Print Friendly and PDF

HÜMAYUN


Refik Halid Karay’ın Bir Ömür Boyunca adını verdiği anılarında anlatıyor.
 Evrakımı karıştırırken —hiç de aklımda kalmamış ve bir kere bile okumaya sıra gelmemiş— fena bir kağıda, kaba Arap harfleriyle ya­zılmış risale şeklinde bir şey elime geçti: Arapça ve Türkçe bir beyannamedir bu. Evirip çevirerek ötesine berisine göz gezdirince ta­rihî bir vaka olduğunu anladım: Vahideddin Han’ın firarından sonra davet edildiği "Mekke’’de basılmış ve yayınlanmış olacak. Ne tarih var, ne de matbaa, ne nâşir ismi ve yeri. Türkçe kısmının başlığı şu:
(Şevketlû Sultan Mehmed Vahideddin Efendimiz Hazretlerinin Beyan-nâme-i Hümâyunudur)
Öyle sanıyorum ki bizim matbuatta ve belki de hiçbir tarih eseri­mizde bahsedilmemiş, vesikalar arasında da böyle bir beyanname yer almamıştır. Bu itibarla meraklılarca okunup bilinmesi —yine ta­rih bakımından— faydalı olsa gerektir. Ben de zaten şu sayfaya ge­çirirken ilk defa okumuş olacağım. Hele bir kendimizi sıkıp okuya­lım da, sonra bir fikir beyan etmek lâzım gelirse beş, on söz söyleriz.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Bidayet-i iştialinde (tutuşmasının başlangıcında) devletimizin işti­rakine katiyyen rıza göstermediğim ve bütün müddet-i devamınca elimde bulunan bilcümle vesaitle tahribat ve mazarratını tahdide çalıştığım harb-i umumînin avakıb-ı vahimesi (korkutucu sonuçlan) ta­mamıyla kendini göstermeye başladığı bir zamanda biraderimin vefat-ı müessifi vukua gelerek Kanun-u Esasî-i Osmanînin bahşettiği hakka istinaden ve ehlü-l hail ve-l akdin (bağlayıp çözenlerin, yani devlet ileri gelenlerinin) biat-ı umumiyyesiyle (genel onayıyla) makam-ı hilâfet ve saltanata câlis olmuştum (tahta çıkmıştım). O gün­ler gözönüne getirilirse, makam-ı hükümdarîyi kabul eylediğim za­man beni karşılayan müşkilâtın derece-i ehemmiyet ve azameti takdir olunur. Bilâhare cephelerimizin birbirini müteakip sukut etmesiyle sabit olduğu üzere hiçbir ümid-i galebeye makrun (yaklaşmış) olma­yan harb-i hâilin temadisi (korkunç savaşın sürüp gitmesi) ve usul-ü meşrutiyeti ilan ve tatbik ettirmek nikâbı (örtüsü) altında 324-1908’den beri re’s-i idaremize yerleşmiş bulunan İttihat ve Terakki erkâ­nından müfrit ve müteneffız (aşırı ve ileri gelen) kısmının harpten bil­istifade dahil-i memlekette revaç verdiği yağma, ihtikâr [s.3] ve an­laşılmayan maksatlarla bir bir ika’ettikleri gûnagun (renk renk» türlü türlü) yangınlar sebebiyle payitahttan müntehay-ı hududa (sınırın so­nuna) kadar memleketin her noktasında milletin varlığı erimekte ve üsare-i hayatiyyesi hevlengiz (cansuyu korkunç) bir surette heder olup gitmekte idi. Bu fecâi karşısında tevcih-i mesâi edilecek hedef ve gaye bittabi sulh ve müsalemetin (barışıklığın) iadesinden başka, bir şey olamazdı. Bu maksadın temini için de hiçbir terâhi tevciz edil­memiş (gecikmeye izin verilmemiş) ve mümkün olan her çareye te­vessül olunmuştur. Fakat, harbin devamından müteneffi olmakla (ya­rarlanmakla) beraber, memleketimizde daima daire-i hukuk ve selâhiyetini tecavüze alışmış olan o zamanın hükümeti ile yine o hükûmet-i mütehakkimenin (diktatör yönetimin) etrafında tesis ey­lediği şebeke-i ihanet, mesâimin semeredâr olmasına hâil (engel) olarak münferiden müzakerat-ı sulhiyyeye girişmekle elde edilecek menâfi (çıkarlar) ve şerait-i müsaideye (uygun koşullara) ve muhte­rem milletin hun-u mazlumunu (günahsız kanını) bilâsebep heder olmaktan vikâyeye imkân-ı vusul (korumayı sağlama olanağı) bırak­madı ve harp bütün dehşet-i tahripkâranesiyle meş’um (Mondros) mütarekenamesini imlâ mecburiyeti hasıl oluncaya kadar devam ey­ledi. Bu mütarekenin akdine memur murahhasların, elyevm Anka­ra’daki heyet-i vekile reisi Rauf Beyin taht-ı riyasetinde, ve o zaman memleketin en mühim kuvve-i askeriyesinin de şimdiki Ankara mec­lisi [s.4] reisi Mustafa Kemal’in kumandası altında bulunduğu her­kesin hatır-nişanıdır.
Asayiş meselesi vesile ittihaz olunarak lüzum görülen herhangi bir mahallin işgali hak ve selâhiyetini düvel-i itilâfiyyeye bahş eden madde-i mahsusasıyla Adana, Musul, Antalya, İstanbul, İzmir işgal­leri gibi sonraki bütün felâketlerin menşe ve masdarı (kaynak ve da­yanağı) bulunan mezkûr mütarekenamenin akd ü imzası mağlubi­yet ve mecburiyet ilcasıyla (zorlamasıyla) vuku bulmuş olduğu halde bilâhare İzmir işgali dolayısıyla beni ithama cüret edenlerin nokta-i nazarına göre, mezkûr işgallere istinatgâh olan Mondros Mütarekenamesini akde bilfiil iştirak eden Rauf, Fethi ve vaziyet-i askeriyyesi ile devlet-i böyle bir mecburiyet-i elimeye düşürmekte cidden zi-medhal (katkısı) bulunan Mustafa Kemal gibi bugünkü rüesayı aliyyenin (yüce başların) mes’ul ve müttehem olması lâzım gelir. Zira gerek bu mütarekenin imzasında ve gerek ondan sonraki bütün mesailde (sorunlarda) Kanun-i Esasî mücibince mes’uliyetten müstes­na (sorumsuz) olan makam-ı hükümdarı için hükûmet-i mes’ulenin maruzatını tasdik lüzumu gibi gayr-i kabil-i itiraz bir sebep bulundu­ğu halde, ne kendi imlâ ve imza ettiği mütarekenin tatbiki demek olan felâketlere [s.5] karşı bilâhare muhalefette önayak olmak küs­tahlığını gösteren Rauf Bey için, ne de devletin belli başlı kuvâ-yı mevcudesinin kısm-ı küllisini esir vererek zilletle (Toros) eteklerine iltica etmesi yüzünden mütareke akdini gayr-i kabil-i ictinab (kaçı­nılmaz) bir hale getiren Mustafa Kemal için şayan-ı kabul hiçbir ma­zeret mevcut değildir. İşte taht-ı Osmaniye cülusundan sonra ilk mü­him hatve-i siyasiyyeyi (siyasal adımı) teşkil eyleyen mütarekeye ka­dar cereyan eden hadisat karşısında benim vaziyetim budur.
Mütarekeden sonra ittihaz ettiğim meslek ise geri alınması müm­kün olmayacak bir hatve atmaktan ihtiraz ile beraber bir taraftan da­hilde makul ve mutedil ıslahat ve icrata germi (sıcaklık hız) ver­mek, bir taraftan da hariçte teşebbüsat-ı siyasiyyeye devam eyle­mek suretiyle aleyhimizdeki gayz-ı umumiyyenin (genel kızgınlığın) bertaraf olunacağı müsait zamanlara intizar edebilmek (bekleyebilmek) için vakit kazanmaktan ibaret idi. İzmir işgali hadidesinin kar­şısında ittihaz ve takip ettiğim meslek ve gaye de bundan başka bir şey değildi. Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icra olunacağı bildirilen bu işgal, düvel-i selâse-i muazzamanın kat’i ve nagehanî (üç büyük devletin kesin ve âni) kararına istinad etmekte olduğu gi­bi vak’anın bize tebliği de doğrudan doğruya düvel-i selâse-i müşarünileyha (anılan) tarafından vuku bulduğu cihetle düvel-i muazza­ma [s.6] meselesi şeklinde tecelli etmiş idi. Hadisenin Yunan me­selesi haline tahavvülü Yunanistan’daki vaziyet-i siyasiyyenin tebed­dülü ile düvel-i muazzama-i müşarünrileyhanın ittifakına haleldârî olduktan (girdikten) sonra husule geldi. Ondan evvel bu mesele, bü­yük ve galip devletlerce müttefikan ittihaz olunmuş bir kararı kafi­nin tebliği mahiyetinde bulunduğu cihetle hakkımızdaki gayz-i umumiyyenin zevaline intizaren teşebbüsat-ı siyasiyye ile iktifa mesle­ğini tercih ettirmekte olduğu gibi, işgalin muvakkat mahiyeti haiz ol­ması da meslek-i mezkûru müeyyed (anılan yolu doğrular) görünü­yordu. Mesele Yunan meselesi halini aldıktan sonra harpte mağlûp olmamak şartıyla mukavemete ben de tarafdar idim ve nitekim bu his ile kuva-yı milliyeye mütemayil bir takım kabineleri de mevki-i iktidara getirdim. Şu kadar var ki, o devrelerde Mustafa Kemal devlet-i metbuasına (tâbi olduğu devlete) itaat dairesinden huruç etmiş (çıkmış- başkaldırmış) ve Anadolu’da birçok aksakallı müftilere va­rıncaya kadar asıp kesmek gibi mezalimiyle vazife-i milliyye hudu­dunu tecavüz ederek milletin başına tahammül olunmaz bir belâ kesilmiş idi.
Tıpkı İzmir hadisesi gibi, “Sevr” muahedesine ait teklif-i düvelî de Yunanistan’da vaziyet-i siyasiyyenin tebeddülünden ve devlet­lerin aleyhimizdeki ittifak-ı şedidine haleldârî olmadan mukaddem olarak (önce), hiçbir noktasında tadil teklifine müsaade edilmeye­rek yirmi [s.7] dört saat zarfında tamamen kabul veya reddine mü­tedair tazyikat ve tehdidatı ihtiva ettiği cihetle, gayet nazik ve tehli­keli bir şekilde vuku bulmuş idi. Bununla beraber ben “Sevr” müahedesini kesb-i katiyyet etmiş addolunacak surette tasdik etmedim. Meselenin kat’iyet kesbetmesi, Meclis-i Meb’usanın kabulünden son­raki tasdikime mütevakkıf (bağlı) olduğunu ve hak ve adaletle te’lif olunamayacak surette gayr-i tabiî olan böyle bir muahedenin devam ve tekerrür edemeyeceğini (yerleşemeyeceğini) bildiğimden, hak­kımızın anlaşılmasına müsait zamanın hululüne kadar vakit kazan­mak tarikinde (yolunda) devam ile, muahedenin hükümetçe kabu­lüne taraftar göründüm.
Mondros mütarekesi, İzmir hadisesi, “Sevr” muahedesi gibi müs­tesna bir nokta-i nazarla telâkki ettiğim vekâyiden sonra gelen mesailde, daima icabat-ı meşrutiyete tevfik-i hareket eyledim (meşruti­yet gereklerine uygun davrandım) ve bu sebeple, muhtelif kabine­lerin muhtelif ve belki mütehalif (çelişen) içtihatlarına riayet ettim. Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen ve bilâhare devlet-i metbuasını tanımadığı cihetle tenkili (bastırılması) için kuvve-yi askeriyye şevkine lüzum gösteren kabinelere mümaşaatımda (uymamda) hükûmet-i mes’ule ile makam-ı hükümdarînin münasebet-i mütekabilesine (karşılıklı ilişkisine) ait icabat-ı meşrutiyetten ayrılmamak ar­zusu ve bazı esbab-ı zaruriyye-i siyasiyye âmil olmuştur. Bundan maada gerek kabine tebeddülâtında, gerek icraat-ı sairede nâzım-ı harekâtım, efkâr-ı hissiyat-ı şahsiyyemden [s.8] ziyade daima efkâr-ı umumiyye veyahut gayr-i kabil-i mukavemet diğer müessirat olmuş­tur. Bunun en bariz delili; son Tevfik Paşa kabinesini, sırf aleyhinde efkâr-ı umumiyye tezahüratı meşhut olmadığı (gözlemlenmediği) için, şahsım ve makamım hakkında su-i niyetleri zâhir olan (görünen) Kemalcilerin, İstanbul’da tesis-i nüfuz etmelerine müsait bulunması­na rağmen, iki seneyi mütecaviz mevki-i iktidarda tutmaklığımda gö­rülebilir.
Ankara ile İstanbul arasındaki ikiliğin izalesi emrinde bu gibi fe­dakârlıklardan geri durmamakla beraber, hilâfetin saltanattan tefri­ki veya tahtın İstanbul’dan Anadolu’ya nakli hakkındaki karar ve tasavvurlarına muvafakat eylemek elimden gelmemiştir. Bunlardan bi­rincisi, ulema-yı İslâmın malûmu olduğu veçhile şer’-i şerife (kutsal şeriate) katiyyen mugayir (aykırı) ve müekkilim bulunan (temsilcisi olduğum, gönderilmişlerin [peygamberlerin] övüncü = Hz. Muhammed) Fahr ül-Mürselîn efendimiz hazretlerinin hukukundan feraga­ti mutazammın olmakla (içermekle) benim için selâhiyet ve imkân haricinde bir şey olduğu gibi, İstanbul’un manen Ruslara teslimi ile Bolşeviklere cemile ibrazı (yaranma) mahiyetinde bulunan ikinci ta­savvurları da, hilâfeti İstanbul gibi siyasî ve tarihî bir istinatgâhtarı mahrum eylemek demek olduğu cihetle katiyyen gayr-i kabil-i ka­bul idi. Bu gibi müfrit ve mecnunane arzularını tebaiyyet etmediğim (uymadığım) için bana hıyanet-i vataniyye izafe ve isnat edenlerle birlikte, her akıl ve iz’an sahibinin bilmesi lâzım gelir ki [s.9] dünya­nın en büyük cah ü mansıbı (onuru) olan hilâfet ve saltanat maka­mını fiilen ve bi’l-irs ve’l-istihkak (babadan kalarak ve lâyığı olarak) haiz bir hükümdarı, hıyanet-i vataniyye gibi bifcürm-ü şenîe (kötü suça) sevk edecek hiçbir emel ve ihtiras mevcut değildir. Ben o ma­kamların ve simâ-i hilâfet makamının şeref ve haysiyetini muhafaza için muvakkaten tahtımdan, vatanımdan ve huzur ve rahatımdan cü­da (ayrı) düşmeyi bile göze alırdım. Bu müfarekatim (ayrılığım) bil­hassa harb-i umumîden sonra kendi ef’alinin (edimlerinin) hesabını vermek mevkiinde bulunanlara karşı ef’alimin hesabını vermekten korkmak kabilinden olmayıp, belki hiçbir kanuna tâbi olmayan in­sanlar elinde müdafaa ve hakk-ı kelâmdan memnu bir halde haya­tımı göz göre göre tehlikeye teslim etmek gibi emr-i İlahînin ve akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir şeyden ictinab eylemek (kaçınmak) ve hem de “Elfiraru mimma la-yutak min sünenil mürselîn” [dayanma takatim aşandan kaçmak, peygamberlerin sünnetindendir.] fehva­yı şerifi (kutsal kavramı) üzere müekkil-i zî-şanımın (vekili olduğum şanlı zatın) hicret-i nebeviyyeierine ait olan sünnet-i seniyyeye itba' etmekten (uymaktan) ibarettir.
Müdafaa-i vatan gibi müstahsen gayelerle hiç münasebeti olma­dığı halde Ankara meclisinin ittihaz ettiği mukarrerat-ı âhire (aldığı son kararlar) üzerine, muarızlarımla aramızda tahaddüs eden (orta­ya çıkan) ve memleketimiz için hasıl olan vaziyet-i âhireyi telhis ede­rek (özetleyerek) derim ki:
Ceddim Osman Gazi’den Selim-i Evvel'e kadar Devlet-i Osmaniyye namıyla Türk Saltanatı [s. 10] var idi, Selim-i Evvei’den sonra ise bu saltanat hilâfetin inzimamıyla (eklenmesiyle) Saltanat-ı Muhammediyye haline geçmişti.
Şimdi bana bi-gayr-ı hakkın ihanet-i vataniyye isnat edenler, hilâ­feti hukuk ve nüfuzundan tecrid ve tatil ederek bu Saltanat-ı Muhammediyye’yi yıkmışlar ve yalnız vatanlarına değil, bütün âlem-i Islâma ihanet etmişlerdir. Ben, devleti tehlikeden vikaye için, bilhas­sa harb-ı umumîye iştirakimizdeki ifratların acısını attıktan sonra, siyaset-i hariciyyede muarrızlarımın tâbiri veçhile korkarak, yani iti­dal ve ihtiyat ile hareket ettim; daha doğrusu, vakit kazanmak için, ıcab eder ise kendimi feda etmeye karar verdim. Bu mutedil ve ihti­yatlı meslek karşısında, muarrızlarımın müfrit ve herçibâd abâd mesleği (aşırı ve her şeyi göze alır yolu) müntec-i isabet ve muvaffaki­yet olur (doğruluk ve başarıyla sonuçlanır) ise, şahsen ben kaybe­decektim, fakat devlet kazanacaktı; halbuki onlar devlete Saltanat-ı islâmiyyesini kaybettirdiler.
Eğer benim bir hatam var ise, din ve devletin bu derece tahrib ve tagbirine (yıkılmasına ve gücendirilmesine) (bazı müstesna şah­siyetlerden maada) bütün vükelâ ve ulemâ ve ukalâ ve ricâl-i mem­leket tarafından ses çıkarılmayacağına ve bazı hasis menfaatler mu­kabilinde gizli ve aşikâr suretlerle yardım edileceğine ihtimal vermemekliğimdedir. Ben, devletin hayat ve mematıyla herkesden zi­yade alâkadar olan münevveran-ı [s. 11] milletimin, vazife-i vataniyye ve vicdaniyyelerini bu derece suistimal etmeyecekleri hakkındaki hüsn-i zannıma ait olan hatamı itiraf ediyorum.
Netice-i kelâm olarak şurasını beyan ederim ki, hilâfet meselesi­nin halli, dini, kavmiyeti, vatanı meşkuk ve mahlût (kuşkulu ve karı­şık), askerîden ve sünuf-u saireden (diğer sınıflardan) mürekkep bir şirzime-i kalile (küçük bir azınlık) ile, kısmen mükreh ve mücber (kor­kutulmuş ve zorlanmış) ve kısmen ahvalin ledünniyatından (iç yü­zünden) bî-haber olarak mugfel halinde (kandırılmış) bulunan beş altı milyonluk masum Türk kavminin selâhiyeti dâhilinde olmayıp, bu; üçyüz milyonluk âlem-i İslâmın tamamına taallûk edecek bir mesele-i azimedir. Binaenaleyh şimdi ben, hilâfet hakkında Anka­ra’da ve İstanbul’da verilen fuzulî ve cebrî hükmü kat’iyyen kabul etmeyerek ve hakkımda reva görülen müfteriyatı (iftiraları), isnad edenlere kemal-i nefretle red ve iade ederek, memleketin ve bilâtefrik-i cins ve mezheb bütün ahalinin saadet ve refahından başka bir emeli olmayan, ve adi ü itidalin hâkim olmasını isteyen müsterih bir kalp ve vicdan ve hak ve hakikatin mağlûp edilemeyeceğine da­ir kavi bir iman ile sevgili vatanıma avdet edinceye kadar hak-i ıtrnâkinin ezelûen müştakı (güzel kokulu toprağının ötedenberi özle­yeni) olduğum haremeyn-i şerifeynde ve şimdilik civar beytüllahta ımar-ı evkat ediyorum (vakit geçiriyorum).
Beni ‘‘beldetüllah”a isal eden (Tanrı’nın şehrine ulaştıran) şu maceret-i mucib ül-mefharet (övünülmesi göçme) ile, [s. 12] hilafe­tin saltanattan tecridi teklifine karşı sebat ve mücahedem, nasibe-i hestîmi ve dehr-i ahiretimi teşkil edecektir.
Misafir olduğum bülâd-ı mukaddese-i Arabiyyenin hükümdar-ı âlîtebarı (yüce soylu) ile ahali-i necîbesi (temiz soylu halkı) tarafların­dan gerek benim hakkımda ve gerek vatan-cüda diğer hemşehrile­rim hakkında gösterilen âsâr-ı mihman-nevaziyi (konukseverlikleri) şükür ve mahmidetle (övgüyle) yad ettiğim gibi, haiz oldukları asalet-i mümtaza ve mutahharaya muvafık (seçkin ve temiz soyluluğa uy­gun) bir suretle hareket eden müşarünileyh celâlet ül-mülk hazret­leriyle aile-i muhteremeleri erkânının teâli-i şan ü şereflerini ve bu sayede bülâd-ı mukaddese-i Arabiyyenin ve sekene-i necibesinin ta­rihe ziynet veren mazileriyle lâyık oldukları inkişaf-ı mes’uda mazhar olmalarını da cidden temenni ederim.
İstanbul’dan müfarekatimden sonra bu ilk beyanımdır.
Vesselamu ala men itteba’l-Hüda [Tanrı’ya uyanlara (doğru yol­dan gidenlere) selâm olsun.]
Muhammed Vahideddin bin es-Sultan Abdülmecid Han.”

Şimdi [yapılacak en doğru iş,] —lisan itibarıyla güçlükle okunup mânâsını kavramakta da epey zorluk çektiğimiz— şu beyanname hakkında söylenecekleri de tarihe bırakmaktır. Ancak tarih incele­yici ilim adamları için bir vazife var: beyanname kimin kaleminden çıkmıştır? Bunu meydana koymak eski padişahla birlikte, Hicaz’a kimlerin gittiğini belirttikten sonra yazılış tarzına bakarak o adamla­rın birini seçmektir.
Fikrimce bu, daha ziyade resmî kitabeye tamamıyla vakıf bir za­tın eseridir. Araya o kitabete pek uygun düşmeyen cümleler de ka­rıştırılmışsa da, umumî hitabı değiştirilmemiştir. Tarihçi olmadığıma göre ben bu işin ehli değilim, vaktimi de öldüremem. Ancak padişa­ha yoldaşlık edenler arasında Rıza [Tevfik] merhumun da bulundu­ğunu biliyorum, ama üslûp onunki değil.
Zaten hasbıhallerinde Filozof Hicaz seyahatini —hatta lüzumsuz noktalara kadar— birçok kere anlattığı, tekrarladığı halde tizlere bir beyannameden bahsetmedi. Kâbe’yi nasıl süpürdüğünü belki se­kiz, on defa dinledik. Mısır’dan Kral Abdullah’ın ısrarıyla heyete ka­tılması, kafileye pek geç ve güç yetişmesi hikâyeleri de çok anlatıl­dı, daha bir sürü tafsilat... Fakat beyanname lâfı geçmedi.
Böyle olduğuna göre, Rıza Tevfik’in rolü ya hiç yoktur yahut pek siliktir. Beyanname —kim verdi veya kim yolladı? hatırlamıyorum— elime geçtikten sonra, ben de, başka işlere dalarak dosyama attığımdan, unuttuğumdan dolayı olacak kendisinden sormadım. Esa­sen "dosya” dediğime de bakmayınız; bir gün gelip de vesikalar dolu, tarihî kıymette bir eser yazacağımı hiç düşünmediğim ve hâlâ da öyle bir iddiada bulunmadığım için, sadece kağıtları yırtıp atmaz, bir tarafa koyardım. Artık bunu da yapmıyorum.
Şimdi ihtiyaç hasıl oldu da, mevzu çıkar ve bir şeyler hatırlatır di­ye gerçekten perişan vaziyette duran o kağıtlara göz atıyorum. Me­ğerse bir şeyler de varmış aralarında...
Eğer “beyanname” tahminim gibi henüz elde edilmemiş ve ya­yınlanmamışsa, bir nokta daha aydınlanmış oldu. Tarih çorbasında tuzum var demektir. Yayınlanmışsa okuyucusu artmış olacağı için, yine de bir işe yaramış sayılır.
Tarih zaten birtaraflı olmakta devam edemez. Uzun zaman yaptı­ğımız hep öyle idi; tek taraftan bırakıyorduk, bakmakla da kalmıyor, tek tarafı tutuyorduk, öte tarafa sadece atıp tutuyorduk. Bugün de tarafsız görmemize ve düşünmemize elverişli bir devreye eriştiği­miz, yıllar aştığımız, ciddî mânâsıyla tarih’e girmek çağında bulun­duğumuz için her noktayı aydınlatacak vesikaları ortaya koyabiliriz.
Vahideddin de bir şeyler düşünmüş ve yapmış; söylüyor, dinle­riz. Bizi kandırması artık bahis konusu değil; zamanı geçmiştir... Ama bunların tarihe geçmesini de yine tarih namına isteriz.
Not: Bu belgeyle ilgili geniş bilgi için, Tarih ve Toplum dergisinin 16. sayısındaki (Nisan 1985), J.-L. Bacque-Grammont ile Hasseine Mammerî’nin "VI. Mehmed’in Sürgündeki Hac Yolculuğu” yazısına bakılabilir.
(İstanbul 1888 — İstanbul 1965) Türk romancısı, hikâyecisi ve ya­zarı. İlk öğrenimini Vezneciler’de ve Göztepe’de tamamlamış, da­ha sonra Galatasaray’da (1900-1906), bir yılda (1907) Hukuk Mektebi’nde okumuştur. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra gazeteciliğe başlayan Karay, 1913’e kadar Tercüman-ı Hakikat gazetesinde ya­zar ve mütercim olarak çalışmıştır. Bu arada, Kalem ve Cem dergi­lerinde "Kirpi” takma adı ile mizah, Eşref dergisinde "Yeniler” baş­lığı altında Şehabeddin Süleyman, Fazıl Ahmet (Aykaç), Hamdul­lah Suphi (Tanrıöver) vb. üzerine portreler ve tanıtma yazıları yaz­mıştır. 1909’da Fecr-i Âti adlı edebî topluluğa katılmıştır. Hürriyet ve İtilâf Fırkası yardımı ile 1912’de Beyoğlu Belediye Başkâtibi olan Ka­ray, 1913’te yeniden iktidara gelen İttihatçılar tarafından İstanbul dı­şına çıkarılmış; Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’te beş yıl sürgün kalmıştır. Mütareke yıllarında (1918) İstanbul’a dönen Karay, bir süre Robert Kolej’de Türkçe öğretmenliği ve Yeni Mecmua’da ya­zarlık yapmış, daha sonra Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın Genel Merkezi’nde görev almıştır.
1919’da Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü ya­pan Karay, Alemdar, Peyam-î Sabah gazeteleri ile Aydede dergi­sinde yayımlanan yazıları ile de Anadolu’da başlayan Millî Mücade­le Hareketi’ne aleyhtar olmuş, bu yüzden Millî Hükümet’in yurt dışına sürdüğü Yüzellilikler arasında 9 Kasım 1922’de yurdu terk et­miş, 1938’de af kanunu çıkıncaya kadar 16 yıl Beyrut ve Haleb’de kalmıştır. Yurda dönüşünde, Tan’da, diğer bazı gazete ve dergim­de hikâye, roman ve fıkralar yayımlamış, sürgünde kaleme alınmış 19 kitaplık külliyatını çıkarmıştır (1939-1944). Bir ara Aydede der­sini de yeniden yayımlamıştır (1948-1949).
Açık, sade, terkipsiz bir dille yazan, roman ve hikâyeleri kadar mi­zah ve taşlamaları ile de ün kazanan Karay’ın başlıca eserleri şun­lardır:
Sakın Aldanma, İnanma, Kanma (1915), Üç Nesil-Üç Hayat (1915-1943), Kirpi’nin Dedikleri (1916), Ago Paşa’nın Hâtırâtı (1918) Ay Peşinde (1918), Memleket Hikâyeleri (1919-1939), İstan­bul’un İçyüzü (1920), Guguklu Saat (1922), Tanıdıklarım (1922), Deli (1939), Bir içim Su (1939), Yezid’in Kızı (1939), Çete (1939), Gurbet Hikâyeleri (1940), Bir Avuç Saçma (1940), ilk Adım (1941), Sürgün (1941), Makiyajlı Kadın (1943), Tanrıya Şikâyet (1944), Anahtar (1947), Bu Bizim Hayatımız (1950), Nilgün, 3 cilt (19501961), Yeraltında Dünya Var (1953), Dişi Örümcek (1953), 2000 Yılın Sevgilisi (1954), Bugünün Saraylısı (1954), İki Cisimli Ka­dın (1955), Kadınlar Tekkesi, 2 cilt (1956), Karlı Dağdaki Ateş (1956), Sonuncu Kadeh (1956), Dört Yapraklı Yonca (1957), Minelbab ilelmihrab (1964), Yerini Seven Fidan (1977), Ayın Ondördü (1980), Yüzen Bahçe (1981), Ekmek Elden, Su Gölden (1985) (Bu bibliyografyaya yazarın ölümünden sonra yayımlanan kitap­ları da eklenmiştir.)
Refik Halid Karay’ın Bir Ömür Boyunca adını verdiği anıları, Minelbab İlelmihrab’ın devamıdır. Bu eserin ilk kısmı, 1946 yılında Ye­ni Tanin gazetesinde (30 Mayıs — 13 Temmuz arası, günlük 45 sa­yı); üçüncü kısmı ise, 1985 yılı boyunca Tarih ve Toplum dergisin­de (aylık 12 sayı) tefrika edilmiştir.
Refik Halid, hiç kuşkusuz, tarihçi değil, gazeteci ve edebiyatçı idi. Ama anılarının önemi, ciddi tarih araştırmalarında kaynak olarak kul­lanılmasından bellidir.
Bir Ömür Boyunca kronolojik bir sıra takip etmez. Tefrika yapısı­na uygun olarak kaleme alınmış episodlar, bazan 1918 öncesine, yazarın ta çocukluk günlerine uzanır, bazen 1922-38 arası sürgün­lük yıllarına; bazen da Minelbab İlelmihrab’ta anlatılan olayların, orada geçiştirilmiş bir ayrıntısını işler.
Refik Halid, Hürriyet ve itilâf Fırkası’nın bir mensubu olarak Kur­tuluş Savaşı’na karşı çıkmış, ama sonradan o dönemde yaptıkları­na ve yazdıklarına nedamet duymuş, kefaretini de ödemiştir. Bugün­den bakılınca, Refik Halid’in yapıp ettiklerinden, yaşayıp gördükle­rinden daha önemlisi, onları nasıl akıcı bir üslûpla hikaye ettiği oluyor.
Bu anıların ikinci bölümü Yeni Tanin’de tefrika edilmeye başla­madan bir gün önce, o gazetede Refik Halid’le yapılmış bir röportaj çıkmıştı. Refik Halid şöyle diyordu:
Ben hayatta her şeye muhalifim, ama benim bu hareket tarzım her zaman yanlış anlaşılmıştır. Ben Atatürk’e hiçbir zaman karşı ol­madım. Daha doğrusu, her ikimiz de birbirimizi yanlış anladık. Ben İttihat ve Terakki Fırkası’na muhaliftim. Atatürk’e muhalefetim ora­dan gelir. İttihat ve Terakki’yle beraber çalıştığı için uzak kaldım. O da bir süre sonra onlardan uzaklaşınca, onun yanma geldim. Bir İmparatorluğu mahvetmiş bir partinin yanında olamazdım. Sonra­dan anladım ki, o da onları temizlemeye kararı vermiş.
Bundan başka, eskiden de hoşlanmadığı İsmet Paşayı hedef alan bir söz söylüyordu: “Bugün hükümet idare edenler, Atatürk’ün tam zıddıdır. O cesurdu, bugünküler ise korkaktır.” Röportajı yapan ga­zeteci (Ergin Konuksever), Refik Halid’in şimdi (ölümünden bir yıl önce) tamamıyla Epiküryen bir hayat sürerek günlerini geçirdiğini söylüyor ve onun "Ben güzel yemek ve güzel kadın meraklısıyım” dediğini aktarıyor.
Kaynak:
Refik Halid KARAY,
Bir Ömür Boyunca, İletişim Yayıncılık, 1990, İstanbul sh: 239-248


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar