İNSANA YÖN VEREN DEĞERLER
Hzl: Bayram KARAÇOR
İdeolojik aklın oluşumunda
katkısı olan fikir adamlarından birisi de Hegel’dir. Marksist ve faşist
ideolojiler ondan çok faydalandılar. Az gelişmiş ülkelerdeki solcular, ona sempatiyle
bakarlar ve faşizme yaptığı katkıları bilmezler. Marx’ın Hegel’den söz etmesini
ve adını anmasını değerli sayarlar. Diyalektik formülü, Marksizm’e
uyarlamasından dolayı da “sol Hegelcilik” diye adlandırılır. Avrupa faşizminin
Hegel’den faydalandığı yönüne de “sağ Hegelcilik” denilir. Faşizm de, Marksizm
de iki ayrı Avrupa ideolojisi olarak, Darwin’in ve Hegel’in birlikte diktikleri
ceketi giymişlerdir. Üzerlerindeki elbiselere bakınca hangi terziden
giyindikleri bilinebilir. Oysa Darwin ve Hegel’in elbiselerinde; mahalle
terzilerinin çoğunlukla yaptığı gibi büyük giysileri küçültüp bedene
uydurmuşlar ya da eski elbiseye yeni yama yapmışlardır. Yani eski Yunan’dan ve
yağmalanmış Endülüs kütüphanelerinden aşırılmış fikirlere kendi ters
etiketlerini yapıştırdılar. Anlaşılan o ki, Batı cephesinde yeni bir şey yoktu,
sadece eski teoriler kategorize edilerek adına; liberalizm, kapitalizm,
Marksizm gibi,; olayların, şahısların ve düşüncelerin görüntüsüyle
isimlendirildiler.
Filozoflar; hayatı anlamak, hakikati aramak ve huzuru
bulmak adına insanlar için araştıran düşünürlerdir. Tarihsel olarak bu
çalışmalar, Allah’ın mesajının unutulduğu veya etkisiz kılındığı zamanlarda
artmıştır. Hegel’in, Darwin’in ve daha birçok düşünürün boy gösterdiği tabloda,
gidişatı beğenmeyen bazı düşünürler; samimi din adamlarının sözlerinin
dinlenilmediği, İncil’in okunmadığı, kilise ve bazı görevlilerin kirli işlere
bulaştığı bir zamanda, kilise dışı çıkış arayışında idiler.
Çürümüş bir yapıda; Tanrı’nın, İncil’in, din
adamlarının rolü bitmişti. Yeniden insana ve akla dönülmeliydi. Belki de bu
bozulmuş görüntünün etkisiyle, Batı’daki hemen hemen tüm filozoflar; yaratan,
büyüten, besleyen ve hesap gören bir Tanrı inancına yabancı kaldılar. Tanrı’yı
tamamen de inkâr etmediler. İşlevsiz bir cevher olarak nitelediler. Onu alıp
insana yerleştirdiler.
Hegel’e
göre Tanrı insandır, insan Tanrıdır. Tanrı, insanda akıldır. Akıl; hem din, hem
Tanrının yerine oturtuldu. Doğadaki değişim ve dönüşüm, akıl ile
gerçekleştiğinden, durağan ve mistik kurumlara ihtiyaç yoktu. Yeni Avrupa, bu
şekilde yol alamazdı. Ona, daha dinamik ve ilerlemeye uygun bir kimlik
kazandırmalıydı. Aksi halde Machiavelli’nin 1500’lü yıllardaki kilise analizi
sürüp gidebilirdi. Ahlâksız papazların; hem kendi halkını soyduğu, hem de
emperyalist hareketlere cevaz verdiği günah süreci devam ederdi.
“Bu çağ, piçler ve maceracılar
çağıdır. Bu toplum, sanki Aristoteles’in ’insan, yasa ve adaletten ayrıldığı
zaman hayvanların en kötüsüdür’ sözünü doğrulamaktadır. Papalar, aşağılık ve
utanmaz işler yapmaktadır. İktidar ile kilise, zulüm, cinayet ve fuhuşla iç
içedir. İyi niyet ve doğruluk, aydın kişilerin sözünü bile etmeyeceği çocuksu
endişeler olmuştu.” Siyasal
amaçlar uğruna her yolu geçerli gören Machiavelli, ahlâkın yerlerde sürünmesine
isyan etmiş ve Hıristiyan ahlâkını, öbür dünya ile ilgili olduğu için
lanetlemiştir. (George Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi2, Ankara 1969 Sevinç
Matbaası, s: 10)
Filozoflar; Avrupa insanını rahatsız eden din
görünümlü uygulamalar için çözüm ararlarken; güçlü Avrupa’yı kurmayı
kolaylaştıracak sömürgeleştirme faaliyetlerine hiç ses çıkarmadılar.
Teorilerinde; kavramları bulanık halde bıraktılar, net tanımlar yapmadılar.
Adalet, ahlâk, merhamet, iyilik gibi kavramlara ise dinselliği çağrıştırdığı
için yer vermediler. Bu ikircikli tutum, düşüncenin namusunu kirletmiştir. J,J.
Rousseau, aklın ve zekânın kurnaz yıkıcılığına karşı çıkmış ve onların
karşısına toplumu yeniden düzenlemek için; ahlâk, saygı, inanç, din,
yurtseverlik, erdem gibi kavramları koymuştur. Zeki insanların ahlâksız,
ahlâklı insanların ise sayıca fazla halk topluluğu oluşu, Rousseau’yu halkın
yanında olmaya yöneltmiştir. (George Sabine: 268)
Para ve kadın peşinden koşan çıkarcı kurnazların,
toplumu bozmaya çalışmalarına isyan etmiştir. Bu nedenle bireysel ahlâka çok
önem vermiştir. Hegel ise toplumun önüne görünür bir Tanrı koymak istiyordu.
Görünmezlik ve uhrevilik; bugüne dair konuşmuyor, somut şeylerle
ilgilenmiyordu. Göze; nesne, akla; işaretler gerekiyordu. O da, görünen insan
ve içinde bulunduğu ortamdı. İnsan da tek başına bir varlık değildi. Bireysel
oluşun bir anlamı yoktu. Ait olduğu ulus ve itaat etmek zorunda olduğu devletle
değer kazanabilir, ancak. Bireyin dini, ahlâkı, sanatı, felsefesi devletle
kaynaşmalıdır. Bireyden soyutlanarak devlete yüklenmiş olan bu değerler, güçlü
devlet için gereklidir. Hukuk, adalet ve ahlâk devletin kendisidir. Haklıdır,
sorgulanamaz. İnsan karşısında Tanrısal görüntüdür, devlet. Halkını köle gibi
gören fonksiyonel güçlü devlet görüşü, faşistlerce benimsenmiş ve Hegel’in bu
yönüne “Sağ Hegelcilik” denmiştir. Hegel’i ellerinden aldığımızı düşünen
Marksist-Sosyalist taraftarlar kızarlar, onu Avrupa sağının teorisyen şeyhi
ilan etmemize de sağcılar surat asarlar. Solun; sosyal adalet, halk, emek,
halkların kardeşliği, evrensel bakış gibi söylemleri; güçlü devlet, devleti
ebed müddet-ulusçuluk gibi sağ söylemlerle nasıl bağdaşır? Hegel ortak paydası,
gönüllü bir birliktelik mi? Bugünleri görseydi Hegel, belki de şöyle diyecekti,
“Faşizmin ve Marksizm’in Avrupa topraklarında doğmuş olması, diyalektik teorinin
bir sonucudur. Her tez, içerisinde antitezini de barındırır. Sentez, güçlü bir
Avrupa birliği olarak doğmuştur.” Avrupa kendisini tez olarak görür.
Hegel’e göre Avrupa dışı tüm uluslar, antitezdir. Antitezin tez içinde erimesi
diyalektik yasanın gereğidir. Güçlü devlet için sömürü ve haksızlıklar
normaldir. Hider’in, Musolini’nin, Franco gibi diktatörlerin Hegel’e mürit
olmaları normal değil mi? İnsan, kazanımlarım devletle korur. Devlet olmazsa ne
özgürlük olur, ne de ahlâk, sanat ve din olur. İnsan zayıf, yoksul olabilir,
ama devlet güçlü ve zengin olmalıdır. Onun yargısına itiraz edilemez. Çünkü o;
tezdir, tek gerçektir, efendidir, yurttaşlar ise köledir. Köle, koşulsuz itaat
etmelidir. Köleleşmiş yurttaşın; arzuları, duyguları olamaz. Güçlü devlet amaç
karşısında bireyin hiçbir değeri yoktur ve o, sadece araçtır. Hegel; Fransız
İhtilaline, özgürlükleri dillendirdiği için karşı çıkmıştır. Avrupa devletleri;
güçlenip zenginleştiler, bu zenginlikten halklarını faydalandırdılar.
Çıkardıkları yasalarla da bireylerinin devlet karşısındaki konumlarım
güçlendirdiler. Hak arama, özgürlükler ve sosyal olanakları güvence altına
aldılar. Hegel’in güçlü devlet tezine sahip çıkarken, kendi yurttaşlarının
silik birey görüntüsünü benimsemediler. Bu teori, diktatörlükle yönetilen bütün
ülkelerde yürürlükte kalmaya devam etmektedir.
Yeraltı kaynaklarıyla güçlü bir hâzineye sahip
ülkelerde birey, sadece cisim olarak vardır. Oysa her araç; öncelikle
insanların güvenli, adil ve ihtiyaçlarını karşılayabilen ve huzurlu bir ortamı
sağlamaya yönelik olmalıdır. Güçlü devlet teorisindeki güç; adil olmayan,
hukuka dayanmayan, yaptıklarından dolayı sorgulanamayan, silahlarıyla varlığını
devam ettiren bir yapıyı hatırlatır.
Devlet denilen organizma; hukukun korunması, adaletin
sağlanması, işlerin sistemli bir şekilde yürütülmesi, vergilerin toplanması,
bilirkişilik ve hakemlik rolünün işler halde olması, güvenliğin yerine
getirilmesi için vardır. O, bir leviathan (ejderha) olmamalıdır. Hiç kimse o
gücü kullanarak; kendisine servet yapmamalı, baskı oluşturarak zulmetmemelidir.
İnsanların huzur ve güven içinde olduğu bir iyilik ve adalet sığınağı
olmalıdır. Devlet denilen kurumsal örgütlenmede işler, insanlar eliyle
yürütülür. Bu nedenle; görev alacak kişilerin iyi eğitim almış, görevinin
ehliyetine sahip, ahlâklı ve iradeli olmaları önemlidir.
Hegel’in devlet tanımında yönetici boş bir bardaktır.
Kimliği ve kişiliğinden soyutlanıp, içerisine devlet erkinin karakteri konulur.
Yüreğiyle devlet arasında kaldığında, seçimini devletin yüce çıkarları
doğrultusunda kullanacaktır. İyi veya kötü, doğru veya yanlış tartışmasını
kendi ahlâk düzleminde yapamaz. Oysa insanı önceleyen ve devletin araç oluğu
yönetimlerde, yönetici dahil herkesin şikâyet etme, itiraz etme, yanlışı
uygulamama sorumluluğu ve hakkı söz konusudur. İnsan hayân, değerlidir. Nefes
alma hakkını ona, yaratıcısı vermiştir. Tarihsel anlamda devleti; Tanrısal bir
yürüyüş olarak tanımlayan Hegel, bu değerli hayaü köleleştirmekten sakınca
duymamıştır. Çünkü filozoflar, dengeli düşünme biçimini hiçbir zaman
beceremediler. Hayatı, bir bütün olarak kavrayamadılar. Kısmî teoriler
ürettiler. İnsan yaşantısının sadece bir veya iki yönüyle ilgili düşünceler
geliştirdiler. Tezlerini; hakikat arayışlarını, insana ve evrene bakışlarını;
yaratıcıyı dışlayan ve tesadüflere yaslanan fikirlerle açıklamaya çalıştılar.
Şimdi, bütün filozoflar fikir müzesindeki yerlerinde beklemekteler. Bazı
düşünceler değersiz bitpazarı eşyası gibi, bazıları da değerli antikalar gibi
kullanıcısını gözlemekte... Batının siyasal aktörleri, çıkarları söz konusu
olduğunda tozlu raflardan bir filozofu indirip önlerine katarak Afrika, Asya
veya Ortadoğu’da yapacakları operasyonlar için fetva alırlar.
Darwin ve Hegel, son yüzyılda kendilerinden en çok
fetva alınan ve teorileri namluya sürülmüş mermi görüntüsü veren şahıslar
oldular.
Güç, üstün ırk, ulusçuluk, antitez denilen olumsuzlama
ve ötekileştirme, insanları inim inim inletmektedir.
Hegel; bireye ait olan ahlâk, servet, arzu, özgürlük,
din, sanat gibi değerleri, devletin değerleriyle örtüşürse ve onun gücüne katkı
sağlarsa kabul edilebileceğini söyler. Güçlü devlet yoksa bunların da bir
anlamı olmaz. Bireyler gelir-gider. Devlet kalıcıdır. Birey kaderini bilmez,
onu da belirleyen devlettir. Devlet de kaderi, yurttaşın kişiliğine göre
çizer. Bu noktada, Darwin devreye girer ve devlete yük olanları doğal
kaderlerine terk eder.
Sh:282-286
Hegel’in; güçlü devlet, realite, ulusçuluk gibi
söylemlerinin yanında en önemli teorisi diyalektik yöntemdir. Geçmişte
Aristoteles, Herakleitos ve kısmen de İbn’i Haldun’da izlerini bulduğumuz bu
çatışma ve değişim teorisi; tez, antitez ve sentezden oluşur. Bir kavramı;
kendi dünyası içinde, kendisini tanımladığı gibi tanımlamak gerekir. Bazı
politikacıların yaptığı gibi; kavramları, tanımlanamaz ve lastik gibi her yana
çekilebilir şekilde bırakmak doğru değildir. Evrensel kavramlar sözlüğü ve
düşünce hayatına yapılmış en büyük zulümlerden birisi de, dili bozmaktır. Dil
bozulunca, kavramlar; içeriğine uygun olmayan tanımlamalar, amacına aykırı
yorumlar, köküyle ilgisiz açıklamalarla kafa karıştırır ve teorik kaosu, fiili
çatışmalara yönlendirir.
Hegel de kullandığı kavramları, geçmişten gelen ve
reel olan Avrupa kültürü içindeki verilerle tanımlar. Olması gereken Avrupa
gücü ve kibri ile bağımlı olarak düşünür. Diyalektik formülasyon içerisinde
değişimcidir, çatışmacıdır. Onun, düşünceleri çarpıştırdığı alanda zemin kayar
ve siyasal Hegelcilik, silahlı Hegelciliğe dönüşür. Çeşitli finansal araçlarla
Batı kapitalizminin yolunu açmış olan diyalektik düşünüş biçimi, finansal gücü
“tez” olarak yorumlamış ve bu duruma da “sayısal Hegelcilik” demeyi pratik
olarak hak etmiştir.
Hegel düşüncesinde tez, olumlu olandır. Onun ölçüsü de
kendi teorisi içinde Batı’nın çıkarlarına uygunluktur. Akıl, tezdir. O, insanın
tanrısal yönüdür. Eski Yunan’daki Tanrı anlayışı ile Hıristiyanlıktaki Tanrı
anlayışı benzerlikler taşır. Görünmeyen bir Tanrı’ya inanmayı akla aykırı gören
bu itikat; şekil, sembol ve heykellerle aklı rahatlatır. Halkı, aldatma ve
oyalamanın yöntemi gibi görülen bu şekilcilik, ateizmin de zeminini
oluşturmuştur. Görünmeyene, onun eserlerini analiz ederek inanmak, düzenlenmiş
İncil’de bile tavsiye edilir. Ama filozoflar görünenleri, dünyayı, canlıları
tesadüflere ve insan emeğine ve aklına-sağladıkları için Hegel işin kolayını
bulmuş ve Tanrı’yı insana yerleştirmiştir. Ateistler de bu mantığa dayanarak, “o
halde bana benzeyen bir varlığa neden inanayım?” derler ve Tanrılarını
çevrelerinde ararlar, sonunda Tanrı’yı akla mahkûm ederler. Batı aklı,
kurgularını filozofların bilgi mirasları ve nesnel olanlarla dizayn eder. Böyle
bir akıl, elbette metafizik-göksel-dini kavramları redde yatkındır. Aklın
karşısında, hepsi antitezdir. Dinsel, ahlâki, duygusal olanlar akıl onay verdiği
sürece senteze yol açacak karışımlara dahil olabilirler. Sanat ve din, aklın
felsefeden önceki aşamalarıdır. Felsefe, aklın himalayasıdır. Dolayısıyla
felsefe, tezdir. Aslında felsefe dışındaki her şey olumsuzdur, demektir.
Güç, tezdir. Gücü zaafa uğratacak
olan tüm kavramlar, olgular antitezdir. Gücün kavramlarını ve bakış açılarını üretecek olan
akıl da felsefi akıldır. 18. yy. felsefi aklın pragmatik yapısı; çıkarcıdır,
sevgi ve merhametten uzaktır. Bu kavramlar dinsel kavramlardır ve güçlü ulus
ile güçlü devletin oluşumuna engel olabilirler. Onun için; gücün adaletle
değil, silahla örülmesi gerekir. Bu nedenle Batı gücü, her zaman endişe verici
ve korkutucu olmuştur. Sevgi ve acıma söylemlerinin İncil’in her yerinde
görünmesi, öncelikle Incil’i dışlamaya sebep olmuştur. Papazların boşluğunu
filozoflarla doldurup güzel kavramların yerine de; birikim, hırs, faydacılık,
acımasızlık içeren felsefe kitaplarını koydular. Çürümeye yüz yutan din
görüntülü Hıristiyan düşüncesinin etkinliğini iyice azaltan filozoflardan
birisidir Hegel. Güç teorisini güçlü bir Avrupa oluşturmak adına formüle eden
Hegel’in; ezen, sömüren, dışlayan uygulamalarda defterine sürekli günah
yazılmaktadır. Bu defter, dünyevi bir kayıttır.
Hegel gücün bireye verilmesinden yana değildir.
Temelinde adalet, ahlâk ve iyilik olmayan birey gücü; kamuya zarar verir. Ya
kişisel kötülükler işler ya da örgütlenerek daha yaygın suçların yolunu açar.
Yurttaşların her biri enerjilerini birleştirerek devletin güçlü olmasına katkı
sağlamalıdırlar. Ulusun mutluluğu, ancak bu sinerjiyle gerçekleşir. Faşizmin
güçlü devlet isteği ve projesinin fikir babası Hegel’dir. Elbette, hiçbir
yurttaş, devletinin veya ülkesinin zayıf olup başka ülkelerin silahlarına hedef
olmasını arzu etmez. Sorun olan güç, her şeye rağmen istenen güçtür.
Hegel’e göre devlet tezdir. “Devlet,
ilahi fiillerin yeryüzündeki şeklidir. Kutsaldır. Onun için tapmalıyız. Devlet,
Tanrı’nın dünyadan geçmesidir. Devlet; hukukun, ahlâkın kendisidir.” (Açık Toplum ve Düşmanları,
K.R. Popper, Türk Siyasi İlimler Derg. Yay. c: 2, s: 32)
Güçlü devlet; gücün tez oluşundan ve gücün
haklılığından dolayı, uygulamalarından sorgulanamaz, eleştirilemez. Devlet,
kurumsal bir kişiliktir. Yönetenlerin hiyerarşik yapı içerisinde kullandıkları
yasaklar da devletin kutsal yasalarıdır. Bu yasaların adalet ve ahlâk
esaslarıyla yapılmaları gerekirken, güçle tanımlanmaları, yöneticinin dikta ve
zulmünün yolunu açar. Hegel, devlet adına olduğu sürece bu zulme ses çıkarmaz.
Güç tez olunca; zulüm sadece krallardan gelmez, silahlı demokratik ülkelerden
de gelir. Çünkü güçlü devlet, diğerlerini antitezleştirip parçalayıp yiyecek
kıvama getirir. Vatandaşlarına tek hedef gösterir; devletten yana ve onun için
çalışmak... Devletin figüranlaştırdığı yurttaşlar, devleti baba gibi görürler.
Babanın gücüyle kişilik sahibi olur ve başkalarına karşı küçümseyen-kibirli bir
dil kullanırlar. Devletin verdiğine razı olur ve sahip olduklarından daha
fazlasını istemezler. Devletin aldıkları, verdikleri ve yaptıklarında, “hikmet”
ararlar. Hegel’e göre bireysel özgürlük, ona gücünün sınırlarını belirler ve
insan, onu neyin güçlü kıldığını da bilir. Fransız ihtilaliyle oluşan havaya ve
sonraları da liberalizme, bireylere özgürlük verip devleti zayıflattığı için
karşı çıkar. Despot kralların ve kilisenin baskısından kurtulmaya çalışan
insanları, yeniden devlet erkine kurban eder. Onun felsefesinde devlete inanmak
ve itaat etmek esastır.
Hegel’e göre; Batılı ulusların ve onların kurdukları
devletlerin güçlü olması adına ürettikleri tüm kültürel varlıklar tezdir.
Felsefi, sosyolojik, siyasal, ekonomik, teoriler ve bunlardan kaynaklanan
sistemler ve ideolojiler tez oldukları için olumludurlar. Diğer uluslar;
Batının tezlerine inandıkları ölçüde olumsuz batıştan kurtulur, antitez
olmaktan çıkarılırlar.
Antitez, Hegel teorisindeki denklemin ikinci ayağıdır.
Olumsuz, negatif, değersiz, öteki, geri, zayıf gibi nitelemelerle
değerlendirilir. İnsanları ve toplumları dar bir bakış açısıyla, tek yönlü
ölçümlemek her zaman sorunlu olmuştur. Militarist Hegelcilik, silah gücüyle
işgal etmiştir. Ekonomik Hegelcilik; tekellerin, tröstlerin, çok uluslu güçlü
şirketlerin yolunu açmıştır. Siyasal Hegelcilik; güçlü olmanın, sistem ve
ideoloji dayatmasını kolaylaştırmıştır.
Siyasal Hegelcilik, ayrışürmayı planlı ve kasıtlı bir
niyetle yapmaktadır. Asırlardır, Hegel’den önce de kilisenin siyasal projeleri
kapsamında olumsuzlama güçsüzleştirme, dışlama, sömürme-süregelmiştir. Asyalı,
Afrikalı, Ortadoğulu ve Müslümanlar antiteze malzeme yapıldılar. Sentezler, hep
güçlünün galibiyetiyle açığa çıkmıştır.
Sosyal Hegelcilik; bireylere kendini üstün, özel, ayrı
görme kibrini aşılamıştır. Batı’nın gücü; sürekli eleştirilmiş ve sorgulanmış
olmasına rağmen bugün, siyasal-ekonomik-askeri senaryoların altında imzaları
vardır. Politik kurnazlıklar, kültürel reklamlar, finansal ve askeri güçler,
Hegel’in ruhunu diri tutmaktadır.
Hegel’in tez-antitez ve sentez teorisi nötr bir teori
gibi görülebilir, ama değildir. Herkes ve her toplum kendi inanç, kültür ve
uygarlığını tez olarak görebilir. Bu formül, Batı için özel kurgulanmıştır.
Hayata, insana ve tabiata bakışlarında adalet ve merhameti yaşatanların, bu tez
içerisinde kendilerine yer aramaları gereksizdir. Çünkü ölçüler; Batı’ya
göredir ve her toplum, Batı karşısında olumsuzdur antitezdir. Bu tavır da
sadece düşmanlıklara neden olmuştur. Hegel’in görüşleri felsefi tartışmaların
malzemesi olarak kalmamış, başkalarının hayatlarına karışmak ve karıştırmaktan
geri durmamıştır. Öz benliğini zayıf görerek güçlü sandıklarına ihtiyaçlarını
arz edenler, hayat hikâyelerini kendileri yazamazlar.
Hegel’e göre tez ve antitez çarpışarak, kaynaşarak
yeni bir durum meydana getirir. Bu bileşkenin adı, sentezdir. Fikirlerin
konuşularak, tartışılarak saygılı bir şekilde orta noktada buluşmalarıyla
çatışma son bulur, zannedilir. Bu teoriye öyle masum bir görüntü verilir ki,
sadece düşünce sahasındaki hareketlilik gibi anlaşılır. Politikacılar onları
atölyelerine getirerek biçim verirler. Bazen düşünürler bile, düşüncelerinin
nasıl kullanıldığına şaşırabilirler. Uygulayıcılar, rollerini bir senaryodan
yola çıkarak oynarlar. Siyasal yayılma ve ekonomik göz koymaların teorik alt
yapısında, filozof ve fikir adamlarının emeği vardır. Araştırma, sorma,
eleştirme gibi düşünsel faaliyetler duraklayınca, toplumsal gelişim ve değişim
de yavaşlar. Hayat, hiç durmadan akan bir nehir gibidir. Yeryüzünde; bir saniye
sonrası, bir saniye öncesinden farklıdır. Canlı ve cansız her alanda sürekli
bir dinamizm yaşanmaktadır. O halde; her şeyde bir hareketlilik varken,
okuma-öğrenme-düşünme ve tartışmayı uykuya yatırmak kabul edilebilir mi? Hızla
giden bir arabayı aniden durdurmak veya geri vitese atmak zarar verici sonuçlar
doğurur. Geri vitesten, geçmişin birikimlerinden faydalanmamak
anlaşılmamalıdır. İlmi olan, doğru ve ahlâki olan; eski ve yeni zamanların
yanlışlarına kurban edilmemelidir. Doğru bilginin zamanı ve vatanı olmaz. O,
insanlığa aittir. “Hırsızlık kötüdür” sözü, değişimle birlikte değerini
kaybetmez. Ama her yeni oluşuma da fikrimizin ve bakışımızın olduğunu bilmemiz
gerekir. Başkaları, insanların hayatlarını yönlendirmeye çalışırken, iyi ve
adil olanların da topluma göz-kulak olmaları gerekir. Akan zamandaki görevden
hiç kimse kaçarak saklanarak kurtulamaz. Her insanın günlük hayatında bile
düşünceleriyle baş başa kaldığı saatlerin yararlı olacağı unutulmamalıdır.
Yeter ki; akıl kendisini kilitlemesin ve insan, aklına küsmesin.
Hegel diyalektiğinde, sistemin işlemesi için yalnızca
akla-mantığa ihtiyaç vardır. Duyular, yanılabilir. Onun için din, sanat,
estetik gibi değerler duygu yoğunluklu olarak senteze giden yolda işlev
göremezler. İnsan hayatı ve çevresinde olup bitenlerin akla uygun açıklamaları
olmalıdır. Düşünceler ve düşüncelerin yansıması olan nesneler arasındaki
çatışma ve değişimi ancak akıl, açıklayabilir.
Diyalektik düşünce, Hegel’e kadar bir konuşma ve
tartışma sanatı olarak geldi. Herakleitos’un sürekli değişim fikrini, Hegel de
benimsedi. Olumlu ile olumsuzun neden olduğu çatışma, düşüncelerin ve
nesnelerin içindeki çelişkilerden meydana gelir. Tomurcuğun çiçeğe, çiçeğin
meyveye dönüşümü de değişim ve sentezle açıklanır. Hayat, antitez olarak ölümü
nefsinde barındırır. Hiçbir şey yok olmaz, değişerek dönüşerek tarih devam
eder. Tarihi yorumlayabilmek için tezi ve antitezi bilmek gerekir, der Hegel.
Gerçekler, doğrular sabit değildir. Sürekli değişim olduğundan gerçekler de
zamanla değişir. Tanımlar, zıtlıklarıyla yapılır. Zıtlar da dönüşerek, sentezin
içinde yaşarlar. Yeni bir varlık oluşur. Efendi-köle, devlet-yurttaş,
erkek-dişi, beyaz-siyah, ince-kalın, sert-yumuşak, kuzey-güney, hayat-ölüm,
soğuk-sıcak, iyi-kötü, doğru-yanlış, ekşi-tatlı, eksi-artı... gibi
farklılıklar, Hegel’de zıtlıklar olarak belirlenir.
Avrupa’da kralların ve papazların insafına terk
edilmiş insanlar, güvenlik sorunu yaşıyorlardı. Engizisyon tehdidiyle, korkunun
esiri olmuşlardı. Kilise, iktidara hizmet ediyor ve her şeyi bölüşüyorlardı.
İncil okunmuyor, yol gösterici gücünü giderek kaybediyordu. Okumayı ve
düşünmeyi terk etmiş zihinler durağanlaşmıştı. Bu durumu gören filozoflardan birisi
de Hegel’di. Tartışma ve yeniden düşünebilme boşluğunu doldurabilir niyetiyle
diyalektik yöntemi, yönünü kaybetmiş topluma bir ilaç olarak sunuyordu. Tarihi
ve toplumu; zıtlıklar teorisi ile yorumlasa bile, bu çelişki ve çatışmayı
Avrupa topraklarından uzak tutmak istiyordu. Gücün egemenliğiyle, antitezler
zayıflayacak ve sentezin içinde belirsiz hale geleceklerdi. Kabına sığmayan
güç, sınır ötesi operasyonlarla potansiyel olumsuzlukları etkisizleştirecekti.
Hegel’e göre hiçbir şey mutlak doğru değildir ve kalıcı olamaz. Diyalektik
formül içerisinde güce sağlayacağı katkıyla değer kazanır ve değişim sürüp
gider...
Gayemiz, geniş çaplı bir Hegel analizi yapmak
değildir. Batı kültürünün öncülerini biraz olsun tanımak, teorilerinin nasıl
sistemli bir ideolojiye dönüştürüldüğünü görmek ve insanların önüne konulan
engelleri göstermektir. İçerisinde, biriki doğru cümleden dolayı bütününe
sempati duymanın tuzağına işaret etmektir. Çelişki, çatışma, tez, antitez,
sentez, güç, zıtlıklar, diyalektik, devlet gücü gibi kavramlarla ördüğü
düşüncelerden inançlı ve ahlâklı insanların nasıl etkilendiğini
anlayabilmektir.
Gücü ve sürekli değişimi, söylemlerinin merkezine
almış olan filozoflar Herakleitos, Aristoteles, Nietzsche, Darwin, Hegel
dünyanın her yerindeki insanları etkilemeye devam etmekteler... Bunların
fikirleri kültürel bir okuma ve tanıma olarak anlaşılabilir. İslam’la yüz yüze
gelmiş insanlar; inançlarında neyi eksik görürler ki, bazı felsefi ekollerden
medet umarlar? Güç ve sürekli değişim pratik olarak, nasıl anlaşılmalıdır?
Sermaye, silah ve insan gücü neden yoğun bir iştahla arzu edilir?
Sh:287-293
İslam; hem aklın korunması ve temiz tutulması, hem de
iyi işlerle birlikte uyumlu bir hayatı önerir. Bireysel ve toplumsal
ilişkilerde iyi, doğru ve adil ortamın kurulmasıyla, güvenilir bir kişilik inşa
edilmesi çabalarını ödüllendirir. Bu nedenle Müslümanın bilincine ve onun ilahi
mesajla terbiye edilip korunmasına çok önem verilir. Aklın bulanık,
davranışların bulaşık olduğu bu çağda Müslüman ismi, iyilik ve güven beklentisi
oluşturur. İnsanların bu beklentilerini boşa çıkarmak, ismimiz üzerinden
İslam’a eleştiri getirmek ağır bir vebaldir.
Müslüman olmayı seçen insan; bundan sonraki hayatını,
bakışını, duygu, düşünce ve ilişkilerini İslam’a göre düzenleyeceğine dair bir
sözleşme yapmıştır. İman aracılığıyla insan, Allah’a söz vermiştir. Bu söz;
Müslümanları, yeryüzünün görünmeyen, kaybolmuş insanları olmaktan kurtarmıştır.
Kısa zaman dilimleri hariç, inziva denilen gözden ırak bir gizlenme istenmemiştir.
Hayırlı işlere öncülük etmek, yarışmak ve her olumsuzlukta iyileştirici bir rol
üstlenmek, cihadın genel çerçevesidir. Bilinmelidir ki; toplum Kur’an’dan söz
eden insanın ahlâkını da gözetler. Yapısında hiçbir çelişki olmayan bir dinin
izleyicileri olarak; inanç ve ilişkiler arasında aykırı bir hayat sürdürmeyi
Müslümana yakıştırmaz.
Hegel teorisinin Batı siyasal düşüncesine yaptığı en
büyük katkı; toplumları, inançları ve yaptıkları arasında çelişik bir duruma
uğratarak etkisizleştirmek ve kendisine benzetmektir. Bu işlemi, değişim
fikrinin önemi ve gereği üzerinde durarak gerçekleştirmeye çabalar. Çelişkileri
derinleştirip kendi içinde çatıştırarak sürdürülebilir bir değişim dinamiği
yakalamayı amaçlar.
İslam, kendisini Kur’an’la
tanımlar. Kavramları,
olayları, şahısları zıt veya antitez olarak adlandırmaz. Kültürlerine ve
davranışlarına bakarak isim verir. Çoklu Tanrı inancı veya Allah’a ait
sıfatları başka varlıklara vermenin adına şirk, bu yolda olana da müşrik der.
Aynı şekilde kâfir, münafık gibi etiketleri de kullanır.
Müslümanca bakış; değişimi, bireyselden başlayıp
toplumsala doğru giden tümevarım yöntemiyle açıklar. Önce bilgilenecek kaynağı
gösterir, sonra doğru düşünebilmenin yollarım öğretir. Akılda gerçekleşecek
değişimi davranışlara yönlendirir. Sahih bir iman ve salih amel doğru ve güzel
işler uyumlu değişimin iki ana sütunudur. Kur’an, Müslümanın hayatında ikisini
bir arada ister. İslam; küfür veya şirk içinde kalarak hem kendi nefsine ve hem
de hak-hukuk dinlemeden diğer insanlara yapılan zulmün terk edilmesini
değerlendirir ve över. Şirkten pişmanlık ve tövbe ile ayrılıp, imana yönelmekle
oluşan değişim, İslam açısından en yüce değişimdir. İnsan, bir durumdan başka
bir konuma tövbeyle geçebilir ya da bulunduğu durumu inatla koruyup değişime
direnir. Müslümanları, başka ideoloji ve yaşam biçimleriyle senteze zorlayanlar
Müslümanın direncini, çağdışılık veya gericilik olarak anlatır ve suçlarlar.
Onlar, kutsal bildikleri kilise-İncil egemenliğine doğrudan saldırdıkları ve
filozoflar dünyasına kolaylıkla savruldukları için çağdaşlığı bir üstünlük veya
yeni bir tez olarak savundular.
İnsan, Müslüman olmakla hakikati bulmuştur. Hayatında
olan olumsuzlukları terk ederek yeni bir yola girmiştir. Çünkü iman, kişiyi
değiştirir. Bir Müslüman için İslam, onun değişmezidir. Allah’ın yaratma ve
yönetme yasası ile yargılama yasası da değişmez. Allah’ın görevlendirdiği
elçilere, onlar aracılığıyla insanlara verilen mesajlara da değişmez bir
şekilde inanılır. Onun yasalarında değişiklik görülmemesi,
“O, her an yeni bir iş
üzerindedir.” (Rahmân,
29) ayetiyle farklı görülse de bu ayet diyalektik teoriye malzeme yapılamaz. “O
halde, boş kaldın mı kalk yorul” (yeni bir işe başla) (94/6) ayetini de sürekli
değişim düşüncesiyle açıklamak, arızalı bir yorum sayılabilir. İnsan zihninde
imana dönüşmüş olan İslam, ona yön veren ve davranışlarını kontrol eden bir
yapıdır. İbadet denilen bilinçli iş görme hali, Müslümanı sürekli hayırlı ve
faydalı işlerle ilgilendirir. Bebeklikten son nefese kadar giden çizgide elbette,
hayatta birçok değişim yaşanılır. Bu değişimlerde, iyi ve kötü bilinerek ve
daima iyi olan tercih edilerek yol alınır. Doğru olana çatışarak varmak,
felsefi bir yöntemdir ve ulaşılan doğru da, her zaman değişebilecek olandır.
Sürekli değişim; toplumsal hayatı zorlaştırır, yeni yasalar ve uygulamalarda
sorunlar çıkarır.
Bazı filozoflar; nesneleri, olayları ve düşünceleri
gördükleri gibi anlatırlar, bir sonraki aşamayı göremezler. Hegel gibi bazıları
da her şeyi birkaç evreyle birlikte açıklarlar. Biri toprağa sadece toprak der.
Diğeri toprağın içindeki metallerden ayrışarak çeşitli işlemlerden sonra başka
başka bir nesneye dönüşünü anlatır ya da su ve samanla karıştırılarak bir yapı
olarak ortaya çıkışını gösterir. Yolun başında durup son istasyonu işaret etmek
gibi... Değişimlerin, insana ve toplumlara olabilecek maliyetini analiz
ederler. Müslüman olmakla yaşanan dönüşümün kalıcılığını sağlamak için gerekli
kuralları da öğretir. Böylece bilinç ve kişilik gelişerek toplum içindeki
varlığı, aranılan ve sığınılacak bir kimlik haline gelir. Bu kimlikle hesap
gününe hazırlanır. Kur’an; tıpkı nesnelerin başka bir nesneye dönüşümünü
izleyen süreci insanda da izler. Kim, neye inanır, ölçüsü ne, nasıl yaşar? Bu
sorulardan alacağı yanıtlara göre insanın, son halini belirler. İman ve
iyilikle ona verilecek ödül, şirk ve kötülükle alacağı ceza, ona önceden
söylenir. Yeryüzünde, ilahi olana sadakat göstermesi istenir. Beşeri olanı
tanıyıp anlayabilecek basireti kazanması önerilir. Ancak bugün, geçmişin
putperest şirk kültüründen çok farklıdır. O günlerde şirki tanımak çok kolaydı.
Şimdi, yaşam biçimleri üzerinden zihniyet değişimi hedeflenir. Müşrik olmadan
da, ilahi olana ilgisiz bir tutum sergilenebilir. İnsana, evrene ve olaylara
bakışı, inancından farklı olarak gösterebilir. Bunun için filozoflar eliyle
şekil verilmiş ve politikacıların fırınında pişirilmiş ideolojiler, imanın
yerini alabilecek bir forma sokulabilir. Tabiî veya sonradan olma
farklılıkların varlığını ve özgürlüğünü, çatışmaya yol açmayacak yöntemlerle
korumak gerekir. Oysa farklılığı; zıüık veya çelişki olarak tanımlamak,
çatışmanın kapısını aralar. Amaca ulaşmak için her aracı meşru kılmanın bir
yolu da, işte bu farklılıkları çatıştıran politikadır. Din, dil, ırk, ideoloji
ve çıkar hesaplarıyla Machiavelli ve Hegel birlikteliğini sağlayan Batı, kan ve
sömürü çarkını çevirip durmaktadır... Öncesinde ise uzun yıllar sürmüş olan
kültürel bozgunculuk, ideolojik propaganda, yeni alışkanlıklar, gelenekselin
kırılması, istihbarat çalışmaları ve iyilik görüntülü sivil toplum
kuruluşlarının yoğun faaliyetleri söz konusudur. Bu bağlamda,
Marksist-Sosyalist söylemleri; sosyal adaleti sağlayacak, emeği
değerlendirecek, yönetimi halka verecek ve her türlü emperyalist hareketlere
karşı koyacak bir sistem olarak yüzyılın başlarında piyasaya sürdüler. Kendi
ülkesindeki değerlere yabancılaşmış bazı aydınlar da (!) kurtuluşu; bazen tekil
bir sosyalist savunmada, bazen de var olan kültüre, sisteme sosyalist eklemede
buldular.
İslam; bölünmez, ekleme ve
eksiltme kabul etmez, içinde çatışma tohumlarını yeşertecek çelişkiler taşımaz
olduğu halde, “İslam Sosyalizmi” sevimli bir söyleyişle taraftarlar aradı.
İnsanoğlu; adaletsiz bölüşümü, azgın ve şımarık yaşantıyı, israfı, lüksü ve
karşısında yoksulluğu gördükçe kurtarıcı zannettiği ideolojilerin ardına
düşmüştür. Marksizm,
acımasız kapitalizmi ortadan kaldıracak ve içinde insancıl söylemleriyle
halkların umudu olacak bir teoriyle dünyanın çeşitli coğrafyalarında
izleyicilerine ulaşmıştır. Müslüman olduğunu söyleyenlerin, niye İslâm’ı
seçtikleri ve ne yapmaları gerektiği konusunda bilgi sahibi oldukları kabul
edilir. Kitabı okudukları, sahih iman ve salih davranışları hiçbir kuşkuya yer
bırakmadan kavrayabildikleri beklentisi geçerli görülür. Her inanç, her
ideoloji, hatta her meslek sahibinin kendisini ilgilendiren kuralları bildiğine
inanılır. Henüz yolun başında ve yeni başlayanlara, acemi veya çırak sıfatı
uygun görülür. Otuz-kırk yıl süresince Müslüman olduğunu söylediği halde, bu
dinin acemisi veya çırağı kalmak uygun olabilir mi? Buna rağmen; çırak olarak
kalmayı yeğleyenler bilmese ve tanımasa bile hayatlarına, bazı ideolojik,
kültürel ve geleneksel görüş ve söylenceleri eklemekten kurtulamazlar. Darwin’i
ve Hegel’i tanımamış, Marxizm’i ve sosyalizmi ayrıntılı incelememiş olabilirler
ve reddederler. Ama kendi inançlarını iyice öğrenmedikleri için, bütün kültürel
saldırıların açık hedefi haline gelebilirler. Aradan uzun zaman geçince de dine
aitmiş gibi görülmeye başlanır ve ayıklamak zorlaşır. Bu etkilerden dolayıdır
ki; Müslüman olduğunu söyleyen çoğunluğun, fikirlere ve olaylara Müslümanca
bakmadığı anlaşılır.
Sh:301-305
İnsan hayatında değişmez değerler vardır. Bunları
korumak insanı ve toplumu güçlü kılar. Değerli olanları değersizleştirmek,
inşam zayıf ve yalnız bırakır. Zayıf ve yalnız olan da ne özgürlüğüne ve ne de
haklarına sahip çıkabilir.
Değerlere sahip çıkmak ve değersizliği yaşam biçimi
yapmış olanları uyarmak adına;
“Arsız,
densiz, ilkesiz, haddini bilmez, bayağı isen, yanımıza uğrama.
Küstah,
mürai, tufeylî, zevzek, müptezel, basmakalıp isen kapımızı çalma.
Palavracı,
korkak, kalleş, ahlâksız isen eşiğimizi geçme.
İçtenliksiz,
sevgisiz, pespaye, paçoz isen evimize gelme.
Çilehanedir
burası, hoşgörü dergâhı değil.
Ahde vefa
bilmez, tövbe tutmaz isen sakın gelme.”
(Alev
Alatlı, Beyaz Türkler Küstüler, s: 455, Everest Yay. İst. 2013)
Yalnızlaşan insan; olabilecek krizleri düşünerek
varlıklarını gizleyip korumakta, ihtiyaç duyulduğunda kendisine başvurulmaması
için de yakınlarıyla bağlarını koparmaktadır. Kimileri pervasızca bütün
varlığını gözler önüne sererek evini, arabasını, tatilini, akşam yemeğini
ballandırarak anlatır. Kimileri de hayatlarının görülmesini ve bilinmesini
istemedikleri için sofralarına yakınlarını ve yoksulları çağırmazlar. Birkaç
gayrimenkulle garantiye (!) aldıkları geleceklerinde; eşinin, kucağında
çocuğuyla dilenebileceği olasılığını hiç düşünmezler. Kimileri de;
“Sevdiğiniz
şeylerden harcamadıkça asla iyiliğe eremezsiniz.” (Âli İmran, 92)
“Göz yummadan
alamayacağınız kötü şeyleri sadaka vermeye kalkmayın.” (Bakara, 267) diyen Kur’an’a
rağmen; içinde zaten fukaranın yediği birkaç gıda maddesi olan ve kendi evine
bile götürmeyeceği ucuz ramazan paketleriyle ya da yakası yıpranmış gömleklerle
hayır yaptığına inanır. Elbette, zerre kadar iyiliğin karşılığı vardır.
Yalnızca küçük hayırların, kalıcı hayırları engellemeleri ve ertelenmesinden
endişe edilir.
İşte liberalizm, insanı endişeli, korkak, bencil ve
yalnızlaştırır. Yalnızlaşan insan, servetini kaybettiğinde de yalnız olarak bir
köşede yitip gidecektir. Onun böyle davranmasına rağmen; toplumda insanlık
amacını taşıyanlar varsa, onlar yardımlarını esirgemezler. Sorumsuz, şımarık,
gösterişçi, sadece kendisini düşünenlerden elbette yardım ve merhamet
beklenmez. Yardıma ihtiyacı olanlara kimse el uzatmazsa; “yarın aynı durumda olduğumda da kimse bana yardım etmez” diye düşünmek normal hale gelir ve liberalizmin
arzu ettiği bireysellik gerçekleşir. İnsanlara iyilik yönünde hatırlatmalar ve
kötülük konusunda uyarılar yapmayı aklın özgürlüğüne müdahale sayan liberalizm,
bu konudaki çalışmaları da benimsemez.
Bireyin özgürce düşünüp davranmasını savunduğu için
toplumsal grupların çıkarları söz konusu olduğunda da bireye öncelik verir.
Bireyin kendisini sınırlayan geleneksel, kültürel veya inancıyla ilgili
kurallarla özgürlük arasında kalındığında, seçimini özgürlükten yana kullanır.
Sh:347-348
Batı’da bireysel ve toplumsal gidişin azgın ve taşkın
görüntüsünden rahatsız olan bazı ruhbanlar, toplumu ve bireyleri yeniden dine
yönlendirme çalışmalarına başladılar.
“Din elden
gidiyor” söyleminin
en önemli temsilcilerinden birisi, Kardinal Ratzinger’dir. “Avrupa, Tanrı’yı bir kenara itmemeli”
diyor. Ona göre; laiklik, artık tarafsız olmaktan, herkese özgürlük alanı açmaktan
çıkmış vaziyettedir. Katolik ya da Hıristiyan vizyonuna kamusal alanda yer
bırakmıyor.”
Ratzinger’in sızlanmasını anlamak güçtür. Belki
vicdanının bir kenarındaki İsevî kırıntı onu rahatsız etmektedir.
“Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya,
Sezar’ın hakkı Sezar’a” söylemi, bir ayet gibi siyasal yapı tarafından kilise
eliyle İncil’e yerleştirilmedi mi? Çünkü Batı’da senaryolar uzun vadeli
düşünülerek çizilir. Liberalizmin ve laikliğin teorik alt yapısı, kiliseye
hapsedilse de İncil’le oluşturuldu. Liberalizme aykırı olsa da inançla ilgili
uygulamalar yapısal ve kurumsal anlamda kilisenin egemenliğine verildi. İnanç;
politik organlar eliyle yasal ve kurumsal düzenlemelere terk edilirse, toplumda
adaleti ve iyiliği yönlendirmesi zorlaşır. Kontrolüne girmiş olduğu siyasal
sistemin uygulamalarını eleştiremez. Batı’da işini bitirmiş olan laiklik, başka
inançlar üzerinde devlet kontrolü oluşturmaya çalışmaktadır. Liberalizme ve
aklın özgürlüğüne önem verenlerin, siyasal gücün vesayetine ses çıkarmamaları
büyük bir çelişki değil midir? Hristiyanlıktan kurtulmak için filozofların
özgür aklı, siyasal ve ekonomik çıkar sahiplerinin üzerinde uzlaştıkları ortak
akla dönüştürüldü. Kilise, bu çarpıtmaya ses etmedi.
İman ve akıl tanımlarında; ayrıştırarak, aklı merkeze
alan ve imanı yenilmiş gibi gösteren analizlere de müdahale etmeyince, asıl
yenilen Hıristiyanlık ve kilise oldu. Liberalizm; kaşıdı yorumlarla imanın,
insan hayatıyla ilişkisini koparmak istedi. Laiklik, alan ayrımı yaparak, imanı
bireysel seçimlik alana özgü kıldı ve kamusal alandaki rolünü etkisizleştirdi,
siyasal arenada oyunlar bitmez ama esas tehlike, onlarla işbirliği yapan ve
aklı doğru kullanmayan düşünürlerden gelir. Politik figürler, düşünürlerden
aldıkları veya onlara yaptırdıkları tanımlamaları kullanırlar. Politikacılar,
kendi üretimleri olan ve gündelik siyasete malzeme edilmiş adlandırmaların ve
içeriksiz kavramların kalıcı olmayacağını bilirler. Onun için her şeyi
siyasallaştırırlar. Hıristiyanlık da belli bir aşamadan sonra Hristiyancılığa
ve siyasal Hıristiyanlığa dönüştürüldü. İnsanları kendi hedefleri
doğrultusunda kullanmak ve onların sırtından geçinmek isteyenler, onların
iradelerini diledikleri gibi yönlendirirler. Onlara; sadece bilmeleri gereken
bilgiyi, her yöne çekilebilecek şekilde verirler. Dili bozarlar, yasaklarlar,
kelimelerin içini gerektiğinde tekrar değiştirebilecek biçimde düzenlerler.
Kilise; liberallerin ve laiklerin filozoflardan devşirdikleri anlam
saptırmalarına, neden gerçeklerle karşı koymadı? Tuzağa mı düştü, yoksa
İncil’in rafa kaldırılması için işbirliği mi yaptı? Allah’tan gelen mesajın Hz.
İsa’nın diliyle insanlara iletilmesinde, kapalı ve karışık bir durum yoktur.
Allah’ın insanlardan ne istediği anlaşılır ve açıktır. Hz. İsa, Müslümandı
ve O’na gelen dini adı İslam’dı. Kilise ve papalık kurumu, inancı
sulandırıp mesajları derleyip değiştirince Hıristiyanlık doğmuş oldu.
Aydınlanma düşüncesi Hıristiyanlığı; söylediği her
şeyi akla uygun ve bilimsel bir şekilde delillendirmeye davet etti. Bir yandan
liberal oluşumun cazibesi, diğer yandan Hıristiyanlığın çaresizliği,
Hıristiyanlığı metafizik dogmalar dünyasına itti.
Hz. İsa’yı ve insanlara ilettiği vahyi etkisiz
kılmanın bir yöntemi de, yeryüzünde görünür bir ilah yaratma fikri idi. Görünür
olması, aklın kolay kabul edebileceği bir tasarı olarak sunuldu. Göklerde
görülmeyen ilah ise ancak dogma ile açıklanabilirdi. Üzerinde düşünmek,
varlığım kavramak ve tartışmanın gereği yoktu. Olsa bile ispatlamak mümkün
değildi. Buradan harekede din ve onun inancı olan iman, “dogma” olarak
etiketlendi. Dinin pabucu dama atılmış, filozoflarca kurgulanmış akıl ve
deneylerle ortaya konulabilen bilimsel veriler, “mutlak doğru” gibi teorilerde
ve pratikte yerini almaya başladı. “Dogma”; bir görüşün ve düşüncenin
sorgulanamaz, tartışılamaz olması ve mutlak kabul edilmesidir. Bağnazlık veya
taassup; herhangi bir delile dayanmadan, akıl ve bilimsel yöntemlerle de ispat
edilemeyen, değişime ve gelişime kapalı olan bütün inançları kapsar. Allah,
cennet-cehennem, hesap günü, kulluk, iman gibi kavramlar kilisenin otoritesine
terk edilmiş dogmalar olarak nitelendirildi. Kilise bu anlamda, tanımlamaları
kendisine ait olmak üzere özgür bırakıldı. Yasal, siyasal ve ekonomik hayata
müdahale etmesinin de önüne geçildi. Laiklik, böylelikle kurumsal bir yapıya kavuştu
ve her iki alanın ideolojisi haline getirildi. Oysa Hz. İsa’ya gelen mesajlarda
ve hatta insan eliyle düzenlenmiş İnciller de bile hayatın tümünü ilgilendiren
bilgiler yok muydu? Bireysel ahlâka, aileye, ekonomiye, yönetime ve nasıl
inanılacağına dair sözlere rağmen kilise, nasıl kısıtlanmış bir role razı oldu?
İmanın dogmayla tanımlanması; ahlâkı, adaleti, merhameti, iyiliği ve bütünüyle
ibadetleri hayattan dışlamaz mıydı? Dinin dogma olarak nitelendirilmesi;
sorgulanamayan bir insanın kutsallaştırılmasına, siyasal sistem açısından
diktatörlüğün, krallığın ve faşizmin yolunu açmaz mıydı? Dini, dogma olarak
adlandıranlar ve onun kontrolü dışına çıkanlar, yeni dogmaların oluşmasına
engel olabilirler miydi?
Yasaların içerisine; “değiştirilemez, yok edilemez
ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez” gibi maddelerin konulması, hayatın
gerisine düşmesi halinde bile dokunulmaması aklın bir dogması değil midir? Bir
şeyi dogma olarak ilan ederken, karşısına başka dogmalarla çıkılmamalıdır.
Mademki dogmalar, değişime ve gelişime kapalıdır, o halde yeni dogmalar
oluşturmak niye? Sorulamayan, sorgulanamayan ve eleştirilemeyen bir liderlik ve
sistem anlayışı, siyasal bir dogma değil midir? Liberal düşünceyi ve laikliği,
insanlığın geldiği son aşama gibi göstermek, değişim ve gelişmenin önünü
tıkayan bir dogma değil midir? Bu, dine karşı din değil de nedir? Sorulamayan,
sorgulanamayan ve eleştirilmeyen bir tarikat lideri ve onun yolu, dogmatizme
zemin hazırlamaz mı?
Elemanlarının eleştirisi ve yeni düzenlemelerine kulak
tıkayan bir patron, işini verimli tutabilir mi? Danışmanın, tartışmanın ve
araştırmanın hor görüldüğü yapılar ve sistemler, uzun ömürlü olabilirler mi?
İnsanı, “gassalin önündeki meyyit” gibi göstermek ve akletmeyenleri sadık
müritler haline dönüştürmek, yaratılışa aykırı değil midir? Dogma tanımı, bir
projedir ve insanı Tanrı karşısında; özgür, güçlü ve sorumsuz bir konuma
yerleştiren felsefik bir kutsamadır. Bu kutsama; orada kalmaz ve sadece
yasalarla yapılmış bazı sınırlamaların dışında, her istediğini rahatlıkla
gerçekleştirebilen bir çıkar dünyasına sürükler. Yanlış tanımlar veya doğrulara
yapılmış uydurma iliştirmeler, kafaları karıştırır. Bütünüyle yanlış olan bir
düşünceyi sunmak kolay olmaz. Onu; doğrularla birlikte pazarlamak, en etkili
yoldur. Bu nedenle geçmişte, yok etmek istekleri kişilerin balına zehir katarak
ikram ederlerdi. “Uyanık olun, zehri balla sunarlar” sözü; Mao’ya ait
veya önceleri muhtemelen başkaları tarafından söylenmiş olmasına rağmen, Mao da
dahil bütün ideologlar kendilerini kutsallaştırdı ve ideolojilerini dogmatik
hale getirmediler mi? Onlar da, karşı çıkanları usturuplu yöntemlerle ortadan
kaldırmadılar mı? İtiraz edilemeyen ve karşı konulamayan kilise, engizisyonu
zalimce kullanmadı mı?
İman, aklın ikna olduğu bilgidir. İlahi olanı, beşeri
düşüncelerle karıştırıp dogmatik renge büründüren kilise-filozof ve politika
üçlemesi, insanın sağlıklı bir iman tanımlamasına da engel oldu. İman;
sorulamayan, üzerinde düşünülemeyen ve sonuçta kabul edilemeyen soyut bir
kavram mıdır? Metafizik, göksel, bilgisi olmayan, bilimsel ve laboratuvar
teknikleriyle açıklanamayan, astrolojik tahminlere hapsedilmiş, yıldızlara
bakarak üretilmiş bir sözcük müdür? Görülenler üzerinden fikir yürüten insanın,
görünmeyen hakkında bilgisi ve inancı olamaz mı? Oysa ilk insandan beri, son
elçiye verilmiş mesajlarda; görünmeyene olan inanç, görünür olanların
bilgisiyle de sağlamlaştırılmıştır. Vahiyle bildirilmiş ve gözlemlerin
etkisiyle imana ulaşılmıştır. Fıtratını bozmuş ve aklını perdelemiş olanlar; yanlış
iliklenmiş ilk düğmenin, sonraki düğmeleri de yanlış ilikleyeceğini göremezler.
İman, kör bir teslimiyet değildir. Öncelikle akletmek, araştırarak hakikate
ulaşmak insani bir değerdir. Bilgi, imana ait bir cevherdir. Onun için
atalardan görülmüş olması, taklit ve alışkanlık, değersiz bulunmuştur. Böyle
olsa bile; araştırmak, öğrenmek, sormak, tartışmak, kıyaslamak değerli
sayılmıştır. “Babam Müslümandı, onun için ben de Müslümanım” diyenin
alışkanlığını ve taklidini, bilinçli bir tercihe çevirmek ve bilerek inanmak,
insanı emniyetli kılar. Bu nedenle imanın akıldan ayrı soyutluğu söz konusu
değildir. Bilgi; kaynağından alınmış, akılda işlenmiş ve doğru olduğu konusunda
kalpte yerini bulmuşsa; sahibini imana ulaştırır. Bilgi ile iman arasında
samimi gayretlere ihtiyaç vardır. Hakikati bulduğunda onu imanla
taçlandırmamışsa; Kur’an’ın deyimiyle, “kitap yüklü eşek” olmaktan kurtulamaz
ya da kütüphane bekçisi olmaktan ileri gidemez. Dogmatizmin uğraşı da bu değil
miydi? Bilginin imanla ilişkisini koparmak... İmansız bilgi, kuru bir bilgidir.
Böyle nitelikteki bilgi tehlikelidir. Çıkar amaçlı kullanılır veya yüreklere
korku salmanın bin bir türünü icat etmeye yarar. Bilgisiz iman ise kapıları;
hurafelere, efsanelere, uydurmalara, delilsizliğe ve kolayca aldatılmaya açık
tutar.
Aklın tek şahidi göz değildir. Eğer verileri yalnızca
gözden alsaydı, o zaman görünenlerle yetinebilirdi. Sağlam çalışan akıl,
görmediği halde de ikna olabilir. Bilimsel gözlemlere, deneylere ve bilimin söz
söylemesi için bir beklentiye de girmez.
İman, akıl işidir ve zihni kilitlemekle inanca
ulaşılamayacağı bilinmelidir. Doğruları bildiren vahiyle ve hiç yalan
söylememiş son elçinin dili; Allah, cennet-cehennem, görmediğimiz varlıklar ve
hesap günü hakkında bize, bilgi ve inanç verir. Vahyin dili ile ona iman etmiş
peygamberin dili yeterli kanıt olmasına rağmen; yine de gözlemlerimizle, aldın
ikna kabiliyetine güç verecek verileri düşüncemize önerir. Müslümanları,
“doğruyu araştırarak bulanlar” olarak nitelemesi, bu hakikatin dillendirilmesidir.
“Müslüman olanlar, doğru yolu
araştırıp bulanlardır.” (Cin, 4) İmanın körü körüne bir saplantı olmadığını ve
Müslüman olmanın, araştırılmış incelenmiş bilgiyle gerçekleştirilmesi
gereklidir. Bilenlerin, “tahkiki iman” ve “taklidi iman” tartışmalarında;
doğruya hakikate ulaşmak için yapılan araştırmalardaki emeği, değerli
bulduklarını okuruz.
Yaratılış ve yaşayışın sebep ve sonuçlarının bilinmesi
ve iyi insan olunması için, kendisini koruyan ve diğer insanlara güven verecek
bir imanla donanmak, Kur’an’ın metodunu kavramakla mümkündür. Kur’an; sorular
soran, eleştiren, kıyaslayan bir yöntem kullanır. Hz. İbrahim’in gezegenlerle
ilgili sorulan, göğün direksiz duruşu, devenin ve sivrisineğin yaratılışı;
insanın oluşum, doğum ve büyüme süreci, mevsimler, yağmurlar, dağlar, denizler,
çeşit çeşit bitkiler, rengarenk canlılar... Bir yaratıcının varlığına inanmayı
gerektirmez mi?
“Nefsini bilen, Rabbini bilir” sözü, aklını kullanan için
işarettir.
Bazı insanlar bir soruyla veya bir cevapla bu imana
ulaşırken, bir kısmı da çoklu sorular ve kıyaslamalarla ulaşır. Bazıları da
tembel zihinlerini harekete geçirmez, belirsiz bir güç veya tesadüflere teslim
olup giderler.
İman; soran, analiz eden ve bilgilenerek ulaşılabilen
bir sonuçla kıymet kazanır ve dogmatizmin kör kuyularını reddeder. Dogmacılık;
kasıtlı ve kurnazca işlenmiş bir ideoloji olarak aslında, imanı kör kuyulara
atıp, bir daha insanlığa yol göstermesini önlemek için tezgâha sürülmüştür.
Vahyin kuşkusuz dili ve Resullerin yalansız dilini; önce inkâr etmeleri, sonra
da dogmayla adlandırmaları sebepsiz değildir. Kendi kuşkularını, başka akıllara
felsefi bir teori olarak sunanlar, kavramlarla oynayarak, aklın özgür
çalışmasını engellemek isterler ve yönlendirirler. İmanlı bir aklın, liberal
kapitalizmin tezgâhını bozacağını bilirler. Dogmatik söylemler bu anlamda,
yanlış iliklenmiş bir düğme olarak liberalizmin gömleğine dikilmiştir. Birkaç
kişinin kazdığı mezara insanlığı itenler, kurtulmak ve insanlarını, boylarını
aşmış, gam kasavetten çıkarmak istiyorlarsa öncelikle, kavramlara doğru
anlamlar yüklemelidirler.
Döndüm, iki kişi
mezar eşiyor
Gam kasavet
gelmiş, boydan aşıyor. (Ruhsati)
“İnanacaksanız, insanların
(Müslümanların) inandığı gibi inanın” dense, “O Süfehanın (budala, aptal,
akılsız, beyinsiz) inandığı gibi inanır mıyız?” derler. (Bakara, 13-14)
İnsanlar (müminler), gaybe (görünmeyene ve nasıl, ne
zaman, nerede sorularına cevap verilemeyen, az bilgi veya hiç bilgi) inanırlar,
“sana ve senden öncekilere indirilene” inanırlar, namaz kılar, infak ederler.
Bunlardan dolayı karşılaşılacak sonucu da kabullenirler.
“Süfeha” olarak adlandırdıkları
kimseleri, yeni felsefi terimle “dogmatikler” diye yaftalarlar. Aklını
kullanmayan, ispat edilmesi mümkün olmayana inanıp saplanmakla suçlarlar. Yani
değişen hiçbir şey yok... Kavramların adı değişse de, içeriği aynıdır. Ha
beyinsiz denilmiş, ha dogma denilmiş. Müslümanlar gibi inanmayanların fesat
(bozgunculuk) çıkardıkları söylenince de, “biz ıslah (iyileştirici) edicileriz
derler.” Fesat çıkardıkları halde, “iyileştiriciyiz” demeleri; zehri, balla
sunmak değil midir?
Sh:372-378
Kaynak:
Bayram KARAÇOR, İnsana Yön Veren Değerler, Beyan Yayınları, Ocak-2015, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar