (1947); Greenberg, Sidney, The
Infinité in Giordono Bruno (1950); Singer, D. W. Giordano Bruno, His Life and
Thought (1950).
Sh:303-310
Kaynak: Cemil Sena,
FİLOZOFLAR Ansiklopedisi 1. Cilt AD, Remzi Kitabevi, Mayıs, 1974, İstanbul
Hermetizm der ki: “İnsan nefsi bir evdir. Ona eğer tanrı yerleşmezse şeytan
yerleşir.”
M.S. IV. yy sonlarında Ortodoks kilisesi, Gnostizm’in kökünü büyük
ölçüde kazımıştı. Neo-Platonculuk bir süre daha sürmüş, Mısır’ın 630 yılında
Müslümanlar tarafından fethedilmesinden önce, o da ortadan kalkmıştı. Bu iki
akımın silinip gitmesine karşılık, bilginin simgesi olarak Hermes Trimegistos,
hem Hristiyanlık hem de Müslümanlık içinde yaşamaya devam etti.
Rönesans dönemine ait ve içine Astroloji’yi de alan konulardan birisi
de Hermetizm’dir. Bu sözcük Hıristiyanlık öncesi dönemde yer alan inançları
içine almaktadır. Astroloji’de sık sık geçen “yukarıda ne varsa, aşağıda da
o vardır” ilkesi yine Hermetizm’den gelmektedir. Çok özet bir
anlatımla, Hermetizm insanoğlunun evrenle olan birliğini, onun bir parçası
olduğu düşüncesine dayanmaktadır.
Hristiyan Kilisesi, bir taraftan eski pagan tanrıların yeni inanç
döneminde yaşamasına izin veriyor, diğer taraftan bunların önemini azaltabilmek
ve evcilleştirebilmek içini eski tanrıları birer bilgeye dönüştürüyordu.
Örneğin, tanrıça “Neit-Athena”, “Azize Catherine”, “Horus- Perseus”
,”Aziz George” ve “Anubis”, “Aziz Christopher” olarak Hiristiyanlığa
katılıyorlardı. Ne var ki Thot-Hermes’in, Mısır bilgeliğinin simgesi Hermes
Trimegistos” olarak Kilise dışı kalmış olması oldukça ilginçtir.
İslam’da Hermes Trimegistos, İdris Peygamber olarak
insanlaştırılmıştır. İdris, Kur’an da dürüst bir peygamber olarak yer
almaktadır. İslam’da da Hermes bir kültür kahramanı olarak ele alınmış ve tüm
sanat ve bilimleri icat ettiğine inanılmıştır.
Rönesans’ın en belirgin özellikleri, insanın potansiyellerinin sonsuz
olduğu inancı ve insanın her şeyin ölçüsü olduğu görüşüdür. İlginç olan
Rönesans’ın bu düşünceleri Hermetik geleneklerden almış olmasıdır. XV. yy.
başlarında, İtalyan sanat ve bilim adamları, canlandırmaya çalıştıkları eski
bilgelikte Hermetik metinlerin ne denli ağırlıklı bir yeri olduğunu artık
öğrenmişlerdi. Asklepius çoktandır biliniyor ve okunuyordu; Hermetik Metinler
Arapçadan Latinceye çevriliyordu.
XV. yy. sonlarında ünlü düşünür ve gizemci Pico della Mirandola,
neo-Platoncu düşünce ve Hermetik gelenekler ile Kabalayı birleştirdi. Önceden
beri ilişkili olan Yahudi Gelenekleri ile Mısır Geleneklerinin yeniden
birleştirilmesi çabasını aynı yüzyılda Campanella da sürdürdü. Hıristiyanlığın
katı kurallarla dolu evrenini aşmakta yaratıcı Rönesans düşünürleri için Mısır
ve Hermetizm’den başka alternatif yoktu. Yalnızca 1471 ile 1641 yılları
arasında Ficino’nun Hermetika çevirileri yirmi beş, Patritius’un çevirileri
altı basım yaptı. Asklepius tam kırk kez yayınlandı. Stapulansis’in Asklepius
yorumları on bir basıma ulaştı. 1400 ile 1700 yılları arasında Batılı gezginler
tarafından Mısır’ı anlatan ikiyüzelli kitap yayınlandı.
Yine aynı yüzyılda
Hermesçiliğe ve Mısır’a beslenen ilgi kuşkusuz Rönesans kültürünün en saygı
duyulması gereken yönüydü. Hermesçiliğin o dönemde verdiği en büyük ürün,
bilimin ve araştırma özgürlüğünün öncüsü Giordano Bruno kişiliğinde ortaya
çıktı. Bruno, kendinden öncekilerden ve çağdaşlarının tümünden daha ileri
gitmiş olması bakımından olağanüstüdür. Tüm çabalarına karşın Bruno’dan önceki
Hermesçiler, Hıristiyanlık tarafından çizilen sınırlar içinde kalarak, Mısır
düşüncesini İncil’de yer alan bilgilerden daha yukarı taşıyamamışlardır. Oysa
Bruno, Mısır bilgeliğine ulaşabilmek uğruna, yalnızca Hıristiyanlığın değil,
Yahudiliğin bile ötesine geçmeye cesaret etmiş, üstelik bu çabanın hem
entellektüel, hem de siyasal açıdan gerekliliğini vurgulamıştır. Bruno,
Hermesçiliği katıksız Mısırlılığa döndürmeye çabalamıştır, onun için Hermesçi
Mısır inançları aslında gerçek dinin ta kendisidir. Hıristiyanlığın sınırlarını
aşan Bruno, engizisyon tarafından yakılarak öldürülmüştür.
Mısır tutkusu yalnızca Katolik ülkeler ile sınırlı değildi.
Protestanlar da Mısır ve Hermesçilik ile ilgilendiler. XVII. yy. da Almanya,
Fransa ve İngiltere’de ortaya çıkan “Gülhaççılar” bir tür “Gerçek Din”
kavramını geliştirirken Hermesçiliği temel aldılar. Gülhaççılar, toplumun
gerçek bilgeliğe ulaşmış seçkin bir aydınlar grubu tarafından yönetilmesi
gerekliliğini savunuyorlardı. Böylece Mısır rahiplerinden Pyhtagorasçı
kardeşlik topluluklarına, oradan da Platon Akademisine uzanan ezoterik zinciri
izlemiş oluyorlardı. XVII. yy. da Aydınlanma akımının önemli kişilerini
bünyesinde barındıran Masonların ilgi odağı da Mısır oldu. Masonluğun tarihi,
özellikle XVII: yy. da yeniden örgütlenme öncesi dönem oldukça karanlıktadır.
Masonluk başlangıçta, Ortaçağ Avrupa’sında katedraller ve diğer önemli
yapılarda çalışan duvarcıların oluşturduğu kapalı örgütlerdi. Reform ve Din
Savaşlarından sonra İngiliz Adalarında yaşamayı sürdüren örgüt, “soylu ve
burjuva” üyelerin girişiyle farklı bir niteliğe kavuştu ve “Spekülatif
Masonluk” oluştu. Ne var ki, Masonlar XVII yy. öncesindeki bu yeni
örgütlenmeden önce de Mısır’a ilgi duyuyorlardı. Örneğin, birçok eski el
yazmasında Masonluğu Euclide’in Mısır’da kurduğu kayıtlıdır. Masonlar için,
mimarlıkla eşdeğer olarak görülen ve büyük önem taşıyan geometri bilimi, Nil’in
taşmasıyla sınır işaretleri kaybolduktan sonra tarlaları ölçmek için Mısırlılar
tarafından icad edilmişti. Rönesans dönemi Hermesçileri ile Gülhaççılar
artasında nasıl bir bağlantı varsa, benzer bir bağlantı da Gülhaççılar ile
Masonlar arasında da bulunuyordu. Bunun kanıtı olarak, bir Gülhaççı olan Elias
Ashmole’un aynı zamanda Mason olduğunun bilinmesidir. Ayrıca, Gülhaççılar
ile Masonlar arasında bazı Hermetik ilke ve düşünce benzerlikleri de vardı. Her
iki örgüt de, evreni simgelemek için Süleyman tapınağı ve Piramitler gibi
yapıların ölçü ve oranlarını kullanarak daha iyi, daha barışçı ve daha hoş
görülü bir dünya yaratacak olan bir Aydınlanmışlar Grubu oluşturma
arzusundaydılar.
Hermesçilik, XVII. yy. dan beri Gülhaççılığı, XVIII. yy.dan beri de
Masonluğun Simgesel Ritüellerini etkilemeye devam etmektedir. XIX. yy.
sonlarına doğru ortaya çıkan Martinizm, Teozofi (Theosophy), Gizlici Canlanma
(the Occult Revival), Altın Şafak Hermetik Tarikatı (the Hermetic Order of
Golden Dawn) gibi etkin ezoterik akımların arkasındaki itici güç yine
Hermesçiliktir. Bu sayılan akımlar da XX. yy. da bir tür “Pagan Rönesansı” nın
doğmasına yol açmışlardır. Ünlü psikolog C.G. JUNG’ un insan ruhunun
derinliklerini inceleyen yapıtlarının da, içerdikleri simya simgeleri ve
arketiplerle Hermetik özellikler taşıdıkları kabul edilmektedir.
Engizisyon’nu en
güvendiği ajanlardan biri, Giovanni Mocenigo idi. Venedikli, çok köklü bir ailenin oğlu olan Mocenigo cizvitti ve tuzak kurarak idama gönderdiği kişi de çağının çok
ötesinde bir filozof olan Giordano Bruno idi.
Bruno 1458’de Napoli
yakınlarındaki Nola’da dünyaya gelmişti. Henüz 15 yaşındayken yerleşik kilise
öğretilerine alternatif görüşler savunmaya başlamış ve çevresinde ilgi
çekmişti. Bu nedenle ünlü Thomas Aquinas’ın da okuduğu “Benedict Okulu”ndan
uzaklaştırılmış ve bir daha da okulların kapısından geçmemişti. Çeşitli
ülkelere gitmiş, kralların ilgisine mazhar olmuş (ör. Fransa Kralı 3. Henry) ve
(8. Henry’nin kızı) Kraliçe I. Elizabeth ile özel görüşmeler yapmıştı. Giordano
Bruno, felsefeci ve bilim adamı olmanın ötesinde bir okultist (Gizli
güçlere inanan kimse) ve teosolistti (Bir kimsenin ruhu ile Tanrı
arasında doğrudan bağlantı kurulabileceğini ileri süren dini sistem).Kopernik’i,
Avrupa’da tanıtan odur. Galile ondan etkilenmiş ama akıbetinden korktuğu için
adını anamamıştı. Bruno, ünlü “Rölativite” (görelilik) kuramını
felsefeye ve bilime sokan asi bir filozoftu.1582’de yazdığı “De la
causa, principio et uno” adlı kitabı zamanına ve dönemine göre
inamlamayacak kadar çağ ötesi bilgilerle doludur. Bu nedenle de Engizisyon’un
dikkatini çekmiştir. Bruno
bu kitabında, Aristo’yu kıyasıya eleştirmiş ve onun öğrettiklerinin yanlış
olduğunu kanıtlamıştır. O dönemde Aristo’yu eleştirmek kilisenin
koyduğu dogmaları eleştirmek ve yok saymakla eş anlamlıydı.
Bruno ülkeden ülkeye
kaçmak zorunda kalmış ve gittiği her ülkede Katolik Kilisesi’nin hışmına
uğramıştır. Bruno en son Almanya’ya sığınmış ve burada “konuşmaması” koşuluyla
yaşamasına izin verilmiştir. Bazı gizli dostlarının maddi yardımıyla son derece
mütevazı bir yaşam süren Bruno, 1591 yılının Mayıs ayında Venedik’in en
güçlü ailesi ve özellikle de Fatih Sultan Mehmet’e karşı her savaşta en önde
yer alarak ünlenmiş olan Mocenigo Hanedanı’ndan bir davet almıştır. Bu
mektupta kendisinin ve görüşlerinin bu hanedanın güçlü kişileri tarafından çok
beğenildiği ve bu nedenle de kendisine kitaplarını yazabilmesi için Mocenigo
Hanedanı’na ait bir ev ve aylık tahsis edileceği belirtilmiştir. Çok sıkıntı
içinde olan ve sağlığı bozulan Bruno, daveti kabul ederek Venedik’e gitmiş ve
Mocenigo’nun evine yerleşmiştir. Kendisini güler yüzle karşılayan
Giovanni Mocenigo, Bruno’dan kendisine “Occult” bilgilerini aktarmasını
istemiş ama Bruno bu bilgilerin inisiye edilmemiş kişilerle paylaşılmayacağını,
isteniyorsa felsefe ve bilimle ilgili bilgiler verebileceğini söylemiştir. Bu
gelişme üzerine cizvit Mocenigo, hakkında önceden hazırlanmış olan ihbar
mektubunu imzalayarak Engizisyon Mahkemesi’ne vermiş ve Bruno’yu kendi
adamlarına tutuklattırarak Roma’ya göndermiştir. Çıkarıldığı duruşmalarda kendi
görüşlerini ısrarla savunan Bruno, kilise yetkililerinin suçlamalarını şiddetle
reddetmişti. Katolik Engizisyonu’nun, Bruno’ya yönelttiği iki suçlamadan
biri, gizli Calvinist olması; diğeri ise, çok ilginçtir ki “Türk Sultanı’ nın
ajanı” olmaktı.Resmi
tarihin yazdığı gibi Bruno, gerçekte dinsel ve bilimsel görüşlerinden dolayı
değil, Mocenigo’nun ustaca kaleme aldığı ve “Casusluk” suçlaması yaptığı ihbara
dayandırılarak “YABANCI VE KAFİR” bir gücün emrindeki “CASUS” olmaktan
dolayı yakılarak öldürülmüştü. Engizisyon tutanaklarında Giordano Bruno’ nun “Felsefeci”
değil “Casus” olduğu yazılıdır.
Katolik Kilisesi bu
açıklamaya 1990 yılında bile sahip çıkmıştı. Gerekçe olarak da Bruno’nun
yakılırken kendisine uzatılan haça tükürmesi -bu nedenle Müslüman olduğu (!)ve
İsa Mesih’in Tanrı olduğunu reddetmesi gösterilmiştir. Bruno, gerçekten
de haça tapınmayı reddetmiş biriydi. Kilisenin hiçbir öğretisinin doğru
olmadığını ve insanları aldattığını yazmış ve de söylemişti. Bruno,
tarihte “Rölativite” kuramı kullanan ilk bilim adamıdır.
Bruno’nun idamından
sonra kitapları yasaklanmış ve gizlice okuyanlar yakalandıklarında çok ağır
cezalara çarptırılmışlardır. 18. yüzyılın sonlarına doğru İngiliz Deistleri,
Bruno’yu okumuşlar ve onun “Rölativite” kuramını yaygınlaştırmışlardır. 20.
yüzyılda bu kuramın teorisini yapmak ise önce Lorentz’e, ondan sonra da
Einstein’e nasip olmuştu.
“Akademisiz Akademisyen”diye tanınan Bruno’yu
ihbar eden ajan Mocenigo’ya ne oldu diye merak edenler için yazayım:
Engizisyon tarafından
ödüllendirildi. Mocenigo Hanedanı’ndan altı kişi Venedik “Dodge”u (Duçe
kelimesi buradan gelir, Egemen Senyor demektir) idi. Bunların
egemenliğine Fatih Sultan Mehmet son vermişti. Giovanni Mocenigo,
Engizisyon’u arkasına alınca, bu destek sayesinde tüm İtalya’da yeniden papadan
sonraki en güçlü beş kişiden biri oldu. Engizisyon için “Ajanlık”
yapınca, Bruno idama gitti, Mocenigo da saltanat kurdu. Mocenigo
Hanedanr günümüzde de Venedik’teki en etkili ailedir. Hala turizmcilik yapan
Mocenigoların sarayı şimdi çok lüks bir oteldir ve ilginçtir ki otelde,
Bruno’nun kaldığı oda “özel” statüdedir.Mocenigolar, günümüzde “Çok
Ünlü ve Değerli Bruno’nun Odası” diye tanıttıkları bu odada onun ajan
Giovanni Mocenigo tarafından önce casusluk suçuyla ihbar edilip sonra da
tutuklanarak idama gönderildiğinden hiç söz etmemektedirler.
Ne ilginçtir ki onun
hocası, cesur yürek, ilkeli bilim adamı Bruno’yu üstü örtülü birkaç cümleyle
geçiştirirler. Gerçek bilim adamlarının hazin akıbetidir bu.
Bruno için ilk anma
töreni, Roma’da, 1889 yılında yakılarak idam edildiği meydanda yapıldı. Törene tam 30 bin
kişi katıldı ve Katolik Kilisesi lanetlendi. 17 Şubat 2000’de ise onun idam
edildiği alan olan Campo di Fiori’de toplanan binlerce kişi, yakılışının 400.
yıldönümünde Bruno’yu andı. Katolik Kilisesi ise “casusluk” suçlamasını
öne sürerek bu toplantıyı kınadı. Giardano Bruno, hem çağdaşlarını hem de Isaac Newton’dan
Einstein’a kadar tüm dâhileri etkilemiş olan yoksul ama dürüst bir bilim
adamıydı; Vatikan bunun tam tersini söylüyor olsa bile.
Rahab, Jan d’Arc ve
Bruno örneklerini rastlantısal olarak seçmedim. İlk üç örnekte de
ortak bir payda vardır ve bu payda gerçekte tüm casusluk olaylarında izlenir.
Bu ortak payda “menfaat=çıkar” temini meselesidir.
Rahab ömeğinde bu fahişe
kadına, Yahudilerin casusları, kendi kralları adına “menfaat” önermişlerdir.
Eğer onlara yardım ve yataklık ederse Rahab ve ailesine hiçbir zarar
verilmeyecek, tam tersine Kral Joshua tarafından taltif edilecektir. Rahab, bu
çıkar uğruna ülkesinin “güvenliğini” ve milletinin “egemenliğini” düşmanına
satmış ve binlerce yurttaşının -kadın, çocuk, yaşlı acımaksızın kılıçtan
geçirilmesini Kırmızı Kurdeleli penceresinden seyretmiştir.
Jeanne d’Arc olayında
ise yurdunu yabancı bir devletin işgalinden kurtarmak isteyen genç bir kızla
(mahkeme kayıtlarına göre Pucelle=Kızoğlankız) kendi vatanını, ulusunu yabancı
bir krala peşkeş çeken ve satarak “menfaat” temin eden din adamları ve
yargıçlar vardır. İki anlamda Jeanne d’Arc’ı yaktıran din adamları, Rahab gibi
davranmışlar ve servet edinmişler ama Rahab’ın tam tersi olan Jeanne d’Arc
(anti-Rahab) kilise düşmanı olarak yakılarak öldürülmüştür. Jeanne d’Arc,
Fransa’nın “güvenliğini ve egemenliğini” savunmuş, din adamları ise kendi
vatanlarını kişisel servet edinme uğruna, rüşvet karşılığında satmışlardır.
Oysa bu kişiler, Fransa’da halkın en çok güvendiği kurum olan kilisenin
başındaki din adamlarıydılar. Hiç kimse, onların, tahtı ve kiliseyi satabileceğine ihtimal
vermiyordu. Ama onlar, kişisel çıkarlan uğruna, hiçbir dindar Katolik’in
düşünemeyeceği gizli bir pazarlığı gerçekleştirdiler ve sattılar. En güvenilir,
kurumların tepe yöneticileri olan bazı kişiler, örneğin CIA’nın ve KGB’nin en
üst düzey yöneticileri, gizli pazarlıklarla ülkelerine ve yurttaşlarına ihanet
edebilmişlerdir. Bunları adlarıyla ve eylemleriyle göreceğiz.
Bruno olayında da
“çıkar” ön plandadır. Ancak bu kez insanları uyandırmaya, bilimi geliştirmeye
ve insanları özgür düşündürebilmeye uğraşan genç bilim adamı, inançları uğruna
mücadele ederken kendisine yardımcı olmayı vadeden sahte bir dostun ihanetine
uğramış ve hayatını -kişisel güvenliğini ve egemenliğini yitirmiştir. Onu
casuslukla suçlayarak ölüme gönderen muhbir kişi (mole) ise taltif edilerek
yüceltilmiştir. Bruno günümüzde semantik bilimin kurucusu kabul edilmiştir.
Kaynak: Aytunç
ALTINDAL,Türkiye’de Ve Dünyada Casuslar, 2008, İstanbul, s. 23-27
“Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım,
ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki,
bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde
zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı
sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”
Bu sözlerin sahibi, tarihte ‘düşünce özgürlüğünün ilk
havarisi’ olarak kabul edilen, İtalyan filozof, rahip, şair
Giordano Bruno’dur.
Giordano Bruno, cehalet, batıl inançlar ve dogmatizmin dört bir yanda
dinsellik adı altında yaşadığı ortaçağda, evrenin sonsuzluğuna inanır. Ailesi
peder olmasını istediği için onu bir manastıra gönderir ve kilise en büyük
yargılayıcısına kendi elleri ile kapılarını açar. Kapılar açılır ama o kapıları
bir bir yıkmak ister. Sorguladığı şeyin tam göbeğine düşmüştür. Bu yüzden
sorgulamaları, bunalımları ve çıkarımları herkesten daha farklıdır.
“Tanrı, iradesini hâkim
kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise
kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı.”
Babasıyla bir gezi sırasında uzaktan çıplak ve gri görünen Vezüv dağını
görür. Babası ona, orada aynen oldukları yerdeki gibi zengin bir bitki örtüsü
olduğunu anlatır. Giordano şeylerin uzaktan başka göründüğünü anlar ve duyulara
güvenmemek gerektiğinin bilincine varır. Her şeyin şüpheli olduğunun farkına
vardığı anda, içindeki düşünür doğar.
Rahip olmasına karşın en sert kelimelerle kiliseyi ve hatta dini
eleştirmekten korkmayan Bruno, hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamaz, sürekli
gezmek (gerçek anlamıyla kaçmak) zorunda kalır. Cenevre, Güney Fransa, Almanya,
Zürih, Paris ve Londra’da devam eder yaşamına. Bu kaçışlar sırasında maddi
sıkıntı da çeken Bruno, yoksulluğun hayatın en yalın hali olduğunu söyler. Ona
göre yoksulluk hayatın en makyajsız en gerçek halidir.
1582 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde bir kürsü elde eder. Bir İtalyan
aristokrat tarafından davet edildiği Venedik’te Galileo Galilei ile
tanışır. Mocenigo adlı bir aristokratla çatışınca, onun
tarafından Engizisyon’a teslim edilir. Ona, düşüncelerinden vazgeçmesi ve
sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda kilise
tarafından affedileceği söylenir. Ama o düşüncelerini inanarak savunmaya devam
eder. Engizisyon mahkemesi, baskılar sonunda düşüncelerinden döneceğini umarak
yargılama süresini uzun tutar ve yaklaşık 7 sene (2555 gün ve 2555 gece) gördüğü
bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermez ve ölüme mahkum edilir.
Aslında kilise de hata yaptığının farkındadır ama itibarını zedelemek
istemediği için ölüm kararını alır. Düşüncelerinin arkasında durduğu gibi ölüm
kararının karşısında da dimdiktir Bruno; “Siz bu hükmü okurken
korkuyorsunuz fakat ben dinlerken korkmuyorum” der.
17 Şubat 1600’de, Roma’nın ünlü meydanı Campo De Fiori’de,
dili koparılarak, canlı canlı yakılmıştır.19’uncu yüzyılın sonlarında ise
meydanın aynı yerine bir heykeli dikilmiştir. Günümüz cahilleri buna Giordano
Bruno’nun iade-i itibarı diyorlar.
Erhan Gökgücü’nün yazıp yönettiği Giordano Bruno İrfan Şahinbaş
sahnesinde sergilendi. Oyunda geçen bir diyalogu paylaşmak istiyorum;
Manastırda kapıyı kitlemek yasaktır. Ama kitap okumak daha çok yasaktır. Bruno
kilitli kapılar ardında gizli gizli kitap okumaktadır. En yakın arkadaşı onu
yakalar ve günah işlediği için ona çok kızar. Bruno da çocukluk arkadaşına en
masum şekilde açıklar; çocukken ağaca çıkardık. Ağaca çıkmak yasaktı. Senin
amcan bizi yakalar ve kolumuzdan tuttuğu gibi eve götürürdü. Biz ne yapardık?
Yasak olduğu için ilk fırsatta yine ağaca çıkmaya çalışırdık. Sonra düşmüştük.
Sen bacağını kırmıştın. Oysa amcan yasaklamak yerine, ağaca nasıl çıkılacağını
bize öğretse daha iyi olmaz mıydı? Böylece düşmezdik. Kitapları yasaklamak
yerine okumama izin ver. Bilmediğimiz o kadar çok şey var ki… Ağaca çıkıp,
özgür ve mutlu olduğumuz günleri hatırla, der arkadaşına ve ortak eder
günahı(!)na.
Bruno işkence ile sorgulanırken, gücünün tükendiği bir an “Ağaca çıkmak
istiyorum. Ağaca çıkmak istiyorum.” der. Papaz hiçbir şey anlamaz tabii ki… En
beğendiğim diyaloglardan biriydi, bir çocuk özgürlüğünce ağaca çıkmak istemesi,
bir insan olarak düşünce özgürlüğünü beklemesi…
Oyunu yazan ve yöneten Erhan Gökgücü’nun oyunla ilgili düşünceleri ise
son söz mahiyetinde;
”Türkiye ve dünyada devamlı, adı değişik olsa bile baskı
süreçleri var. Bu baskıya karşı direnenlerin tarihte adeta ilk simgesi olmuştur
Giordano Bruno. Bu yüzden, severek, düşünce özgürlüğünü anlatmak için yazdım.
Dünyada özgürlüğün bugün gerçek anlamda uygulanmadığını görüyoruz. Geçen
yüzyıl, savaşların yüzyılı oldu. Milenyum ‘yeni bir umut’ diye lanse edildi ama
yeni umudun hemen arkasından Orta Doğu’da, başka bölgelerde savaşlar yaşanıyor.
Tek sorun da savaş değil zaten. Düşünce özgürlüğünü, insansal özgürlüğü,
bireyin birey olma yolunda ilerlemesini kısıtlayan bir dolu faktör var. Onun
için Bruno, ne yazık ki her dönemde dünyanın hemen hemen her kesiminde geçerli
bir konu.”
Yönetmen: Giuliano Montaldo
Ülke: İtalya, Fransa
Tür: Biyografi , Dram
Vizyon Tarihi: 29 Kasım 1973 (İtalya)
Süre: 114 dakika
Dil: İtalyanca
Senaryo: Lucio De Caro , Giuliano Montaldo
Müzik: Ennio Morricone
Görüntü Yönetmeni: Vittorio Storaro
Yapımcılar: Leo Pescarolo , Carlo Ponti ,
Özet
İtalyan yapımı filmde, 17’nci yüzyılda Venedik’te kiliseye muhalif
fikirleri yüzünden Engizisyon mahkemesinde yargılanan eski bir rahip ve bilim
adamı olan Giordano Bruno’nun hayatı konu ediliyor.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar