Print Friendly and PDF

HIRSIZLARIN ELLERİ KESİLMELİ

Bunlarada Bakarsınız



"O'nun ardından"
Gösterdiler, ruhunu;
" Ey Melek, seni de anlamadılar, değil mi" dedim.
-Onlar yüksek kelimelerini yere indirdiler, fakat beni ezdiler. Derdimin üstüne kül değil ateşler attılar. Bense serkeş atlar gibi, onlarsa çivili sopalarıyla, dürttüler. 
Suçlu olmam, onlarla, olmamak mı?
"Beş sayfalık şiir yazmıştım. Silgi attılar."
"Nedir dediğimde, açılmayan anlaşılmayan cevaplar, hoyrat nefislerine yenik düşmem, mutlu olmaları, şaraplarına meze yapılmak mıydı?"
"Doyulmaz sevgim var, ancak düşman gibi beni yerlere serdiler."
"Huzur vermeyen sözcükleri dizmek mi maharettir?"
"Yıkıldığım yer, üstüne yıkılan değerlerimi, bana vermediler."
"Yalnızlık benim, üzülmem."
"Şimdi gidiyorum, sizde geleceksiniz"
"Gitme, dememeleri yok mu, vefasız oluşları"
"Öldü derlerse çok mu?  İltifat mı, yoksa zehrini kusmuş çıyanın elemini çekmek mi?"
"Ağlamayın,  anlatamadığıma ağlayın."
"Anlaşılmaz bir sırmış, sarmaşık canından mı?"
….
Derdime dert katan ruhun sonsuz kelamını dinledim. Dedim ki;
"Ey nefsini yer eden, üstüne kara toprağı ektiren, onlar da bir şey kazanmazlar, seni neden kaybettik ki?"
Nil, gün kadar açık mavi Marmara mor akşamları görmeseydi.. Üstüne yığılmış kara yazılarını okuyan filozof serkeş kafaya bir şey mi öğretmek istedin?

Onların horuldayan pis nefeslerinden ancak ateş çıkar. Leş yiyici kargalar, baykuşun yanında yol bulamazlar. Işıkları sönmemiş ateş böcekleri olsalar, ne yazar. Kebirler tanırım, derya diye gezdiği çukurlarında, larvalardan aldıkları ilhamı okyanus hikâyeleri gibi anlatırlar.
Pis böcekleri. Macerası bir atım gübreye basılmış, kusmuklu sarhoş ayıklığı.
Canını feda edenlerim için değerliler, gel gör ki saf çocuklarımı birer birer çaldılar. Bu hırsızların ellerini kesmek geliyor içimden. Allah Teâlâ boşuna dememiş hırsızların elini kesin diye, meğer bu kesilecek hırsızlar, bunlar, yol hırsızları, gençlerin zihinlerini fikirleri çalanlar.
Elleriniz kesilsin.
Kesilsin; dilinizle beceremediğiniz hiyaneti ellerinizle çok iyi becerdiniz.
Ey hainler, ellerinizle yapamadıklarınızı yazdıklarınızla yaptınız. Sizlere acımıyorum. Ağladıklarım için siz ağlamazsınız. –Kısa bir yazı üstüne çizgi atacak kadar-
Yolu yolsuza uğramış, peygamber ruhlu insanlar, gidiyor, dolanı gelmiyor. Gittiği yerde bilinmiyor. Eğer bir gün toprağa bastığınızda bir garip ses duyarsanız, duyduklarınız vaktinden önce gidenlerin eyvah sesleridir.
"Aldattılar, neden?"
Onlara çok görmüyorum. Yollarını çaldı eşkıyalar, kanlarını emdi vampirler. Tuzaklarından kurtulmaları kolay değildi. Rahman sıfatlı sevgili, onların bir günahları varsa bu eşkıyaların sırtına yükleyeceğini biliyorum.
Ey sevgili dara düşmüş kullarının karşısına İsa nefesli Mevlanalar çıkar. Onlar hayat verirler. Onlar beslerler, beslenmezler. Ne mutlu ki bize Meryem'i de bulduk, İsa'yı da. Ancak biz kaybetmeden "kış uykusundaki melekler"inde bulmasını istiyoruz.

Alıntılar için kaynak: Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter, Yayına Hazırlayan: Gülseli inal, İkinci Basım, Eylül 1994, İstanbul

AYŞE HÜR-14/02/2016  Kalpsizler için 'intihar kasidesi'

Üniversiteyi bitirme tezi “her on yılda bir intihara teşebbüs eden” ve bunlardan sonuncusunda 29 yaşında ölmeyi başaran şair Sylvia Plath olan şair Nilgün Marmara 13 Ekim 1987’de henüz 29 yaşındayken Kızıltoprak’taki evinin (5. kattaydı) penceresinden atlayarak intihar etti ancak ölümüyle ilgili şüpheler bugüne kadar sürdü. Suçlananlardan biri de şair Ece Ayhan’dı. Cezmi Ersöz Ece Ayhan’ı şöyle savundu:
“Nilgün’ün birtakım dedikodularla yıpratılmasına göz yumamam. Nilgün olayında Ece Ayhan’a büyük haksızlık yapıldı. Nilgün, Ayhan’ı çok severdi ve dostlukları büyüktü. 20’li yaşlardan itibaren intiharı düşünüyordu. Bir ara İskenderiye’ye gitti ama mutlu olamadı. Döndüğünde bana dedi ki: ‘Cezmi, düşlerimin İskenderiyesi’ni bulamadım.’ Yüzünde ölüm ifadesi vardı son zamanlarda. Tedavi için gittiği psikiyatrisi taciz etti onu; o durum daha çok yıktı. Alkol ile birlikte antidepresan alıyordu. Bahariye’de karşılaştık; yanında eşi vardı. Kulağıma ‘Cezmi çok hastayım’ dedi. Biyolojik hastalık algıladım. Ama çökmüş vaziyetteydi. 3-4 ay sonra intihar etti. İnsanlar komplo teorilerine meraklı, Nilgün’ü kim atacaktı ki? (…) Ne acıydı ki birileri bu intihardan Ece Ayhan'ı sorumlu tuttular... Hatta bu suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde; 'Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı' dediği içindi belki de... Bu dedikodular ve suçlamalar etkisini göstermiş olacak ki, bir akşam Ece Ayhan arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken kızın biri yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından aşağı dökmüş... Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış, ama sadece şunu söylemiş; babalarına yapamıyorlar, bana yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor…”
Yazıyı Nilgün Marmara’nın bir şiirinin son dizeleriyle biterelim:
“……….
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:

Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!”
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/kalpsizler-icin-intihar-kasidesi-1510512/

 hzl: Turna IŞIKLI
Türk edebiyatının karanlık dehlizlerinde gizlenmiş bir şair olan Nilgün Marmara, hakkında pek çalışma yapılmayan ve maalesef layıkıyla bilinmeyen bir şairdir. Erken ölümüne rağmen Türk edebiyatında derin izler bırakan bu şairi anlamak oldukça önemlidir. Hayatın sıkıştıran parantezinde söz kusmuklarını şiirine sığdıran Marmara’nın şiirleri; hayatın acıtan, yıpratan, bozan yönüne tutulmuş bir ayna gibidir.
Hak ettiği yerde bulunmadığını düşündüğümüz bu şair hakkında ilk defa detaylı ve kapsayıcı bir çalışma yapabilmeye çalıştık. Bu zorlu süreçte kaynak konusunda çok değerli yardımlarını esirgemeyen Maral GÜRDAL’a, her türlü yardım ve desteğini son ana kadar esirgemeyen Ahmet KARADOGAN’a ve metnin açılım karanlığına engin bilgi ve birikimiyle ışık tutarak müthiş bir sabır ve hoşgörüyle desteğini hep hissettiren sayın hocam Yard. Doç. Dr. Fatih ARSLAN’a teşekkürü bir borç bilirim.
“yaşam, bize verilmiştir;
biz onu vererek kazanırız ”
Rabindranath Tagore
“...her canlı, bir bakıma giderin gelirden üstün olmasıyla düzenli açıklar veren ve bu yüzden belli bir süre sonunda iflas etmesi gereken bir ticarethane gibidir. Bu iflas ölümdür.”( Arkun 1978 : 148) Bu iflasın doğal bir süreç halinde gerçekleşmiş olmasının yanında kimi zaman farklı bir boyut olarak karşımıza ‘İntihar’ kavramıyla çıkar. Delmas’a göre "... aklı başında bir insanın, yaşamakla ölmek arasında bir seçme yapabileceği halde, her türlü ahlak baskısı dışında ölümü seçip kendini öldürme” (Arkun 1978: 148) olan intihar, kişinin isteyerek yaşam serüvenine son verip ölümü seçmesidir.
İnsanlık tarihinin en karanlık noktalarına dahi inildiğinde intihar kavramıyla karşılaşmaktayız. Çoğu zaman hoş karşılanmayan bu durum, bazı toplumlarda daha yer edinmiş durumdadır. Ortaçağ’da intihar adeta lanetlenmiş, büyük bir suç sayılmıştır ve “ ölümcül bir günah, bir dehşet, ahlaksal yönden iğrenç bulunan bir konu” (Alvarez 1999: 23) olarak edebiyattan da dışlanmıştır. Öyle ki Dante gibi düşünürler de intiharı “ruhun bedeninden kendini zorbaca söküp atması” olarak tanımlamış ve ilahi güç tarafından “bağışlanamayacak bir günah” olarak kabul etmiştir.
Ortaçağın bu intihara karşı olan diktasına rağmen Rönesans dönemi buna daha yumuşak bir yaklaşımın zamanı olmuştur. Montaigne’e göre ölüm bütün kötülüklerin tek çaresidir. “Korkulmamış ve aranıp bulunması gereken en güvenli sığınaktır” (Alvarez 1999: 144). Öyle ki ona göre bir insanın kendi isteğiyle ölmesi ölümlerin en güzelidir. Ölüm/intihar hakkındaki bu yumuşak ve tarafı söylemini en üst düzeye ulaştırır ve “yaşam, diğerlerinin emrinde, ölüm bizimdir” diyerek, ölümün insanın hür doğasına ait en büyük parçalardan biri olduğunu savunur. Ortaçağ ve Rönesans dönemi arasındaki bu farklı tutum elbette ki dönemlerin aydınlanma durumuyla yakından ilişkilidir. Dünya hakkındaki görüş ve düşünceleri gelişen Rönesans bireyinin, bireyciliğin hür hâkimiyeti ışığında bu durumda daha yumuşak bir tavır geliştirmiş olması kaçınılmazdır.
Modern zaman insanının intihara bakışına gelince; intihar meydana gelen büyük savaşlar sonrasında pek çok insanın başvurduğu bir çare halini almış ve toplumlardaki hezeyanların, çöküntülerin kaçış noktası olmuştur.
20. yüzyılın başlarında romantikler, intiharı ödenmesi gereken bir bedel olarak görmüşlerdir. Bu düşünce uzun süre Avrupa’ya adeta bir salgın olarak işlenmiş ve intihara karşı büyük bir hoşgörü yaratmıştır. Bunun edebiyattaki yansıması olan Werther’in hazin intiharı asırlarca süren bir etki bırakmıştır.
Modern insanın kimisi ölümü bir zorunluluk, kimisi bir sanat olarak görmüştür. Ancak sadece taraftarlarından bahsetmek elbette imkânsızdır, intihar, modern insanın korunak olarak yücelttiği ama aynı zamanda ürktüğü ve ittiği bir olgu durumuna gelmiştir. Fakat bütün bu itmeye, ürkmeye rağmen modemizme, bunun adına yapılan büyük savaşlara ayak uyduramayanlar, benlik sorununu aşamayıp bir metalar dünyasına dönen bu dünyaya hapsolunmuş olarak kendini görenler tüm zamanlarda olduğu gibi modern çağda da bunun kaçış yolunu intihar olarak saptamışlardır.

“Ruhumu bu çarmıha kemli ellerimle gerdim ”
Yusuf Ziya Ortaç
Ölüm, her zaman için bireyin varoluş sorunsalındaki en büyük basamak olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden daima felsefenin buğulu sorularının içindeki ana merkez konumunda olmuştur.
Montaigne; “felsefe bize ölmeyi öğretir’' demiştir. Felsefenin ölüm üzerindeki izafi düşüncelerini bu söz çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
2400 yıl önce yaşamış olan ve bir baldıran zehri içerek ölen büyük Atina bilgini Sokrates, ölümü daima yüceltmiştir. Sokrates “ölüm korkusunun insanın kendini bilge zannetmesinden ileri geldiğini, insanın ‘bilmediğini bildiği’ni belirterek, zor olanın ölümden korkmak, kaçınmak değil, kötülükten kaçınmak olduğunu” (Yücel 2007: 15) söylüyordu. Ölümün korkusunu insanın kibrine bağlayan Sokrates için hiç kuşkusuz ölüm daima “iyi” olandır. Çünkü dünyanın biteviye olan kötülüğüne karşın ölüm bir kurtuluştur. Ölümü “bizi bir yerden başka bir yere ulaştıran bir geçit” (Yücel 2007: 15) olarak algılar ve bu yüzden de korkusuzdur. Hatta ölümünden sonraki ebediyete inanan Sokrates, öldükten sonra insanların bir arada olacağını, ölümün mutluluk getireceğini düşünür. Bütün bunlar da insanların ölüm korkusunun gereksizliğini görmesi ve ölümden korkmaması için yeterli kanıtlardır Sokrates için.
Savunmasında kendisini ölüme mahkum edenlere bu kararları ile kendisi için bir iyilik yaptıklarını söyler. Ölüm öncelikle bir uykudur. Yaşamın hiçbir anında, hiçbir gecesinde olmadığı kadar tatlı olan, iyi ve rahat bir uykudur. Ölmeden önceki son sözleri yine ölüm üzerine olan Sokrates “...ölüm konusunda ümitli, iyimser olmalısınız.” der ve “...şimdi ölmenin ve bütün dertlerden kurtulmanın benim için en iyi şey olduğundan eminim” (Platon 2008: 63) sözleri onun ölümle ne kadar barışık olduğunu göstermektedir. Fakat bu ölüme karşı sıcak bakışına rağmen Sokrates, intihar konusuna “ağırbaşlı ve büyük ilkelere bağlılık“ (Alvarez 1999: 67) ile temkinli yaklaşır. Ona göre tanrıların bir inam olarak verdiği bu hayat, bu can istemle terk edilirse tanrıların hoşnutsuzluğu söz konusu olur. Bu yüzden “iyilik“ olan ölüm beklenmelidir / kendiliğinden gelmelidir.
Eflâtun için de ölüm bir nevi kurtuluştur. Esas olan ruhtur ve “ruh bedenin hapsedildiği bir mağaradır. Ölüm, ruhu bu hapishaneden kurtaracak tek güçtür.“ (Yücel 2007 : 18) Fakat tıpkı hocası Sokrates gibi o da intihar konusunda “...ölçülülüğünü elden bırakmaz.“ İntiharın her durumda tasvip edilir bir şey olmadığı görüşünde olan Eflatun için “ Eğer yaşam ölçüyü kaçırırsa intihar makul ve haklı bir davranış haline gelir.” (Alvarez 1999: 67 ) İnsanların katlanamayacağı dertler sonucunda intiharını makul karşılayan eflatun, bu durum dışında intiharı onaylamaz.
Eflatun ile İslam tasavvufunun ölüm sentezi benzerlik göstermektedir. İslami inanışta can tanrı tarafından verilen bir inamdır. İntihar, verilen bu inama sahip çıkmamak, ihanet etmektir. Bu yüzden İslam düşüncesinde müntehirler dini geleneklere göre defnedilmez. Hatta mezarlıklarda ayrı yerlere gömülürler, mezar taşları ve taşların üzerinde kimlikleri yoktur. Eflatun da tıpkı İslam inancında olduğu gibi intiharın verilen emanete bir ihanet olduğu (yukarıda bahsedilen istisnai durumlar dışında) görüşündedir. Ve İslam inancında olduğu gibi Eflatun da müntehir mezarlarının ayrı olması gerektiğini düşünür. Ona göre “intihar edenler ayrı mezarlara konacak, yanlarına başkaları gömülmeyecek ve devlet toprağının 12 bölümünün sınırında, ıssız ve adı olmayan yerlere hiçbir tören yapılmadan gömüleceklerdir; ne mezar taşları, ne de mezar taşları üzerinde adları olacaktır.” (Yücel 2007: 18)
Devleti her şeyin üstünde tutan Aristoteles de intihara tepkili olan filozoflardandır. Onun için intihar başlı başına devlete karşı bir baş kaldırıdır ve dolayısıyla suç olarak algılanmalıdır, “hastaların intiharını korkaklık“(Yücel 2007: 20) olarak gören Aristoteles, yalnızca ölümcül hastalığa yakalanmış olanların bu hakka sahip olduğunu düşünür.
İntiharı tamamıyla ussallaştıran Stoacılar için intihar “ tüm çıkışların en kusursuzu”dur (Alvarez 1999: 145). İntiharın meşruluğunu artık tartışılmaz bulan Stoacılar için önemli olan nasıl öldükleri olmuştur: “çünkü nasıl öldükleri onları diğerlerinden ayıran biricik ölçüttü.” (Alvarez 1999: 145) Birinin kendisini öldürüp öldürmemesi artık sorun olmaktan çıkmış “bunun en büyük onur, yüreklilik ve güzellikte nasıl yapılacağı” birincil soru(n) olmuştur.
Heidegger için ölüm bir tamamlanmadır. Tıpkı bir ressamın resmini tamamlaması için ölüm de insanı tamamlamakta, ancak ölümle insan, tamamlanmış bir resim gibi öteki dünya için son şeklini almaktadır. Özneyi ‘kaygı’ olarak adlandıran Heidegger için dünyada olmak yani varoluş/dasein “zaman” ve “tarihsellik” kavramlarıyla özdeşleştinlmiştir. “ Dasein, ölümlüdür: o kendisini ölüme çağıran ve götüren bir şey olarak zamanı yaşar; o, zamanı bu sebeple tarihsellik kipi içerisinde tanır.” (Özlem 1999: 20) Varlığı dünyaya terkedilmiş olarak gören Heiddiger için “...gerçek hayat, ölüme ilişkin olandır. Gerçek hayat ağır gelen bir yüktür; bir yorgunluk, bezginliktir.” (Yücel 2007: 32)
Heiddiger’in düşüncelerinin aksi doğrultusunda fikirlere sahip olan Nietzche’in ise ölüme bakışı oldukça keskindir: “En iyi şey doğmamış olmaktır, ikinci en iyi şey ise en kısa sürede yol ‘buyurur’...”( Yücel 2007: 24) Onun için ölüm bir kurtuluştur. Çünkü “hayat yalnızca acı çekmektir. Öyleyse bu acıyı bitirmek gereklidir.” (Yücel 2007: 24)
Sartre ise ölümü hayatın başat gerçeği olarak görür. Dostoyevski’nin “tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu” (Sartre 1992: 71) sözünü çıkış noktası alan varoluşçuluğun babası Sartre, bunun sonucunu her şeyin mubah olduğu sonucuna bağlar ve hiçbir şeyi yasak kabul etmez. Varoluşun özden önce geldiğine inanan Sartre için “insan kendi başına bırakılmıştır.” Bu bırakılmışlık içinde birey varlığından yalnızca kendisi sorumludur. “Kişioğlu özgürdür ve üzerine yaslanabileceği bir insan doğası yoktur.” (Sartre 1992: 71) Bundan dolayı da ölüm/intihar bireyin kendi sorunsalıdır ve temelde özgürlük ölümle gelecektir.
“Penceremde ‘dâr’ın gölgesidir, perdeyi ürperten o şuh kımıltı, yaka cebimdeki yangın, gene bir şey söyleme bu intihar taslağı zor hezeyan, göğsümde titreyen bıçak.
makaslanmış kaç yerinden fotoğrafımız, gecem, dağılır geceme!
o, simya, o, bun...yüzüm, soğuyan aynada kanayacak!.. ”
Yaşar Bedri
Nilgün Marmara, 13 Şubat 1958 yılında İstanbul Kadıköy’de göçmen bir ailenin çocuğu olarak bir çift mavi göz ile dünyaya ilk ağlayışını bırakmıştır.
Ülkenin sancılı dönemlerinde çocukluk ve ilk gençlik yılları geçen Marmara, ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji’nde okumuştur. Kolejden sonra kayıt yaptırdığı İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne çok kısa bir süre devam eden Nilgün Marmara, bu bölüme dönemin siyasal kutuplarındaki sığlıklara kendini sığdırmayacağını anlayarak devam edemez. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı'na giren Marmara “Sylvia Plath’in Şairliğinin İntihan Bağlamında Analizi” adlı bitirme teziyle bu bölümü başarıyla bitirmiştir. Aynı dönemde evlenen Marmara için hayat gittikçe bohem bir durum alır. Dönemin siyasal ve sosyal sorunları içerisinde sıkışan her bireyinde olduğu gibi Nilgün Marmara da varoluş sorunsalı üzerinde durmaya, içselleştirdiği yaşamın giriftlerinde oyalanmaya başlamıştır.
Dönemin ‘marjinal’ isimlerinin başında gelen Nilgün Marmara’yı edebiyat dünyasına İlhan Berk tanıtmıştır. Her zaman gizliden gizliye yazan bir şair olan Marmara, yazdıklarını sadece büyük dostu Ece Ayhan ile paylaşmıştır. Bir süre sonra Ece Ayhan'ın deyimiyle ‘sivil şairlerden olan’ Cemal Süreya ve dönemin diğer önemli isimlerinden Faruk Hüsnü Dağlarca, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cihat Burak’ı da yakından tanıma olanağı bulmuştur. İçrekliğinin sessizliğinde karaladıklarını bir süre sonra daktiloya çeken şair, şiirlerinden birkaçına ölümünden önce ışık aldırarak “beyaz” ve “şiir atı” dergilerinde yayınlamıştır.
13 Ekim 1987'de “hayatın neresinden dönülse kârdır” (Marmara 1993: 34) diyen Nilgün Marmara, geride Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1988), Metinler (1990) ve Kırmızı Kahverengi Defter (1993) adlı üç kitabı bırakarak; 29. yılında yaşamının soluğunu, Kızıltoprak’taki evinin beşinci katından kendini aşağı bırakarak kulaklarında kalan son keskin uğultuyla sessizce kesti.
Ölümünden bir süre önce manik depresif teşhisi konan Nilgün Marmara için hayat, bu hastalığın görünen yüzünün okşadığı kalıp içerisinde akıyordu. “Nilgün’ün tedavi olması gerekiyordu ama o, doktordan kaçıyordu... İyileşmesi için entelektüel faaliyetlerde bulunmaması gerekiyordu.” (Aşçı 2010: 30) diyen eşi Kaan Önal'ın da belirttiği gibi bu tür vakalarda maninin savurduğu bireyin içleştirilmişliğinin dışa vurumu ve uzak tutumunun yıkımı başat bir durumdur, “manik savunmalar yoluyla diğer insanlara yönelik saldırgan ve yıkıcı eğilimlerini yadsımaya çalışan kişinin bu çabaları sonucu yarattığı neşeli ve mutlu görüntü, aslında yaşamındaki gerçeklerin karşıtıdır.” (Gençtan 1995: 160) Çevresinde güzel kahkahaları ve neşesiyle bilinen Nilgün Marmara için de bu yadsımanın yaşamın soykası [Ölünün üzerinden çıkan giysi]  olduğu düşünülebilir. “...Nilgün Marmara’ya amerikan yazarı Scott Fitzgerald’ın karısının adı olan ‘Zelda’...” diyen Cemal Süreya, onun için “Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel, ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi” demiştir.

“beni görmeden üstüme basarlar”
Asaf Halet Çelebi
Varoluş sorunsalına derinden inen Nilgün Marmara için hayat tıpkı egzistansiyalistlerde olduğu gibi “dünyaya bırakılmışlık”tır. Dirim, bu bırakılmışlığın acısını yaşar ve her şey ölüm için bir emaredir. “Doğmuş olmak bir referans mektubunu nereye ve kime götüreceğimizi bilmemcktir."(Marmara 1993:62) diyen Nilgün Marmara için bu referansın uzamsızlığı dirimin yaşam kargaşasındaki süflileşmesinden gayrı değildir. Umarsızlığın iktidarında olan tin, kendini yadsımaya tabi tutacak ve sonuç olarak da bu süflileşmenin yırtıkları arasından gördüğü diinyaya/varlığa sessiz bir içtenlik protestosunu gerçekleştirecektir. Nilgün Marmara da tinsel yadsımaları sonucunda yaşadığı dışlaşma eğilimlerinin vurucu imgelerini intiharı ile ortaya koyanlardan olmuştur.
Kuşkusuz bunları yaşayan tin bir veri olarak “söz”e sığındığında ortaya edebiyat adına marjinal bir söylemle birlikte sancılı bir doğum sonucu şiir çıkacaktır. Nilgün Marmara şiiri; “Ay kamarasında / Kristal kafatasları çarpışırken/makaranın üzerinde dağılan mürekkep’’ (Marmara 1993:63) ile yazılmış şiirlerdir.
“Bürokratik/şeyleşmiş bir yaşamın olduğu kadar bireycileşmiş/ yalnızlaşmış bir yaşamın da varlığı olumsuzlayıcı yanına karşı tepki gösterir ve ölümü seçerken Nilgün Marmara ve Kaan İnce’nin kadın ve erkek kimliklerinin kırılgan bir duyarlıkta eklemlendiğini söylemek gerekir.” (Oktay 2008:72) Toplumsalın ve bireyciliğin birlikte koşturduğu nedensellikler içerisinde hiç kuşkusuz şiir de bu damarların akan kanının kırmızısından beslenirken büyümekteydi. Nilgün Marmara’nın şiiri bu büyüme sürecinde toplumsaldan ırak olmakla beraber bunu çok keskin bir şekilde belirtmek yanlış olur. Hülasa Marmara’nın şiirinde “...düşman bir dünyanın özneleri kuşatmış bulunan canavarsı varlıkları” (Oktay 2008: 72) buluruz.

1980 sonrası şiirinin önemli isimlerinden olan Ece Ayhan’ın Nilgün Marmara üzerindeki etkisinden bahsetmek sanırız yanlış olmayacaktır. “Ece Ayhan, onun toplumla yaptığı hesaplaşmayı yapmış biri olarak şairin dünyasında önemli bir yere sahiptir.”(Sığlan: 7) Bu büyük şairin başkaldırmış dizelerinin, dolayımlı sentaksının, südremiş harflerinin izlerini Nilgün Marmara şiiri elbette yakalayacaktır. Kendisi de bu etkinin izlerini günlüğüne aldığı notlarda göstermektedir:

"kırlangıçlar uçtuğunda omuzbaşımdan, annem-
Çoktan unutmuştu öpmeyi beni öpülmediğinden-
Ali Hikmet Eren
Yaşamın acı öz suyunu biteviye içen Nilgün Marmara için şiir, bütün makûs diriminin [hayatın] çıkrıklarını işlediği bir yontu olmuştur. 20. yüzyılda büyük temsilcileriyle karşımıza çıkan gizdökümcü türün şiir dünyasının Nilgün Marmara üzerinde de güçlü bir etki bıraktığını söyleyebiliriz. “Geleneksel olarak kişilik denen şeye isyan etmeleri ve tepkileri yok edilmiş bir benliğin çifte olarak, hem kendi benliklerinin hem de başkalarının benliklerinin yorumlanışıyla birleştiren...” (Marmara 2007: 9) gizdökümcü şairlerin dikkat çeken en önemli özelliği kuşkusuz “deliliği dünyevileştirmeleri” dir.(Marmara 2007: 8) Bahsi geçen özelliklerin Nilgün Marmara şiiri için de bir gerçek olduğu çok açıktır. Özellikle varoluş sorunsalında kendini yitirme, duyulan ızdırabın evrenselleştirilmesi Marmara şiirindeki dikkat çeken olgulardandır.
Gizdökümcü türün güçlü temsilcilerinden olan Sylvia Plath üzerinde derin bir inceleme yapan Nilgün Marmara, kendisi gibi güzel ve başarılı bir şair olan bu ‘cömert’ kadından fazlasıyla etkilenmiştir. Lowell, Plath, Ginsberg... gibi şairlerden bahsettikten sonra bu şairler için “...kendi şeytani derinliklerinin varlığını belirtmiş, öylece feodal etik ile tarihsel gerçeklerin sergilediği birikimlerden kaynaklanan bir farkındalık arasındaki farkı kanıtlamışlardır” (Marmara 2007: 10) diyen Nilgün Marmara, özellikle bunlardan Sylvia Plath’in “...bunu kendini öldürecek kadar uç bir noktada doğrulayarak, sonuçta cinayet işleyebileceğini göstermiş” (Marmara 2007: 10) olduğunu söylemiştir. Fakat ne var ki kendisi de bu farkındalığın çöküşü üzerinden şiirlerini yazmış ve tıpkı Plath gibi bunu uç noktasına vardırmıştır.
Dirimlerinde ve ölümlerinde baş gösteren bu benzerliğin şiirde de olması kaçınılmazdır. Hemcinslerinin şiirlerinin ortak yönlerini “...ölüm, aşk, canlı olmanın ayrıntıları, küçük hisler, insan zihniyle dışsal gerçeklik arasındaki ilişkinin kadınsı bir duyarlılıkla ele alınışı” (Marmara 2007: 31) olarak belirleyen Nilgün Marmara şiiri de sayılan bütün bu temalara gebedir. Bununla beraber Nilgün Marmara şiirinde ikide bir yolumuzu kesen kuşkusuz “ölüm'dür. 
“Hem Plath hem de Marmara, günlük yaşamda ‘yaralı’ ve ‘boşlukta’ olma durumlarını bir temsil alanı olan şiirleri aracılığı ile bizlere aktarmışlardır.” (Karkıner: 208) İç dünyasının bütün gizini şirine işleyen Plath gibi Nilgün Marmara da maskelediği benliğinin yüzünü ancak şiirlerinde özgürce açabilmekteydi. Fakat iki şairin bir noktada ayrıştığı kabul edilmelidir. Her ikisinde de oluşan “öteki” algısı, Sylvia Plath'de daha çok arzu duyulan, özlenen bir erkek iken - bu bir eş, baba vs. olabilmektedir- ; Nilgün Marmara’da bu “öteki” daha çok ‘içsel’dir. Dünyevi boşluğun ölüme çıktığı bu öteki algısı onda ‘başka bir bireye ihtiyaç' olarak oluşmaz, aksine kendi içindeki ve dışındaki ‘ben’iyle ötekileşen Nilgün Marmara bütün çıkarımlarını bu yüzden ‘ölüm’ üzerine yapmıştır. “Böylece, intihar duygusal bir zayıflıktan daha çok ‘öteki’ ile olan sorunları çözmek için ya da ‘ötekileştirilmenin’ intikamını almak için avantajlı bir yoldur. “ (Karkıner : 207)
Her iki şairin de kadın olmaları ve dolayısıyla ortak deneyimlere sahip olmaları ile birlikte bunu şiir yoluyla dışsallaştırmaları onları benzer çizgi üzerinde tutmamıza nedendir. Ayrıca hiç kuşku yoktur ki Sylvia Plath gibi büyük bir şair ile böylesine ortak deneyimlere sahip olduğunun bilincinde olan Nilgün Marmara için bu düşsel yolculuğun son basamağını da aynı yoldan tırmanabilirle olasılığının intihar konusunda onu tatmin etmiş olduğu düşünülebilir.
Ölüm her zaman Nilgün Marmara’nın sözcüklerinin arasına sıkışmak için onu kovalamıştır. Ölüm, Nilgün Marmara şiirinin viladi olgusudur. Aynı durumun Sylvia Plath şiiri için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz: “Ona göre ölüm, hayatından ve kariyerinden hiç eksik olmayan büyüleyici bir temadır.” (Marmara 2007: 65) Her ikisi de dünyaya ‘kadın’ olarak terkedilmişliğin, tabiatın tarihsellikteki akışkanlığı içerisinde kişioğlunun kaybolmasının verdiği ve ölüm paradoksunun sonuçlandırdığı dizelerle şiir dünyaları kurmuştur.
Karanlığın sınırında kupkuru
yürüyorum
İyi bir yere sürgün edilmedim.”
Sylvia Plath
(Marmara 2007: 55)
Varoluşun karşısında çıkardığı ölüm bilinciyle sonsuzluğun ruhunu kendinse çağıran Sylvia Plath’in bu şiirinde olduğu gibi Nilgün Marmara da ;
“Zor bilgilenmek bir bulutun
içinden ve peşinden,
Yerde bir kuyruk; ortasındayız,
tepside ölüm!”
(Marmara 2010: 129)

diyerek Sylvia Plath gibi kuşatılmışlığın içinde olan ‘ben’in bilinciyle ölüm ayrımını şiirinde işler.

"şimdi elem olsun sana kıtlığım
boynumu uzattığım ipler sevinç!
kimsesizim.. gözlerim kuyulara bakan Süryaniler
kadar hiç.
değil mi ki atlara sürülen süt adamlar
cünüp elleriyle bıraktılar develeri.,
haber olsun herkese ve unutmasınlar:
-bahadır adamların ellerinde kuş ölüleri -bahadır adamların ellerinde kuş ölüleri”
Metin Kaygalak
‘An’ın zehirlediği her soluk için Nilgün Marmara ölümü yâd etmiş, metalarla çevrili küstah benlikler arasından sıyrılışını ve içtimaisizliğin kutbundaki iç beninin donukluğunu ölümü yazınsallaştırarak sunmuştur. Onun için hayat hiçbir zaman erginleşmemiş bir çocuktur ve bu çocuğun doğumu ancak ölüm ile gerçekleşecektir. Bu bekleyişin uzamsızlığında olan Nilgün Marmara, şiirinde daima bir çağrı içerisindedir. Bu çağrı ölümedir.
1980 Ekiminde bir şiirinde (Marmara 2010: 23) hayat adeta bir danstır şair için ve bu dans ölüm iledir. Çünkü biteviye tüketen zaman akışındaki birey beklediği ‘küçük liman'a kadar susumlu yanıtlardadır. Bu lüzumsuz kaosa iten hayatta “kim için?” ve “ne için?” beklediğini bilmeyen birey bu illiyetsizlik içerisinde yaşamamışlığını sürdürmektedir. ‘Hiç’liği yaşarken de kendisi için “pembe umut” olan ihtimal ile özleyiş içerisinde ölüme soluk salmaktadır. Kafka'nın da dediği gibi artık “Sahip oluş yoktur, sadece oluş, son nefesi vermeyi, nefessiz kalarak boğulmayı özleyen oluş vardır.” (Kafka 2004: 27)

Konuşmak varlığın en büyük kanıtlarındandır. Iç benlik ve dış benlik arasında olan konuşma, kişiyi diğer “bentlerle iletişime sokar ve benliğin dışavurumunu sağlar. Ne var ki kendi varoluşunu sorun olarak gören birey için benlik iletişimi kopuk bir çizgiye kayar. İçrekliğinde konuşan ve yanıtsızlaşan bu birey için artık her şey yalnızca soru kalıbındadır. Nilgün Marmara da bu tekil sağaltma içerisinde “yazma”ya sığınmıştır: “Şu an ses çıkarmak istemiyorum, ayinsi bir yazma eylemini yaşamak tini tümüyle doyurabilir...” (Marmara 1990)
Doyumu yazımla gerçekleştiren şair için “ yaşamın kaynağının yazı olduğuna duyulan inanç” (Marmara 1990) gittikçe güçlenmektedir. Daha sonra “ya konuşma?” diye soran şair; “onun kendine özgü bambaşka bir yapısı var ve en az ikiliği gerektirdiği için gerçeklikte.”( Marmara 1990) yanıtını vererek şiirinde de bahsetmiş olduğu üzere konuşmayı “gerçeklikle özgü, yani yaşanmışlık olarak görmektedir. Hâlbuki kendisi tekilliğinin içerisinde yalpalayan varlığıyla “gerçek” olarak görülen “hayat”ın çizgisinden ötesinde, ölümseviliği kuşanmıştır.
Yaşamın kırmızıya çalan renginde gören şair için artık ölüm -ak ölüm- de içleşmiş şekliyle kendisi için “pembe umutlu bir ihtimal” olarak belirmiştir. Pembe; şefkat, uyum rengidir ve içerisinde bütün dişiliği ile hayatı barındırır. Bir nevi umudun, mutluluğun rengidir. İhtimalin pembe rengi şairin bu umuda olurlukla bakması, kendini yakın hissetmesidir. Bu ihtimal içersinde yer edinen ölümün aklığı da; saflığın, masumiyetin göstergesi olarak belirmektedir. Kişioğlunun doğumundan sonra daima karanlıklaştırdığı ölüm, şairin gözünde aklaşır. Çünkü bu anlamsız varlığın karanlığa gömüt oluşu karşısında beliren ölüm, şair için tininin masumiyete erişeceği, kozmosa kendini ulaştıracak saflığı yakalayacağı bir olgudur artık. Bu sebepledir ki umudun pembe tonunda, ak olan ölüm beklenmektedir.
Yaşama başkaldırının boğuk bir ses olarak çığlık attığı “savrulan beden” (Marmara 2010: 97) adlı şiirinde şair, artık ölmek için ruh - beden bütünlüğünü tamamlamış görünür. Artık iğde tadı veren ‘ben’lik için ölüme koşumlanma zamanıdır.
Tinsel olarak öncüllenmiş görünen “varlıktan kurtuluş”un nasıl gerçekleştirileceğinin şair tarafından belirginleştirilmiş olması da dikkat çekicidir. 1987 yılında kendini evinin balkonundan “boşluk”a bırakan Nilgün Marmara daha beş yıl önce bunu nasıl yapacağına karar vermiş görünmektedir. Nitekim dizelerinde de belirttiği şekilde “tüy, kan ve hiçbir salgı düşünmeden” “olduğu gibi” ölmüştür.
Şiirinin devamında ölümü yüreği için “biçilmiş kaftan” olarak gören Marmara artık bu ikiyüzlü ve köhne zamanı ve onun “gölgesi”ni “dayanılmaz” bulmaktadır.
Marmara’nın yine Şubat 1982 tarihli bir şiirinde “dirim” ve “ölüm” arasında kalmışlıkla birlikte, bunlardan “ölüm’e ne kadar yakın durduğuna tanık oluruz. Fakat bu şiirde kulağımıza çalan keskin kokulardan bir tanesi de kuşkusuz itilmiş, soyutlanmış ve kabası alınmamış bir varoluş içerisinde olan “ben”in bütün iğretilere çığlık olarak bıraktığı “isyan” kokusudur.
Açık bir şekilde görüldüğü gibi şair diğer şiirlerinde olduğu gibi artık yaşama dair bütün itilmişlikler ve çirkinliklerle “ıramış’’ bu varoluş sevincinin canı ölüme teslim için kendini hazır durumda bulmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Nilgün Marmara nasıl ve ne zaman öleceğine adeta uzun bir süre önce karar vermiş gibidir. Bu şirinde de ölümün ‘kendi kararı” ile geleceğini özellikle belirtmektedir.
Ana tema olarak kendini gösteren “ölüm” temi ile birlikle şairin bazı şiirlerinde “varlık”tan kaçışı ölümlülük dışında, gökyüzünde, bir yıldız olabilme umudunda sakladığında görürüz. İlk dönem şiirlerinden olan “Öte Işıklar Arzusu” bunun çarpıcı bir örneğidir:

Bir dost olarak gördüğü yıldızın masumiyetinden başka sığınacak bir yeri/kimsesi olmayan şair için yıldız, dolayısıyla gökyüzü yerküreden kaçağı, inşirah bulacağı boyuttur:
Gizdökümcü türün bireylerinde etkin olan kendini açma duygusu ile Nilgün Marmara şiirinde de karşılaşmaktayız. Kendi benini “ucuz” olarak gören şair, yok sayılmışlık, itilmişlik içindeki varlığını çekip alacak bir güç peşindedir.
Gizdökümcü türün bireylerinde etkin olan kendini açma duygusu ile Nilgün Marmara şiirinde de karşılaşmaktayız. Kendi benini “ucuz” olarak gören şair, yok sayılmışlık, itilmişlik içindeki varlığını çekip alacak bir güç peşindedir.
Güldüğü gibi şairin istediği çok değil; “az bir sevgi”dir. Bu az sevgi ile çeperine gireceği yeni boyuta “tutkun” olan şairin yıldızı “bebek” imgesiyle birleştirmesi onun masumiyetini, bozulmamışlığın istencinde olduğunu göstermektedir.
Kasım 1980'e ait başka bir şiirinde de Marmara, cehennemin bu izami yerküre üzerindeki yansımalarını zakkumun öz suyunun tiksinçliğinde veriyor.
“İnsandaki çıkmaz durumları, çatışmaları, kendi sınırlarını aşan/zorlayan olaylar karşısındaki zayıflığını, çaresizliğini, çelişkilerini trajiğin en üst boyutunda yaşayan âdemoğlu ‘ölüm’ kendi varlığıyla beslenen derin bir mahzendir reel dünyadır.” (Arslan: 2) Bu yüzden bazıları için bu "mahzen' düşünüldükçe ‘endişe’ uyandıran bir olguya dönüşür. Ve bu endişe tıpkı cehennem çiçeği zakkum gibi ‘acı’ ve bir cesedin bakışı kadar ‘yapışkan’dır.

Zakkumun insanlar için yomsuzluğu yukarıda da belirttiğimiz gibi cehennem çiçeği oluşundandır. ‘ölüseverlik’  ise profan bir duruşun ölük hayat karşısındaki iğreti övgüsüdür.
Varoluşun bir eskiz olduğu bu yerküre üzerinde her sözcük tekilliğini kutsayan birey için az da olsa bu gailelerin çıkışıdır. Bu çıkışın eşikte duran “ben”in sonsuzluk/hiçlik çizgisinde doğruların birey için ölüm olduğu muhakkaktır. Şair için sözcükler ise, ölümün noktalama işaretlerini doğuracak imsel olguların kanıksanmış bulgularıdır.
Nilgün Marmara şiirinde ölüme duyulan yoğun istek ve sevgiye karşın ilginç bir gelgite de tanıklı ederiz. Her ne kadar ruh/benden ikilemini çürümüşlüğün gömütü olarak görse de bazı şiirlerinde “her şeye rağmen” hayata bir çağrı, yaşamı özümseme isteği vardır. Nisan 1984’e ait “Cam Kelepçeye Evet” şiiri bu tin ikinciliğinin eşikteşidir.

Marmara’nın “...yaşama tutunma çabasında aşka, aşkın yaşama bağlayıcı gücü...”ne (Köycü: 6) sarıldığını gösteren Kasım 1981 ’de yazdığı şu şiiri de onun salt ölüm birlikteliğini yaşamadığının ayrı bir cepheden kanıtıdır:
Yine başka bir şiirinde şair “sevme”ye heveskârdır ve bunun şartını “gerçeğin bilinmesi”ne bağlar.

Günlüğüne düşürdüğü notlardan bazıları da tiksinç ve uzlaşmışız olan bu hayatın, bütün körebelerine rağmen umut bıraktığı yolundadır: “Dönmek - İstanbul'a- istiyorum. Ama sonrası da beni çok ürkütüyor; binlerce binlerce düşüm, dileğim, gerçekleştirmek istediğim şey var... Arzu yeterince varsa dönüştürme kolaylaşır.” (Marmara 1993: 114) Ne var ki Nilgün Marmara; bütün bu ara istekli durumuna rağmen yeterince arzu duymamış olsa gerek ki “ürkünç sonra”ya dairliğini idame ettirememiş, soluğun yumuşaklığında boğmuştur düşlerini.

Maddesel yaşamın tozsu kalıplarında yaşayan ve bu biçimsizliğin genliğinde kendine yer bulamayan birey, kendi içsel yaşamına yönelecek, hülasa mekân algısı boşlukta sallanan yerküre üzerinde devinecektir. Tinsel tahribatın nesne ve kavrama indirgenmesi sonucu göçük altında olan birey, yaşam ile duyum arasındaki çizgide sınır ihlaline geçerek, mekân algısını da bu doğrultuda bükümler. Özellikle kadın kimliği taşımanın vermiş olduğu “ötekileşme” “duyumsanma”daki farklılık ve “deneyimser olgular sonucu gelişen farklı bakış, bir şair olunduğunda kat be kat artmaktadır. Nadide Karkıner’e göre Kişinin kendine oluşturduğu içsel yaşantıda “...kadınların anlam yoksunu ve derinliksiz metalar ve imgeler dünyasında kendilerine yer bulamayıp, kendi içsel yaşantılarını genişletmeleri ve bazen burada fazlasıyla kalmaları...” (Karkıner : 208) söz konusudur.
Gerçekliğin gölge yüzünü gören Nilgün Marmara için mekân da gölgelik, karanlıktır. Fakat yine de “mavi”yi, “yeşil’i anar her satır arasında.
Kaostan kozmosa geçişin ancak yerküre üzerindeki dostluk ile sağlanacağını düşlediği “Kalık Ağ” adlı şiirinde de mekân Nilgün Marmara için kozmosun dikenli bahçesinde karanlığa hapsolmuş olan “karanlık kuyular” ve “çatallı bahçeler”dir.
İçselliğinin çölleşmiş kutbunda bulunan şair için artık mekan gittikçe ıssızlaşır ve “doyumsuz mekan”a olan özlem ve arayış başlar.
“Kaçkın Cüceler” adlı şiiri şairin boşlukta kalan mekânsallığının sözcüklere yansımasıdır adeta:
Eylül 1981 ’de yazdığı “Kent” şiiri de Nilgün Marmara’nın mekân algısını bize göstermesi açısından önemlidir. Eksik kalmış bir kenti anlatan şair, bu eksikliği ‘kent’in içinden dışına çektiği surlara ve ‘içinde yaşattığı’nın eksikliğine bağlar:
Nilgün Marmara şiirinde azımsanmayacak kadar önemli bir yere sahip olan olgulardan biri de “denizedir. Suyun dişilliğinin kendine çekişine kapılan şair, mavi ve tonlarının sınırlarında gezinerek iç enerjinin/yaşam enerjisinin kaynağı olan su olgusunun mekânsallığında kendine yer edinmek ister gibidir.
Bir başka şiirinde yine deniz dünyasına dalan şair, “ olmayan günler”in güzel anlarında saklar kendini :

“Krizalitler” adlı şiirinde ise deniz adeta kutsanmıştır. İçrekliğin mekânsal uzamı olabilecek bu olgu -deniz- bütün adakların sunulduğu bir indir:
Krizalit: Kelebek olmadan önce bir böceğin, koza veya kozasız olarak geçirdiği başkalaşma durumu.
Başka bir şiirinde de şair varlığının yerküre üzerindeki uzamını “deniz”de bulduğunu ifade etmektedir:
Yine Ağustos 198ryazmış olduğu dizelerde de şair yer-gök arasında kalan özün mahremiyetinde gözlerini göğe çevirirken, yer küreye aitliğini ellerini- denizde tutmaktadır.

“ben ki sıhhatli kelimelerden ürkerim., giderken o mor heceye
 yüzümü dövdüğüm bir harfin sancısıyla
taşıdım cürmümü,
yağmurun ve sarnıcın korkuyla beslenen sükutuna.."
Metin Kaygalak
Nilgün Marmara şiirini incelerken karşımıza çıkan ilginç olgulardan biri de “renk” bahsidir. “Biz rengin değil/ara rengin peşindeyiz” (Marmara 2010: 59) diyen ve hemen hemen bütün şiirlerinde herhangi bir renk veya rengin yansımasıyla karşılaştığımız şairin bu düzlemde kullandığı başlıca renkler ve bunları kaç kez yinelediğine dair sonuçlar şunlardır: Şiirlerinde yeşil 16, kırmızı/al 13, mor 7, siyah/kara 11, beyaz/ak 19, sarı 5, pembe 9, mavi 19, gri 3 kızıl 8 ve kahverengi 2 kez yinelenmiş olmakla birlikte; eflatun, ten rengi, bebek rengi, lal rengi, ay rengi, altın rengi, gök rengi, bal rengi gibi renklendirmeler de yapılmıştır.
Renklerin insan psikolojisi üzerindeki çıkarımlarının inkar edilemez bir gerçeklik olduğu düşünüldüğünde, renklerin kullanım sıklığına paralel olarak insan üzerinde bıraktığı etki ve kullanıcının tinsel durumu hakkında verdiği ipuçlarına değinmek gerekecektir.

Yeşil; rahatlatıcı ve sakinleştirici bir özeliğe sahiptir. Ayrıca uyumun, güvenin, duyarlılığın ve bereketin rengidir.



Yeşilin kullanıldığı dizelere bakıldığında, şairin umut taşıyan, taşkınlık bildiren imgelemelerinde bu rengi kullandığı göze çarpmaktadır. Psişik bir varlıkla şiir yazan şair için şiirin rahatlatıcı etkisinin söz konusu olduğunu ve bu yüzden sıkça bu rengi anımsadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kırmızı; sevgiyi de nefreti de içinde barındıran cinsel güç, kızgınlık ve hırs gibi anlamlar içermesinin yanında enerji verme özelliğine de sahip oluşuyla karvanavaliteyi taşıyan bir renktir.
Nilgün Marmara şiirinde kırmızı önemli bir renk olarak karşımıza çıkar. Şairin bu rengi önemsediğini ve kendisi için öncelleştirdiği renklerden biri olduğunu söyleyebiliriz.
Bu dizelerden de anlaşılacağı üzere şair için “ilk ve tek” konumunu yakalamıştır kırmızı.
“Kırmızıya Yöneliş” (Marmara 2010: 19) adlı şiirinde de şair için kırmızının varlık için bir karşılık bulduğunu söyleyebiliriz. Bunu bir şiirinde “kırmızı yaşam” (Marmara 2010: 23) tamlamasını kurarak da başka bir şekilde ifade etmiştir.
“Kırmızı” (Marmara 2010: 137) adlı şiirinde “hazin bir kırmızı ve sonu” diyerek kırmızı sevdiğinin hüzün veren yanını anımsatır.
Tutkunun rengi olarak belirtilen bu renk; inandıklarına/inanmadıklarına tutkuyla bağlı olan Nilgün Marmara’nın tinsel durumunu belirtmesi açısından imsel bir olgu olmuştur.
Moru; “...kalbin ve zihnin, fiziksel ile spritüelsin kaynaşmasını gösteren bir renktir. Genelde insanlar ürperme, korku, stres veya kendini güvende hissetmediği zamanlarda morun severler, tercih ederler. Yani bu renk insanlardaki nevrotik duyguları açığa çıkarttığı için bilinçaltında insanları korkutur.’' (Çağan 2007: 59) diye açıklayan Mehmet Çağan'ın mor rengi için verdiği örnek oldukça çarpıcıdır:
Nilgün Marmara'nın moru çok sevdiği bilinen bir durumdur. Öyle ki bu rengi çok sevdiğinden dolayı Everest yayınlarından çıkan “Daktiloya Çekilmiş Şiirler’’ adlı şiir kitabı mor renkte bir kapakla yayımlanmıştır. Mor rengi için yukarıda bahsedilen özellikler ile Nilgün Marmara’nın psişik durumu göz önüne alındığında bir özdeşleşin! olduğu ortaya çıkacaktır. Şiirlerinde mor rengini karanlık, garabet barındıran imgelerde kullandığı görülen şairin bu rengi, yaşamın/varlığının yüzünün rengi olarak algıladığını da söyleyebiliriz. Marmara yanlıca şiirlerinde değil günlüğünde de mor rengini anmıştır: “Böyle bir morla alçalttım sizi!’’ (Marmara 1993: 75)
Mor rengini şiirlerinde benliğinde dokunaklı bir imge olarak ele aldığını görmekteyiz:

Bu dizesinde de olumsuzladığı bu renkle kurduğu imgenin çöküntüsü altındadır benlik. Başka bir şiirinde de “morötesi çuvallar içre gizlenmek isterdim.” (Marmara 2010: 34) diyen şair varoluştan kaçışı yine içsel uzamının rengi olan “mor”a sığınarak bulur.
Siyah/kara; gücü simgeleyen bu renk içinde duruma bağlı olarak biraz da kötümserliği barındırır. Fakat bilinen başka bir gerçek de karanlığın rengi olan bu rengin insanın gelişimi üzerinde tamamlayıcı bir ara unsur olduğudur.
Nilgün Marmara şiirinde daha çok karanlık ve tiksinç varlıkların çağrıştırıcı rengidir siyah:

Masumiyetin, temizliğin rengi olan beyaz/ak içinde sürekliliği barındırır. Nilgün Marmara şiirinde çok sık kullanılan bu renk içindeki bütün masumiyetiyle her zaman bir “çocukhanımefendi” (Erözçelik 2010 : IX) olarak kalan şair için özünün paletine düşmüş en güzel renktir. Şairin de şiirinde bu rengi daha çok çocuk ve ölüm ile birliktelik oluşturarak verdiğini görebiliriz.

İyimserlik, sevgi ve merhametin göstergesi olan sarı aynı zamanda aklında temsilcisidir. Nilgün Marmara'nın şiirinde en az adı geçen renklerden biri olan sarı daha çok ılımlı imgelemelerin dizgesinde kullanılmıştır.


Pembe; sevgi, şefkat, uyum, yumuşaklığın rengidir ve dişi bir vizyon taşır. Ayrıca bu renk yaşamseverlik barındıran insanların hayallerinin tablo rengidir.
Nilgün Marmara gibi hiçliğiyle tükenmiş tinsel içrekliğinde kalmış bir şairin böylesine “yaşam” kokan bir rengi şiirinde bu kadar kullanmış olması şaşırtıcıdır. Varoluşun yerküreye yakın duran bu rengin şair tarafından kullanımı, daha çok iyimserlik doğuran dizelerindedir.


Nilgün Marmara’nın güzel gözlerinin rengi olan mavi ise sakinliği, üretkenliği, huzuru simgeler: “Mavi duyarlılık, olumlu düşünceler ve ilerleme arzusunu temsil eder." (Çağan 2007: 53)
Denize, göğe tutkun olan Nilgün Marmara bunların rengi olan maviyi de şiirinde fazlasıyla kullanmıştır. Düşün rengi de diyebileceğimiz bu renk şair için karanlıkla boğumlanmış varlık tabakasından kaçıştır adeta.

Mavinin inşirah dokusundaki dağılan hayat Nilgün Marmara için aynı tadı bırakmamıştır. O gözlerinin buğuluğuna takılan mavi gibi yaşamın eşiğine takılarak “mavilik”ini özümseyememiş, duvarlarını mavi yapmak istediği “yaşam harabesi”nin köhneliğinden sıyrılamamıştır.

Nilgün Marmara şiiri tüm yalnızlığı ve burukluğuyla çok sevilen bir şiir olmuştur. Bunda şairin derin imgelemelerinin ve sağlam üslubunun etkisi büyüktür. Bu büyük şairin yaşadığı kısacık ömrüne rağmen yazmış olduğu şiirleri ve günlükleri ve hatta karalamaları edebiyat denizimize çok şey katmıştır.
Çalışmamız boyunca karanlık bir ölü su olan Marmara şiirinin ana hatlarında uçarı gezintiler yaparak, onun imge ve düşünce dünyasına açılan sıkıca kapalı perdeleri aralamaya çalıştık. Nilgün Marmara şiirine açılan tüm kapıların arkasında bulunan karanlık hüzün nöbetlerine çaktığımız kibritler, bizi onun ruhuna dair tozlu sandıklara götürdü. Açılımlanacak her metnin izlerini yorumladığımızda yalnızca hisseden ve hissettiğinden başka bir şeyi yazmayan bir şairle karşılaştık. Artık yapılması gereken tek şey ruhuna açılan ufak ışık deliklerinden Marmara’nın şiir dünyasının biricik kaynağı olan ruhunu metnine hizmet edecek şekilde tahlil etmekti.
Nilgün Marmara, etkileşimleri ve etkileşim biçimleriyle, kullandığı dille ve şiirinde bilinçaltını afallatan, şaşırtan ve yer yer tahrib eden imge ve cümle yapılarıyla Türk edebiyatının en farklı simalarından biri olmayı başarmıştır. Hayatında ve şiirinde Sylvia Plath’ın derin izlerini taşıyan, ölüm manifestosunu şiirine söylettiği karanlık şarkılarla fısıldayan ve bu fısıltıları imgelerinin içine sıkıştırdığı çığlıklara dönüştüren Marmara’nın şiirinin tek bir yorumu vardır o da “kendisi”dir.
Sonuç olarak bu çalışmamızın, Türk edebiyatı araştırmalarında hak ettiği yeri bulamamış olan Nilgün Marmara'nın layık olduğu yeri bulması için atılmış ufacık bir adım olması temennisiyle...

KAYNAKÇA
ALVAREZ, A., (1999), Kan Dökücü Tanrı, Öteki Yayınevi, Ankara
ARK.UN, Nezahat, (1985), İntiharın Psikodinamikleri, İ.Ü. Fen Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul
ARSLAN, Fatih, Sisypus Dağının Melankolik Arafı: Akif Paşa/Ekrem Şiirinde Çocuk-Ölüm Algısı
ÇAĞAN, Mehmet, (2007), Rengi Rengine, Sistem Yayıncılık, İstanbul
GENÇTAN, Engin, (1995), Normal Dışı Davranışlar, Remzi Kitabevi, İstanbul KAFKA, Franz, (2004), Aforizmalar, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul Karkıner,
KİERKEGAARD, Soren, (2007), Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Doğu Batı Yayınları, Ankara
KÖYCÜ, Seda, Halina Poswiatowska ve Nilgün Marmara: ilki Yaşama,Diğeri Ölüme Seslendi
MARMARA, Nilgün (1993), Kırmızı Kahverengi Defter, Telos Yayıncılık, İstanbul
MARMARA, Nilgün, (1990), Metinler, Telos Yayıncılık, İstanbul
MARMARA, Nilgün, (2010), Daktiloya Çekilmiş Şiirler, Everest Yayınları, İstanbul
MARMARA, Nilgün, (2007), Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi, Everesi Yayınları, İstanbul
OKTAY, Ahmet, (2008), İmkansız Poetika ,İthaki Yayınları, Ankara ÖZLEM, Doğan, (1999), Doğu Batı Dergisi Kaygı Sayısı (6), İstanbul PLATON, (2008), Sokrates’in Savunması, Akvaryum Yayınevi, İstanbul SARTRE, J.P., (1993) Varoluşçuluk, Say Yayıncılık, İstanbul SIĞLAN, Sultan, Nilgün Marmara Ölümünü Nasıl Yaratır
SÜMEYRA, Cemile, (2007), Türk Edebiyatında Kendi Kalemini Kıranlar,
Şule Yayınları, İstanbul
YÜCEL, Müslüm, (2007), Edebiyatta Ölüm ve İntihar, Agora Yayınları, İstanbul


Kaynak: Turna IŞIKLI, Bir İntihar Ve Şiir Otopsisi: Nilgün Marmara Şiirine Dair Analizler, T.C. Fırat Üniversitesi İnsani Ve Sosyal Bilimler Fakültesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü 2011,  Elazığ


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar