GOETHE VE HAFIZ
Prof. Dr. MELÂHAT ÖZGÜ
(Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi)
(Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi)
Almanlar,
bir şahsiyetin değerini belirtmek istedikleri zaman, GOETHE’nin şu beytini
tekrar ederler:
"Höchstes Glück der Erdenkinder
Sei nur die Persönlichkeit
“İnsanoğlunun
erişebileceği en büyük saadet şahsiyet sahibi olmaktır.” Bunu söyliyen şair,
işte böyle bir saadete erişmişti: O, bir şahsiyetti; şahsiyetini eserleriyle
kazanmıştı. Şiirleri, dramları, romanları, mektupları, hatıraları ve
konuşmaları tesbit edilmiş fikirleri, görüşleri zengin vesikalarda bize kadar
gelmiş kısmen de dilimize çevrilmiştir. Onun bütün kudreti şiirindedir.
Seksenüç yıllık hayatının sonucu olan “Faust’u da, şiir zenginliğinden dolayı
hiç bir dile gerektiği gibi çevrilememiştir. Böyle olmakla beraber, dünya
çapında bir eser olduğunu bütün milletlere duyurmuştur. İşte böyle dünya
çapında kuvvetli eserler yaratan bir şahsiyet, acaba aynı kudrette bir ikinci
şahsiyete rastladığı zaman, onu nasıl kavrar? Nasıl anlar? İkincisi,
birincisinin üzerine nasıl tesir eder? Bu soruları, GOETHE’nin HÂFIZ ile
karşılaşması çok güzel bir şekilde cevaplandırıyor.
Viyana’da,
Avrupa’ya yeni bir şekil vermek için çarpışılırken, Fransa’da, bir kral tahttan
indirilip bir İkincisi tahta çıkarılırken, Korsikalı Cihangir, son defa olmak
üzere bütün bir kıt’ayı dehşet içinde sarsarken, Almanya’nın Goethe’si hatıra defterine, Doğu
ilmi alanında yayınlanmış eserlerin adlarını sıralıyordu. Onun haftalarca
okuduğu, seyahatlarında bile yanından ayırmadığı bir eser vardı. Bu eser,
kendisini sadece mekân bakımından değil, zaman bakımından da uzaklara, XIV.
yüzyılın İran şiirine, edebiyat dünyasında HÂFIZ diye tanınan Şemsü’d-Dîn
Muhammed ŞÎRÂZI’ye götürdü . Eser, HÂFIZ’ın “Dîvan”ı idi; Almanca’ya, bizim de
kendisini Osmanlı tarihi müellifi olarak çok iyi tanıdığımız, tarihçi Hammer
tarafından çevrilmişti. GOETHE’nin bu Divan tercümesi üzerindeki çalışması,
onun yaratıcılığına tesir etti, şahsiyetinin tamamlanmasına yardım etti. Bunu
kendi de itiraf eder:
“HÂFIZ’ın şiirleri, Hammer’in
tercümesiyle, geçen yıl elime geçti (1814). Bundan önce, şurada burada,
dergilerde çevrilmiş bazı münferit şiirler, bana, bu parlak şairi pek
duyurmamıştı. Şimdi ise şu bir araya toplanmış şiirleri, üzerimde öyle büyük
bir tesir bıraktı ki, onun karşısında benim de verimli olmam gerektiğini
anladım. Yoksa bu kuvvetli şahsiyetin önünde duramıyacaktım. Üzerimdeki tesiri
çok büyük oldu onun. Almanca tercümeleri, önümde duruyor. Onun duygularını
paylaşmadan yapamıyorum. Konu ve fikir bakımından içimde bir benzerlik
belirmeğe başladı, hem o derece ki, artık içimden de olsa, açıkça beliren bu
istekle, gerçek dünyadan zevk almayı kendi zevkime, kendi kudretime ve kendi
irademe bırakan ideal bir dünyaya kaçmak ihtiyacını duydum.”
İşte
bu tesirle Goethe, ikinci şaheseri olan “ West-östlicher Diwan” (Batı-1 Doğu
Divanı’nı) yarattı . Araya hiç kimse, hiç bir şey girmeden, doğrudan doğruya
kuvvetli bir tesirdi bu :
“Onun karşısında benim de verimli olmam
gerekiyordu, yoksa bu büyük şahsiyetin önünde duramıyacaktım.”
Böyle
bir sözü Goethe, başka hiç bir büyük şairin önünde söylememiştir., Bir
şahsiyetin, hem de edebî, bir şahsiyetin, aynı derecede kuvvetli bir edebî
şahsiyet| üzerinde, ona eser yarattıracak kadar büyük bir tesir bırakabilmesi
için, o şahsiyetten büyük ve normalin üstünde, harikulâde bir şeyin bulunması
gerektir. Yalnız şu var ki o şahsiyetin tesir ettiği kimsenin de bu tesire
herhangi bir şekilde hazırlanmış, hattâ içinde ondan bir parça, onda olana
benzer bir şeyin bulunması lâzımdır. HÂFIZ’da,
normalin üstünde bir kudret vardı. Goethe de bu kudreti duymak için
hazırdı. , Onun Doğu ile olan ilgisi, çocukluk devrine kadar geri gider: Goethe
evvelâ' İncil’in, dünyasını tanımıştır. Öğretimin başlangıcı ve ağırlık noktası
din dersleri olduğu bir devirde yetişmişti o. İncil’e bağlı bir annenin oğlu
olarak zamanında eski Doğu’nun kültür çevresine girmişti. Sonraları da
İbranca’yi, herkesten önce, ana metni okuyup anlayabilecek kadar öğrendi.
Leipzig Üniversitesinde okurken de İbranca’dan birçok kıssaları, menkıbeleri
işlemiş olan şairlerin eserlerini okudu.
Gerçi Leipzig’deki hayatı, bu türlü konular için müsait değildi, ama
hastalanıp doğduğu şehir olan Main nehri üzerindeki Frankfurt’a, baba evine
döndüğü zaman, hastalığı sırasında, annesinin çok yakın bir dostu olan Fräulein
Von Klettenberg ile, onun vasıtasiyle de, iyileştikten sonra tanıştığı dine bağlı
daha bir çok kimselerle Incil’i tahlil etmeğe çalıştı, ve Hıristiyan dininin
mahiyetini anlamak istedi . Sonra Strassburg Üniversitesinde okurken, büyük ve
hümanist bir yazar olan Herder, Incil’in incelikleri ve edebî kompozisyonu
üzerine dikkatini çekti. Onun tesiriyle Goethe Ahdi Âtik’den
“Agniyet-ül-Ağani’yı, düğün ve aşk şarkıları olan bu “neşidelerin
neşidesi’ ni, Almanca’ya çevirdi .
HERDER’in tercümesi de onu bu yolda teşvik etmişti. HERDER’in, İran şiirlerinden,
İran masallarından yaptığı çevirmeler, ve “Vom Geist def hebräischen
Poesie" (İbrani şiirinin ruhu üzerine) adlı yazısı da (1782), GOETHE’yi
çok ilgilendirmişti. Herder ile olan sıkı münasebeti dolayısiyle bu ilgi çok
tabiydi. Goe- the, kendi insiyakiyle Incil'i tedkike bir daha Schiller ile
mektuplaştığı sıralarda koyuldu; bu defa da epopenin mahiyetini araştırırken bu
zarureti duymuştu. O zamanlar (1797’de), İncirin metninden başka, EİCHHORN’un
buna yazdığı bir girişi, WOLTMANN’ın da “Alteste Memchengeschichte” sini
(insanın en eski tarihi’ni) okumuş, hattâ o zamanlar Beni İsrail seferleri
hakkında açıklamalarda bile bulunmuştur.
Ahdi
Atik’in, Eyüp kıssası bölümünden aldığı bir motifi: Allah ile Şeytan arasındaki
iddiayı, yeryüzünde, şeytana göre iyi bir insanın bulunmadığı iddiasını “Faust"
unun proloğunda kullanmıştır . Araya sonra başka yazılar da girdi. Ama
Schiller’in ölümünden sonra, kendini tarih tedkiklerine verip hayatım yazmağa
başlayınca, O zaman gene İncil’e dayanan sorular gözünün önünde canlandı. 1811
yılının Haziran ayında, İran’ın eski tarihine dair-çizdiği taslak, ve “Dichtung
und Wahrheit” (Şiir ve Hakikat) adı altında yazdığı otobiografisinin 4.
kitabına verdiği geniş yer, GOETHE’nin
yetişmesinde bu Doğu edebiyatlarının ne kadar önemli olduğunu gösterir; aynı
zamanda da bunların, kendi için de ne kadar büyük bir mâna taşıdığına işaret
eder.
Ama
GOETHE’nin, Doğu memleketlerine karşı olan sevgisi yalnız Israil-Musevi
edebiyatına inhisar etmedi. Daha genç yaşlarında, Arap-İslam edebiyatı da onun
görüşlerine katılmıştır. Bir mektubunda :
“Musa, Kur’an’da nasıl dua ettiyse, ben
de öyle dua etmek istiyorum: Allah’ım, sıkıntılı kalbime ferahlık ver sen!” diye
yalvarmıştır.
Kur’an’daki
âyet de şöyledir :
Arapçası:
رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي {25} وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي {26} وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي {27} يَفْقَهُوا قَوْلِي {28
Okunuşu:
“Rabbişrahli sadri ve yessirli emri Vahlul ukdeten min
lisani yefkahu kavli”
Meali:
Meali:
“Yarabbi, kalbimi aç ve bana işimi
kolaylaştır. Sözümü anlasınlar diye de dilimden düğümü çöz”
Sonra
gayet geniş olarak tuttuğu “Mahommed" (Muhammed) dramında, yarattığı bir dehayı, olayların zarurî akışı
ile çarpıştırmak istiyordu. Kur'an'ı bile iki dilli Lâtince tercümesinden
çevirmeği denedi . Clemens WERTHER’in “Die Sitten der Morlacken"
(Morlakların âdetleri) adlı yazısına dayanarak yarattığı “Klaggesang von der
edlen Frauen des Asan Aga" (Hasan Ağa’nın asil karısının şikâyeti) adlı
şiiri (1775) onun ancak Muhammed duygusundan anlaşılabilir. Weimar’da geçirdiği
yılların sonuna doğru da Jones tarafından İngilizceye çevrilmiş olan eski Arap
ve Ön-Islâm Muallâkat'ı tercümeye kalkıştı . Bütün bu çalışmalar, GOETHE’nin
Doğu islâm edebiyatıyla meşgul olduğunu gösterir, sonra da bunlar ufkunun
genişlemesine yardım etmiştir.
ADAM
OLEARİUS’un seyahat tasvirleriyle, SAADİ’nin “Gülistan"ını Goethe,
babasının kütüphanesinde bulmuştu. JONEs’un “Asiatische Poesie" ('Asya
Şiiri), ona EİCHHORN hediye etti. Seckendorff’un manzum olarak tercüme edip
yayınladığı , İran şiirleri gözünden kaçamazdı Hartmann’iii Almanca’ya
tercümesinden CAMİ’.nin “Mecnun ile Leylâ’’ sını , Hammer’in tercümesinden de “Şirin” i
okuyunca , önceleri üzerinde fazla bir tesir bırakmayan bu edebiyata artık
yaklaşmağa başlamıştı. Bunda NİZAMİ’nin bazı ilâvelerle dokunmuş malzemesi
işlenmişti, içinde “ Yusuf ile
Züleyha”nın aşk macerası da vardı !. Ama ne bu eserler, ne de dergilerde dağınık bir halde çıkan HÂFIZ tercümeleri,
GOETHE’yi, yollarında bir yaratıcılığa götüremedi.
Doğu
ile doğrudan doğruya temas da bunu yapamadı. 1813 yılının Ekim ayında,
Ispanya’da, NAPOLEON’un bayrağı altında çarpışmış olan Weimar’lı erler, Charl'
Martell’in günlerinden beri, Hıristiyan ve İslâm kültürünün karşılıklı temas
halinde' bulunduğu memleketten bir Arap ve İran yazması getirdiler. Menşei,
İslâmî olanı ilk vesika idi bu: Kur’an’ın sonundaki “Nâs Sûresi”nin başıydı :
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ {1} مَلِكِ النَّاسِ {2} إِلَهِ النَّاسِ {3} مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ {4} الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ {5} مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ {6}
“Cinlerden ve insanlardan, insanların
kalplerine vesvese aşılayan kötü Şeytanini şerrinden, insanların Allah’i,
insanların maliki olan insanların Rabbine sığınırım! de!” :
Bu
yazma GOETHE’yi o derece meşgul etmişti ki, yazıyı taklid etmeğe başladı, müs
teşriklerden de, açıklayıcı bir tercüme istedi.
Bu
sıralarda Doğu memleketlerinden insanlar gelmeğe başlamıştı; Rus ordulariyle
birlikte, Leipzig’in harp meydanlarından Batı’ya geçen Başkırt kılığında
insanlardı bunlar. Goethe, bir mektubunda bu insanlar hakkında şöyle der :
“Bir kaç yıl önce, Protestan
jimnastımızın dershanelerinde, namaz kılınıp Kur’an’dan sûreler okunacağını kim
söyleyebilirdi. Buna rağmen Başkırtların ibadetlerinde bulunduk hepimiz.
Onların Molla’larını seyrettik; beylerine, tiyatroda hoş geldiniz dedik. Bana
gösterdikleri hususî teveccühlerinden olacak, bir okla yay hediye ettiler.
Allah, bu dost misafirlere hayırlı bir dönüş mukadder kılarsa, bunları} ebedî
bir hatıra olarak ocağımın üzerine asacağım.”
Böylece
birçok yıllara hasredilen okumaların ve yaşanılan günlük olayların tesiriyle
GOETHE’de, HÂFIZ’i, bu yabancı misafiri içine alacak zemin hazırlanmış oldu.
Hammer-Purgstall, HÂFIZ’ın Divan"ını tam olarak tercüme etmekle, bu büyük
İranlı’nın şahsiyetini de Batı dünyasına tam olarak vermişti. Tesir eden onun
şahsiyeti, olduğuna göre, GOETHE’nin HÂFIZ’da bir şeyler bulması gerekirdi.
Goethe, HÂFIZ’ da kendisine eser yarattıracak kuvvet buldu.
HÂFIZ’ın
zamanında da devletler parçalanmıştı. Bütün İran, siyasî ve askerî kargaşalık
içinde idi. O zamanlar da diktatörler ortaya çıkmıştı. O da, kendisini bu umumî kargaşalığa
kaptırmamıştı. Dünya, harp gürültüleriyle çınlarken, HÂFIZ, huzurunu
kaybetmemiş, çiçeklerden, kuşlardan, aşktan, şaraptan terennüm edebilmiş,
yalnız bunların içinde kendisini salıvermemiş, eritmemişti. Öteki dünyaya olan
ilgisine rağmen, bu dünyada var olma’nın verdiği hazla, o, öyle bir görüşe
varmıştı ki, her türlü dogmatik inançlardan uzak, her şeyde ölmez ve tanrısal
olanı duymuş, beşerî olan her şey de tipik ve İnsanî olanı aramış, ortaya
koymuştu. Böylece HÂFIZ, sade, ama derin; aydın ama ateşli, ihtiraslı, zamanını
aşan bir adam olarak yaşamıştır. Açık ve dürüst olduğundan, milletinin
büyükleri de onunla görüşmekten zevk alır, dünyaları fetheden Timur bile
kendisini sık sık ararmış. MUZAFFERÎ’lerden Şah ŞÜCÂ’ ile Şah Mansur gibi büyük
hamiler, onu hep korumuşlar . Yalnız
küçükler, anlayışları kıt kimseler, kendisini dinsizlikle itteham etmiş ve
HÂFIZ’a düşman olmuşlar. Fitne ve fesadın ufukları kaplamasından kendisi de
şikâyet eder :
“Bu
ne karışıklıktır ki, dünyanın bütün ufuklarında fitne ve fücur görüyorum”:
Çok
sürmeden de HÂFIZ gene neşe ve zevk âlemine döner.
Hiç
şüphe yok ki, bu iki şairi, Goethe ile HÂFIZ’i ayıran şeyler de vardı. Bazı zıt
şeyler: değişik iki şahsın yüzyıllar arasındaki mesafelerin, Doğu Batı
cihetlerin beraberlerinde getirdikleri zıddiyetler vardı. Yalnız dış
münasebetlerinde, mizaçlarında ve hayat görüşlerindeki uygunluk o kadar mühimdi
ki, XIX. yüzyıl Alman şairinin, XIV. yüzyıl İranlı şairini kendisine içten
yakın bulması, onun duygularını paylaşması, kendisine eş bir şair, bir hayat
sanatkârı olarak değerlendirmiştir. HÂFIZ’ın ruh büyüklüğü ve düşünce
sağlamlığı, irfanından, sezgisine dayanan bilgisinden ileri geliyordu. O, her
insanın sevinçlerini ve ıstıraplarını terennüm etmiş, kuvvetli kıt’alarla da
aşk ve şarabı övmüştür. Sonra da sağlam bir hayat görüşü vardı onda: Allah’ın
elinde dünya iyi düzenlenmiş bir dünya idi. Bunun için, milletlerin ve insanların
hayatlarında aynı şeyin tekrarlanmasını, devamlı bir oluş, bir sönüş ve bir
yenileniş, tabiattan ruh olaylarına bir geçiş, diye alıyordu. Bunlar GOETHE’nin
inançlarına uyuyordu. Bunun için Goethe de bir Divan yaratabilirdi :
“Onun
karşısında benim de verimli olmam gerekiyor...” ve
böylece Goethe “West-östlicher Diwan” (Batı-Doğu Divanı’nı) yarattı.
GOETHE’nin
West-östlich (Batı-Doğu) divanının bir bölümü : “Hâfız-nâme” başlığını taşır.
Almancası: “Buch Hafis” dir. Bu bölüm, HÂFIZ’ın şahsiyetini, sanatını, dünya
görüşünü en kısa ve plastik bir şekilde manzum olarak verir: Hemen ilk şiiri
iki kişiyi : Goethe ile HÂFIZ’i konuşturur. Sanki Goethe, Batı’dan, uzak bir
yolculuktan gelmiş, bir pazar yerinde, yahut da bir cami avlusunda HÂFIZ’a
rastlamıştır. İlk işi, HÂFIZ’dan adını sormak olur :
“Söyle
Muhammed Şemsü’d-dîn, neden yüce milletin, HÂFIZ diyor, sana?” :
“Mohammed
Schemseddin, sage,
Warum
hat dein Volk, das hehre,
Hafis
dich genannt?”
HÂFIZ
cevap verir :
“Çünkü
Kur’an’ın kutsal metnini değiştirmeden ezberimde hıfzediyorum ben. | Kötü
günlerde bana ve Peygamberimizin sözünü tutanlara kötülük gelmesin diye böylece
din’e hizmet ediyorum. Bunun için işte HÂFIZ diyorlar bana....” : :
“Weil,
in glücklichem Gedächtnis,
Des
Korans geweiht Vermächtnis
Unverändert
ich verwahre
Und
damit so fromm gebäre,
Dass
gemeinen Tages Schlechtnis
Weder
mich noch die berühret,
Die
Propheten-Wort und Samen
Schätzen,
wie es sich gebühret -
Darum
gab man mir den Namen.”
HÂFIZ’ın
bu cevabında, dünya iyi ve kötü, insanlar da: dinli ve dinsiz diye ikiye
ayrılır: Kötüler, dinsizler, iyi ve dinli olanlara bir kötülük
yapamayacaklardır. Kötülüğü önlemek, büyük bir hizmettir. İnsana huzur verir.
Goethe de bunu duymuştur. “HÂFIZ, işte bunun için galiba sana benziyorum ben.
Senden ayrılmak istemiyorum... başkaları gibi düşünsek biz ikimiz, sonra
başkalarına benzeriz.”
“Hafis,
drum, so will mir scheinen,
MöchC
ich dir nicht gerne weichen :
Denn,
wenn wir wie andre meinen,
Werden
wir den ändern gleichen”
Ve
devamla :
“Tamamiyle
sana benziyorum ben HÂFIZ. Mukaddes kitaplarımızı, onların o mükemmel
hayallerini, ben de senin Kur’an’ı aldığın gibi içime aldım. Örtülerin örtüsü
üzerine basılmış İSA’nın sureti gibi, ben de onu bağrıma bastım. Reddetmeli,
engel olmak, kapmak istedikleri halde, inancın bu hayaliyle huzur buldum ben”
Und
so gleich’ ich dir vollkommen,
Der
ich unsrer heil’gen Bücher
Herrlich
Bild an mich genommen,
Wie
auf jenes Tuch der Tücher
Sich
des Herren Bildnis drückte,
Mich
in stiller Brust erquickte,
Trotz
Verneinung, Hindrung, Rauhens,
Mit
dem heitern Bild des Glaubens
GOETHE’nin
söylediği örtülerin örtüsü, Azizelerden VERONiKA’nın örtüsüdür. İsa çarmıha
gerilirken, Veronika, ona örtüsünü uzatır. İsa da bu örtüye ıstıraplı yüzünü
siler. Bu sırada örtüye mucize kabilinden İSA’nın yüz hatları çıkar. Ressamlar
sonra bu motifi sık sık işlemişlerdir. Çizgi ve kompozisyon bakımından Bizans
sanatını andıran böyle bir resmi Goethe, SULPİZ BOISSEREE’nin koleksiyonunda
görüp hayran olmuş .
İSA’nın
yüzü nasıl bu örtüye basılmışsa, Goethe de Incil’i öylece bağrına bassıp huzur
bulmuştur. Şiirin zirvesi de bu noktadadır :
“İnancın
bu hayaliyle huzur buldum ben...”
HÂFIZ’a
bu iç huzuru Müslümanlık vermişti, GOETHE’ye de Hıristiyanlık. Bununla her
ikisinin de dünyaya karşı aldıkları durum müsbettir. Hayatın güzelliği,
zenginliği, Allah’ın istediği bir güzellik, onun yarattığı bir zenginliktir.
Bunlara hayranlık gerekir. Mademki dünyaya geldik, dünya nimetlerinden
faydalanma bizim hakkımızdır, düşüncesi, HÂFIZ’ın felsefesini teşkil eder.
Şiirlerinde açıkça beliren meşrep, rindlik meşrebidir; Sûfiler’in tâbirince
tiyb ül-kalb’i (gönül hoşluğu’nu) her şeye tercih eden hayat duygusuna
sahiptir. Bu duygu, XI. yüzyılın ikinci yarısından beri, bilhassa kalenderi
dervişleri tarafından geliştirilmiş ve hayat görüşü haline getirilmiştir. Bu
rindliğin hususiyetleri, bir dereceye kadar şeriat ahkâmının ruhsatı cihetine
gitmek, yahut da onlara hiç riayet etmemek ve şarap içerken, bu hali bir nevi
iftihar ile zikretmek ve sûfi tarikatlarına mukabil, mürşidi, pir-i mugan olan
bir rindler tarikatını meydana getirmektir. HÂFIZ’ın gazellerinde görülen
rindlik nükteleri, meselâ pır'in mescidden meyhâneye gitmesi, sûfi’liğinden
bıkan sûfi’nin, hırkasını meyhanede bırakması ve rindân tarikatı merâsiminden'
bahsetmesi, sâki’ye pir-i mugan, meyhâneciye de mürşid vazifesi verilmesi gibi
şeyler, derin bir ruh saflığını, hayatı gülümseyerek karşılaması da, tamamiyle
iyimser görüşünü belirtir. Vatanı Şiraz’da, görmüş geçirmiş olduğu acıklı
hadiseler ile dolu devrin hiç unutamadığı hatıraları karşısında bile o, bütün
acılarını, üzüntülerini, bu iyimser görüşüyle yeniyor.
GOETHE’nin
de dünyaya karşı aldığı durum müsbetti; onun da hayat görüşü iyimserdi.
İkinci
şiiri : “Anklage” (Şikâyet) başlığını taşır. HÂFIZ, adı ile müsamma 'olup,
Kur’an’ı hıfzeden demekse, onun öteki dünyayı terennüm eden bir şair olması
gerekir. Halbuki HÂFIZ, bu dünyanın şairidir ve bu dünyanın zevklerini, aşkı ve
şarabı terennüm etmekle ün almıştır. Bunda bir tenakus vardır. Bunun için işte
“Şikâyet”, Kur’an’ın “Şuara Sûre'si”ne dayanır. Bu sûre’de şöyle denmektedir :
هَلْ أُنَبِّئُكُمْ عَلَىٰ مَن تَنَزَّلُ الشَّيَاطِينُ (
221
تَنَزَّلُ عَلَىٰ كُلِّ أَفَّاكٍ أَثِيمٍ (
222
يُلْقُونَ السَّمْعَ وَأَكْثَرُهُمْ كَاذِبُونَ (
223
وَالشُّعَرَاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ (
224
أَلَمْ تَرَ أَنَّهُمْ فِي كُلِّ وَادٍ يَهِيمُونَ (
225
“Haber vereyim mi size şeytanlar kimin
üzerine inerler, vebal yükletici her bir sahtekârın üzerine inerler. Onlar
kulak verirler ve çoğunlukla yalan söylerler. Şairlerin arkasına da çapkınlar,
sapkınlar düşer. Bunlar her vadide hayran olurlar, kendilerinden geçerler..
Hangi inkilâba munkalip olacaklarını, yarın bileceklerdir onlar:
Gerçekten
de şair olmayıp, kendilerini şair diye veren düzenbazlar hakkında verilmiş olan
bu hüküm, EFLATUN’dan KİERKEGAARD’a kadar şairler üzerine âdeta lânet halinde
çökmüştür. Bunun için de Goethe, şöyle sormaktadır :
“Şeytanlar,
çölde olsun, kayalarla duvarlar arasında olsun kimleri gözetlerler bilir
misiniz? Sonra da gözetlediklerini cehenneme götürmek için bir andan nasıl
istifadeye kalkışırlar? Yalancılarla kötü ruhda olanları gözetler onlar” :
“
Wisst ihr denn, auf wen die Teufel lauern
In
der Wüste, zwischen Fels und Mauern?
Und
wie sie den Augenblick erpassen,
Nach
der Hölle entführend fassen?
Lügner
sind es und der Bösewicht.”
Halbuki
öte taraftan şairlerin elde ettikleri şöhretleri karşısında hayranları, onları
göklere çıkarır: Taban tabana zıt iki hükümdür bu.
Hazret
Ömer hakkında o zamanlar, bugün artık doğru olmadığı anlaşılmış olan bir
rivayet dolaşmıştır: Güya o, İskenderiye’deki kütüphaneyi, şayet içinde Kur’an’ın anlayışına aykırı kitaplar varsa,
tehlikeli olabilir; yok eğer sadece Kur’an’ın içindeki hakikatleri ihtiva
ediyorsa fuzulîdir, diyerek yaktırmış, Bu anlayışla da şimdi neden şair ve
muharrirlere bu kadar müsamaha gösterildiği sorulur : ,
“Şairler,
neden şeytanla görüşmekten çekinmezler. Kiminle görüştüklerini bilmez mi onlar
yoksa? Şair ki, hep çılgınca hareket eder, sonu gelmeyen aşkının düşüncesiyle,
yalnızlığa sürüklenir, kuma yazdığı kafiyeli şikâyetleri de rüzgârla savrulup
gider. Şair, şeytanIn söylediklerini anlamaz, şeytan da şairin dediklerini
tutmaz.” :
“Der Poet, warum scheut er nicht, .
Sich
mit solchen Leuten einzulassen!
Weiss
derin der, mit wem er geht und wandelt?
Er,
der immer nur im Wahnsinn handelt.
Grenzenlos,
von eigensinn’gen Lieben, '
Wird
er in die Öde fortgetrieben,
Seiner
Klagen Reim’, in Sand geschrieben,
Sind
vom Winde gleich verjagt;
Er
versteht nicht, was er sagt,
Was
er sagt, wird er nicht halten.”
“Şair şarkısını Kur’an’a aykırı olduğu halde
söyler, buna da meydan verirleri Öğretin öyle ise sizler, ey kanun bilenler,
hâkimler, dindarlar, yüksek bilginler, öğretin müslümanlığın esas vazifesini.
HÂrız’dır
kızdıran asıl herkesi; Mirza da herkesin aklını çeler. Söyleyin, ne yapsınlar,
neyi yapmasınlar?....”
“Doch
sein Lied, man lässt es immer walten,
Da
es doch dem Koran widerspricht.
Lehret
nun, ihr des Gesetzes Kenner,
Weisheil-fromme,
hochgelahrte Männer,
Treuer
Mosleminen feste Pflicht.
Hafis
insbesondere schaffet Ärgernisse,
Mirza
sprengt den Geist ins Ungewisse :
Saget,
was man tun und lassen müsse?"
Goethe,
HÂFIZ’ın ölümünden sonra, hakkında, biribirini tutmayan birçok şeyler
söylendiğini biliyordu. Bir çokları ona sadece şarap ve aşkın zevklerini
terennüm eden hafifmeşrep, kıyamet gününe inanmayan bir şairdir, diye ona
cenaze merasimi bile yapmak istememişler. HÂFIZ’ın aşk ve şarap şiirleri, bu
dünya şiirleri olk-rak mı, yoksa mistik mânada mı alınacağı uzun zaman
tartışılmış, sonunda Kanuni Sultan Süleyman, Viyana’yı muhasara sırasında,
İstanbul’da meşhur Müfti Ebusuud’a, HÂFIZ hakkında bir fetva vermesini rica
etmiş . işte GOETHE’nin üçüncü şiiri “Fetwa” adını taşır. “Fetva”, şair
hakkında şu hakîm cevabı vermektedir :
HÂFIZ’ın nazmı, sönmez hakikatları
verir, ama arasıra da Kur’an’ın dışına çıkan ufak tefek şeyleri. Emin yolda
yürümek istersen, yılan zehiriyle Tiryak’ı biribirinden ayırt etmeği
bilmelisin. Her şeyden önce de asil hareketlerden duyulan zevke kendini ferah
bir gönülle vermelisin; ancak sonu gelmez ıstıraba karşı temkinli davranıp
kendini korumalısın. Doğru hareket etmek için en iyisi budur. işte biçare
Ebusuud, bunları yazdı. Allah, onun günahlarını affetsin!”
“
Hafis’ Dichterzüge, sie bezeichnen
Ausgemachte
Wahrheit unauslöschlich
Aber
hie und da Kleinigkeiten
Ausserhalb
der Grenze des Gesetzes.
Willst
du sicher gehn, so musst du wissen *
Schlangengift
und Theriak zu sondern.
Doch
der reinen Wollust edler Handlung
Sich
mit drohem Mut zu überlassen
Und
vor solcher, der nur ew'ge Pein folgt,
Mit
besonnenem Sinn sich zu verwahren,
Ist
gewiss das Beste, um nicht zu fehlen.
Dieses
schrieb der arme Ebusuud.
Gott
verzeih’ ihm seine Sünden alle.’
Goethe,
Müftiye “Der Deutsche dankt” (Alman teşekkür ediyor) başlıklı dördüncü şiiriyle
cevap verir. Onun ikazlarını bir tarafa bırakır ve sevinçle ona HÂFIZ’a
tehlikeli görüneni, Kur'an’ın dışına çıkan şeyleri ele alır :
“Aziz
Ebusuud, çok isabetli konuştun, der. Şairin, senin gibi Azizlere ihtiyacı var;
ama işte kanunun sınırlarını aşan küçük şeyler, ona verasetle geçen şeylerdir.
Şair, bunların içinde üzüntülü zamanlarında bile cesaret bulur, neşe duyar.
Yılan zehirini de, Tiryakı da tatmalı o. ilki onu öldürmediği gibi, İkincisi de
ona şifa vermez. Hakiki hayat, hareketten doğan, ebedî suçsuzluktur. Bu da
başkalarına değil, ancak kendine zarar verir .
‘‘Heiliger
Ebusuud, hasVs getroffen!
Solche
Heil'ge wünschet sich der Dichter;
Denn
gerade jene Kleinigkeiten
Ausserhalb
der Grenze des Gesetzes
Sind
das Erbteil, wo er übermütig,
Selbst
im Kummer lustig, sich beweget.
Schlangengift
und Theriak muss
Ihm
das eine wie das andre scheinen.
Töten
wird nichts jenes, dies nicht heilen :
Denn
das wahre Leben ist des Handelns
Ew’ge
Unschuld, die sich so erweiset,
Dass
sie niemand schadet als sich selber
Tabiat,
gerçi acıyı biliyor, ama suç tanımıyor. Hayat, hiç sormadan, kendi
insiyaklarından kuvvet alarak hareket ediyor. Bunun için işte suç ve suçsuzluk
burada biribirine bağlanıyor. Hayat ya alınyazısı oluyor, acı ve kederle de
neşelenebiliyor. Burada kanun hükümsüz
kılınıyor ve düzeni aşan küçük şeyler, hayatın en iyi mirası oluyor. Ama bu
bile tabii bir immoralizme, iyi ve kötülüğün öteki dünyasına müsamaha
ediliyormuş gibi gözüküyor; panzehir ile, zehirin kuvveti de böylece azaltılmış
oluyor. Her ikisi de lâzımdır. Hepsi bir oyun gibidir. Belki de hattâ sadece
bir önoyundur bu; çünkü cennetin kapıları şaire açılır. O, orada, Faust gibi
aff görür : “Bunun için işte ihtiyar şair, Hurilerin kendisini çenette
gençleşmiş bir delikanlı olarak karşılayacağını bekliyebilir”.
“Und
so kann der alte Dichter hoffen,
Dass
die Huris ihn im Paradiese
Als
verklärten Jüngling wohl empfangen.
Heiliger
Ebusuud, hast's getroffen!”
’İnsanı
bir tarafa bırakarak, Allah’ı, arşıâlâdan aşağıya baktırarak, her şeyi anlayan
ve her şeyi takdis eden bir dünya ve hayat görüşüdür bu. GOETHE’nijn bu gibi
görüşlere karşı gençliğinden beri temayülü vardı. Ona itiraz etmediler değil,
hatta en yakın dostu: Sulpiz Boisseree, GOETHE’nin bu görüşüne şiddetle hücum
etti: Gerçi tabiatta bir iyi ve kötü yoktur, ama insanları insan yapan '
şeyler, ahlâk değerleri de altüst edilirse, o zaman insan, kendi içinde yıkılır
dedi, Beşinci şiirin adı gene “Fetva” dır. Burada da gene, biz insanlar için
hâl edilemiyecek tezadın büyük mesuliyetini Allah’a bırakır. Bu tezat,
çözülemiyecektir; çünkü insan, ayni zamanda, hem tabiatın içinde, hem de
dışındadır. Goethe, arkadaşı olan KNEBEL’in, kendisine anlattığına göre, başka
bir fetva daha biliyordu.
1693
sıralarında bir Şeyh İslâm, Nîyazi-i Mısrî’nin, şiirlerinin Kur'an'a aykırı
olup olmadığı hakkında hüküm vermek zorunda imiş. Müfti, cevap vermiş: Bu
şiirlerin mânasını, şairin kendisinden ve ALLAH’dan başka kimse bilmez. Misrî
gibi inananlar, cayır cayır yanmalı, ama Mısrî’nin kendisi yakılmamalı, demiş.
Misrî yakılmamalı, çünkü İlâhi hayranlığa dalmasını bilenler hakkında fetva
verilmez Bu
hüküm, GOETHE’nin düşüncelerine uyuyordu : Kanuna göre hareket etmesi gereken
normal bir insanı yaratıcı insanı birbirinden ayırıyordu o. Goethe de böyle bir
insana müstesna bir durum bağışlar :
“Müfti
Mısrî’nin şiirlerini okudu ve hepsini tehlikeli bularak arka arkaya alevlerin
içine fırlattı. Bu güzel yazılmış kitap, yanıp kül oldu. Yüksek Müfti, böyle
Misrî gibi konuşan, onun gibi inanan herkes yakılsın, dedi. Yalnız Mısrî,
bundan istisna edilsin; çünkü Allah, her şaire bir kabiliyet vermiştir, onu
kötüye kullanan, günah işlerse Allah’a vereceği hesabı kendisi düşünsün.” :
“Der
Mufti las Misri Gedichte,
Eins
nach dem ändern, alle zusammen,
Und
wohlbedächtig warf sie in die Flammen :
Das
Schöngeschriebne Buch, ej zunichte.
Verbrannt
sei jeder, sprach der hohe Richter,
W'Vr
spricht und glaubt wie Misri - er
.SW
ausgenommen von des Feuers Pein :
Denn
gab die Gabe jedem Dichter.
Missbraucht
er sie im Wandel seiner Sünden,
So
seh’ er zu, Gott sich abzufinden
Bu
güzel ve hakimce söylenmiş son sözle, HÂFIZ şiirlerinin ilk yarısında ortaya
atılan dâva, halledilmiş, şaire, hakkı verilmiş oluyor. Ona hiç kimse kızmasın,
kimse onu mahkûm etmesin, şiirlerine olduğu gibi inancına da kimse sövmesin. O,
yalnız Allah’ın karşısında, mesul durumdadır. Onu sorguya ancak Allah
çekebilir; çünkü şairlik Hak vergisidir. Böylece, divan’a, hangi görüşle
bakılması gerektiği üzerinde bir esasa varılmış oluyor : Şair, başını bu
dünyadan çevirmeden, ölmez olana bakacak, ancak kendi değerinde bulmadığı
şeylere başını çevirecektir.
Gene
beş şiirden ibaret bir gruptan müteşekkil kitabın ikinci yarısında, HÂFIZ’ın
eseri ve istekleriyle boy Ölçen Goethe, şiir münakaşasında HÂFIZ’ın şiirini,
muhteva ve şekil bakımından nasıl kavradığını gösterir.
“Unbegrenzt"
(Sınırlanmamış). Bu başlık altında, Goethe HÂFIZ’ın kullandığı şiir nevini
anlatır : Batı şiirinde duygu vardır. Bunda biribirine bağlı bir çok duygular
terennüm edilir. Burada, belli bir olayın yahut da muhtevaya uygun bir
hikâyenin akışını kafiye temin ederse, o zaman şekil, muhtevayı zorluyor demek
olur. Ama Doğu’da, sanat olarak, şairin kafiyeli bir sözle tablolar, fikirler vermesi
ve bunları tedayile arka arkaya sıralaması, içiçe örmesi, kafiyeli bir sözle
gene yeni bir düşünceye geçmesi, sanat telakki edilmektedir. Mısralar, bu
yüzden çok renkli, ve sanki biribirinin üzerinden yankılar yaparak atlıyor
tesirini veriyor. Doğu şiirinde, bir Lied’in iç şekli, içten gelişmiş yapısı
eksiktir. Ama burada terennüm edilen dünya, dar bir dünya olduğundan, ancak
Allah sena edilir, şarap övülür ve aşk’ın terennümü yapılır. Tek bir şiirde
kaybolan birlik, bütün eserde gene temin edilmiş oluyor :
“Bir
türlü bitirememen seni yüce kılıyor. Hiç başlamaman da alınyazın oluyor. Şiirin
senin dönüyor yıldızlı göğün kubbesi gibi. Başı sonu olmuyor, hep aynı yerdesin
gibi. Ortasının getirdiği şey de görüldüğü üzere, son olup gene başa geçen şey
oluyor.
Sevinçlerin
hakiki şiir kaynağısın sen. Dalgalar, biribiri ardınca durmadan üzerine akıyor.
Yürekten kopan şarkılar da sevimli çağlıyor...”
“Dass
du nicht enden kannst, das macht dich gross,
Und
dass du nie beginnst, das ist dein Los.
Dein
Lied ist drehend wie das Sterngewölbe,
Anfang
und Ende immerfort dasselbe,
Und
was die Mitte bringt, offenbar
Das,
was Ende bleibt und anfangs war.
Du
bist der Freuden echte Dichter quelle.
Und
ungezählt entfliesst dir Well’ auf Welle.
Ein
Brustgesang, der lieblich fliesst...”
Goethe,
gene kendisini HÂFIZ’a benzetir :
“İsterse bütün dünya batsın! HÂFIZ,
seninle, seninle ancak çıkmak isterim yarışa ben!... Biz ikizler, zevkle
ıstırabı paylaşalım. Senin gibi sevmek, senin gibi içmek gururum olsun, hayatım
olsun, benim....”, :
“Und
mag die ganze Welt versinken
Hafis
mit dir, mit dir allein
Will
ich wetteifern! Lust und Pein
Sei
uns, den Zwillingen, gemein!
Wie
du zu lieben und zu trinken
Das
soll mein Stolz, mein Leben sein.
Ve
devamla : '
“Şimdi
çınla ey şarkı, kendi ateşinle! Çünkü daha eskisin, daha yenisin sen!...”
“Nun
töne, Lied, mit eignem Feuer!
Denn
du bist älter, fort neuer”
Bu
şarkı GOETHE’ye bir Doğu şarkısı olduğu için eski gelir, ama gene bu şarkı ona
bir Batı şarkısı, kendi ateşi olduğu için yeni gelir. ,
Biliyoruz:
HÂFIZ’ın şiirleri gazel tarzındadır. Arapçada iplik mânasına gelir, dilimize de
dizi kelimesiyle çevrilebilir. Satırlar, arka arkaya diziler halinde, hiç
kırılmadan biribirini taakib eder. Bu şekil 5 ilâ 15 beyitten ibarettir ve
kafiyelidir. Kafiyeler, ilk iki mısra ile ondan sonraki beyitlerin çift sayılı
mısralarını biribirine bağlar. Bu da ancak sesli harfleri zengin, bükümlü
dillerde mümkün olur. Çok defa da kelimelerin sonlarına getirilen çekim ekleri,
biribirleriyle kafiyelenir. Böylece, kelimelerin ağırlık noktası kafiyede olan
bir şiiri yontulmuş son eklerle Almanca’da taklid etmek çok güçtür. Böyle
olduğu halde Goethe, HÂFIZ’ın bu tarafını da "taklide çalışmış, onun gibi
gazeller yazmıştır :
“
Nachbildung ” (Taklit) adını taşıyan şiirinin eski adı “ Kunstreime ” (
Kafiyeli şiir) idi :
“Senin
kafiyelerinde kendimi bulmak istiyorum ben, tekrarlamağı da hoş karşılayacağım.
Önce fikri, sonra kelimeleri bulacağım. Aynı sesi bir ikinci defa
kullanmıyacağım; kullandığım zaman da, müstesna bir mânası olacak onun... Tıpkı
senin gibi yapacağım, ey herkesin takdirini kazanmış olan şair!...” :
“ln
deine Reimart hoff’ ich mich zu finden,
Das
Wiederholen soll mir auch gefallen,
Erst
werd' ich Sinn, sodann auch Worte finden;
Zum
zweitenmal soll mir kein Klang erschallen,
Er
müsste denn besondern Sinn begründen,
Wie
du's vermagst, Begünstigter vor allen!”
HÂFIZ,
ârifane gazelleriyle herkesin takdirini kazanmış, gazellerindeki kudretle
herkese kendini sevdirmişti. Kafiyleri sağlamdı. Tekerrür yapmıyor, az sözle
çok şey söylüyor; açık konuşuyor, kelimeleri yerinde ve güzel kullanıyordu.
Hepsini bir kuyumcu titizliğiyle işlemiş, sade bir görünüş içinde onlara özlü
haller vermişti. Goethe, HÂFIZ’a bunun için hayrandı, ve bunun için onu
tutuştrucu bir kıvılcıma benzetmişti. Ama yalnız hayranlık, muvaffakiyet temin
etmez. Son Kıt’a artık taklit etmeği mânâsız bulur, ve kendisini yeni bir şekil
aramağa doğru götürür. Bu yeni şekil, gerçi bu Doğu şekline dayanacak, ama
kendi yapısını feda etmeyecektir :
Ölçülü
ritim, şüphesiz çekicidir, kabiliyet, ritmin içinde kendini gösterir. İçinde
can, ruh olmıyan maskeler ise insanı ne kadar da çabuk tiksindirir. Ölü şekle
Son verip yeni bir şekil düşünmediyse eğer, kafa bile tatmin olmaz.
“Zugemessne
Rhythmen reizen freilich,
Das
Talent erfreut sich wohl darin;
Doch
wie schnelle widern sie abscheulich,
Hohle
Masken ohne Blut und Sinn;
Selbst
der Geist erscheint sich nicht erfreulich,
Wenn
er nicht, auf neue Form bedacht,
Jener
toten Form ein Ende macht
Son
üç şiir, gene HÂFIZ’ın lirizminin muhteva dâvasını ele alır. Goethe, HÂFIZ’ın
bu şiirlerinin başına gelenleri biliyordu : HÂFIZ’ı korumak için, devrinin
büyükleri, onun maddî zevklere karşı duyduğu ihtiraslara, mânevi bir değer
vermek istemişlerdi. Alman münekkitlerinden Konrad Burdach bile, HÂFIZ,
kadehiyle, edebiyatın şarabını kastetmiştir, der; kendisini şaraba vermesini
de, benliğinden kurtulmak istemesindendir, diye tefsir eder . Onun aşkı da temiz bir aşk, vecdin plastik
tasviridir. SÛFÎ’nin ruhu, Allah aşkı için yanar. Sûfî, müslüman mistikleri
için söylenen bir kelimedir. Üzerine, koyunyününden yapılmış beyaz bir aba
aldıkları için saf kelimesinin mânasına izafeten on1 ara bu isim verilmiş.
O
zamanlar şarap ve sarhoşluk kelimelerinin dinî anlamda allegorik tefsiri şu idi
: Araplar, Ön ve Orta Asya’yı zaptettikten sonra, oradaki Hıristiyan
mistisizmini de İslamiyete geçirmişler. Böylece meselâ, Ninive Peskoposu İsaak
660 sıralarında, Irak’da Hıristiyan mistiklerinin öncüsü, vecd durumunu şöyle
tasvir etmiştir.
“...
Sonra onun içinde tatlı bir Allah duygusu uyandı; kalbinde yanan, bedeninde,
ruhunda her türlü tesiri yakan bir Allah aşkı alevlendi. Durup durup şarap
içmiş gibi sarhoş oldu o; dizlerinin bağı çözüldü, kafası durdu, kalbi ALLAH’la
doldu. Böylece o, sanki şarap içmiş gibi sarhoş oldu; hem o derece sarhoş oldu
ki, içini dolduran bu duygu kuvvetlenince, iç bakışları da kuvvetlendi. O, bu
duruma gelince, ruhunu bir beden sardığını, bu dünyada, yaşadığını unuttu. İşte
insanda, mânevi görüşün, intelektler vahi’sinin başlangıcıdır bu.” .
Sûfiler,
en parlak devirlerini, XIII. yüzyılda yaşadılar. Almanya’da, en büyük mistik
ECKEHART’ın vaızettiği, Doğu ve Batı mistiğini bağrında taşıyan bir yüzyıldı
bu. Her ikisine de neoplatonizm hakimdi; Hakiki varlık, Allah’dadır; yeryüzünde
varlık ise bir şey ifade etmez. Goethe, yaratıcılığın değerini bu derece
tabiattan kaçan bir görüşe şiddetle karşı koydu. O, bu görüşte, aynı zamanda
yaratıcı Allah’a karşı saygıda da bir eksiklik gördü; çünkü yeryüzünde varlık,
Allah vergisidir, bunu saymamak Allah’ı saymaktı. HÂFIZ için yeryüzünde varlık
bir nimettir. Onun, bu nimete müdrik olması, Allah’a karşı duyduğu tam bir
saygıdan ileri gelmektedir. Goethe işte bunun için HÂFIZ’i anlar. “Offenbar
Geheimnis” (Açık Sır) adlı şiirinde :
" “Sana Aziz HÂFIZ, mistik dilin ta
kendisi dediler. Dil bilginleri de, sözünün değerini anlamadılar.
“Sen, onlara göre mistiksin; çünkü sende
çılgınlık eseri gördüler. Kendi esrarlı şaraplarını da senin adınla sundular.
“Ama sen mistik bakımından tertemizsin;
çünkü onlar seni anlamadılar. Sen sofu olmadan dindar oldun. Sana işte bunu
bağışlamadılar”:
“Sie
haben dich, heiliger Hafis,
Die
mystische ZunSe genannt,
Und
haben; die Wortgelehrten,
Den
Wert des Wortes nicht erkannt.
Mystische
heissest du ihnen,
Weil
sie Närrisches bei dir denken
Und
ihren unlauten Wein
In
deinem Namen verschenken.
Du
aber bist mystisch rein,
Weil
sie dich verstehn,
Der
du, ohne fromm zu sein, selig bistl
Das
wollen sie dir nicht zugestehn
“Ohne
fromm zu sein” (Sofu olmadan) “selig sein” (dindar olmak) : Bu hüküm, GOETHE’ye
gençliğinden beri yabancı değildir. Bu ruh hali, onun bütün hayatına ve
eseflerine karışmıştır. Daha gençliğinde, Frankfurt’da iken, din duygularını
her şeyden önce pietist ARNOLD’un Unpartheyische Kirchenund Ketzerhistorie”
(Kilise ve putperestlerin tarafsız tarihi) beslemiştir (1699). Bu adam,
tarikatların, putperestlerin üzerlerinden kötü damgasını kaldırmağa cesaret
etmiş ve böyle aykırı yollarda yürüyenlerde bile Allah duygusunun derin
olduğunu ispat etmiştir. Goethe de otobiografisinde, gençliğini anlatırken,
Allah’a kendi tarazında yaklaşmak için hürriyetini ele aldığını itiraf
eder . Bütün dinî şiirleri gibi “Divan” da onun bu ruh halinden doğmuştur.
Dil
bilginleri ile tartışma, mistik kelimesi üzerindedir. Vecd içinde bir
hayranlık, Goethe için yabancı bir dünya idi. Bu sebepten Allah’ı, ancak
yaşayan, canlı varlıkların içinde, tabiatta : çalıda, havada, suda görmek
mümkündür : Pantheist bir görüştü bu. Goethe, HÂFIZ’da da böyle bir Allah
duygusunu keşfetmişti. HÂFIZ, rubab’ı, çeng’i dinlerken bile dinlediği sesler,
onu metafizik ufuklara götürmüş. Sesler ona sanatkârı, sanatkâr da Allah’i
hatırlatırmış. Bunun için işte HÂFIZ, GOETHE’ye mistik bakımdan tertemiz gelir.
Ama şimdi de onun HÂFIZ’i anlayışı değişmiş olmuyor mu?
Goethe,
bir zamanlar HÂFIZ için, bir başka VoLtaire demişti . “Divan”ına yazdığı notlarında da onu,
Horatius ile kıyaslamıştı . “HÂFIZ-nâme” sinin ilk şiirinde ise HÂFIZ, Kur’an’ı
hıfzeden, kötü günlerde, kötülüğü dindarlığıyla yok eden adamdı. Şimdi de sofu
olmadan dindar olduğu için onu övüyor. Gerçekten de HÂFIZ, o dar görüşlü
sofulardan değildi : “Ey gönül, sana kurtuluş yolunu göstermek için iyi
rehberlik edeyim : Fasıklıkla övünme, sofuluk satma!” ,
Bunun
için de sofu kelimesinin burada, doğmatik vecd mânasından çok daha başka, çok
daha dar bir mânası olması gerekir. Nitekim bundan sonra GOETHE’nin aslında “ Widerruf” (Tekzip) başlığını
taşıyan “Wink” (işaret) adlı şiiri de, HÂFIZ’ıh mistik olmadığını söyler. Onun,
yani HÂFIZ’ın göründüğü ve söylediği gibi anlaşılması tezini de “Das Wort ist
ein Faecher” (Söz bir yelpazedir) remzi ile geri alır : “Böyle olmakla beraber,
diyor Goethe, tenkidettiğim bilginlerin hakları var; çünkü sözün sadece bir
mânası olmuyor. Bu, kendiliğinden anlaşılmalıydı. Söz bir yelpazedir!
Aralıklarından bir çift güzel göz görünür. Yelpaze sadece sevimli bir çiçektir;
gerçi kızın yüzünü kapatır, ama kendisini benden saklamaz. Kızın en güzel
tarafı, gözleridir ve bu gözler, gözlerimin içinde yankısını bulur.”:
“Und
doch haben sie recht, die ich schelte :
Denn,
dass ein Wort nicht einfach gelte,
Das
müsste sich wohl von selbst verstehn.
Das
Wort ist ein Fächer! Zwischen den Stäben
Blicken
ein Paar schöne Augen hervor.
Der
Fächer ist nur ein lieblicher Flor.
Er
verdeckt mir zwar das Gesicht,
Aber
das Mädchen verbirgt er nicht,
Weil
das Schönste was sie besitzt,
Das
Auge, mir ins Auge blitzt
HÂFIZ’ın
mistisizmi hakkında da şöyle denmiştir :
“Ama,
bizi o şiirlerden uzaklaştıran din değildir.' Allah’ın birliğine, isteklerine
boyun eğmek bizim dinimizde de vardır. Allah’ın isteklerini insanoğluna bir
Peygamber vasıtasıyla bildirmesi, Hıristiyanlıkta da vardır. Hepsi az çok bizim
din tasavvurumuza uyuyor. Mukaddes kitaplarımızın kıssaları onun kitabına temel
teşkil ediyor. İşte bu sebepten onun mistisizmi de derin ve esaslı bir
ciddiyetle bize hitabediyor.”
GOETHE’nin
“Hâfız-nâme” sinin sonuncu şiiri tam ondört kıt’adır. Başlık HÂFIZ’a hitaptır :
“An Hafıs”. Bunda onun Lirizminin, bir muhtevadan ötekine nasıl atladığı
belirtilir; aşk özleyişleri, tehlikeleri, aşktan duyulan zevkler, şarap,
dostluk, bilgelik, şehzadelerin lütufkârlıkları, cömertlikleri terennüm edilir.
Arada bütün sınırlar kalkar. Onun şiirlerinde, bir tabloyu içimize almak üzere
iken, şair, derhal ötekine geçer. Şiire hattâ daha da kıtalar eklenebilir veya
ondan çıkartılabilir. Ona şaraptan duyulan sevinçle başlanabilir, sonra tekrar
bilgeliği övmeğe dönülebilir. Nihayet aşk, şiirin zirvesine çıkartılabilir.
Buna rağmen şiir, aslından bir şey kaybetmez. HÂFIZ’ın şiirinin en
karakteristik tarafı işte budur. GOETHE’nin yukarıda “Unbegrenzt”
(Sınırlanmamış) adlı şiirinde söylediğini burada gene tekrarlıyabiliriz :
“Senin
şiirin yıldızlı göğün dönen kubbesi gibidir. Başı -sonu hep birdir. Ortasının getirdiği
şey de, sonunda kalan ve başlangıç olan şeydir.” :
“Dein
Lied ist drehend wie das Sterngewölbe,
Anfang
und Ende immerfort dasselbe,
Und
was die Mitte bringt ist offenbar
Das
was zu Ende bleibt und Anfangs war."
Böylece
HÂFIZ, yalnız bu dünyanın güzel ve maddî zevklerini terennüm eden bir şair
değil, sadece öbür dünyaya hazırlanan mistik ruhun şairi de değildir. O, aynı
zamanda her ikisidir ve her ikisi de değildir: O, bu ikisinin üstünde, iç
hürriyetini kazanmış, şahsiyetini bulmuş bir şairdir. Goethe, HÂFIZ’ı işte
böyle anlamıştır
Kaynak: Prof. Dr. MELÂHAT ÖZGÜ, GOETHE
VE HAFIZ, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 1952, IV. sayıdan
ayrıbasım- (Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi), TÜRK TARİH KURUMU BASIMEVİ,
1952-ANKARA
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar