Print Friendly and PDF

İSLÂM DÜNYASI NİÇİN İLERLEYEMİYOR? «İnhitat-ı İslâm hakkında bir Tecrübe-i Kalemiye»

Bunlarada Bakarsınız




Said Halim Paşa,
,
[İnhitat: Aşağılanma, aşağı inme. * İhtiyarlama, yaşlılığa yüz tutma. * Kuvvetten düşme. * Bir şişin inmesi. * Düşme, inme.]
İslâm dünyasının her tarafında bugün ıslahat ve İlerlemekten, yücelmek ve hür olmaktan başka bir meseleden bahsedilmemektedir.
Halbuki, Müslüman milletlerin gerilemesinin esası ve sebepleri hakkında, hâlâ devam etmekte olan koyu cehaletin ortadan kaldırılması işiyle hiç kimsenin ciddî bir surette meşgul olmadığını hayretle müşahede etmekteyiz. Görüyoruz ki, sözü geçen milletleri bu korkunç hastalıktan kurtarmak vazifesini üzerlerine alanlar bu gerçekle ilgilerini kesecek kadar mazilerinden gözlerini ayırdıkları gibi, iyileştirmek istedikleri hastalığın vasıflarını ve mahiyetini anlayıp öğrenmek külfetine bile katlanmadıkları halde, gayretlerinde muvaffakiyet hayâl ediyorlar. Bu hal ise uğradığımız musibetlerin ve geride kalmamızın gösterebileceği en hüzün verici manzaradır.
***
İslâm âleminin geri kalışı Müslüman milletlerin yabancıların boyunduruğu altına düşmelerinden sonra, bütün hakikati ve ehemmiyeti ile ortaya çıkmıştır.
Adı geçen milletler, istilâcılara nisbetle pek kötü şartlar altında hayatlarını geçirdiklerinden geride kalışlarını bizden evvel fark edenler, onları boyundurukları altına alan Hristiyan milletler olmuş ve onların düşünürleri bizden çok önce bu meseleyi incelemişlerdir.
Demek oluyor ki, pek çok nesillerden beri tutulduğumuz bu hastalığı fark etmemiz yabancılar sâyesindedir.
Yazık ki, batılılar Müslümanlara âit olan herşeye, bilhassa İslâm dinine karşı seleflerinden miras kalmış ve şuur altına yerleşmiş bir kin ve düşmanlığa müptelâ idiler. Bundan başka, zihniyetleri de, şahid oldukları vak’a ve hadiselerin hakiki karakteri ve onları doğuran rûhî hal ve hareketleri hakkıyla kavrayamayacak kadar İslâmî zihniyetten farklı idi. Bundan dolayı batılılar, doğudaki hadiseleri ve bunların akislerini kendi fikir ve ruh yapılarına nazaran pek yanlış tefsir ederek ona göre hüküm verdiler ve İslâm’ın geri kalmasını, şeriatın aslına ve yapısına ait noksanlıklara atfettiler. (Böyle noksanlıkların mevcut olduğu zannına kapıldılar).
Bu inançlarını destekleyen şey de İslâm dünyasındaki bu hastalığın umumî olması idi.
Hayrete değer bir birlik ve umumîlik gösteren bu hadiseyi bütün Müslüman milletler arasında müşterek, tek bir âmile dayamak zaruretini hissettiklerinden ve Müslüman milletler arasında dinlerinden başka bir ortak bağ bulamadıklarından; Müslüman milletlerin Şerîat-ı Ahmediye’ye (Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ katından getirdiği İlâhî nizam) tâbi oldukça Hristiyan milletlere nisbeten daima geri durumda kalacaklarını yüksek sesle iddiaya kalkıştılar.
Vardıkları bu hüküm ve netice pek sathî olmakla beraber, hem bağlı oldukları duygulan, hem de yanlış kanaatlerini tatmin ediyor, bundan başka, mantık ve düşüncelerine de uygun geliyordu.
Aslında ise, meselenin aslını değiştirmek ve bozmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Müslüman milletlerin, dinlerinin zarurî bir neticesi olarak geri kaldıklarını iddia ederek, meseleye bir din ve mezhep meselesi mahiyeti verdiler. Bu ise Müslümanlardan şiddetli red ve itirazlar dogmasına, karşı tarafın da aynı şiddette iddia ve ithamlarda bulunmasına sebep oldu. Müslümanlar, bu hali dinlerine karşı Hristiyanların besledikleri irsî düşmanlığa; Hristiyanlar ise İslâm taassubuna delil olarak gösterdiler. Neticede bu tartışma ortaçağın, o bitmez tükenmez metafizik münakaşalarını andıran, ateşli ve düşmanca bir fikir çekişmesine döndü. Vicdan ve düşünceleri, tatmin ve aydınlatacağı yerde daha ziyade burukluk ekleyerek, beyinlerdeki birtakım hırsların yeniden parlaması ile onları büsbütün karışıklığa ve yanılmaya sürükledi.
İslâm âleminin geri kalışı meselesinden doğan münakaşalara başlangıcından beri hakim olan bu düşünce tarzı, işte bu şekilde tarafsızlığa mani olmuş ve durumun, çok önemli bir tarihî ve sosyal hadisenin lüzum gösterdiği şekilde muhakeme edilememesine sebep olmuştur..
Bununla beraber, bu münakaşalar sayesindedir ki. meselenin önemini nihayet takdire muvaffak olarak, içimizden bazıları onu daha umûmî ve daha tarafsız bir şekilde incelemeye koyuldular. Lâkin onlar da meselenin tümünü kavramaya bir türlü muvaffak olamayarak teferruat arasında yollarını şaşırdılar. İslâm ülkelerinin geri kalışının neticesini illetleri ve sebepleri gibi telâkki ettiler. (Yani netice ve sebepleri birbirine karıştırdılar.) Kimi, bu geri kalışı bizi idare edenlerin istibdadına, kimi âlimlerimizin bilgisizliğine ve kimi de işbaşında bulunanlarımızın iktidarsızlığına atfettiler.
Gerilememizin sebeplerini, dinîn emirlerine karşı gösterdiğimiz ihmâl ve ilgisizlikte, yahut dinî taasubumuzda veyahut kadere karşı rıza göstermemizde bulunanlar da oldu.
Bütün bu fikir ve mütalâalarda görülen birbirine zıtlık ve nihayetsiz çeşitlilik bize yalnız şunu öğretti ki, fikirlerimize hâkim olan düzensizlik geri kalışımızın sebeplerini belirtme ve teşhis etme kudretini beynimizden kaldırmıştır.
Bu hususta ortaya atılan bütün parlak sözler bize hiç bir şey öğretmedi. Hâlbuki biz kendilerinden bilmediklerimizi öğrenmek istiyorduk. Bilmediklerimiz ise, neden dolayı vazifelerini yerine getiremedikleri ve halkımızın neden âtıl ve cahil kaldığı noktalarından ibaretti.
Yukarıda söylediklerimizle, İslâm dünyasının geri kalışı meselesinin nasıl mahiyet ve esasım değiştirerek dinî bir şekil aldığı meydana çıktı. Bizden önce Hristiyanlar bu meseleyi münakaşa alanına koyarak hal çarelerini araştırmasaydılar, hiç şüphe yok ki, iş bu renge girmezdi.
İnkâr edilemez ki; sosyal hadiselerde dinî inançların tesiri ve oynadığı rol ne kadar büyük olursa olsun, ferdlerin mazisi, karakteri, düşünce tarzı ve hattâ yaşadıkları iklim gibi bir çok çeşitli âmiller o tesire eklenir. Zaten bir sosyal hadiseye onu münhasıran dinî ve mezhebi mahiyetler arzeden hadiselerden ayırarak, ayrı bir hüviyet ve karakter veren de budur.
Bundan dolayıdır Ki; her nerede olursa olsun, meselâ Fransa’da veya Almanya’da baş göstermiş bir sosyal olayı bir din meselesi gibi telâkki ederek adı geçen memleketlerde bulunan dinlere bağlamak ve bu sayede adı geçen dinlerin, kıymet ve mahiyetini tayin etmek hiç kimsenin hayalinden bile geçmez.
Her hangi bir kavmin hayatı; geleneklerini, karakterlerini yapan ve dinî inançlarına hususî bir mahiyet vererek, mefkûresini bereketli kılan bir takım sosyal hadiselerin sürekli bir akışından başka bir şey değildir. Hristiyanlıkta katoliklik, protestanlık ve ortodoksluk; İslâmiyette ise Sünnîlik ve Şiilik bu suretle doğmuştur.
Bu ihtilâf aynı kilisede bile görülebilir. Gerçekte Alman Katolikliği, İspanya ve İtalya Katolikliğinden pek farklıdır. Protestanlıkta ve Ortodokslukta da durum aynıdır.
Bize gelince; diyebiliriz ki, Türk Sünnîliği Arap Sünnîliğinden, Acem Şiiliği de Hint Şiiliğinden farklıdır. 
Bir dinin alacağı karakter; tatbik edildiği yer ve muhite bağlı olduğundan, o muhitteki tesirinin de onu kaideleştirip tatbik edecek olan fertlerin karakterine bağlı olması zaruridir. Avrupa Hristiyan kavimleri bu bakımdan bizi aydınlatmaya yarayacak bir örnek teşkil eder.
Gerçekten de, adı geçen kavimler dinlerini medeniyetlerine yararlı bir ilerleme unsuru haline getirecek şekilde kaidelere bağlayıp, tefsir etmeye imkân bulmuşlardır. Doğu Hristiyanları ise, dinlerine ne o karakteri, ne de o tesiri verebilmişlerdir. İslâm dinî insanlığın saadetine yararlı ve o saadeti temin eden bütün unsurları toplayıcı ve her hususta en mükemmel din olduğu halde, bu dine tâbi olanların, Hristiyan kavimlerine nisbet edilince, dikkati çekecek derecede geri durumda bulunduklarını görüyoruz.
Acaba İslâm milletleri, dinlerinde bulunan sayısız nimetlerden niçin faydalanamadılar?
Şimdiye kadar olduğu gibi; İslâm dîninin Müslüman milletleri, garp milletleri kadar gelişme ve ilerlemekten niçin geri koyduğu yolunda bir sual sorarsak, bu âna kadar işlenmiş olan bir hatayı tekrar etmiş oluruz. Çünkü, bu şekilde bir soru ile meselenin hal çaresini birtakım metafizik münâkaşalarda aramağa mahkûm oluruz. Tarihi ve sosyal mahiyetini ortadan kaldırarak aynı yanlış sonuçlara varırız.
Bu kanaati doğrulayacak bir sebep de şudur ki: Hristiyan ve Buda dinlerinin, Avrupalılarla Japonları medenîleşmekten alıkoymadığı görüldüğünden; hiçbir dinin gerekli özellik ve vasıflara mâlik hiçbir milleti ilerleme ve kalkınmadan alıkoymayacağı bir gerçek haline gelmiştir.
Saadetin ta kendisi olan İslâm dininin insanları bahtiyar olmaktan alıkoyamayacağı ise baştan itibaren, şüphe götürmez bir hakikat olarak kabul edilmelidir.
Bu mütalâalara dayanarak ilk sualimize cevap vermek ve İslâm milletlerinin dinlerinden ne için, gerektiği gibi faydalanamadıklarını ortaya koymak isteriz.
Bilindiği gibi, İslâm dinini kabul eden kavimler, geçmişlerinde uzun bir medeniyet hayatı bulunan doğu kavimleriydi ki; bunlardan her birinin kendisine mahsus âdet ve gelenekleri, felsefî ve ahlâkî inançları, ayrı ruh halleri ve ayrı ayn siyasî ve sosyal esasları vardı.
İslâm’ın nûru, zamanla yıkılıp çökmeye başlayan medeniyetlerine taze bir hayat verdi.
Yaratıcı ve yenileyici gücü sayesinde o milletler yeniden canlanarak, akıllarından bile geçirmedikleri bir medeniyetin zirvesine ulaştılar. Ve insanlığa daha fazla adalet, eşitlik ve maarif ışığı vererek garp medeniyetinin doğup gelişmesine hizmet eden bir medeniyetin doğuşuna şahit oldular.
Hal böyle iken, Müslüman milletler bugün birçok bakımdan, İslâmlıktan önceki hallerini andırır şartlar içinde yaşamaktadırlar. Bu umumî düşkünlüğün, İslâm memleketlerinin her yerinde gösterdiği özel karakter şunu ispat ediyor ki, Müslüman milletlerin bu geri kalışını, hâlâ nüfûzundan kurtulamadıkları, İslâmlıktan önceki hayatlarının, üzerlerinde sürdüregelmekte olduğu tesire bağlamak lâzım gelir. Şu halde Müslüman milletlerin geri kalışı, önceden ve sonradan olagelmiş bütün geri kalışlar gibi; bu milletlerin yarınlarını emniyet altına almak yolunda, mazilerinden ne gibi şeyleri unutmak ve feda etmek gerektiğini takdir edememelerinden doğmuştur.
Müslüman milletler için bu değerlendirme eksikliği, hiç şüphe yok ki, din hükümlerinin yanlış anlaşılıp öyle tatbik edilmesinden meydana gelmektedir. Çünkü sarıldıkları dinde asıl gaye, insanlığın yaradılışındaki olgunlaşma kabiliyetini geliştirmek ve insanları geçmişin kötü miraslarından ve hatalarından kurtarıp gerçeğe ve olgunluğa hiç duraklamadan yaklaşmalarını temin edecek bir düşünce ve ahlâk yüceliğine zorlamak ve bu sayede insanlığın saadetini sağlamaktır. Müslüman milletler zamanın devamlı olarak değişen şartlarını göz önüne almayarak, bu değişmeden doğan yeni yeni ihtiyaçların, ancak dinlerini daha yüce ve daha verimli bir şekilde tefsir etmek ve açıklamakla mümkün olacağını anlayamamaları yüzünden gerilemişlerdir.
İslâm’dan önceki hayatlarının nüfuz ve tesiriyle, İslâm dininin yaptığı nüfuz ve tesir arasında öyle değişmez bir denge kuruldu ki, ilerlemelerine mâni olup duruyor. Bunun içindir ki, Müslüman milletlerin, saadet ve yükselme yolunda ilerlemelerine devam edebilmeleri için, İslâm’ın nüfuzunu desteklemek suretiyle bu dengeyi bozmaları gerekir.
Türkler için durum, diğer İslâm milletlerinden az çok farklı bir şekilde cereyan etmiştir. İslâmlıktan önce kurdukları medeniyet, İslâm’dan sonraki ilerlemelerini gölgeleyecek kadar köklü ve ileri bulunmadığından, kabul ettikleri yenidünya nizamına büyük bir başarı ile uyup, hizmet ettiler. Ancak, Arap ve Acem medeniyetleriyle sıkı temas halinde bulundukları için, bu medeniyetlerin tesirine kapılmak ve onların âkibetine uğramaktan kurtulamadılar.
İslâm milletlerinin geri kalmasının ikinci sebebi de, İslâm dünyası ile Hristiyan batı kavimleri arasında meydana gelmiş olan, şiddetli ve faydasız din düşmanlığıdır, «taassub» adlı risalemizde bundan bahsedilmiştir. İşte o düşmanlıktan doğan sonsuz savaşlar, Müslüman milletlerin ilerleme ve gelişmesini bir dereceye kadar engellemiştir.
Bundan başka, bu karşılıklı nefret, Müslüman milletlerin batıda hızla gelişen medeniyeti tanıyıp, onun feyzinden faydalanmasına İmkân bırakmamıştır. Hâlbuki Müslümanların hor görüp küçümseyerek baktıkları o medeniyet gittikçe olgunlaşarak batı milletlerinin üstünlük kurmalarını temin etmiştir.
İşte Müslüman milletler bu yüzden aynı hastalığa uğradılar, öyle bir hastalık ki, umumî olduğundan dolayı dinlerine nisbet edildi. (Yani kabahat dinin üzerine atıldı).
İslâm âlemi doğuda, bitmez tükenmez, çeşitli felsefe tartışmalarıyla vakit geçirmekte ve metafizik vadisinde bir sürü sonsuz ve neticesiz çekişmelerle kuvvetten düşmekteyken, beri tarafta yani batıda, genç vezinde milletler tecrübî metodlara dayanan yeni bir medeniyet kuruyorlardı. Bu yeni metod sayesinde o milletler tabiatın gizliliklerine dalarak sonsuz kuvvetlerinden faydalanmaya muvaffak oluyorlardı. Fizik ve kimya ilimlerindeki buluşlar ve icatlar sayesinde bu medeniyetten doğan o küçümsenemeyecek sanayi, daima az işle büyük faydalar teminine yarayan sağlam ve mükemmel vasıtalar meydana getirdi. Bu hal garp milletlerindeki sömürge, yağmacılık ve tahakküm hislerini son derece artırdı. Doğunun zenginliklerine göz koyan bu milletler, cehennemî âletler ve tahrip cihazları ile; gözü dönmüş bu düşmanlarına karşı müdafaaya kudreti bulunmayan İslâm memleketlerini istilâ ettiler.
Bununla beraber insaf ve uzak görüşlülükten çok uzak olduklarını ispat eden bu saldırganlar tarafından Müslümanlara karşı girişilen zalimce hareketler, günün birinde ortaya çıkacak olan aksi tesiri de çabuklaştırmaktan geri kalınıyordu. O geri tepme elbette meydana gelecekti. Çünkü, insanlar kendi cinsinin tahakküm ve istibdâdına sonuna kadar boyun eğemezler.
Şu durumdan da anlaşılacağı gibi, her şey isbat ediyor ki, İslâm âlemi, tarihinde yeni bir inkılâp sayfası çevirmek üzeredir. Her köşesinde ateşli bir yükselme ve istiklâl isteği duyulmakta, asırlardan beri omuzlarının tahammülünü ezen o yabancı üstünlüğü, artık her tarafta takat aşan bir hal almaktadır.
Bununla beraber bu cereyanı daha yakından inceleyecek olursak görürüz ki, dün olduğu gibi bu gün de hâlâ; yükselme ve olgunlaşma vadisinde bizleri aydınlatıp, uyarmak; önderlik etmek vazifesini üstüne alanlar, o vazifeyi kendilerinden önce gelenlerden daha iyi yapamayacak kadar yanlış anlamakta ve tefsir etmektedirler.
Bize daha çok saadet vaadedip duruyorlar. Fakat bu saadetin neden ibaret olduğunu ve ne yolda elde edileceğini gerektiği şekilde bilemiyorlar.
Bizim için saadetin, takdir ve hayranlığımızı en çok çeken millete benzememizden ibaret olduğunu ve yalnız, genel olarak her şeyde o milleti taklid ede ede onun gibi mes’ut olabileceğimizi zannediyorlar.
Hâlbuki saadet denilen şeyin, herkes tarafından aynı şekilde anlaşıldığını zannetmek çok büyük bir yanlıştır.
Saadet tasavvuru, aynı fikir ve ahlâk seviyesinde bulunan insanlar arasında bile başka başkadır. Bir Alman, saadeti elbette bir Fransız’dan başka türlü düşünür. Her ikisince de bu kelimenin gösterdiği mânâ, mensup oldukları milletlerin fikir ve bilgi yönünden zaferi ve diğer milletlere üstünlüğüdür. Şu kadar var ki, Alman ruhu ve düşünce tarzı, Fransız ruhu ve düşünce tarzı olmadığı gibi, Almanya da Fransa değildir. Bu yüzden, dıştan bakılınca aynı görünen bu iki saadet telâkkisi, aslında birbirinden o derece ayrıdır ki, birinin vücuda gelmesi, diğerinin yokluğunu gerektirir.
Saadet hakkında olduğu gibi, o gayeye varan sebepler ve vasıtalar hakkında da, muhtelif milletlerin telâkkileri başka başkadır.
Her millet ancak kendi millî esasları sayesinde saadete ulaşacağına inanır. Kendi düstur ve görüşlerini bırakarak, komşularının gelenek ve göreneklerini kabul etmek hiçbirinin hayalinden geçmez. Zirâ o esasların (geleneklerin) hiç bir zaman şahsiyetiyle bağdaşamayacağını bilir.
Avrupalıların kendi gelenek ve düsturlarına karşı pek büyük saygı ve sevgi göstermeleri de bundan doğar. Biz ise bilgisizliğimizden onların bu hislerinin sebebini, sosyal müessese ve geleneklerindeki mükemmelliğe bağlayıp dururuz. Onlar kendi gelenek ve kurumlarını ihtiyaçlarına yetersiz bulduklar: zaman, yeni ihtiyaçlarını karşılayacak bir duruma getirinceye kadar, değiştirmeye ve düzeltmeye çalışırlar, bu sûretle ilerlemeleri, millî geleneklerinin ilerlemesiyle sonuçlanır.
Arası kesilmeden gelişme ve ilerlemesini temin eden muntazam toplumlar tarafından takip edilen yol bundan ibarettir. Bu toplulukları meydana getiren ferde gelince, o da bütün hayatınca bir hedef takip etmekle meşguldür. Meselâ bir Fransız veya bir Alman hangi şartlarda yaşarsa yaşasın, bütün çalışmasını bir noktada birleştiren gaye, iyi bir Fransız veya iyi bir Alman ve mümkünse Fransız’ın, Almanın en iyisi, en hayırlısı, en büyüğü olmaktır.
O ister ki, milletçe yükselme ve yücelmenin elde edilişinde bir çalışma ve gayret payı bulunsun ve bu pay mümkün olduğu kadar büyük olsun. Bu emeline varmak için harcadığı güç; ortak bir mânevî ihtiyaca hizmet eden kuvvetli ve içten bir inanıştan ilham aldığı için devamlıdır ve bıkkınlık vermez.
Yüksek bir karakter taşıyan bir mânevî ihtiyaç, âdeta fertlerdeki azim, fedakârlık ve hayatı küçümseme duygularını geliştirmek sûretiyle fikrî ve mânevî hasletlerini yükselten bir din hâlini alıyor, öyle kuvvetli bir iman ki, ondan doğan çelik gibi bir kudretle yolundaki engelleri devirip, milletlerin terakki ve refahını temine muvaffak olur.
İşbu düşüncelerden sonra bir de İslâm âleminin bugünkü hâline bakacak olursak; aynı bir toplumda, aynı bir millette birbirinden farklı, belki biri diğerine tamamıyla karşı, iki çeşit gaye bulunduğunu görüyoruz ki, bunlar halkın büyük çoğunluğu ile pek küçük bir azınlıkta kalan aydınlar tarafından takip olunan gayelerdir.
Bunların birincisi İslâmlık esasına dayanan mevziî bir gayedir. Meselâ İran, Hindistan, Türkiye ve Mısır’daki acem, Hintli, Türk ve Arap millî gayeleri ki, bunlara göre saadet; her birinin kendisine has bir anlayışla bağlı bulunduğu dinde ve o dinden ilham alınan esaslara ve geleneklere bağlılık ve sevgide toplanmıştır.
İkincisine gelince; o da mevziîdir ve batıya ait bir esasa dayanan bir gâyedir. Saadeti; Hintli, Türk, Acem veya Arap mefkûreleriyle anlaşılmış ve tefsir edilmiş bir garp medeniyetinde arar. Bu gayenin; takipçileri birinci gayeyi takip edenlerin kendilerine has temayül ve istidatlarıyla bağdaşabilen bir yenileşme cereyanı içinde, korunmasına çalıştıkları her şeyi çöktürüp yıkmaya, daima garp görüş ve inançlarına dayanan bir takım yeni esaslar koymaya çalışırlar.
Görülüyor ki, İslâm dünyasının her tarafında halk ile aydınlar tabakası arasında doldurulmasına imkân olmayan bir uçurum vardır. Halk her yerde, düşünürleri ve ileri gelenleri ile kesin bir uyuşmazlık içinde bulunuyor. Millî varlığının, belki kasıtsız fakat pek tehlikeli bir yıkıcı unsuru olarak telâkkî ettiği aydın sınıfına itimad nazarıyla bakamıyor.
Halktan beklediği takdir ve bağlılığı göremeyen aydın tabaka ise, vatandaşlarına karşı gizlediği, küçümseyici bir gözle bakarak kendini tesellî etmeye çalışıyor. Ayrıca her tarafı kaplayan bilgisizlikten, memleketini kurtarmak husûsunda gösterdiği aczden utanması gerekirken, eserlerini takdir ve tâkipte çekimser kalan çevresinin öfke ve inadından şikâyet edip duruyor.
Halkı maharetine ve bilgisine inandıramayınca, her türlü vasıtalarla üstünlük kurmaya çalışıyor. Böylece yabancıların baskısına bir de aydın sınıfın baskısı ekleniyor, İslâm milletlerinin yaşama şartlarını, tahammül edilmez bir sınıra getirerek, düşüşlerini kat kat vahimleştiriyor.
Son derece gayri tabiî ve akıl dışı olan şu köklü ayrılık, İslâm milletlerinin gövdesi ile beyni arasında sürüp gittiği müddetçe; düşünürlerin olanca mantık, bilgi ve fikirleri, mühim hiç bir yenilik meydana getirmeyi başaramayarak, elde bulunanı bozup yıkmaya yarayacak ve ilerleme yolunda Müslüman milletler tarafından harcanan bütün emekler sürekli bir muvaffakiyetsizliğe mahkûm kalacaktır.
İşte İslâm âleminin bugünkü geri kalışı tamamıyla bu şekilde olmaktadır.
Tarih boyunca İslâm düşünürleri gelecekteki yaşayış için, İslamiyet’ten önceki yaşayışlarından ne gibi şeylerin unutulup, terkedilmesi gerektiğini, Müslüman kavimlere nasıl öğretmedilerse; bugünkü liderler de yaşadıkları devirlerden (mazilerinden) ne gibi şeylerin muhafaza edilip korunması gerektiğim yeni nesillere öğretmek husûsunda, kendilerinden önce gelenlerden fazla bir hüner ve liyâkat gösteremediler.
Bundan dolayı, garp medeniyetinin tesiri ile İslâm âleminin her tarafında görülen bu anormal hallere bir son verilmesi, tezelden yapılması gerekli şeylerdendir. Her şeyden önce halk ile münevver tabakası arasında, mevcudiyeti zarûrî olan gâye birliği kurulmalıdır. Aksi takdirde garp medeniyetinin tesiri, İslâmdan evvelki cahiliyet zamanının te’sirinden de kötü olacaktır.
Şimdiye kadar söylediklerimizden anlaşılacağı üzere İslâm âleminin bugünkü geri durumunda görülen şu üzüntü verici hal, aydınlar tabakasının milletlerine karşı olan vazifelerinde pek zıt düşüncelere sahip olmalarından doğmaktadır.
Diğer memleketlerde düşünürler ve aydınlar sınıfının vazifesi mili gayeye hizmet ederek onu bir kat daha desteklemek ve yükseltmek, her yerde uygulanıp yürütülmek ne çalışmaktan ibaret ve milletlerinin kendilerine hürmet ve bağlılık göstermesi ancak bu sayede mümkün iken, İslâm mütefekkirleri millî gayelerinden başka ve ona tamamen zıt bir gaye beslemek hakkını kendilerinde görüyorlar. En mühim ve mukaddes vazifelerine karşı gayri ciddî ve diktatör davranıyorlar.
Devamlı ve kabûl edilmiş ortak bir duyguya dayanmayan, tarihî gelişmelerden ve an’anelerden doğmayan; yalnız akıl ve insan düşüncesi gibi zayıf, ince bir dayanak üzerinde, isabet derecesi şüpheli ve yanlış doğru bir takım ilmî. esaslara dayanan gâye ve emellerin; tam mânasıyla gerçek bir gâye doğurup doğurmayacağını; ahlâken meşrûiyeti ve kıymeti olmayan öyle gâyelerin ferdlerde derin, samîmi, ciddi ve hakikî inanç ve kanaatler mi, yoksa yanılma ve sapma sebepleri olacak bencilce bir (opportünizm = eyyâmcılık) mı ortaya çıkaracağını açıklamayı lüzumsuz buluyoruz».. Çünkü bağlı olduğu memleketin esas emellerinden başka emeller besleme hakkını hiç kimsede görmüyoruz.
Gâyeler içinde en doğrusu İslâm dinine dayanan ve İslâm  milletleri tarafından benimsenmiş olan yüksek gayedir burada olanca dikkat ve alâkamızla yalnız ondan bahsedeceğiz. Çünkü kurtuluşumuza sebeb yalnız o vardır.
Müslüman milletleri, saadetlerini ancak dinlerinden beklemeyecek derecede şeriatlerine bağlayan özel zihniyet, ne genel olarak sanıldığı gibi bir taassup eseri ve ne de bir fikir sapıklığıdır. Fakat, İslâm karakterinin pek tabiî, akla uygun ve mantıkî bir neticesidir.
Gerçekten, İslâm dini kendine mahsus inançları, ahlakîyatı, kendine mahsus sosyal ve siyasî esasları ile en doğru„ en geniş ve en yaygın manâsıyla bir insanlık nizamıdır.
İnsanların topluluğa yararlı olmak hususundaki temayüllerini ve ilerleme emellerini tatmin ederek, vicdan çerçevesi içinde mesud olmalarını sağlayan her ne varsa, hepsini içice alan kusursuz ve mükemmel bir dindir.
Bu kurtuluş dinî, ahlâkî esaslarını inançlarından, sosyal düzenini ahlâkından, siyasetini ise sosyal düzeninden alır. O, Öyle hak, öyle hikmetli ve âdil, ve bu vasıflarından dolayı öyle bölünmez bir bütündür ki, insan, saadetini elde etmek için 0 bütüne bağlanmak zorundadır.
Bir Müslümanın dinine karşı olan bağlılığı, yerine getirilmesi gerekli bir vicdan borcu olduğu gibi, aynı zamanda da kuvvet ve ehemmiyette sosyal ve siyasî bir vazifedir.
Bir Müslüman, ahlâkî, siyasî ve ictimaî düsturlarıyla, İslâmî geleneklere; mânevi varlığının yapıcısı ve ictimaî yapıcının düzenleyicisi olan hayatî esaslar gözüyle bakar ve ona saygı ve bağlılık gösterir. Böyle yapmakla; bugününü ve yarınını teminat altına almak için, ihmâl ettiği takdirde yok ola Cağı yüksek bir vazifeye sarılmış ve tarihin şaşmaz bir kanununa uymuş olur.
Kendisini garplılaştırmaya çalışan düşünürlerin fikir ve görüşlerine karşı, Müslümanın beslediği nefret duygusu pek tabiîdir. Çünkü o fikir ve görüşleri kabul ve kendisininkileri feda ettiği takdirde hem mânevî hayatına, hem de millî ve sosyal varlığına kıymış olur.
İslâm ahlâkının işareti olan karakterler hürriyet, eşitlik, dayanışma fikirleridir.
O, bilhassa insanlığa telkin ettiği ve kaideleştirdiği dayanışma ile, iyiliğe, kötülüğe ve insânî hasletlere (iyi huylara) dair telkin usullerindeki açıklık ve kemâl ile kendini belirtir, son derecede adaleti seven tarafsız samimiyetiyle müsbet ve doğru yolu gösterici hakikatleri, kendisine dünya çapında bir Üstünlük vermektedir.
İslâm’ın sosyal düstûruna gelince; ahlâkından çıkmış olması itibariyle o da tam bir özelliğe mâliktir. İnsan topluluklarını, aristokrasi ve demokrasi adlarıyla, diğer bir deyimle, biri bir takım hususî hak ve istisnalara sahip seçkin, diğeri tabiî haklarından bile mahrum ve hakları elinden alınmış olmak üzere iki hususî sınıfa ayırmaz.
İslâm cemiyeti; yüksek, orta ve aşağı diye derecelere ayrılan fertleri gibi, yüksek, orta aşağı sınıflardan mürekkep ve ancak yaradılıştan eşitsizliklere karargâh olan bir cemiyet,, daha doğrusu tabiî halinde görülen bir insan topluluğudur, Fikrimizi tam olarak açıklamak için batılı tâbirlere başvurursak, diyebiliriz ki, İslâm cemiyeti aynı zamanda hem demokratik, hem de aristokratiktir. Bunlarda hükümran olan dayanışma, adalet ve insanlık gibi fikir ve duygulardan dolayı demokratik oldukları gibi; geleneklerin kanunlarına, ülül-emre bağlılık; ferdî üstünlüklere, fazilet ve bilgiye saygı dolayısıyla aristokratiktirler.
İslâm’ın siyasî inançlarına gelince; onlar da sosyal inançlarının mahsulüdür. Cemiyet meselelerinde olduğu gibi siyasette de muhtelif fırkalar ve sınıflar arasındaki rekabet ve muhalefetlere müsaade etmeyerek, itaat edenle itaat edilen arasındaki bağları belirtip çizer ve bu sûretle siyâsî dengenin doğmasını temin eder. Hiç bir idare şekliyle bağlamadığı insanları, karşılıklı hak ve vazifelerine hürmet ve riayet etmek şartıyla ihtiyaçlarına göre harekette serbest bırakır.
İslâm’ın gâyesinin ne derecelerde önem ve husûsiyet taşıdığı ve düşünürlerimizin İslâm’ın bünyesindeki bu birliğe saygılı bir gözle bakarak, ellerinden geldiği kadar onu sağlamlaştırıp desteklemeğe çalışmak vazifesiyle mükellef bulunmaları gerekeceği, basit izahlarla belli olur. Şu hale göre bütün çalışmalarımız; İslâm cemiyetinin görülen aristokratik ve demokratik karakterlerini artırıp yükseltmek ve millî esaslarımızı, itaat edenle edilen arasındaki hak ve vazifelerin daha uygun bir şekilde anlaşılıp, yürütülmesini temin edebilecek bir hale getirmek için düzenlemeye doğru olmalıdır.
İslâm âlemindeki dinsizliğin, Hristiyan cemiyetindeki dinsizlikten kat kat farklı husûsî bir önem kazanması da bundan doğmaktadır. İslâm topluluğunda dinsizlik, oturmuş ve yerlermiş olan sosyal ve ahlâkî düsturların red ve inkârı manâsında olarak, ferdin ahlâkî düşüşünü ve cemiyetin çöküp dağılmasını gerektirir. Bu itibarla ahlâkiyat ve içtimâiyata zıttır. İşte bu yüzden dinsizlik Müslümanlarla, İslâm topluluklarını yaralayabilecek felâketlerin en korkuncudur.
Tarih ile sabittir ki, en ileri milletler fikirleri ve emelleri, önderleri tarafından en iyi anlaşılıp tatbik edilmiş olan milletlerdir. Milletler, rehberlerinin keyif ve heveslerine hizmet ve boyun eğmeye rıza gösterdikleri takdirde gerileme çukuruna düşerler ve yâhut bulundukları gerileme çukurunun dibinden yakalarını kurtaramazlar. Çünkü işbaşında bulunanlar gittikçe alçalarak sonunda zorba, kirli, pis huylu ve câhil olup giderler.
Bu düşüncelere dayanaraktır ki, düşünürler sınıfı ancak bağlı oldukları İslâm cemiyetlerinin millî gayelerine hizmet ettikleri takdirde vazifelerini en iyi şekilde yerine getirmiş alacaklardır.
İslâm milletlerinin bilgi ve ışık yoksulu kalmalarına ve kendilerinin ise onları aydınlatamamalarına sebeb olan acı durum bu suretle ortadan kalkacak ve münevver tabakası, cemiyetteki varlığının sebebini o zaman hakkıyla anlayacaktır.
Adı geçen tabaka bu anlayışsızlık ve bilgisizliklerinde Şimdiye kadar o derece ileri gitmişlerdir ki, İslâm âlemini hayalhanelerinden doğan her türlü aşın ve garip tasavvurların tatbikiyle pek kısır ve renkten renge giren, bukalemun meşrep kültürlerini tatmine hazır ve her türlü ziyankârlığa açık, geniş bir tecrübe sahası addetmişlerdir.
Batı milletleri hiç şüphe yok ki, bugün aristokrasilerini doğuran derebeyliğin eski hâtıraları ve teşkilâtlarıyla, bugünkü demokrasi ve eşitlik fikirleri arasında bir değişme devresi geçirmektedir. Bu milletler sosyal kurumlarını böyle durup dinlenmeden düzenleye düzenleye, bizim kanaatimizce, yukarıda açıkladığımız, İslâmiyetin sosyal gâyesine ulaşmak arzusundadırlar.
Onların şimdiki siyasî teşekkülâtı, sosyal değişmelerinden ilham alınmış, iyi kötü bir takım günlük tedbirler hükmündedir ki, makûl ve tarafsız bir idare kurmaktan ziyade, zikredilen değişmeleri kolaylaştırmaya yaramaktadır. Şu halde batının siyasî ve sosyal teşekkülâtındaki mükemmeliyete inanmak ve batı milletlerinin yükselip bolluğa kavuşmasını onlara bağlayarak, körü körüne taklîde koyulmak, yanlışlık ve gaflet içinde saadet aramaktan başka bir şey değildir. Çünkü batılılar bile eserlerinde o olgunluğu bulamıyor ve onları durup dinlenmeden değiştirip düzenlemeye gayret ediyorlar.
Batıyı taklîde yeltenen yenilikçilerimizin takip ettikleri yol, garp medeniyetinin neticelerini, sebepleri zannetmekten doğan pek iptidaî bir mantık hatâsına dayanmaktadır.
Bütün bu sathî düşüncelerden doğan ve ayni bozuklukta olmakla beraber düşünürlerimiz arasında pek çok yayılan diğer bir inanç da yenileşme ve ilerleme isteğinde bulunan bir memleketin mutlaka demokratlaşması gerektiği fikridir.
İslâm cemiyeti demokratik ve aristokratik ihtiyaçlarını beraberce duymaktadır. Siyasî ve sosyal teşkilâtı; muvazene halinde bulunan bu iki âmilden herhangi birinin zayıflık göstermesiyle, bozulur.
Esas temellerini teşkil eden dayanışma, eşitlik ve adalet duyguları sarsılacak olursa, zikredilen cemiyet demokratik hususiyetlerini kaybeder. Aksine kanuna, ülül-emre, geleneklere karşı olan hürmet gevşer, mânevî ve fikrî faziletler takdir edilmez, bilgi ve yaradılış üstünlüğü itibar görmezse, o cemiyet aristokratik niteliklerinden mahrum kalmış olur.
Bazen hem aristokratik, hem de demokratik sıfatlarını kaybetmesi de muhtemeldir ki, bu takdirde cemiyet tam bir çöküş halinde demektir.
Bundan dolayıdır ki, bir yenileyicinin vazifesi durumun icaplarına göre, bağlı olduğu cemiyetin kâh demokratik ve kâh aristokratik vasıflarım, kâh her ikisini birden destekleyip artırmaya çalışmaktır. Lâkin bir İslâm cemiyetinin demokratlaşması da garp milletlerinde olduğu gibi cereyan etmez. Bu cemiyet, aristokrasiye saldırarak, seçkin sınıfıyla çekişme yoluyla demokratlaşmaz. Bu çekişmeye lüzum yoktur. Çünkü aynı haklara mâlik olan halkının, seçkinlerinden isteyecek hiç bir şeyi yoktur.
İslâm cemiyetinin demokratlaşması, seçkinler tabakasında zaten mevcut olan halk lehindeki fikirlerin, duyguların ve an’anelerin gelişmesiyle mümkün olur. Aristokratlaşması ise milletin güçsüz fertlerinin haklarını çiğnemekle değil, belki halk tabakasında saklı bulunan, seçkinleri takdir edici fikirlerin duyguların ve geleneklerin desteklenip verimlileştirilmesi sûretiyle meydana getirilebilir. Bu hâle göre, İslâm cemiyetindeki demokratik hasletleri yüksek sınıf ve aristokratik hasletleri halk tabakası temin ve kökleştiriyor demektir.
Halbuki garp cemiyetlerinde durum tersinedir. Onlarda çeşitli sosyal sınıflan diğerlerinden ayıran şeyler, hukûkî eşitsizlik, menfaatlerin çatışması, sınıf ve parti gelenekleri gibi hususlardan ibaret olduğu gibi geçim ve münâsebet şekilleri kanunların zoru ile kurulup meydana çıktığından, her gün gayrı memnun bir sınıf tarafından bozulur.
İslâm topluluklarındaki çeşitli sınıflar ancak fikrî ve ahlâkî seviyelerindeki farklarla yekdiğerinden ayrılırsa da, eşitlik, adalet ve dayanışma fikirleri, adı geçen sınıflar arasındaki münasebetleri kararlaştırıp, düzenleyerek İslâm kardeşliğini kurar ve onları yekdiğerine yaklaştırır.
Garp cemiyetleri hak, huzur ve selâmetlerini kanunlarda aradıkları halde, İslâm toplulukları onu inançlarında, duygularında, ahlâkî terbiye ve felsefelerinde bulurlar.
Bundan dolayı bütün insan topluluklarında mutlaka görülen rekabet ve muhalefetler İslâm cemiyetinde hususî bir mahiyet kazanmaktadır. Her yerde çeşitli sınıflar arasında yürürlükte olan o rekabetler, İslâm cemiyetinin sınıfları arasında değil, fakat her bir sınıfı içinde hükmünü icra etmektedir. Yüksek tabakası demokrasiye, halk tabakası ise aristokrasiye yaklaşmak için yekdiğerine rekabette bulunurlar.
Siyasette garp ile İslâm telâkkî tarzları arasında da o derecelerde bir fark vardır. Garbın siyâsî teşkilâtı bir takım sosyal mücadelelerden doğmuş olduğundan, o gibi mücadelelerin doğup devam etmesine müsait ve böylece elbette düşmanca ve tek taraflı bir mahiyeti haizdir. Adı geçen teşkilâtta adalet ve başkasını düşünme fikri, durumun zorlamasıyla unutulup terk edildiğinden onların ahlâkî ve idârî kıymeti pek şüpheli ve sakattır.
Sosyal rekabetlere saha olmayan İslâm cemiyetinin, kurduğu siyasî teşekküller ise tabiatıyla siyasî rekabetlerden âzâdedir. Mensûbu olan ferdlerin düşüncesine uygun bir şekil ile, tarafsızlık hakkaniyet ve adâlet duygularının ortaya çıkması için açılmıştır.
Bundan dolayı ilerleme safhalarında, Müslüman milletler hiç bir zaman, batıda devamlı olarak gördüğümüz sosyal veya. siyasî ihtilâller yapılmasına lüzum ve ihtiyaç hissetmemişlerdir.
Yukarıda açıklanan fikirlerin ışığında, İslâm milletlerini şimdiki geri kalmış durumundan kurtarmak emeliyle onları İslâmlıktan ayırmak ve garplılaştırmak istiyenlerin ne büyük bir gaflete düştükleri belli olmuştur.
Onlar ne garip zihniyetlerdir ki, batının daima değilen sosyal ve siyasî teşekküllerinde bir olgunluk gördükleri halde, İslâm teşekküllerinde gördükleri nisbî istikrârı, bir tercih sebebine delil olarak görmekten kaçınmaktadırlar.
Onlar bu hali, İslâmî teşekkülâtın ikmâl edilme kabiliyetinden mahrum olmasına bir delil saymaktadırlar. Aşağılayıcı bir gözle gördükleri siyasî ve sosyal teşekkülerimize, yirminci asır insanlarının o pek çeşitli, pek değişik ihtiyaçlarını temine yetmeyen, onüç asır evvelki esas ve kanaatlara dayanan bir takım köhne ve boş teşkilât nazarıyla bakıyorlar.
Zikri geçen esasların dünya çapında ve hürmetlere lâyık olduğu, insanlığa bağışladığı bereketli ve şa’şalı bir medeniyetle târihen sabit bulunduğu ve bugüne kadar insan düşüncesinin onlardan daha yüksek, daha doğru hiç bir şey bulmaya muvaffak olamadığı apaçık bir gerçek halinde iken, o garip zihniyetler o sağlam esasları daima, değersizlik ve sakatlıkla suçlayıp; taraftarlarını, dinî yobazlığa kapılmış ve ilerlemeye köstek olan sayılı bir takım geri düşünceliler addediyorlar.
Son derecede gayrı tabiî olan bu psikoloji; insanların zamanla değişme ihtiyacına maruz oluşlarına bağlı olarak, daimî değiştiği ve bu sebeple onları ilgilendiren her şeyin dahi kendileriyle beraber değişmesi lâzım geleceği şeklindeki yanlış ve sathî inançtan doğar.
Böyle bir inanç zamanımıza göre, durum ve olayların pek yanlış bir muhakemesinden başka bir şey değildir. İnsanlığın ihtiyaçlarının sürekli değişmesine rağmen, insanın yaratılışı değişmez, her zaman aynıdır. Bugüne kadar, insanlar arasında benciller, kıskançlar, alçak gönüllüler, faziletli ve insan sever kişiler görülmüşse, bundan sonra da aynı şekilde, insanların akıllısı, akılsızı, kuvvetlisi, düşkünü, iyisi kötüsü bulunacaktır. Zamanla değişikliğe uğrayan ihtiyaçlar insanlığın hasletlerinin ve eksiklerinin alacağı muhtelif şekillerde zamanın doğuracağı değişmelerdir.
Bu müessir altında bir insanda değişecek olan şey, kibir veya mürüvvetinin, hıyânet veya merhametinin sûreti veya meydana çıkış şeklidir, insanların faziletleri veya kötülükleri daima değişen bir çehre gösterir. Bunun böyle olması da, zamanla genişleyip inkişaf ilim ve idrakinin (anlayışının), ahvâl ve eşya hakkındaki anlayış ve düşüncelerinde değişiklik cimasından meydana gelir. Lâkin hâleti rûhiyemiz değişikliğe uğramakla, tabiatimize has olan güzellik veya çirkinlikleri ortadan kaldıramaz. Çünkü çirkinlikler veya faziletler yekdiğeri ile kâimdir. (Yani birinin olması için ötekinin varlığı şarttır.) Bundan dolayıdır ki, insanın bütün hikmeti; çirkinlikten doğacak fenalıkların mümkün mertebe hafifletilmesi ve insanlığın meziyetlerinden âzamî menfaat temini, maddelerinden ibaret kalmaktadır.
İnsanın gerek tabiatı ve gerekse iyi ve kötü tarafları değişmediğinden, insanlara hattıhareket gösterip, hemcinsleriyle olan münâsebetlerini kurup sağlamlaştıracak esaslar da yaradılışlarında mevcut olduğundan, zarurî olarak değişmeyecekleri besbellidir.
Zaman tesirinin zikredilen esaslarda yapabileceği değişiklikler bilhassa tefsir ve tatbik şekline bağlıdır.
Söz konusu olan işbu esasların, zamanın ihtiyaçlarına uymadığı zannına düşenler yanlış muhakemeye sapmış olurlar. Böyle bir inanç bugünkü insanların o esasları, beşerin iyilik ve kötülük telâkkisinde meydana gelen değişikliklere göre tatbike muvaffak olamamalarından meydana gelir.
Biz o düşüncedeyiz ki, İslâm şeriatinin içine aldığı ahlâkî, sosyal ve siyasî düsturlar; baştan ayağa insanın karakterinden alınmış olduklarından, ebediyete kadar âdemoğullarının mukadderatının düzenleyicisi olmağa lâyıktır.
Hattâ öyle zannediyoruz ki, garp milletlerinin geçirdiği ve geçirmekte olduğu muhtelif gelişme safhaları, bütün şekilleriyle dinimizin ahlâkî, sosyal ve siyasî esaslarını kabûle varan bir cereyanın bazı belirli değişme ve dalgalanmalarından başka bir şey değildir. Bu imânımızdan dolayıdır ki, İslâm memleketlerinin gelişmesinin bu düstur ve esaslar dışında cereyan edebilmesini kabûl edemeyiz ve bu husustaki kanaatimiz, yer çekimi kanunları dışında bir mihaniki [mekanik-otomatik] mesele düşünülmemesi kadar kuvvetlidir.
Bazı iddialı müfekkireler bu konuda, bizi belki, fikrî zorlama veya aşın taassup gibi bir takım zihnî sapıklıklarla suçlandırabilir. Halbuki onlar, İslâm dîni aleyhinde kendilerinin gösterdikleri taassubu kabûl etmeyerek, o dînin en geniş hürriyetlerin bile, en aşırı ve en zorba bir anarşiye dönmemesini teminat altına alacak bir takım hadlere mâlik olduğuna inandığımızdan dolayı, bize itiraz edecek olurlarsa, aksine kendileri pek şirretçe bir taassup göstermiş olurlar.
Çünkü her ne şekilde olursa olsun gerçeklere saygı en büyük bir vazife olduğu ve insanlar ancak o vazifeye bağlanmaları ve itaat etmeleri sayesinde ilerleyip geliştikleri için, bu vicdânî mecburiyet, hürriyetlerine eksiklik getiremez, öyleyse yer çekimi kanunlarına inanıp saygı duyduğumuz kadar, İslâm’ın esaslarının gerçekliğine ve değerine de inanıp saygı duymakta tek taraflı bir yol takip ettiğimizi zannetmiyoruz.
Tek çıkar yolumuzun İslâmiyette bulunduğundan asla şüphe edemeyiz.
Müslüman milletler ahlâk, siyaset ve cemiyet bakımlarından gittikçe Müslümanlaşmaya arzu duymalıdırlar. Bütün işimiz ve çalışmamız ancak bu gayeye hizmet etmelidir. Çünkü bu gâye hem kemâli itibariyle, zevâli olmayan İslâmî esasların hakîkat ve ulviyetinden ve hem fikrî ve sosyal teşekkülâtımızla müşterek inançlarımızdan hâsıl olmuştur. O yüksek gâye İslâm milletleri topluluğunun fikrî ve ahlâkî akıbetini temin ederek insan fikrinî «materyalizm», «komünizm», «nihilizm» ve «anarşizm» gibi birçok fikir bozukluklarına kapılmaktan men edecek ve cemiyetlerimizin daimî surette ilerleyip yükselmesine medar olarak onları her türlü gerileyişten koruyup esirgeyecektir.
İslâm topluluğunu teşkil eden ferdlerin herbiri iyi bir Müslüman ve hattâ kabil ise Müslümanların en mükemmeli olmaktan başka hiç bir emel takip etmemelidir. Çünkü İslâmların en iyisi insanların en iyisi demek olduğundan, söz konusu olan gâye, insanoğlunun besleyebileceği gayelerin en yücesidir ki, bu itibarla da en kuvvetli îman ve kanaatlara, en kırılmaz, en bereketli ve verimli gayretlere kaynak olacağı tabiîdir. Bu gâye, tek kaynağı olan hakikat kadar sınırsız, en doğru, en olgun bir saadetle insanları mes’ud edecek bir yüksek gayedir.
Türk veya Arap olsun, İranlı ve Hintli olsun, zayıf veya kuvvetli, cahil veya bilgin olsun her Müslüman ancak bu hedefe bağlı ve yönelmiş olmalıdır. Ancak bu sayededir ki, Müslümanlar ahlâkî sosyal ve siyasî vazifelerini hakkıyla ifaya muvaffak olarak, emin ve hızlı adımlarla yükselebilir ve kurtuluş alanında mesafeler aşabilirler.
İslâm âlemi büyük bir âiledir. Onu meydana getiren milletler o asil âilenin çeşitli şubelerini meydana getirir. Adı geçen şubelerin iki çeşit vazifesi vardır. Biri, her şûbenin kendi içindeki hususî vazifeleridir. Diğeri de öbür şubelere karşı olan vazifeleridir. Bunlardan ikinci çeşit vazifelerin yapılması, birincinin yapılmasına bağlı bulunduğundan, husûsî vazifeler umûmî vazifelerden önce gelir.
Bu iki sınıf vazifelerin mahiyetine gelince; husûsî vazifeler, ferdin fikrî ve ahlâkî seviyesini en yüksek dereceye ulaştırmaya çalışmak ve İslâmın siyasî, sosyal ve ahlâkî esaslarım daha tam, daha mükemmel bir tarzda tatbike gayret etmektir.
Umûmî vazîfeler ise, öbür Müslüman milletlerle dinî bir dayanışma içinde yaşayarak, onların, hürriyet ve geleneklerine saygı, ilerleyip gelişmelerine yardım husûslarından ibarettir ki, İslâm milletleri içinde, yabancıların boyunduruğu altına girmiş olan veya o tehlike karşısında bulunanları kurtarmak bu vazifeler arasındadır. Çünkü bir millet hürriyet ve istiklâlini kaybetmekle, gelişme yolunu şaşırmış, varlığını tehlikeye koymuş olur ki, İslâm’daki tesanüd böyle bir hâle müsaade etmez.
İslâmî birlik; sayısız kuvvetlerin, unsurların ve âmillerin tam bir bütün hâlinde âhenk teşkil ettiği kâinatın birliğine eş bir birliktir. Bütün azameti ve hakikati bu hâlinden doğar.
Sözü bitirirken şunu deriz ki; Müslüman milletler, İslâm dinini kabul ederek büyük ve parlak bir medeniyet kurmayı başarmışlardı. İslâm’ın esaslarını daha güzel anlayıp, daha bilgili, daha faziletli bir sûrette tatbik ve icrâ eyledikleri ve onlara daha ciddî ve daha samimî bir bağla bağlandıkları takdirde bugünkü gerilik çukurlarından yükselerek, çağdaş medeniyetin üstünde yeni bir medeniyet meydana getireceklerdir. Öyle ki insanlar arasında kurulup düzenlenecek şefkat, adâlet ve eşitlik fikirlerinden doğma sıkı bir tesanüd ile beşeriyete vereceği hadsiz manevî haz ve nimetler onun üstünlük sebeplerini teşkil edecektir.

Kaynak: Said Halim Paşa, İslâm Dünyası Niçin İlerleyemiyor?, «İnhitat-ı İslâm hakkında bir Tecrübe-i Kalemiye»,  Bedir Yayınevi, Haziran- 1962 İstanbul
[1334 senesinde İstanbul’da Matbaayı Amire’de yapılan ilk baskısı esas tutulmak suretiyle, bir heyet tarafından bugünkü Türkçeye çevrilmiştir.]

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar