Print Friendly and PDF

İNSANA YÖN VEREN DEĞERLER



Hzl: Bayram KARAÇOR
İdeolojik aklın oluşumunda katkısı olan fikir adamlarından birisi de Hegel’dir. Marksist ve faşist ideolojiler ondan çok faydalandılar. Az gelişmiş ülkelerdeki solcular, ona sempatiyle bakarlar ve faşizme yaptığı katkıları bilmezler. Marx’ın Hegel’den söz etmesini ve adını anmasını değerli sayarlar. Diyalektik formülü, Marksizm’e uyarlamasından dolayı da “sol Hegelcilik” diye adlandırılır. Avrupa faşizminin Hegel’den faydalandığı yönüne de “sağ Hegelcilik” denilir. Faşizm de, Marksizm de iki ayrı Avrupa ideolojisi olarak, Darwin’in ve Hegel’in birlikte diktikleri ceketi giymişlerdir. Üzerlerindeki elbiselere bakınca hangi terziden giyindikleri bilinebilir. Oysa Darwin ve Hegel’in elbiselerinde; mahalle terzilerinin çoğunlukla yaptığı gibi büyük giysileri küçültüp bedene uydurmuşlar ya da eski elbiseye yeni yama yapmışlardır. Yani eski Yunan’dan ve yağmalanmış Endülüs kütüphanelerinden aşırılmış fikirlere kendi ters etiketlerini yapıştırdılar. Anlaşılan o ki, Batı cephesinde yeni bir şey yoktu, sadece eski teoriler kategorize edilerek adına; liberalizm, kapitalizm, Marksizm gibi,; olayların, şahısların ve düşüncelerin görüntüsüyle isimlendirildiler.
Filozoflar; hayatı anlamak, hakikati aramak ve huzuru bulmak adına insanlar için araştıran düşünürlerdir. Tarihsel olarak bu çalışmalar, Allah’ın mesajının unutulduğu veya etkisiz kılındığı zamanlarda artmıştır. Hegel’in, Darwin’in ve daha birçok düşünürün boy gösterdiği tabloda, gidişatı beğenmeyen bazı düşünürler; samimi din adamlarının sözlerinin dinlenilmediği, İncil’in okunmadığı, kilise ve bazı görevlilerin kirli işlere bulaştığı bir zamanda, kilise dışı çıkış arayışında idiler.
Çürümüş bir yapıda; Tanrı’nın, İncil’in, din adamlarının rolü bitmişti. Yeniden insana ve akla dönülmeliydi. Belki de bu bozulmuş görüntünün etkisiyle, Batı’daki hemen hemen tüm filozoflar; yaratan, büyüten, besleyen ve hesap gören bir Tanrı inancına yabancı kaldılar. Tanrı’yı tamamen de inkâr etmediler. İşlevsiz bir cevher olarak nitelediler. Onu alıp insana yerleştirdiler.
Hegel’e göre Tanrı insandır, insan Tanrıdır. Tanrı, insanda akıldır. Akıl; hem din, hem Tanrının yerine oturtuldu. Doğadaki değişim ve dönüşüm, akıl ile gerçekleştiğinden, durağan ve mistik kurumlara ihtiyaç yoktu. Yeni Avrupa, bu şekilde yol alamazdı. Ona, daha dinamik ve ilerlemeye uygun bir kimlik kazandırmalıydı. Aksi halde Machiavelli’nin 1500’lü yıllardaki kilise analizi sürüp gidebilirdi. Ahlâksız papazların; hem kendi halkını soyduğu, hem de emperyalist hareketlere cevaz verdiği günah süreci devam ederdi.
“Bu çağ, piçler ve maceracılar çağıdır. Bu toplum, sanki Aristoteles’in ’insan, yasa ve adaletten ayrıldığı zaman hayvanların en kötüsüdür’ sözünü doğrulamaktadır. Papalar, aşağılık ve utanmaz işler yapmaktadır. İktidar ile kilise, zulüm, cinayet ve fuhuşla iç içedir. İyi niyet ve doğruluk, aydın kişilerin sözünü bile etmeyeceği çocuksu endişeler olmuştu.” Siyasal amaçlar uğruna her yolu geçerli gören Machiavelli, ahlâkın yerlerde sürünmesine isyan etmiş ve Hıristiyan ahlâkını, öbür dünya ile ilgili olduğu için lanetlemiştir. (George Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi2, Ankara 1969 Sevinç Matbaası, s: 10)
Filozoflar; Avrupa insanını rahatsız eden din görünümlü uygulamalar için çözüm ararlarken; güçlü Avrupa’yı kurmayı kolaylaştıracak sömürgeleştirme faaliyetlerine hiç ses çıkarmadılar. Teorilerinde; kavramları bulanık halde bıraktılar, net tanımlar yapmadılar. Adalet, ahlâk, merhamet, iyilik gibi kavramlara ise dinselliği çağrıştırdığı için yer vermediler. Bu ikircikli tutum, düşüncenin namusunu kirletmiştir. J,J. Rousseau, aklın ve zekânın kurnaz yıkıcılığına karşı çıkmış ve onların karşısına toplumu yeniden düzenlemek için; ahlâk, saygı, inanç, din, yurtseverlik, erdem gibi kavramları koymuştur. Zeki insanların ahlâksız, ahlâklı insanların ise sayıca fazla halk topluluğu oluşu, Rousseau’yu halkın yanında olmaya yöneltmiştir. (George Sabine: 268)
Para ve kadın peşinden koşan çıkarcı kurnazların, toplumu bozmaya çalışmalarına isyan etmiştir. Bu nedenle bireysel ahlâka çok önem vermiştir. Hegel ise toplumun önüne görünür bir Tanrı koymak istiyordu. Görünmezlik ve uhrevilik; bugüne dair konuşmuyor, somut şeylerle ilgilenmiyordu. Göze; nesne, akla; işaretler gerekiyordu. O da, görünen insan ve içinde bulunduğu ortamdı. İnsan da tek başına bir varlık değildi. Bireysel oluşun bir anlamı yoktu. Ait olduğu ulus ve itaat etmek zorunda olduğu devletle değer kazanabilir, ancak. Bireyin dini, ahlâkı, sanatı, felsefesi devletle kaynaşmalıdır. Bireyden soyutlanarak devlete yüklenmiş olan bu değerler, güçlü devlet için gereklidir. Hukuk, adalet ve ahlâk devletin kendisidir. Haklıdır, sorgulanamaz. İnsan karşısında Tanrısal görüntüdür, devlet. Halkını köle gibi gören fonksiyonel güçlü devlet görüşü, faşistlerce benimsenmiş ve Hegel’in bu yönüne “Sağ Hegelcilik” denmiştir. Hegel’i ellerinden aldığımızı düşünen Marksist-Sosyalist taraftarlar kızarlar, onu Avrupa sağının teorisyen şeyhi ilan etmemize de sağcılar surat asarlar. Solun; sosyal adalet, halk, emek, halkların kardeşliği, evrensel bakış gibi söylemleri; güçlü devlet, devleti ebed müddet-ulusçuluk gibi sağ söylemlerle nasıl bağdaşır? Hegel ortak paydası, gönüllü bir birliktelik mi? Bugünleri görseydi Hegel, belki de şöyle diyecekti, “Faşizmin ve Marksizm’in Avrupa topraklarında doğmuş olması, diyalektik teorinin bir sonucudur. Her tez, içerisinde antitezini de barındırır. Sentez, güçlü bir Avrupa birliği olarak doğmuştur.” Avrupa kendisini tez olarak görür. Hegel’e göre Avrupa dışı tüm uluslar, antitezdir. Antitezin tez içinde erimesi diyalektik yasanın gereğidir. Güçlü devlet için sömürü ve haksızlıklar normaldir. Hider’in, Musolini’nin, Franco gibi diktatörlerin Hegel’e mürit olmaları normal değil mi? İnsan, kazanımlarım devletle korur. Devlet olmazsa ne özgürlük olur, ne de ahlâk, sanat ve din olur. İnsan zayıf, yoksul olabilir, ama devlet güçlü ve zengin olmalıdır. Onun yargısına itiraz edilemez. Çünkü o; tezdir, tek gerçektir, efendidir, yurttaşlar ise köledir. Köle, koşulsuz itaat etmelidir. Köleleşmiş yurttaşın; arzuları, duyguları olamaz. Güçlü devlet amaç karşısında bireyin hiçbir değeri yoktur ve o, sadece araçtır. Hegel; Fransız İhtilaline, özgürlükleri dillendirdiği için karşı çıkmıştır. Avrupa devletleri; güçlenip zenginleştiler, bu zenginlikten halklarını faydalandırdılar. Çıkardıkları yasalarla da bireylerinin devlet karşısındaki konumlarım güçlendirdiler. Hak arama, özgürlükler ve sosyal olanakları güvence altına aldılar. Hegel’in güçlü devlet tezine sahip çıkarken, kendi yurttaşlarının silik birey görüntüsünü benimsemediler. Bu teori, diktatörlükle yönetilen bütün ülkelerde yürürlükte kalmaya devam etmektedir.
Yeraltı kaynaklarıyla güçlü bir hâzineye sahip ülkelerde birey, sadece cisim olarak vardır. Oysa her araç; öncelikle insanların güvenli, adil ve ihtiyaçlarını karşılayabilen ve huzurlu bir ortamı sağlamaya yönelik olmalıdır. Güçlü devlet teorisindeki güç; adil olmayan, hukuka dayanmayan, yaptıklarından dolayı sorgulanamayan, silahlarıyla varlığını devam ettiren bir yapıyı hatırlatır.
Devlet denilen organizma; hukukun korunması, adaletin sağlanması, işlerin sistemli bir şekilde yürütülmesi, vergilerin toplanması, bilirkişilik ve hakemlik rolünün işler halde olması, güvenliğin yerine getirilmesi için vardır. O, bir leviathan (ejderha) olmamalıdır. Hiç kimse o gücü kullanarak; kendisine servet yapmamalı, baskı oluşturarak zulmetmemelidir. İnsanların huzur ve güven içinde olduğu bir iyilik ve adalet sığınağı olmalıdır. Devlet denilen kurumsal örgütlenmede işler, insanlar eliyle yürütülür. Bu nedenle; görev alacak kişilerin iyi eğitim almış, görevinin ehliyetine sahip, ahlâklı ve iradeli olmaları önemlidir.
Hegel’in devlet tanımında yönetici boş bir bardaktır. Kimliği ve kişiliğinden soyutlanıp, içerisine devlet erkinin karakteri konulur. Yüreğiyle devlet arasında kaldığında, seçimini devletin yüce çıkarları doğrultusunda kullanacaktır. İyi veya kötü, doğru veya yanlış tartışmasını kendi ahlâk düzleminde yapamaz. Oysa insanı önceleyen ve devletin araç oluğu yönetimlerde, yönetici dahil herkesin şikâyet etme, itiraz etme, yanlışı uygulamama sorumluluğu ve hakkı söz konusudur. İnsan hayân, değerlidir. Nefes alma hakkını ona, yaratıcısı vermiştir. Tarihsel anlamda devleti; Tanrısal bir yürüyüş olarak tanımlayan Hegel, bu değerli hayaü köleleştirmekten sakınca duymamıştır. Çünkü filozoflar, dengeli düşünme biçimini hiçbir zaman beceremediler. Hayatı, bir bütün olarak kavrayamadılar. Kısmî teoriler ürettiler. İnsan yaşantısının sadece bir veya iki yönüyle ilgili düşünceler geliştirdiler. Tezlerini; hakikat arayışlarını, insana ve evrene bakışlarını; yaratıcıyı dışlayan ve tesadüflere yaslanan fikirlerle açıklamaya çalıştılar. Şimdi, bütün filozoflar fikir müzesindeki yerlerinde beklemekteler. Bazı düşünceler değersiz bitpazarı eşyası gibi, bazıları da değerli antikalar gibi kullanıcısını gözlemekte... Batının siyasal aktörleri, çıkarları söz konusu olduğunda tozlu raflardan bir filozofu indirip önlerine katarak Afrika, Asya veya Ortadoğu’da yapacakları operasyonlar için fetva alırlar.
Darwin ve Hegel, son yüzyılda kendilerinden en çok fetva alınan ve teorileri namluya sürülmüş mermi görüntüsü veren şahıslar oldular.
Güç, üstün ırk, ulusçuluk, antitez denilen olumsuzlama ve ötekileştirme, insanları inim inim inletmektedir.
Hegel; bireye ait olan ahlâk, servet, arzu, özgürlük, din, sanat gibi değerleri, devletin değerleriyle örtüşürse ve onun gücüne katkı sağlarsa kabul edilebileceğini söyler. Güçlü devlet yoksa bunların da bir anlamı olmaz. Bireyler gelir-gider. Devlet kalıcıdır. Birey kaderini bilmez, onu da belirleyen devlettir. Devlet de kaderi, yurttaşın kişiliğine göre çizer. Bu noktada, Darwin devreye girer ve devlete yük olanları doğal kaderlerine terk eder.
Sh:282-286
Hegel’in; güçlü devlet, realite, ulusçuluk gibi söylemlerinin yanında en önemli teorisi diyalektik yöntemdir. Geçmişte Aristoteles, Herakleitos ve kısmen de İbn’i Haldun’da izlerini bulduğumuz bu çatışma ve değişim teorisi; tez, antitez ve sentezden oluşur. Bir kavramı; kendi dünyası içinde, kendisini tanımladığı gibi tanımlamak gerekir. Bazı politikacıların yaptığı gibi; kavramları, tanımlanamaz ve lastik gibi her yana çekilebilir şekilde bırakmak doğru değildir. Evrensel kavramlar sözlüğü ve düşünce hayatına yapılmış en büyük zulümlerden birisi de, dili bozmaktır. Dil bozulunca, kavramlar; içeriğine uygun olmayan tanımlamalar, amacına aykırı yorumlar, köküyle ilgisiz açıklamalarla kafa karıştırır ve teorik kaosu, fiili çatışmalara yönlendirir.
Hegel de kullandığı kavramları, geçmişten gelen ve reel olan Avrupa kültürü içindeki verilerle tanımlar. Olması gereken Avrupa gücü ve kibri ile bağımlı olarak düşünür. Diyalektik formülasyon içerisinde değişimcidir, çatışmacıdır. Onun, düşünceleri çarpıştırdığı alanda zemin kayar ve siyasal Hegelcilik, silahlı Hegelciliğe dönüşür. Çeşitli finansal araçlarla Batı kapitalizminin yolunu açmış olan diyalektik düşünüş biçimi, finansal gücü “tez” olarak yorumlamış ve bu duruma da “sayısal Hegelcilik” demeyi pratik olarak hak etmiştir.
Hegel düşüncesinde tez, olumlu olandır. Onun ölçüsü de kendi teorisi içinde Batı’nın çıkarlarına uygunluktur. Akıl, tezdir. O, insanın tanrısal yönüdür. Eski Yunan’daki Tanrı anlayışı ile Hıristiyanlıktaki Tanrı anlayışı benzerlikler taşır. Görünmeyen bir Tanrı’ya inanmayı akla aykırı gören bu itikat; şekil, sembol ve heykellerle aklı rahatlatır. Halkı, aldatma ve oyalamanın yöntemi gibi görülen bu şekilcilik, ateizmin de zeminini oluşturmuştur. Görünmeyene, onun eserlerini analiz ederek inanmak, düzenlenmiş İncil’de bile tavsiye edilir. Ama filozoflar görünenleri, dünyayı, canlıları tesadüflere ve insan emeğine ve aklına-sağladıkları için Hegel işin kolayını bulmuş ve Tanrı’yı insana yerleştirmiştir. Ateistler de bu mantığa dayanarak, “o halde bana benzeyen bir varlığa neden inanayım?” derler ve Tanrılarını çevrelerinde ararlar, sonunda Tanrı’yı akla mahkûm ederler. Batı aklı, kurgularını filozofların bilgi mirasları ve nesnel olanlarla dizayn eder. Böyle bir akıl, elbette metafizik-göksel-dini kavramları redde yatkındır. Aklın karşısında, hepsi antitezdir. Dinsel, ahlâki, duygusal olanlar akıl onay verdiği sürece senteze yol açacak karışımlara dahil olabilirler. Sanat ve din, aklın felsefeden önceki aşamalarıdır. Felsefe, aklın himalayasıdır. Dolayısıyla felsefe, tezdir. Aslında felsefe dışındaki her şey olumsuzdur, demektir.
Güç, tezdir. Gücü zaafa uğratacak olan tüm kavramlar, olgular antitezdir. Gücün kavramlarını ve bakış açılarını üretecek olan akıl da felsefi akıldır. 18. yy. felsefi aklın pragmatik yapısı; çıkarcıdır, sevgi ve merhametten uzaktır. Bu kavramlar dinsel kavramlardır ve güçlü ulus ile güçlü devletin oluşumuna engel olabilirler. Onun için; gücün adaletle değil, silahla örülmesi gerekir. Bu nedenle Batı gücü, her zaman endişe verici ve korkutucu olmuştur. Sevgi ve acıma söylemlerinin İncil’in her yerinde görünmesi, öncelikle Incil’i dışlamaya sebep olmuştur. Papazların boşluğunu filozoflarla doldurup güzel kavramların yerine de; birikim, hırs, faydacılık, acımasızlık içeren felsefe kitaplarını koydular. Çürümeye yüz yutan din görüntülü Hıristiyan düşüncesinin etkinliğini iyice azaltan filozoflardan birisidir Hegel. Güç teorisini güçlü bir Avrupa oluşturmak adına formüle eden Hegel’in; ezen, sömüren, dışlayan uygulamalarda defterine sürekli günah yazılmaktadır. Bu defter, dünyevi bir kayıttır.
Hegel gücün bireye verilmesinden yana değildir. Temelinde adalet, ahlâk ve iyilik olmayan birey gücü; kamuya zarar verir. Ya kişisel kötülükler işler ya da örgütlenerek daha yaygın suçların yolunu açar. Yurttaşların her biri enerjilerini birleştirerek devletin güçlü olmasına katkı sağlamalıdırlar. Ulusun mutluluğu, ancak bu sinerjiyle gerçekleşir. Faşizmin güçlü devlet isteği ve projesinin fikir babası Hegel’dir. Elbette, hiçbir yurttaş, devletinin veya ülkesinin zayıf olup başka ülkelerin silahlarına hedef olmasını arzu etmez. Sorun olan güç, her şeye rağmen istenen güçtür.
Hegel’e göre devlet tezdir. “Devlet, ilahi fiillerin yeryüzündeki şeklidir. Kutsaldır. Onun için tapmalıyız. Devlet, Tanrı’nın dünyadan geçmesidir. Devlet; hukukun, ahlâkın kendisidir.” (Açık Toplum ve Düşmanları, K.R. Popper, Türk Siyasi İlimler Derg. Yay. c: 2, s: 32)
Güçlü devlet; gücün tez oluşundan ve gücün haklılığından dolayı, uygulamalarından sorgulanamaz, eleştirilemez. Devlet, kurumsal bir kişiliktir. Yönetenlerin hiyerarşik yapı içerisinde kullandıkları yasaklar da devletin kutsal yasalarıdır. Bu yasaların adalet ve ahlâk esaslarıyla yapılmaları gerekirken, güçle tanımlanmaları, yöneticinin dikta ve zulmünün yolunu açar. Hegel, devlet adına olduğu sürece bu zulme ses çıkarmaz. Güç tez olunca; zulüm sadece krallardan gelmez, silahlı demokratik ülkelerden de gelir. Çünkü güçlü devlet, diğerlerini antitezleştirip parçalayıp yiyecek kıvama getirir. Vatandaşlarına tek hedef gösterir; devletten yana ve onun için çalışmak... Devletin figüranlaştırdığı yurttaşlar, devleti baba gibi görürler. Babanın gücüyle kişilik sahibi olur ve başkalarına karşı küçümseyen-kibirli bir dil kullanırlar. Devletin verdiğine razı olur ve sahip olduklarından daha fazlasını istemezler. Devletin aldıkları, verdikleri ve yaptıklarında, “hikmet” ararlar. Hegel’e göre bireysel özgürlük, ona gücünün sınırlarını belirler ve insan, onu neyin güçlü kıldığını da bilir. Fransız ihtilaliyle oluşan havaya ve sonraları da liberalizme, bireylere özgürlük verip devleti zayıflattığı için karşı çıkar. Despot kralların ve kilisenin baskısından kurtulmaya çalışan insanları, yeniden devlet erkine kurban eder. Onun felsefesinde devlete inanmak ve itaat etmek esastır.
Hegel’e göre; Batılı ulusların ve onların kurdukları devletlerin güçlü olması adına ürettikleri tüm kültürel varlıklar tezdir. Felsefi, sosyolojik, siyasal, ekonomik, teoriler ve bunlardan kaynaklanan sistemler ve ideolojiler tez oldukları için olumludurlar. Diğer uluslar; Batının tezlerine inandıkları ölçüde olumsuz batıştan kurtulur, antitez olmaktan çıkarılırlar.
Antitez, Hegel teorisindeki denklemin ikinci ayağıdır. Olumsuz, negatif, değersiz, öteki, geri, zayıf gibi nitelemelerle değerlendirilir. İnsanları ve toplumları dar bir bakış açısıyla, tek yönlü ölçümlemek her zaman sorunlu olmuştur. Militarist Hegelcilik, silah gücüyle işgal etmiştir. Ekonomik Hegelcilik; tekellerin, tröstlerin, çok uluslu güçlü şirketlerin yolunu açmıştır. Siyasal Hegelcilik; güçlü olmanın, sistem ve ideoloji dayatmasını kolaylaştırmıştır.
Siyasal Hegelcilik, ayrışürmayı planlı ve kasıtlı bir niyetle yapmaktadır. Asırlardır, Hegel’den önce de kilisenin siyasal projeleri kapsamında olumsuzlama güçsüzleştirme, dışlama, sömürme-süregelmiştir. Asyalı, Afrikalı, Ortadoğulu ve Müslümanlar antiteze malzeme yapıldılar. Sentezler, hep güçlünün galibiyetiyle açığa çıkmıştır.
Sosyal Hegelcilik; bireylere kendini üstün, özel, ayrı görme kibrini aşılamıştır. Batı’nın gücü; sürekli eleştirilmiş ve sorgulanmış olmasına rağmen bugün, siyasal-ekonomik-askeri senaryoların altında imzaları vardır. Politik kurnazlıklar, kültürel reklamlar, finansal ve askeri güçler, Hegel’in ruhunu diri tutmaktadır.
Hegel’in tez-antitez ve sentez teorisi nötr bir teori gibi görülebilir, ama değildir. Herkes ve her toplum kendi inanç, kültür ve uygarlığını tez olarak görebilir. Bu formül, Batı için özel kurgulanmıştır. Hayata, insana ve tabiata bakışlarında adalet ve merhameti yaşatanların, bu tez içerisinde kendilerine yer aramaları gereksizdir. Çünkü ölçüler; Batı’ya göredir ve her toplum, Batı karşısında olumsuzdur antitezdir. Bu tavır da sadece düşmanlıklara neden olmuştur. Hegel’in görüşleri felsefi tartışmaların malzemesi olarak kalmamış, başkalarının hayatlarına karışmak ve karıştırmaktan geri durmamıştır. Öz benliğini zayıf görerek güçlü sandıklarına ihtiyaçlarını arz edenler, hayat hikâyelerini kendileri yazamazlar.
Hegel’e göre tez ve antitez çarpışarak, kaynaşarak yeni bir durum meydana getirir. Bu bileşkenin adı, sentezdir. Fikirlerin konuşularak, tartışılarak saygılı bir şekilde orta noktada buluşmalarıyla çatışma son bulur, zannedilir. Bu teoriye öyle masum bir görüntü verilir ki, sadece düşünce sahasındaki hareketlilik gibi anlaşılır. Politikacılar onları atölyelerine getirerek biçim verirler. Bazen düşünürler bile, düşüncelerinin nasıl kullanıldığına şaşırabilirler. Uygulayıcılar, rollerini bir senaryodan yola çıkarak oynarlar. Siyasal yayılma ve ekonomik göz koymaların teorik alt yapısında, filozof ve fikir adamlarının emeği vardır. Araştırma, sorma, eleştirme gibi düşünsel faaliyetler duraklayınca, toplumsal gelişim ve değişim de yavaşlar. Hayat, hiç durmadan akan bir nehir gibidir. Yeryüzünde; bir saniye sonrası, bir saniye öncesinden farklıdır. Canlı ve cansız her alanda sürekli bir dinamizm yaşanmaktadır. O halde; her şeyde bir hareketlilik varken, okuma-öğrenme-düşünme ve tartışmayı uykuya yatırmak kabul edilebilir mi? Hızla giden bir arabayı aniden durdurmak veya geri vitese atmak zarar verici sonuçlar doğurur. Geri vitesten, geçmişin birikimlerinden faydalanmamak anlaşılmamalıdır. İlmi olan, doğru ve ahlâki olan; eski ve yeni zamanların yanlışlarına kurban edilmemelidir. Doğru bilginin zamanı ve vatanı olmaz. O, insanlığa aittir. “Hırsızlık kötüdür” sözü, değişimle birlikte değerini kaybetmez. Ama her yeni oluşuma da fikrimizin ve bakışımızın olduğunu bilmemiz gerekir. Başkaları, insanların hayatlarını yönlendirmeye çalışırken, iyi ve adil olanların da topluma göz-kulak olmaları gerekir. Akan zamandaki görevden hiç kimse kaçarak saklanarak kurtulamaz. Her insanın günlük hayatında bile düşünceleriyle baş başa kaldığı saatlerin yararlı olacağı unutulmamalıdır. Yeter ki; akıl kendisini kilitlemesin ve insan, aklına küsmesin.
Hegel diyalektiğinde, sistemin işlemesi için yalnızca akla-mantığa ihtiyaç vardır. Duyular, yanılabilir. Onun için din, sanat, estetik gibi değerler duygu yoğunluklu olarak senteze giden yolda işlev göremezler. İnsan hayatı ve çevresinde olup bitenlerin akla uygun açıklamaları olmalıdır. Düşünceler ve düşüncelerin yansıması olan nesneler arasındaki çatışma ve değişimi ancak akıl, açıklayabilir.
Diyalektik düşünce, Hegel’e kadar bir konuşma ve tartışma sanatı olarak geldi. Herakleitos’un sürekli değişim fikrini, Hegel de benimsedi. Olumlu ile olumsuzun neden olduğu çatışma, düşüncelerin ve nesnelerin içindeki çelişkilerden meydana gelir. Tomurcuğun çiçeğe, çiçeğin meyveye dönüşümü de değişim ve sentezle açıklanır. Hayat, antitez olarak ölümü nefsinde barındırır. Hiçbir şey yok olmaz, değişerek dönüşerek tarih devam eder. Tarihi yorumlayabilmek için tezi ve antitezi bilmek gerekir, der Hegel. Gerçekler, doğrular sabit değildir. Sürekli değişim olduğundan gerçekler de zamanla değişir. Tanımlar, zıtlıklarıyla yapılır. Zıtlar da dönüşerek, sentezin içinde yaşarlar. Yeni bir varlık oluşur. Efendi-köle, devlet-yurttaş, erkek-dişi, beyaz-siyah, ince-kalın, sert-yumuşak, kuzey-güney, hayat-ölüm, soğuk-sıcak, iyi-kötü, doğru-yanlış, ekşi-tatlı, eksi-artı... gibi farklılıklar, Hegel’de zıtlıklar olarak belirlenir.
Avrupa’da kralların ve papazların insafına terk edilmiş insanlar, güvenlik sorunu yaşıyorlardı. Engizisyon tehdidiyle, korkunun esiri olmuşlardı. Kilise, iktidara hizmet ediyor ve her şeyi bölüşüyorlardı. İncil okunmuyor, yol gösterici gücünü giderek kaybediyordu. Okumayı ve düşünmeyi terk etmiş zihinler durağanlaşmıştı. Bu durumu gören filozoflardan birisi de Hegel’di. Tartışma ve yeniden düşünebilme boşluğunu doldurabilir niyetiyle diyalektik yöntemi, yönünü kaybetmiş topluma bir ilaç olarak sunuyordu. Tarihi ve toplumu; zıtlıklar teorisi ile yorumlasa bile, bu çelişki ve çatışmayı Avrupa topraklarından uzak tutmak istiyordu. Gücün egemenliğiyle, antitezler zayıflayacak ve sentezin içinde belirsiz hale geleceklerdi. Kabına sığmayan güç, sınır ötesi operasyonlarla potansiyel olumsuzlukları etkisizleştirecekti. Hegel’e göre hiçbir şey mutlak doğru değildir ve kalıcı olamaz. Diyalektik formül içerisinde güce sağlayacağı katkıyla değer kazanır ve değişim sürüp gider...
Gayemiz, geniş çaplı bir Hegel analizi yapmak değildir. Batı kültürünün öncülerini biraz olsun tanımak, teorilerinin nasıl sistemli bir ideolojiye dönüştürüldüğünü görmek ve insanların önüne konulan engelleri göstermektir. İçerisinde, biriki doğru cümleden dolayı bütününe sempati duymanın tuzağına işaret etmektir. Çelişki, çatışma, tez, antitez, sentez, güç, zıtlıklar, diyalektik, devlet gücü gibi kavramlarla ördüğü düşüncelerden inançlı ve ahlâklı insanların nasıl etkilendiğini anlayabilmektir.
Gücü ve sürekli değişimi, söylemlerinin merkezine almış olan filozoflar Herakleitos, Aristoteles, Nietzsche, Darwin, Hegel dünyanın her yerindeki insanları etkilemeye devam etmekteler... Bunların fikirleri kültürel bir okuma ve tanıma olarak anlaşılabilir. İslam’la yüz yüze gelmiş insanlar; inançlarında neyi eksik görürler ki, bazı felsefi ekollerden medet umarlar? Güç ve sürekli değişim pratik olarak, nasıl anlaşılmalıdır? Sermaye, silah ve insan gücü neden yoğun bir iştahla arzu edilir?
Sh:287-293
İslam; hem aklın korunması ve temiz tutulması, hem de iyi işlerle birlikte uyumlu bir hayatı önerir. Bireysel ve toplumsal ilişkilerde iyi, doğru ve adil ortamın kurulmasıyla, güvenilir bir kişilik inşa edilmesi çabalarını ödüllendirir. Bu nedenle Müslümanın bilincine ve onun ilahi mesajla terbiye edilip korunmasına çok önem verilir. Aklın bulanık, davranışların bulaşık olduğu bu çağda Müslüman ismi, iyilik ve güven beklentisi oluşturur. İnsanların bu beklentilerini boşa çıkarmak, ismimiz üzerinden İslam’a eleştiri getirmek ağır bir vebaldir.
Müslüman olmayı seçen insan; bundan sonraki hayatını, bakışını, duygu, düşünce ve ilişkilerini İslam’a göre düzenleyeceğine dair bir sözleşme yapmıştır. İman aracılığıyla insan, Allah’a söz vermiştir. Bu söz; Müslümanları, yeryüzünün görünmeyen, kaybolmuş insanları olmaktan kurtarmıştır. Kısa zaman dilimleri hariç, inziva denilen gözden ırak bir gizlenme istenmemiştir. Hayırlı işlere öncülük etmek, yarışmak ve her olumsuzlukta iyileştirici bir rol üstlenmek, cihadın genel çerçevesidir. Bilinmelidir ki; toplum Kur’an’dan söz eden insanın ahlâkını da gözetler. Yapısında hiçbir çelişki olmayan bir dinin izleyicileri olarak; inanç ve ilişkiler arasında aykırı bir hayat sürdürmeyi Müslümana yakıştırmaz.
Hegel teorisinin Batı siyasal düşüncesine yaptığı en büyük katkı; toplumları, inançları ve yaptıkları arasında çelişik bir duruma uğratarak etkisizleştirmek ve kendisine benzetmektir. Bu işlemi, değişim fikrinin önemi ve gereği üzerinde durarak gerçekleştirmeye çabalar. Çelişkileri derinleştirip kendi içinde çatıştırarak sürdürülebilir bir değişim dinamiği yakalamayı amaçlar.
İslam, kendisini Kur’an’la tanımlar. Kavramları, olayları, şahısları zıt veya antitez olarak adlandırmaz. Kültürlerine ve davranışlarına bakarak isim verir. Çoklu Tanrı inancı veya Allah’a ait sıfatları başka varlıklara vermenin adına şirk, bu yolda olana da müşrik der. Aynı şekilde kâfir, münafık gibi etiketleri de kullanır.
Müslümanca bakış; değişimi, bireyselden başlayıp toplumsala doğru giden tümevarım yöntemiyle açıklar. Önce bilgilenecek kaynağı gösterir, sonra doğru düşünebilmenin yollarım öğretir. Akılda gerçekleşecek değişimi davranışlara yönlendirir. Sahih bir iman ve salih amel doğru ve güzel işler uyumlu değişimin iki ana sütunudur. Kur’an, Müslümanın hayatında ikisini bir arada ister. İslam; küfür veya şirk içinde kalarak hem kendi nefsine ve hem de hak-hukuk dinlemeden diğer insanlara yapılan zulmün terk edilmesini değerlendirir ve över. Şirkten pişmanlık ve tövbe ile ayrılıp, imana yönelmekle oluşan değişim, İslam açısından en yüce değişimdir. İnsan, bir durumdan başka bir konuma tövbeyle geçebilir ya da bulunduğu durumu inatla koruyup değişime direnir. Müslümanları, başka ideoloji ve yaşam biçimleriyle senteze zorlayanlar Müslümanın direncini, çağdışılık veya gericilik olarak anlatır ve suçlarlar. Onlar, kutsal bildikleri kilise-İncil egemenliğine doğrudan saldırdıkları ve filozoflar dünyasına kolaylıkla savruldukları için çağdaşlığı bir üstünlük veya yeni bir tez olarak savundular.
İnsan, Müslüman olmakla hakikati bulmuştur. Hayatında olan olumsuzlukları terk ederek yeni bir yola girmiştir. Çünkü iman, kişiyi değiştirir. Bir Müslüman için İslam, onun değişmezidir. Allah’ın yaratma ve yönetme yasası ile yargılama yasası da değişmez. Allah’ın görevlendirdiği elçilere, onlar aracılığıyla insanlara verilen mesajlara da değişmez bir şekilde inanılır. Onun yasalarında değişiklik görülmemesi,
“O, her an yeni bir iş üzerindedir.” (Rahmân, 29) ayetiyle farklı görülse de bu ayet diyalektik teoriye malzeme yapılamaz. “O halde, boş kaldın mı kalk yorul” (yeni bir işe başla) (94/6) ayetini de sürekli değişim düşüncesiyle açıklamak, arızalı bir yorum sayılabilir. İnsan zihninde imana dönüşmüş olan İslam, ona yön veren ve davranışlarını kontrol eden bir yapıdır. İbadet denilen bilinçli iş görme hali, Müslümanı sürekli hayırlı ve faydalı işlerle ilgilendirir. Bebeklikten son nefese kadar giden çizgide elbette, hayatta birçok değişim yaşanılır. Bu değişimlerde, iyi ve kötü bilinerek ve daima iyi olan tercih edilerek yol alınır. Doğru olana çatışarak varmak, felsefi bir yöntemdir ve ulaşılan doğru da, her zaman değişebilecek olandır. Sürekli değişim; toplumsal hayatı zorlaştırır, yeni yasalar ve uygulamalarda sorunlar çıkarır.
Bazı filozoflar; nesneleri, olayları ve düşünceleri gördükleri gibi anlatırlar, bir sonraki aşamayı göremezler. Hegel gibi bazıları da her şeyi birkaç evreyle birlikte açıklarlar. Biri toprağa sadece toprak der. Diğeri toprağın içindeki metallerden ayrışarak çeşitli işlemlerden sonra başka başka bir nesneye dönüşünü anlatır ya da su ve samanla karıştırılarak bir yapı olarak ortaya çıkışını gösterir. Yolun başında durup son istasyonu işaret etmek gibi... Değişimlerin, insana ve toplumlara olabilecek maliyetini analiz ederler. Müslüman olmakla yaşanan dönüşümün kalıcılığını sağlamak için gerekli kuralları da öğretir. Böylece bilinç ve kişilik gelişerek toplum içindeki varlığı, aranılan ve sığınılacak bir kimlik haline gelir. Bu kimlikle hesap gününe hazırlanır. Kur’an; tıpkı nesnelerin başka bir nesneye dönüşümünü izleyen süreci insanda da izler. Kim, neye inanır, ölçüsü ne, nasıl yaşar? Bu sorulardan alacağı yanıtlara göre insanın, son halini belirler. İman ve iyilikle ona verilecek ödül, şirk ve kötülükle alacağı ceza, ona önceden söylenir. Yeryüzünde, ilahi olana sadakat göstermesi istenir. Beşeri olanı tanıyıp anlayabilecek basireti kazanması önerilir. Ancak bugün, geçmişin putperest şirk kültüründen çok farklıdır. O günlerde şirki tanımak çok kolaydı. Şimdi, yaşam biçimleri üzerinden zihniyet değişimi hedeflenir. Müşrik olmadan da, ilahi olana ilgisiz bir tutum sergilenebilir. İnsana, evrene ve olaylara bakışı, inancından farklı olarak gösterebilir. Bunun için filozoflar eliyle şekil verilmiş ve politikacıların fırınında pişirilmiş ideolojiler, imanın yerini alabilecek bir forma sokulabilir. Tabiî veya sonradan olma farklılıkların varlığını ve özgürlüğünü, çatışmaya yol açmayacak yöntemlerle korumak gerekir. Oysa farklılığı; zıüık veya çelişki olarak tanımlamak, çatışmanın kapısını aralar. Amaca ulaşmak için her aracı meşru kılmanın bir yolu da, işte bu farklılıkları çatıştıran politikadır. Din, dil, ırk, ideoloji ve çıkar hesaplarıyla Machiavelli ve Hegel birlikteliğini sağlayan Batı, kan ve sömürü çarkını çevirip durmaktadır... Öncesinde ise uzun yıllar sürmüş olan kültürel bozgunculuk, ideolojik propaganda, yeni alışkanlıklar, gelenekselin kırılması, istihbarat çalışmaları ve iyilik görüntülü sivil toplum kuruluşlarının yoğun faaliyetleri söz konusudur. Bu bağlamda, Marksist-Sosyalist söylemleri; sosyal adaleti sağlayacak, emeği değerlendirecek, yönetimi halka verecek ve her türlü emperyalist hareketlere karşı koyacak bir sistem olarak yüzyılın başlarında piyasaya sürdüler. Kendi ülkesindeki değerlere yabancılaşmış bazı aydınlar da (!) kurtuluşu; bazen tekil bir sosyalist savunmada, bazen de var olan kültüre, sisteme sosyalist eklemede buldular.
İslam; bölünmez, ekleme ve eksiltme kabul etmez, içinde çatışma tohumlarını yeşertecek çelişkiler taşımaz olduğu halde, “İslam Sosyalizmi” sevimli bir söyleyişle taraftarlar aradı. İnsanoğlu; adaletsiz bölüşümü, azgın ve şımarık yaşantıyı, israfı, lüksü ve karşısında yoksulluğu gördükçe kurtarıcı zannettiği ideolojilerin ardına düşmüştür. Marksizm, acımasız kapitalizmi ortadan kaldıracak ve içinde insancıl söylemleriyle halkların umudu olacak bir teoriyle dünyanın çeşitli coğrafyalarında izleyicilerine ulaşmıştır. Müslüman olduğunu söyleyenlerin, niye İslâm’ı seçtikleri ve ne yapmaları gerektiği konusunda bilgi sahibi oldukları kabul edilir. Kitabı okudukları, sahih iman ve salih davranışları hiçbir kuşkuya yer bırakmadan kavrayabildikleri beklentisi geçerli görülür. Her inanç, her ideoloji, hatta her meslek sahibinin kendisini ilgilendiren kuralları bildiğine inanılır. Henüz yolun başında ve yeni başlayanlara, acemi veya çırak sıfatı uygun görülür. Otuz-kırk yıl süresince Müslüman olduğunu söylediği halde, bu dinin acemisi veya çırağı kalmak uygun olabilir mi? Buna rağmen; çırak olarak kalmayı yeğleyenler bilmese ve tanımasa bile hayatlarına, bazı ideolojik, kültürel ve geleneksel görüş ve söylenceleri eklemekten kurtulamazlar. Darwin’i ve Hegel’i tanımamış, Marxizm’i ve sosyalizmi ayrıntılı incelememiş olabilirler ve reddederler. Ama kendi inançlarını iyice öğrenmedikleri için, bütün kültürel saldırıların açık hedefi haline gelebilirler. Aradan uzun zaman geçince de dine aitmiş gibi görülmeye başlanır ve ayıklamak zorlaşır. Bu etkilerden dolayıdır ki; Müslüman olduğunu söyleyen çoğunluğun, fikirlere ve olaylara Müslümanca bakmadığı anlaşılır.
Sh:301-305
İnsan hayatında değişmez değerler vardır. Bunları korumak insanı ve toplumu güçlü kılar. Değerli olanları değersizleştirmek, inşam zayıf ve yalnız bırakır. Zayıf ve yalnız olan da ne özgürlüğüne ve ne de haklarına sahip çıkabilir.
Değerlere sahip çıkmak ve değersizliği yaşam biçimi yapmış olanları uyarmak adına;
“Arsız, densiz, ilkesiz, haddini bilmez, bayağı isen, yanımıza uğrama.
Küstah, mürai, tufeylî, zevzek, müptezel, basmakalıp isen kapımızı çalma.
Palavracı, korkak, kalleş, ahlâksız isen eşiğimizi geçme.
İçtenliksiz, sevgisiz, pespaye, paçoz isen evimize gelme.
Çilehanedir burası, hoşgörü dergâhı değil.
Ahde vefa bilmez, tövbe tutmaz isen sakın gelme.”
(Alev Alatlı, Beyaz Türkler Küstüler, s: 455, Everest Yay. İst. 2013)
Yalnızlaşan insan; olabilecek krizleri düşünerek varlıklarını gizleyip korumakta, ihtiyaç duyulduğunda kendisine başvurulmaması için de yakınlarıyla bağlarını koparmaktadır. Kimileri pervasızca bütün varlığını gözler önüne sererek evini, arabasını, tatilini, akşam yemeğini ballandırarak anlatır. Kimileri de hayatlarının görülmesini ve bilinmesini istemedikleri için sofralarına yakınlarını ve yoksulları çağırmazlar. Birkaç gayrimenkulle garantiye (!) aldıkları geleceklerinde; eşinin, kucağında çocuğuyla dilenebileceği olasılığını hiç düşünmezler. Kimileri de;
“Sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça asla iyiliğe eremezsiniz.” (Âli İmran, 92)
“Göz yummadan alamayacağınız kötü şeyleri sadaka vermeye kalkmayın.” (Bakara, 267) diyen Kur’an’a rağmen; içinde zaten fukaranın yediği birkaç gıda maddesi olan ve kendi evine bile götürmeyeceği ucuz ramazan paketleriyle ya da yakası yıpranmış gömleklerle hayır yaptığına inanır. Elbette, zerre kadar iyiliğin karşılığı vardır. Yalnızca küçük hayırların, kalıcı hayırları engellemeleri ve ertelenmesinden endişe edilir.
İşte liberalizm, insanı endişeli, korkak, bencil ve yalnızlaştırır. Yalnızlaşan insan, servetini kaybettiğinde de yalnız olarak bir köşede yitip gidecektir. Onun böyle davranmasına rağmen; toplumda insanlık amacını taşıyanlar varsa, onlar yardımlarını esirgemezler. Sorumsuz, şımarık, gösterişçi, sadece kendisini düşünenlerden elbette yardım ve merhamet beklenmez. Yardıma ihtiyacı olanlara kimse el uzatmazsa; “yarın aynı durumda olduğumda da kimse bana yardım etmez” diye düşünmek normal hale gelir ve liberalizmin arzu ettiği bireysellik gerçekleşir. İnsanlara iyilik yönünde hatırlatmalar ve kötülük konusunda uyarılar yapmayı aklın özgürlüğüne müdahale sayan liberalizm, bu konudaki çalışmaları da benimsemez.
Bireyin özgürce düşünüp davranmasını savunduğu için toplumsal grupların çıkarları söz konusu olduğunda da bireye öncelik verir. Bireyin kendisini sınırlayan geleneksel, kültürel veya inancıyla ilgili kurallarla özgürlük arasında kalındığında, seçimini özgürlükten yana kullanır.
Sh:347-348
Batı’da bireysel ve toplumsal gidişin azgın ve taşkın görüntüsünden rahatsız olan bazı ruhbanlar, toplumu ve bireyleri yeniden dine yönlendirme çalışmalarına başladılar.
“Din elden gidiyor” söyleminin en önemli temsilcilerinden birisi, Kardinal Ratzinger’dir. “Avrupa, Tanrı’yı bir kenara itmemeli” diyor. Ona göre; laiklik, artık tarafsız olmaktan, herkese özgürlük alanı açmaktan çıkmış vaziyettedir. Katolik ya da Hıristiyan vizyonuna kamusal alanda yer bırakmıyor.”
Ratzinger’in sızlanmasını anlamak güçtür. Belki vicdanının bir kenarındaki İsevî kırıntı onu rahatsız etmektedir.
“Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” söylemi, bir ayet gibi siyasal yapı tarafından kilise eliyle İncil’e yerleştirilmedi mi? Çünkü Batı’da senaryolar uzun vadeli düşünülerek çizilir. Liberalizmin ve laikliğin teorik alt yapısı, kiliseye hapsedilse de İncil’le oluşturuldu. Liberalizme aykırı olsa da inançla ilgili uygulamalar yapısal ve kurumsal anlamda kilisenin egemenliğine verildi. İnanç; politik organlar eliyle yasal ve kurumsal düzenlemelere terk edilirse, toplumda adaleti ve iyiliği yönlendirmesi zorlaşır. Kontrolüne girmiş olduğu siyasal sistemin uygulamalarını eleştiremez. Batı’da işini bitirmiş olan laiklik, başka inançlar üzerinde devlet kontrolü oluşturmaya çalışmaktadır. Liberalizme ve aklın özgürlüğüne önem verenlerin, siyasal gücün vesayetine ses çıkarmamaları büyük bir çelişki değil midir? Hristiyanlıktan kurtulmak için filozofların özgür aklı, siyasal ve ekonomik çıkar sahiplerinin üzerinde uzlaştıkları ortak akla dönüştürüldü. Kilise, bu çarpıtmaya ses etmedi.
İman ve akıl tanımlarında; ayrıştırarak, aklı merkeze alan ve imanı yenilmiş gibi gösteren analizlere de müdahale etmeyince, asıl yenilen Hıristiyanlık ve kilise oldu. Liberalizm; kaşıdı yorumlarla imanın, insan hayatıyla ilişkisini koparmak istedi. Laiklik, alan ayrımı yaparak, imanı bireysel seçimlik alana özgü kıldı ve kamusal alandaki rolünü etkisizleştirdi, siyasal arenada oyunlar bitmez ama esas tehlike, onlarla işbirliği yapan ve aklı doğru kullanmayan düşünürlerden gelir. Politik figürler, düşünürlerden aldıkları veya onlara yaptırdıkları tanımlamaları kullanırlar. Politikacılar, kendi üretimleri olan ve gündelik siyasete malzeme edilmiş adlandırmaların ve içeriksiz kavramların kalıcı olmayacağını bilirler. Onun için her şeyi siyasallaştırırlar. Hıristiyanlık da belli bir aşamadan sonra Hristiyancılığa ve siyasal Hıristiyanlığa dönüştürüldü. İnsanları kendi hedefleri doğrultusunda kullanmak ve onların sırtından geçinmek isteyenler, onların iradelerini diledikleri gibi yönlendirirler. Onlara; sadece bilmeleri gereken bilgiyi, her yöne çekilebilecek şekilde verirler. Dili bozarlar, yasaklarlar, kelimelerin içini gerektiğinde tekrar değiştirebilecek biçimde düzenlerler. Kilise; liberallerin ve laiklerin filozoflardan devşirdikleri anlam saptırmalarına, neden gerçeklerle karşı koymadı? Tuzağa mı düştü, yoksa İncil’in rafa kaldırılması için işbirliği mi yaptı? Allah’tan gelen mesajın Hz. İsa’nın diliyle insanlara iletilmesinde, kapalı ve karışık bir durum yoktur. Allah’ın insanlardan ne istediği anlaşılır ve açıktır. Hz. İsa, Müslümandı ve O’na gelen dini adı İslam’dı. Kilise ve papalık kurumu, inancı sulandırıp mesajları derleyip değiştirince Hıristiyanlık doğmuş oldu.
Aydınlanma düşüncesi Hıristiyanlığı; söylediği her şeyi akla uygun ve bilimsel bir şekilde delillendirmeye davet etti. Bir yandan liberal oluşumun cazibesi, diğer yandan Hıristiyanlığın çaresizliği, Hıristiyanlığı metafizik dogmalar dünyasına itti.
Hz. İsa’yı ve insanlara ilettiği vahyi etkisiz kılmanın bir yöntemi de, yeryüzünde görünür bir ilah yaratma fikri idi. Görünür olması, aklın kolay kabul edebileceği bir tasarı olarak sunuldu. Göklerde görülmeyen ilah ise ancak dogma ile açıklanabilirdi. Üzerinde düşünmek, varlığım kavramak ve tartışmanın gereği yoktu. Olsa bile ispatlamak mümkün değildi. Buradan harekede din ve onun inancı olan iman, “dogma” olarak etiketlendi. Dinin pabucu dama atılmış, filozoflarca kurgulanmış akıl ve deneylerle ortaya konulabilen bilimsel veriler, “mutlak doğru” gibi teorilerde ve pratikte yerini almaya başladı. “Dogma”; bir görüşün ve düşüncenin sorgulanamaz, tartışılamaz olması ve mutlak kabul edilmesidir. Bağnazlık veya taassup; herhangi bir delile dayanmadan, akıl ve bilimsel yöntemlerle de ispat edilemeyen, değişime ve gelişime kapalı olan bütün inançları kapsar. Allah, cennet-cehennem, hesap günü, kulluk, iman gibi kavramlar kilisenin otoritesine terk edilmiş dogmalar olarak nitelendirildi. Kilise bu anlamda, tanımlamaları kendisine ait olmak üzere özgür bırakıldı. Yasal, siyasal ve ekonomik hayata müdahale etmesinin de önüne geçildi. Laiklik, böylelikle kurumsal bir yapıya kavuştu ve her iki alanın ideolojisi haline getirildi. Oysa Hz. İsa’ya gelen mesajlarda ve hatta insan eliyle düzenlenmiş İnciller de bile hayatın tümünü ilgilendiren bilgiler yok muydu? Bireysel ahlâka, aileye, ekonomiye, yönetime ve nasıl inanılacağına dair sözlere rağmen kilise, nasıl kısıtlanmış bir role razı oldu? İmanın dogmayla tanımlanması; ahlâkı, adaleti, merhameti, iyiliği ve bütünüyle ibadetleri hayattan dışlamaz mıydı? Dinin dogma olarak nitelendirilmesi; sorgulanamayan bir insanın kutsallaştırılmasına, siyasal sistem açısından diktatörlüğün, krallığın ve faşizmin yolunu açmaz mıydı? Dini, dogma olarak adlandıranlar ve onun kontrolü dışına çıkanlar, yeni dogmaların oluşmasına engel olabilirler miydi?
Yasaların içerisine; “değiştirilemez, yok edilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez” gibi maddelerin konulması, hayatın gerisine düşmesi halinde bile dokunulmaması aklın bir dogması değil midir? Bir şeyi dogma olarak ilan ederken, karşısına başka dogmalarla çıkılmamalıdır. Mademki dogmalar, değişime ve gelişime kapalıdır, o halde yeni dogmalar oluşturmak niye? Sorulamayan, sorgulanamayan ve eleştirilemeyen bir liderlik ve sistem anlayışı, siyasal bir dogma değil midir? Liberal düşünceyi ve laikliği, insanlığın geldiği son aşama gibi göstermek, değişim ve gelişmenin önünü tıkayan bir dogma değil midir? Bu, dine karşı din değil de nedir? Sorulamayan, sorgulanamayan ve eleştirilmeyen bir tarikat lideri ve onun yolu, dogmatizme zemin hazırlamaz mı?
Elemanlarının eleştirisi ve yeni düzenlemelerine kulak tıkayan bir patron, işini verimli tutabilir mi? Danışmanın, tartışmanın ve araştırmanın hor görüldüğü yapılar ve sistemler, uzun ömürlü olabilirler mi? İnsanı, “gassalin önündeki meyyit” gibi göstermek ve akletmeyenleri sadık müritler haline dönüştürmek, yaratılışa aykırı değil midir? Dogma tanımı, bir projedir ve insanı Tanrı karşısında; özgür, güçlü ve sorumsuz bir konuma yerleştiren felsefik bir kutsamadır. Bu kutsama; orada kalmaz ve sadece yasalarla yapılmış bazı sınırlamaların dışında, her istediğini rahatlıkla gerçekleştirebilen bir çıkar dünyasına sürükler. Yanlış tanımlar veya doğrulara yapılmış uydurma iliştirmeler, kafaları karıştırır. Bütünüyle yanlış olan bir düşünceyi sunmak kolay olmaz. Onu; doğrularla birlikte pazarlamak, en etkili yoldur. Bu nedenle geçmişte, yok etmek istekleri kişilerin balına zehir katarak ikram ederlerdi. “Uyanık olun, zehri balla sunarlar” sözü; Mao’ya ait veya önceleri muhtemelen başkaları tarafından söylenmiş olmasına rağmen, Mao da dahil bütün ideologlar kendilerini kutsallaştırdı ve ideolojilerini dogmatik hale getirmediler mi? Onlar da, karşı çıkanları usturuplu yöntemlerle ortadan kaldırmadılar mı? İtiraz edilemeyen ve karşı konulamayan kilise, engizisyonu zalimce kullanmadı mı?
İman, aklın ikna olduğu bilgidir. İlahi olanı, beşeri düşüncelerle karıştırıp dogmatik renge büründüren kilise-filozof ve politika üçlemesi, insanın sağlıklı bir iman tanımlamasına da engel oldu. İman; sorulamayan, üzerinde düşünülemeyen ve sonuçta kabul edilemeyen soyut bir kavram mıdır? Metafizik, göksel, bilgisi olmayan, bilimsel ve laboratuvar teknikleriyle açıklanamayan, astrolojik tahminlere hapsedilmiş, yıldızlara bakarak üretilmiş bir sözcük müdür? Görülenler üzerinden fikir yürüten insanın, görünmeyen hakkında bilgisi ve inancı olamaz mı? Oysa ilk insandan beri, son elçiye verilmiş mesajlarda; görünmeyene olan inanç, görünür olanların bilgisiyle de sağlamlaştırılmıştır. Vahiyle bildirilmiş ve gözlemlerin etkisiyle imana ulaşılmıştır. Fıtratını bozmuş ve aklını perdelemiş olanlar; yanlış iliklenmiş ilk düğmenin, sonraki düğmeleri de yanlış ilikleyeceğini göremezler. İman, kör bir teslimiyet değildir. Öncelikle akletmek, araştırarak hakikate ulaşmak insani bir değerdir. Bilgi, imana ait bir cevherdir. Onun için atalardan görülmüş olması, taklit ve alışkanlık, değersiz bulunmuştur. Böyle olsa bile; araştırmak, öğrenmek, sormak, tartışmak, kıyaslamak değerli sayılmıştır. “Babam Müslümandı, onun için ben de Müslümanım” diyenin alışkanlığını ve taklidini, bilinçli bir tercihe çevirmek ve bilerek inanmak, insanı emniyetli kılar. Bu nedenle imanın akıldan ayrı soyutluğu söz konusu değildir. Bilgi; kaynağından alınmış, akılda işlenmiş ve doğru olduğu konusunda kalpte yerini bulmuşsa; sahibini imana ulaştırır. Bilgi ile iman arasında samimi gayretlere ihtiyaç vardır. Hakikati bulduğunda onu imanla taçlandırmamışsa; Kur’an’ın deyimiyle, “kitap yüklü eşek” olmaktan kurtulamaz ya da kütüphane bekçisi olmaktan ileri gidemez. Dogmatizmin uğraşı da bu değil miydi? Bilginin imanla ilişkisini koparmak... İmansız bilgi, kuru bir bilgidir. Böyle nitelikteki bilgi tehlikelidir. Çıkar amaçlı kullanılır veya yüreklere korku salmanın bin bir türünü icat etmeye yarar. Bilgisiz iman ise kapıları; hurafelere, efsanelere, uydurmalara, delilsizliğe ve kolayca aldatılmaya açık tutar.
Aklın tek şahidi göz değildir. Eğer verileri yalnızca gözden alsaydı, o zaman görünenlerle yetinebilirdi. Sağlam çalışan akıl, görmediği halde de ikna olabilir. Bilimsel gözlemlere, deneylere ve bilimin söz söylemesi için bir beklentiye de girmez.
İman, akıl işidir ve zihni kilitlemekle inanca ulaşılamayacağı bilinmelidir. Doğruları bildiren vahiyle ve hiç yalan söylememiş son elçinin dili; Allah, cennet-cehennem, görmediğimiz varlıklar ve hesap günü hakkında bize, bilgi ve inanç verir. Vahyin dili ile ona iman etmiş peygamberin dili yeterli kanıt olmasına rağmen; yine de gözlemlerimizle, aldın ikna kabiliyetine güç verecek verileri düşüncemize önerir. Müslümanları, “doğruyu araştırarak bulanlar” olarak nitelemesi, bu hakikatin dillendirilmesidir.
“Müslüman olanlar, doğru yolu araştırıp bulanlardır.” (Cin, 4) İmanın körü körüne bir saplantı olmadığını ve Müslüman olmanın, araştırılmış incelenmiş bilgiyle gerçekleştirilmesi gereklidir. Bilenlerin, “tahkiki iman” ve “taklidi iman” tartışmalarında; doğruya hakikate ulaşmak için yapılan araştırmalardaki emeği, değerli bulduklarını okuruz.
Yaratılış ve yaşayışın sebep ve sonuçlarının bilinmesi ve iyi insan olunması için, kendisini koruyan ve diğer insanlara güven verecek bir imanla donanmak, Kur’an’ın metodunu kavramakla mümkündür. Kur’an; sorular soran, eleştiren, kıyaslayan bir yöntem kullanır. Hz. İbrahim’in gezegenlerle ilgili sorulan, göğün direksiz duruşu, devenin ve sivrisineğin yaratılışı; insanın oluşum, doğum ve büyüme süreci, mevsimler, yağmurlar, dağlar, denizler, çeşit çeşit bitkiler, rengarenk canlılar... Bir yaratıcının varlığına inanmayı gerektirmez mi?
“Nefsini bilen, Rabbini bilir” sözü, aklını kullanan için işarettir.
Bazı insanlar bir soruyla veya bir cevapla bu imana ulaşırken, bir kısmı da çoklu sorular ve kıyaslamalarla ulaşır. Bazıları da tembel zihinlerini harekete geçirmez, belirsiz bir güç veya tesadüflere teslim olup giderler.
İman; soran, analiz eden ve bilgilenerek ulaşılabilen bir sonuçla kıymet kazanır ve dogmatizmin kör kuyularını reddeder. Dogmacılık; kasıtlı ve kurnazca işlenmiş bir ideoloji olarak aslında, imanı kör kuyulara atıp, bir daha insanlığa yol göstermesini önlemek için tezgâha sürülmüştür. Vahyin kuşkusuz dili ve Resullerin yalansız dilini; önce inkâr etmeleri, sonra da dogmayla adlandırmaları sebepsiz değildir. Kendi kuşkularını, başka akıllara felsefi bir teori olarak sunanlar, kavramlarla oynayarak, aklın özgür çalışmasını engellemek isterler ve yönlendirirler. İmanlı bir aklın, liberal kapitalizmin tezgâhını bozacağını bilirler. Dogmatik söylemler bu anlamda, yanlış iliklenmiş bir düğme olarak liberalizmin gömleğine dikilmiştir. Birkaç kişinin kazdığı mezara insanlığı itenler, kurtulmak ve insanlarını, boylarını aşmış, gam kasavetten çıkarmak istiyorlarsa öncelikle, kavramlara doğru anlamlar yüklemelidirler.
Döndüm, iki kişi mezar eşiyor
Gam kasavet gelmiş, boydan aşıyor. (Ruhsati)
“İnanacaksanız, insanların (Müslümanların) inandığı gibi inanın” dense, “O Süfehanın (budala, aptal, akılsız, beyinsiz) inandığı gibi inanır mıyız?” derler. (Bakara, 13-14)
İnsanlar (müminler), gaybe (görünmeyene ve nasıl, ne zaman, nerede sorularına cevap verilemeyen, az bilgi veya hiç bilgi) inanırlar, “sana ve senden öncekilere indirilene” inanırlar, namaz kılar, infak ederler. Bunlardan dolayı karşılaşılacak sonucu da kabullenirler.
“Süfeha” olarak adlandırdıkları kimseleri, yeni felsefi terimle “dogmatikler” diye yaftalarlar. Aklını kullanmayan, ispat edilmesi mümkün olmayana inanıp saplanmakla suçlarlar. Yani değişen hiçbir şey yok... Kavramların adı değişse de, içeriği aynıdır. Ha beyinsiz denilmiş, ha dogma denilmiş. Müslümanlar gibi inanmayanların fesat (bozgunculuk) çıkardıkları söylenince de, “biz ıslah (iyileştirici) edicileriz derler.” Fesat çıkardıkları halde, “iyileştiriciyiz” demeleri; zehri, balla sunmak değil midir?
Sh:372-378
Kaynak: Bayram KARAÇOR, İnsana Yön Veren Değerler, Beyan Yayınları, Ocak-2015, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar