GİORDANO BRUNO
“Ne
gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten
korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa
her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin
babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun
öfkesinde hedef olarak yaşadım.”
Bu sözlerin sahibi,
tarihte ‘düşünce özgürlüğünün ilk havarisi’ olarak kabul edilen, İtalyan
filozof, rahip, şair Giordano Bruno’dur.
Giordano Bruno, cehalet,
batıl inançlar ve dogmatizmin dört bir yanda dinsellik adı altında yaşadığı
ortaçağda, evrenin sonsuzluğuna inanır. Ailesi peder olmasını istediği için onu
bir manastıra gönderir ve kilise en büyük yargılayıcısına kendi elleri ile
kapılarını açar. Kapılar açılır ama o kapıları bir bir yıkmak ister.
Sorguladığı şeyin tam göbeğine düşmüştür. Bu yüzden sorgulamaları, bunalımları
ve çıkarımları herkesten daha farklıdır.
“Tanrı,
iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki
kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı'yı.”
Babasıyla bir gezi
sırasında uzaktan çıplak ve gri görünen Vezüv dağını görür. Babası ona, orada
aynen oldukları yerdeki gibi zengin bir bitki örtüsü olduğunu anlatır. Giordano
şeylerin uzaktan başka göründüğünü anlar ve duyulara güvenmemek gerektiğinin
bilincine varır. Her şeyin şüpheli olduğunun farkına vardığı anda, içindeki
düşünür doğar.
Rahip olmasına karşın en
sert kelimelerle kiliseyi ve hatta dini eleştirmekten korkmayan Bruno, hiçbir
yerde kalıcı olarak yaşayamaz, sürekli gezmek (gerçek anlamıyla kaçmak) zorunda
kalır. Cenevre, Güney Fransa, Almanya, Zürih, Paris ve Londra'da devam eder
yaşamına. Bu kaçışlar sırasında maddi sıkıntı da çeken Bruno, yoksulluğun
hayatın en yalın hali olduğunu söyler. Ona göre yoksulluk hayatın en makyajsız
en gerçek halidir.
1582 yılında Sorbonne
Üniversitesi'nde bir kürsü elde eder. Bir İtalyan aristokrat tarafından davet
edildiği Venedik'te Galileo Galilei ile tanışır. Mocenigo adlı bir
aristokratla çatışınca, onun tarafından Engizisyon'a teslim edilir. Ona,
düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu
kabul etmesi durumunda kilise tarafından affedileceği söylenir. Ama o
düşüncelerini inanarak savunmaya devam eder. Engizisyon mahkemesi, baskılar
sonunda düşüncelerinden döneceğini umarak yargılama süresini uzun tutar ve
yaklaşık 7 sene (2555 gün ve 2555 gece) gördüğü bütün işkencelere
karşın, görüşlerinden taviz vermez ve ölüme mahkum edilir. Aslında kilise de
hata yaptığının farkındadır ama itibarını zedelemek istemediği için ölüm
kararını alır. Düşüncelerinin arkasında durduğu gibi ölüm kararının karşısında
da dimdiktir Bruno; “Siz bu hükmü okurken korkuyorsunuz fakat ben dinlerken
korkmuyorum” der.
17 Şubat 1600’de, Roma'nın ünlü meydanı Campo De Fiori'de, dili
koparılarak, canlı canlı yakılmıştır. 19’uncu
yüzyılın sonlarında ise meydanın aynı yerine bir heykeli dikilmiştir. Günümüz
cahilleri buna Giordano Bruno’nun iade-i itibarı diyorlar.
Erhan Gökgücü'nün yazıp
yönettiği Giordano Bruno İrfan Şahinbaş sahnesinde sergilendi. Oyunda geçen bir
diyalogu paylaşmak istiyorum; Manastırda kapıyı kitlemek yasaktır. Ama kitap
okumak daha çok yasaktır. Bruno kilitli kapılar ardında gizli gizli kitap
okumaktadır. En yakın arkadaşı onu yakalar ve günah işlediği için ona çok
kızar. Bruno da çocukluk arkadaşına en masum şekilde açıklar; çocukken ağaca
çıkardık. Ağaca çıkmak yasaktı. Senin amcan bizi yakalar ve kolumuzdan tuttuğu
gibi eve götürürdü. Biz ne yapardık? Yasak olduğu için ilk fırsatta yine ağaca
çıkmaya çalışırdık. Sonra düşmüştük. Sen bacağını kırmıştın. Oysa amcan
yasaklamak yerine, ağaca nasıl çıkılacağını bize öğretse daha iyi olmaz mıydı?
Böylece düşmezdik. Kitapları yasaklamak yerine okumama izin ver. Bilmediğimiz o
kadar çok şey var ki… Ağaca çıkıp, özgür ve mutlu olduğumuz günleri hatırla,
der arkadaşına ve ortak eder günahı(!)na.
Bruno işkence ile
sorgulanırken, gücünün tükendiği bir an “Ağaca çıkmak istiyorum. Ağaca çıkmak
istiyorum.” der. Papaz hiçbir şey anlamaz tabii ki… En beğendiğim diyaloglardan
biriydi, bir çocuk özgürlüğünce ağaca çıkmak istemesi, bir insan olarak düşünce
özgürlüğünü beklemesi…
Oyunu
yazan ve yöneten Erhan Gökgücü’nun oyunla ilgili düşünceleri ise son söz
mahiyetinde;
''Türkiye ve dünyada devamlı, adı değişik olsa
bile baskı süreçleri var. Bu baskıya karşı direnenlerin tarihte adeta ilk
simgesi olmuştur Giordano Bruno. Bu yüzden, severek, düşünce özgürlüğünü
anlatmak için yazdım. Dünyada özgürlüğün bugün gerçek anlamda uygulanmadığını
görüyoruz. Geçen yüzyıl, savaşların yüzyılı oldu. Milenyum 'yeni bir umut' diye
lanse edildi ama yeni umudun hemen arkasından Orta Doğu'da, başka bölgelerde
savaşlar yaşanıyor. Tek sorun da savaş değil zaten. Düşünce özgürlüğünü,
insansal özgürlüğü, bireyin birey olma yolunda ilerlemesini kısıtlayan bir dolu
faktör var. Onun için Bruno, ne yazık ki her dönemde dünyanın hemen hemen her
kesiminde geçerli bir konu.''
http://blog.milliyet.com.tr/giordano-bruno/Blog/?BlogNo=166285
Giordano
Bruno diyor ki;
Özgür bir felsefe
ve bilim ve düşünce istiyorum.
Herhangi bir
dini, sivil ve ya da akademik otoriteden özgür olmak istiyorum.
Kilise, bir
düşmandır.
Kilise imanın
nasıl kullanılacağı belirleyen bir güç aracıdır.
Kilisenin
kendine zarar vermeden yüzyıllardır
kendi içerisinde süren bir hiyerarşisi yapısı vardır. Almanya, İngiltere, İskandinavya, İsviçre, ve her yerde sonsuz
hizipleşmeler var. Kilise, meydan okuyan
bu gücünü herhangi bir biçimde bütünlüğü savunmak için mücadele ediyor.
Bir emrine karşı
olamazsın..
Günümüzdeki kilise
sadece bir koruma aracı olmuştur.
Tarih, kilisenin tarihinin yaşıyor.
Kilise büyük
talep gücü ve çözünürlük ve hatta
acımasızlık, yani, zulüm içinde yaşıyor.
Özgürlüğü isteyenler ve soranlar ise kilise tarafından paramparça
edilecektir.
Hermetizm der ki: “İnsan
nefsi bir evdir. Ona eğer tanrı yerleşmezse şeytan yerleşir.”
M.S. IV. yy sonlarında
Ortodoks kilisesi, Gnostizm’in kökünü büyük ölçüde kazımıştı. Neo-Platonculuk
bir süre daha sürmüş, Mısır’ın 630 yılında Müslümanlar tarafından
fethedilmesinden önce, o da ortadan kalkmıştı. Bu iki akımın silinip gitmesine
karşılık, bilginin simgesi olarak Hermes Trimegistos, hem Hristiyanlık hem de
Müslümanlık içinde yaşamaya devam etti.
Rönesans dönemine ait ve
içine Astroloji’yi de alan konulardan birisi de Hermetizm’dir. Bu sözcük
Hıristiyanlık öncesi dönemde yer alan inançları içine almaktadır. Astroloji’de
sık sık geçen “yukarıda ne varsa, aşağıda da o vardır” ilkesi yine
Hermetizm’den gelmektedir. Çok özet bir anlatımla, Hermetizm insanoğlunun
evrenle olan birliğini, onun bir parçası olduğu düşüncesine dayanmaktadır.
Hristiyan Kilisesi, bir
taraftan eski pagan tanrıların yeni inanç döneminde yaşamasına izin veriyor,
diğer taraftan bunların önemini azaltabilmek ve evcilleştirebilmek içini eski
tanrıları birer bilgeye dönüştürüyordu.
Örneğin, tanrıça “Neit-Athena”,
“Azize Catherine”, “Horus- Perseus” ,”Aziz George” ve “Anubis”, “Aziz
Christopher” olarak Hiristiyanlığa katılıyorlardı. Ne var ki Thot-Hermes’in,
Mısır bilgeliğinin simgesi Hermes Trimegistos” olarak Kilise dışı kalmış olması
oldukça ilginçtir.
İslam’da Hermes
Trimegistos, İdris Peygamber olarak insanlaştırılmıştır. İdris, Kur’an
da dürüst bir peygamber olarak yer almaktadır. İslam’da da Hermes bir kültür
kahramanı olarak ele alınmış ve tüm sanat ve bilimleri icat ettiğine
inanılmıştır.
Rönesans’ın en belirgin
özellikleri, insanın potansiyellerinin sonsuz olduğu inancı ve insanın her
şeyin ölçüsü olduğu görüşüdür. İlginç olan Rönesans’ın bu düşünceleri Hermetik
geleneklerden almış olmasıdır. XV. yy. başlarında, İtalyan sanat ve bilim
adamları, canlandırmaya çalıştıkları eski bilgelikte Hermetik metinlerin ne
denli ağırlıklı bir yeri olduğunu artık öğrenmişlerdi. Asklepius çoktandır
biliniyor ve okunuyordu; Hermetik Metinler Arapçadan Latinceye
çevriliyordu.
XV. yy. sonlarında ünlü
düşünür ve gizemci Pico della Mirandola, neo-Platoncu düşünce ve Hermetik
gelenekler ile Kabalayı birleştirdi. Önceden beri ilişkili olan Yahudi
Gelenekleri ile Mısır Geleneklerinin yeniden birleştirilmesi çabasını aynı
yüzyılda Campanella da sürdürdü. Hıristiyanlığın katı kurallarla dolu evrenini
aşmakta yaratıcı Rönesans düşünürleri için Mısır ve Hermetizm’den başka
alternatif yoktu. Yalnızca 1471 ile 1641
yılları arasında Ficino’nun Hermetika çevirileri yirmi beş, Patritius’un
çevirileri altı basım yaptı. Asklepius tam kırk kez yayınlandı. Stapulansis’in
Asklepius yorumları on bir basıma ulaştı. 1400 ile 1700 yılları arasında Batılı
gezginler tarafından Mısır’ı anlatan ikiyüzelli kitap yayınlandı.
Yine
aynı yüzyılda Hermesçiliğe ve Mısır’a beslenen ilgi kuşkusuz Rönesans
kültürünün en saygı duyulması gereken yönüydü. Hermesçiliğin o dönemde verdiği
en büyük ürün, bilimin ve araştırma özgürlüğünün öncüsü Giordano Bruno kişiliğinde
ortaya çıktı. Bruno, kendinden öncekilerden ve çağdaşlarının tümünden daha
ileri gitmiş olması bakımından olağanüstüdür. Tüm çabalarına karşın Bruno’dan
önceki Hermesçiler, Hıristiyanlık tarafından çizilen sınırlar içinde kalarak,
Mısır düşüncesini İncil’de yer alan bilgilerden daha yukarı taşıyamamışlardır.
Oysa Bruno, Mısır bilgeliğine ulaşabilmek uğruna, yalnızca Hıristiyanlığın
değil, Yahudiliğin bile ötesine geçmeye cesaret etmiş, üstelik bu çabanın hem
entellektüel, hem de siyasal açıdan gerekliliğini vurgulamıştır. Bruno,
Hermesçiliği katıksız Mısırlılığa döndürmeye çabalamıştır, onun için Hermesçi
Mısır inançları aslında gerçek dinin ta kendisidir. Hıristiyanlığın sınırlarını
aşan Bruno, engizisyon tarafından yakılarak öldürülmüştür.
Mısır tutkusu yalnızca
Katolik ülkeler ile sınırlı değildi. Protestanlar da Mısır ve Hermesçilik ile
ilgilendiler. XVII. yy. da Almanya, Fransa ve İngiltere’de ortaya çıkan “Gülhaççılar”
bir tür “Gerçek Din” kavramını geliştirirken Hermesçiliği temel aldılar. Gülhaççılar,
toplumun gerçek bilgeliğe ulaşmış seçkin bir aydınlar grubu tarafından
yönetilmesi gerekliliğini savunuyorlardı. Böylece Mısır rahiplerinden
Pyhtagorasçı kardeşlik topluluklarına, oradan da Platon Akademisine uzanan
ezoterik zinciri izlemiş oluyorlardı.
XVII. yy. da Aydınlanma akımının önemli kişilerini bünyesinde barındıran
Masonların ilgi odağı da Mısır oldu. Masonluğun tarihi, özellikle XVII: yy. da
yeniden örgütlenme öncesi dönem oldukça karanlıktadır. Masonluk başlangıçta,
Ortaçağ Avrupa’sında katedraller ve diğer önemli yapılarda çalışan duvarcıların
oluşturduğu kapalı örgütlerdi. Reform ve Din Savaşlarından sonra İngiliz
Adalarında yaşamayı sürdüren örgüt, “soylu ve burjuva” üyelerin girişiyle
farklı bir niteliğe kavuştu ve “Spekülatif Masonluk” oluştu. Ne var ki,
Masonlar XVII yy. öncesindeki bu yeni örgütlenmeden önce de Mısır’a ilgi
duyuyorlardı. Örneğin, birçok eski el yazmasında Masonluğu Euclide’in Mısır’da
kurduğu kayıtlıdır. Masonlar için, mimarlıkla eşdeğer olarak görülen ve büyük önem
taşıyan geometri bilimi, Nil’in taşmasıyla sınır işaretleri kaybolduktan sonra
tarlaları ölçmek için Mısırlılar tarafından icad edilmişti. Rönesans dönemi Hermesçileri ile Gülhaççılar
artasında nasıl bir bağlantı varsa, benzer bir bağlantı da Gülhaççılar ile
Masonlar arasında da bulunuyordu. Bunun kanıtı olarak, bir Gülhaççı olan Elias
Ashmole’un aynı zamanda Mason olduğunun bilinmesidir. Ayrıca, Gülhaççılar ile Masonlar arasında bazı
Hermetik ilke ve düşünce benzerlikleri de vardı. Her iki örgüt de, evreni
simgelemek için Süleyman tapınağı ve Piramitler gibi yapıların ölçü ve
oranlarını kullanarak daha iyi, daha barışçı ve daha hoş görülü bir dünya
yaratacak olan bir Aydınlanmışlar Grubu oluşturma arzusundaydılar.
Hermesçilik, XVII. yy.
dan beri Gülhaççılığı, XVIII. yy.dan beri de Masonluğun Simgesel Ritüellerini
etkilemeye devam etmektedir. XIX. yy. sonlarına doğru ortaya çıkan Martinizm,
Teozofi (Theosophy), Gizlici Canlanma (the Occult Revival), Altın Şafak
Hermetik Tarikatı (the Hermetic Order of Golden Dawn) gibi etkin ezoterik
akımların arkasındaki itici güç yine Hermesçiliktir. Bu sayılan akımlar da XX.
yy. da bir tür “Pagan Rönesansı” nın doğmasına yol açmışlardır. Ünlü psikolog
C.G. JUNG’ un insan ruhunun derinliklerini inceleyen yapıtlarının da,
içerdikleri simya simgeleri ve arketiplerle Hermetik özellikler taşıdıkları
kabul edilmektedir.
http://www.hermetics.org/Hermes2.html
Aytunç ALTINDAL, “Türkiye'de Ve
Dünyada Casuslar” isimli eserinde Giordano Bruno hakkında şu bilgileri
vermektedir.
Engizisyon'nu en güvendiği ajanlardan biri, Giovanni Mocenigo
idi. Venedikli, çok köklü bir ailenin oğlu olan Mocenigo cizvitti
ve tuzak kurarak idama gönderdiği kişi de
çağının çok ötesinde bir filozof olan Giordano Bruno idi.
Bruno 1458'de Napoli yakınlarındaki Nola'da dünyaya gelmişti.
Henüz 15 yaşındayken yerleşik kilise öğretilerine alternatif görüşler savunmaya
başlamış ve çevresinde ilgi çekmişti. Bu nedenle ünlü Thomas Aquinas'ın da
okuduğu “Benedict Okulu”ndan uzaklaştırılmış ve bir daha da okulların
kapısından geçmemişti. Çeşitli ülkelere gitmiş, kralların ilgisine mazhar olmuş
(ör. Fransa Kralı 3. Henry) ve (8. Henry'nin kızı) Kraliçe I. Elizabeth ile
özel görüşmeler yapmıştı. Giordano Bruno, felsefeci ve bilim adamı olmanın
ötesinde bir okultist (Gizli güçlere inanan kimse) ve teosolistti (Bir
kimsenin ruhu ile Tanrı arasında doğrudan bağlantı kurulabileceğini ileri süren
dini sistem). Kopernik'i, Avrupa'da tanıtan odur. Galile ondan etkilenmiş
ama akıbetinden korktuğu için adını anamamıştı. Bruno, ünlü “Rölativite”
(görelilik) kuramını felsefeye ve bilime sokan asi bir filozoftu. 1582'de yazdığı “De
la causa, principio et uno” adlı kitabı zamanına ve dönemine göre
inamlamayacak kadar çağ ötesi bilgilerle doludur. Bu nedenle de Engizisyon'un
dikkatini çekmiştir. Bruno bu kitabında,
Aristo'yu kıyasıya eleştirmiş ve onun öğrettiklerinin yanlış olduğunu
kanıtlamıştır. O dönemde Aristo'yu eleştirmek kilisenin koyduğu dogmaları
eleştirmek ve yok saymakla eş anlamlıydı.
Bruno ülkeden ülkeye kaçmak zorunda kalmış ve gittiği her ülkede
Katolik Kilisesi'nin hışmına uğramıştır. Bruno en son Almanya'ya sığınmış ve
burada “konuşmaması” koşuluyla yaşamasına izin verilmiştir. Bazı gizli
dostlarının maddi yardımıyla son derece mütevazı bir yaşam süren Bruno, 1591
yılının Mayıs ayında Venedik'in en güçlü ailesi ve özellikle de Fatih Sultan
Mehmet'e karşı her savaşta en önde yer alarak ünlenmiş olan Mocenigo
Hanedanı'ndan bir davet almıştır. Bu mektupta kendisinin ve görüşlerinin bu
hanedanın güçlü kişileri tarafından çok beğenildiği ve bu nedenle de kendisine
kitaplarını yazabilmesi için Mocenigo Hanedanı'na ait bir ev ve aylık tahsis
edileceği belirtilmiştir. Çok sıkıntı içinde olan ve sağlığı bozulan Bruno,
daveti kabul ederek Venedik'e gitmiş ve Mocenigo'nun evine yerleşmiştir. Kendisini
güler yüzle karşılayan Giovanni Mocenigo, Bruno'dan kendisine “Occult”
bilgilerini aktarmasını istemiş ama Bruno bu bilgilerin inisiye edilmemiş
kişilerle paylaşılmayacağını, isteniyorsa felsefe ve bilimle ilgili bilgiler
verebileceğini söylemiştir. Bu gelişme üzerine cizvit Mocenigo,
hakkında önceden hazırlanmış olan ihbar mektubunu imzalayarak Engizisyon
Mahkemesi'ne vermiş ve Bruno'yu kendi adamlarına tutuklattırarak Roma'ya
göndermiştir. Çıkarıldığı duruşmalarda kendi görüşlerini ısrarla savunan Bruno,
kilise yetkililerinin suçlamalarını şiddetle reddetmişti. Katolik
Engizisyonu'nun, Bruno'ya yönelttiği
iki suçlamadan biri, gizli Calvinist olması; diğeri ise, çok ilginçtir ki “Türk
Sultanı' nın ajanı” olmaktı. Resmi tarihin yazdığı
gibi Bruno, gerçekte dinsel ve bilimsel görüşlerinden dolayı değil,
Mocenigo'nun ustaca kaleme aldığı ve “Casusluk” suçlaması yaptığı ihbara
dayandırılarak “YABANCI VE KAFİR” bir gücün emrindeki “CASUS”
olmaktan dolayı yakılarak öldürülmüştü. Engizisyon tutanaklarında Giordano Bruno' nun “Felsefeci”
değil “Casus” olduğu yazılıdır.
Katolik Kilisesi bu açıklamaya 1990 yılında bile sahip çıkmıştı.
Gerekçe olarak da Bruno'nun yakılırken kendisine uzatılan haça tükürmesi -bu
nedenle Müslüman olduğu (!)ve İsa Mesih'in Tanrı olduğunu reddetmesi
gösterilmiştir. Bruno, gerçekten de
haça tapınmayı reddetmiş biriydi. Kilisenin hiçbir öğretisinin doğru olmadığını
ve insanları aldattığını yazmış ve de söylemişti. Bruno, tarihte “Rölativite”
kuramı kullanan ilk bilim adamıdır.
Bruno'nun idamından sonra kitapları yasaklanmış ve gizlice
okuyanlar yakalandıklarında çok ağır cezalara çarptırılmışlardır. 18. yüzyılın
sonlarına doğru İngiliz Deistleri, Bruno'yu okumuşlar ve onun “Rölativite”
kuramını yaygınlaştırmışlardır. 20. yüzyılda bu kuramın teorisini yapmak ise
önce Lorentz'e, ondan sonra da Einstein'e nasip olmuştu.
“Akademisiz Akademisyen” diye tanınan Bruno'yu
ihbar eden ajan Mocenigo'ya ne oldu diye merak edenler için yazayım:
Engizisyon tarafından ödüllendirildi. Mocenigo Hanedanı'ndan altı
kişi Venedik “Dodge”u (Duçe kelimesi buradan gelir, Egemen Senyor demektir)
idi. Bunların egemenliğine Fatih Sultan Mehmet son vermişti. Giovanni
Mocenigo, Engizisyon'u arkasına alınca, bu destek sayesinde tüm İtalya'da
yeniden papadan sonraki en güçlü beş kişiden biri oldu. Engizisyon için “Ajanlık”
yapınca, Bruno idama gitti, Mocenigo da saltanat kurdu. Mocenigo
Hanedanr günümüzde de Venedik'teki en etkili ailedir. Hala turizmcilik yapan
Mocenigoların sarayı şimdi çok lüks bir oteldir ve ilginçtir ki otelde,
Bruno'nun kaldığı oda “özel” statüdedir. Mocenigolar, günümüzde “Çok
Ünlü ve Değerli Bruno'nun Odası” diye tanıttıkları bu odada onun ajan
Giovanni Mocenigo tarafından önce casusluk suçuyla ihbar edilip sonra da
tutuklanarak idama gönderildiğinden hiç söz etmemektedirler. TARİH KİTAPLARI
VE ÜNİVERSİTELER ENGİZİSYON MAHKEMESİ'NDE BACAKLARI TİTREYEREK YAZDIKLARINI
İNKÂR EDİP, DÖNEKLİK YAPAN GALİLE'Yİ SÜREKLİ YÜCELTİRLER... Ne ilginçtir ki
onun hocası, cesur yürek, ilkeli bilim adamı Bruno'yu üstü örtülü birkaç
cümleyle geçiştirirler. Gerçek bilim adamlarının hazin akıbetidir bu.
Bruno için ilk anma töreni, Roma'da, 1889 yılında yakılarak idam
edildiği meydanda yapıldı. Törene tam 30 bin kişi katıldı ve Katolik Kilisesi lanetlendi. 17
Şubat 2000'de ise onun idam edildiği alan olan Campo di Fiori'de toplanan
binlerce kişi, yakılışının 400. yıldönümünde Bruno'yu andı. Katolik Kilisesi
ise “casusluk” suçlamasını öne sürerek bu toplantıyı kınadı. Giardano Bruno, hem
çağdaşlarını hem de Isaac Newton'dan Einstein'a kadar tüm dâhileri etkilemiş
olan yoksul ama dürüst bir bilim adamıydı; Vatikan bunun tam tersini söylüyor
olsa bile.
Rahab, Jan d'Arc ve Bruno örneklerini rastlantısal olarak
seçmedim. İlk üç örnekte de ortak
bir payda vardır ve bu payda gerçekte tüm casusluk olaylarında izlenir. Bu
ortak payda “menfaat=çıkar” temini meselesidir.
Rahab ömeğinde bu fahişe kadına, Yahudilerin casusları, kendi
kralları adına “menfaat” önermişlerdir. Eğer onlara yardım ve yataklık ederse
Rahab ve ailesine hiçbir zarar verilmeyecek, tam tersine Kral Joshua tarafından
taltif edilecektir. Rahab, bu çıkar uğruna ülkesinin “güvenliğini” ve
milletinin “egemenliğini” düşmanına satmış ve binlerce yurttaşının -kadın,
çocuk, yaşlı acımaksızın kılıçtan geçirilmesini Kırmızı Kurdeleli penceresinden
seyretmiştir.
Jeanne d'Arc olayında ise yurdunu yabancı bir devletin işgalinden
kurtarmak isteyen genç bir kızla (mahkeme kayıtlarına göre Pucelle=Kızoğlankız)
kendi vatanını, ulusunu yabancı bir krala peşkeş çeken ve satarak “menfaat”
temin eden din adamları ve yargıçlar vardır. İki anlamda Jeanne d'Arc'ı
yaktıran din adamları, Rahab gibi davranmışlar ve servet edinmişler ama
Rahab'ın tam tersi olan Jeanne d'Arc (anti-Rahab) kilise düşmanı olarak
yakılarak öldürülmüştür. Jeanne d'Arc, Fransa'nın “güvenliğini ve egemenliğini”
savunmuş, din adamları ise kendi vatanlarını kişisel servet edinme uğruna,
rüşvet karşılığında satmışlardır. Oysa bu kişiler, Fransa'da halkın en çok
güvendiği kurum olan kilisenin başındaki din adamlarıydılar. Hiç kimse, onların,
tahtı ve kiliseyi satabileceğine ihtimal vermiyordu. Ama onlar, kişisel
çıkarlan uğruna, hiçbir dindar Katolik'in düşünemeyeceği gizli bir pazarlığı
gerçekleştirdiler ve sattılar. En güvenilir, kurumların tepe yöneticileri olan bazı kişiler,
örneğin CIA'nın ve KGB'nin en üst düzey yöneticileri, gizli pazarlıklarla
ülkelerine ve yurttaşlarına ihanet edebilmişlerdir. Bunları adlarıyla ve
eylemleriyle göreceğiz.
Bruno olayında da “çıkar” ön plandadır. Ancak bu kez insanları uyandırmaya,
bilimi geliştirmeye ve insanları özgür düşündürebilmeye uğraşan genç bilim
adamı, inançları uğruna mücadele ederken kendisine yardımcı olmayı vadeden
sahte bir dostun ihanetine uğramış ve hayatını -kişisel güvenliğini ve
egemenliğini yitirmiştir. Onu casuslukla suçlayarak ölüme gönderen muhbir kişi
(mole) ise taltif edilerek yüceltilmiştir. Bruno günümüzde semantik bilimin
kurucusu kabul edilmiştir.
Aytunç
ALTINDAL, Türkiye'de Ve Dünyada Casuslar, 2008, İstanbul, s. 23-27
Yönetmen: Giuliano
Montaldo
Ülke: İtalya, Fransa
Tür: Biyografi , Dram
Vizyon Tarihi: 29 Kasım
1973 (İtalya)
Süre: 114 dakika
Dil: İtalyanca
Senaryo: Lucio De Caro ,
Giuliano Montaldo
Müzik: Ennio Morricone
Görüntü Yönetmeni:
Vittorio Storaro
Yapımcılar: Leo
Pescarolo , Carlo Ponti ,
Özet
İtalyan yapımı filmde, 17'nci
yüzyılda Venedik'te kiliseye muhalif fikirleri yüzünden Engizisyon mahkemesinde
yargılanan eski bir rahip ve bilim adamı olan Giordano Bruno'nun hayatı konu
ediliyor.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar