Print Friendly and PDF

İLKESİZ DEHA- FELSEFEYİ SİYASETE ALET EDENLER

Bunlarada Bakarsınız



Hzl: Mark LILLA 
Felsefenin aşkla ne gibi bir alakası olabilir ki?
Eğer Platon’a ku­lak verecek olursanız, aşk eşittir felsefe. Bütün âşıklar felsefeci değildir ama felsefeciler gerçek âşıklardır zira sadece onlar aşkın körü körüne aradığı şeyi anlayabilirler. Aşk, hepimizin içerisinde İdeaların güzelliğine ilişkin bilinçdışı bir anının uyanmasına yol açar ve bu anı da bizi çılgına çevirir; Şölen'de (209b) çok güzel bir biçimde ifade edildiği gibi, çığırından çıkmış bir eşleşme ve “güzelliği ortaya çıkarma” arzusu bizi ele geçirir. Oto-kontrole sahip olanlar zihinsel olarak eşleşir ve idealarla iletişim kurar, ki bu da felsefenin amacıdır. Oto-kontrole sahip ol­mayanlar ise tutkularını bedensel olarak giderirler ve dünyaya bağımlı kalırlar.
Platon bize, her zaman felsefede son bulmadığı için, erotik arzunun müthiş bir dikkatle ele alınması gerektiğini söyler. Eros ölçüsüz bir in­sanda tamamen serbest bırakıldığında ruh çökerek maddî hazza, para sevgisine, sarhoşluğa ve hatta deliliğe dönüşür. Eros öylesine güçlüdür ki, mantığımızı ve doğal dürtülerimizi tamamen altedebilir ve bunları kendi amaçları doğrultusunda kullanarak ruhun tiranı haline gelebilir.
Politik tiranlık nedir, diye sorulur Cumhuriyette, kendisi de en aşağılık arzularının tiranlığı altında yaşayan bir adamın adaletsiz hükmü değil­se eğer? Platon erosu, insan ve kutsal arasında akan şeytanî bir güç olarak sınıflandırır; bu güç bize, ruhu, diğerlerinin bizimle birlikte ıstı­rap çektiği bir ıstırap ve bayağılık hayatına indirmemizde veya oradan yükseltmemizde yardımcı olur. En üstün insan tipi olan felsefeci ve en aşağılık insan tipi olan tiran, doğanın oynadığı ters bir oyunla, aşkın gücü aracılığıyla birbirine bağlanırlar.
Biz artık erosu bu şekilde düşünmeye alışık değiliz. Erotik bağlan­ma, zihnin hayatı, politika dünyası; bizim için bunlar birbirinden ba­ğımsız işleyen ve farklı yasalar tarafından kontrol edilen ayrı alanlardır. Bu yüzden, çağımızın entelektüel hayatındaki en olağandışı sahneler­den birini anlamaya hazırlıklı değiliz; Martin Heidegger, Hannah Arendt ve Karl Jaspers arasındaki aşk ve arkadaşlık. Bu üç düşünür ilk kez 1920’li yıllarda tanışmış ve felsefeye duydukları ortak tutkudan ötürü kısa süre içerisinde birbirlerinden etkilenmişlerdi. Ama ilk önce Avrupa’yı, daha sonra da bütün dünyayı sarsan politik kargaşanın içi­ne sürüklendikleri zaman bu tutku, en sonunda kişisel yaşamlarının ve politik bağlılıklarının her alanım aşan bir şeye dönüşmüştü. Heidegger ve Arendt’in gençlik yıllarında kısa süreli şehvetli bir aşk yaşadıkları gerçeği, çok fazla şey ifade etmeyen küçük bir ayrıntıdır. Asıl üzerinde ciddi bir biçimde durulması gereken şey, Heidegger, Arendt ve Jaspers’in zihnin ve modern tiranlığın çekiciliğinde tutkunun yerini anla­ma noktasında taşıdıkları önemdir.
Heidegger ve Arendt arasındaki ilişki ilk kez, Elisabeth Young-Bruehl’in Hannah Arendt: For Love of the World (1984) adlı ilginç biyog­rafisinde gün ışığına çıkarılmıştı. Kitap, Young-Bruehl’in skandala ma­hal vermeyen nesnel tavrı ve sağduyulu yaklaşımı nedeniyle yayınlan­dığı dönemde çok büyük bir ilgi görmemişti. Ama bundan birkaç yıl sonra, Elzbieta Ettinger’in Hannah Arendt/Martin Heidegger (1995)'[ Bir Aşkın Anatomisi; Hannah Arendt-Martin Heidegger; Oğlak Yay; 1996.] adlı çalışmasının yayınlamasını takiben bu ilişki sevimsiz polemiklere konu olmaya başlamıştı. Profesör Ettinger, yayınlandığı bu küçük ki­tapla bir skandal yaratmak istemiş ve bunda da başarılı olmuştu. Arendt’in biyografisi üzerinde çalışırken Ettinger, Arendt ve Heidegger arasındaki yazışmaları okuma izni almıştı; bırakılan vasiyetlerde belir­tilen hükümler gereği bu yazışmalar çok az kişiye gösteriliyor ve hiç kimsenin bu yazışmalardan alıntı yapmasına izin verilmiyordu. Mektupları okuyan Ettinger bu aşk ilişkisini kağıda dökmüş, Heidegger’in mektuplarını uzun uzadıya açıklamış ve Arendt’in yazdığı cevap mektuplarından doğrudan alıntılar yapmıştı.
Ettinger, Arendt ve Heidegger arasındaki ilişkiyi 1924 yılındaki ilk karşılaşmalarından, Arendt’in 1975 yılındaki ani ölümüne kadar uza­nan hayli patolojik bir ilişki olarak tasvir etmişti. Yapılan bu tasvirde Heidegger saf, kırılgan genç bir öğrenciyi yatağa atan, sonra onu işi­ne gelmediği için terkeden, onun  1933 yılında Almanya’ya gittiğinde yaşadığı çöküntüyü umursamayan ve sonra da Arendt’in Yahudi bir düşünür olarak sahip olduğu ünü, savaştan sonra Nazizmle tam bir uyum içerisinde olan düşüncelerini rehabilite etmek için kullanan acı­masız bir kemirgen olarak sunuluyordu. Arendt ise, “bir erkek olarak Heidegger’in” hakaretlerine ve aşkına karşılık vermeyişine katlanan ve Heidegger’in Hitler’i desteklemesine karşın “bir düşünür olarak Heidegger’e” arka çıkmak için köle gibi çalışan ve böylece de kendi yaşadığı aşağılanmaya katkıda bulunan bir kurban olarak takdim ediliyordu. Arendt’in bunları, bir baba figüründen şefkat görmeye psi­kolojik olarak muhtaç olmasından ötürü mü, bir Yahudi olarak kendi­sinden nefret etmesinden ötürü mü yoksa kendisini, dahi bellediği bir şarlatana sevdirmeye çalışmak gibi aptalca bir istekten ötürü mü yap­tığı konusunda Ettinger net bir karara varamamıştı. Ettinger bu yüz­den, Arendt-Heidegger arasındaki yazışmaları okuyarak edindiği yarım yamalak bilgilere dayanarak bu üç hipotezin de izini sürmüştü. Nereden bakılırsa bakılsın Ettinger’ın kitabı tam bir sorumsuzluk ör­neğiydi.
Ama skandal oluşturmayı başarmıştı ve kitabın basılmasını takip eden aylarda, Arendt karşıtları Arendt’in bir entelektüel olarak güven vadetmediğinin ispatı olarak bu kitabı kullanmışlardı. Arendt için tut­ku yüklü hagiografıler [lng., hagiography; azizlerin hayatlarının anlatıldığı kitap; yaşam öyküsü an­latılan kişiyi yere göğe sığdıramayan biyografiler,- bir nevi menâkıb. Çn. ]  yazan Arendt yanlıları tepkilerini dile getirmiş­ler ama seslerini çok fazla yükseltmemişlerdi.
En önemli nokta şuydu; Ettinger dışında mektupları bizzat gören insanların sayısı çok azdı. Bu yüzden Heidegger ve Arendt’in vasileri duruma el atmış ve meselenin kamu önünde açıklığa kavuşturulması için mektupların yayınlanması­nı kararlaştırmışlardı. Heidegger, Arendt’in ilk mektuplarının çoğunu imha ettiği ve Arendt da bunların kopyalarını genellikle saklamadığı için ortaya çıkanları yazışma eksiksiz olamayacak ve mektupların dört­te üçü Heidegger’in yazdıklarından ibaret olacaktı. Mektupların yine de yayınlanması kararlaştırılmıştı. Şu anda bu mektupları yardımcı açıkla­malar eşliğinde Almanca olarak okuyabilirsiniz. [ Hannah Arendt-Martin Heidegger, Briefe 1925 bis 1975 und andere Zeug nisse, ed. Ursula Ludz (Frankfurt and Main: Klostermann, 1998).] Mektupların yayın­lanması akıllıca bir işti zira böylece herşey yerli yerine oturmuştu. Mek­tupların bir araya getirildiği kitap, Arendt-Heidegger ilişkisini yeni ve entelektüel anlamda daha kaydadeğer bir bağlama oturtmuştu: Ortak arkadaşları varoluşçu Karl Jaspers’le geliştirdikleri felsefi dostluk. [Son on beş yılda hem Arendt-Jaspers arasında, hem de Heidegger-Jaspers arasında geçen yazışmaların bir araya getirildiği kitaplar yayınlandı. Arendt- Jaspers yazışmaları Almanca olarak 1985 yılında yayınlandı ve İngilizceye 1992 yılında çevrildi (Hannah Arendt-Karl Jaspers Correspondence, 1926- 1969 (Harcourt Brace). Heidegger-Jaspers yazışmalan ise 1990 yılında Al­manca olarak yayınlanmasına (Briefweschel, 1920-1963, Frankfurt and Main: Klostermann) karşın İngilizceye henüz çevrilmedi. ]
Martin Heidegger 1889 yılında, Baden-Württemberg’de küçük bir kasaba olan Messkrich’te dünyaya gelmişti. Gençlik yıllarında papaz olma yolunda ilerleyen Heidegger yirmi yaşına geldiğinde Mesih Topluluğu’na yazılmaya karar vermişti. Ama Heidegger’in çiçeği burnunda bir Cizvit olarak kariyeri, göğüs ağrısı şikâyetiyle eve gönderilmesine kadar geçen iki haftayla sınırlı kalmıştı. Ancak Heidegger’in dine duy­duğu ilgi azalmamıştı; bunu takip eden iki yıl boyunca Freiburg Üniver­sitesi İlahiyat Fakültesi’ne devam etmiş ve arada sırada, tutucu Katolik yayınlarda, içinde yaşadığı çağı sarmalayan kültürel çöküşe saldırdığı makaleler yayınlamıştı. 1911 yılında yaşadığı kalp rahatsızlığı artmış ve ilahiyat fakültesini bırakarak matematik bölümüne geçmişti, bu ara­da da kişisel okumalarında kendisini tamamen felsefeye vermişti.
Heidegger’in Kilisenin entelektüel geleneğinden tamamen kopması için aradan çok uzun bir zaman geçmesi gerekmişti. 1921 yılma gelin­diğinde, Heidegger öğrencisi Karl Lövvith’e halen kendisini “herşeyden önce bir Hıristiyan ilahiyatçı” olarak gördüğünü söylediği mektuplar yazıyordu. Heidegger, felsefi gelenekten metafiziksel parazitleri söküp atma programını tamamlamak için 1916 yılında Freiburg’a gelen ünlü fenomenolog Edmund Husserl’le birlikte çalışıyordu. Bilinçliliğe ilişkin yapılan felsefî araştırma için yeni bir araştırma metodu geliştirmek ve bunu “şeylerin kendisine” iade etmek isteyen Husserl, Katolik bir düşü­nür olduğunu düşündüğü Heidegger’e ilk başlarda mesafeli yaklaşmış­tı. Ama daha sonra Heidegger’le yaptığı uzun felsefî sohbetlerden keyif almaya başlamış ve Heidegger’in tam bu sırada askerî hizmet için gö­reve çağrılması Husserl’i bir hayli üzmüştü. Husserl, geri döndüğünde Heidegger’i kendi özel asistanı yapmış ve bu durum 1923 yılına kadar böyle devam etmişti. Bu yıllarda Husserl ve Heidegger arasındaki kişi­sel ilişki bir bakıma baba-oğul ilişkisi gibiydi; Husserl, bu genç öğrenci­yi kendi yerini almak üzere eğitiyordu.
Husserl’in Heidegger’i, kendi eşine "fenomenolojik çocuğu” olarak tanıttığı 1920 yılında Heidegger bir diğer önemli isimle daha tanıştırılmıştı: Karl Jaspers. Bu karşılaşma, hem Heidegger’in hem de Jaspers’in hayatında bir dönüm noktası olmuştu. Jaspers Heidegger’den altı yaş büyüktü ve Alman entelektüel çevrelerinde tanınmış biriydi. Jaspers hukuk ve tıp eğitimi görmüş ve daha sonra da psikoloji alanında eğit­menlik diploması alarak Freiburg’da ders vermeye başlamıştı. Ününü 1919 yılında yayınladığı Dünya Görüşlerinin Psikolojisi adlı kitaba borçluydu. Max Weber ve Wilhelm Dilthey’in teknik terimlerinin içine gömülmüş olan bu hayli tuhaf kitabı bugün okumak neredeyse imkân­sız ama bu kitapta varoluşçu temaların Kierkegaard ve Nietzsche’yi andmr biçimde başanyla ele alındığını da belirtmek gerekir.
Aynen Heidegger gibi Jaspers de, içinde yaşadığı dönemde üniver­sitelerde bulunan felsefecilere pek de gizleyemediği bir küçümsemeyle yaklaşıyordu ama bu kitap dolayısıyla Jaspers’e bir felsefe kürsüsü ve­rilmişti. Heidegger ve Jaspers kısa süre içerisinde, Jaspers’in kitabında “sınır durum” dediği şeye ortak bir ilgi duyduklarını keşfetmişlerdi; “sı­nır durumlar" Existenz'imizi [varoluş; geçim. ] sarıp sarmalayan “aldırışsızlık bulutlarının" buharlaştığı ve bizim hayata ve özellikle de ölüme ilişkin temel so­rularla yüzyüze kaldığımız durumlardı. Jaspers kitabında bu durumların bizde kaygı ve suçluluk hisleri uyandırdığını ama öte yandan da bu du­rumlarla özgür ve sağlam bir biçimde yüzleştiğimiz zaman bunların bi­zim için hakikî bir hayat sürdürme olasılıklarını araladığını söylüyor ve bu süreçleri ayrıntılarıyla tarif ediyordu. Skolastik felsefe ve fenomenoloji gibi farklı entelektüel geleneklerden yetişmesine karşın Heidegger de bu konularla sarıp sarmalanmış durumdaydı ve bunlar, 1927 yılın­da yayınlanan başyapıtı Varlık ve Zaman'ın da merkezî temalarını oluş­turmuştu.
Takip eden birkaç yıl içerisinde Jaspers ve Heidegger, birbirlerine yazdıkları ilk mektuplarda da açıkça görülebileceği üzere derin bir felse­fi dostluk kurmuşlardı. Bu dostluk Jaspers’in Heidegger’i 1922 yılında kendisiyle bir hafta kalması için Heidelberg’e (Jaspers’in felsefe dersle­ri verdiği yer) davet etmesiyle iyiden iyiye pekişmişti. Bu her ikisi için de unutulmaz bir deneyim olmuştu ve bundan sonra kendilerine Kampfgemeinschaft (kol kola girmiş yoldaşlar) demeye başlamışlardı. Ancak Heidegger’in bu ilişkide "daha üstün düşünür" statüsüne sahip olduğu ve Heidegger’den daha tanınmış ve daha büyük olmasına kar­şın Jaspers’in bunu kabul etmesi gerektiği de en başından beri bütün çıplaklığıyla ortadaydı.
Heidegger, Jaspers’le ilk tanıştığında, Dünya Görüşlerinin Psikolo­jisi" ne ilişkin uzun bir eleştiri yazısının taslağını hazırlamakla meşgul­dü ve bunu lütufkar bir tavırla yeni arkadaşına sunmuştu. Dıştan ba­kıldığında, Jaspers, arkadaşının eleştirilerine zemin teşkil eden duruşu kavrayamadığını itiraf etmesine karşın Heidegger’in ilgi ve önerilerin­den çok memnun gözüküyordu. Halbuki Jaspers, içten içe tamamen alt edildiğini hissediyordu. Zira bu “eleştiri yazısı" Jaspers’in hiç de ha­zırlıklı olmadığı ve kendisinde bu yönde güçlü bir eğilim de hissetme­diği yeni bir düşünme biçiminin manifestosu niteliğindeydi. Heideg­ger, Jaspers’in keskin psikolojik zekâsına duyduğu saygıyı dile getir­dikten sonra, psikolojik varoluşa getirdiği “estetik” yaklaşıma şiddetle karşı çıkmıştı. Jaspers’in bu yaklaşımı, psikolojik varoluşu, içinde ya­şadığımız bir şey olmaktan ziyade dışarıdan gözlemleyebileceğimiz bir obje gibi ele alıyordu. Felsefe, insan varoluşunda “ezelî” olan şeye ulaşmak için, diye yazmıştı Heidegger, bilinçliliğin zaman içerisinde var olduğunu, yani “tarihsel” olduğunu kabul ederek işe başlamalıdır. Heidegger insan varoluşunun, objelerin “varlığından” farklı olan bir “varlık” türü olduğunu iddia ediyordu: “Ben varım” demek, “o var” [Bu karşılaştırma Türkçe’ye çevrilirken ortadan kalkan bir ayırıma yaslanı­yor. Burada, insanın kendi varlığını onaylamak için kullandığı “I am" (ben varım) ifadesi ile bir objenin varlığını onaylamak için kullanılan “it is" (o var) ifadesi arasında bir karşıtlık kuruluyor. Çn. ] demekten tamamen farklı olan bir şeyi onaylamaktır. Çünkü ben, ha­kikî bir hayat sürmek için ele geçirip, kendim için sahip olmam gere­ken varoluşuma “kaygılı bir ilgi” duyduğum bir tarihsel öz-temsil sü­reci aracılığıyla “varım". İlk defa Jaspers’in kitabı için yazılan eleştiri yazısında dile getirilen bütün konseptler -"ezelîlik", “varlık", “tarihsel­lik”, “kaygılı ilgi”- kısa süre içerisinde Varlık ve Zaman'dakı yerlerini almışlardı.
Jaspers ve Heidegger arasındaki dostluk, Heidegger’in ezici eleştiri yazısından sonra da varlığını korumuş ve hatta bunu takip eden birkaç yılda daha da derinleşmişti. Ancak Jaspers, Heidegger’in, kişisel bir not defterinde belirttiği gibi sadece ve sadece Heidegger’in, gerçekten kav­rayabildiği ve kendisinin “vakıf olamadığı şeyin" varlığı hissinin pençe­sinden kurtulamıyordu. Bu noktadan sonra Heidegger, Jaspers’in kendi felsefi ciddiyetini yargıladığı bir standart teşkil etmiş ve felsefenin ha­yatın idamesi için sunduğu avantaj ve dezavantajlara ilişkin mutsuz düşünceleri harekete geçiren bir uyan kaynağı haline gelmişti. Bunun böyle olduğunu çok iyi biliyoruz çünkü, Jaspers’in 1928’den en azın­dan 1964 yılına kadar Heidegger’e ilişkin düşüncelerini bir araya getir­diği, ölümünden sonra çalışma masasında bulunan üç yüz sayfalık not defteri bir kitap halinde yayınlandı. [Notizen zu Martin Heidegger, ed. Hans Saner, (Münih: Piper, ikinci baskı, 1989).] Bu notlar hayranlık (“hiç kimse­nin anlamadığı şeyin farkına varabiliyor"), kızgınlık (“iletişimsiz, dün­yasız, tanrısız") ve bağlılık (“yaşayan diğer felsefecilerin hiçbiri ilgimi çekemez”) arasında gidip gelen bir ruh halini yansıtıyordu. Jaspers, not defterinin bir yerinde gördüğü bir düşten bahsediyordu; Heidegger kar­şıtı bilileriyle girişilen gergin bir tartışmadan sonra Heidegger ona yak­laşıyor ve ilk kez ona du (sen) diye hitap ediyordu, daha sonra da iki­si başbaşa oradan aynlıyorlardı.
Heidegger, ilk bağımsız akademik konumuna ulaşmak için 1923 yı­lında Marburg’a taşınmış ve burada Avrupa’nın dört bir yanından öğ­rencisi olmak için gelen sadık bir kitleyi kucaklamıştı. Bu öğrencilerden biri de Hannah Arendt’ti. Arendt yıllar sonra The New York Review of Books'ta yayınlanan “Martin Heidegger Seksen Yaşında” başlıklı anma yazısında kendi kuşağının Heidegger karşısında kapıldığı heyecanı şu sözcüklerle dile getirmişti:
Ortada bir isimden başka bir şey yoktu ama bu isim, gizli bir krala ilişkin bir söylenti gibi bütün Almanya’ya yayılmıştı... Heidegger hakkındaki söylentiler çok net ve açıktı: Düşünce yeniden hayata döndü; geçmişin ölmüş olduğuna inanılan kültürel hâzineleri tekrar dile getiriliyor ve bu öyle yapılıyor ki, bu kültürel hâzinelerin dile getirdiği varsayılan tanıdık, köhne zırvalıklardan tamamen farklı şeyleri dile getirdikleri ortaya çıkıyor. Bir öğretmen varmış; insana nasıl düşünüleceğini öğretebilen bir öğretmen. [ "Martin Heidegger At Eighty”, The New York Times Review of Books, 21 Kasım 1971.]
Hannah Arendt 1906 yılında, Doğu Prusya, Königsberg’de dünya­ya gelmişti. Arendt Marburg’a gittiğinde daha on sekiz yaşındaydı ve Alman gençliğinin 1. Dünya Savaşı felaketinden sonra büyük bir ilgiy­le okumaya başladığı Kierkegaard’ın yanısıra biraz da Kant okumuşlu­ğu vardı. Kierkegaard’ı bu kadar cazip kılan şey, 2. Wilhelm dönemini sarmalayan burjuva memnuniyet hissinin ve o zamanlar Almanya’da etkin olan felsefi okulların yavan spekülasyonlarının aksine kıvılcım­lar saçan bir tutkuya sahip olmasıydı. Aynen Jaspers gibi Arendt de, Heidegger’de işte bu tutkuyu görmüştü. Arendt bunu 1969 yılına gel­diğinde hâlâ anımsayabiliyordu:
Başlı başına bir eylem olarak düşünmenin, yani bilgiye susamışlık ya da algılama isteği tarafından yönlendirilmeyen düşünme eylemi­nin, diğer yetilere hükmetmek ve bunları baskı altında tutmak yeri­ne, bu yetileri düzene koyabilecek ve bunlar aracılığıyla varlığını sürdürebilecek bir tutku olabileceğini düşündürten bir deneyim ya­şanıyordu. Akla karşı tutku, ruha karşı hayat zıtlıkları çerçevesinde düşünmeye öylesine alışmış durumdayız ki, düşünme ve canlılığın tek bir parça haline geldiği tutkulu düşünce fikrine tereddütle yaklaşmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz.
Daha sonra da hayli Platonik bir vurguyla şöyle devam etmişti:
Düşünme tutkusu da diğer tutkular gibi insanı -irade altında bir araya getirildiğinde kişilik dediğimiz şeyi ortaya çıkaran bireysel özellikleri- hâkimiyeti altına alır ve bu ağır saldırı karşısında tutunamayan “kişiliği" ortadan kaldırdığı için, kişiyi tamamen ele ge­çirir.
Arendt Marburg’a ilk gidişinde Heidegger’in verdiği dersleri incele­diğinizde, Heidegger’in yarattığı tutkulu düşünme hissini rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. [1924-1925 yıllan kış sömestrinde verilen derslerin bir araya getirildiği 1992 tarihli Almanca baskı, kısa süre önce İngilizceye çevrildi; Plato's Sophist, çev., Richard Rojcevvicz-Andre Schuvver (Indian University Press, 1997).]  Bu derslerin amacı Platon’un felsefe ve sözde- felsefeye ilişkin diyalogu Sofiste yeni bir yorum getirmekti. Ancak Heidegger’in elinde yorum sanatı, diyalogda gördüğü en derinlikli sorunları tekrar ele almak ve bunlarla doğrudan yüzleşmek için kullandığı bir araca dönüşmüştü. Heidegger, Sofistte iki çok önemli sorun görmüş­tü. İlki ontolojikti: Varlık sorunu. Heidegger’in “varlık” terimi ile kastet­tiği şey belli tür olgu ya da varlıkların var olduğu gerçeği değil, bunların “varlığı’dır. Sofist diyalogu, kendimize: “Neden hiçlik değil de varlık di­ye bir şey var?" diye sormamıza neden olur. Sofist teki ikinci sorun da doğru hakikat tanımının nasıl yapıldığına ilişkindi. Heidegger, bunu, Platon’dan bu yana felsefecilerin düşündüğünün aksine, kavram ve ob­je arasındaki uygunluktan ziyade, olguların ne olduğunu "açımlama" ya da "gözler önüne serme” süreci olarak yorumlamıştı. Heidegger’in Sofist diyaloguna ilişkin yaptığı bu yorum, bu sorunlara getirilen yetkin bir açıklama niteliğindeydi ve fenomenoloji kaynaklı yeni bir yaklaşımın bu sorunlara yetkin cevapları nasıl sunabileceğini gözler önüne seriyordu. Heidegger’in takındığı bu gözü pek tavır, Arendt ve sınıf arkadaşlarının, Platon ve Aristoteles’in aniden ışıltılı bir canlılık kazandığını hissetmesi­ne yol açmış ve gizliden gizliye de Heidegger’in, Platon ve Aristoteles’in tek meşru varisi konumuna ulaşmasını sağlamıştı.
Heidegger ve Arendt’in birbirlerine duydukları tutkunun tohumları bu sömestrde atılmıştı ve yayınlanan mektuplardan ilki olan Şubat 1925 tarihli mektupta, bu ilişkinin artık ilerleme kaydettiği açıkça gö­rülüyordu:
10.11.25
Sevgili Arendt,
Sana bu gece cevap yazıp, doğrudan kalbine seslenmek istiyorum. Aramızdaki herşey basit, açık ve saf olmalı. Yüz yüze görüşmemiz ancak o zaman anlamlı olabilir. Senin benim öğrencim olman ve
Benim de senin öğretmenin olmam aramızda gelişen şey için sade­ce bir vasıta sağladı.
Sana asla sahip olamayacağım ama şu andan itibaren sen benim hayatıma ait olacaksın ve hayatım da senin aracılığınla daha iyi bir noktaya gelecek...
Henüz çok gençsin ve ileride nasıl bir yönelime sahip olacağın belli değil. Bu yönelime boyun eğeceğiz. Ve benim sadakatim, sadece kendine karşı dürüst olmanda sana yardımcı olacak...
Bize sunulan bu arkadaşlık lütfu bir yükümlülük haline geliyor, bu yükümlülüğü yerine getirerek gelişeceğiz. Bu yükümlülük bana, yü­rüyüşümüz esnasında kendimi bir anlığına da olsa kaybettiğim için senden özür dileme izni veriyor.
Yine de sana teşekkür etmeliyim ve tertemiz alnına konduracağım bir öpücükle, gerçek özünün bütünlüğünü çalışmalarına dahil et­meliyim.
Mutlu kal, iyi insan!
Sevgiler,
M.H.
Bir ay içerisinde bu ilişkide bir diğer eşik daha atlanmıştı:
27.11.25
Sevgili Hannah,
Şeytanî güç beni sarıp sarmaladı. Sevgi dolu ellerinin sakin bir bi­çimde dua eder gibi üzerime kapanması ve parıldayan alnın, beni bu güçten, kadınsı bir dönüşüm aracılığıyla korudu.
Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştım.
Eve dönerken patlayan fırtınada her zamankinden daha güzel ve daha kusursuzdun. Seninle böyle geceler boyu yürümek isterdim.
Sana ne kadar müteşekkir olduğumun bir simgesi olarak bu küçük ki­tabı kabul etmeni istiyorum. Bu ayrıca bu sömestrin de simgesi olacak.
Lütfen Hannah, bana birkaç kelime bir şeyler yaz. Senin böyle git­mene izin veremem. Çıkacağın yolculuk için acele ediyor olabilirsin
ama senden “güzel” bir şeyler yazmanı istemiyorum, sadece birkaç kelime yeterli olur.
Ne yazarsan yaz ama bir şeyler yaz.
Sevgiler,
M.
Bu tip tutkulu yazışmalar aylarca sürmüştü. Heidegger’in, Arendt’e yazdığı mektuplar romantik sıradanlıklar -çiçek bahçeleri, büyük hayal kırıklıkları, suçluluk itirafları, kendinden ödün vermeler vs.-, felsefi akıl yürütmeler ve profesyonel tavsiyelerin bir karışımıydı. Arendt’in yazdı­ğı ilk mektuplar elimizde yok ama Heidegger’e o Nisan ayında gönder­diği, “Gölgeler” başlığını taşıyan melankoli yüklü, otobiyografik bir kı­sa metnin kopyasına sahibiz. Bu metinde kısacık hayatında tatminsiz­lik yüklü birçok durumdan ötürü fazlasıyla ıstırap çekmiş, hayatın an­lamına ilişkin keskin bir kaygıyla ilerleyen genç bir kadından bahsedi­liyordu. Bu genç kadın artık sadece tek bir insana “sarsılmaz bir biçim­de bağlanabileceği” bir safhaya ulaşmıştı, bu onun için hem hoş hem de acı veren bir bağlanmaydı zira “herşeyin bir gün sona ereceğini” bi­liyordu. Heidegger, bu eri de couer’e [Fr., “kalbin feryadı.” Çn.] olgun bir aşık gibi karşılık vermiş ve Arendt’i “bu andan sonra sen benim eserlerime sarmalanmış bir şe­kilde yaşayacaksın”, diye teselli ettikten sonra, şöyle bir hatırlatmada bulunmuştu: “Sadece güneşin olduğu yerde ‘gölgeler’ olabilir”.
Bu ilişkide, Ettinger’in bizden inanmamızı istediği gibi, Heidegger kemirgen, Arendt de kurban mıydı? Zekice sarfedilen bu yumuşak, sev­gi dolu felsefi sözler, Heidegger’in cinsel arzuları için kullandığı bir pa­ravan mıydı sadece? Tam aksine, bu mektupları okuyan her olgun in­san, öngörülebilir bir sona doğru ilerleyen bu tanıdık dramda bu mek­tuplarla ifade edilen duyguların ne kadar sahici olduğunu hemen anla­yacaktır. Evli, yaşlı profesör ve onun genç öğrencisi birbirlerine aşkın doğası ve beraber yapacakları çalışmalar üzerine mektuplar yazıyorlar­dı. Birbirlerine şiirler ve resimler gönderiyorlar ve baş başa kaldıklarında müzik dinliyorlardı, hatta The Magic Mountain’ı da beraber okumaya karar vermişler ve Madam Chauchat ve Hans Castrop’un lanetli aşkları üzerine uzun uzadıya düşünmüşlerdi. Heidegger kendi aşkının doğa­sı ve bu aşkın Arendt’e olan aşkıyla nasıl içiçe geçtiğini şu dokunaklı sözlerle ifade ediyordu:
Todtnauberg, 21.111. 25
Sevgili Hannah,
Burada inanılmaz bir kış yaşıyoruz, ben de çok keyifli yürüyüşler yapıp, her seferinde daha da canlandığımı hissediyorum...
Umarım sen de benim kadar iyi vakit geçiriyorsundur. Dağların yal­nızlığı, dağ civarında yaşayan insanların sakin hayatı, güneşin, fır­tınanın ve gökyüzünün birbirine bu kadar yakın oluşu, geniş ve karla kaplı bir yamaçtaki terkedilmiş bir patikanın basitliği - bütün bunlar insanın ruhunu dağınık ve mutsuz varoluştan uzakta tutu­yor...
Kulübenin dışında fırtına uğuldarken "bizim fırtınamızı” anımsıyo­rum ya da Lahn Nehri boyunca sessiz bir yürüyüşe çıkıyorum ya da şapkası, büyük, sakin gözlerinin üzerine düşmüş bir halde, üzerin­deki yağmurluğuyla ofisimden içeri adım atan, bütün sorduklarına utangaç ve şaşkın bir halde kısa cevaplar veren o küçük kızı düşlü­yorum -sonra da bu görüntüyü sömestrin son gününe taşıyorum- ve daha sonra da hayatın tarih olduğuna ilişkin hiçbir şüphem kal­mıyor.
Seni sımsıkı kucaklıyorum, canım.
Sevgiler,
Martin.
Arendt, yasak aşklarının getirdiği sınırlamalara isyan ediyor ve Heidegger’e kendisiyle ilgilenmediğinden dolayı sitem ediyor; Heidegger kendini suçlu hissediyor ama Arendt’ten, en sonunda Varlık ve Zaman'ı ortaya çıkaracak projeyle ilgili çalışmaları için yalnızlığa ihtiyaç duyduğunu anlamasını istiyordu. 1926 yılının başlarında Arendt, Marburg’dan aynlıp çalışmalarını tamamlamak için Heidelberg’e taşınma kararını Heidegger’e açıklamış ve Heidegger de bu kararını onaylamış­tı; çalışmalarını tamamlayacağı kişi elbette Karl Jaspers’ti. Ancak ara­dan altı ay geçtikten sonra Arendt’in şevki kırılmış ve tekrar Heideg­ger’e mektup yazmıştı, Heidegger de yazdığı cevapta tekrar görüşme önerisinde bulunmuştu. Bunu takip eden iki yıl boyunca Heidegger’in yolculuğa çıktığı zamanlarda çeşitli otellerde ya da küçük kasabalarda gizli gizli buluşmaya, yazışmaya, birbirlerine şiir ve resimler gönderme­ye devam etmişlerdi. Heidegger bu süreçte Arendt’e okuması için birçok yazar, özellikle de Knut Hamsun’ı tavsiye etmişti.
1927 yılında Heidegger Varlık ve Zaman'ı yayınladığında büyük öv­güler almış ve ertesi yıl Freiburg’da Husserl’den boşalan felsefe kürsüsü­nü devralmaya davet edilmişti. Bu noktada Arendt, nihaî aydıklarının işaretini veren bir karar aldı. Yazdığı mektupta: “Seni ilk günkü kadar se­viyorum, biliyorsun", dedikten sonra, bu kararı, aşklarını içinde bulundukları koşullardan korumak için aldığı konusunda Heidegger’i temin et­mişti. Evet, Arendt bir yıl içerisinde Husserl’in eski öğrencisi Günther Stern’le evlenecek ve Frankfurt’a yerleşecekti. Heidegger’in buna nasıl tepki verdiğini bilmiyoruz. Ancak Arendt’in Heidegger’e 1930 yılında yazdığı bir mektup, Arendt ve Stern’in nihayetinde Heidegger’i ziyarete gittiklerini ve bu karşılaşmanın acı yüklü bir duygu selini yeniden hare­kete geçirdiğini söylüyordu. “Seni görünce, hayatımın en açık ve en önemli sürekliliğini ve evet, aşkımızın sürekliliğini yeniden anımsadım." Ancak Heidegger Stern’le birlikte trene binip istasyondan ayrılırken -iki­sinin neden beraber gittiğini bilmiyoruz- peronda tek başına duran Arendt’i farketmemiş ve bu durum da Arendt’i fazlasıyla üzmüştü. “Her zaman olduğu gibi”, diye yazmıştı Arendt, “bana düşen tek şey, sabır göstermek ve beklemek, beklemek, beklemek..." Heidegger’le bir daha buluşmak için 20 yıl kadar beklemesi gerekecekti.
Takip eden birkaç yılda Jaspers, Arendt ve Heidegger’in hayatları birbirinden bağımsız olarak iyi yönde ilerlemeye devam etmişti. 1929 yılında Arendt, Jaspers’in gözetiminde Love and Saint Augustine baş­lıklı bir doktora tezi yayınlamıştı, Heidegger’in bu çalışmadaki etkisi çok rahat görülebiliyordu. Arendt daha sonra da Rahel Vamhagen’ın biyografisi üzerine çalışmaya başlamış ama bu kitap 1950’li yıllara ka­dar gün yüzüne çıkmamıştı.[ Love and Saint Augustine (University of Chicago Press, 1996); Rahel Varnhagen: The Life of a Jewess (John Hopkins University Press, 1997).]  Karl Jaspers, Heidegger’in kendisi için yazdığı eleştiri yazısından sonra felsefi hırsı gittikçe azalmasına rağmen psikolojiden dine ve Nietzsche’ye kadar herşey üzerine yazmaya ve ya­yınlamaya devam etmişti. Heidegger ise Weimar döneminin son yıllarında entelektüel güç ve nüfuzunun en üst noktasına ulaşmıştı. 1929 yılında neo-Kantçı, saygın felsefeci Ernst Cassirer’le tartışması için Davos’a davet edilmiş ve herkesin gözü önünde Cassirer’i ezip geçmişti. Bu olayın ardından Almanya’nın en önde gelen felsefecisi olma unva­nı fiilen Heidegger’e geçmişti. 1930 yılında Alman hükümeti Alman­ya’daki en prestijli felsefe kürsüsü için Heidegger’e teklif götürdüğünde bu unvan resmî olarak da onaylanmış oldu ama Heidegger bu teklifi ge­ri çevirdi. Heidegger, Varlık ve Zaman'm ikinci cildini yazma planından vazgeçmesine rağmen, bu ikinci ciltten parçalar yayınlamıştı, bunlar­dan ilki 1929 yılında yayınlanan ve bugün de hâlâ önemini koruyan Kant ve Metafiziğin Sorunlari ydı. Heidegger, yaptığı konuşmalarda da “varlık sorusu’’nun daha da derinliklerine inmeye devam ediyordu.
Jaspers ve Heidegger’in bu yıllarda birbirlerine yazdıkları mektuplar gerçek bir dostluğu yansıtıyordu ancak artık her ikisi de meşgul birer profesör olduğu için bu dostluk eskisinden biraz daha düşük bir yoğun­luğa sahipti. Kısa Felsefî Otobiyografi'sinde Jaspers, duygularını hay­ranlık ve yakınma arasında gidip gelen bir tarzda tarif etmişti:
Heidegger'de, ancak geçmişte bulunabilecek ve felsefe yapma me­selesinde temel bir öneme sahip olan bir şey görmüştüm... Onun derûnîliğini görmüş ama öte yandan da onda net olarak ortaya koya­madığım, kavranması güç bir şey bulmuştum... Bazen sanki içine bir şeytan girdiği hissine kapılıyordum... Aradan geçen onlarca yılda şefkat ve yabancılaşma, yetilerine duyduğum hayranlık ve akıl al­maz ahmaklığına duyduğum kızgınlık, bir felsefe yapma kaynağını paylaşma ve bana tamamen yabancı olan bir tavır karşısında şaşırıp kalma hissi arasında belirgin bir gerilimi ortaya çıkarmıştı.[Philosophische Autobiographie (Münih: Piper, ikinci baskı, 1984), sf. 95, 97-98. Jaspers bu kısa kitabı 1953 yılında yayınlamış ama Heidegger’le ilgili kısımları ilk baskıdan çıkarmıştı. Buradaki altınların yapıldığı bu kısımlar ikinci baskıya dâhil edilmişti.]
Jaspers şüphelerine karşın hâlâ Heidegger’in kişiliğine ve çalışmalarına güveniyordu zira Heidegger’i ününün gücünü kullanmaya ve üni­versite reformunda daha aktif bir rol oynamaya teşvik eden kişi yine Jaspers olmuştu. Jaspers, 1931 yılında Heidegger’e yazdığı mektupta şöyle demişti: "Öyle görünüyor ki, Alman üniversitelerindeki felsefenin kaderi senin ellerinde". Heidegger’in de aynı görüşte olduğu çok açıktı.
Bilindiği gibi, Heidegger Nisan 1933’te Freiburg Üniversitesi’nde rektör olarak göreve başlamış ve Mayıs ayında da Nazi Partisi’ne katıl­mıştı. 1934 yılı Nisan ayına kadar da görevde kalmıştı. Heidegger’in bu sürece ilişkin yaptığı çarpıtılmış izahat yıllarca geniş kabul gördü: Birçok insan Heidegger’in bu görevi gönülsüzce kabul ettiğine, akademisyen­lere verilen zararı önlemeye çalıştığına, Yahudileri koruduğuna, görev­den ayrıldığında çok rahatladığına ve en önemlisi, Nazizm aracılığıyla ulusal canlanmanın gerçekleşeceği yanılsamasını hiç vakit kaybetme­den başından defettiğine ikna olmuştu. Ama son yirmi yılda, asıl gerçe­ğin ne olduğuna ilişkin belgelerle desteklenen ve genel kabul gören bir izahat oluşturulmasına yetecek kadar çok fazla şey açığa çıkarıldı. [ Bu konuya ilişkin çok sayıda çalışmadan bazılarını şöyle sıralayabilirim: Victor Farias, Heidegger and Nazism (Temple University Press, 1989); Hugo Ott, Martin Heidegger: A Poiiticai Life (Basic Books, 1993); Günther Neske ve Emil Kettering, ed., Martin Heidegger and National Socialism (Paragon House, 1990); Richard Wolin, ed., The Heidegger Contoversy: A Criticai Reader (MIT Press, 1993). Aynca bkz., Thomas Sheehan, “Heidegger and Nazis”, The New York Review of Books, 16 Haziran 1998 ve “A Normal Na­zi”, The New York Review of Books, 14 Ocak 1993.]
Artık Heidegger’in en azından 1931’in sonundan itibaren Nazilere açık destek verdiğini; rektör olmak için aktif kampanya yürüttüğünü; rektör olduktan sonra üniversitelerde “devrim” yapmak için var gücüyle çalış­tığını ve Almanya’nın çeşitli yerlerinde “Heil Hitler!” çığlığıyla sona eren propaganda konuşmaları yaptığını biliyoruz.
Heidegger’in kişisel yaşamında takındığı tavırlar da aynı derecede mi­de bulandırıcıydı. Eski hocası Edmund Husserl de dahil olmak üzere bü­tün Yahudi meslektaşlarıyla ilişkisini kesmişti (1940’lı yılların başında Varlık ve Zaman'da Husserl’e yaptığı atfi bile kaldırmış ve daha sonra bu atfı sessizce tekrar kitaba koymuştu.). Heidegger, ayrıca, sahip olduğu gücü politik ihbarlar yapmak için kullanmıştı. Nazi yetkililerine yazdığı gizli mektuplarla, daha sonraki yıllarda Nobel alan kimyacı Hermann Staudinger’i ve eski öğrencisi Eduard Baumgarten’ı ihbar etmişti. Ve görevin­den istifa ettikten sonra bile Hitler lehine yapılan imza kampanyalarına katılmış ve kendisine Berlin’de bir felsefe akademisi kurma izni verilmesi için rejim içerisinde lobi çalışmaları yürütmüştü. İstifasından iki yıl sonra 1936 yılında Karl Löwith, Heidegger’le Roma’da karşılaşmıştı; yakasında bir Nazi rozeti taşıyan Heidegger, eski öğrencisine Varlık ve Zaman'daki konseptlerin politik duruşuna nasıl esin kaynağı olduğunu açıklamıştı.
Hannah Arendt kendisini bunun ne kadar önemli bir değişim oldu­ğu konusunda uyarmasına karşın, Karl Jaspers Heidegger’in politik dö­nüşümüne tepki vermek konusunda çok ağır hareket etmiş, daha son­ra da bu davranışı yüzünden büyük üzüntü duymuştu. Hannah Arendt 1933 yılında kocasıyla beraber Paris’e kaçmış ve çeşitli Yahudi yardım derneklerinde çalışmıştı. Arendt, Paris’e kaçmadan önce Heidegger’e zehir zemberek bir mektup yazarak, “gözü dönmüş bir Yahudi-karşıtlığının" pençesine düştüğüne ve sınıflarından Yahudi öğrencileri çıkarttı­ğına dair ortalıkta dolaşan söylentileri sormuştu -bunlar tam anlamıyla doğru olmasa da adeta birer kehanet niteliğinde olan suçlamalardı. [Heidegger Yahudi öğrencileri sınıftan açıkça defetmiyordu ama 1934 yılın­dan itibaren Yahudi öğrencilerin tezlerine rehberlik yapmayı reddedip, bu öğrencileri bir Katolik okuluna yönlendirmeye başlamıştı.]
Heidegger bütün suçlamaları reddediyordu ama birkaç ay sonra rektör olarak göreve başlayacaktı.
Arendt bundan sonraki yedi yılını Fransa’da zor koşullar altında ge­çirmiş ve daha sonra oradan da kaçmak zorunda kalmıştı. Arendt’in yeni durağı ABD idi. Arendt 1941 yılında New York’a ulaştığında sa­vaş bütün Avrupa’yı sarmıştı ve Arendt hem Heidegger, hem de Jaspers’le temasını tamamen yitirmişti. Jaspers ise bir süre daha Heidegger’le temas halinde kaldı. Nazilerin iktidarı ele geçirmesinden kısa bir süre sonra Mart 1933’te Heidegger, Heidelberg’e gidip Jaspers’i ziyaret etmişti. Ziyaret gayet cana yakın bir hava içerisinde geçmiş ve Jaspers’le Heidegger kilise şarkıları eşliğinde felsefe konuşmuşlardı. Sıra politikaya geldiğinde ise Heidegger sadece: “insan politikanın dışında kalmamalı” demekle yetinmişti.
Mayıs ayında Heidegger tekrar Heidelberg’e gitmiş ve Freiburg’un rektörü olarak öğrencilere Nazilerin üniversiteye ilişkin planlarını des­tekler nitelikte ateşli bir nutuk çekmişti. Jaspers nutku en ön sırada kaşlarını çatarak dinlemişti. Jaspers’in evine gittiklerinde, Jaspers arkadaşı­nın Yahudi meselesinde Nazilerle kesinlikle görüş birliği içerisinde ola­mayacağını üzerine basa basa söyleyerek Heidegger’i bu bataktan kur­tarmaya çalışmıştı. Heidegger: “Ama Yahudilerin oluşturduğu tehlikeli bir uluslararası şebeke var." Jaspers: “Adolf Hitler gibi eğitimsiz, yon­tulmamış bir adam Almanya’yı nasıl yönetebilir ki?” Heidegger: “Kül­türün önemi yok. Şu büyüleyici ellere bir bak.” Heidegger Jaspers’in evinden erkenden ayrıldı, bu onların son görüşmesi olacaktı.
Jaspers donup kalmıştı. Heidegger’in daha önce söylediği hiçbir şey Jaspers’e bu hızlı politik dönüşümün işaretini vermemişti. Felsefî Otobi­yografisinde Jaspers arkadaşının “yoldan çıkmasına” engel olamadığı için kendisini suçluyordu. Takip eden üç yıl boyunca Jaspers Heidegger’e arada sırada yazmaya devam etmişti. Jaspers’i son kez ziyaret edi­şinden kısa bir süre sonra Heidegger, teknik, felsefi terminolojisini Nazi­lerin üniversitelerde kurduğu hakimiyetin hizmetine sunduğu o kötü şöhretli Rektoratsrede'ini (Rektörlük Konuşması) yapmıştı. Yayınlanan bu konuşma, zor anlaşılmasına karşın son derecede popüler olmuştu. Bu konuşma metnini okuyan Karl Lövvith, Heidegger’in Sokrates üzerine çalışmayı bırakıp, zırhlı birliklerle yürümeye başladığını söylemişti. Ama Jaspers, bu metinde de iyi yanlar bulmaya çalışmış ve Heidegger’e şunları yazmıştı: “Felsefene duyduğum, bu yılın başlarında yaptığımız ko­nuşmalardan sonra daha da güçlenen güven, zamanın ruhunu yansıtan bu konuşma tarafından yok edilmiş değil.” Aralarında soğuk rüzgârlar esen iki arkadaş 1937 yılına kadar kitap ve not alışverişi yapmaya de­vam etmişlerdi; 1937 yılında görevine son verilen ve ülke dışına çıkma­sı yasaklanan Jaspers, Yahudi bir kadınla evli olan bir Nazi-karşıtı ola­rak berbat koşullarda yaşam mücadelesi vermeye başlamıştı. Sürekli korku içinde yaşayan Jaspers ve eşi, yanlarında her zaman köşeye sıkıştıklarında kullanmak üzere zehir kapsülleri taşıyorlardı.
Heidegger’in, Freiburg’daki rektörlük görevi hemen hemen bir yıl sürmüştü. Ama Nazizm lehine aldığı sadık karar, Jaspers ve Arendt’i hayatlarının geri kalanı boyunca meşgul eden derinlikli soruları su yü­züne çıkarmıştı. Jaspers Heidegger’in dostuydu, Arendt de zamanında ona aşık olmuştu ve her ikisi de, gerçek felsefe yapma yöntemini tek başına canlandıran düşünür olarak gördükleri Heidegger’e büyük bir hayranlık duyuyorlardı. Şimdi kendilerine şunu sormak durumunday­dılar; acaba bu politik karar sadece bir kişilik zayıflığını mı yansıtıyor­du yoksa Arendt’in daha sonra “tutkulu düşünme” diye adlandırdığı şeyden mi kaynaklanıyordu? Eğer ikinci olasılık doğruysa bu, onların Heidegger’e duydukları entelektüel/erotik bağlılığın da lekelenmiş oldu­ğu anlamına mı geliyordu?
Arendt ve Jaspers sadece Heidegger hakkın­da mı yoksa Heidegger felsefesinin kendisi ve bu felsefenin politik ger­çeklikle olan ilişkisi hakkında mı yanılmışlardı?
Heidegger’in bu soruları kendisine sorup sormadığına dair bir şeyler söylemek pek kolay değil. Rektörlük deneyimi dışında Heidegger, yük­sek mevkilere çıkmak gibi bir eğilime sahip değildi ve başyapıtı Varlık ve Zaman da dahil olmak üzere yazılarının açıkça politik olduğu söylene­mezdi. Ancak savaştan sonra, Jaspers ve Arendt de dahil olmak üzere birçok okuyucu, Heidegger’in Varlık ve Zaman'da temel varoluşsal ko­nulara getirdiği yaklaşımın politik meseleleri yeni, politika-üstü bir perspektiften bakarak anlamanın ve hatta bu meselelere ilişkin eylem­de bulunmanın bir yoluna işaret ettiğini görmeye başlamıştı. Heidegger işte bu perspektiften bakarak Nazizmde yeni ve daha iyi bir dünyanın doğuşunun işaretlerini görmüştü.
"Dünya” terimi, Heidegger’in Varlık ve Zaman'da geliştirmeye baş­ladığı felsefi terminolojide merkezî bir yere sahipti. Heidegger, Varlık ve Zaman'da insanları, tarihsel yazgı tarafından bağdaşık bir eylemlilik, dil ve düşünce alanına, yani bir “dünyaya” fırlatılmış olarak tanımlıyor­du. Bu dünya doğanın değil, yazgının bir ürünüdür; bu dünya, Varlığın (Sein) kendisini açımladığı ve insanların (Dasein) ikamet ettiği bir yer (da) bulduğu gizemli bir “olaydan” ortaya çıkmıştır. Varlık, ancak in­san deneyiminin ötesine yükselmek suretiyle ulaşılabilen aşkın bir alan değildir; Heidegger’e göre, Varlık her neyse, sadece insan “dünyaları” bağlamında su yüzüne çıkan bir şeydir. Heidegger için her bir uygarlık ya da kültür bir “dünya”dır. Bu yüzden Batı “dünyası” diye bir şeyin yanısıra marangozun ya da çiftçinin “dünyası” diye bir şey de vardır.
Ancak insanlar dünyalarında zaman ufku içerisinde ikamet ederler; geçmişten gelenekleri devralırlar, kendilerini geleceğe yöneltirler ve ölürler. Heidegger bu yüzden şöyle bir çıkarsama yapar: Eğer Varlık kendisini sadece geçicilik tarafından biçimlendirilen insan dünyalarında ifşa ediyorsa, bu durumda Varlık zamana da bağlı olmalıdır. Bu da Var­lığın, geçicilikten, şeylerin zaman içerisinde açılmasından başka bir şey olmadığı anlamına gelmektedir.
Heidegger, Varlık ve Zaman'da bu sonuca, geçici insanlık haline ve insanların bundan nasıl da kaçmaya çalıştıklarına dair zekice ve güçlü bir analiz yaparak ulaşıyor. Heidegger’e göre, insan kendisini dünyası içinde kaybetme ve kendi faniliğini ve bunun uzantısı olarak da kendi dünyasının faniliğini “unutma” eğilimi gösterir; kalabalığa (“onlar”) karışır, anlamsız, boş gevezelikler yaparak ortalama gündelik yaşantı­nın kendisini sanp sarmalamasına izin verir -bütün bunları varoluşuna ve yükümlülüğüne ilişkin temel sorulardan kaçınmak için yapar. Biz hakikî olmayan yaratıklarız: “Herkes ötekidir ve hiç kimse kendisi de­ğildir”. Hakikiliğe ulaşmak kolay değildir. Heidegger bunun yeni bir “yönelimi”, faniliğimizle yüzleşmemizi, ölüme karşı hakikî bir tavır ta­kınmamızı gerektirdiğini iddia eder. Bu, vicdanın çağrısına kulak ver­memiz, Varlığın tezahürüne “ilgi” göstermemiz gerektiği anlamına ge­lir. Ve hepsinden önemlisi bu, “insanın kendisinin, ‘onlar’ içerisinde kaybolmaktan çekip çıkarılmasına izin vermesinin" işareti olan yeni bir “azmi” gerekli kılar.
Heidegger’in hakikilik ve azim söylemi birçok farklı biçimde yorum­lanmıştır. Kabul gören yorum, Varlık ve Zaman'ın esasen bir ontoloji çalışması, varoluşun tabiatına ilişkin bir soruşturma ve bunun da öte­sinde, olduğumuz şey olmamız için bize yapılan bir çağrı olduğu yö­nündedir: Bu çağn bizden kendimizi kandırmaksızın, fani insanlar ol­mamızın getirdiği tüm sorumluluğu üstlenmemizi ister. Bazı insanlar da Varlık ve Zaman'da, modem dünyaya duyulan derinlikli bir düşmanlık ve Varlığın çağrısına kulak veren hakikî bir “dünya”nın yaratılması aracılığıyla ulaşılacak yeni bir tarihsel çağa duyulan bir özlem görmüş­lerdir. Ve eğer, Heidegger’in zaman zaman ima ettiği gibi, “dünyalar” kültürel ya da hatta ulusal bütünlerse, bu durumda Varlık ve Zaman bir ulusal yeniden doğuş programı olarak iş görecektir; Heidegger’in, kita­bın yayınlanmasından birkaç yıl sonra Nasyonal Sosyalizmde gördüğü şey de işte bu ulusal yeniden doğuş vaadiydi.
Bu yorumlar önemli sorunları barındırmaktadır ve bu sorunlar, Heidegger’in düşünce ve söyleminde 1930’lu yıllarda başgösterip sa­vaş sonrası dönemdeki yazılarında da devam eden bir değişim ile git­gide meşum bir hal almıştır. Bu dönemden itibaren Heidegger, Sem ve Dasein arasındaki bağlantıya ilişkin, insan varoluşunu temel alarak yaptığı fenomenolojik analizden uzaklaşarak, Varlığın kendisini temel aldığını iddia ettiği yeni bir analize yönelmişti. Ayrıca, Hölderlin’den esinlenerek kotardığı “mit-yaratıcı" bir dil kullanarak, Varlığın, ken­disini insanlara ifşa eden kutsal bir olgu olduğunu söylediği yazılar yazmaya başlamıştı. Bu değişimin Heidegger’in zihninde bir dönüşü­mü mü yansıttığı yoksa sadece, kendisinin ısrarla belirttiği gibi, bütün hayatını kapsayan bir görevin ikinci, tamamlayıcı parçası mı olduğu sorusu ciddiyetini halen korumaktadır. Bu soru, Heidegger’in felsefesi aracılığıyla iletmeye çalıştığı politik doktrininin -eğer böyle bir şey varsa tabii- ne olduğu konusunun taşıdığı belirsizliği daha da arttır­maktadır.
Bu değişimden sonra Heidegger, azim ve hakikilikten daha az bah­setmeye ve Meister Eckhart’ın “dingin feragat” için kullandığı Gelassenheit terimi ile öne sürülen yaklaşımı benimseyerek, “Varlığın var ol­masına izin vermekten” dem vurmaya başlamıştı. Zamanla, Heidegger kendisini, varoluşsal kararın ve kendini kabul ettirmenin savunucusu olarak değil, aksine, bu kadar büyük bir başına buyrukluğu onaylayan ve Heidegger’in “nihilistik” olarak gördüğü faşizm, komünizm, modern demokrasi ile teknolojiyi ortaya çıkaran Batı “nihilizminin” en etkin muhalifi olarak sunmaya başlamıştı.
Heidegger’in, Gelassenheit yaklaşımında bile tutkulu bir yan vardı. Heidegger, modern insanı bir uçurumun kıyısında, Varlığı tamamen unutmakla Varlığın anlamının tekrar ortaya çıkacağı yeni bir “dünya” arasında asılı duran bir varlık olarak tanımlamaktan hiç vazgeçmemiş­ti. İnsan kendisi harekete geçmeliydi, aksi takdirde ondan daha kuvvet­li olan bir tarihsel güç onu yönlendirecekti. Almanya’da yayınlanan derlemelerde yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan 1930’lu yıllara ait el yazmalarında Heidegger, “son tanrının ortaya çıkışına hazırlanmak” mevzusuna ilişkin birçok şey söylüyordu. Bazı el yazmalarında Nazilerin kendilerini bilinçsizce insanlara dayatmalarına ve bir “kavim felse­fesi” yaratma yönündeki zayıf girişimlerine dair küçümseyici ifadelere rastlanıyordu ancak Heidegger’in Nazileri daha iyi seviyeye ulaştırmak istermiş gibi bir hali vardı. Herhangi bir halkın herhangi bir felsefe inşa etmesi yeterli değildir, diyordu Heidegger, “bir halkın felsefesi, o halkı, felsefi bir halk yapan bir felsefe olmalıdır”. Heidegger’in felsefesi de bu­nu başarma amacı mı taşıyordu acaba?
İnsan, Heidegger’in geçirdiği değişimden sonra yazdıklarını oku­yunca, yaşadığı deneyime rağmen Heidegger’in felsefenin politikayla, felsefî tutkunun politik tutkuyla olan ilişkisiyle hiçbir zaman yüzleşemediği hissine kapılmaktan kendini alıkoyamıyor. Onun için önemli olan bu değildi; Heidegger sadece, ahmakça davranarak, Nazilerin inşa etmek istedikleri yeni ulusun, bütün bir Batılı düşünce geleneğini ve do­layısıyla da Batılı varoluşu yeniden kurmaya yönelik kendi özel karar­lılığıyla uyuştuğunu düşünmüştü. Heidegger kendisini Nazizmin bir kurbanı olarak görüyordu; Heidegger Ernst Jünger’e, Nazi geçmişinden ötürü, ancak Hitler kendisinden özür dilemek üzere tekrar diriltilebilirse özür dileyebileceğini söylemişti.
Heidegger en sonunda, Nazilerin Nasyonal Sosyalizmin “derûnî doğruluğunu ve yüceliğini” yok ettiklerine ve Heidegger’in sunduğu yolu izlemeyerek Alman halkını yazgılarıyla buluşmaktan alıkoyduklarına karar vermişti. Artık herşey kaybedilmişti: Varlık tamamen geri çe­kilmişti ve artık hiçbir yerde bulunamazdı. Geri kalan tek şey, modern teknoloji ve modern politikanın her yanı kaplayan ruh yoksunluğuydu. Böyle bir ortamda gerçek bir düşünürün yapabileceği tek şey kendi ça­lışmalarına sığınmak, düşüncelerine çekidüzen vermek ve dingin bir ta­vırla yeni, mesihçi bir Varlık çağının gelmesini beklemekti. Heidegger, 1960’lı yıllarda DerSpiegelle verdiği röportajda şöyle demişti: “Bizi ar­tık sadece bir tanrı kurtarabilir.”
Savaş Heidegger’i çok yıpratmıştı ve Heidegger savaştan sonra gü­cünü tekrar toplayabilmek için bir süre bir sanatoryumda yatmıştı. Fransızlar 1945 yılında Freiburg’u işgal ettiklerinde, Heidegger’i kü­tüphanesini elinden almakla tehdit etmişler ve bir “Nazi öğelerini te­mizleme" komisyonu önünde ifade vermeye çağırmışlardı. Bu komis­yon Heidegger’in öğretmenlik yapmasını yasaklamış ve geçici bir sü­re için aylığına da el konmuştu. Heidegger, kendisini kurtarmak için nafile bir çırpınış içerisinde arkadaşı Karl Jaspers’in tanıklığına başvu­rulmasını istemişti, Jaspers’in hâlâ kendisine kefil olabileceğini ümit ediyordu.
Jaspers, savaş esnasında vaktinin çoğunu Heidegger’in durumu üzerine düşünerek geçirmişti ve artık bu konuda aklı başında ve ahla­kî açıdan tutarlı bir görüş bildirmeye hazırdı. Arkadaşı adına yaptığı sa­vunmada Jaspers, Heidegger’in 1920’li yıllarda herhangi bir Yahudi- karşıtı eğilime sahip olmadığını ve daha sonra sergilediği tavrın da bu bağlamda tutarsız olduğunu öne sürmüştü (Biz artık bunun doğru ol­madığını çok iyi biliyoruz). [Bundan on yıl önce 1929 tarihli bir tavsiye mektubu ortaya çıkarılmıştı; bu mektupta Heidegger, Almanya’nın kendi “toprağından" olan daha fazla aka­demisyene ihtiyaç duyduğunu söylüyor ve entelektüel hayatın “Yahudileştirilmesinden” yakınıyordu. Bkz., Ulrich Sieg “Die Verjudung des deutschen Geistes”, Die Zeit, 22 Aralık 1989, sf. 50.]   Jaspers, ayrıca Heidegger’in entellektüel- Nazizminin gerçek Nazizmle çok az alakalı olduğunu izah etmeye ça­lışmıştı; Heidegger politik biri değildi, diye yazmıştı Jaspers, daha ziya­de parmağını tarihin çarkına ilk kez kıstıran küçük bir çocuk gibiydi. Ciddiyeti bakımından “çağdaş Alman felsefeciler arasında benzersiz bir konuma” sahip olan Heidegger’in yazmasına ve yayın yapmasına izin verilebilirdi ama öğretmenlik farklı bir meseleydi. Jaspers yazısını şöyle bitirmişti: “Bence, Heidegger’in esas itibariyle diktatörce olan ve iletişi­me açık olmayan düşünme biçimi (özellikle de konuşma ve eylemleri bazı Nasyonal Sosyalist karakteristikler barındırdığı için) pedagojik açı­dan çok zararlı olabilir”. Komisyon Jaspers’in tavsiyesine kulak vererek Heidegger’in öğretmenlik yapmasını yasaklamış ve bu yasak 1950 yı­lına kadar geçerliliğini korumuştu.
Bu, Jaspers’in, Heidegger’i başından defetmek istediği anlamına gel­miyordu. Aksine, komisyona Heidegger’in gelecekte “gerçek anlamda yeniden doğacağına” ilişkin ümidini de dile getirmişti. O zamanlar Jas­pers, Heidegger’in davranışlarının esas olarak felsefesinden değil zayıf bir tahayyülden kaynaklandığı ve eğer sorumluluklarını anlaması sağ­lanırsa felsefeci Heidegger’i kurtarmanın mümkün olabileceği kanaatindeydi. Bu Hıristiyan usulü kurtuluş motifine Jaspers’in Arendt’e yazdığı mektuplarda da rastlanıyordu. Jaspers, Heidegger’in o günlerde “hemen hiç kimsenin farkına varmadığı bir şeyi bildiğini” ama “lekelenmiş ru­hunun” tam bir dönüşümden geçmesi gerektiğini söylüyordu. Arendt’in, Heidegger’in dönüştürülebileceği konusunda ciddi şüpheleri vardı ama yine de Heidegger’in “derinliklerde ve insanın kolay kolay unutamayacağı bir tutkuyla yaşadığı” konusunda jaspers’le hemfikirdi.
Felsefi Otobiyografiye Martin Heidegger Üzerine Notlar1 da Jaspers, 1933 yılında yaptığı hataya karşı arkadaşını uyarmakta başarısız ol­duğu için duyduğu kişisel suçluluk hissinden bahsediyordu. Jaspers, savaştan sonra, Heidegger’le yeniden yakınlaşmayı ve böylece arka­daşının içinde kalan felsefi değerleri yok olmaktan kurtarabilmeyi ümit ediyordu. Ama bunu nasıl yapacaktı? Bunun için 1949 yılma ka­dar beklemesi gerekmişti. 1948 yılında, hayatının geri kalanını geçi­receği İsviçre, Basel’e yerleşen Jaspers, o yılın Mart ayında Heideg­ger’e bir mektup yazmış ama göndermemişti. Daha sonra 1949 yılı Şubat ayında bir mektup daha yazmış ve bu sefer göndermeye karar vermişti. “Sana yazmak için çok uzun süre bekledim ve bugün, bir Pa­zar sabahı, en sonunda yazmaya karar verdim.” Jaspers lafını hiç sa­kınmadan, çok açık konuşuyordu; Heidegger’in kendi öğrencisi Eduard Baumgarten’ı gizlice ihbar ettiğini öğrendiği anın “hayatının en sarsıcı anlarından biri” olduğunu söylemişti. Ayrıca, 1945 yılında ko­misyona yazdığı mektupta söylediklerinden ötürü hiçbir pişmanlık duymadığını da açıkça belirtmişti.
Jaspers, yaşananların unutulamayacağını ama felsefi hatta kişisel bir ilişkinin tekrar mümkün olup olamayacağını merak ettiğini söylemiş ve mektubuna şu satırlarla son vermişti: “Seni uzak bir geçmişten, dip­siz bir zaman kuyusundan, bir zamanlar var olan ve bugün de unutul­ması mümkün olmayan bir şeye sıkı sıkıya tutunarak selamlıyorum”. Heidegger, bu felsefi yoldaşlık ifadesine minnettarlıkla karşılık vermiş ve bunu takip eden yılda sık sık yazışmışlardı.
Birbirlerine yazdıkları mektuplarda Nazizmden hiç bahsetmemişlerdi, ta ki Heidegger Mart 1950’de bu konuya kendisi değinene dek. Heideg­ger, 1933 yılından sonra Jaspers ve eşiyle görüşmeyi neden kestiğini açıklamaya çalışırken, bunun Jaspers’in eşinin bir Yahudi olmasından kaynaklanmadığını, kendisini bundan alıkoyan şeyin duyduğu “utanç" olduğunu söylemişti. Jaspers bu itiraftan etkilenmiş ve bunu Heideg­ger’in duyduğu pişmanlığın bir işareti olarak görüp, Heidegger’e, o ka­ranlık yıllarda ne yaptığını bilmeyen bir çocuktan farksız olduğunu söy­lemişti. Eğer Heidegger buna, kendini haklı çıkarmaya yönelik açıkla­malar ve sorumsuz politik spekülasyonlarla cevap vermeyi seçmemiş olsaydı, bu konu burada kapanabilirdi. Kendisine yapılan masum çocuk muamelesini kabullenen Heidegger, otuzlu yıllarda tehdit edilen Yahudilerin ve solcuların meseleleri kendisinden daha açık biçimde gördük­lerini kabul etmişti. Ama şimdi acı çekme sırası Almanya’da, diye ya­kınıyordu Heidegger ve bunu kendisinden başka önemseyen yok gibi gelmekteydi ona. Almanya dört bir yandan düşmanlarla çevrelenmişti, Stalin emin adımlarla ilerliyordu ve "insanlar" bunun farkında olmama­yı yeğliyorlardı. Modern insan politik alana inanç duyuyordu, hâlbuki politik alan artık ölmüştü; bunun yerini teknolojik ve ekonomik çıkar hesapları almıştı. Heidegger mektubunu, “artık bel bağlayabileceğimiz tek şey, saklı duran bir ‘kurtarıcının’ Almanların yeni yuvasızlığından (.Heimatslosigkeit) fışkırıp ortaya çıkmasıdır” diyerek bitirmişti.
Jaspers, kendisini, Heidegger’in bir insan ve bir düşünür olarak kurtarılmasının, dönüştürülmesinin mümkün olmadığı sonucuna ulaştıran bu tuhaf tenkite cevap vermek için tam iki yıl beklemişti. Artık Heideg­ger onun için bir felsefecinin nasıl olması gerektiğini gösteren bir model değil, tehlikeli fantezilerin pençesine düşmüş olan şeytanî bir anti-felsefeciydi. Jaspers yazdığı mektupla bir zamanlar derin bir sevgi duydu­ğu arkadaşını yerden yere vurmuştu:
Yazdığın mektuptakine benzer cümlelerle konuşan ve spekülasyon yapan, canavarımsı bir şeyin hayalini canlandıran bir felsefe, kendi­sini gerçeklikten ayırması bağlamında totalitarizmin bir diğer zaferi için yapılan bir hazırlık değildir de nedir? Bu, 1933 yılından önce do­laşımda olan ve Hitler’in kabul görmesi için koşulları hazırlayan fel­sefenin bir benzeri değil mi? Burada yine benzer bir şeyler mi dönü­yor?...
Tükendiğini düşündüğün politik alanın tamamen ortadan kalkması hiç mümkün olabilir mi? Değişen sadece biçim ve araçlar değil mi? İn­san bunların farkına varmak için çaba harcamak zorunda değil mi?
Daha sonra da Heidegger’in bel bağladığı o “kurtancıya” yüklenmişti:
Bunu okuduğum zaman kapıldığım dehşet daha da arttı. Bence bu, aynen bizi -hep de “doğru” tarihsel anlarda ortaya çıkarak- son elli yıldır aldatan diğer hayal ürünü kurgular gibi, gerçekle uzaktan ya­kından alakası olmayan, tamamen hayal ürünü bir şey. Gizli kay­naklardan doğaüstü olanı ifşa edecek bir peygamber olarak ortaya çıkmayı falan mı düşünüyorsun hakikaten? Ya da gerçeklikten ta­mamen kopmuş sapkın bir felsefeci olarak?
Heidegger bu sorulardan hiçbirine cevap vermemişti. Takip eden on yıl boyunca arada sırada doğum günleri için falan yazıları kısa notlar aracılığıy­la temas kurmaya devam edeceklerdi ama artık arkadaşlıkları sona ermişti.
Heidegger-Jaspers arkadaşlığının sona erdiği dönemde Arendt-Heidegger arkadaşlığı tekrar canlanmaya başlamıştı. Arendt 1946 yılında Partisan Review’de “What Is Existential Philosophy”, başlıklı bir makale yayınlamıştı. Bu makalede Arendt, Heidegger’in felsefesinin anlaşılmaz bir “hurafe” bütünü olduğunu söylemişti. Heidegger’in  Nazizmine gelin­ce, Arendt bunu bir karakter zayıflığına atfetmeyi reddetmiş ve bunun suçlusu olarak Heidegger’in ıslah olmaz romantizmini, “kısmen büyük­lük kuruntusundan, kısmen de umutsuzluktan kaynaklanan ruhsal oy­naklığım” göstermeyi tercih etmişti. Jaspers kendisine, Heidegger’in rek­törlük görevi esnasında öğretmeni Husserl’i üniversiteden men etmediği­ni söylediğinde Arendt -yanlış bir biçimde- Heidegger’in bu yönde resmî bir genelge imzaladığı görüşünde ısrar etmişti. Arendt şöyle diyordu: “Bu imza Husserl’in neredeyse ölümüne yol açtığı için kendimi Heidegger’i potansiyel bir katil olarak görmekten alıkoyamıyorum”. [Belgeyi Heidegger’den önceki rektör imzalamış ve daha sonra bu belge hü­kümet tarafından Heidegger’in görev yaptığı sürede yürürlükten kaldırılmıştı. Bkz., Ott, Martin Heidegger: A Political Life, sf. 176-177. ] Görünüşe gö­re, Arendt için Heidegger defteri tamamen kapanmıştı.
Başyapıt niteliğindeki Totalitarizmin Kaynakları adlı kitabının 1951 yılında yayınlanmasından kısa bir süre önce Arendt, Yahudi Kül­türünü Yeniden Yapılandırma temsilciliğinde üstlendiği bir görev kapsa­mında Almanya’yı da kapsayan bir Avrupa gezisine çıkmıştı. Bu süre içerisinde on yedi yıldır görmediği sevgili öğretmeni Karl Jaspers’i ziya­ret etmişti. Basel’de Jaspers’e, Heidegger’le yaptığı yazışmaları göster­miş ve en sonunda gençlik dönemlerinde Heidegger’le yaşadığı ilişkiyi itiraf etmişti. Jaspers bu yeni habere tuhaf bir tepki vermişti: “Aha, bu çok ilginç bir şey” ve bu da Arendt’i çok rahatlatmıştı. Daha sonra da bir zamanlar sevdikleri adam üzerine konuşmuşlardı.
Evet, kader ağlarını örmüş ve Arendt’in üstlendiği görev onu Ocak 1950’de Freiburg’a götürmüştü. Arendt oteline gider gitmez Heidegger’e gelişini haber veren bir not göndermişti. Şaşkına dönen Heidegger de kendisini ziyaret etmesi için ona hemen bir not yazmış ve sonra da bu notu ona bizzat götürmeye karar vermişti. Otele ulaştığında otel görevli­lerinden gelişini Arendt’e bildirmelerini istemişti. Arendt o anki tepkisini Heidegger’e iki gün sonra gönderdiği mektupta şöyle dile getirmişti:
Bu akşam ve bu sabah bütün bir hayatın kanıtı durumunda... Gö­revli senin geldiğini haber verdiğinde... sanki zaman durmuş gibiy­di... [Hugo] Friedrich bana senin adresini verdiğinde, içimde uya­nan ani isteğin gücü beni affedilmez bir sadakatsizlik göstermekten ve hayatımı örselemekten alıkoydu... Eğer böyle bir şey yapsaydım bunu sadece gururdan, yani katışıksız, saf, çılgınca bir aptallıktan ötürü yapmış olurdum. Herhangi bir özel nedeni olmazdı.
İlk buluşmalar hiç de kolay olmamıştı zira Heidegger’in eşi Elfride artık her şeyin farkındaydı ve Arendt’e haklı olarak yoğun bir öfke du­yuyordu. Ama kısa süre içerisinde eski sevgililer yeni bir temel üzerin­de ve şüpheci bir üçüncü kişinin varlığı altında yeni bir arkadaşlık kur­ma çabalarına başlamışlardı; birbirlerine gönderdikleri mektuplar, hedi­yeler ve şiirler Atlantik üzerinde akmaya başlamıştı. Bir yıl içerisinde Heidegger’e olanlar olmuş ve Arendt’e tam on yedi mektup ve “Sen”, “Uzaktan Gelen Kadın", “Ölüm”, “Kasım 1924", (ilk tanıştıktan tarih) ve “Yirmi Beş Yıl", (ilk tanışmalarından beri aradan geçen süre) gibi başlıklar taşıyan otuz iki şiir göndermişti. Heidegger yazdığı mektuplar­da savaş sonrası dünyaya ilişkin mahşeri görüşlerini de -Jaspers’le arkadaşlıklarının tamamen bitmesine yol açan görüşler- dile getirmekten çekinmiyordu. Otuzlu yılların ortalarında Almanya’nın yaşadığı felake­tin kaynağını keşfettiğini ve bu bulgularını Herakleitos ve Parmenides’e ilişkin çalışmalarına dahil ettiğini iddia ediyordu. Heidegger şimdi Al­manya’nın ve Avrupa’nın sonunu getirecek bir iç savaş yaşanacağını düşünüyordu. “Dünya gittikçe daha kasvetli bir hal alıyor” diye yaz­mıştı 1952 yılında, “... ve tarihin özü de her zamankinden daha da gi­zemli bir hal aldı... Geri kalan tek şey ıstırap ve bu ıstıraba katlanma zorunluluğu. Ancak, olası herşeye ilişkin gittikçe daha da artan dış teh­ditlere rağmen ben yeni -ya da hatta daha da iyisi- eski ‘sırların’ orta­ya çıkmak üzere olduğunu görebiliyorum.”
Heidegger’e ellili yıllarda gönderdiği mektuplar elimizde olmadığı için Arendt’in bu mektup ve şiir sağanağına nasıl cevap verdiği bilmiyoruz. Arendt, Jaspers’e, Heidegger’e yazdığı mektuplarda onun tamamen açık olamadığından ve asıl konuya -Nazi dönemi- dair derinlikli, genel bir kavrayışa ulaşmasının pek mümkünmüş gibi görünmediğinden yakınmıştı. Jaspers de, Heidegger’in “ne yaptığını bilmediğini ve kendisini yap­tığı şeyi yapmaya sürükleyen musibetin ne olduğunu belirleyebilecek bir konumda da olmadığını” izah ederek Arendt’le aynı fikirde olduğunu söylemişti. Heidegger, Arendt’in, Jaspers ve kendisi arasında bir yeniden birleşme olanağı yaratabileceğini ümit ediyordu: “Sen, Heidegger ve Jas­pers arasındaki gerçek ‘ve’sin”. Ama böyle bir şey mümkün değildi. (Arendt, kocasına, Jaspers’in 1952 yılında Heidegger’le ilişiğini kesmesi için kendisine bir “ültimatom” verdiğini yazmıştı.)
Ellili yıllarda, özellikle de yaşadığı değişimi yansıtan eserlerinin ya­yınlanmaya başlamasıyla birlikte Heidegger’in felsefi ünü tekrar yükse­lişe geçmişti. Arendt, ellili yılların ortalarına kadar Avrupa’da bulundukça Heidegger’leri ziyarete devam etmiş, onlara hediyeler göndermiş ve hatta Varlık ve Zaman'ın İngilizceye çevrilmesini ayarlamaya çalışmış­tı. Ama aralarındaki ilişkinin yoğunluğu azalmaya başlamıştı, bunun sebebi Heidegger’in artık Arendt’e ihtiyaç duymaması mıydı, yoksa, Arendt’in açıklığa kavuşmamış şeyler yüzünden fazlasıyla çekingen bir hal alması mıydı, bilmiyoruz. Ancak Arendt, entelektüel anlamda Heidegger’e olan vefa borcunu hiçbir zaman gözardı etmemişti. Felsefi açı­dan en tutkulu kitabı İnsanlık Durumu Almancada Vita Activa başlı­ğıyla 1960 yılında yayınlandığında Arendt bu kitabın bir kopyasını Heidegger’e göndermiş ve şöyle bir not iliştirmişti;
Bu kitabın hiç kimseye ithaf edilmediğini göreceksin. Eğer aramız­daki şeyler yoluna girmiş olsaydı bu kitabı sana ithaf etmek için senden izin isteyecektim. Bu kitap doğrudan doğruya ilk Freiburg günlerinin bir ürünü olarak ortaya çıktı; bu anlamda, bu kitaptaki herşeyi sana borçluyum. Ama şimdiki şartlar böyle bir şeye kalkış­mamı imkânsızlaştırıyor; yine de sana en azından şimdiki şartların aslında nasıl olduğunu bir şekilde söylemek istedim.
Daha sonra da başka bir kağıda şu atıf yazısını karalamış ve bunu dosyasına koymuştu:
Re Vita Activa
Bu kitaptaki ithaf çıkarıldı.
Bunu sana nasıl ithaf etmeliydim?
En çok güvendiğim,
Hem sadık kaldığım,
Hem de sırtımı döndüğüm,
Ve hem de âşık olduğum
 Kişiye.
Heidegger, Arendt’e hiçbir zaman cevap yazmamış ve bu da Arendt’i derinden yaralamıştı. Arendt’in daha sonra Jaspers’e yazdığı bir mektupta söylediği gibi, Heidegger sanki Arendt’i bir düşünür olarak kendisini ispat ettiği için cezalandırıyor gibiydi ve Arendt bu konuda büyük bir ihtimalle haklıydı. Eğer Arendt’in bu kitapta başarmak iste­diği şeyin ne olduğunu düşünecek olursak, Heidegger’in neden sessiz kaldığını daha iyi anlayabiliriz. Bu kitap Heidegger’in felsefesinin temel özelliklerinden, özellikle de politika ve felsefe arasındaki ilişkiye ilişkin koruduğu sessizlikten açık bir kopuşun deklarasyonu niteliğindeydi. Özel vita contemplativa' nın kibirli iddialarına karşı vita activa'yı savu­nan Arendt, katışıksız felsefe ile politik düşünce arasına bir çit çekme­ye çalışıyordu; bu çaba da kendine has bir terminolojiyi gerekli kılıyor ve kendine has kurallar üzerinden işliyordu.
Arendt 1964 yılında Alman televizyonuyla yaptığı bir röportajda bir felsefeci olarak takdim edildiğinde buna karşı çıkmıştı: “Buna itiraz et­mek durumundayım. Ben felsefe çevrelerine ait değilim. Benim ilgi ala­nım siyaset teorisidir. Kendimi bir felsefeci gibi hissetmiyorum, felsefe çevrelerinde kabul gördüğümü de düşünmüyorum.” Bu yapmacıklı bir mütevazılık değildi; Arendt, felsefi ve politik hayat arasında kaçınılmaz bir gerilim olduğu kanaatindeydi ve “felsefenin bulanıklaştırmadığı bir bakış açısıyla” politika üzerine çalışmak istiyordu.
Röportajı yapan kişi bu konuda kendisine yüklendiğinde Arendt, entelektüellerin genellikle politika üzerine düşünmekte sıkıntı çektik­lerini, bunun da büyük ölçüde baktıkları herşeyde fikirleri görmelerin­den kaynaklandığını söylemişti. Arendt, otuzlu yıllarda Alman entelektüellerin Hitler hakkında fikirler ürettiklerini söylemişti, bunlar “inanılmaz ölçüde ilgi çekici şeylerdi! Tamamen ilginç ve büyüleyici şeylerdi! Ortalama seviyenin çok üstünde şeylerdi! Ben bunun çok tu­haf bir şey olduğunu düşünüyorum." Ve bu tip düşünürlerin kaçınıl­maz bir biçimde “kendi fikirlerinin tuzağına düştüklerini” söylediğin­de, Heidegger’den bahsettiği çok açıktı. Arendt kişisel not defterine “Tilki Heidegger” isimli bir fabl yazmış ve bu fablda Heidegger’i, ken­di fikirlerinin ininde tuzağa düşmüş, sıkışıp kalmış olan ve bütün dün­yanın buradan ibaret olduğunu sanan acınası bir yaratık olarak tarif etmişti:
Bir zamanlar sürekli tuzağa düşmekle kalmayıp, neyin tuzak olup neyin olmadığını da ayırt edemeyecek kadar kurnazlıktan yoksun olan bir tilki varmış... Kendi ini olarak bir tuzak inşa etmiş... “Beni tuzağımda o kadar çok ziyaret eden var ki ben bütün tilkilerin en iyisi oldum.” Ve bunda haksız da sayılmazdı; hiç kimse tuzakların tabiatını, bütün hayatı boyunca bir tuzağın içinde oturan kişiden da­ha iyi bilemez.
Heidegger önce beş yıl daha kendi fikirlerinin ininde yaşamaya de­vam etmiş ve en sonunda, yetmiş yedinci yaş gününü kutlayan Arendt’e bir teşekkür notu göndererek iletişim kurmaya tenezzül etmiş­ti. Bu notta Heidegger, Arendt’e yergiyle karışık bir komplimanda bu­lunmuş ve “son zamanlarda yaptığı bütün yayınlara rağmen” Arendt’in felsefenin çağrısına sadık kaldığını söylemişti. Ama Arendt, 1967 yılın­da bir konferans vermek üzere Freiburg’a gittiğinde aralarındaki buzlar tamamen erimişti. Arendt, salonun arka tarafında oturanlar arasında Heidegger’in de olduğunu şaşırarak farketmiş ve o büyük kalabalığın önünde konuşmasına Heidegger’i selamlayarak başlamıştı, Heidegger de bu jest karşısında çok duygulanmıştı. Heidegger ve Arendt arasında bu andan sonra başlayan yakın arkadaşlık, Arendt’in 1975 yılında ani­den ölümüne kadar sürmüştü. Arendt her yıl Freiburg’a giderek, eski öğretmeniyle uzun yürüyüşlere çıkıyor ve onunla dilin doğası üzerine uzun uzadıya konuşuyordu ve bir yandan da eski öğretmeninin yazılanın İngilizceye çevirmek için yoğun bir çalışma yürütüyordu. Bu son sekiz yılda birbirlerine yazdıkları mektuplar daha felsefi ve daha müş­fik bir tona bürünmüştü ve yeni ortaya çıkan bir karşılıklı saygı tavrını yansıtıyorlardı.
Jaspers’in aksine, Arendt, hiçbir zaman Heidegger’i doğrudan doğ­ruya politik sorularla yüzleştirmemiş ve Heidegger’in politikaya ilişkin arada sırada sarfettiği sözleri herhangi bir yorumda bulunmaksızın ge­çiştirmişti. Arendt, “felsefeci Heidegger” üzerine yoğunlaşmış ve He­idegger’in eşsiz yorum gücüne (“yazılanları geçmişte hiç kimse senin gibi okuyamadı ve şimdi de senin gibi okuyan hiç kimse yok.”) ve fel­sefi tutkusuna (“metafiziğin ve felsefenin sonunun geldiğini düşünerek, düşünmek için gerçek bir alan açtın.”) övgüler yağdırmıştı. Ettinger, son dönem mektuplara ilişkin yaptığı yorumda Arendt’i, değerli zama­nını Heidegger’in eserlerinin çevirisini yapmak ve Heidegger’in yazdıklarının satmasına yardımcı olmak için harcayan kul köle bir budala olarak tanımlıyordu. Ettinger ayrıca, Arendt’in “Heidegger’in Nazi yö­netimine yaptığı katkı ve verdiği desteği meşrulaştırmak ve bunun önemini azaltmak için inanılmaz acılara katlanacak kadar” sersemle­miş olduğunun bir kanıtı olarak da 1969 yılında yayınlanan “Martin Heidegger Seksen Yaşında” başlıklı anma yazısını gösteriyordu. Hannah Arendt’in herhangi birinin Naziliğini meşru göstermek istediğini düşünmek tamamen saçmadır. Ama Heidegger’in rektörlük dönemine ve daha sonra bu döneme ilişkin yaptığı kendini haklı gösteren açıkla­malara makalenin sonuna kadar değinmediği ve bunu sadece bir dip­notta dile getirdiği doğruydu. Bu durumda doğal olarak merak ediyor insan: Peki ama neden?
Hannah Arendt sık sık, Rahel Varnhagen’ın tarihçi Friedrich von Gentz için kullandığı şu ifadeyi alıntılıyordu: “O, hakikati yansıtma­yan şeylere, bir hakikat tutkusuyla sarılıyordu.” Arendt de Heidegger’i işte böyle görüyordu; Heidegger’in entelektüel tutkusunu seviyor ama hakikati hakikat olmayandan ayırt edemediğini de çok iyi biliyordu. Arendt, Heidegger’in politik açıdan tehlikeli olduğunu biliyordu ama bu tehlikeliliğin aynı zamanda felsefi düşüncelerine de ilham kaynağı olan bir şey tarafından ateşlendiğini düşünüyor gibiydi. Heidegger’in sorunu, bütün büyük felsefecilerin yaşadığı sorunla aynıydı. Bütün büyük felsefecilerin düşünceleri rafine edilmeli ve dünyadan korun­malıydı ama ayrıca diğerlerinin (yurttaşların, hükümet görevlilerinin ve eylem insanlarının) ilgi alanına giren politik meselelerden de uzak tutulmalıydılar.
Heidegger’in Sofist üzerine verdiği derse ilk kez katılmasından kırk beş yıl sonra 1969 yılında yazdığı o anma yazısında Arendt, her şeyden önce “tutkulu düşünme” için yaşayan bir adamla, tek bir amaçta ilerle­me, diretme özelliği sayesinde ardında “kusursuz bir şey” bırakan bir adamla karşılaşmanın nasıl bir şey olduğunu anımsamayı tercih etmiş­ti. Heidegger’in dehşet verici kararının önemini azaltmaya kalkışma­dan, bunu, felsefesine ta ilk başından beri eşlik eden bir deformation professionnelle'in,’ [Mesleki bozulma]  “tiranca olanın cazibesine kapılma eğiliminin" bir sonucu olarak tarif etmişti. Tamamlayamadığı çalışması Zihnin Yaşamı' nda Arendt, halen bu sorun üzerine düşünüyor ve bu sorunun dü­şünme, arzu etme ve yargılama arasında ayırımlar yapılarak çözülüp çözülemeyeceğini araştırıyordu. Hannah Arendt öldüğü güne kadar He­idegger sorunu ile boğuşmaya devam etmişti.
Heidegger bir Nazi rektör olarak yaptığı kötülüklerden sonra tekrar öğretmenlik hayatına geri döndüğünde meslektaşlarından biri alaycı bir tavırla: “Syrakusa’dan geri mi döndün?” diye sormuştu. Tabii ki bura­da, genç hükümdar Dionysius’u felsefe ve adalete yöneltme ümidiyle Platon’un Sicilya’ya yaptığı üç yolculuğa gönderme yapılıyordu. Bu eğitim denemesi başarısızlıkla sonuçlanmış, Dionysius bir tiran olarak kalmaya devam etmiş ve Platon da hayatını zor kurtarmıştı. Heideg­ger’e ilişkin tartışmalarda bu paralellik defalarca gündeme getirilerek, Heidegger’in trajikomik hatasının geçici bir süre için, felsefesinin politi­kaya, özellikle de aşağılık Nasyonal Sosyalizm politikasına yön verebi­leceğine inanması olduğu ima edilmişti. Platon, özellikle de Cumhuriyet diyalogu olmak üzere çeşitli diyaloglarında tiranlığa ilişkin yaptığı ana­lizlerde bu olasılığı da önceden sezinlemişti.
Cumhuriyetten sık sık çıkarılan pratik derslerden biri de şudur. fel­sefeciler kral olmak istedikleri zaman, ya kendi felsefeleri ya politikaları ya da her ikisi birden yozlaşmaya başlar. Bu yüzden yapılacak en akıllıca şey bu ikisini birbirinden ayrı tutmak, felsefecilerin kendi bah­çelerini bütün tutkularıyla işlemelerine izin verirken, herhangi bir zara­ra yol açmalarına engel olmak için felsefecileri bu bahçelerde karantina altına almaktır. Bu, felsefe ve politika problemine getirilen politik bir çö­zümdür ve Hannah Arendt de Amerika’daki yazılarında bu çözümü başarılı biçimde ileriye taşımıştır. Bu duruş, Arendt’in, kendi bakış açısına göre, hem Heidegger’in felsefesine ve hem de politik doğruluğa bağlı kalmasına olanak tanımıştır.
Bunun savunulabilir bir duruş olup olmadığı meselesi ayrı bir mese­ledir. Felsefe ve politikanın birbirinden ayrı tutulabileceği anlayışına ge­leneksel olarak, yine Platon’dan esinlenen, biri politika, diğeri ise felse­fe adına olmak üzere iki türlü itiraz ortaya atılmıştır. Politik doğruluğu önemseyenler için tiranlığa yakınlık gösterenlerin politikadan uzaklaştırılması cazip bir fikirdir. Ama felsefeciler aklın hâkimiyetini de kendi­leri ile birlikte politika dışına taşırlarsa, o zaman bunun yerini ne gibi bir standart alacaktır?
Bu durumda tiranlığa kim ya da ne karşı dura­caktır?
Bu zor sorular, felsefeye sırt çeviren hayalî bir kentin düşüşe ge­çişini ve çöküşünü belgeleyen Cumhuriyet ten beri bizi meşgul etmek­tedir. Hannah Arendt, bu tehlikeyi, çok da ikna edici olmayan bir bi­çimde kendince ele almayı denemişti ve tiranlığın önüne çekilen çitler olarak farklı yerlerde geleneğe, politik liderliğe, sivil erdeme ve son ola­rak da “yargı” yetisine başvurmuştu.
İkinci itiraz ise felsefenin çağrısının kendisine ilişkindir. Platon’un İdeaların güzelliğini arayan, aşktan deliye dönmüş felsefecilere ya da karanlık bir mağaradan sancı dolu bir süreçte çıkıp, aydınlığa ulaşmak olarak gördüğü felsefi eğitime ilişkin imgeleri, felsefi hayatı yönlendiren şeyin ne olduğuna ilişkin bir fikir sunarken; felsefi hayatın nasıl yaşan­ması gerektiğine ilişkin belirleyici bir fikir ortaya koymamaktadır. Pla­ton’un Phaedrus ve Şölen'de tarif ettiği şekliyle felsefi aşık, erotik dür­tülerini arıtmak ve bundan menfaat sağlamak istiyorsa iffetli ve ölçülü olmalıdır. Benzer şekilde Cumhuriyet teki mağara miti de ancak felsefe­cinin arkadaşlarına yardımcı olmak için gün ışığını terkedip, mağaraya geri dönmeye zorlanmasıyla sona erer. Görünüşe göre Platon’un bize vermek istediği ders şudur: Eksiksiz olması için felsefe idealara ilişkin bilgisini, insanların tutku ve cehaletlerinin ideaları bulanıklaştırdığı ka­musal hayatın karanlık alanına ilişkin bilgisiyle birleştirmelidir. Ve eğer felsefe bu karanlığı daha da arttırmak değil de aydınlatmak istiyorsa, ilk önce kendi tutkularını evcilleştirerek işe koyulmalıdır.
Karl Jaspers Martin Heidegger Üzerine Notları’nın en dokunaklı kıs­mında doğrudan Heidegger’e sesleniyordu. “Sana yalvarıyorum” diyor­du Jaspers, “bir zamanlar felsefi diyebileceğimiz bir şeyi paylaştıysak eğer, kendi yeteneğinin mesuliyetini üstlen ve bu yeteneğini büyünün hizmetine değil, aklın hizmetine, İnsanî değerin ve ihtimallerin hizmetine sun.” Jaspers bir insan, bir Alman ama özellikle de bir felsefeci ola­rak Heidegger’in ihanetine uğradığını hissediyordu. Arkadaşlıklarının ilk yıllarında paylaştıklarını düşündüğü şey, felsefenin insanın varolu­şunu ortalama bir gidişatın pençesinden kurtarması ve kendi varoluşu­nun mesuliyetini üstlenmesi için bir araç olduğu yönündeki ortak ka­nıydı. Daha sonra arkadaşının ruhuna yeni bir tiranın, onu en dehşet verici politik diktatörleri destekleme yoluna saptıran ve sonra da ente­lektüel üfürükçülüğe sevk eden vahşi bir tutkunun girdiğini hissetmişti. Heidegger’i kendi bahçesinde bırakmak konusundaki isteksizliği dola­yısıyla Jaspers, eski arkadaşına Arendt’ten daha fazla ilgi gösterdi ve felsefenin çağrısına daha derin bir sevgi gösterdi. Heidegger, Jaspers’e en azından oldukça Platonik bir ders vermişti:
Eros’ta başlar sorumlu­luklar.
Sh: 17-52
Kaynak: Mark LILLA,  İlkesiz Deha- Felsefeyi Siyasete Alet Edenler, Orijinal Adı: The Reckless Mind-New York 2001, Çeviri: Ahmet Ergenç, Gelenek Yayıncılık, Birinci Basım / Nisan 2004, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar