Print Friendly and PDF

İBN-İ HALDUN’UN YORUMCULUĞUNUN ÖRNEĞİ: İHLAS SURESİ TEFSİRİ



İbn-i Haldun’un eserlerinde ayet ve hadislerle ilgili yorumlarda bulunması ve hemen hemen her konuda Kur’ân ve sünnet kaynaklarına başvurması onu bir müfessir olarak telakki ettiğimiz anlamına gelmez. Ancak dünya görüşünü cesaretle dillendirdiği gibi dini inançlarını da her platformda eserlerinde yansıtmıştır. Bu bölümde şimdiye kadar zaman zaman ayet yorumculuğuna yer verdiğimiz İbn-i Haldun’un yorumculuk gücününe tek bir sure üzerindenden (ihlas suresi) şahit olacağız.
İhlas suresi, Kur’ân’ın ikame etmek istediği tevhidi özlü bir şekilde dile getirir. İbn-i Haldun da onun bu konuma ve dolayısıyla tefsirine geçmeden önce tevhide dair bazı açıklamalar yapar. “İmani akidelerin sırrı ve esası tevhiddir" [1]  diyen İbn-i Haldun, tevhidi keşfedecek aklî burhana dair deliller sunmuştur. Oluşlar âlemindeki hadiselerin mutlaka bir müsebbibinin olduğunu ve sebepler silsilesinin sürekli yükselmesi ve nihayet sebeplerin yaratıcısı ve mûcidine çıkılacağını ifâde eden müellif, “Kendisinden başka Tanrı bulunmayan sebeplerin müsebbibi, mucidi ve hâlıkı her türlü kusurdan münezzehtir." diyerek tevhidi burhanın temelini göstermiştir. [2]
Bundan sonra sözü ruhta ve zihinde vâki olan tasavvurlara getiren İbn-i Haldun bunların sebeplerinin meçhul olduğunu, zira Allah’ın fikre ve zihne ilkâ ettiği bir takım yetenekler vasıtasıyla bile insanın bu tasavvurların başlangıç ve sonunu bilmekten aciz olacağını savunur. İnsanın idrâkini ve tasavvurunu aşan herşeyi, Allah’ın ilmen ihâta etmesi aslında mahluku aciz bırakır. Zaten Allah’ın insanı bu tür düşüncelerden men etmiştir ki bunun, hikmet olarak teemmül edilmesi gerekir. İdrâkin aştığı yerde ısrarcı olmayı şaşkınlık ve faydasız bir çaba olarak gören İbn-i Haldun, "Allah de, sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak, oynasınlar.”[3] ayetiyle, bu konularla ilgilenen ilim olan Kelâm’la uğraşanları genellikle eleştirmiştir.
Kelâm ilmine bir hayli karşıt tavır sergileyen İbn-i Haldun, ağır sayılabilecek ifadeler kullanmaktan da hiçbir zaman çekinmemiştir. “Sebepler üzerinde duran nice kişiler vardır ki, orada kalakalmışlar ve daha yukarıya yükselemedikleri için ayakları kaynuş ve delâlette kalıp helâk olmuşlardır. Apaçık hüsran ve mahrumiyetten Allah korusun" [4] diyerek öyle anlaşılıyor ki o, böyle kimselerin sebeplere dalmalarını nefs için hasıl olan bir renk ve onda yerleşip kalan bir boya olarak değerlendirmiştir. İdrakin sadece zâhiren görebildiğini, sebeplerin tesirinin mâhiyet ve keyfiyet açısından meçhul olduğunu savunan İbn-i Haldun, “Size pek az ilim verilmiştir”[5] ayetiyle, ilmiyle her şeyi ihâta eden yaratıcının kudreti ile insana verilen sınırlı idrak gücü arşındaki uçurumu gösterir. Bundan dolayı insan sebeplere karşı gözü kapatmakla, onları tamamen hükümsüz tutmakla ve tüm sebeplerin fâiline, mucidine yönelmekle emrolunmuştur. Bunun gayesi de “tevhid boyasının, vahdaniyet sıfatının" Şâri’nin bellettiği biçimde neftse kökleşmesidir. Çünkü “Şâri, hissin ötesine ve duygularla bilinen alemin üstündeki gayb alemine de vâkıf olduğundan dinimizle ilgili maslahatları ve saadetimizin yollarını en iyi o bilmektedir."[6] İbn-i Haldun tevhid akidesini Hz. Peygamberimiz şu hadisi ile açıklamaya çalışmıştır: “Allah’tan başka tanrı olmadığına şehâdet ettiği halde ölen bir kimse cennete girmiştir."[7] Aslında o, tevhid konusu dışındaki sebepleri araştırıp, mânen yüksek mertebelere ulaşmayı gerekli görürken, sebeplerin sebeplerine takılmayı küfür olarak addeder. “Ancak bir kimse nazar ummanında sebepleri, sebeplerin sebeplerini ve bunların tesirlerini araştırma deryasında yüzerse" ifadesiyle, yalnızca oluşumların sebeplerini değil, sebeplerin sebeplerine inmeye çalışanların, araştırma deryasından eli boş döneceklerini, çünkü Allah’ın insanı bundan nehyettiğini ve kullarına (sebep ve illete malûl olmayan) mutlaka tevhidi emrettiğini söyler ve İhlas Suresinin tevhidi bir delil olduğunu kabul eder.[8]
“De ki; O Allah’tır, tektir, hiç bir şeye muhtaç değildir, doğurmuş ve doğmuş değildir. Hiç bir şey O’nun değildir." İbn-i Haldun bu surede sebeplerden geçmeyi Allah Teâlâ’ya ermeyi, eğer sebeplerde kalınırsa, O’na ulaşılamayacağının konu edildiğini anlatır. Çünkü fikrin, “Ben kâinâtı, oluşumları ve sebeplerini ihâta etmeye ve bütünü ile varlığın tafsilatına vâkıf olmaya muktedirim iddiasına sakın güvenme" diyen İbn-i Haldun, fikrin bayağılığını, sefihliğini, varlığın sadece kendisine verilen beş duyu ile idrak sahasına gelen şeylerden ibâret olduğunu ve sınırlı bir idrakle ötelere geçemediğini vurgular. Asıl gerçeğin varlık aleminin ötesinde olduğunu, aklın her şeyi idrak edemeyeceğini savunarak bunu şu temsillerle açıklamıştır:
“Sağıra dikkat ediniz. Onlara göre varlığın dört duyu organına haber verdiği şeylere makûl ve aklî hususlara inhisar ettiği, ona göre işitilen cinsten olan şeyler varlıktan düşer, onlara dahil olmaz.
Kör için de durum aynıdır ki, görülür çeşidinde olan her şey varlık sınıfından düşer.
Peki sağırlar seslerin, âmâlar renklerin varlığını kabul etmemeleri abes bir durum ise, Hâlık olanın mahluk olana sınırlı bir algılama gücü vermesi sonucu mahluğun onu ihata edememesi yüzünden varlık alemindeki yokluğunun kabul edilmesi de böyledir. Lâkin kör ve sağırlar renklerin ve seslerin varlığım fıtratlarının icâbına ve idraklerinin tabiatına istinaden değil sadece umûma tâbi olmaz, bu çeşit varlıkların mevcûdîyetini kabul etmektedirler.” [9]
Başka bir çarpıcı örnek de şöyledir: “Dilsiz hayvana sorulsa, (konuşabildiği varsayılarak) o da konuşabilse, mâkûlâtı, yani düşünülebilir varlıklar nevini inkâr ettiği görülecektir. Çünkü bu çeşit şeyler ona göre varlıklar sınıfından külliyen sakıttır.”[10] Bu misallerle tevhidi bir isbatı amaçlayan İbn-i Haldun, akli bir teori yöntemiyle herkes tarafından kabul edilebilir bir şekilde tezini sonuçlandırmıştır.
Şimdiye kadar İbn-i Haldun’un konuları sadece aklî yöntemlerle işlediğini söyledik. Fakat bu konu ile birlikte zaman zaman teslimiyetçi bir tavır sergileyerek sorgulama yapmadığını müşâhede ettik. Ancak bu teslimiyetçi tavrım belki bir sebebe bağlamak elbette yanlış olmayacaktır. Kelam ve akîde ilmi, insan idrâkini aşan konuları içerdiği için bu tavrını tevhid ve gayb alemi ile ilgili konulardaki hassasiyetininin bir göstergesi olarak nitelendirebiliriz. Bu anlamda bizim idrâkimiz muhdes ve mahluk Allah’ın yaratmasının insanların yaratması daha büyüktür. İbn-i Haldun O’nun yaratmasının, insanların idrâkine sığmayacak kadar muazzam olduğunu, “Allah onları ötelerinden kuşatmıştır"[11] ayeti ile delillendirmiştir. Bu ayetle birlikte insanın idrâkine idrak ettiği mahdut şeylere de (tesbit ve zapt) kesin nazarla değil, şüpheli ve ihtiyatlı bir nazarla bakılması gerektiğini; zirâ, idrak da idrak konusu olan şey de hatalı olabileceğini öne sürer. Müellif özellikle burada tam teslimiyetçi bir tavır sergileyerek, “Şârî neye inanmanı ve ne yapmanı emretmiş ise ona tâbi ol. Çünkü saadetini en çok O arzu etmekte ve sana faydası olanı en iyi O bilmektedir." demiştir.[12]
İlâhî emirlerin idrâkin üstünde olan bir aşkınlıkla, insanın akıl ve düşünme dairesinden daha geniş bir dâire olduğunu ifade eden İbn-i Haldun, tevhid ve ahiret ile ilgili hususları, nübüvvetin mahiyetini, İlâhi sıfatların hakikatlerini ve düşünme tavırının ötesinde kalan hiçbir şeyi akıl terazisi ile ölçmenin boş olduğunu vurgular. Bu gibi konuları akıl terazisi ile ölçmeye çalışmayı, altın tartmada kullanılan bir sarraf terazisi gören ve onunla dağı tartmaya tamah eden kişiye benzeten müellif, “bu terazi o sıkleti çekmez” diyerek çarpıcı bir örnekle daha konuya açıklık getirmiştir. Defaatle üzerinde durduğu aklın idrak edemeyeceği konular hususunda her şeyin Allah’a ait ve O’nun kudretine râci olduğunu, O’nun hakkında elde edilen bilgilerin, eksik bir akıldan sudûr ettiğini anlatan İbn-i Haldun, “idrakten âciz kalmak, idrâkin tâ kendisidir.” sözü ile aklın acziyetini beyan etmiştir.[13]
Tevhid’de mûteber olanın sadece “hükmen tasdik” olmadığını söyleyen İbn-i Haldun, “tevhidde kemâlin” şu şekilde olacağını savunur: ‘Tevhidde kemâl bir sıfatın husûle gelmesidir ki, nefs bu sıfatla bir keyfiyet kazanır. Amel ve ibâdetlerden maksat da, itaat etme ve boyun eğme melekesinin husûle gelmesi, mâbudun hâricinde kalan meşgul edici şeylerin kalpten boşaltılması sonucu Rabbaniliğe inkılâp etme derecesine ulaşmasıdır.”[14] Kâl insanından ziyâde, hâl insanı olmayı Allah’a yaklaşmada en önemli unsur olarak gören İbn-i Haldun, tevhid konusunda verdiği misallerle İhlâs suresine yeni bir boyut ve açılım kazandırmıştır.
İhlas suresinde amellerden ve özel olarak ibadetlerden bahsedilmez ama İbn-i Haldun konuyu bu açıdan da ele alır ve tevhidin amele yansımasını açıklamaya çalışır. Bu amaçla o, tevhidî bir kemalden sonra husûle gelecek olan ve yapılması talep edilen ibâdetlerde kemâle ulaşmanın gerekliliğinden bahseder ki, bunun için ittisafın şart olduğunu söyler ve şöyle bir misal getirir: “Halkın çoğu bilir ki, yetime ve bîçareye merhamet etmek yüce Allah’a yaklaşma vesilesidir ve bu husûsa dinen teşvik edilmiştir. Bir kişi bunu bilir, şer’i kaynağım ve delilini zikreder ancak acz ve zaaf içinde kalmış bîçare gördüğünde hemen ondan sıvışır, semahat, merhamet ve insanlık göstermekten kaçınır. Burada örnek alınan şahısta öksüze merhamet etmenin sadece “ilim" derecesinin hâsıl olmuş ancak “hâl" ve “ittisaf' derecesi hâsıl olmamıştır."[15] Ayrıca ilmini ittisafla süsleyip derecesini yükselten kişinin gördüğü bir yetime, öksüze merhamet edip ona şefkatte sınır tanımayacağım belirten müellif, mukâbilinde sevap umarak, kendini Rabbine yakın hissedeceğini de vurgular. İbn-i Haldun bu misâli tevhidi anlayışın bir örneği olarak kabul eder ve “Senin tevhidde muttasıf olma hali karşısında tevhid hakkındaki bilgin aynen böyledir" diyerek akim düşünüp dilin ifade ettiği yaşanmaktan uzak kâl ilmi ile, hâl ilmi olan, yakîn (marifet ve yaşanarak öğrenilen) bilgi arşındaki farkı ortaya koymuştur.[16]
İttisafın ortaya çıkmasındaki en büyük âmilin ise ibâdetlere yönelme ve devam etme olarak belirten İbn-i Haldun, bunların başında dinin direği olarak kabul edilen namaza dikkat çeker ve Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in şu hadisini zikreder: “Göz aydınlığım namazdır.”[17] Burada Hz. Peygamberin namazı böyle bir sıfatla değerlendirmesinin, hazzın ve göz aydınlığının nihâi derecesini onda bulmakta olduğunun dile getiren müellif, halkın namazı ile Hz. Peygamberin namazı arasındaki uçuruma dikkati çekmiştir.[18] Bunun için şu ayeti zikretmiştir: “Namaz kılanların vay haline ki, onlar namazlarını gaflet içinde kılarlar."[19]
İbn-i Haldun eserlerinin bir çok yerinde yaptığı gibi tevhîdî imandaki amelin ehemmiyetini şu dua ile bitirerek ortaya koyar: “Allah’ım bizi (imânda iknâ, ibâdette ihlasa) muvaffak kıl." diyerek Fatiha Suresi 5. ayetle son noktayı koyar: “Ey Rabbim! Bizi sırat-ı müştekime (dosdoğru yol) ilet gazaba uğramış ve delâlette kalmış olanların değil, nimete mahzar kıldıklarının yoluna.”
Bu değerlendirmeleri üzerine şu tespitleri yapmamız mümkündür: İbn-i Haldun tevhid ve imâni âkidenin, neftse köklü bir melekeye sahip olması bakımından imanın mertebelerinin bulunduğunu söyler. Dil ile yapılan ikrârın en asgari yani en zayıf bir iman olduğunu belirtir. İmanın kalp ile tasdikle gerçekleşeceğini vurgular ve elde edilecek en yüksek mertebeyi şöyle açıklar: “Amelden hâsıl olan ve kalbi istilâ eden (güçlü, köklü, ve sürekli) bir keyfiyet olup organları kendine tâbi kılan bütün tasarruflar ve faaliyetler itaatkâr bir biçimde onun emrine girerse imandaki en yüksek mertebeyi elde edilir.[20] Çünkü kalpte kökleşen meleke, kişiyi kâmil bir iman olgunluğuna eriştirir ki, bu mü’minin yolda n sapmasına imkân vermez ve insan bir lâhza bile imana uymayan bir davranışta bulunmaz.[21]
İbn-i Haldun kişinin iman-amel konusunda mükellefin kendisi ile baş başa bırakıldığını söyler ve bu tekliflere tatbik edilen İslâm, iman ve ihsan olmak üzere üç mertebeden bahseder: “İslâm makamı, zâhir itibariyle amelî, bu amelle teklifin sakıt olması veya olmaması makamıdır. İman makamında ise bazen araya ihmal girmekle beraber ibadetlerin edasında dış içe uygundur. Bu derecede kurtuluş ümidi vardır. İhsan makamı ise hiçbir veçhile araya gaflet halinin girmemesi şartı ile bütün amellerde murâkabe hali üzere olmak ve içini dışına uygun kılmak makamıdır."[22] Kurtuluş isteyenler için üçüncü mertebeye işaret eden müellif, iman-amel konusunda bir bütünlüğün önemini vurgular.
Görüldüğü gibi tevhidi, akâidi ve kelamı tasavvufu bir boyuta çekmeyi başaran İbn-i Haldun insan idrakini aşan gayb konularında teslimiyetçi tavırlar göstererek, her şeyin ilimle açıklanamayacağını gerçek ilim sahibinin alemi yaratanın olduğunu vurgulamıştır. Bu sureye getirdiği yorumlardan İbn-i Haldun’un yadsınamayacak bir müfessirlik yönünün de varlığına şahit oluyoruz.
s:103-109
Kaynak: EMİNE KUŞGÖZ,  IBN-I HALDUN’UN KUR’ÂN VE TEFSİR ANLAYIŞI T.C. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tefsir Bilim Dalı İçin Öngördüğü Yüksek Lisans Tezi , 2007, Eylül, Sivas


[1]   el-Mukaddime, III, 966.
[2]   el-Mukaddime, III, 966.
[3]   En’âm 6/91
[4]   el-Mukaddime, III, 966.
[5]   İsrâ 17/87
[6]   el-Mukaddime, III, 967.
[7]   Buhâri, îman, 36, Müslim, îman, 26, İbn-i Mâce, Mukaddime, 9.
[8]   el-Mukaddime, m, 967.
[9]   el-Mukaddime. III. 967. 968.
[10] el-Mukaddime, III. 967. 968.
[11] Buıûc 85/20.
[12] el-Mukdimde, IH. 968.
[13]  el-Mukaddime, III, 968.
[14] el-Mukaddime, III, 969.
[15] el-Mukaddime, III, 969.
[16] el-Mukaddime, III, 969.
[17] Nesâi, İşratü’n-Nisâ, 1.
[18] el-Mukaddime, III, 970.
[19] Mâun 107/5
[20] el-Mukaddime, III, 970.
[21] el-Mukaddime, III, 970.
[22] Şifâüs-Sâil, 14.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar