İSLÂM DİNİN GÖRÜNÜMLERİ
OSMANLI
İMPARATORLUĞU VE İSLÂM: PROBLEMLER, HİPOTEZLER VE BİR PERSPEKTİF DENEMESİ[1]
Osmanlı
İmparatorluğu bugün, gerek Türkiye Cumhuriyeti'nin yaşamakta olduğu iç ve dış
problemler, gerekse vaktiyle sınırları dâhilinde bulunan komşu devletlerde
cereyan eden olaylar ve bunların Türkiye'ye yansımaları dolayısıyla,
aktüalitesini bütün canlılığıyla, korumakta ve dolayısıyla tartışılmakta
bulunan bir büyük imparatorluktur. Dünya Osmanlı tarihi araştırıcılığı, altı
yüzyıl gibi çok uzun bir ömür sürmüş bu imparatorluğun siyasi ve idari
yapısını, kurumlarını, onu meydana getiren, çeşitli etnik ve dini kökenlere,
kültürlere mensup insanların oluşturduğu karmaşık, dev bir toplumsal yapıyı,
bütün yönleriyle, bütün görüntüleriyle izlemek, anlayabilmek, açıklayabilmek
için, yaklaşık bir yüzyıldır büyük bir emek ve gayret sarf etmekte ve yıllardan
beri de önemli sonuçlar ortaya koymuş bulunmaktadır. Buna rağmen, daha
araştırılacak pek çok problem olduğuna, bunların araştırıcıları ve bilim
adamlarını daha yıllarca meşgul edeceğine hiç şüphe yoktur.
İşte bizim
burada ele almayı deneyeceğimiz problem de, üstelik en çetrefil ve en mühim
olanlarından biri, Osmanlı İmparatorluğu'nda "İslâm problemi"dir. Bunu seçmemizin sebebi, artık Osmanlı
tarihi araştırıcılığının, biraz fazla ihmal edilmiş bu konuya yönelmesi
gerektiğini vurgulamaktır. Aksi halde böyle devasa bir konuyu bir bildiri
çerçevesine sığdırmanın mümkün olamayacağı her türlü izahtan varestedir.
Şunu hemen
söyleyelim ki, bugüne kadar daha çok Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasi
tarihinin, sosyo-ekonomik yapısının, siyasi, idari, askeri, mali vs. teşkilat
ve kurumlarının tahlili konularına yoğunlaşmış bulunan Osmanlı tarihi
araştırıcılığı, Osmanlı İmparatorluğu ve İslâm konusuna ve bu çerçevede
üretilen kültürün tarihine geniş objektifli olarak eğilmiş değildir. Bu
itibarla, Osmanlı İmparatorluğu'nda İslâm konusunun bütün boyutlarıyla
yeterli bir şekilde ele alınıp işlendiğini, tartışıldığını söyleyemeyeceğiz. Gibb ve Bovven'in İslâmic Society and The West (Oxford, 1950,2
cilt) isimli tanınmış eserleriyle Norman Itzkovvitz'in Ottoman Empire and
islâmic Tradition (Chicago, 1972) adındaki kitabı (Türkçe çevirisi, İsmet
Özel, Osmanlı İmparatorluğu ve İslami Gelenek, İstanbul, 1989) isimleri
her ne kadar sözünü ettiğimiz bu meseleyi çağrıştırıyorlarsa da, muhteva olarak
daha ziyade kurumlar tarihi ekseninde konuya eğilmişlerdir.
Bunun
dışında Prof. Halil İnalcık'ın, "İslâm in the Ottoman Empire", [Cultura Turcica, V-VII (1968-1970),
s.19-29] gibi birkaç makalesini ve günümüzdeki birkaç çalışmayı daha
zikredebiliriz. Görüldüğü bu mesele, Osmanlı İmparatorluğu'nun yukarıda sayılan
diğer cephelerine dair yapılan araştırmaları yanında son derece yetersiz
kalmaktadır.
Bu
itibarla biz burada yalnızca, bu büyük imparatorluğun ideolojisinin, siyasal
ve idari kurumlaşmasının, kültürünün temelini oluşturan bu konuya dikkat
çekmek, meseleye nasıl yaklaşılması gerektiğine dair kendi perspektifimizi
ortaya koymaya çalışmak ve bu konu çerçevesinde halen mevcut problemlere işaret
etmekle yetineceğiz.
Her şeyden
önce bu alanı ilgilendiren kaynakların yeterince tanınıp işlenmediğini, bu
yüzden de bugüne kadar çoktan ortaya konması gereken detaylı monografik
çalışmaların bile, kalitece ve sayıca yeterli düzeye gelemediğini de söylememiz
gerekiyor. Bunun sebepleri ayrı bir tartışma konusudur.
Osmanlı İmparatorluğu, muhakkak ki bir İslâm
devletidir; hem de en az Emevi ve Abbasi imparatorlukları, diğer müslüman İran,
Türk ve Arap devletleri kadar bir İslâm devletidir. Bu sebepledir ki O, altı yüz yıllık uzun tarihinde hemen hemen her alan ve
safhasının sergilediği üzere, aynı zamanda bir "inanç devleti"dir. Onun için kanaatimizce bu imparatorluk
üzerinde yapılacak analizlere önce buradan başlamak gerekir. Çünkü Osmanlı imparatorluk ideolojisinin esasını
"inanç", yani İslâm oluşturur. Bu itibarla, bu İslâm'ın nasıl bir
İslam olduğu, Osmanlı İmparatorluğu'nda İslâm'ın rolünü, yorumlanış biçimini
ve devlet siyasetinden sıradan halkın inanç dünyasına varıncaya kadar çeşitli
alanlardaki yansımalarını anlayabilmek için, bu yansımaları doğuran yorumlarını
hangi kesimlerce ve nasıl üretildiğine bakmak kanaatimizce kaçınılmazdır. Bunu
anlamanın yolu, bizce evvela, bu imparatorluğun ideolojisinin tahlilinden
geçer. Bu tahlilin çok dikkatli ve ince bir şekilde yapılması, kanaatimizce
Osmanlı İmparatorluğu'yla ilgili pek çok meselenin de daha kolay ve daha bir
açıklıkla anlaşılmasını ve çözüme kavuşmasını sağlayacaktır.
Bize göre Osmanlı dünyasında İslâmi yorumlar
üreten dört temel sektör vardır:
1- Merkezi iktidar mekanizması, yani devlet,
2- Buna eklemlenmiş olan ulema kesimi,
3- Genellikle ve çoğunlukla bu ikisinden de bağımsız olan
sufi çevreler,
4- Daha çok bu üçüncü sektör etkisinde kalmakla beraber,
kendi geleneksel anlayışını sürdüren halk kesimi.
Bunları
sırayla DEVLET İSLÂMİ veya SİYASAL İSLÂM, MEDRESE İSLÂMı yahut KİTABİ
İSLÂM, TEKKE İSLÂMı ve nihayet POPÜLER İSLÂM olarak ta
adlandırabiliriz. Bizce Osmanlı İmparatorluğu tarihi içerisinde İslâm'ın tek
boyutlu değil, bu saydığımız boyutlarıyla görüntülendiği bir vakıadır ve böyle
bir yaklaşım, yapılacak tahlilleri önemli ölçüde kolaylaştıracak, Osmanlı
İmparatorluğu'nda İslâm olgusunu olabildiğince geniş bir perspektiften
görebilme imkânını sağlayacaktır. Dolayısıyla bu sektörlerin ayrı ayrı
monografik çalışmalara konu olması gerekir.
"Devlet İslâmı"ndan ne anlamalıyız?
Bundan
maksat imparatorluğun siyasal yapısı içinde İslâm'ın bir siyasal araç olarak
gösterdiği değişim, aldığı biçimdir. Her şeyden evvel, devletin, temel siyaset
aracı olarak İslâm'ı nasıl anlayıp yorumladığını, bunu yaparken ona ne gibi bir
görünüm kazandırdığını, hangi kurumları, yöntemleri kullandığını çok iyi
belirlememiz gerekiyor. İşte devlet mekanizmasının bu yorumu, Osmanlı
devletinde, daha önceki müslüman devletlerde pek rastlanmayacak derecede
kendine mahsus güçlü bir siyasal mahiyet kazanmıştır. Bunun böyle oluşu
kanaatimizce, Osmanlı İmparatorluğu'nda -Abbasiler de dâhil olmak üzere,
tarihte hiç bir İslâm devletinde olmadığı kadar- devletle dinin birbiri içine
geçmesinden, diğer bir ifadeyle "devletle dinin özdeşleşmesinden ileri
gelmektedir. Başka bir ifadeyle, Osmanlı İmparatorluğu'nda İslâm siyasal boyutu
itibariyle, devletin ayrışmaz bir parçası olmuş, bu iki kavram, devlet ve İslam
birbiri içine girmiştir. Bununla beraber, devlet daha baskındır ve Osmanlı
devletinde "HER ŞEY DEVLET
İÇİNDİR; DİN DE DEVLET İÇİNDİR".
Osmanlıdaki
bu yapı, köklü bir İslâmi geleneğin mirası olarak görünür. Buradaki İslâmi gelenek teriminden,
daha çok İslam tarihinin klasik devresini içine alan Emevi ve Abbasi
dönemlerinde, bu devletlerin hâkimiyet alanlarında eskiden beri mevcut siyasi
geleneklerin özümsenmesi suretiyle oluşan İslâm siyaset teorisini ve ona
paralel gelişen siyasal geleneği anlamak icap eder. Bu İslâmi siyaset
geleneğinin içinde ise, eski Doğu Roma, Sasani ve hatta eski Hind siyasi
telakkilerinin etkileri mevcuttur. Tabi ki bu sentezin harcı İslâm olmakla
birlikte bu, Peygamber zamanında teşekkül eden İslâmi siyaset algılayışından
hayli farklılaşmış bir anlayış idi.
İşte bu
klasik İslâmi siyasal geleneğin, İslâm hâkimiyetindeki geniş coğrafyada meydana
çıkmış olup, farklı zaman ve mekânlarda yazılmış Kelile ve Dimne (eski
Hind Pançatântra'sının islâmi versiyonu), Kâbûsnâme, Siyâsetnâme, Kutadgu
Bilig gibi, Hind, İran, Türk ve el-Ahkâmu's-Sultâniyye gibi Arap
kökenli zengin bir klasik literatürü vardır. Bu literatür, eski Türk siyasi
geleneğinin karakteristiği olan cömertlik ve töre kavramlarının yerine,
daha çok Hind-İran siyasi geleneğinin karakteristiği olan akıl, hikmet ve
bilgi unsurlarına dayanmakla dikkati çeker Osmanlı merkezi yönetimi.
İslâm'ı siyasallaştırırken, bu geleneği daha da geliştirerek din ve devleti
ikizlik statüsünden çıkarıp, birbiriyle özdeş yapmıştır.
İşte
Osmanlı İmparatorluğu'nda İslâm'ın bu siyasal boyutunun oluşmasına en büyük
katkıyı, "kitabî İslâm"ı,
yahut "medrese İslâmı"nı
üreten ulema kesimi sağladı. Osmanlı ulemasının ürettiği bu kitabi İslâm
yorumu, çok tabii olarak bürokrasinin eğitim kurumları durumundaki medreseler
aracılığıyla klasik Sünniliğin ve bunun içinde de Hanefiliğin hemen bütün
teorik ve pratik mirasını da aynen devraldı. Ulema örfi hukukun belirli
alanlarının dışında, Osmanlı toplumunun siyasi, idari, sosyal ve hukuki
teşkilatlanmasını gerçekleştirdi. Özellikle Fatih Sultan Mehmed'in
merkeziyetçi devlet anlayışının güdümüne girdikten sonra Osmanlı uleması, yalız
Osmanlı tarihinin değil, genelde İslâm ve Türk tarihinin de en önemli toplumsal
sınıflarından biri haline geldi. O artık, bilhassa Fatih'le birlikte tam bir dini bürokrat konumuna
gelmiş ve temel görevi, imparatorluğun Müslüman tebasının dini eğitim ve
organizasyonunu yapmanın, hukuki ihtiyaçlarını karşılamanın yanında, belki daha
fazla, iktidarın bütün hareket ve faaliyetlerini meşrulaştırmaya odaklanmıştır.
Osmanlı ulemasının bu konumu ve özelliği, onu Emevi ve Abbasi devirlerindeki,
devletten bağımsız klasik İslâm ulemasından ayıran en bariz özelliklerden ve
İslâm dünyası genelinde ulema sınıfının tarihindeki en büyük dönüşümlerden biridir.
Ulema İslâm'ın tam bir siyasal araç haline dönüşmesinin tipik örneğini XVI.
yüzyılda verdi.
XVI. yüzyılın ilk çeyreğine, yani Yavuz Sultan Selim
(1512-1520) devrine kadar yalnızca ehl-i küfr'e yani Hıristiyan dünyaya
karşı mücadele misyonunu üstlenen Osmanlı devleti, bu yüzyılın başlarında,
İran'da Safevi devletinin kurulmasıyla başlayan Şii propagandaya karşı yeni bir
misyon yüklendi: Ehl-i Rafz'a karşı mücadele. Bu, Büyük Selçuklu
İmparatorluğu'ndan sonra Sünni İslâm'ın bu misyonu ikinci kez yüklenişiydi. BU
SÜREÇ, OSMANLI İMPARATORLUĞU GENELİNDE SÜNNİ İSLÂM'I TAM BİR DEVLET
İDEOLOJİSİNE DÖNÜŞTÜRDÜ. Bu Sünni ideolojinin teorik temeli, Osmanlı medreselerinde
çok eskiden beri okutulmakta olup, Osmanlı Sünniliği'ne ana istikametini veren,
XIV. yüzyılın ünlü âlimlerinden Sadeddin-i Taftazani (öl. 1395)'nin eserine
Ömer Nesefi'nin yazdığı Şerhu'l-Akaid idi. Yazıldığı dönemdeki şiddetli
dini cereyanların etkisiyle genellikle Sünnilik dışı İslâm mezheplerine karşı
çok katı ve hoşgörüsüz bir tavır takınan ve Osmanlı Sünniliğinin tam bir
dogmatizme dönüşmesinde belki en büyük rolü oynayan bu kitabın, bu açıdan ciddi
ve derin bir analize tabi tutulmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. Bu analiz
işleminin bu meyanda meydana getirilen diğer literatüre de uygulanması çok
yararlı sonuçlar verecektir.
İşte bu
noktada, merkezi yönetimin elinde tam bir siyasal araca dönüşen devlet
Islâmı’yla, bunun üretilmesi görevini üstlenen ulemanın temsil ettiği medrese
İslâm’ının tam anlamıyla örtüştüğünü görürüz. Bu örtüşme, kanaatimizce İslâm
dünyası tarihinde başka bir benzerinin bulunmadığını sandığımız çok önemli bir
hadisedir.
Bu
örtüşmenin, hem ulema kesimi içinde, hem de şimdi sözünü edeceğimiz sufiyye
kesiminde çok ciddi bir entelektüel muhalefete yol açtığını gözlemliyoruz. Bu
muhalefeti temsil eden bir takım hareketlerin, özellikle Kanuni Sultan Süleyman
zamanına rastlaması, hiç de tesadüf değildir. Bu muhalefetin ulema kanadı, bir
örneğini ŞEYH BEDREDDİN’LE BAŞLAYAN
MATERYALİST BİR İSLÂM YORUMUNA SAPARKEN, SUFİYYE KANADI, AYNI MATERYALİZME
MİSTİK YOLDAN VAHDET-İ VÜCUD, DAHA DOĞRUSU VAHDET-İ MEVCUT, YANİ PANTEİZM
VASITASIYLA ULAŞIR. Bu ise bütün bir Osmanlı sufilik tarihinin en can alıcı
meselelerinden biridir. Osmanlı protestocu sufiliği bu panteizmi bir yandan
"mehdîci" bir zihniyet, diğer yandan, hem bu dünyaya, hem öbür
dünyaya hükmeden, yani hem bu dünyanın, hem öbür dünyanın sultanı olan
"kutup" teorisiyle sentezleyerek geliştirmiştir.
Burada
dikkatimizi en fazla celbetmesi gereken bir mesele, yüksek sufiyye kesimindeki,
merkezi yönetime karşı bu panteist protestonun, kırsal kesimin nabzını elinde
tutan popüler sufilik içinde daha değişik bir yankı bularak bir takım toplumsal protesto hareketlerini
mehdici bir espriyle birleştiren militan hareketlere dönüştürebilmesidir.
Bütün bir XVI. yüzyıl bu hareketlerle doludur. Bu hareketlerin sevk ve idare
eden liderler, aynen bu belirttiğimiz ideolojiyle büyük kitleleri peşlerine
takmışlardır. İşte bu panteist kutb-mehdiliğe dayanan muhalefet ideolojisi
Osmanlı İmparatorluğu’nda popüler İslâm'ın anlaşılmasına hizmet edecek başlı
başına büyük bir araştırma konusudur.
İşte
klasik dönemde bu kadar renkli bir görünüm arzeden İslâm, yenileşme döneminde
bu defa kendisi bir problem teşkil edecek, imparatorluğun Batılılaşmacı aydın
eliti, onu geriliğin sebebi ve ilerlemenin önündeki engel olarak
değerlendirecektir. Bu bakışın yansımaları Cumhuriyet'in kuruluş döneminden
günümüze bütün canlılığıyla yansımıştır. Bu, çok önemli bir dönüşümün
habercisidir. Kabaca II. Meşrutiyet'e kadar Osmanlı devletinin resmi ideolojisi
durumunda olan İslam, artık Tanzimat'la birlikte başlayan batılılaşmacı
yenileşme hareketlerine karşı doğacak muhalefetin ideolojisi olarak yeni bir
siyasal ve fikri hareket doğuracaktır: İslamcılık.
Bu
ideolojinin kökleri, Tanzimat'la birlikte yüksek bürokrasi ve aydın kesiminin,
Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesinin sebepleri konusunda koyduğu teşhise
gösterilen tepkilerden beslenir. Bu teşhis, merkezi yönetim tarafından daha
Lale Devri'nden itibaren askeri alanda başlatılan yenileşme hareketlerinin
yetersizliğinin fark edilmesiyle birlikte, esas problemin başka alanlarda
yatıyor olmasının düşünülmesiyle su yüzüne çıkmış ve özellikle Batı'yı tanıma
imkânım bulan aydın bürokrat kesiminin kafalarında İslâm'ın giderek bir
probleme dönüşmesine yol açmıştır. Böylece yavaş yavaş belirtilen çevrelerin
bir kesiminde İslâm, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesinden sorumlu tek suçlu
olarak görüldü.
Tanzimat
sonrası Osmanlı bürokrasi ve aydın çevrelerinde belirginleşen, Osmanlı
İmparatorluğu'nun gerilemesinden İslâm'ı sorumlu tutan bu eğilimlerin karşı
çıktıkları İslâm aslında, yukarıda sözü edilen, Osmanlı merkezi iktidarı ile
özdeşleşmiş ve bu sebeple tabii olarak siyasallaşmış ve muhafazakârlaşmış bu
geleneksel İslam, yani klasik Osmanlı İslâmi idi. Burada bir parantez açarak, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere,
Cumhuriyet'in kurucu kadrosunun İslâm'a bakışını da bu açıdan değerlendirmek
gerektiğini düşündüğümüzü söyleyelim.
Burada
dikkatle tesbit etmemiz gereken ve çoğu zaman farkına varılmayan mühim bir
vakıa vardır, ki şudur: Batılılaşmacı yenileşmeciliğe karşı oluşan bu yeni
ideoloji, yani İslamcılık, kendisine referans olarak, demin sözünü ettiğimiz
klasik dönem Osmanlı İslâmını değil, Afgani
ve Abduh türü selefiyeci bir İslâm
anlayışını aldı. Dolayısıyla bu ideoloji, yalnız Batılılaşmacılığa değil, gerek
siyasal, gerekse popüler boyutuyla klasik Osmanlı İslâmı'na da karşı idi. Bunun
üç mühim göstergesi vardır:
1) İslamcılar,
Osmanlı İslâm'ının geleneksel siyasi kurumu olan saltanat rejimine karşı
çıkıyor, İslâmi bir kurum olarak algıladıkları meşveret'e dayalı meşruti
bir rejim istiyorlardı.
2) Geleneksel
İslam'ın kültürel muhteva ve kurumlarının çoğunu reddedip, İslâm'ı ilk
devirlerin saflığına yeniden kavuşturarak orijinal haline döndürmeyi
amaçlıyorlardı. Yani Selefiyeci idiler.
3) Geleneksel
İslam'ı, dolayısıyla Osmanlı İslâm'ımn karakteristik niteliği olan
"taklid"i terk edip, yaklaşık X. yüzyıldan beri kapalı olduğu
varsayılan İçtihat Kapısı'nı yeniden açarak İslâm'ın bilim ve düşünce
hayatına işlerlik, canlılık, üreticilik ve yaratıcılık kazandırmak amacını
güdüyorlardı.
Dolayısıyla
II. Abdülhamid dönemi ve Meşrutiyet İslamcılığı, belki temelde klasik Osmanlı
İslâmı'na karşı bir tepki hareketidir. Bu yüzden de esas itibariyle modernist
(yenileşmeci) bir akımdır. Görünürdeki bütün Bata karşıtı tavrına rağmen,
yenileşme yanlısı olduğu için, Türkiye tarihinde modernist fikir hareketleri
çerçevesinde mütalaa edilmelidir.
II.
Abdülhamid döneminin Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi İslamcı edip ve aydınları
ile, Şehbenderzade Ahmed Hilmi,
Şeyhülislâm Musa Kazım ve Said Halim Paşa, Babanzade Ahmed Naim, Mehmet Akif
(Ersoy), İsmail Hakkı (İzmirli), İsmail Fenni (Ertuğrul) ve Şemseddin
(Günaltay) gibi belirli bir Osmanlı İslamcı eliti, İslâm'ın "mani-i terakki" olmadığını,
aksine, bilimi, düşünceyi telkin ettiği halde, zamanla Müslümanların bu yolu
bırakıp skolastik düşünceye kapılarak geri kaldıklarını anlatmaya özellikle
ihtimam göstermişlerdir. Onlar, genelde İslâm âleminin, özelde Osmanlı
İmparatorluğu'nun gerilemesinden mutlakıyet rejimlerinin ve geleneksel İslâm'ın
sorumlu tutulması gerektiğini düşünmüşler, gerçekte İslam'ın insan hürriyetini
baskı altına alan hiç bir rejime açık olmadığını izaha çalışmışlardır.
Sonuç olarak,
İslam'ın Osmanlı devletinin kuruluşundan Cumhuriyet'e kadar, Osmanlı
İmparatorluğundaki yeri, değişik dönemlerdeki görüntüleri, bugünün Türkiye'sini
de çok derinden etkilemesi itibariyle, yalnız Osmanlı tarihi açısından değil,
Türkiye'nin geçmişi ve geleceği noktasından da çok ciddi bir biçimde
tartışılması gereken, yalnız bilimsel bakımdan değil, pratik olarak da büyük
fayda sağlayacak bir meseledir Osmanlı tarihi araştırıcılığı artık bu mesele
üzerine de dikkatle eğilmelidir. (s.159-167)
Kaynakça
Ahmet
Yaşar OCAK, Türkiye Sosyal Tarihînde
İslam'ın Macerası Kasım 2010, İstanbul.
Not: İslam
dinî inanç ve esaslar olarak birdir. Ancak anlayış ve uygulayış farkları ile
çeşitli isimler altında anılması eleştirel açıdan yorumlanmasıdır. İslâm Dini
günümüze kadar berrak ve katıksız şekilde gelmiştir. (hzl)
[1] Bu makale
esas olarak Selçuk Üniversitesi, Uluslararası Kuruluşunun 700. Yıl Dönümünde
Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi'ne (International Congress on Ottoman
Empire With Ali Aspects in 700th Anniversary of Its Establishment), 7-9 Nisan
1999 sunulmuş olan bildiridir. Son kısımda "İkinci Abdülhamit Dönemi
İslamcılığının Tarihî Arkaplanı" isimli makalemizden yararlanılmıştır.
Perspektif, nesnelerin
görünümünü 3 boyutlu olarak düz bir yüzeyde, yani 2 boyuta indirgeyerek,
göstermeye yarayan bir iz düşümdür. Nesnenin gözlemciye göre olan posizyonunun
ve uzaklığının etkileri esas alınarak perspektif çizimi yapılır. Söz konusu
çizimler gözlemcide, biçim ve orantı bakımından, renklerden bağımsız olarak, 3
boyutlu bir gerçeklik izlenimi yaratmalıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar