Print Friendly and PDF

İSLÂM DİNİN GÖRÜNÜMLERİ

Bunlarada Bakarsınız



OSMANLI İMPARATORLUĞU VE İSLÂM: PROBLEMLER, HİPOTEZLER VE BİR PERSPEKTİF DENEMESİ[1]
Osmanlı İmparatorluğu bugün, gerek Türkiye Cumhuriyeti'nin yaşamakta olduğu iç ve dış problemler, gerekse vaktiyle sınırları dâhilinde bulunan komşu devletlerde cereyan eden olaylar ve bunların Türkiye'ye yansımaları dolayısıyla, aktüalitesini bütün canlılığıyla, korumakta ve dolayısıyla tartışılmakta bulunan bir büyük imparatorluktur. Dünya Osmanlı tarihi araştırıcılığı, altı yüzyıl gibi çok uzun bir ömür sürmüş bu imparatorluğun siyasi ve idari yapısını, kurumlarını, onu meydana getiren, çeşitli etnik ve dini kökenlere, kültürlere mensup insanların oluşturduğu karmaşık, dev bir toplumsal yapıyı, bütün yönleriyle, bütün görüntüleriyle izlemek, anlayabilmek, açıklayabilmek için, yaklaşık bir yüzyıldır büyük bir emek ve gayret sarf etmekte ve yıllardan beri de önem­li sonuçlar ortaya koymuş bulunmaktadır. Buna rağmen, daha araştırılacak pek çok problem olduğuna, bunların araştırıcıları ve bilim adamlarını daha yıllarca meşgul edeceğine hiç şüphe yoktur.
İşte bizim burada ele almayı deneyeceğimiz problem de, üstelik en çetrefil ve en mühim olanlarından biri, Osmanlı İmparatorluğu'nda "İslâm problemi"dir. Bunu seçmemizin sebe­bi, artık Osmanlı tarihi araştırıcılığının, biraz fazla ihmal edilmiş bu konuya yönelmesi gerektiğini vurgulamaktır. Aksi halde böyle devasa bir konuyu bir bildiri çerçevesine sığdırmanın mümkün olamayacağı her türlü izahtan varestedir.
Şunu hemen söyleyelim ki, bugüne kadar daha çok Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasi tarihinin, sosyo-ekonomik yapısının, siyasi, idari, askeri, mali vs. teşkilat ve kurumlarının tahlili konu­larına yoğunlaşmış bulunan Osmanlı tarihi araştırıcılığı, Osmanlı İmparatorluğu ve İslâm konusuna ve bu çerçevede üretilen kültü­rün tarihine geniş objektifli olarak eğilmiş değildir. Bu itibarla, Os­manlı İmparatorluğu'nda İslâm konusunun bütün boyutlarıyla yeterli bir şekilde ele alınıp işlendiğini, tartışıldığını söyleyemeyeceğiz. Gibb ve Bovven'in İslâmic Society and The West (Oxford, 1950,2 cilt) isimli tanınmış eserleriyle Norman Itzkovvitz'in Ottoman Empire and islâmic Tradition (Chicago, 1972) adındaki kitabı (Türkçe çevirisi, İsmet Özel, Osmanlı İmparatorluğu ve İslami Gelenek, İstanbul, 1989) isimleri her ne kadar sözünü ettiğimiz bu meseleyi çağrıştırıyorlarsa da, muhteva olarak daha ziyade kurumlar tarihi ekseninde konuya eğilmişlerdir.
Bunun dışında Prof. Halil İnalcık'ın, "İslâm in the Ottoman Empire", [Cultura Turcica, V-VII (1968-1970), s.19-29] gibi birkaç makalesini ve günümüzdeki birkaç çalışmayı daha zikredebiliriz. Görüldüğü bu mesele, Osmanlı İmparatorluğu'nun yukarıda sayılan diğer cephelerine dair yapılan araştırmaları ya­nında son derece yetersiz kalmaktadır.
Bu itibarla biz burada yalnızca, bu büyük imparatorluğun ide­olojisinin, siyasal ve idari kurumlaşmasının, kültürünün temelini oluşturan bu konuya dikkat çekmek, meseleye nasıl yaklaşılması gerektiğine dair kendi perspektifimizi ortaya koymaya çalışmak ve bu konu çerçevesinde halen mevcut problemlere işaret etmekle yetineceğiz.
Her şeyden önce bu alanı ilgilendiren kaynakların yeterince tanınıp işlenmediğini, bu yüzden de bugüne kadar çoktan ortaya konması gereken detaylı monografik çalışmaların bile, kalitece ve sayıca yeterli düzeye gelemediğini de söylememiz gerekiyor. Bunun sebepleri ayrı bir tartışma konusudur.
Osmanlı İmparatorluğu, muhakkak ki bir İslâm devletidir; hem de en az Emevi ve Abbasi imparatorlukları, diğer müslüman İran, Türk ve Arap devletleri kadar bir İslâm devletidir. Bu sebepledir ki O, altı yüz yıllık uzun tarihinde hemen hemen her alan ve safhasının sergilediği üzere, aynı zamanda bir "inanç devleti"dir. Onun için kanaatimizce bu imparatorluk üzerinde yapılacak analizlere önce buradan başlamak gerekir. Çünkü Osmanlı imparatorluk ideoloji­sinin esasını "inanç", yani İslâm oluşturur. Bu itibarla, bu İslâm'ın nasıl bir İslam olduğu, Osmanlı İmparatorluğu'nda İslâm'ın ro­lünü, yorumlanış biçimini ve devlet siyasetinden sıradan halkın inanç dünyasına varıncaya kadar çeşitli alanlardaki yansımalarını anlayabilmek için, bu yansımaları doğuran yorumlarını hangi ke­simlerce ve nasıl üretildiğine bakmak kanaatimizce kaçınılmazdır. Bunu anlamanın yolu, bizce evvela, bu imparatorluğun ideoloji­sinin tahlilinden geçer. Bu tahlilin çok dikkatli ve ince bir şekilde yapılması, kanaatimizce Osmanlı İmparatorluğu'yla ilgili pek çok meselenin de daha kolay ve daha bir açıklıkla anlaşılmasını ve çözüme kavuşmasını sağlayacaktır.
Bize göre Osmanlı dünyasında İslâmi yorumlar üreten dört temel sektör vardır:
1- Merkezi iktidar mekanizması, yani devlet,
2- Buna eklemlenmiş olan ulema kesimi,
3- Genellikle ve çoğunlukla bu ikisinden de bağımsız olan sufi çevreler,
4- Daha çok bu üçüncü sektör etkisinde kalmakla beraber, kendi geleneksel anlayışını sürdüren halk kesimi.
Bunları sırayla DEVLET İSLÂMİ veya SİYASAL İSLÂM, MEDRESE İSLÂMı yahut KİTABİ İSLÂM, TEKKE İSLÂMı ve nihayet POPÜLER İSLÂM olarak ta adlandırabiliriz. Bizce Osmanlı İmparatorluğu tarihi içerisinde İslâm'ın tek boyutlu değil, bu saydığımız boyutlarıyla görüntülen­diği bir vakıadır ve böyle bir yaklaşım, yapılacak tahlilleri önemli ölçüde kolaylaştıracak, Osmanlı İmparatorluğu'nda İslâm olgusunu olabildiğince geniş bir perspektiften görebilme imkânını sağlaya­caktır. Dolayısıyla bu sektörlerin ayrı ayrı monografik çalışmalara konu olması gerekir.
"Devlet İslâmı"ndan ne anlamalıyız?
Bundan maksat imparator­luğun siyasal yapısı içinde İslâm'ın bir siyasal araç olarak gösterdiği değişim, aldığı biçimdir. Her şeyden evvel, devletin, temel siyaset aracı olarak İslâm'ı nasıl anlayıp yorumladığını, bunu yaparken ona ne gibi bir görünüm kazandırdığını, hangi kurumları, yöntemleri kullandığını çok iyi belirlememiz gerekiyor. İşte devlet mekaniz­masının bu yorumu, Osmanlı devletinde, daha önceki müslüman devletlerde pek rastlanmayacak derecede kendine mahsus güçlü bir siyasal mahiyet kazanmıştır. Bunun böyle oluşu kanaatimizce, Os­manlı İmparatorluğu'nda -Abbasiler de dâhil olmak üzere, tarihte hiç bir İslâm devletinde olmadığı kadar- devletle dinin birbiri içine geçmesinden, diğer bir ifadeyle "devletle dinin özdeşleşmesinden ileri gelmektedir. Başka bir ifadeyle, Osmanlı İmparatorluğu'nda İslâm siyasal boyutu itibariyle, devletin ayrışmaz bir parçası olmuş, bu iki kavram, devlet ve İslam birbiri içine girmiştir. Bununla be­raber, devlet daha baskındır ve Osmanlı devletinde "HER ŞEY DEVLET İÇİNDİR; DİN DE DEVLET İÇİNDİR".
Osmanlıdaki bu yapı, köklü bir İslâmi geleneğin mirası olarak görünür. Buradaki İslâmi gelenek teriminden, daha çok İslam tari­hinin klasik devresini içine alan Emevi ve Abbasi dönemlerinde, bu devletlerin hâkimiyet alanlarında eskiden beri mevcut siyasi geleneklerin özümsenmesi suretiyle oluşan İslâm siyaset teorisini ve ona paralel gelişen siyasal geleneği anlamak icap eder. Bu İslâmi siyaset geleneğinin içinde ise, eski Doğu Roma, Sasani ve hatta eski Hind siyasi telakkilerinin etkileri mevcuttur. Tabi ki bu sentezin harcı İslâm olmakla birlikte bu, Peygamber zamanında teşekkül eden İslâmi siyaset algılayışından hayli farklılaşmış bir anlayış idi.
İşte bu klasik İslâmi siyasal geleneğin, İslâm hâkimiyetindeki geniş coğrafyada meydana çıkmış olup, farklı zaman ve mekânlarda yazılmış Kelile ve Dimne (eski Hind Pançatântra'sının islâmi versiyonu), Kâbûsnâme, Siyâsetnâme, Kutadgu Bilig gibi, Hind, İran, Türk ve el-Ahkâmu's-Sultâniyye gibi Arap kökenli zengin bir klasik literatürü vardır. Bu literatür, eski Türk siyasi geleneğinin ka­rakteristiği olan cömertlik ve töre kavramlarının yerine, daha çok Hind-İran siyasi geleneğinin karakteristiği olan akıl, hikmet ve bilgi unsurlarına dayanmakla dikkati çeker Osmanlı merkezi yönetimi. İslâm'ı siyasallaştırırken, bu geleneği daha da geliştirerek din ve devleti ikizlik statüsünden çıkarıp, birbiriyle özdeş yapmıştır.
İşte Osmanlı İmparatorluğu'nda İslâm'ın bu siyasal boyutunun oluşmasına en büyük katkıyı, "kitabî İslâm"ı, yahut "medrese İslâmı"nı üreten ulema kesimi sağladı. Osmanlı ulemasının ürettiği bu kitabi İslâm yorumu, çok tabii olarak bürokrasinin eğitim ku­rumları durumundaki medreseler aracılığıyla klasik Sünniliğin ve bunun içinde de Hanefiliğin hemen bütün teorik ve pratik mirasını da aynen devraldı. Ulema örfi hukukun belirli alanlarının dışında, Osmanlı toplumunun siyasi, idari, sosyal ve hukuki teşkilatlanma­sını gerçekleştirdi. Özellikle Fatih Sultan Mehmed'in merkeziyetçi devlet anlayışının güdümüne girdikten sonra Osmanlı uleması, yalız Osmanlı tarihinin değil, genelde İslâm ve Türk tarihinin de en önemli toplumsal sınıflarından biri haline geldi. O artık, bilhassa Fatih'le birlikte tam bir dini bürokrat konumuna gelmiş ve temel görevi, imparatorluğun Müslüman tebasının dini eğitim ve organizasyonunu yapmanın, hukuki ihtiyaçlarını karşılamanın yanında, belki daha fazla, iktidarın bütün hareket ve faaliyetlerini meşrulaştırmaya odaklanmıştır. Osmanlı ulemasının bu konu­mu ve özelliği, onu Emevi ve Abbasi devirlerindeki, devletten bağımsız klasik İslâm ulemasından ayıran en bariz özelliklerden ve İslâm dünyası genelinde ulema sınıfının tarihindeki en büyük dönüşümlerden biridir. Ulema İslâm'ın tam bir siyasal araç haline dönüşmesinin tipik örneğini XVI. yüzyılda verdi.
XVI. yüzyılın ilk çeyreğine, yani Yavuz Sultan Selim (1512-1520) devrine kadar yalnızca ehl-i küfr'e yani Hıristiyan dünyaya karşı mücadele misyonunu üstlenen Osmanlı devleti, bu yüzyılın başlarında, İran'da Safevi devletinin kurulmasıyla başlayan Şii propagandaya karşı yeni bir misyon yüklendi: Ehl-i Rafz'a karşı mücadele. Bu, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'ndan sonra Sünni İslâm'ın bu misyonu ikinci kez yüklenişiydi. BU SÜREÇ, OSMANLI İMPARATORLUĞU GENELİNDE SÜNNİ İSLÂM'I TAM BİR DEVLET İDEOLOJİSİNE DÖNÜŞTÜRDÜ. Bu Sünni ideolojinin teorik temeli, Osmanlı medrese­lerinde çok eskiden beri okutulmakta olup, Osmanlı Sünniliği'ne ana istikametini veren, XIV. yüzyılın ünlü âlimlerinden Sadeddin-i Taftazani (öl. 1395)'nin eserine Ömer Nesefi'nin yazdığı Şerhu'l-Akaid idi. Yazıldığı dönemdeki şiddetli dini cereyanların etkisiyle genellikle Sünnilik dışı İslâm mezheplerine karşı çok katı ve hoş­görüsüz bir tavır takınan ve Osmanlı Sünniliğinin tam bir dogmatizme dönüşmesinde belki en büyük rolü oynayan bu kitabın, bu açıdan ciddi ve derin bir analize tabi tutulmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. Bu analiz işleminin bu meyanda meydana getirilen diğer literatüre de uygulanması çok yararlı sonuçlar verecektir.
İşte bu noktada, merkezi yönetimin elinde tam bir siyasal araca dönüşen devlet Islâmı’yla, bunun üretilmesi görevini üstlenen ule­manın temsil ettiği medrese İslâm’ının tam anlamıyla örtüştüğünü görürüz. Bu örtüşme, kanaatimizce İslâm dünyası tarihinde başka bir benzerinin bulunmadığını sandığımız çok önemli bir hadisedir.
Bu örtüşmenin, hem ulema kesimi içinde, hem de şimdi sözünü edeceğimiz sufiyye kesiminde çok ciddi bir entelektüel muhalefete yol açtığını gözlemliyoruz. Bu muhalefeti temsil eden bir takım hareketlerin, özellikle Kanuni Sultan Süleyman zamanına rastla­ması, hiç de tesadüf değildir. Bu muhalefetin ulema kanadı, bir örneğini ŞEYH BEDREDDİN’LE BAŞLAYAN MATERYALİST BİR İSLÂM YORU­MUNA SAPARKEN, SUFİYYE KANADI, AYNI MATERYALİZME MİSTİK YOLDAN VAHDET-İ VÜCUD, DAHA DOĞRUSU VAHDET-İ MEVCUT, YANİ PANTEİZM VASITASIYLA ULAŞIR. Bu ise bütün bir Osmanlı sufilik tarihinin en can alıcı meselelerinden biridir. Osmanlı protestocu sufiliği bu pan­teizmi bir yandan "mehdîci" bir zihniyet, diğer yandan, hem bu dünyaya, hem öbür dünyaya hükmeden, yani hem bu dünyanın, hem öbür dünyanın sultanı olan "kutup" teorisiyle sentezleyerek geliştirmiştir.
Burada dikkatimizi en fazla celbetmesi gereken bir mesele, yüksek sufiyye kesimindeki, merkezi yönetime karşı bu panteist protestonun, kırsal kesimin nabzını elinde tutan popüler sufilik içinde daha değişik bir yankı bularak bir takım toplumsal protesto hareketlerini mehdici bir espriyle birleştiren militan hareketlere dönüştürebilmesidir. Bütün bir XVI. yüzyıl bu hareketlerle dolu­dur. Bu hareketlerin sevk ve idare eden liderler, aynen bu belirt­tiğimiz ideolojiyle büyük kitleleri peşlerine takmışlardır. İşte bu panteist kutb-mehdiliğe dayanan muhalefet ideolojisi Osmanlı İmparatorluğu’nda popüler İslâm'ın anlaşılmasına hizmet edecek başlı başına büyük bir araştırma konusudur.
İşte klasik dönemde bu kadar renkli bir görünüm arzeden İslâm, yenileşme döneminde bu defa kendisi bir problem teşkil edecek, imparatorluğun Batılılaşmacı aydın eliti, onu geriliğin sebebi ve ilerlemenin önündeki engel olarak değerlendirecektir. Bu bakışın yansımaları Cumhuriyet'in kuruluş döneminden günümüze bütün canlılığıyla yansımıştır. Bu, çok önemli bir dönüşümün habercisidir. Kabaca II. Meşrutiyet'e kadar Osmanlı devletinin resmi ideolojisi durumunda olan İslam, artık Tanzimat'la birlikte başlayan batılılaş­macı yenileşme hareketlerine karşı doğacak muhalefetin ideolojisi olarak yeni bir siyasal ve fikri hareket doğuracaktır: İslamcılık.
Bu ideolojinin kökleri, Tanzimat'la birlikte yüksek bürokrasi ve aydın kesiminin, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesinin sebep­leri konusunda koyduğu teşhise gösterilen tepkilerden beslenir. Bu teşhis, merkezi yönetim tarafından daha Lale Devri'nden itibaren askeri alanda başlatılan yenileşme hareketlerinin yetersizliğinin fark edilmesiyle birlikte, esas problemin başka alanlarda yatıyor olma­sının düşünülmesiyle su yüzüne çıkmış ve özellikle Batı'yı tanıma imkânım bulan aydın bürokrat kesiminin kafalarında İslâm'ın gide­rek bir probleme dönüşmesine yol açmıştır. Böylece yavaş yavaş be­lirtilen çevrelerin bir kesiminde İslâm, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesinden sorumlu tek suçlu olarak görüldü.
Tanzimat sonrası Osmanlı bürokrasi ve aydın çevrelerinde be­lirginleşen, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesinden İslâm'ı sorumlu tutan bu eğilimlerin karşı çıktıkları İslâm aslında, yuka­rıda sözü edilen, Osmanlı merkezi iktidarı ile özdeşleşmiş ve bu sebeple tabii olarak siyasallaşmış ve muhafazakârlaşmış bu gele­neksel İslam, yani klasik Osmanlı İslâmi idi. Burada bir parantez açarak, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyet'in kurucu kadrosunun İslâm'a bakışını da bu açıdan değerlendirmek gerektiğini düşündüğümüzü söyleyelim.
Burada dikkatle tesbit etmemiz gereken ve çoğu zaman farkına varılmayan mühim bir vakıa vardır, ki şudur: Batılılaşmacı yenileşmeciliğe karşı oluşan bu yeni ideoloji, yani İslamcılık, kendisine referans olarak, demin sözünü ettiğimiz klasik dönem Osmanlı İslâmını değil, Afgani ve Abduh türü selefiyeci bir İslâm anlayışını aldı. Dolayısıyla bu ideoloji, yalnız Batılılaşmacılığa değil, gerek siyasal, gerekse popüler boyutuyla klasik Osmanlı İslâmı'na da karşı idi. Bunun üç mühim göstergesi vardır:
1) İslamcılar, Osmanlı İslâm'ının geleneksel siyasi kurumu olan saltanat rejimine karşı çıkıyor, İslâmi bir kurum olarak algıladıkları meşveret'e dayalı meşruti bir rejim istiyorlardı.
2) Geleneksel İslam'ın kültürel muhteva ve kurumlarının çoğu­nu reddedip, İslâm'ı ilk devirlerin saflığına yeniden kavuşturarak orijinal haline döndürmeyi amaçlıyorlardı. Yani Selefiyeci idiler.
3) Geleneksel İslam'ı, dolayısıyla Osmanlı İslâm'ımn karakte­ristik niteliği olan "taklid"i terk edip, yaklaşık X. yüzyıldan beri kapalı olduğu varsayılan İçtihat Kapısı'nı yeniden açarak İslâm'ın bilim ve düşünce hayatına işlerlik, canlılık, üreticilik ve yaratıcılık kazandırmak amacını güdüyorlardı.
Dolayısıyla II. Abdülhamid dönemi ve Meşrutiyet İslamcılığı, belki temelde klasik Osmanlı İslâmı'na karşı bir tepki hareketidir. Bu yüzden de esas itibariyle modernist (yenileşmeci) bir akımdır. Görünürdeki bütün Bata karşıtı tavrına rağmen, yenileşme yanlısı olduğu için, Türkiye tarihinde modernist fikir hareketleri çerçeve­sinde mütalaa edilmelidir.
II. Abdülhamid döneminin Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi İslamcı edip ve aydınları ile, Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Şeyhülislâm Musa Kazım ve Said Halim Paşa, Babanzade Ah­med Naim, Mehmet Akif (Ersoy), İsmail Hakkı (İzmirli), İsmail Fenni (Ertuğrul) ve Şemseddin (Günaltay) gibi belirli bir Osmanlı İslamcı eliti, İslâm'ın "mani-i terakki" olmadığını, aksine, bilimi, düşünceyi telkin ettiği halde, zamanla Müslümanların bu yolu bırakıp skolastik düşünceye kapılarak geri kaldıklarını anlatmaya özellikle ihtimam göstermişlerdir. Onlar, genelde İslâm âleminin, özelde Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesinden mutlakıyet rejimlerinin ve geleneksel İslâm'ın sorumlu tutulması gerektiğini düşünmüşler, gerçekte İslam'ın insan hürriyetini baskı altına alan hiç bir rejime açık olmadığını izaha çalışmışlardır.
Sonuç olarak, İslam'ın Osmanlı devletinin kuruluşundan Cumhuriyet'e kadar, Osmanlı İmparatorluğundaki yeri, değişik dönemlerdeki görüntüleri, bugünün Türkiye'sini de çok derin­den etkilemesi itibariyle, yalnız Osmanlı tarihi açısından değil, Türkiye'nin geçmişi ve geleceği noktasından da çok ciddi bir bi­çimde tartışılması gereken, yalnız bilimsel bakımdan değil, pratik olarak da büyük fayda sağlayacak bir meseledir Osmanlı tarihi araştırıcılığı artık bu mesele üzerine de dikkatle eğilmelidir. (s.159-167)
Kaynakça
Ahmet Yaşar OCAK,  Türkiye Sosyal Tarihînde İslam'ın Macerası Kasım 2010, İstanbul.

Not: İslam dinî inanç ve esaslar olarak birdir. Ancak anlayış ve uygulayış farkları ile çeşitli isimler altında anılması eleştirel açıdan yorumlanmasıdır. İslâm Dini günümüze kadar berrak ve katıksız şekilde gelmiştir. (hzl)




[1] Bu makale esas olarak Selçuk Üniversitesi, Uluslararası Kuruluşunun 700. Yıl Dönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi'ne (International Congress on Ottoman Empire With Ali Aspects in 700th Anniversary of Its Establishment), 7-9 Nisan 1999 sunulmuş olan bildiridir. Son kısımda "İkinci Abdülhamit Dönemi İslamcılığının Tarihî Arkaplanı" isimli makalemizden yararlanılmıştır.
Perspektif, nesnelerin görünümünü 3 boyutlu olarak düz bir yüzeyde, yani 2 boyuta indirgeyerek, göstermeye yarayan bir iz düşümdür. Nesnenin gözlemciye göre olan posizyonunun ve uzaklığının etkileri esas alınarak perspektif çizimi yapılır. Söz konusu çizimler gözlemcide, biçim ve orantı bakımından, renklerden bağımsız olarak, 3 boyutlu bir gerçeklik izlenimi yaratmalıdır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar