"HER ŞEYLERİ TERS"
Yaklaşık
iki bin beş yüz yıl önce Mısır'ı gezen Herodotos,
başka yerlerde gözlemleme imkânı bulduğu alışkanlıkların tam tersine
rastlayınca şaşkınlığa düşecek ve Mısırlıların her hususta diğer halkların
tersi davranışlar gösterdiğini yazacaktı. Kadınlar ticaretle uğraşırken erkekler evde kalıp halı veya
kumaş dokuyorlar; ama dokumada da, atkı atmaya başka ülkelerdeki gibi yukarıdan
değil aşağıdan başlanıyor. Kadınlar küçük hacetlerini ayakta, erkeklerse
çömelerek yapıyorlar. Listeye devam etmiyorum.
Bize daha yakın bir
zamanda, 19. yüzyılın sonunda, Tokyo Üniversitesi’nde uzun süre profesörlük
yapmış olan bir İngiliz, Basil Hail Chamberlain, sözlük biçimli Things
Japonese (Japon İşi) adlı
kitabındaki bir maddeye Topsy-Turvidom, yani "Tersine Dünya" başlığını koymuştur;
nedenini şöyle izah ediyor: "Japonlar birçok şeyi Avrupalıların doğal ve münasip
bulduklarının tam tersi şekilde yapıyorlar; benim davranışlarım da Japonlara
aykırı geliyor." Bunun peşinden, yirmi dört asır önce, kendi yurttaşlarına
egzotik görünen bir başka ülke hakkında Herodotos'tan zikrettiklerimize benzer
bir dizi örnek gelmektedir.
Kuşkusuz Chamberlain'in
verdiği örnekler aynı derecede ikna edici değildir. Japon yazısı dünyada
sağdan sola yazılan tek yazı değildir. Bir mektubun adresini yazarken
önce şehir isminin, sonra sokağın ve kapı numarasının, en son olarak gönderildiği
kişinin isminin yazılması da Japonya'ya özgü değildir. Avrupai
tarzdaki kadın elbiselerine süsleme yerleştirme zorluklarıyla şaşkına dönen
Meiji dönemi terzilerinin, ille de ulusal bir karakteri yansıttığı söylenemez.
Buna karşılık, aynı terzilerin ipliği iğnenin deliğinden geçirmek yerine,
iğnenin deliğini sabit tutulan ipliğe doğru götürmeleri; aynı şekilde, dikiş
dikerken de, bizim yaptığımız gibi iğneyi kumaşa batırmak yerine, kumaşı iğneye
bastırmaları çok şaşırtıcıdır. Keza eski Japonya'da ata sağdan binilir ve
hayvan ahıra gerisingeri sokulurdu.
Yabancı ziyaretçiler,
Japon marangozun testereyi bizim gibi iterek değil de kendine doğru çekerek
tahta biçtiğini daima şaşkınlıkla kaydeder; "iki saplı bıçak" da denen planyayı yine
aynı şekilde kullanmaktadır. Japonya'da çömlekçi, aletini sol ayağıyla iterek
saat yönünde döndürür; Avrupalı ya da Çinli çömlekçi ise aleti sağ ayağıyla
iterek çalıştırır, bunun sonucunda da ters yönde döndürür.
Zira bu alışkanlıklar
Japonya'yı sadece Avrupa'ya zıt kılmaz: Sınır çizgisi Japon adaları ile Asya
kıtası arasından geçer. Japonya, kültürünün birçok başka unsuruyla birlikte,
her yerde kullanılan, itince kesen testereyi de Çin'den almıştır; ama 14.
yüzyıldan itibaren, bu modelin yerine yerel olarak icat edilen bir başka model
geçmiştir: Çekince kesen testere. Aynı şekilde, 16. yüzyılda Çin'den gelmiş
olan itmeli planya, yüz yıl sonra yerini çekmeli modellere bırakmıştır. Bu
yeniliklerdeki ortak özelliği nasıl açıklamalı?
Tek tek vakalar ele
alınarak sorun çözülmeye çalışılabilir belki. Japonya demir filizi bakımından
yoksuldur ve çekmeli testere diğer testereye nazaran daha ince metal
kullanımına müsaittir: Demek ki tasarruf nedeniyledir. Ama bu gerekçe planya
için de geçerli midir? Ve yine aynı ilkeden kaynaklanan, iğneye iplik geçirme
ve dikiş dikme konusundaki farklara nasıl uygulanabilir? Her seferinde özel
bir açıklama bulmak için derin hayallere dalmak gerekir; işin içinden bu
şekilde çıkılamaz.
O zaman insanın aklına
genel bir açıklama gelir. Japonların çalışma hareketlerini kendilerine doğru,
dışarı değil içeri doğru icra etmeleri, mobilyayı asgariye indirme olanağı
veren çömelme, dizini kırıp oturma, bağdaş kurma gibi duruşları yeğlemelerinden
ötürü değil midir? Atölyede mobilya bulunmadığında, zanaatkâr sadece
kendisinden destek alabilir. Bu açıklama o kadar basit görünür ki, sadece
Japonya için değil, dünyada benzer gözlemlerin yapıldığı başka bölgeler için de
kullanılır.
19. yüzyılın ortasında,
uzaklardaki ilkel yalınlığa kavuşmak için —ileride Gauguin'in yapacağı gibi—
bir gün ailesini terk etme kararı alan Bostonlu müreffeh tüccar J. G. Swann,
ABD'nin kuzeybatısında daha o zamanda öz kültürlerini yitirmekte olan
yerlilerin, bir şey keserken, "bizim [yazı için] kaz tüyü yontarken
yaptığımız gibi", bıçağı sadece kendilerine doğru çekerek kullandıklarını
ve her fırsatta toprağa çömelerek çalıştıklarını not düşüyordu. Çalışma
esnasındaki duruş ile aletin kullanılış şeklinin birbirine bağlı olduğuna kimse
karşı çıkmaz herhalde. Birinin diğerini açıklayıp açıklamadığı (ayrıca
açıklıyorsa, hangisinin hangisini açıkladığı) ya da aynı olgunun bu iki
veçhesinin aramaya değer bir kökeni olup olmadığı ise meçhul.
Yolculuklara çok meraklı
bir Japon hanım arkadaşım, bir gün bana, gittikleri her şehirde kocasının
gömleğinin yakasına bakarak oradaki hava kirliliği hakkında hüküm verebildiğini
söylemişti. Bana öyle geliyor ki hiçbir Batılı kadın bu şekilde akıl yürütmez:
Bizim kadınlarımız daha ziyade kocalarının boynunun temiz olmadığını
düşünürler. Dışarıdan gelen bir etkiyi içsel bir nedene bağlarlar: Akıl yürütmeleri içeriden dışarıya doğru
ilerler. Japon hanım arkadaşım ise dışarıdan içeriye doğru akıl yürütüyordu;
Japon uygulamasında bir dikişçinin iğneye iplik geçirmesi, marangozun tahta
biçmesi ya da düzleştirmesindeki hareketin aynısını düşüncede
gerçekleştiriyordu.
Dikkatimizi yöneltmemiz
gerektiğini söylediğim küçük olgulardaki ortak nedenleri, bundan daha iyi
aydınlatacak bir örnek yok. Batı düşüncesi merkezkaçsa Japonya'daki düşünce
merkezcildir. Kızartma yaparken bizim gibi "daldırmak" demeyip,
kızartma yağının dışına "çıkarmak", "kaldırmak",
"çekmek" (ageru) diyen aşçının dilinden
de anlaşılmaktadır bu zaten; daha genel olarak da, Japon dilinin genelden özele
art arda belirlemelerle giderek cümleler oluşturan ve özneye en sonda yer
veren sözdiziminden anlaşılmaktadır. Bir Japon evinden çıktığında çoğu zaman
şöyle bir şey söyler: İtte mairimasu, "gidip geliyorum";
bu deyişte ikimasu fiilinin zarf-fiili itte, çıkış olgusunu esasen dönüş niyetinin
vurgulandığı bir duruma indirger. Eski Japon edebiyatında yolculuğun acılı bir
tecrübe gibi; hep dönülmek istenen o "iç"ten, uçi'den koparılma gibi
göründüğü bir gerçektir.
Batılı filozoflar, özne
mefhumu bakımından farklı bir tavrı olduğu için Uzakdoğu düşüncesi ile kendi
düşünceleri arasında karşıtlık kurarlar. Batı için temel bir apaçıklık olan benliği, bunun yanılsamalı olduğunu göstermeye önem
veren Hinduizm, Taoculuk ve Budizm yadsır. Onlar için her varlık, kaçınılmaz
biçimde çözülüp dağılmaya yazgılıdır; basit bir görünüş olan "benlik"
kalıcı unsurdan yoksun, biyolojik ve ruhsal olguların eğreti bir
düzenlemesinden ibarettir.
Fakat daima özgün olan
Japon düşüncesi, bizim felsefemiz kadar diğer Uzakdoğu felsefelerinden de
ayrılır. Uzakdoğu felsefelerinden farklı olarak, özneyi ortadan kaldırmaz.
Bizim felsefemizden farkı ise şudur: Özneyi her tür felsefi düşünüşün, düşünce yoluyla dünyayı her
tür yeniden inşa girişiminin mecburi çıkış noktası haline getirmeyi reddeder.
Japonca gibi kişi zamiri kullanmaktan tiksinen bir dile, Descartes'ın
"Düşünüyorum, öyleyse varım"ı kesinlikle tercüme edilemez...
Japon düşüncesi özneyi
bizim gibi bir neden haline getirmek yerine, onu daha ziyade bir sonuç olarak
görür. Batı'daki özne düşüncesi merkezkaçtır; merkezcil olan Japon düşüncesi
ise özneyi yolun sonuna koyar. Zihinsel tavırlar arasındaki bu farklılık,
alet kullanımındaki zıt biçimlerde kendini gösteren farklılığın aynısıdır:
Zanaatkârın daima kendine doğru ifa ettiği hareketler gibi, Japon toplumu da
benlik bilincini bir varış noktası haline getirir. Gitgide daralan toplumsal ve
mesleki grupların iç içe geçmesinin sonucudur. Batılı bireyin özerklik önyargısına,
Japonya uçi kelimesiyle ifade
edilen, bireyin sürekli olarak kendini ait olduğu grup ya da gruplara göre
tanımlama ihtiyacıyla karşılık verir; uçi "ev" anlamına geldiği gibi, evde de
en iç oda anlamına gelir.
Kendisine yönelinen ve
özlenen o merkezi, Japon düşüncesinin benliğe verdiği ikincil ve türemiş
gerçeklik sunamaz. Bu şekilde tasarlanmış bir toplumsal ve manevi sistemin
bağrında, Çin'deki atalara örgütlü tapınma ya da ana-baba sevgisinin temin
edebildiği gibi mutlak bir düzen yoktur. Japonya'da yaşlılar tüm otoritelerini yitirir, aile reisliği
bittiği andan itibaren de dikkate alınmazlar. Bu alanda da göreli olan mutlak
olana baskın çıkar: Ailenin ve toplumun merkezi sürekli yeni baştan belirlenir. Teoriye (tatemae) güvensizlik ve pratiğe (honne) tanınan öncelik de bu derin eğilime
bağlanabilir.
Fakat Japon yaşantısına
görelilik ve süreksizlik anlayışı hâkimse, muayyen bir mutlağın bireysel
bilinç çevresinde kendine bir yer bulması, böylelikle de bu bilince kendi
içinde noksan olan temel bir çatıyı vermesi icap etmez mi?
İmparatorluk erkinin
tanrısal kökeniyle ilgili dogma, ırksal arılık inancı, Japon kültürünün diğer
ulusların kültürleri açısından özgüllüğünün vurgulanması... — bütün bunların
modern Japonya tarihinde oynadığı rol de belki buradan gelmektedir. Her sistem,
yaşayabilmek için, kendini oluşturan unsurların içinde ya da dışında muayyen
bir katılığa ihtiyaç duyar. Japonya, 19 ve 20.
yüzyıllarda maruz kaldığı badireleri atlatabilmesini ve günümüzde kaydettiği
başarıların anahtarını bireysel bilinçlerde korunmuş esneklikte bulabilmesini,
biraz da bu dışsal katılığa borçlu değil midir?
Hani bireyle çevresi
arasındaki ilişkiyi kendi tasavvurlarının tam tersine çevirdiği için
Batılıları bu kadar rahatsız eden şu katılığa?
[sh:35-40]
Kaynak:
Claude
Levi-STRAUSS, Hepimiz Yamyamız, Fransızca Basımı: Nous sommes tous des
cannibales âditions du Seuil, trc: Haldun BAYRI, Metis Yayınları, 2014,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar