HIRSIZLARIN ELLERİ KESİLMELİ
"O'nun ardından"
Gösterdiler, ruhunu;
" Ey Melek,
seni de anlamadılar, değil mi" dedim.
-Onlar yüksek kelimelerini yere indirdiler, fakat beni
ezdiler. Derdimin üstüne kül değil ateşler attılar. Bense serkeş atlar gibi,
onlarsa çivili sopalarıyla, dürttüler.
Suçlu olmam, onlarla, olmamak mı?
"Beş sayfalık şiir yazmıştım. Silgi attılar."
"Nedir dediğimde, açılmayan anlaşılmayan cevaplar,
hoyrat nefislerine yenik düşmem, mutlu olmaları, şaraplarına meze yapılmak
mıydı?"
"Doyulmaz sevgim var, ancak düşman gibi beni yerlere
serdiler."
"Huzur vermeyen sözcükleri dizmek mi maharettir?"
"Yıkıldığım yer, üstüne yıkılan değerlerimi, bana
vermediler."
"Yalnızlık benim, üzülmem."
"Şimdi gidiyorum, sizde geleceksiniz"
"Gitme, dememeleri yok mu, vefasız oluşları"
"Öldü derlerse çok mu?
İltifat mı, yoksa zehrini kusmuş çıyanın elemini çekmek mi?"
"Ağlamayın,
anlatamadığıma ağlayın."
"Anlaşılmaz bir sırmış, sarmaşık canından mı?"
….
Derdime dert katan ruhun sonsuz kelamını dinledim. Dedim ki;
"Ey nefsini yer eden, üstüne kara toprağı ektiren, onlar
da bir şey kazanmazlar, seni neden kaybettik ki?"
Nil, gün kadar açık mavi Marmara mor akşamları görmeseydi..
Üstüne yığılmış kara yazılarını okuyan filozof serkeş kafaya bir şey mi
öğretmek istedin?
Onların horuldayan pis nefeslerinden ancak ateş çıkar. Leş
yiyici kargalar, baykuşun yanında yol bulamazlar. Işıkları sönmemiş ateş
böcekleri olsalar, ne yazar. Kebirler tanırım, derya diye gezdiği çukurlarında,
larvalardan aldıkları ilhamı okyanus hikâyeleri gibi anlatırlar.
Pis böcekleri. Macerası bir atım gübreye basılmış, kusmuklu
sarhoş ayıklığı.
Canını feda edenlerim için değerliler, gel gör ki saf
çocuklarımı birer birer çaldılar. Bu hırsızların ellerini kesmek geliyor
içimden. Allah Teâlâ boşuna dememiş hırsızların elini kesin diye, meğer bu
kesilecek hırsızlar, bunlar, yol hırsızları, gençlerin zihinlerini fikirleri
çalanlar.
Elleriniz kesilsin.
Kesilsin; dilinizle beceremediğiniz hiyaneti ellerinizle çok
iyi becerdiniz.
Ey hainler, ellerinizle yapamadıklarınızı yazdıklarınızla
yaptınız. Sizlere acımıyorum. Ağladıklarım için siz ağlamazsınız. –Kısa bir
yazı üstüne çizgi atacak kadar-
Yolu yolsuza uğramış, peygamber ruhlu insanlar, gidiyor,
dolanı gelmiyor. Gittiği yerde bilinmiyor. Eğer bir gün toprağa bastığınızda
bir garip ses duyarsanız, duyduklarınız vaktinden önce gidenlerin eyvah
sesleridir.
"Aldattılar, neden?"
Onlara çok görmüyorum. Yollarını çaldı eşkıyalar, kanlarını
emdi vampirler. Tuzaklarından kurtulmaları kolay değildi. Rahman sıfatlı
sevgili, onların bir günahları varsa bu eşkıyaların sırtına yükleyeceğini
biliyorum.
Ey sevgili dara düşmüş kullarının karşısına İsa nefesli
Mevlanalar çıkar. Onlar hayat verirler. Onlar beslerler, beslenmezler. Ne mutlu
ki bize Meryem'i de bulduk, İsa'yı da. Ancak biz kaybetmeden "kış
uykusundaki melekler"inde bulmasını istiyoruz.
Alıntılar için kaynak: Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi
Defter, Yayına Hazırlayan: Gülseli inal, İkinci Basım, Eylül 1994, İstanbul
AYŞE
HÜR-14/02/2016 Kalpsizler için 'intihar
kasidesi'
Üniversiteyi bitirme
tezi “her on yılda bir intihara teşebbüs eden” ve bunlardan sonuncusunda
29 yaşında ölmeyi başaran şair Sylvia Plath olan şair Nilgün Marmara 13 Ekim
1987’de henüz 29 yaşındayken Kızıltoprak’taki evinin (5. kattaydı)
penceresinden atlayarak intihar etti ancak ölümüyle ilgili şüpheler bugüne
kadar sürdü. Suçlananlardan biri de şair Ece Ayhan’dı. Cezmi Ersöz Ece
Ayhan’ı şöyle savundu:
“Nilgün’ün birtakım
dedikodularla yıpratılmasına göz yumamam. Nilgün olayında Ece Ayhan’a büyük
haksızlık yapıldı. Nilgün, Ayhan’ı çok severdi ve dostlukları büyüktü. 20’li
yaşlardan itibaren intiharı düşünüyordu. Bir ara İskenderiye’ye gitti ama mutlu
olamadı. Döndüğünde bana dedi ki: ‘Cezmi, düşlerimin İskenderiyesi’ni
bulamadım.’ Yüzünde ölüm ifadesi vardı son zamanlarda. Tedavi için gittiği
psikiyatrisi taciz etti onu; o durum daha çok yıktı. Alkol ile birlikte
antidepresan alıyordu. Bahariye’de karşılaştık; yanında eşi vardı. Kulağıma
‘Cezmi çok hastayım’ dedi. Biyolojik hastalık algıladım. Ama çökmüş
vaziyetteydi. 3-4 ay sonra intihar etti. İnsanlar komplo teorilerine meraklı,
Nilgün’ü kim atacaktı ki? (…) Ne acıydı ki birileri bu intihardan Ece Ayhan'ı
sorumlu tuttular... Hatta bu suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde;
'Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı' dediği içindi belki
de... Bu dedikodular ve suçlamalar etkisini göstermiş olacak ki, bir akşam Ece
Ayhan arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken kızın biri yanına bir şey söylemek
maksadıyla yaklaşmış ve arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından
aşağı dökmüş... Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış, ama sadece şunu söylemiş;
babalarına yapamıyorlar, bana yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor…”
Yazıyı Nilgün
Marmara’nın bir şiirinin son dizeleriyle biterelim:
“……….
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç
kemiğimden
çekerken beni kendi
göğüne,
bir kahkaha bölüyor
dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah
sözcüklerle:
Ey, iki adımlık
yerküre
senin bütün arka
bahçelerini
gördüm ben!”
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/kalpsizler-icin-intihar-kasidesi-1510512/
hzl: Turna IŞIKLI
Türk edebiyatının karanlık
dehlizlerinde gizlenmiş bir şair olan Nilgün Marmara, hakkında pek çalışma
yapılmayan ve maalesef layıkıyla bilinmeyen bir şairdir. Erken ölümüne rağmen Türk edebiyatında derin izler bırakan
bu şairi anlamak oldukça önemlidir. Hayatın sıkıştıran parantezinde söz
kusmuklarını şiirine sığdıran Marmara’nın şiirleri; hayatın acıtan, yıpratan,
bozan yönüne tutulmuş bir ayna gibidir.
Hak ettiği yerde bulunmadığını düşündüğümüz
bu şair hakkında ilk defa detaylı ve kapsayıcı bir çalışma yapabilmeye
çalıştık. Bu zorlu süreçte kaynak konusunda çok değerli yardımlarını
esirgemeyen Maral GÜRDAL’a, her türlü yardım ve desteğini son ana kadar
esirgemeyen Ahmet KARADOGAN’a ve metnin açılım karanlığına engin bilgi ve
birikimiyle ışık tutarak müthiş bir sabır ve hoşgörüyle desteğini hep
hissettiren sayın hocam Yard. Doç. Dr. Fatih ARSLAN’a teşekkürü bir borç
bilirim.
“yaşam, bize verilmiştir;
biz onu vererek kazanırız ”
Rabindranath Tagore
“...her canlı, bir bakıma giderin
gelirden üstün olmasıyla düzenli açıklar veren ve bu yüzden belli bir süre
sonunda iflas etmesi gereken bir ticarethane gibidir. Bu iflas ölümdür.”( Arkun 1978 : 148) Bu iflasın doğal bir süreç halinde
gerçekleşmiş olmasının yanında kimi zaman farklı bir boyut olarak karşımıza
‘İntihar’ kavramıyla çıkar. Delmas’a göre "... aklı başında bir
insanın, yaşamakla ölmek arasında bir seçme yapabileceği halde, her türlü ahlak
baskısı dışında ölümü seçip kendini öldürme” (Arkun 1978: 148) olan
intihar, kişinin isteyerek yaşam serüvenine son verip ölümü seçmesidir.
İnsanlık tarihinin en karanlık
noktalarına dahi inildiğinde intihar kavramıyla karşılaşmaktayız. Çoğu zaman
hoş karşılanmayan bu durum, bazı toplumlarda daha yer edinmiş durumdadır.
Ortaçağ’da intihar adeta lanetlenmiş, büyük bir suç sayılmıştır ve “ ölümcül
bir günah, bir dehşet, ahlaksal yönden iğrenç bulunan bir konu” (Alvarez
1999: 23) olarak edebiyattan da dışlanmıştır. Öyle ki Dante gibi düşünürler de
intiharı “ruhun bedeninden kendini zorbaca söküp atması” olarak
tanımlamış ve ilahi güç tarafından “bağışlanamayacak bir günah” olarak kabul etmiştir.
Ortaçağın bu intihara karşı olan
diktasına rağmen Rönesans dönemi buna daha yumuşak bir yaklaşımın zamanı
olmuştur. Montaigne’e göre ölüm bütün kötülüklerin tek çaresidir. “Korkulmamış
ve aranıp bulunması gereken en güvenli sığınaktır” (Alvarez 1999: 144).
Öyle ki ona göre bir insanın kendi isteğiyle ölmesi ölümlerin en güzelidir.
Ölüm/intihar hakkındaki bu yumuşak ve tarafı söylemini en üst düzeye ulaştırır
ve “yaşam, diğerlerinin emrinde, ölüm bizimdir” diyerek, ölümün insanın hür
doğasına ait en büyük parçalardan biri olduğunu savunur. Ortaçağ ve Rönesans
dönemi arasındaki bu farklı tutum elbette ki dönemlerin aydınlanma durumuyla
yakından ilişkilidir. Dünya hakkındaki görüş ve düşünceleri gelişen Rönesans
bireyinin, bireyciliğin hür hâkimiyeti ışığında bu durumda daha yumuşak bir
tavır geliştirmiş olması kaçınılmazdır.
Modern zaman insanının intihara bakışına
gelince; intihar meydana gelen büyük savaşlar sonrasında pek çok insanın
başvurduğu bir çare halini almış ve toplumlardaki hezeyanların, çöküntülerin
kaçış noktası olmuştur.
20. yüzyılın başlarında romantikler,
intiharı ödenmesi gereken bir bedel olarak görmüşlerdir. Bu düşünce uzun süre
Avrupa’ya adeta bir salgın olarak işlenmiş ve intihara karşı büyük bir hoşgörü
yaratmıştır. Bunun edebiyattaki yansıması olan Werther’in hazin intiharı
asırlarca süren bir etki bırakmıştır.
Modern insanın kimisi ölümü bir
zorunluluk, kimisi bir sanat olarak görmüştür. Ancak sadece taraftarlarından
bahsetmek elbette imkânsızdır, intihar, modern insanın korunak olarak
yücelttiği ama aynı zamanda ürktüğü ve ittiği bir olgu durumuna gelmiştir. Fakat bütün bu itmeye, ürkmeye
rağmen modemizme, bunun adına yapılan büyük savaşlara ayak uyduramayanlar,
benlik sorununu aşamayıp bir metalar dünyasına dönen bu dünyaya hapsolunmuş
olarak kendini görenler tüm zamanlarda olduğu gibi modern çağda da bunun kaçış
yolunu intihar olarak saptamışlardır.
“Ruhumu bu çarmıha kemli ellerimle gerdim ”
Yusuf Ziya Ortaç
Ölüm, her zaman için bireyin varoluş
sorunsalındaki en büyük basamak olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden daima
felsefenin buğulu sorularının içindeki ana merkez konumunda olmuştur.
Montaigne; “felsefe bize ölmeyi
öğretir’' demiştir. Felsefenin ölüm
üzerindeki izafi düşüncelerini bu söz çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
2400 yıl önce yaşamış olan ve bir
baldıran zehri içerek ölen büyük Atina bilgini Sokrates, ölümü daima
yüceltmiştir. Sokrates “ölüm korkusunun insanın kendini bilge zannetmesinden
ileri geldiğini, insanın ‘bilmediğini bildiği’ni belirterek, zor olanın ölümden
korkmak, kaçınmak değil, kötülükten kaçınmak olduğunu” (Yücel 2007: 15)
söylüyordu. Ölümün korkusunu
insanın kibrine bağlayan Sokrates için hiç kuşkusuz ölüm daima “iyi” olandır.
Çünkü dünyanın biteviye olan kötülüğüne karşın ölüm bir kurtuluştur. Ölümü
“bizi bir yerden başka bir yere ulaştıran bir geçit” (Yücel 2007: 15) olarak
algılar ve bu yüzden de korkusuzdur. Hatta ölümünden sonraki ebediyete inanan
Sokrates, öldükten sonra insanların bir arada olacağını, ölümün mutluluk
getireceğini düşünür. Bütün bunlar da insanların ölüm korkusunun gereksizliğini
görmesi ve ölümden korkmaması için yeterli kanıtlardır Sokrates için.
Savunmasında kendisini ölüme mahkum
edenlere bu kararları ile kendisi için bir iyilik yaptıklarını söyler. Ölüm
öncelikle bir uykudur. Yaşamın hiçbir anında, hiçbir gecesinde olmadığı kadar tatlı
olan, iyi ve rahat bir uykudur. Ölmeden önceki son sözleri yine ölüm üzerine
olan Sokrates “...ölüm konusunda ümitli, iyimser olmalısınız.” der ve “...şimdi
ölmenin ve bütün dertlerden kurtulmanın benim için en iyi şey olduğundan
eminim” (Platon 2008: 63) sözleri onun ölümle ne kadar barışık olduğunu
göstermektedir. Fakat bu ölüme karşı sıcak bakışına rağmen Sokrates, intihar
konusuna “ağırbaşlı ve büyük ilkelere bağlılık“ (Alvarez 1999: 67) ile
temkinli yaklaşır. Ona göre tanrıların bir inam olarak verdiği bu hayat, bu can
istemle terk edilirse tanrıların hoşnutsuzluğu söz konusu olur. Bu yüzden
“iyilik“ olan ölüm beklenmelidir / kendiliğinden gelmelidir.
Eflâtun için de ölüm bir nevi
kurtuluştur. Esas olan ruhtur ve “ruh bedenin hapsedildiği bir mağaradır.
Ölüm, ruhu bu hapishaneden kurtaracak tek güçtür.“ (Yücel 2007 : 18) Fakat
tıpkı hocası Sokrates gibi o da intihar konusunda “...ölçülülüğünü elden
bırakmaz.“ İntiharın her durumda tasvip edilir bir şey olmadığı görüşünde
olan Eflatun için “ Eğer yaşam ölçüyü kaçırırsa intihar makul ve haklı bir
davranış haline gelir.” (Alvarez 1999: 67 ) İnsanların katlanamayacağı
dertler sonucunda intiharını makul karşılayan eflatun, bu durum dışında
intiharı onaylamaz.
Eflatun
ile İslam tasavvufunun ölüm sentezi benzerlik göstermektedir. İslami inanışta
can tanrı tarafından verilen bir inamdır. İntihar, verilen bu inama sahip
çıkmamak, ihanet etmektir. Bu yüzden İslam düşüncesinde müntehirler dini
geleneklere göre defnedilmez. Hatta mezarlıklarda ayrı yerlere gömülürler,
mezar taşları ve taşların üzerinde kimlikleri yoktur. Eflatun da tıpkı İslam
inancında olduğu gibi intiharın verilen emanete bir ihanet olduğu (yukarıda
bahsedilen istisnai durumlar dışında) görüşündedir. Ve İslam inancında olduğu
gibi Eflatun da müntehir mezarlarının ayrı olması gerektiğini düşünür. Ona göre
“intihar edenler ayrı mezarlara konacak, yanlarına başkaları gömülmeyecek ve
devlet toprağının 12 bölümünün sınırında, ıssız ve adı olmayan yerlere hiçbir
tören yapılmadan gömüleceklerdir; ne mezar taşları, ne de mezar taşları
üzerinde adları olacaktır.” (Yücel 2007: 18)
Devleti her şeyin üstünde tutan
Aristoteles de intihara tepkili olan filozoflardandır. Onun için intihar başlı başına devlete karşı bir baş
kaldırıdır ve dolayısıyla suç olarak algılanmalıdır, “hastaların intiharını korkaklık“(Yücel 2007: 20) olarak
gören Aristoteles, yalnızca ölümcül hastalığa yakalanmış olanların bu hakka
sahip olduğunu düşünür.
İntiharı tamamıyla ussallaştıran
Stoacılar için intihar “ tüm çıkışların en kusursuzu”dur (Alvarez 1999:
145). İntiharın meşruluğunu artık tartışılmaz bulan Stoacılar için önemli olan
nasıl öldükleri olmuştur: “çünkü nasıl öldükleri
onları diğerlerinden ayıran biricik ölçüttü.” (Alvarez 1999: 145)
Birinin kendisini öldürüp öldürmemesi artık sorun olmaktan çıkmış “bunun en büyük onur, yüreklilik ve güzellikte nasıl
yapılacağı” birincil soru(n)
olmuştur.
Heidegger için ölüm bir tamamlanmadır.
Tıpkı bir ressamın resmini tamamlaması için ölüm de insanı tamamlamakta, ancak
ölümle insan, tamamlanmış bir resim gibi öteki dünya için son şeklini
almaktadır. Özneyi ‘kaygı’ olarak adlandıran Heidegger için dünyada olmak yani
varoluş/dasein “zaman” ve “tarihsellik” kavramlarıyla özdeşleştinlmiştir. “
Dasein, ölümlüdür: o kendisini ölüme çağıran ve götüren bir şey olarak zamanı
yaşar; o, zamanı bu sebeple tarihsellik kipi içerisinde tanır.” (Özlem 1999:
20) Varlığı dünyaya terkedilmiş olarak gören Heiddiger için “...gerçek hayat,
ölüme ilişkin olandır. Gerçek hayat ağır gelen bir yüktür; bir yorgunluk, bezginliktir.”
(Yücel 2007: 32)
Heiddiger’in düşüncelerinin aksi
doğrultusunda fikirlere sahip olan Nietzche’in ise ölüme bakışı oldukça
keskindir: “En iyi şey doğmamış olmaktır, ikinci en iyi şey ise en kısa
sürede yol ‘buyurur’...”( Yücel 2007: 24) Onun için ölüm bir
kurtuluştur. Çünkü “hayat yalnızca acı çekmektir. Öyleyse bu acıyı bitirmek
gereklidir.” (Yücel 2007: 24)
Sartre ise ölümü hayatın başat gerçeği
olarak görür. Dostoyevski’nin “tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu” (Sartre 1992: 71) sözünü çıkış noktası alan varoluşçuluğun
babası Sartre, bunun sonucunu her şeyin mubah olduğu sonucuna bağlar ve hiçbir
şeyi yasak kabul etmez. Varoluşun özden önce geldiğine inanan Sartre için
“insan kendi başına bırakılmıştır.” Bu bırakılmışlık içinde birey varlığından
yalnızca kendisi sorumludur. “Kişioğlu
özgürdür ve üzerine yaslanabileceği bir insan doğası yoktur.” (Sartre
1992: 71) Bundan dolayı da ölüm/intihar bireyin kendi sorunsalıdır ve temelde
özgürlük ölümle gelecektir.
“Penceremde ‘dâr’ın gölgesidir,
perdeyi ürperten o şuh kımıltı, yaka cebimdeki yangın, gene bir şey söyleme bu
intihar taslağı zor hezeyan, göğsümde titreyen bıçak.
makaslanmış kaç yerinden fotoğrafımız,
gecem, dağılır geceme!
o, simya, o, bun...yüzüm, soğuyan
aynada kanayacak!.. ”
Yaşar Bedri
Nilgün Marmara, 13 Şubat 1958 yılında
İstanbul Kadıköy’de göçmen bir ailenin çocuğu olarak bir çift mavi göz ile
dünyaya ilk ağlayışını bırakmıştır.
Ülkenin sancılı dönemlerinde çocukluk
ve ilk gençlik yılları geçen Marmara, ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif
Koleji’nde okumuştur. Kolejden sonra kayıt yaptırdığı İstanbul Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne çok kısa bir süre devam eden Nilgün Marmara,
bu bölüme dönemin siyasal kutuplarındaki sığlıklara kendini sığdırmayacağını
anlayarak devam edemez. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve
Edebiyatı'na giren Marmara “Sylvia Plath’in Şairliğinin İntihan Bağlamında
Analizi” adlı bitirme teziyle bu bölümü başarıyla bitirmiştir. Aynı dönemde evlenen
Marmara için hayat gittikçe bohem bir durum alır. Dönemin siyasal ve
sosyal sorunları içerisinde sıkışan her bireyinde olduğu gibi Nilgün Marmara da
varoluş sorunsalı üzerinde durmaya, içselleştirdiği yaşamın giriftlerinde oyalanmaya
başlamıştır.
Dönemin ‘marjinal’ isimlerinin başında
gelen Nilgün Marmara’yı edebiyat dünyasına İlhan Berk tanıtmıştır. Her zaman gizliden gizliye yazan bir şair olan Marmara,
yazdıklarını sadece büyük dostu Ece Ayhan ile paylaşmıştır. Bir süre sonra Ece Ayhan'ın deyimiyle ‘sivil
şairlerden olan’ Cemal Süreya ve dönemin diğer önemli isimlerinden Faruk
Hüsnü Dağlarca, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cihat Burak’ı da yakından tanıma
olanağı bulmuştur. İçrekliğinin sessizliğinde karaladıklarını bir süre sonra
daktiloya çeken şair, şiirlerinden birkaçına ölümünden önce ışık aldırarak
“beyaz” ve “şiir atı” dergilerinde yayınlamıştır.
13 Ekim 1987'de “hayatın neresinden
dönülse kârdır” (Marmara 1993: 34) diyen Nilgün Marmara, geride Daktiloya
Çekilmiş Şiirler (1988), Metinler (1990) ve Kırmızı Kahverengi Defter (1993)
adlı üç kitabı bırakarak; 29. yılında yaşamının soluğunu, Kızıltoprak’taki
evinin beşinci katından kendini aşağı bırakarak kulaklarında kalan son keskin
uğultuyla sessizce kesti.
Ölümünden bir süre önce manik depresif teşhisi konan Nilgün Marmara için hayat, bu
hastalığın görünen yüzünün okşadığı kalıp içerisinde akıyordu. “Nilgün’ün tedavi olması
gerekiyordu ama o, doktordan kaçıyordu... İyileşmesi için entelektüel
faaliyetlerde bulunmaması gerekiyordu.” (Aşçı
2010: 30) diyen eşi Kaan Önal'ın da belirttiği gibi bu tür vakalarda
maninin savurduğu bireyin içleştirilmişliğinin dışa vurumu ve uzak tutumunun
yıkımı başat bir durumdur, “manik savunmalar yoluyla diğer insanlara yönelik
saldırgan ve yıkıcı eğilimlerini yadsımaya çalışan kişinin bu çabaları sonucu
yarattığı neşeli ve mutlu görüntü, aslında yaşamındaki gerçeklerin karşıtıdır.”
(Gençtan 1995: 160) Çevresinde güzel kahkahaları ve neşesiyle bilinen
Nilgün Marmara için de bu yadsımanın yaşamın soykası [Ölünün üzerinden çıkan
giysi] olduğu düşünülebilir. “...Nilgün
Marmara’ya amerikan yazarı Scott Fitzgerald’ın karısının adı olan ‘Zelda’...”
diyen Cemal Süreya, onun için “Çok
değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden
değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel, ama
ürkütücü bir parıltı eklenirdi” demiştir.
“beni görmeden üstüme basarlar”
Asaf Halet Çelebi
Varoluş sorunsalına derinden inen
Nilgün Marmara için hayat tıpkı egzistansiyalistlerde olduğu gibi “dünyaya
bırakılmışlık”tır. Dirim, bu bırakılmışlığın acısını yaşar ve her şey ölüm
için bir emaredir. “Doğmuş olmak bir referans mektubunu nereye ve kime
götüreceğimizi bilmemcktir."(Marmara 1993:62) diyen Nilgün Marmara
için bu referansın uzamsızlığı dirimin yaşam kargaşasındaki süflileşmesinden
gayrı değildir. Umarsızlığın iktidarında olan tin, kendini yadsımaya tabi
tutacak ve sonuç olarak da bu süflileşmenin yırtıkları arasından gördüğü
diinyaya/varlığa sessiz bir içtenlik protestosunu gerçekleştirecektir. Nilgün Marmara
da tinsel yadsımaları sonucunda yaşadığı dışlaşma eğilimlerinin vurucu
imgelerini intiharı ile ortaya koyanlardan olmuştur.
Kuşkusuz bunları yaşayan tin bir veri
olarak “söz”e sığındığında ortaya edebiyat adına marjinal bir söylemle birlikte
sancılı bir doğum sonucu şiir çıkacaktır. Nilgün Marmara şiiri; “Ay
kamarasında / Kristal kafatasları çarpışırken/makaranın üzerinde dağılan
mürekkep’’ (Marmara 1993:63) ile yazılmış şiirlerdir.
“Bürokratik/şeyleşmiş bir
yaşamın olduğu kadar bireycileşmiş/ yalnızlaşmış bir yaşamın da varlığı
olumsuzlayıcı yanına karşı tepki gösterir ve ölümü seçerken Nilgün Marmara ve
Kaan İnce’nin kadın ve erkek kimliklerinin kırılgan bir duyarlıkta
eklemlendiğini söylemek gerekir.” (Oktay 2008:72)
Toplumsalın ve bireyciliğin birlikte koşturduğu nedensellikler içerisinde hiç
kuşkusuz şiir de bu damarların akan kanının kırmızısından beslenirken
büyümekteydi. Nilgün Marmara’nın şiiri bu büyüme sürecinde toplumsaldan ırak
olmakla beraber bunu çok keskin bir şekilde belirtmek yanlış olur. Hülasa
Marmara’nın şiirinde “...düşman bir dünyanın özneleri kuşatmış bulunan
canavarsı varlıkları” (Oktay 2008: 72) buluruz.
1980 sonrası şiirinin önemli
isimlerinden olan Ece Ayhan’ın Nilgün Marmara üzerindeki etkisinden bahsetmek
sanırız yanlış olmayacaktır. “Ece Ayhan, onun toplumla yaptığı hesaplaşmayı
yapmış biri olarak şairin dünyasında önemli bir yere sahiptir.”(Sığlan: 7)
Bu büyük şairin başkaldırmış dizelerinin, dolayımlı sentaksının, südremiş
harflerinin izlerini Nilgün Marmara şiiri elbette yakalayacaktır. Kendisi de bu
etkinin izlerini günlüğüne aldığı notlarda göstermektedir:
"kırlangıçlar uçtuğunda omuzbaşımdan, annem-
Çoktan unutmuştu öpmeyi beni öpülmediğinden-
Ali Hikmet Eren
Yaşamın acı öz suyunu biteviye içen
Nilgün Marmara için şiir, bütün makûs diriminin [hayatın] çıkrıklarını işlediği
bir yontu olmuştur. 20. yüzyılda büyük temsilcileriyle karşımıza çıkan
gizdökümcü türün şiir dünyasının Nilgün Marmara üzerinde de güçlü bir etki
bıraktığını söyleyebiliriz. “Geleneksel olarak kişilik denen şeye isyan
etmeleri ve tepkileri yok edilmiş bir benliğin çifte olarak, hem kendi
benliklerinin hem de başkalarının benliklerinin yorumlanışıyla birleştiren...”
(Marmara 2007: 9) gizdökümcü şairlerin dikkat çeken en önemli özelliği kuşkusuz
“deliliği dünyevileştirmeleri” dir.(Marmara 2007: 8) Bahsi geçen özelliklerin
Nilgün Marmara şiiri için de bir gerçek olduğu çok açıktır. Özellikle varoluş
sorunsalında kendini yitirme, duyulan ızdırabın evrenselleştirilmesi Marmara
şiirindeki dikkat çeken olgulardandır.
Gizdökümcü
türün güçlü temsilcilerinden olan Sylvia Plath üzerinde derin bir inceleme
yapan Nilgün Marmara, kendisi gibi güzel ve başarılı bir şair olan bu ‘cömert’
kadından fazlasıyla etkilenmiştir. Lowell, Plath,
Ginsberg... gibi şairlerden bahsettikten sonra bu şairler için “...kendi
şeytani derinliklerinin varlığını belirtmiş, öylece feodal etik ile tarihsel
gerçeklerin sergilediği birikimlerden kaynaklanan bir farkındalık arasındaki
farkı kanıtlamışlardır” (Marmara 2007: 10) diyen Nilgün Marmara, özellikle
bunlardan Sylvia Plath’in “...bunu
kendini öldürecek kadar uç bir noktada doğrulayarak, sonuçta cinayet
işleyebileceğini göstermiş” (Marmara 2007: 10) olduğunu söylemiştir.
Fakat ne var ki kendisi de bu farkındalığın çöküşü üzerinden şiirlerini yazmış
ve tıpkı Plath gibi bunu uç noktasına vardırmıştır.
Dirimlerinde ve ölümlerinde baş
gösteren bu benzerliğin şiirde de olması kaçınılmazdır. Hemcinslerinin
şiirlerinin ortak yönlerini “...ölüm, aşk, canlı olmanın ayrıntıları, küçük
hisler, insan zihniyle dışsal gerçeklik arasındaki ilişkinin kadınsı bir
duyarlılıkla ele alınışı” (Marmara 2007: 31) olarak belirleyen Nilgün
Marmara şiiri de sayılan bütün bu temalara gebedir. Bununla beraber Nilgün
Marmara şiirinde ikide bir yolumuzu kesen kuşkusuz “ölüm'dür.
“Hem Plath hem de Marmara, günlük
yaşamda ‘yaralı’ ve ‘boşlukta’ olma durumlarını bir temsil alanı olan şiirleri
aracılığı ile bizlere aktarmışlardır.” (Karkıner: 208)
İç dünyasının bütün gizini şirine işleyen Plath gibi Nilgün Marmara da
maskelediği benliğinin yüzünü ancak şiirlerinde özgürce açabilmekteydi. Fakat
iki şairin bir noktada ayrıştığı kabul edilmelidir. Her ikisinde de oluşan
“öteki” algısı, Sylvia Plath'de daha çok arzu duyulan, özlenen bir erkek iken -
bu bir eş, baba vs. olabilmektedir- ; Nilgün Marmara’da bu “öteki” daha çok
‘içsel’dir. Dünyevi boşluğun ölüme çıktığı bu öteki algısı onda ‘başka bir
bireye ihtiyaç' olarak oluşmaz, aksine kendi içindeki ve dışındaki ‘ben’iyle
ötekileşen Nilgün Marmara bütün çıkarımlarını bu yüzden ‘ölüm’ üzerine
yapmıştır. “Böylece, intihar duygusal bir zayıflıktan daha çok ‘öteki’ ile
olan sorunları çözmek için ya da ‘ötekileştirilmenin’ intikamını almak için
avantajlı bir yoldur. “ (Karkıner : 207)
Her iki şairin de kadın olmaları ve
dolayısıyla ortak deneyimlere sahip olmaları ile birlikte bunu şiir yoluyla
dışsallaştırmaları onları benzer çizgi üzerinde tutmamıza nedendir. Ayrıca hiç
kuşku yoktur ki Sylvia Plath gibi büyük bir şair ile böylesine ortak
deneyimlere sahip olduğunun bilincinde olan Nilgün Marmara için bu düşsel
yolculuğun son basamağını da aynı yoldan tırmanabilirle olasılığının intihar konusunda
onu tatmin etmiş olduğu düşünülebilir.
Ölüm her zaman Nilgün Marmara’nın
sözcüklerinin arasına sıkışmak için onu kovalamıştır. Ölüm, Nilgün Marmara
şiirinin viladi olgusudur. Aynı durumun Sylvia Plath şiiri için de geçerli
olduğunu söyleyebiliriz: “Ona göre ölüm, hayatından ve kariyerinden hiç
eksik olmayan büyüleyici bir temadır.” (Marmara 2007: 65) Her ikisi de
dünyaya ‘kadın’ olarak terkedilmişliğin, tabiatın tarihsellikteki akışkanlığı
içerisinde kişioğlunun kaybolmasının verdiği ve ölüm paradoksunun
sonuçlandırdığı dizelerle şiir dünyaları kurmuştur.
Karanlığın
sınırında kupkuru
yürüyorum
İyi bir yere
sürgün edilmedim.”
Sylvia Plath
(Marmara 2007:
55)
Varoluşun karşısında çıkardığı ölüm
bilinciyle sonsuzluğun ruhunu kendinse çağıran Sylvia Plath’in bu şiirinde
olduğu gibi Nilgün Marmara da ;
“Zor bilgilenmek bir bulutun
içinden ve
peşinden,
Yerde bir kuyruk; ortasındayız,
tepside ölüm!”
(Marmara 2010: 129)
diyerek Sylvia Plath gibi
kuşatılmışlığın içinde olan ‘ben’in bilinciyle ölüm ayrımını şiirinde işler.
"şimdi elem olsun sana kıtlığım
boynumu uzattığım ipler sevinç!
kimsesizim.. gözlerim kuyulara bakan
Süryaniler
kadar hiç.
değil mi ki atlara sürülen süt adamlar
cünüp elleriyle bıraktılar develeri.,
haber olsun herkese ve unutmasınlar:
-bahadır adamların ellerinde kuş
ölüleri -bahadır adamların ellerinde kuş ölüleri”
Metin Kaygalak
‘An’ın zehirlediği her soluk için
Nilgün Marmara ölümü yâd etmiş, metalarla çevrili küstah benlikler arasından
sıyrılışını ve içtimaisizliğin kutbundaki iç beninin donukluğunu ölümü
yazınsallaştırarak sunmuştur. Onun için hayat hiçbir zaman erginleşmemiş bir
çocuktur ve bu çocuğun doğumu ancak ölüm ile gerçekleşecektir. Bu bekleyişin
uzamsızlığında olan Nilgün Marmara, şiirinde daima bir çağrı içerisindedir. Bu
çağrı ölümedir.
1980 Ekiminde bir şiirinde (Marmara
2010: 23) hayat adeta bir danstır şair için ve bu dans ölüm iledir. Çünkü
biteviye tüketen zaman akışındaki birey beklediği ‘küçük liman'a kadar susumlu
yanıtlardadır. Bu lüzumsuz kaosa iten hayatta “kim için?” ve “ne için?”
beklediğini bilmeyen birey bu illiyetsizlik içerisinde yaşamamışlığını
sürdürmektedir. ‘Hiç’liği yaşarken de kendisi için “pembe umut” olan ihtimal
ile özleyiş içerisinde ölüme soluk salmaktadır. Kafka'nın da dediği gibi artık “Sahip
oluş yoktur, sadece oluş, son nefesi vermeyi, nefessiz kalarak boğulmayı
özleyen oluş vardır.” (Kafka 2004: 27)
Konuşmak varlığın en büyük
kanıtlarındandır. Iç benlik ve dış benlik arasında olan konuşma, kişiyi diğer
“bentlerle iletişime sokar ve benliğin dışavurumunu sağlar. Ne var ki kendi
varoluşunu sorun olarak gören birey için benlik iletişimi kopuk bir çizgiye
kayar. İçrekliğinde konuşan ve yanıtsızlaşan bu birey için artık her şey
yalnızca soru kalıbındadır. Nilgün
Marmara da bu tekil sağaltma içerisinde “yazma”ya sığınmıştır: “Şu an ses
çıkarmak istemiyorum, ayinsi bir yazma eylemini yaşamak tini tümüyle
doyurabilir...” (Marmara 1990)
Doyumu yazımla gerçekleştiren şair
için “ yaşamın kaynağının yazı olduğuna duyulan inanç” (Marmara 1990)
gittikçe güçlenmektedir. Daha sonra “ya konuşma?” diye soran şair; “onun
kendine özgü bambaşka bir yapısı var ve en az ikiliği gerektirdiği için
gerçeklikte.”( Marmara 1990) yanıtını vererek şiirinde de bahsetmiş olduğu
üzere konuşmayı “gerçeklikle özgü, yani yaşanmışlık olarak görmektedir. Hâlbuki
kendisi tekilliğinin içerisinde yalpalayan varlığıyla “gerçek” olarak görülen
“hayat”ın çizgisinden ötesinde, ölümseviliği kuşanmıştır.
Yaşamın kırmızıya çalan renginde gören
şair için artık ölüm -ak ölüm- de içleşmiş şekliyle kendisi için “pembe umutlu
bir ihtimal” olarak belirmiştir. Pembe; şefkat, uyum rengidir ve içerisinde
bütün dişiliği ile hayatı barındırır. Bir nevi umudun, mutluluğun rengidir.
İhtimalin pembe rengi şairin bu umuda olurlukla bakması, kendini yakın
hissetmesidir. Bu ihtimal içersinde yer edinen ölümün aklığı da; saflığın,
masumiyetin göstergesi olarak belirmektedir. Kişioğlunun doğumundan sonra daima
karanlıklaştırdığı ölüm, şairin gözünde aklaşır. Çünkü bu anlamsız varlığın
karanlığa gömüt oluşu karşısında beliren ölüm, şair için tininin masumiyete
erişeceği, kozmosa kendini ulaştıracak saflığı yakalayacağı bir olgudur artık.
Bu sebepledir ki umudun pembe tonunda, ak olan ölüm beklenmektedir.
Yaşama başkaldırının boğuk bir ses
olarak çığlık attığı “savrulan beden” (Marmara 2010: 97) adlı şiirinde
şair, artık ölmek için ruh - beden bütünlüğünü tamamlamış görünür. Artık iğde
tadı veren ‘ben’lik için ölüme koşumlanma zamanıdır.
Tinsel olarak öncüllenmiş görünen
“varlıktan kurtuluş”un nasıl gerçekleştirileceğinin şair tarafından
belirginleştirilmiş olması da dikkat çekicidir. 1987 yılında kendini evinin
balkonundan “boşluk”a bırakan Nilgün Marmara daha beş yıl önce bunu nasıl
yapacağına karar vermiş görünmektedir. Nitekim dizelerinde de belirttiği
şekilde “tüy, kan ve hiçbir salgı düşünmeden” “olduğu gibi” ölmüştür.
Şiirinin devamında ölümü yüreği için
“biçilmiş kaftan” olarak gören Marmara artık bu ikiyüzlü ve köhne zamanı ve
onun “gölgesi”ni “dayanılmaz” bulmaktadır.
Marmara’nın yine Şubat 1982 tarihli
bir şiirinde “dirim” ve “ölüm” arasında kalmışlıkla birlikte, bunlardan “ölüm’e
ne kadar yakın durduğuna tanık oluruz. Fakat bu şiirde kulağımıza çalan keskin
kokulardan bir tanesi de kuşkusuz itilmiş, soyutlanmış ve kabası alınmamış bir
varoluş içerisinde olan “ben”in bütün iğretilere çığlık olarak bıraktığı
“isyan” kokusudur.
Açık bir şekilde görüldüğü gibi şair
diğer şiirlerinde olduğu gibi artık yaşama dair bütün itilmişlikler ve
çirkinliklerle “ıramış’’ bu varoluş sevincinin canı ölüme teslim için kendini
hazır durumda bulmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Nilgün Marmara nasıl
ve ne zaman öleceğine adeta uzun bir süre önce karar vermiş gibidir. Bu şirinde
de ölümün ‘kendi kararı” ile geleceğini özellikle belirtmektedir.
Ana tema olarak kendini gösteren
“ölüm” temi ile birlikle şairin bazı şiirlerinde “varlık”tan kaçışı ölümlülük
dışında, gökyüzünde, bir yıldız olabilme umudunda sakladığında görürüz. İlk
dönem şiirlerinden olan “Öte Işıklar Arzusu” bunun çarpıcı bir örneğidir:
Bir dost olarak gördüğü yıldızın
masumiyetinden başka sığınacak bir yeri/kimsesi olmayan şair için yıldız,
dolayısıyla gökyüzü yerküreden kaçağı, inşirah bulacağı boyuttur:
Gizdökümcü türün bireylerinde etkin
olan kendini açma duygusu ile Nilgün Marmara şiirinde de karşılaşmaktayız.
Kendi benini “ucuz” olarak gören şair, yok sayılmışlık, itilmişlik içindeki
varlığını çekip alacak bir güç peşindedir.
Gizdökümcü türün bireylerinde etkin
olan kendini açma duygusu ile Nilgün Marmara şiirinde de karşılaşmaktayız. Kendi
benini “ucuz” olarak gören şair, yok sayılmışlık, itilmişlik içindeki varlığını
çekip alacak bir güç peşindedir.
Güldüğü gibi şairin istediği çok
değil; “az bir sevgi”dir. Bu az sevgi ile çeperine gireceği yeni boyuta
“tutkun” olan şairin yıldızı “bebek” imgesiyle birleştirmesi onun masumiyetini,
bozulmamışlığın istencinde olduğunu göstermektedir.
Kasım 1980'e ait başka bir şiirinde de
Marmara, cehennemin bu izami yerküre üzerindeki yansımalarını zakkumun öz
suyunun tiksinçliğinde veriyor.
“İnsandaki çıkmaz durumları,
çatışmaları, kendi sınırlarını aşan/zorlayan olaylar karşısındaki zayıflığını,
çaresizliğini, çelişkilerini trajiğin en üst boyutunda yaşayan âdemoğlu ‘ölüm’
kendi varlığıyla beslenen derin bir mahzendir reel dünyadır.” (Arslan: 2) Bu
yüzden bazıları için bu "mahzen' düşünüldükçe ‘endişe’ uyandıran bir
olguya dönüşür. Ve bu endişe tıpkı cehennem çiçeği zakkum gibi ‘acı’ ve bir
cesedin bakışı kadar ‘yapışkan’dır.
Zakkumun insanlar için yomsuzluğu
yukarıda da belirttiğimiz gibi cehennem çiçeği oluşundandır. ‘ölüseverlik’ ise profan bir duruşun ölük hayat
karşısındaki iğreti övgüsüdür.
Varoluşun bir eskiz olduğu bu yerküre
üzerinde her sözcük tekilliğini kutsayan birey için az da olsa bu gailelerin
çıkışıdır. Bu çıkışın eşikte duran “ben”in sonsuzluk/hiçlik çizgisinde doğruların
birey için ölüm olduğu muhakkaktır. Şair için sözcükler ise, ölümün
noktalama işaretlerini doğuracak imsel olguların kanıksanmış bulgularıdır.
Nilgün Marmara şiirinde ölüme duyulan
yoğun istek ve sevgiye karşın ilginç bir gelgite de tanıklı ederiz. Her ne
kadar ruh/benden ikilemini çürümüşlüğün gömütü olarak görse de bazı şiirlerinde
“her şeye rağmen” hayata bir çağrı, yaşamı özümseme isteği vardır. Nisan 1984’e
ait “Cam Kelepçeye Evet” şiiri bu tin ikinciliğinin eşikteşidir.
Marmara’nın “...yaşama tutunma
çabasında aşka, aşkın yaşama bağlayıcı gücü...”ne (Köycü: 6) sarıldığını
gösteren Kasım 1981 ’de yazdığı şu şiiri de onun salt ölüm birlikteliğini
yaşamadığının ayrı bir cepheden kanıtıdır:
Yine başka bir şiirinde şair “sevme”ye
heveskârdır ve bunun şartını “gerçeğin bilinmesi”ne bağlar.
Günlüğüne düşürdüğü notlardan bazıları
da tiksinç ve uzlaşmışız olan bu hayatın, bütün körebelerine rağmen umut
bıraktığı yolundadır: “Dönmek - İstanbul'a- istiyorum. Ama sonrası da beni
çok ürkütüyor; binlerce binlerce düşüm, dileğim, gerçekleştirmek istediğim şey
var... Arzu yeterince varsa dönüştürme kolaylaşır.” (Marmara 1993: 114) Ne
var ki Nilgün Marmara; bütün bu ara istekli durumuna rağmen yeterince arzu
duymamış olsa gerek ki “ürkünç sonra”ya dairliğini idame ettirememiş, soluğun
yumuşaklığında boğmuştur düşlerini.
Maddesel yaşamın tozsu kalıplarında
yaşayan ve bu biçimsizliğin genliğinde kendine yer bulamayan birey, kendi içsel
yaşamına yönelecek, hülasa mekân algısı boşlukta sallanan yerküre üzerinde
devinecektir. Tinsel tahribatın nesne ve kavrama indirgenmesi sonucu göçük
altında olan birey, yaşam ile duyum arasındaki çizgide sınır ihlaline geçerek,
mekân algısını da bu doğrultuda bükümler. Özellikle kadın kimliği taşımanın
vermiş olduğu “ötekileşme” “duyumsanma”daki farklılık ve “deneyimser olgular
sonucu gelişen farklı bakış, bir şair olunduğunda kat be kat artmaktadır.
Nadide Karkıner’e göre Kişinin kendine oluşturduğu içsel yaşantıda “...kadınların anlam yoksunu ve
derinliksiz metalar ve imgeler dünyasında kendilerine yer bulamayıp, kendi
içsel yaşantılarını genişletmeleri ve bazen burada fazlasıyla kalmaları...”
(Karkıner : 208) söz konusudur.
Gerçekliğin gölge yüzünü gören Nilgün
Marmara için mekân da gölgelik, karanlıktır. Fakat yine de “mavi”yi, “yeşil’i
anar her satır arasında.
Kaostan kozmosa geçişin ancak yerküre
üzerindeki dostluk ile sağlanacağını düşlediği “Kalık Ağ” adlı şiirinde de
mekân Nilgün Marmara için kozmosun dikenli bahçesinde karanlığa hapsolmuş olan
“karanlık kuyular” ve “çatallı bahçeler”dir.
İçselliğinin çölleşmiş kutbunda
bulunan şair için artık mekan gittikçe ıssızlaşır ve “doyumsuz mekan”a olan
özlem ve arayış başlar.
“Kaçkın Cüceler” adlı şiiri şairin
boşlukta kalan mekânsallığının sözcüklere yansımasıdır adeta:
Eylül 1981 ’de yazdığı “Kent” şiiri de
Nilgün Marmara’nın mekân algısını bize göstermesi açısından önemlidir. Eksik
kalmış bir kenti anlatan şair, bu eksikliği ‘kent’in içinden dışına çektiği
surlara ve ‘içinde yaşattığı’nın eksikliğine bağlar:
Nilgün Marmara şiirinde azımsanmayacak
kadar önemli bir yere sahip olan olgulardan biri de “denizedir. Suyun
dişilliğinin kendine çekişine kapılan şair, mavi ve tonlarının sınırlarında
gezinerek iç enerjinin/yaşam enerjisinin kaynağı olan su olgusunun
mekânsallığında kendine yer edinmek ister gibidir.
Bir başka şiirinde yine deniz
dünyasına dalan şair, “ olmayan günler”in güzel anlarında saklar kendini :
“Krizalitler” adlı şiirinde ise deniz
adeta kutsanmıştır. İçrekliğin mekânsal uzamı olabilecek bu olgu -deniz- bütün
adakların sunulduğu bir indir:
Krizalit: Kelebek
olmadan önce bir böceğin, koza veya kozasız olarak geçirdiği başkalaşma durumu.
Başka bir şiirinde de şair varlığının
yerküre üzerindeki uzamını “deniz”de bulduğunu ifade etmektedir:
Yine Ağustos 198ryazmış olduğu
dizelerde de şair yer-gök arasında kalan özün mahremiyetinde gözlerini göğe
çevirirken, yer küreye aitliğini ellerini- denizde tutmaktadır.
“ben ki sıhhatli kelimelerden ürkerim., giderken o mor
heceye
yüzümü dövdüğüm bir
harfin sancısıyla
taşıdım cürmümü,
yağmurun ve sarnıcın korkuyla beslenen sükutuna.."
Metin Kaygalak
Nilgün Marmara şiirini incelerken
karşımıza çıkan ilginç olgulardan biri de “renk” bahsidir. “Biz rengin değil/ara rengin
peşindeyiz” (Marmara 2010: 59) diyen ve hemen hemen bütün
şiirlerinde herhangi bir renk veya rengin yansımasıyla karşılaştığımız şairin
bu düzlemde kullandığı başlıca renkler ve bunları kaç kez yinelediğine dair
sonuçlar şunlardır: Şiirlerinde yeşil 16, kırmızı/al 13, mor 7, siyah/kara 11,
beyaz/ak 19, sarı 5, pembe 9, mavi 19, gri 3 kızıl 8 ve kahverengi 2 kez
yinelenmiş olmakla birlikte; eflatun, ten rengi, bebek rengi, lal rengi, ay
rengi, altın rengi, gök rengi, bal rengi gibi renklendirmeler de yapılmıştır.
Renklerin insan psikolojisi üzerindeki
çıkarımlarının inkar edilemez bir gerçeklik olduğu düşünüldüğünde, renklerin
kullanım sıklığına paralel olarak insan üzerinde bıraktığı etki ve kullanıcının
tinsel durumu hakkında verdiği ipuçlarına değinmek gerekecektir.
Yeşil; rahatlatıcı ve sakinleştirici
bir özeliğe sahiptir. Ayrıca uyumun, güvenin, duyarlılığın ve bereketin
rengidir.
Yeşilin kullanıldığı dizelere
bakıldığında, şairin umut taşıyan, taşkınlık bildiren imgelemelerinde bu rengi
kullandığı göze çarpmaktadır. Psişik bir varlıkla şiir yazan şair için şiirin
rahatlatıcı etkisinin söz konusu olduğunu ve bu yüzden sıkça bu rengi
anımsadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kırmızı; sevgiyi de nefreti de içinde
barındıran cinsel güç, kızgınlık ve hırs gibi anlamlar içermesinin yanında
enerji verme özelliğine de sahip oluşuyla karvanavaliteyi taşıyan bir renktir.
Nilgün Marmara şiirinde kırmızı önemli
bir renk olarak karşımıza çıkar. Şairin bu rengi önemsediğini ve kendisi için
öncelleştirdiği renklerden biri olduğunu söyleyebiliriz.
Bu dizelerden de anlaşılacağı üzere
şair için “ilk ve tek” konumunu yakalamıştır kırmızı.
“Kırmızıya Yöneliş” (Marmara 2010: 19)
adlı şiirinde de şair için kırmızının varlık için bir karşılık bulduğunu
söyleyebiliriz. Bunu bir şiirinde “kırmızı yaşam” (Marmara 2010: 23)
tamlamasını kurarak da başka bir şekilde ifade etmiştir.
“Kırmızı” (Marmara 2010: 137) adlı
şiirinde “hazin bir kırmızı ve sonu” diyerek kırmızı sevdiğinin hüzün veren
yanını anımsatır.
Tutkunun rengi olarak belirtilen bu
renk; inandıklarına/inanmadıklarına tutkuyla bağlı olan Nilgün Marmara’nın
tinsel durumunu belirtmesi açısından imsel bir olgu olmuştur.
Moru; “...kalbin ve zihnin,
fiziksel ile spritüelsin kaynaşmasını gösteren bir renktir. Genelde insanlar
ürperme, korku, stres veya kendini güvende hissetmediği zamanlarda morun
severler, tercih ederler. Yani bu renk insanlardaki nevrotik duyguları açığa çıkarttığı
için bilinçaltında insanları korkutur.’' (Çağan 2007: 59) diye açıklayan
Mehmet Çağan'ın mor rengi için verdiği örnek oldukça çarpıcıdır:
Nilgün Marmara'nın moru
çok sevdiği bilinen bir durumdur. Öyle ki bu rengi çok sevdiğinden dolayı
Everest yayınlarından çıkan “Daktiloya Çekilmiş Şiirler’’ adlı şiir
kitabı mor renkte bir kapakla yayımlanmıştır. Mor rengi için yukarıda
bahsedilen özellikler ile Nilgün Marmara’nın psişik durumu göz önüne
alındığında bir özdeşleşin! olduğu ortaya çıkacaktır. Şiirlerinde mor
rengini karanlık, garabet barındıran imgelerde kullandığı görülen şairin bu
rengi, yaşamın/varlığının yüzünün rengi olarak algıladığını da söyleyebiliriz.
Marmara yanlıca şiirlerinde değil günlüğünde de mor rengini anmıştır: “Böyle bir morla alçalttım sizi!’’ (Marmara 1993: 75)
Mor rengini şiirlerinde benliğinde
dokunaklı bir imge olarak ele aldığını görmekteyiz:
Bu dizesinde de olumsuzladığı bu
renkle kurduğu imgenin çöküntüsü altındadır benlik. Başka bir şiirinde de “morötesi
çuvallar içre gizlenmek isterdim.” (Marmara 2010: 34) diyen şair varoluştan
kaçışı yine içsel uzamının rengi olan “mor”a sığınarak bulur.
Siyah/kara; gücü simgeleyen bu renk
içinde duruma bağlı olarak biraz da kötümserliği barındırır. Fakat bilinen
başka bir gerçek de karanlığın rengi olan bu rengin insanın gelişimi üzerinde
tamamlayıcı bir ara unsur olduğudur.
Nilgün Marmara şiirinde daha çok
karanlık ve tiksinç varlıkların çağrıştırıcı rengidir siyah:
Masumiyetin, temizliğin rengi olan
beyaz/ak içinde sürekliliği barındırır. Nilgün Marmara şiirinde çok sık
kullanılan bu renk içindeki bütün masumiyetiyle her zaman bir
“çocukhanımefendi” (Erözçelik 2010 : IX) olarak kalan şair için özünün paletine
düşmüş en güzel renktir. Şairin de şiirinde bu rengi daha çok çocuk ve ölüm ile
birliktelik oluşturarak verdiğini görebiliriz.
İyimserlik, sevgi ve merhametin
göstergesi olan sarı aynı zamanda aklında temsilcisidir. Nilgün Marmara'nın
şiirinde en az adı geçen renklerden biri olan sarı daha çok ılımlı
imgelemelerin dizgesinde kullanılmıştır.
Pembe; sevgi, şefkat, uyum,
yumuşaklığın rengidir ve dişi bir vizyon taşır. Ayrıca bu renk yaşamseverlik
barındıran insanların hayallerinin tablo rengidir.
Nilgün Marmara gibi hiçliğiyle
tükenmiş tinsel içrekliğinde kalmış bir şairin böylesine “yaşam” kokan bir
rengi şiirinde bu kadar kullanmış olması şaşırtıcıdır. Varoluşun yerküreye
yakın duran bu rengin şair tarafından kullanımı, daha çok iyimserlik doğuran
dizelerindedir.
Nilgün Marmara’nın güzel gözlerinin
rengi olan mavi ise sakinliği, üretkenliği, huzuru simgeler: “Mavi
duyarlılık, olumlu düşünceler ve ilerleme arzusunu temsil eder." (Çağan
2007: 53)
Denize, göğe tutkun olan Nilgün
Marmara bunların rengi olan maviyi de şiirinde fazlasıyla kullanmıştır. Düşün
rengi de diyebileceğimiz bu renk şair için karanlıkla boğumlanmış varlık
tabakasından kaçıştır adeta.
Mavinin inşirah dokusundaki dağılan
hayat Nilgün Marmara için aynı tadı bırakmamıştır. O gözlerinin buğuluğuna
takılan mavi gibi yaşamın eşiğine takılarak “mavilik”ini özümseyememiş,
duvarlarını mavi yapmak istediği “yaşam harabesi”nin köhneliğinden
sıyrılamamıştır.
Nilgün Marmara şiiri tüm yalnızlığı ve
burukluğuyla çok sevilen bir şiir olmuştur. Bunda şairin derin imgelemelerinin
ve sağlam üslubunun etkisi büyüktür. Bu büyük şairin yaşadığı kısacık ömrüne
rağmen yazmış olduğu şiirleri ve günlükleri ve hatta karalamaları edebiyat
denizimize çok şey katmıştır.
Çalışmamız boyunca karanlık bir ölü su
olan Marmara şiirinin ana hatlarında uçarı gezintiler yaparak, onun imge ve
düşünce dünyasına açılan sıkıca kapalı perdeleri aralamaya çalıştık. Nilgün
Marmara şiirine açılan tüm kapıların arkasında bulunan karanlık hüzün
nöbetlerine çaktığımız kibritler, bizi onun ruhuna dair tozlu sandıklara götürdü.
Açılımlanacak her metnin izlerini yorumladığımızda yalnızca hisseden ve
hissettiğinden başka bir şeyi yazmayan bir şairle karşılaştık. Artık yapılması
gereken tek şey ruhuna açılan ufak ışık deliklerinden Marmara’nın şiir
dünyasının biricik kaynağı olan ruhunu metnine hizmet edecek şekilde tahlil
etmekti.
Nilgün
Marmara, etkileşimleri ve etkileşim biçimleriyle, kullandığı dille ve şiirinde
bilinçaltını afallatan, şaşırtan ve yer yer tahrib eden imge ve cümle
yapılarıyla Türk edebiyatının en farklı simalarından biri olmayı başarmıştır. Hayatında ve şiirinde Sylvia Plath’ın derin
izlerini taşıyan, ölüm manifestosunu şiirine söylettiği karanlık şarkılarla
fısıldayan ve bu fısıltıları imgelerinin içine sıkıştırdığı çığlıklara
dönüştüren Marmara’nın
şiirinin tek bir yorumu vardır o da “kendisi”dir.
Sonuç olarak bu çalışmamızın, Türk
edebiyatı araştırmalarında hak ettiği yeri bulamamış olan Nilgün Marmara'nın
layık olduğu yeri bulması için atılmış ufacık bir adım olması temennisiyle...
KAYNAKÇA
ALVAREZ, A., (1999), Kan Dökücü Tanrı,
Öteki Yayınevi, Ankara
ARK.UN, Nezahat, (1985), İntiharın
Psikodinamikleri, İ.Ü. Fen Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul
ARSLAN, Fatih, Sisypus Dağının
Melankolik Arafı: Akif Paşa/Ekrem Şiirinde Çocuk-Ölüm Algısı
ÇAĞAN, Mehmet, (2007), Rengi Rengine,
Sistem Yayıncılık, İstanbul
GENÇTAN, Engin, (1995), Normal Dışı
Davranışlar, Remzi Kitabevi, İstanbul KAFKA, Franz, (2004), Aforizmalar, Bordo
Siyah Yayınları, İstanbul Karkıner,
KİERKEGAARD, Soren, (2007), Ölümcül
Hastalık Umutsuzluk, Doğu Batı Yayınları, Ankara
KÖYCÜ, Seda, Halina Poswiatowska ve
Nilgün Marmara: ilki Yaşama,Diğeri Ölüme Seslendi
MARMARA, Nilgün (1993), Kırmızı
Kahverengi Defter, Telos Yayıncılık, İstanbul
MARMARA, Nilgün, (1990), Metinler,
Telos Yayıncılık, İstanbul
MARMARA, Nilgün, (2010), Daktiloya
Çekilmiş Şiirler, Everest Yayınları, İstanbul
MARMARA, Nilgün, (2007), Sylvia
Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi, Everesi Yayınları, İstanbul
OKTAY, Ahmet, (2008), İmkansız Poetika
,İthaki Yayınları, Ankara ÖZLEM, Doğan, (1999), Doğu Batı Dergisi Kaygı Sayısı
(6), İstanbul PLATON, (2008), Sokrates’in Savunması, Akvaryum Yayınevi,
İstanbul SARTRE, J.P., (1993) Varoluşçuluk, Say Yayıncılık, İstanbul SIĞLAN,
Sultan, Nilgün Marmara Ölümünü Nasıl Yaratır
SÜMEYRA, Cemile, (2007), Türk
Edebiyatında Kendi Kalemini Kıranlar,
Şule Yayınları, İstanbul
YÜCEL, Müslüm, (2007), Edebiyatta Ölüm
ve İntihar, Agora Yayınları, İstanbul
Kaynak: Turna IŞIKLI, Bir İntihar Ve Şiir
Otopsisi: Nilgün Marmara Şiirine Dair Analizler, T.C. Fırat Üniversitesi İnsani
Ve Sosyal Bilimler Fakültesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü 2011, Elazığ
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar