Print Friendly and PDF

İSLÂM MEDENİYETİ




İlimler dünyanın dört tarafından Arapça'ya akta­rıldı; bunlar insanların kalplerine hülûl edip süs­lediler. Bu dilin güzellikleri onların damarlarında akarken, ilimler insanların kalplerine nüfuz edip süslüyordu.
(el-Birûnî, Kitabu's Saydana)
Yakın ve Orta Doğu'da Arap ve İslâm imparator­luklarının ihtişâmı sırasında çoğunlukla Arap ni­teliğini taşıyan parlak bir medeniyet doğdu. Bu medeni­yet çölden çıkan istilâcı Araplar tarafından hazır olarak getirilmemiş, bilakis fetihlerden sonra Arap, İranlı, Mısır­lı ve diğer birçok halkların katılmasıyla meydana çıkarıl­mıştır. Hatta tamamen İslâmî olmayıp yaratıcıları arasın­da birçok Hıristiyan, Yahudi ve Zerdüştîler de bulunmak­tadır. Fakat esas görünüşü Arap Karakterinde olup, İslâmî damga taşıyordu. Arap fatihlerinin, kendi himayelerinde gelişen bu yeni ve orijinal medeniyetteki hisseleri, onların dilinin ve dininin etkisi altında ve koruyuculuğunda ol­masıdır.
Arapça Sâmî dillerinin biri olup pek çok yönüyle en zengini idi. İslâm öncesi Araplar sert ve ilkel bir hayat ya­şıyorlardı, çok zayıf bir eğitime yahut kültüre sahiptiler; herhangi bir yazılı gelenekleri yoktu. Bu devirde Araplar bir şiir dili, dikkate değer zenginlikte sözlü gelenek, muğ­lak üsluplu ve mısralardan oluşan ahenkli bir şiir ve daha sonraki Arap şiirinin meydana gelmesine örnek olacak klasik bir üslûp kullanıyorlardı. Izdırap ve imajlarla dolu kendi temaları tarafından sınırlandırılmış olan bu şiir, be­devilerin yaşayışının gerçek bir ifadesidir. 'Arap şiiri şara­bı, aşkı, savaşı, avcılığı, dağların ve çölün korkunç manza­ralarını, kabilelerin savaşla ilgili değer hükümlerini ve düşmanlarının alçaklıklarını dile getiriyordu. Tahmin edileceği gibi o, ne soyut ve ne de tamamen söz sanatına da­yanan bir edebiyat idi.
Fetihler Arapça'yı imparatorluk ve kısa zaman sonra da çok çeşitli geniş bir kültürün dili haline getirdi. Dil bu iki ihtiyacı karşılamak için kısmen yeni kelime ve deyim­ler alarak, fakat bilhassa eski köklerden yeni kelimeler tü­reterek, eski kelimelere yeni manalar vererek kendi kendi­ni geliştirmek suretiyle mükemmel hale geldi. Buna bir örnek vermek gerekirse, İslâm öncesi Araplar'da tama­men faydasız bir kavram olan ve Arapçada "mutlak" ma­nasına gelen kelimeyi seçebiliriz. Söz konusu kelime cerre­de' nin geçmiş zaman partisipi mücerred olup soymak ya­hut çıplak hale getirmek manasına gelmektedir. Normal olarak bu terim keçiboynuzu karşılığında kullanılıp cerâda, keçiboynuzu ağacı ve cerîde, yaprak kelimelerine bağ­lanıyor. Tamamen Arap tarih ve geleneği içinde derin kökleri olan her bir terim ile yaratılan dil canlı, sağlam ve süslü kelime hâzinesine sahipti. Dil, sağlam ve bilinen kelimelerle düşünce hayatını doğrudan doğruya etkilemiş ve şuûrun daha derinliklerine nüfûz etmek suretiyle son­suz etkileşim sağlamıştır.
Böyle bir zenginliğe sahip olan Arapça Arap İmpara­torluğu'nun çöküşünden sonra uzun zaman kültür vası­tası olarak kullanılmıştır. Araplar'ın dilleriyle birlikte için­de bir düşünceler dünyası taşıyan şiirleri de, somut, ço­ğunlukla ince, sezdirici olmakla birlikte soyutluğa düş­meyen, ürkek ve şahsî değil belagatli ve kitabî, destanî ve rahat değil söyleyişi etkili ve hissî bir klâsik model alarak geldi. Kelimelerle biçim tesirinin düşüncelerin aktarılma­sından daha ağır bastığı bir edebiyat.
Arap yayılmasının gerçek mucizesi, onların askerî fe­tihlerinden ziyade fethedilen bölgelerin Araplaştırılması idi. XI. yüzyıla kadar Arapça, İran'dan Pireneler'e kadar kullanılan anlaşma aracı olarak kalmamış, aynı zamanda Koptca, Aramice, Grekçe ve Latince gibi eski kültür dille­rinin yerini alan en büyük kültür vasıtası olmuştur. Arap­ça yayıldıkça fatih Arap ile Araplaştırılmış kişi arasındaki fark azaldı ve Arapça konuşan, İslâm dininden olan her­kes tek bir cemaatten sayıldı. Arap tabiri bir kere daha be­deviler için kullanılır oldu ve ayrıca ekonomik ve sosyal önemi olmayan bir aristokrat ünvanı olarak kaldı.
Arapça’nın, tamamen Araplaşmış geniş bölgelerin de ötesinde diğer Müslüman diller üzerinde büyük etkisi gö­rülmektedir. Farsça ve Türkçe, daha sonra da Urduca, Malaya ve Svahili, Arap harfleriyle yazılan yeni dillerdi. Bu diller, İngilizce ve Fransızca'daki Grekçe ve Latince unsurlarda olduğu gibi bütün kavram ve fikir alemini içi­ne alan pek çok Arapça kelime ihtiva ediyorlardı.
Arapça'nın canlanması ve yayılması dilden de öte bir olaydı; belki de meselâ Orta Çağ Avrupası'nda Latince'­nin devam eden kullanılmasından da öte. Dil ile birlikte temaların seçiliş ve işlenişinde de Arap zevk ve geleneği yayılıyordu. XI. yüzyıla kadar İranlılar tarafından Arapça yazılan şiir ile daha sonra Müslüman İran'ın müstakil kendine has İslâm kültürünü geliştirdiği devrede Farsça yazılan şiirin tezadı buna bir misâldir. İran'daki Arap şii­ri pek çok önemli yönüyle Araplar'ın kendi ilk devir şiir­lerinden farklıdır; lâkin esasta Arap zevkine uymaktadır ve Araplar tarafından hâlâ kendi mirasları olarak kabul edilmektedir. Daha sonraki İran şiirinin destanî ve sübjek­tif lirizminden mahrumdur.
Arabistan'da Arap asıllı Peygamber tarafından ortaya konulan İslâm sadece bir iman ye kült üzerine kurulmuş bir sistem değildi. Aynı zamanda bir devlet, cemiyet, ka­nun, düşünce ve sanat sistemi, dinî faktörlerle birleştirilen ve hakim kılman bir medeniyet idi. Hicret'in başlangıcın­dan itibaren İslâm yalnız yeni imanın değil, aynı zamanda Medine'nin ve Peygamberin, daha sonra imparatorluğun ve halifenin (cemaatin) hükümranlığına girmeyi ifade edi­yordu. İslâm, başlangıçta Arap cemiyetinin, daha sonra da imparatorluğun kanunu oldu. İslâm, kanun külliyatı ola­rak hukukçuların, Kur’ân ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin hadisle­rinden oluşturdukları "şeriat"a sahipti. Şeriat yalnız bir ka­ideler külliyâtı değil, aynı zamanda sosyal ve siyasî görü­nüşte bir hayat düzeni, insanları ve toplumu ileriye götü­ren bir ideal idi. İslâm, kanunun yalnız vahiyler vasıtasıy­la Allah'tan nazil olabileceğinden yasama yetkisini kabul etmiyordu, fakat örf ve adet, medenî hukuk, hükümdarın yan resmî bir tarzda ve tasvibi ile sınırlı olarak devam edi­yordu. Şeriat yalnız bir iman ve kült olarak değil, amme, şahsî, ceza ve medenî hakları da içine alan hayatın bütün yönlerini düzenliyordu. Onun ideal karakteri bünyevî ya­pısında açıkça görülmektedir. Şeriate göre cemaatin şefi, bütün askerî, sivil ve dinî otoriteyi elinde tutan ve Pey­gamberin maddî ve manevî mirasım devam ettirebilmek için Allah tarafından seçilmiş halife idi. Halife manevî gü­ce sahip değildi; o ne mevcut nizamı değiştirebilir, ne de yeni bir nizam koyabilirdi. Halife ruhanî sınıfın veya ule­manın desteğinden yararlanamıyordu. Uygulamada hali­fe IX. yüzyıldan itibaren İslâm devletinin gerçek hakimi olan askerî şeflerin ve siyasî maceracıların elinde bir kuk­la oldu. XI. yüzyılda sultan, halifenin yanında bağımsız bir şekilde yer aldı. Sultanın kudreti hukukçular tarafın­dan istemeye istemeye tanındı. Biz aynı tezatı kanunun uygulanmasında da görüyoruz. Şeriatı uygulayan kadıla­rın yanında her hâlükârda kadıların etkisi altında kalma­dan davalara bakan laik mahkemeler kendi yetkilerini kullanarak haksızlıkları önlemeye çalışıyorlardı.
Başlangıçtan itibaren Arapların medeniyet âlemine iki hediyesi olan Arapça ve İslâmiyet tabiî olarak dış etkilere maruz kalmıştır. İslâm öncesi Arap şiirinde ve hatta Kur'ân'da bile yabancı kelimelere rastlanır; bunlar fetihler sı­rasında daha da artmıştır. İdarî tabirler Farsça ve Rumca'­dan, dinî tabirler İbranice ve Süryanice'den alınmıştır; Grekçe'den geçen İlmî ve felsefî tabirler, bölgenin çok es­ki medeniyetlerinin doğmakta olan yenisi üzerindeki bü­yük etkisini açıkça ortaya koymaktadır. Klâsik devrin İs­lâm cemiyeti, Hıristiyan, Yahudi ve Zerdüştîlikten kay­naklanan kehanet fikirleri, din, eskatoloji ve mistisizm, Sasanî ve Bizans İdarî tatbikatları gibi farklı elemanları içine alan kompleks bir manzara arzediyordu. En önemli etki muhtemelen Helenizmin, bilhassa ilim, felsefe, sanat, mimari ve belirli bir noktaya kadar edebiyat üzerinde ol­du. Bu Helenistik etki o kadar derin oldu ki, Helenistik mirasın, Hıristiyan Grek ve Latin âlemi yanında İslâm, üçüncü varisi olarak kabul edildi. Fakat İslâm Helenizmi, Aramî ve Hıristiyan etkisiyle yarı doğululaşmış, Batı'da olduğu gibi klâsik Atina'nın bir keşfinden ziyade geç an­tik çağın değişmemiş devamı olan sonraki Yakın Doğu Helenizmi idi.
Kökenlerinin farklı olmasına rağmen İslâm medeniye­ti daha önceki medeniyetlerin mekanik olarak sadece ba­sit bir sentezi değil, fakat daha çok bu elemanların her sa­hada görülebilir bir şekilde İslâmî ve Arap potasında eri­tilerek yeni bir yaratma neticesinde ortaya çıkan orijinal bir medeniyettir.
Arapların kendi görüşleri dâhilinde en büyük ve za­mana göre ilk başarıları şiir ve hitabet sanatında görül­mektedir. İslâm öncesi Arap şiiri halkçı ve sosyal bir fonk­siyon icra ediyordu. Önemli siyasî rolü yanında şair, ge­nellikle meddah ve hicivci idi. Emevîler devrinde İslâm öncesi Arabistan'ın sözlü geleneği derleniyor ve bu daha sonraki eserlere bir model oluyordu. Abbasîler devrinde Arap şiiri, bir hayli yabancının ve bilhassa İranlılar'ın gir­mesiyle zenginleşti. Bu ihtişamı yaratanların ilk üstadı âmâ Beşşâr b. Bürd (ölm. 784) idi. Bu sanatkârlar İslâm öncesi modeller karşısında bir müddet için yeni tema ve formaları, eskiler ile yeniler arasındaki çetin mücadelede başarıya ulaştırdılar. Fakat bu yeniciler bile, hükümdarla­rın ve aydın zümrenin Arap zevkine uymak mecburiyeti ile sınırlandırılmış olduklarını görüyorlardı. Neticede neo-klasizim hareketine uymaya mecbur oldular ki, bu­nun en dikkate değer temsilcisi, Arapların en büyük şâiri olarak kabul ettikleri Mütenebbî (905-965) idi.
Kur'ân, Arap edebiyatında nesir olarak ilk örnektir. İs­lâm hâkimiyetinin ilk devirlerinde Kur'ân edebiyat ve de­nemede nesir ve secili nesirin temeli olmuştur. Meşhur Arap müellifi Amr b. Bahr el-Câhız (ölm. 869) köken itiba­riyle Basralı olup siyahî bir kölenin torunu idi. El-Câhız’ın ilhamının çeşitliliği, orijinalitesi ve çekiciliği ona Arap edebiyatında hususî bir yer vermektedir. İlim ve öğrenim başlangıçta dinden kaynaklanıyordu; gramer ve lügatçilik Kur'ân'ı anlamak ve açıklamak ihtiyacından doğmuştur. Medine'deki eski mektebin mensupları hadîs'in derlenme­si ve şeriat'in teşekkülünde olduğu gibi gerçek dinî ilimler üzerinde uzmanlaştılar. Bu son faaliyet, hadîs'in hukukî ve biyografik temellerine dayanan İslâmî hukuk ve tarih mekteplerinin doğması neticesini verdi. Bunlardan ilki şeriat’ın çok geniş bir şekilde toplanmasını sağladı. Araplar'da tarih Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatını tesbit etmekle başlar ve İslâm öncesi sözlü geleneğin derlenmesiyle zenginleşir. Daha sonra özellikle Sasanî sarayının Müslüman­lığı kabul etmiş olan İran asıllı tarihçileri, tarihçiliği Arap­lar'a tanıttılar. Araplar sağlam bir tarih anlayışına sahipti­ler ve kısa zaman sonra ciltlerce dünya, mahallî, aile, ka­bile ve kurumlar tarihleri gibi çeşitli sahalarda tarihler yazdılar. Bu ilk Arap tarihî eserleri hadis'in "Compendia"sı tarzında yazılmış kaynak kitaplardan biraz daha farklı olup, râviler zincirinin naklettiği görgü şahidi tas­virlerini ihtiva etmekteydi. Hikâyeci ve bazan eleştirel tarzda yazılan tarihler, en büyük Arap tarihçisi ve belki de Orta Çağ’ın en büyük tarih felsefecisi İbn Haldûn'un (1332-1406) eserinde zirveye ulaştı.
Dinî edebiyat, bilhassa başlangıç devresinde kuvvetli bir şekilde Hıristiyan ve Yahudi etkisinde kalmıştır.
Teolojik edebiyat, açıkça söylemek gerekirse Süryanî Hıristiyanlığının etkisinde başladı ve daha sonra da Grek felsefesinin etkisine maruz kaldı. Bu sonuncu etki İslâm'­da felsefenin ve matematik, astronomi, coğrafya, kimya, fizik, tabiat tarihi ve tıb gibi ilimlerin temeli oldu. Grekçe kitapların gerek asıllarından ve gerekse Süryani versiyon­larından tercümelerinin yapılması hususunda sarfedilen büyük gayret IX. ve X. yüzyıllarda yeni, köklü bir bilginin gelişmesine sebep oldu. İskenderiye, Antakya ve diğer yerlerde Grek mektepleri varlıklarını devam ettiriyorlar­dı; aynı şekilde Cundişapur'daki Sasanî İran'a sığınmak için Bizans'tan kaçan Nesturîler tarafından kurulmuş olan ve Farsça tedrisat yapan yüksekokul da devam ediyordu. Emevîler devrinde Grekçe'den ve Koptça'dan bazı kimya kitaplarının tercümesine başlandı. Ömer b. Abdülaziz devrinde (717-720) Basralı bir Yahudi olan Mâsarcaveyh, Süryanî tıb kitaplarını Arapça'ya çevirdi ve böylece Arap tıp ilminin temellerini attı. Tercümanlar çoğunlukla Hıris­tiyan, Yahudi ve daha çok Süryaniler'den meydana geli­yordu. Emevîler devrindeki tercümeler az ve bireysel idi. Abbasîler devrinde ise bu faaliyet teşkilatlandırıldı ve res­men teşvik edildi. Bu tercüme faaliyeti, IX. yüzyılda ve bilhassa Bağdad'da kütüphanesi ve devamlı personeli bu­lunan bir tercüme müessesesini (beytü'l hikme) kuran Me'mûn devrinde (813-833) büyük bir gelişmeye mazhar oldu. Meşhur tercümanlardan birisi olan Cundişapurlu Hıristiyan tabib Huneyn b. İshak (809-877) Galen'in Corpus'unu, Hippocrates'in Aphorism'lerini ve diğer bir çok eseri Arapça'ya çevirdi. Diğerleri astronomi, fizik, mate­matik ve başka konulardaki eserleri Grekçe'den Süryanîce'ye ve daha çok Arapça'ya tercüme ediyorlardı. Halife­ler her tarafa, Bizans'a bile yazma eserleri aramak için âlimler gönderiyorlardı.
Bu ilk tercüme yapanlardan bazıları Grek eserlerinin tefsiri veya özeti şeklinde kendi istekleri çerçevesinde eserler de meydana getirdiler. Kısa bir süre sonra çoğun­lukla İran asıllı bir Müslüman yazarlar nesli ortaya çıktı. İlk planda bahsedilmesi gerekenler tabib Râzî (Rhases) (865-925), tabib ve filozof İbn Sînâ (Avicenna) (980-1037) ve hepsinden daha önemlisi tabib, astronom, matematik­çi, fizikçi, kimyacı, coğrafyacı ve tarihçi, engin ve orijinal bir âlim, Orta Çağ İslâm dünyasının en dikkate değer si­malarından birisi el-Bîrûnî'dir. Tıb sahasında Müslümanlar Grekler'in temel görüşlerini değiştirmediler, fakat pra­tik gözlemler ve klinik tecrübeleri ile onu zenginleştirdi­ler. Matematik, fizik ve kimyada onların payı çok daha önemli ve orijinal idi. Sıfır Müslümanlar tarafından kulla­nıldı; onların buluşu olmamakla beraber Arap rakamları diye bilinen sistem onlar tarafından matematik'e dâhil edildi ve Hindistan'dan Avrupa'ya aktarıldı. Cebir, geo­metri ve bilhassa trigonometri Müslümanların geliştirdi­ği ilim dallandır.
Felsefede Grek fikirlerinin etkisi büyüktür. Me'mûn devrinde Aristotales'in eserlerinin tercümeleri bütün fel­sefeyi ve İslâm'ın teolojik anlayışını etkiledi ve bunun so­nunda uzun müddet aralarında Kindî (ölm. 850; Arap ır­kından tek kişi), Fârâbî (ölm. 950), İbn Sîna (ölm. 1037) ve İbn Rüşd (Averroes, ölm. 1198) gibi Müslüman filozofları­nın eserlerine etki etti.
Antik Yunanistan'ın İlmî ve felsefî mirasını Doğu mu­hafaza ettiği halde, iddia edildiğine göre Batı'da bilinen edebî ve estetik mirasını bilmiyordu. Bu görüş tam mana­sıyla doğru değildir. Araplar sanat ve mimaride Greko-Roman geleneğini değiştirerek ve zenginleştirerek devam ettirdiler. Bizans sanatının soyut ve şekilciliğe temayülü İslâm'da daha da fazlalaştı; İslâm'da resme, daha doğru­su portreye karşı olan peşin hüküm stilize ve geometrik desenlerin gelişmesine zemin hazırladı.
İslâm sanatları İran ve Çin etkilerine çok şey borçlu­dur. Fakat süsleme ve el sanatlarında İslâm medeniyeti­nin orijinalitesi ve özelliği çok açık bir şekilde görülür. Su­riye'deki Emevi saray ve köşklerinin duvar süslemelerin­de, kazılarda meydana çıkarılan avadanlıklar üzerinde, Mısır ve Irak'ta bulunan eşyalarda, Arapların ilk zaman­lar diğer medeniyetlerin sanat eserlerini -sanatkârlarını bilen-asıl aldıklarını, önce onları taklit ettiklerini ve neti­cede onları orijinal bir sanat içinde nasıl erittiklerini göre­biliriz. Mesela Irak'ta ortaya çıkarılan IX. yüzyıla ait çanak-çömlek, gerek Bizans ve Sasanî işçiliğini gösteren eserlerin, gerekse Çin'den ithal edilen eşyaların, bunların yerli taklitlerinin ve ayrıca ithal edilen modellerin tecrü­belerle yeniden geliştirilmiş şekillerinin ortaya çıkardığı ürünlerin yan yana meydana getirildiğini gösterir. İslâm sanatının en karakteristik ürünlerinden birisi olan meşhur cilalı kapları, İran'dan İspanya'ya kadar bütün İslâm âlemine yayılmıştı. Aynı şekilde İslâm İmparatorluğumdaki el sanatlarıyla uğraşanlar, gerek taklit ve gerekse tecrübe yoluyla dışarıdan aldıkları metal, tahta, taş, fildişi ve cam işçiliğini ve bunlardan daha çok tekstil ve halıcılık sanatı­nı geliştirecek açık ve belirgin İslâmî yeni, ferdî ve karak­teristik bir üslup yarattılar.
Fizikî bir bütün olarak kitabın adı, konusu, başı ve so­nu olan sayfalardan meydana gelen bir bütün olduğu, da­ha sonra da bu bütünün resimleri ve süslü ciltleri bulun­duğu fikri eski medeniyetlerden gelmişti. Başlangıçta edebî eserler sözlü ve nakletme geleneği sayesinde bilini­yordu. Sözlü gelenek uzun müddet yegâne yayın vasıtası idi. Edebî eserlerin sayısı ve uzunluğu arttıkça yazılı me­tinlerin lüzumu hissedilmeye başlandı ve bir müddet son­ra yazarlar müsvedde yaptırmaya, konferanslar için not­lar almaya, sekreterlere dikte ettirmeye ve bitirmek için kitaplar kaleme almaya koyuldular. Bu harekete VIII. yüz­yılda Orta Asya yoluyla Çin'den kâğıdın getirilmesi yar­dıma oldu, fiyatlar ucuzladı ve daha çok sayıda kitap ya­zıldı. Kültür hayatı üzerindeki bu yeniliğin tesiri, küçük bir ölçüde de olsa Batı'da basım işinin yayılması ile muka­yese edilebilir.
İslâm tarafından Grek mirasının alınması bir tarafa ye­ni bilginin akılcı, İlmî yönü, diğer tarafta İslâm düşünce­sinin sezgiye dayanan ve ferdî olan yönü arasındaki çatış­ma hızlandı. İslâmî iki düşünce sistemi arasındaki müca­dele insanlık tarihinde etkili ve devamlı değişik ve zengin bir kültürün doğmasına sebep oldu. Sonunda mücadele saf İslâmî dünya görüşünün zaferi ile neticelendi. Dinin hâkim olduğu İslâm cemiyeti kendi temel inançlarına kar­şı gelen değerlerin neticelerini kabul ve hatta onları müşâhade ve tecrübe ile geliştirdiği halde kendilerini reddetti. İsmailîye mezhebi Batı tipi hümanist bir rönesans hareke­tini ilan ederek batınî tefsir yoluyla Kur’ân’ın ve hatadan münezzeh imamların ihtiyatı ile Şeriat’ın hakimiyetini azaltarak Helenistik değerleri tam manasiyle İslâm cemi­yetine getirebilirdi. Fakat İsmailîye ihtilâlini destekleyen güçler yeteri kadar kuvvetli değillerdi ve hareket en başarılı anında çöküntüye uğradı.
Milletlerin karakterini tahlil etmek her ne kadar eğlen­celi bir oyun gibi görünüyorsa da bir neticeye varmak ol­dukça zordur. Böyle bir girişim tahlil edilen konudan zi­yade tahlil edenin fikrî yapısını ortaya koyar. Milletin çok girift ve değişik bir yapısı olduğundan ciddî ve İlmî bir hükmün yerini tutacak geniş ve istatistikî bir çalışmaya imkan vermez. Daha da güç olanı bizden zaman ve me­kan bakımından uzak olan ve ancak yazılı kalıntılar vası­tasıyla bilinen medeniyetleri incelemektir. Orta Çağ Arap edebiyatı bütünü ile yazma sanatını ve hâmiliğini elinde tutan küçük ve imtiyazlı idareci sınıf vasıtasıyla meydana gelmiştir. Geride kalan halk kitlesi çoğunlukla sessiz ve çok zayıf olan sesi de cılız bir şekilde çıkmakta idi. Bu hu­susu gözden uzak tutmamak şartiyle Araplar’ın değilse de en azından hakim olan Orta Çağ İslâm medeniyetinin Arap sanat ve edebiyatında tasvir ettiği bazı tipik karak­terleri ortaya çıkarabiliriz.
Dikkatimizi çeken ilk husus, çoğunlukla iddia edildiği gibi, Arap kültürünün taklitçi değil kendine has bir karak­terde olması ve asimile etme gücüne sahip bulunmasıdır. İslâm fetihleri tarihte ilk defa Hindistan ve Çin sınırların­dan Yunanistan, İtalya ve Fransa'ya kadar uzanan geniş toprakları birleştirdi. Başlangıçta bir müddet için askerî ve siyasî güçleriyle ve daha sonra da dil ve inançlarıyla Araplar, öteden beri çatıştıkları kültürleri bir cemiyet ha­linde birleştirdiler: Bin yıllık ve değişime uğramış Akde­niz'in Grek, Roma ve İsrail gelenekleri; eski Yakın Doğu ve kendine özgü düşüncesi ve hayat tarzı, Doğu'nun bü­yük medeniyetleriyle faydalı teması olan zengin İran me­deniyeti. Çeşitli halkların, inançların ve kültürlerin bir arada İslâm cemiyeti içinde yaşamaya zorlanması, menşe­leri ve yaratıcıları değişik de olsa, genel görünüşünde ka­rakteristik İslâm-Arap izlerini taşıyan yeni bir medeniye­tin doğmasını sağladı.
İslâm cemiyetinin bu çeşitliliğinden, bilhassa Avrupalı araştırıcıların dikkatini çeken ikinci bir husus ortaya çık­mıştır: Diğerlerine nazaran daha müsamahalı olması. Ba­tılı çağdaşlarının aksine Orta Çağ Müslümanları, kendile­rine tabi olanlara inançlarını kabul ettirmek için kuvvete başvurmaya çok nadir ihtiyaç duymuşlardır. Fakat Batılılar gibi onlar da kendilerinden farklı inanca sahip olanla­rın Cehennem'de yanacaklarına inanıyorlar; ancak onla­rın aksine İlahî hükmü bu dünyada tahmine gerek gör­müyorlardı. Genellikle değişik inançların var olduğu bir cemiyette hakim inanç olmakla memnundular. Diğer inanç sahiplerine bazı sosyal ve hukukî sınırlamalar ko­yarak kendi üstünlüklerini hatırlatıyorlar ve bununla içinde bulundukları durumu unutmamalarını sağlamaya çalışıyorlardı. Buna karşılık onlara dinî, İktisadî ve fikrî hürriyet veriliyor ve onların kendi medeniyetlerine zikre değer katkıda bulunmalarına şans tanınıyordu.
Medeniyetlerin pek çoğu gibi Orta Çağ İslâm medeni­yeti de, kendi üstünlüğüne ve kendi kendine yeteceğine inanıyordu. Museviliğin ve Hıristiyanlığın vahiy zinciri­nin ilk halkaları olduğu peygamberlik vazifesinde, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin bu zincirin son halkası olması şeklindeki İslâm'ın tarihî peygamberlik görüşü Müslümanlar'a Hı­ristiyan ve Museviler'i, kendilerinin tam mükemmel şekliyle sahip oldukları şeylerin ilk ve eksik şekline sahip ol­dukları inancına sevketti. Roma İmparatorluğu'nun dev­let dini olmadan önce asırlarca zayıfların ve zavallıların dini olan Hıristiyanlığın aksine İslâmiyet daha kurucusu­nun sağlığında yayılan ve muzaffer olan bir toplumun rehberi oldu. İlk devirdeki İslâm'ın büyük fetihleri mü'minlerin zihinlerinde, bir toplum eğer Allah'ın kanunlarıyle idare edilirse başarılı olacağı inancını doğurdu. Müslümanlar akıllı gayr-ı müslimlerden çok şey öğrenebilir­ler, fakat bunların geçerli olup olmadığı, İlahî vahyin mahsulu olan ve müntesiplerinin başarılarıyla sağlamlaş­tırılan Şeriat mihenk taşma vurularak anlaşılabilirdi.
"Atomistik" tabiri, çoğunlukla İslâm medeniyetinin birçok yönlerinde görülebilen ve Arap tarihinin daha sonraki devirlerinde hakim olan bir düşünce ve görüş alışkanlığını belirtmek için kullanılır. Bu tabirle hayatı ve kâinatı şartlarla veya ferdin düşüncesiyle bir tür mekanik, hattâ tesadüfi bir birlik içinde birbirine sağlam olmayan bağlarla bağlanan, ancak aralarında hiç bir organik bağ bulunmayan bir statik, somut ve ayrı varlıklar dizisi ola­rak görme temayülü anlatılmak istenir. Evrensel olma­makla birlikte bu temayül Arap hayatına çok farklı biçim­lerde etki eder. Arap kendi toplumunu, birbiriyle ilişkisi olan ve birbirine etki eden parçalardan meydana gelen bir bütün olarak değil, yalnızca altta toprak ve üstte hüküme­tin bir arada tuttuğu dinler, milletler ve sosyal sınıflar gi­bi ayrı grupların birliği olarak kabul eder. Şehir, kendine has bir özelliğe nadiren sahip olan mahalleler, loncalar, kabileler ve evler topluluğudur. Bir yandan ilim adamları ve filozoflar, öte yandan da mutasavvıfların aksine din adamı, alim yahut edib, bilgiye karşı tutumu açısından aynı nitelikleri taşırlar. Farklı disiplinler, keşifleri bir bü­tün halinde bir araya toplayıp aynı yöne varmanın farklı yolları değil, her biri yavaş yavaş toplanarak ilmi meyda­na getiren bilgi parçalarını taşıyan ayrı, müstakil bölüm­lerdir. Epik yahut dramatik tarzdan mahrum olan Arap edebiyatı, nadiren devamlı bir plana sahip, yazarın ve okuyucunun sübjektif birliğiyle birbirine bağlanan ince ve canlı, fakat parça parça farklı gözlemler ve belirtmeler dizisiyle tesir etmeyi başarır. Arap şiiri, çoğunlukla birbirleriyle yer değiştirebilen, ancak kendi aralarında mükem­mel bir bütün teşkil eden inciler dizisi gibi ayrı ve yerin­den ayrılabilen bir mısralar dizisidir. Arap müziği armoni ile değil, fantezi ve varyasyonlarla geliştirilmiş makamlı ve ritmik bir müziktir. Ekseriya uygulamalı ve süslemeli bir sanat olan Arap sanatı, komposizyon veya perspektif­ten çok inceliği ve teferruat bütünlüğü ile temayüz eder. Romancılar gibi tarihçiler ve biyografi yazarları da anla­tımlarını gevşek bir şekilde birbirine bağlanmış bir olay­lar zinciri olarak ortaya koyarlar. Çağdaş bir yazarın da belirttiği gibi, fert bile çoğunlukla pasaportlardaki tanım­lamalar şeklinde sıralanan özellikler topluluğu olarak gösterilir.
Bu son özellik bizi, Arap nesrinde tekrarlanan bir özel­lik olan başka bir noktaya, yani ferdiyetçi değil, kollektivist bir özelliğe götürür. İlk Arapların ateşli ferdiyetçiliği bütün gücüyle yalnız bedeviler arasında devam etti. Me­deniyet merkezlerinde ise bu ferdiyetçilik yerini pasif ve hatta anonim bir tutuma bıraktı. Çoğu zaman bir kitap, yazarın ferdî ve şahsî eseri olarak değil, nakletme zinci­rinde bir halka olarak ortaya çıkar. Yazar, kendi kişiliğini otoritenin prestiji ve kendisinden önceki nakilcilerin safı arkasında gizler. Hatta aslında ferdî bir ifade olan şiir bile şahsî ve samimî değil genel ve sosyaldir. Bu İnsanî olmak­tan çok kollektivist tavır, İslâm düşüncesinin ve kurumlarının her yönde, belki de en açık bir şekilde Müslüman­ların "mükemmel insan" ve "mükemmel devlet" idealinde görülen, herkesin kendi içindeki ferdî gücünü geliştirme­si yerine taklit ederek uymaya çalışması gereken modeller biçiminde belirir.
Hayatın bu "atomistik' görünüşü, çok parlak başarılar ortaya koyan daha bağımsız spekülasyon ve araştırma ru­huna karşı tepkinin son zaferini şu ya da bu şekilde belir­ten doğmatik teolojinin belli sistemlerinin genel olarak kabul edilmesinde tam ifadesini bulur. Bu teoloji, deter­minist, faydacı ve otoriterdir. İlahî kanunun ve vahiylerin bilâ keyf, yani nasıl olduğunu sormaksızın, sorgusuz kabul edilmesini ister. Bütün tâlî sebepleri inkâr eder ve Allah'ı birinci sebep olmaktan ziyade bütün bunların planlayıcı­sı olarak kabul eder. Mecburî neticeler ve tabiî kanunlar ya da sebepler yoktur. Yiyeceğin olmamasının açlığa se­bep olması gerekmez, yalnızca alışkanlık nedeniyle acı­kınca yiyecek aranır. Her şey doğrudan doğruya bir arada bulunma veya birbirini takip etmeyle ilgili belirli alışkan­lıkları düzenleyen Allah'ın iradesiyle yürür. Zamanın her parçasında her hadise, doğrudan ve ferdî bir ortaya çıkar­ma hareketinin neticesidir.
Bir zamanlar genel olarak kabul edilen bütün sebepliliğin bu son ve kastî olarak reddi, hem felsefe ve hem de tabiat bilimlerinde serbest düşüncenin ve araştırmanın sona erdiğini gösteriyordu ve Arap tarihçiliğinin ümit ve­rici gelişmesini engelledi. Bu durum büyük bir ticaret dö­neminin daha hür sosyal ve İktisadî hayatının yerini yüz­yıllarca değişmeyecek durgun bir feodalizme bıraktığı İs­lâm toplumunun ihtiyaçlarına daha iyi uyuyordu. Eski kavramlar çatışması sürdü, ama İslâm'ın yeni izahı bin yıl kadar ciddi biçimde tehlikeyle karşılaşmadı. Ancak XIX. ve XX. yüzyıllarda Batı'nın tesiri, İslâm toplumunun bü­tün geleneksel yapısını ve onun fikrî paraleli olan düşün­ce tarzını tehdit etti.
Sh: 177-193

Kaynak: Bernard LEWİS, Tarihte Araplar, trc: Hakkı Dursun YILDIZ, Anka Yayınları 2. Basım, Kasım 2000, İstanbul


Hata neredeydi? İslam dünyasındaki insanlar, özellikle Ortadoğu’dakiler -ama yalnızca onlar değil-uzun zamandır bu soru­yu sormakta. Öncelikle Batı’yla karşılaşmalarından doğan sorunun içeriği ve soruluş biçimi, bu karşılaşmanın koşullarına, kapsamına, süresine ve karşılaştırma yoluyla kendi toplumlarında her şeyin de iyi gitmediğinin farkına varmalarını ilk sağ­lamış olan olaylara göre büyük ölçüde çeşitleniyor. Ancak soru ve akla getirdiği cevaplar hangi biçimle, hangi üslupla dile ge­tirilirse getirilsin, sorunun da, cevapların da büyüyen bir san­cıyla, biriken bir sabırsızlıkla, son zamanlarda da kabaran bir öfkeyle dışa vurulduğunu fark etmemek mümkün değil.
Sorgulamak ve kaygı duymak için, hatta öfkelenmek için, doğrusu, geçerli bir neden var. İslam dünyası yüzyıllar boyunca insan soyunun başarısının ve uygarlığının ön safla­rında yer aldı. Müslümanlar’ın kendi algılamalarında, İslami­yet’in sınırları uygarlığın sınırlarıyla örtüşmekteydi, İslam sı­nırlarının ötesindeyse yalnızca barbarlar ve kâfirler vardı. Başka uygarlıkların da, eğer tümü değilse çoğu, kendini ve dı­şındakileri böyle algılıyordu: Yunan, Roma, Hint, Çin... Da­ha yeni örnekler de eklenebilir.
Antikitenin çöküşüyle modernliğin doğuşu arasında ge­çen süre içinde, demek ki Avrupa tarihinde Ortaçağ olarak adlandırılan yüzyıllarda, İslamiyet’in iddiası dayanaksız değil­di. Müslümanlar dünya yüzünde, Çin’de, Hindistan’da, Hıris­tiyan âleminde az çok uygar başka toplumların var olduğun­dan elbette haberdardılar. Ama Çin uzaktı ve az tanınmak­taydı. Hindistan da Müslümanlaştırılma ve egemenlik altına alınma sürecindeydi. Hıristiyanlık özel bir önem taşıyordu, bir dünya dini ve dünya gücü olarak İslam’ın tek ciddi raki­biydi. Gelgelelim, İslami bakış açısından, Hıristiyan dininin yerini en son vahyolunan İslamiyet almıştı, Hıristiyanlık’ın gücüyse İslamiyet’in Allah’ın yol göstericiliğindeki daha bü­yük gücü karşısında biteviye yenilmekteydi.
Birçok Ortaçağ Müslümanı için, Hıristiyan âlemi de­mek, öncelikle 1453’e kadar gitgide küçülüp zayıflayan, bu tarihte de Türkler’in İstanbul’u fethiyle tamamen ortadan kalkan Bizans İmparatorluğu demekti. Avrupa’nın uzak di­yarları da Afrika’nınkilerle hemen hemen aynı biçimde algı­lanıyordu: Öğrenilebilecek hiçbir şeyi olmayan, hatta köle ve hammadde dışında ithal edilebilecek pek bir şeyi olmayan, dışsal bir barbarlık ve inançsızlık karanlığı. Kuzeyli olsun, gü­neyli olsun, barbarlar için beslenebilecek en büyük umut, ha­lifenin imparatorluğuna dahil edilerek dinin ve uygarlığın ni­metlerine kavuşmalarıydı.
Bu da, İslamiyet’in doğuşundan sonraki yaklaşık bin yıl içinde, olmayacak şey değildi: Müslümanlar bunu gerçekleş­tirmek için ardı ardına çabalara girişti. Arabistan’dan çıkan Müslüman orduları o tarihe kadar hepsi de Hıristiyan âlemi içinde yer alan Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika’yı ye­dinci yüzyıl içinde feth etti İslam ordularının İran ve Arabis­tan’ın batısından topladığı askerlerin çoğu da aslında Hıristi­yanlık’tan gelmeydi. Sekizinci yüzyılda Müslüman Arap güçleri Kuzey Afrika’daki üslerinden çıkarak, bu kez Müslümanlık’a geçen Berberiler’in de katılmasıyla, İspanya ve Portekiz’i fethettiler ve Fransa’ya girdiler. Dokuzuncu yüzyılda Sicilya’yı ele geçirip İtalyan yarımadasına akın ettiler. 846 yılında Si­cilya’dan yola çıkan bir deniz gücü Tiber Irmağı’na bile girdi, Arap güçleri Ostia ve Roma’yı yağmaladı. Bu durum, etkili bir Hıristiyan karşı saldırısının örgütlenmesine yönelik ilk gi­rişimlere yol açtı. Bunu izleyen, Haçlı Seferleri olarak bili­nen, kutsal toprakları yeniden ele geçirmeye yönelik bir dizi sefer hüsranla ve geri püskürtülmeyle sonuçlandı.
Hıristiyan orduları Avrupa’da daha başarılıydı. 11. yüzyılın sonuna doğru Müslümanlar Sicilya’dan çıkarılmıştı, 1492’de de, Müslümanlar’ın İspanya’ya ayak basmalarından neredeyse sekiz yüzyıl sonra, yeniden fetih için verilen uzun süreli müca­dele Hıristiyanların zaferiyle son buldu ve Afrika’ya ve As­ya’ya yönelik Hıristiyan istilasının yolunu açtı. Ama bu arada Avrupa Hıristiyan âlemine yönelik başka Müslüman tehditle­ri de vardı. Doğuda, 1237-1240 yılları arasında Altınordu Ta­tarları, Rusya’yı fethetti. 1252 yılında Altınordu Hanı ve emrindekiler Müslüman oldu. Rusya, Doğu Avrupa’nın büyük bölümüyle birlikte, Müslüman egemenliği altındaydı, Ruslar’ın kendi deyişleriyle “Tatar boyunduruğu”ndan sonunda kurtulmaları da 15. yüzyıl sonlarını buldu. Bu arada Müslü­man akınının üçüncü bir dalgası başlamıştı: Anadolu’yu ele geçirip eski Hıristiyan şehri İstanbul’u fetheden, Balkan yarımadasını işgal ederek kolonileştiren ve iki kez Viyana kapıla­rına dayanarak Avrupa’nın bağrına hançer dayayan Osmanlı Türkleri’nin oluşturduğu dalga.
İslamiyet gücünün doruğundayken, başardıklarının dü­zeyi, niteliği ve çeşitliliği açısından karşılaştırma konusu ola­bilecek bir tek uygarlık vardı, o da kuşkusuz Çin’di. Bununla birlikte Çin uygarlığı esasen yerel, tek bir bölgeyle -Doğu As­ya’yla-ve tek bir ırksal grupla sınırlı kaldı. Bir ölçüde ihraç da edildi ama yalnızca komşu ve akraba halklara. İslamiyet ise tersine çok kültürlü, çok ırklı, uluslararası ve hatta kıtalarara­sı bile denebilecek bir dünya uygarlığı yarattı.
Yüzyıllar boyunca, Müslümanlar’ın kendilerine ve dün­yaya bakışlarının dayanakları sağlam görünüyordu. İslam, yeryüzündeki en büyük askeri gücü temsil ediyordu, orduları, hem de aynı anda, Avrupa’ya ve Asya’ya, Hindistan’a ve Çin’e yayılıyordu. Aynı zamanda dünyanın en önemli ekono­mik gücüydü. Asya, Avrupa ve Afrika’da büyük bir ticaret ve haberleşme ağı üzerinden geniş bir mallar yelpazesinin ticare­tini yapıyor, Afrika’dan köle ve altın, Avrupa’dan köle ve yün ithal ediyor, Asya’nın uygar ülkelerinden çeşitli yiyecek maddeleri, malzeme ve işlenmiş mallar alıp satıyordu. Uygar­lığın sanat ve bilimlerinde insanlığın o güne kadar geldiği en yüksek düzeye ulaşmıştı.
Eski Ortadoğu, Yunan ve Fars’tan * miras aldığı bilgi ve becerilere dışarıdan aldığı yeni ve önem­li buluşları katmıştı: Çin’den aldığı kâğıt üretimi ve kullanı­mı, Hindistan’dan aldığı basamaklı onlu sayı sistemi gibi. Bi­rinden biri olmaksızın modem edebiyatı ve bilimi düşünmek zor olurdu.
* “Persia” adı, klasik ve modern Avrupa dillerindeki çeşitli biçimleriyle, İran’ın, körfez kıyısı boyunca uzanan güneybatı eyaleti Pars’tan gelir. Alfa­belerinde “p” harfinin karşılığı bulunmayan Araplar bu eyalete “Fars” diyor­du. Kastilya lehçesi nasıl İspanyolca, Toscana lehçesi nasıl İtalyanca olmuş­sa, Farsi olarak bilinen Fars lehçesi de edebi, standart ve nihayet ulusal dil olarak kabul edilmiştir. Klasik dünyada ve Batı dünyasında bölgenin adı ay­nı zamanda bütün ülke için kullanılagelmiş, ancak binlerce yıldır İran -Arilerin ülkesi-adını kullanan, 1935 yılında da bu adı ülkenin resmi adı olarak kabul eden İranlılar arasında bu hiç olmamıştır. Geçmiş yüzyıllardan söz ederken, Batılılarca kabul görmüş adı değiştirmedim, [yazarın notu]
Hint rakamlarının, miras alınmış matematik bil­gileri bütünüyle birleştirilmesi Müslüman Ortadoğu’da ol­muştur. Bu rakamlar Ortadoğu’dan da Batıya taşınmıştır. Batı’da hâlâ mucitlerini değil de Avrupa’ya ilk getirenleri onur­landırarak Arap rakamları adıyla bilinirler. İslam dünyasın­daki âlimler, bilginler bu zengin mirasa kendi gözlem, deney ve düşünceleri ile çok önemli katkılarda bulundular. Ortaçağ Avrupa’sı, uygarlığın sanat ve bilimlerinin çoğunda İslam dünyasının öğrencisiydi, başka türlü bilinemeyecek birçok Yunan yapıtının bile Arapça çevirilerine bel bağladığı için, bir anlamda İslam dünyasına bağımlıydı.
Derken bu ilişki değişiverdi. Daha Rönesans’tan önce Avrupalılar uygarlık sanatlarında kayda değer bir ilerleme göstermeye başlıyordu. Yeni Eğitim’in boy vermesiyle İslam dünyasının bilimsel, teknolojik ve sonunda kültürel mirasını hayli geride bırakarak büyük hızla yol aldılar.
Müslümanlar bu durumun farkına uzun zaman varama­dı. Yüzyıllar önce birçok Yunanca, Farsça ve Süryanice yapı­tı, Müslüman ve diğer Arap okuyucuların menziline sokan büyük çeviri hareketi sona ermişti ve Avrupa’nın yeni bilim­sel literatürü neredeyse bütünüyle bilgileri dışındaydı. 18. yüzyılın sonlarına kadar yalnızca bir tek tıp kitabı bir Ortado­ğu diline çevrilmişti: 1655 yılında Türkçe olarak Sultan IV. Mehmed’e sunulan, 16. yüzyılda yazılmış, frengi üstüne bir inceleme. Seçim de, tarih de anlamlı. Amerika kaynaklı ol­duğu bilgisi yaygın olan bu hastalık İslam dünyasına Avru­pa’dan gelmişti. Arapça, Farsça, Türkçe ve başka dillerde doğrusu hâlâ “Frenk hastalığı” olarak bilinir. Frenk hastalığı­na Frenk çaresi bulmak, belli ki hem doğru hem de meşru gö­rünüyordu. Bunun dışında, Reform, Rönesans ve teknolojik devrim âdeta İslam ülkelerinde fark edilmeden geçip gitti.
Batı sınırının ötesindeki topraklarda yaşayanları doğudaki daha gelişkin Asyalı kâfirlerden bile çok daha aşağı, cahillik içinde barbarlar olarak bir kenara atma eğilimi vardı hâlâ. Asyalı kâfirlerin aktarabileceği yararlı beceriler ve alet ede­vatı varken Avrupalılar’da hiçbiri yoktu. Doğru olması uzun süredir akla yakın gelen bir yargıydı bu. Artık tehlikeli bi­çimde günün gerisinde kalıyordu.
Tarih dersleri, genellikle en açık ve şüpheye yer bırak­mayacak biçimde savaş alanında verilir. Yalnız, dersin anlaşı­lıp uygulamaya konmasında bir takım gecikmeler olabilir. Hıristiyan âleminde Mağribi’lerin 1492 yılında İspanya’daki son yenilgisi ve Rusya’nın Müslümanlaştırılmış Tatarlar’ın egemenliğinden kurtuluşu anlaşılabilir biçimde nihai zaferler olarak görüldü. İspanyollar ve Portekizliler gibi Ruslar da eski efendilerini anayurtlarına kadar kovaladılar ama çok daha büyük ve çok daha kalıcı bir başarıyla. 1554 yılında Astrahan’ın fethiyle birlikte Ruslar, Hazar Denizi kıyılarına ulaştı­lar. Bunu izleyen yüzyılda, Karadeniz’in kuzey kıyısına ulaştı­lar ve geniş Müslüman topraklarını Rusya İmparatorluğu’na bağlayan uzun fetih ve kolonileştirme sürecini başlattılar.
Oysa uygarlığın uzak sınırlarında bu olan bitenler İsla­miyet’in merkezlerinde o kadar önemli görülmüyor, ne olursa olsun, İslam’ın karşı koyulmaz ilerleyişi ve Hıristiyan âlemi­nin bozgunu olarak görünen süreçte, Haçlılar’ın 13. yüzyılda Doğu Akdeniz’den bozguna uğratılarak çıkarılması, 1453 yı­lında İstanbul’un fethi ve Türk ordularının Balkanlar’dan ge­çip Hıristiyanlığın [İstanbul’dan sonraki] imparatorluk [baş] kenti Viyana’ya doğru muzafferane yürüyüşü gibi çok daha önemli ve merkezi zaferlerin gölgesinde kalıyordu Müslümanlar gözünde.
Osmanlı Sultan’ının, tıpkı muadili ve rakibi olan Kutsal Roma İmparatoru gibi, kendi dininin dünyasında siyasi rakip­leri ve mezhebe dayalı muhalifleri eksik değildi. Bu meydan okumalarla baş etmek konusunda daha başarılı olan, Sultan’dı. 15. yüzyılı 16. yüzyıla bağlayan eşikte, Osmanlılar’ın iki Müslüman komşusu vardı. Daha eskisi, başkenti Kahire’de olan, bütün Suriye ve Filistin’i, daha da önemlisi, İslamiyet’in batı Arabistan’daki kutsal mekânlarını yönetimi altında tutan Mısır Memlûk Sultanlığı’ydı. Öbürü ise yeni bir dinsel savaş­kanlıkla yeni bir hanedan tarafından henüz birleştirilmiş olan İran’dı. Hanedanın Azerbaycanlı, Türkçe konuşan bir Şii olan kurucusu Şah İsmail Safevi (hd 1501-1524), yedinci yüz­yıldaki Arap fethinden bu yana ilk kez bütün İran toprakları­nı tek bir hükümdar altında birleştiriyordu. Siyasi ve askeri bir yönetici olduğu kadar -belki daha da çok-dini bir lider olan Şah İsmail, Şiilik’i devletin resmi mezhebi olarak benimsedi ve böylelikle İslam dünyasında İran’ın egemenlik alanını her iki yanındaki -doğuda Orta Asya ve Hindistan’da, batıda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki-Sünni komşularından keskin çiz­gilerle farklılaştırdı.
Şah İsmail ve halefleri, Safevi hanedanının diğer şahla­rı, Osmanlı sultanlarının siyasi üstünlük ve dinsel önderlik iddialarına bir süre karşı koydular. “Yavuz” lakabıyla tanınan, 1512-1520 arasında hüküm sürmüş olan Osmanlı Sultanı I. Selim, her iki komşusuna karşı seferler açtı. Mısır’ın Memlûk sultanı üzerinde tam ve nihai, Şah’a karşıysa önemli ama ek­sik bir zafer kazandı. Mısır ve eyaletleri Osmanlı topraklarına katılırken, İran ayrı, rakip ve büyük ölçüde düşman bir devlet olarak kaldı. İmparatorluk’un İstanbul elçisi Busbecq, Avru­pa’yı kapıda bekleyen Türk fethinden koruyanın İran tehdidinden başka bir şey olmadığını söyleyecek kadar ileri gitti. “[Türkler’in] tarafında kudretli bir imparatorluğun kaynakları, sarsılmamış bir güç, zaferi kanıksamıştık, ağır işe dayanıklı­lık, birlik, disiplin, tutumluluk ve uyanıklık, bizim tarafımızda, genel yoksulluk, özel lüks, sarsılmış güç, kırık ruh, idmansızlık ve dayanıksızlık var. Askerler itaatsiz, subaylar haris. Di­sipline burun kıvrılıyor, laubalilik, azgınlık, sarhoşluk ve sefa­hat almış yürümüş. Hepsinden de kötüsü, düşman zafere, bizse yenilgiye alışmışız. Çıkacak sonuçtan şüphe edebilir mi­yiz? Yalnızca İran bizim lehimize çalışıyor, çünkü düşman, sal­dırmak için sabırsızlanırken ensesindeki bu tehdidi gözden kaçırmamak zorunda. Ama İran akıbetimizi yalnızca gecikti­riyor, bizi kurtaramaz. Türkler İranlılarla bir ödeşti mi, Doğu’nun olanca kudretiyle gırtlağımıza atılacaklardır. Ne kadar hazırlıksız olduğumuzu söylemeye dilim varmıyor.” Daha ya­kın zamanlarda da Sovyetler Birliği ve Çin’den benzer biçim­de söz eden Batılı gözlemciler oldu, onların da bir bu kadar yanıldığı ortaya çıktı.
Busbecq’in korkuları, görüldü ki, haksızdı. Osmanlılar ile Iranlılar, artık kendi uyruklarından başkası için tehdit oluşturmadıkları 19. yüzyıla kadar birbirleriyle savaşmaya de­vam ettiler. O zamanlar Hıristiyan âlemiyle İran arasında muhtemel bir Osmanlı karşıtı ittifak düşüncesi ara sıra gün­deme geldiyse de pek sonuç vermedi. Şah İsmail 1523 yılın­da, daha uğradığı yenilginin acısı dinmemişken, İmparator V. Carlos’a, Avrupa devletlerinin Osmanlılar’a karşı güçbirliği yapacak yerde birbirleriyle savaşmasına şaştığını dile getiren bir mektup gönderdi. Kör kuyuya seslenmişti. İmparator 1529 yılına kadar Şah İsmail’e cevap göndermedi, Şah o tarihten beş yıl önce ölmüştü.
İran o sıralar hareketsiz kaldı, Osmanlılar da Selim’in halefi Kanuni Sultan Süleyman (hd 1520-1566) yönetimin­de Avrupa’da yeni bir yayılma evresine girmeyi başardı. Ağustos 1526’da Macaristan’daki büyük Mohaç Savaşı Türkler’e kesin bir zafer kazandırarak 1529’daki I. Viyana Kuşat­masının yolunu açtı. Viyana’nın o sefer fethedilemeyişi iki tarafta da bozgun değil, gecikme olarak algılandı ve Avru­pa’nın bağrında uzun sürecek bir egemenlik mücadelesini başlattı.
Hıristiyan güçler, sağda solda bazı başarılar, 1571 yılında Yunanistan’ın Patras körfezindeki İnebahtı (Lepanto) büyük deniz savaşında da kayda değer bir zafer kazanmasını bildiler. Doğrusu, İnebahtı Avrupa’da nihai zafer ilan edildi. Bütün Hıristiyan âlemi bu zaferini coşkusuna kapıldı ve hatta sonra­dan İngiltere Kralı I. James olan İskoç Kralı VI. James’in içinden zaferi kutlamak üzere uzun ve vecd halinde bir şiir yazmak geldi. İnebahtı savaşına getirdiği açıklama iki satır­dan ibaret olan Kapudan Paşa unvanlı donanma başkomuta­nının raporu, Türk arşivlerinde saklanmaktadır: “Allah’ın yol gösterdiği imparatorluğun donanması melun kâfirlerin donanmasıyla çarpıştı ve Allah’ın iradesi onlardan yana te­celli etti. Askeri bir raporda aranacak ayrıntılar biraz eksik olsa da raporun içtenlikten yana eksiği yoktu. Osmanlı tarih­lerinde İnebahtı Savaşı bozgun ve ezici yenilgi anlamına ge­len Türkçe bir sözcükle, hilafsız, “sıngın” [hezimet] olarak bi­linir.
Peki, İnebahtı ne kadar değişiklik getirmiştir? Cevap “pek az” olsa gerek. Daha geniş ölçekte deniz gücü sorununa bakacak olursak -çok daha büyük önem taşıyan, bölgedeki askeri güç sorunu şöyle dursun-Osmanlılar için İnebahtı he­men telafi edilen küçük bir yenilgiden fazlası değildi. Durum bir Osmanlı vakanüvisinin aktardığı söyleşide çok iyi yansıtı­lıyor. Sultan II. Selim, donanmanın İnebahtı’da yok edilme­sinden sonra yeniden inşası için gereken maliyeti sorduğu Vezir-i âzam Sokollu Mehmed Paşa’dan şu cevabı alır: “Bu devletin kudreti ve zenginliği öyle büyüktür ki, eğer istersek bütün donanmanın lengerlerini gümüşten, resenlerini ibri­şimden, yelkenlerini atlastan yaptırabiliriz.” Apaçık şiirsel bir abartmadır bu ama İnebahtı’nın gerçek anlamını büyük ölçüde gerçeğe uygun olarak yansıtır: Batı için büyük bir sil­kiniş, Doğu’daysa hafif bir ürperme. Büyük tehdit yerinde du­ruyordu. 17. yüzyılda Budapeşte ve Belgrad hâlâ Türk paşala­rın yönetimindeydi. Kuzey Afrika korsanları İngiltere ve İrlanda ve hatta 1627 yılında İzlanda kıyılarına kadar baskın­lar düzenliyor, dönüşlerinde ganimet olarak Cezayir pazarla­rında satılacak esirler getiriyorlardı.
16. yüzyıl sonlarında ve 17. yüzyıl başlarında İran bir kez daha çekişmede önemli bir etmene dönüştü. “Büyük” unva­nıyla tanınan Şah I. Abbas, birçok yönden soyunun en başa­rılı hükümdarıydı. 1598 yılında Orta Asya’da Özbekler’e karşı kazandığı zaferle başkentine dönerken, başında Sir Anthony ve Sir Robert Sherley adlarında iki İngiliz kardeşin bulundu­ğu Avrupalı bir grup kendisiyle temas kurdu. Abbas, muhte­melen onların teklifi üzerine Papa’ya, Kutsal Roma İmparatoru’na ve içinde İngiltere Kraliçesi ve Venedik Dükü de bulunan çeşitli Avrupa krallarına ve hükümdarlarına dostluk mektupları yolladı. Bu mektuplar pek sonuç vermedi. Sherley Kardeşler’in ve başka Avrupalılar’ın yardımlarıyla silahlı kuvvetlerin yeniden düzenlenip donatılması daha önemliydi. 1602-1612 ve sonra 1616-1627 yıllarında Osmanlılar’la İran arasında savaş vardı. İranlılar bir dizi başarı kazandı. İlgileri Doğu’daki bu mücadeleye yönelen Türkler, 1606 yılında Avusturyalılar’la barış yapmak zorunda kaldı.
O yıl imzalanan Zitvatorok Anlaşması birkaç nedenle dikkate değer. Önceki anlaşmaların tümü, başkentleri İstan­bul’da Türkler tarafından dikte ettirilmişti. Bu anlaşma, tarafsız bölgede, Tuna Nehri’nde iki tarafın ortasında yer alan bir adada görüşüldü. Belki daha da önemlisi, İmparator’un “padişah” olarak tanınmasıydı. O zamana kadar Osmanlılar’ın olağan davranışı, Avrupa hükümdarlarına ya “bey” gibi ikinci dereceden Osmanlı unvanlarıyla ya da daha yaygın olarak, kendi dilleri döndüğünce Avrupa unvanlarıyla hitap etmekti. Böylelikle, örneğin, Osmanlılar tarafından gönderi­len mektuplarda Kraliçe Elizabeth’e “İngiltere Vilayeti’nin Kıraliçesi” deniyor, İmparator’a ise “Viyana’nın kıralı” diye hitap ediliyordu. Kral ve kraliçe, kuşkusuz Türkçe olmayan Avrupa kaynaklı sözcüklerdi ve Osmanlılar tarafından Bri­tanya lmparatorluğu’nun Hindistan’daki yerli prenslerin ye­rel unvanlarını kullandığı gibi kullanılıyordu. İmparatora, Osmanlı sultanlarının kendileri için kullandıkları “padişah” unvanıyla hitap etmek, eşitliğin resmi olarak tanmmasıydı.
Müslümanlar kâfir Batı’yı aşağılaya dururken, Batı’nın silah ve savaş becerilerinden bihaberdiler. Haçlılar’ın Doğu Akdeniz’deki ilk başarıları, Müslüman kurmayları bir takım alanlarda Batı’nın en azından silahlarının üstün olduğuna inandırdı, gerekli çıkarım da çabucak yapılıp uygulandı. Batı­lı savaş esirleri istihkâm yapımında işe koşuldu. Batılı paralı askerlere ve maceraperestlere iş verildi ve yüzyıllar boyunca durmadan büyüyen bir silah ve savaş malzemeleri ticareti başladı. Osmanlı Türkleri Güneydoğu Avrupa’da ilerlerken bile, donanma ve ordularının büyük ihtiyaç duyduğu teçhizatı her zaman Hıristiyan Avrupalı firmalardan satın alabiliyor, orduya Avrupalı uzmanlar getirebiliyor ve hatta Hıristiyan Avrupalı bankerlerden mali destek sağlayabiliyorlardı. Gü­nümüzdeki “yapıcı işbirliğinin hayli uzun bir tarihi vardır.
Ne var ki, Müslüman ordular anavatanlarında muzaffer olmaya devam ettikleri sürece, bütün bunların Müslüman­ların algılama ve tutumları üzerinde etkisi olmadı ya da çok az oldu. Sultanlar para karşılığında savaş teçhizatı ve askeri uzmanlık aldılar ve bunda ticari bir işlemden öteye geçen bir yan görmediler. Özellikle Türkler tabanca ve top gibi Avrupa icatlarını benimsediler ve bu silahları elde ettikleri barbar kâ­firler hakkında besledikleri düşünceleri değiştirmeksizin, et­kili bir biçimde kullandılar.
Bazı aykırı sesler vardı. Daha 16. yüzyılda, emekli bir Osmanlı vezir-i âzâmı Müslüman orduları karada üstünken, kâ­firlerin denizde gitgide güçlenmekte olduklarını gözlemledi: “Biz âna gâlib gereküz.” Çağrısı çok az ilgi gördü. 17. yüzyılın başlarında bir başka Osmanlı devlet görevlisi, Asya sularında dolaşan Portekiz, Alman ve İngiliz ticaret gemilerinin endişe verici varlığına işaret etti ve buradan gelebilecek muhtemel bir tehlikeye karşı uyarıda bulundu.
Tehlike gerçekti ve büyüyordu. 15. yüzyılın sonunda Portekizli denizci Vasco da Gama Afrika’yı dolaşıp Hint Okyanusu’na doğru yelken açmakla, Avrupa ve Asya arasında yeni bir deniz yolunu kullanıma sokuyordu. Bunun Ortadoğu için önce ticari, daha sonra da stratejik açıdan uzun vadeli sonuçları oldu. Daha 1502’de Avrupa’da Doğu baharat tica­retinden en çok yarar sağlayan Venedik Cumhuriyeti, Mısır sultanının dikkatini bu deniz yolunun ticaretleri açısından oluşturduğu tehlikeye çekmek için Kahire’ye özel bir elçi gönderdi, ilk başta sultan pek oralı olmadıysa da gümrük ge­lirlerinin ansızın düşmesi, ilgisini bu yeni sorun üzerinde yo­ğunlaştırdı. Gene de Doğu sularında Mısırlılar’ın Portekiz’e karşı giriştikleri deniz seferleri başarısızdı ve kuşkusuz Mısır sultanlığının 1516-1517 yıllarındaki yenilgisinde ve egemen olduğu bütün bölgelerin Osmanlı topraklarına katılmasında bunun payı vardı.
Şimdiyse Osmanlılar bu görevi devralmışlardı ama çok daha başarılı da değillerdi. Afrika Boynuzu’nda ve Kızıldeniz’de Portekizliler’e karşı koyma çabaları, en iyimser yorum­la kesin sonuç alamadı. Osmanlılar’ın bu gelişmeler karşısın­daki ilgisizliğinin en önemli göstergesi Sumatra’daki Açe Sultanlığından gelen bir yardım isteğine verdikleri cevaptır. 1563 yılında Müslüman Açe sultanı Portekizliler’e karşı yar­dım rica etmek üzere İstanbul’a bir elçi gönderdi ve bölgede­ki kimi gayrimüslim hükümdarların Osmanlılar yardımlarına gelirse Müslüman olmayı kararlaştırdığını da teşvik kabilin­den ekledi. Oysa Osmanlılar -Malta kuşatması ve Macaris­tan’daki Zigetvar kuşatması ile Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü gibi-daha acil sorunlarla meşguldüler. İki yıllık bir ge­cikmeden sonra 19 kalyon ile silah ve teçhizat taşıyan başka gemilerden oluşmuş bir donanmayı kuşatma altındaki Açeler’e yardım etmek için topladılar.
Gelgelelim, gemilerin çoğu oraya hiç gitmedi. Büyük bir bölümü daha acil olan Yemen’deki Osmanlı otoritesinin ye­niden sağlama ve yayma göreviyle rotadan ayrıldı ve Açeler’e biraz silah ve diğer savaş teçhizatı ile top döküm ustaları, top­çu ve mühendisleri taşıyan topu topu iki gemi gerçekten ulaş­tı, yerel hükümdarın hizmetine verilerek onun Portekizliler’i püskürtmeye yönelik başarısız çabalarında kullanıldı. Olay o sıralar dikkat çekmemişe benziyor, ancak Türk arşivlerindeki belgeler sayesinde biliniyor. İster tasarlanmış, ister ihmal­den kaynaklanmış olsun, Osmanlılar Doğu denizlerindeki Portekiz deniz gücüne karşı meydan okumamış oldukları için muhtemelen şanslıydı. Akdeniz tarzı kadırgalardan oluşan donanmalarının Atlas Okyanusu için yapılmış, dolayısıyla daha büyük, daha ağır, daha donanımlı ve hareket kabiliyeti daha geniş olan Portekiz karaka ve kalyonları karşısında pek şansı yoktu.
Avrupa ve Asya arasında yeni açılan bu okyanus yolu­nun Ortadoğu transit ticaretine etkisi, vaktiyle düşünüldü­ğünden daha az oldu. 16. yüzyıl boyunca güney ve güneydoğu Asya ile Akdeniz Avrupa’sı arasında baharat ve diğer malla­rın Ortadoğu üzerinden transit ticareti gelişmeye devam etti. Ancak 17. yüzyılda yeni ve -Ortadoğu için-çok daha tehlike­li bir durum belirdi. Bu tarihten itibaren Asya’daki Portekiz­liler, Hollandalılar ve diğer Avrupalılar artık orada yalnızca tüccar olarak bulunmuyordu. Zamanla sömürge haline gelen üsler kuruyorlardı. Güçleri denizden limanlara hatta daha da içerilere yayıldıkça, Asya’daki yeni Avrupa imparatorlukları, Doğu-Batı ticaretinin hem kalkış hem de varış noktalarını denetim altında tutarak Ortadoğu’yu fiilen çepeçevre sardı­lar.
Tehlike, Güney Asya’daki Batı Avrupa yayılmacılığın­dan ibaret değildi. Kuzey Asya’da bir de Rus yayılması vardı. Müslüman hükümdarlar orada da dönemin en büyük Müslü­man gücü olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan yardım umuyor­du. Bir ölçüde karşılık buldular. 1568 yılında Osmanlılar Ak­deniz’den Kızıldeniz’e Süveyş kıstağı üzerinden bir kanal açma planı yaptılar, ertesi yıl da Don ve Volga ırmakları ara­sında gerçekten bir kanal açmaya başladılar. Amaçları açıkça deniz kuvvetlerini bir yanda Kızıldeniz’e ve Hint Okyanusu’na, öbür yanda Karadeniz ve Hazar Denizi’ne olmak üzere Akdeniz’in ötesine taşımaktı. Ama iki girişim de, Osmanlılar için, anlaşılan, boşluk doldurma kabilindendi ve sarpa sarın­ca yarıda bırakıldılar. 16. yüzyılın sonuna doğru Osmanlılar iki cephede de -Kuzey ve Orta Asya’da Ruslar, Güney ve Gü­neydoğu Asya’da Batı Avrupalılar karşısında-aktif olarak yer almaktan çıktı. Bunun yerine dikkatlerini dünyanın aydınla­tılması -ve egemenlikleri altına alınması-yarışındaki rakip dinler olan İslam ve Hıristiyanlık arasındaki asıl savaş alanı olarak gördükleri, bunda da pek haksız olmadıkları, Avru­pa’daki mücadelede yoğunlaştırdılar.
Batı’nın savaş alanındaki ve uzak denizlerdeki başarıları, daha az yankı bulan ama daha kapsamlı ve önünde sonunda daha tehlikeli olacak pazar zaferlerinin eşliğindeydi. Yeni Dünya’nın keşfi ve sömürüsü, Hıristiyan Avrupa’ya ilk kez yüklü bir altın ve gümüş mevcudu kazandırdı. Bu yeni sömür­gelerin verimli toprakları, yeni ürünler yetiştirmelerine, hat­ta daha önce Ortadoğu’dan alınan kahve ve şeker gibi ürün­leri eskiden ithal ettikleri ülkelere ihraç etmelerine olanak verdi. Avrupalıların Güney ve Güneydoğu Asya’daki varlığı­nın büyümesi bu süreci hızlandırdı ve genişletti. Eskiden beri varolan el sanatları Asya’nın ucuz işgücü ve Avrupa’nın tica­ri becerilerinin ikili meydan okumasıyla karşılaştı. Girişimci zihniyetli hükümetinin desteğini alan Batılı ticaret şirketi, Ortadoğu’da yeni bir gücü temsil ediyordu. Bu noktada da kaygı belirten bir sesin yükseldiği oluyor ama pek kulak asıl­mıyordu.
Ama bu gelişmeler ve bunlara gerek iç gerek dış işlerde eşlik eden değişimler eski sorunları ağırlaştırdı, kapsamı bü­yüyen, karmaşıklığı artan yeni sorunlar -para, maliye, finans sorunları ve nihayet ekonomik, toplumsal ve kültürel sorunlar-getirdi.
16. yüzyılın büyük bölümünde askeri güç dengesinde önemli bir değişiklik olmadı. Yüzyılın hemen hemen ortasına kadar Osmanlılar içerdeki ve doğu sınırlarındaki sorunlarla uğraşırlarken Avrupa da, Otuz Yıl Savaşları ve sonuçlarına boğulmuştu. 1645 yılında Venedik Cumhuriyeti’yle Osmanlılar arasında savaş başladı ve önceleri Türkler için çok kötü gitti. 1656 yılında Boğazlar’ı birkaç yıldır abluka altında tu­tan Venedikliler donanmalarını Çanakkale Boğazı’na gönde­rip bir deniz zaferi bile kazandılar.
Aynı yıl, Arnavut bir paşa olan Köprülü Mehmed vezir-i âzâmlığa atandı. İş başında olduğu 1656-1661 ve oğlu ve ha­lefi Köprülü Ahmed’in görev yaptığı 1661-1678 yıllarında Osmanlı Devleti dikkate değer bir dönüşüme uğradı. Bu be­ceri sahibi, enerjik ve ödün vermez yöneticiler imparatorlu­ğun silahlı kuvvetlerini elden geçirmesini, mâliyesine istikrar kazandırmasını ve yeniden Hıristiyan Avrupa’da mücadeleye girişmesini bildiler. Yoğun uğraş alanlarından biri Polonya ve Ukrayna’ydı. Osmanlılar’ın Rusya’yla ilk çatışması da bura­daydı. 1681 yılında yapılan Radzin anlaşmasıyla Türkler Uk­rayna üzerindeki iddialarından vazgeçtiler ve Kazaklar’a Ka­radeniz’de ticaret yapma hakkını vermeye razı oldular. Yeni ve daha tehlikeli bir düşmanın ortaya çıkışma ve uzun, zorlu ve sert bir mücadelenin başlangıcına alamet olan bir uğursuz­luk habercisiydi bu gelişme.
Bu arada yeni bir vezir-i âzam atanmıştı. Kara Mustafa Paşa Köprülü Mehmed Paşa’nın kayınbiraderiydi ve Köprülü vezir hanedanının şanını yeniden yüceltmeyi görev biliyor­du. 1682’de Avusturya’ya yeni bir savaş açtı. Savaş, 17 Temmuz-12 Eylül 1683’teki II. Viyana Kuşatması’yla doruğuna ulaştı. Şehri ele geçirmeye yönelik bu ikinci başarısız girişim en iyi anlatımını dönemin vakanüvisi Silahdar’ın sözlerinde buluyor: “Osmanlı devletinin ortaya çıkışından beri benzeri görülmemiş, feci bir bozgundu bu.” Osmanlılar’ın hoş ol­mayan gerçekleri karşılayışındaki samimiyete hayranlık du­yulmalı.
Viyana bozgununu bir dizi başka yenilgi izledi. 1686 yı­lında Budin’in kaybedilmesiyle Macaristan’daki bir buçuk yüzyıllık Osmanlı yönetimi sona erdi. Olay, zamanın Türkçe mersiyelerinden birinde şöyle anılıyor:
Çeşmelerde abdest alınmaz oldu
Camilerde namaz kılınmaz oldu
Mamur olan yerler hep harap oldu
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i
Osmanlılar’ın Viyana’dan geri çekilmesi yeni fırsatlar doğur­du. 1684 yılının Mart ayında Avusturya, Venedik, Polonya, Toskana ve Malta, Papa’nın da kutsamasıyla Osmanlılar’a karşı çarpışmak için bir Kutsal ittifak kurdular. Rusya bu giri­şimde Katolik güçlere katıldı. “Büyük” unvanıyla anılan Çar Petro yönetiminde Osmanlılar’a karşı savaştılar ve büyük ba­şarılar kazandılar. 6 Ağustos 1696 tarihinde Büyük Petro Azak kalesini zaptetti: Karadeniz kıyısındaki ilk Rus müstah­kem mevkii oldu Azak.
Bu sırada artık Türkler barışı konuşmaya hazırdı. Barış süreci, eşliğinde -anlamlı biçimde-İstanbul Rumlarından olan Baştercümanı Aleksandr Mavrokordato bulunan yeni Osmanlı vezir-i âzâmı ile Avusturya Şansölyesi arasında gizli müzakerelerle başladı. 1698 yılının Ekim’inde diplomatlar Avusturyalılar tarafından Türkler’den yeni alınmış olan Voyvodina’daki Karlofça şehrinde bir araya geldiler. Nihayet 26 Ocak 1699 tarihinde Britanya ve Felemenk’in de aracılığıyla Karlofça’da Osmanlı imparatorluğu ile Kutsal İttifak arasında bir barış anlaşması imzalandı. Kısa bir süre sonra da Ruslar’la yapılan ayrı bir anlaşmayla Azak’ın Ruslar’a bırakılması onaylandı.
Osmanlılar ciddi toprak kayıplarına uğramıştı. Aynı zamanda dış dünyayla uğraşırken kullandıkları eski kavram ve yöntemleri de terk etmek ve yeni bir diplomasi, müzakere ve arabuluculuk bilimi öğrenmek zorunda kaldılar. Ne savaş topyekûn bir yenilgi ne de anlaşma tam bir teslimiyetti. 18. yüzyılın başında biraz toparlanmayı bile başardılar. Gene de askeri bilanço su götürmüyordu: Viyana kapısında bozgun, yok edici bir can, erzak ve malzeme kaybı ve kuşkusuz toprak bırakma. Alınacak ders açıktı ve Türkler bunu öğrenip uygulamak üzere işe koyuldular.
Sh:11-30
*************
Sonuçta, 20. yüzyıl boyunca Ortadoğu’da ve aslında bütün İslam ülke­lerinde işlerin gerçekten de fena halde ters gitmiş olduğu faz­lasıyla ortaya çıktı. İslam dünyası, bin yıllık rakibi Hıristiyan­lığa oranla yoksul, güçsüz, bilgisiz düşmüştü. 19. ve 20. yüzyıllar boyunca, Batı’nın üstünlüğü ve dolayısıyla egemen­liği herkesin görebileceği kadar açıktı ve Müslümanlar’ın ka­musal ve -daha acısı-özel hayatlarının bile her yönünü kap­ladı.
Modernleşmeciler -ister reform ister devrim yolunu seç­sinler-çabalarını üç temel alanda yoğunlaştırdı: Askeri, eko­nomik ve siyasal. Elde edilen sonuçlar, en hafif deyişle hayal kırıklığı uyandırıyordu. Güne uydurulmuş ordularla zafer pe­şinde koşmanın sonucu, bir dizi onur kırıcı bozgun oldu. Kal­kınarak refaha ulaşma arzusu, bazı ülkelerde tekrar tekrar dış yardıma muhtaç kalan yoksullaşmış ve yozlaşmış ekonomiler, bazılarındaysa tek bir kaynağa -fosil yakıtlara-sağlıksız bir ba­ğımlılık sonucunu verdi. Bu yakıtlar bile Batı’nın becerisi ve sanayii ile bulunup çıkarılıyor ve kullanıma sunuluyordu. Önünde sonunda tükenmeleri ya da günlerinin dolması da kaçınılmazdı: Kullanıldığı ya da taşındığı her yerde toprağı, denizi, havayı kirleten ve dünya ekonomisini bir kaprisli zor­balar kliğinin insafına terk eden bir yakıt, uluslararası toplu­luğu usandırdığına göre herhalde günleri dolacaktı. En kötü­sü de siyasi sonuç: Uzun özgürlük arayışı geriye geleneksel otokrasilerden yeni tip diktatörlüklere uzanan, olsa olsa baskı ve beyin yıkama aygıtları bakımından çağdaş olan bir sıra köhne tiranlık bıraktı.
Birçok çareye başvuruldu -silah ve fabrika, okul ve parla­mento-ama hiçbiri istenen sonucu vermedi. Şurada burada biraz yatışma sağladılar, nüfusun sınırlı kesimlerine biraz yarar bile getirdiler. Ancak İslam ve Batı dünyaları arasında derin­leşen dengesizliği düzeltmeye hatta durdurmaya yetmediler.
Daha kötüsü de oldu. Yüzyıllar süren zenginlik ve kud­retten sonra kendini güçsüz ve yoksul hissetmek, kendi hak­ları olarak gördükleri öncülüğü kaptırmak ve Batı’nın izleyi­cisi rolüne düşürülmek Müslümanlar için yeterince kötüydü. 20. yüzyıl, özellikle ikinci yarısı daha büyük utanç vesileleri getirdi. Artık izleyiciler arasında bile ön sıralarda yer almayıp özellikle Doğu Asya’da uzayaduran hırslı ve daha başarılı Ba­tılılaşmacılar kuyruğunun gitgide daha gerilerinde kaldıkları­nın farkına vardılar. Japonya’nın yükselişi yüreklendirici ol­muştu ama bir o kadar da utandırıcıydı. Asya’nın öteki yeni ekonomik güçlerinin daha sonraki yükselişleri yalnızca utanç getirdi. Eski uygarlıkların gururlu mirasçıları, kendi müteah­hit ve ustalarının belli ki yapamadıkları görevleri yerine ge­tirmek için Batılı firmalara iş vermeye alışmıştı. Bu sefer aynı işleri görsünler diye -Japonya’nın sömürge yönetiminden da­ha yeni çıkmış olan-Kore’den müteahhit ve usta çağırırken buluverdiler kendilerini. Arkadan gelmek zaten kötüdür, ge­rideyken topallamak çok daha kötü. Bir zamanların güçlü uy­garlığı, modem dünyada anlamı olan bütün ölçütlerle -eko­nomik gelişme ve istihdam yaratma, okur yazarlık ve eğitimde, bilimde başarı, siyasi özgürlük ve insan haklarına saygı-ger­çekten de geriye düşmüştür.
“Bunu bize kim yaptı?” diye sormak, tabii ki işler kötü gittiğinde insanların yaygın olarak gösterdiği bir tepkidir. Or­tadoğu’da da geçmişte ve günümüzde bu soruyu soranlar gerçekten çoktur. Birkaç farklı cevap bulmuşlardır. İnsanın ta­lihsizliklerinden ötürü başkalarını suçlaması genellikle daha kolay ve hep daha tatmin edicidir. Uzun bir süre, Moğollar en revaçtaki kötü kişilerdi, İslam iktidarının ve uygarlığının yı­kımından ve bunu sonucu olarak görülen İslam dünyasındaki zayıflık ve duraklamadan ötürü de 13. yüzyıldaki Moğol akınları suçlandı. Ancak bir süre sonra tarihçiler, Müslüman olan­lar da, olmayanlar da, bu akıl yürütmenin iki zayıf noktasına işaret ettiler. İlki, özellikle İran’da, Müslümanlar’ın en büyük kültürel başarılarından bazılarının, Moğol akınlarından sonra -önce değil-ortaya çıkmasıydı. İkincisi, kabullenmesi daha zor ama bununla birlikte inkâr edilmez olanı, Moğollar’ın za­ten ölümcül bir biçimde zayıflamış bir imparatorluğu yıkmış olmalarıydı. Yoksa, halifelerin bir zamanlar ki kudretli impara­torluğunun Doğu Asya steplerini aşıp gelen bir göçebe atlı sü­rüsüne nasıl boyun eğdiğini açıklamak doğrusu zordur.
Kendisi Avrupa’dan ithal edilmiş bir ürün olan milliyet­çiliğin yükselişi, yeni algılamalara da yol açtı. Araplar, sorun­larının suçunu yüzyıllardır egemenlikleri altında yaşadıkları Türkler’e yükleyebilecekti. Türkler, kendi uygarlıklarının duraklamasından, yaratıcı enerjilerini hapsedip durağanlaştı­ran Arap geçmişinin ölü ağırlığını sorumlu tutabilecekti. İranlılar eski zafer dolu günlerinin geçmesinden ötürü, fark gözet­meksizin Araplar’ı, Türkler’i, Moğollar’ı suçlayabilecekti.
19. ve 20. yüzyılda Arap dünyasının büyük bir bölü­mündeki Fransız ve İngiliz egemenliği dönemi, yeni ve daha makul bir günah keçisi yarattı: Batı Emperyalizmi. Ortado­ğu’da, böyle bir suçlama için geçerli nedenler vardı. Batı’nın siyasi egemenliği, ekonomik nüfuzu ve -çok daha uzun, derin ve hepsinden daha sinsi-kültürel etkisi bölgenin çehresini değiştirmiş ve buradaki insanların hayatlarını, yüzlerini yeni yönlere çevirerek, yeni umutlar ve korkular uyandırarak, kül­türel geçmişlerinde gene eşi, örneği olmayan yeni tehlikeler, yeni beklentiler yaratarak dönüşüme uğratmıştır.
Ancak Anglo-Fransız ara dönemi görece kısaydı ve ya­rım yüzyıl önce sona erdi. Kötüye gidiş onların gelmesinden uzun bir süre önce başlayıp, gitmelerinden sonra da kesintisiz devam etti. İngilizler’in ve Fransızlar’ın kötü adam rolü, Batı öncülüğünün öteki yüzleriyle birlikte kaçınılmaz olarak Bir­leşik Devletler’ce üstlenildi. Suçu Amerika’ya devretmek epeyce destek görmüşse de, benzer nedenlerle inandırıcılık­tan uzak kalıyor. Anglo-Fransız yönetimi ve Amerikan nüfu­zu, Moğol akınları gibi, Ortadoğu devlet ve toplumlarının iç zayıflıklarının nedeni değil sonucuydu. Bölgenin içinden ve dışından kimi gözlemciler eski İngiliz topraklarının İmparatorluk’tan ayrıldıktan sonraki gelişimleri arasındaki -örneğin, Singapur ve Hong Kong gibi yerlerle Ortadoğu’daki Aden arasında ya da bir zamanlar Hint yarımadasında Britanya İmparatorluğu’nun parçası olan ülkeler arasındaki-farklılıklara işaret etmiştir.
Bu tartışmaya Avrupa’nın başka bir katkısı da antisemitizm ve ters giden her şeyden ötürü “Yahudiler’i suçlamaktır. Geleneksel İslam toplumlarında Yahudiler azınlık konumu­nun olağan kısıtlamalarını ve arada sırada beliren tehlikeleri­ni yaşıyordu. En önemli açılardan, 17. ve 18. yüzyılda Batı hoşgörüsünün yükselişi ve yayılmasına kadar, İslam yönetimi altında Yahudiler’in durumu Hıristiyan yönetimi altındakile­re oranla daha iyiydi.
İslam geleneği içinde Yahudiler’e yönelik düşmanca kalıp yargılar yer bulmuşsa, bunlar, nadir istisnalar dışında, kuş­kucu ve saplantılı değil, küçümseyici ve dışlayıcı olma eğilimindeydi. Bu eğilim 1948 olaylarının -beş Arap devleti ve bu devletlerin ordularının, Filistin’deki Britanya mandasının yı­kıntıları üzerinde yarım milyon Yahudi’nin devlet kurmasını engelleyememesi büsbütün sarsıcı olmasına yol açtı. O sıra­da kimi yazarların saptadığı gibi, Batı’nın büyük emperyal güçleri tarafından yenilmek yeterince kötüydü, aynı akıbete, dudak bükülecek bir Yahudi çetesi elinden uğramaksa daya­nılmaz bir aşağılanmaydı. Antisemitizm ve onun düzenbaz, kötücül bir yaratık olarak çizdiği, Şeytan’la bir tutulmuş Ya­hudi imgesi, soruna yatıştırıcı bir karşılık veriyordu.
Ortadoğu’daki ilk özgül antisemitik ifadeler Hıristiyan azınlık arasında ortaya çıktı. Bunlar genellikle Avrupalı kö­kenlerine dayandırılabilir. Etkileri sınırlı kalmıştır ve Müslümanlar’ın yorumları, Fransa’da bir Yahudi subayın haksız yere suçlanıp düşmanlık güden bir mahkemece mahkûm edildiği Dreyfus davası sırasındaki gibi, genelde zulm eden Hıristiyanlar karşısında zulmedilen Yahudiler’den yana olmuştur. Ne var ki, zehir yayılmaya devam etti ve 1933’ten başlayarak Na­zi Almanyası ve çeşitli organları Arap dünyasında Avrupa tarzı antisemitizmi geliştirmek ve yaymak üzere uyumlulaştırılmış ve bütününde çarpıcı derecede başarılı çalışmalar yü­rüttü. Filistin mücadelesi antisemitik tarih yorumunun kabu­lünü büyük ölçüde kolaylaştırarak kimilerinin Ortadoğu’da ve aslında dünyadaki bütün kötülükleri gizli Yahudi komplo­larına bağlamasına yol açtı. Bu yorum eğitim, yığınsal ileti­şim araçları ve hatta eğlence alanı da içinde olmak üzere, bölgede kamusal söylemin büyük bölümüne yayılmıştır.
Yahudi bileşeni konusunda düşlemden çok gerçeğe da­yanan bir başka görüş daha öğretici olabilir. Modern İsrail devleti ve toplumu, Hıristiyan ve İslam âlemlerinden yani bir taraftan Avrupa ile Güney ve Kuzey Amerika’dan, diğer ta­raftan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan gelen Yahudiler’ce ku­ruldu. Musevilik ya da daha geniş olarak Yahudilik en kap­samlı anlamıyla bir dindir: Bir inanç ve tapınma sistemi, ahlak ve yaşam tarzı ve bir sosyokültürel değerler ve alışkan­lıklar bütünü. Ancak görece yakın zamanlara kadar Yahudiler’in siyasi bir rolü olmamıştır. Son zamanlarda bile bu rolleri birkaç ülkeyle sınırlıdır. Dolayısıyla da özgül bir Yahudi siya­set ve toplum kültürü ya da geleneği yoktur. Eskil çağların anıları bunu sağlayamayacak kadar uzak, yakın dönemlerin yaşantıları ise bunun için çok kısadır. Eski Yahudi krallığının yıkılması ile modern Yahudi cumhuriyetinin kurulması ara­sındaki süre boyunca Yahudiler, içinde yaşadıkları, kendile­rinden sayıca daha kalabalık olan toplumun bir parçası -de­nebilir ki bir alt kültürü-idi. Cemaat örgütlenmeleri ve gelenekleri de ister istemez o toplumların yapılarını ve gele­neklerini yansıtıyordu. Son on dört yüzyıl boyunca Yahudiler’in büyük çoğunluğu hayatını Hıristiyan ve İslam âlemle­rinde sürdürmüş, birçok açıdan da her iki uygarlığın birer bileşeni olmuşlardır. İsrail’i yaratan Yahudiler geldikleri ülke­lerin siyasi ve toplumsal ölçütlerini, değerlerini, alışkanlık ve tutumlarını kaçınılmaz olarak yanlarında getirdiler. Bir taraf­ta Yahudi-Hıristiyan olarak adlandıra-geldiğimiz gelenek, öbür tarafta bir o kadar geçerli sebeplerle Yahudi-Müslüman olarak adlandırabileceğimiz gelenek.
Günümüzün İsrail’inde bu iki gelenek karşılaşmakta ve artan bir sıklıkla çarpışmaktadır. Bu iki gelenek arasındaki çatışma değişik biçimlerde dile geliyor: Cemaat, din, etnik kimlik, hatta parti politikası olarak. Ancak bu karşılaşmala­rın birçoğunda gördüğümüz, Hıristiyanlık ve İslamiyet ara­sında bir çarpışmadır. Hıristiyan ve İslam âlemlerinin eski Yahudi azınlıkları, gariptir, parçası oldukları her iki uygarlı­ğın güçlü ve zayıf taraflarını bir münyatürdeki gibi yansıtarak temsil etmektedir bu çarpışmayı. Paylaşılan bir dini, vatan­daşlığı ve ortak bir sadakat odağı olan tek bir küçük devlette bu iki geleneğin çatışması, birlikte var olması ya da birleşimi aydınlatıcı olmalı. İsrail için bu belki de bir ölüm dirim mese­lesidir, çünkü kendisine var olma hakkı bile tanımayan komşularca çevrelenmiş, insan sayısı ve silah bakımından aşılmış olan devletin varlığını koruması, büyük ölçüde Batı kaynaklı olan nitel gücüne bağlı olabilir.
Zaman zaman başvurulan bir akıl yürütme, Doğu ile Ba­tı arasındaki ilişkinin değişmesinin Ortadoğu’nun çöküşün­den değil Batı’nın yükselişinden -keşifler, bilimsel gelişme, Batı’yı dönüşüme uğratan, zenginliğini ve gücünü büyük öl­çüde artıran teknolojik, sınai ve siyasi devrimlerden-ileri geldiğidir. Ancak bu karşılaştırmalar, soruları cevaplamıyor, yalnızca yeniden deyimliyor. Amerika kâşifleri denize neden İspanya’dan açıldı da, daha eski çağlarda gerçekten de bu tür yolculuklara girişilmiş olan Atlas Okyanusu kıyısındaki bir İslam limanından açılmadı?
Büyük bilim atılımı neden man­tıken beklenebileceği gibi daha zengin, daha gelişmiş ve bir­çok açıdan daha aydınlanmış olan İslam âleminde değil de Avrupa’da gerçekleşti ?
Suçlu bulmacanın daha derinlikli bir biçimi, hedeflerini toplumun dışından çok içinde bulur. Bu hedeflerden biri din, kimilerine göre özellikle İslamiyet’tir. Ama başlı başına İslamiyet’i suçlamak genellikle tehlikelidir ve bu suçlamaya pek de girişilmez. O kadar inandırıcı da değildir. Ortaçağ’ın bü­yük bölümünde uygarlık ve gelişmenin ana merkezi olan, ne Doğu’nun eski kültürleri ne de Batı’nın yeni kültürleriydi, ikisinin ortasındaki İslam dünyasıydı. Eski bilimler orada ye­niden canlandırılıp geliştirilmiş, yeni bilimler orada kurul­muştu. Yeni sanayiler orada doğmuş, imalat ve ticaret daha önce görülmemiş bir düzeyde orada yayılmıştı. Devletlerin ve toplumların, zulme uğrayan Yahudiler’i, hatta aykırı Hıristiyanlar’ı, Hıristiyan dünyasından kaçıp İslam dünyasına sığınmaya yöneltecek bir düşünce ve ifade özgürlüğü düzeyine ulaştığı yer gene orasıydı. Ortaçağ İslam Dünyası gelişmiş de­mokrasilerin modem idealleriyle ve hatta modem pratikle­riyle karşılaştırıldığında yalnızca sınırlı bir özgürlük, öncelle­rinden, çağdaşlarından ve ardıllarının birçoğundansa çok daha fazla özgürlük sağlıyordu.
Şu saptama sıklıkla yapılmıştır: Eğer İslamiyet özgürlüğe, bilime, ekonomik gelişmeye engelse, geçmişte İslam toplumu her üç alanda da nasıl öncü oldu? Hem de Müslümanlar inançlarının kaynaklarına ve doğuşuna zamanca bugünkün­den daha yakın oldukları halde? Kimileri soruyu gerçekten farklı bir biçimde sormuştur: “İslamiyet Müslümanlar’a ne yaptı?” değil de, “Müslümanlar İslamiyet’e ne yaptı?” biçi­minde. Sonra da, belli hocaları, belli öğretileri, belli toplu­lukları suçlayarak cevaplamışlardır.
Bugünlerde İslamcı ya da köktendinci olarak bilinenlere göre çağdaş İslam ülkelerinin başarısızlıkları ve eksiklikleri yabancı düşünce ve uygulamaları benimsemiş olmaları yüzünden başlarına gelmiştir. Asıl İslam’dan uzaklaşmış, böyle­likle de eski büyüklüklerini kaybetmişlerdir. Modernleşmeci ya da ıslahatçı olarak tanınanlar karşıt görüşü benimsiyor ve kaybın nedenini eski usullerin terk edilmesinde değil korun­masında, özellikle de ulemanın sınırsız etkisinde ve katılığın­da görüyor. Onlara göre, bin yıl önce belki yaratıcı ve ilerici olan, bugünse artık olmayan inanç ve uygulamaların süregitmesinden din adamları sorumludur. Olağan taktikleri, başlı başına dini, hele İslam dinini suçlamamak, eleştirilerini bağ­nazlığı hedef alacak biçimde ayarlamaktır. Bir zamanların bü­yük Islami bilim hareketinin ve daha genel olarak düşünce ve ifade özgürlüğünün boğulmasını bağnazlığa, özellikle de bağ­naz din büyüklerine bağlarlar.
Bu acı verici asimetrinin nedenlerini çeşitli etkenlerde arayanlar olmuştur: Yenidünyanın kaynaklarının Avrupa ta­rafından keşfedilip sömürülmesiyle aynı zamanda değerli me­tallerin tükenmesi, özellikle kırsal kesimde kardeş çocukları arasındaki evliliklerin yaygınlığı, ağaçları kabuksuz bırakıp otları köklerinden kopararak vaktiyle verimli olan toprakları çöle çeviren keçilerin zararları. Başkaları modernlik öncesi Ortadoğu’da tekerlekli araçların kullanılmayışına işaret edi­yor. Bu durum farklı biçimlerde, iyi gitmeyen şeylerin kâh ne­deni kâh belirtisi olarak yorumlanmıştır. Antikitede bilinen tekerlek Ortaçağ’da seyrekleşti. Avrupa nüfuzu ya da yöneti­mi altında yeniden hayata sokuluncaya değin de seyrek kaldı. Ortadoğu’daki Batılı gezginler tekerleğin yokluğunu, Batı’daki Ortadoğulu gezginler de tekerleğin varlığını saptıyordu.
Bu da bir anlamda daha büyük bir sorunun belirtisiydi. At arabası büyüktür ve bir çiftçi için görece maliyetlidir. Giz­lenmesi zor, kamu adına el konulması kolaydır. Hukukun da, törenin de yerel otoritelerin güçlerini bile sınırlamadığı bir zamanda, görünen ve taşınır varlıklar kötü yatırımlardı. Aynı yağmacı otorite -ya da komşu-korkusu geleneksel ev ve mahallelerin yapısında da gözlenebilir: Yüksek, penceresiz du­varlar, dar sokaklarda yer alan neredeyse gizli girişler, zengin­liğin herhangi bir görünür belirtisinden özenle kaçınılması. Şu kadarı açık: Modern zamanlarda kaldırım taşlarıyla bezen­miş yolların ve tekerlekli araçların ortaya çıkışı daha büyük sorunların ağırlığını azaltmış değil.
Bir zamanlar tutkuyla desteklenen çözümlerden kimileri ıskartaya çıkarılmıştır. 20. yüzyıla damgasını vuran iki akım, sosyalizm ve milliyetçilikti, ikisi de gözden düştü, ilki başarı­sızlığa uğrayarak, İkincisiyse başarısı sonucunda yararsızlığı­nın açığa çıkmasıyla. Bağımsızlık anlamında yorumlanan öz­gürlük, bütün öteki nimetleri getirebilecek büyük tılsım olarak görülüyordu. Günümüzde Müslümanlar’ın ezici çoğun­luğu, sorunlarına hiçbir çözüm bulamayan bağımsız devletler­de yaşamakta. Her iki ideolojinin gayrimeşru çocuğu olan nasyonal sosyalizm, Nazi faşizmi tarzı diktatörlük yönetimi ve beyin yıkamayı elden bırakmayan (birini geniş ve kapsamlı güvenlik aygıtıyla, öbürünü bütün gücü elinde tutan tek bir partiyle) birkaç devlette hâlâ yaşıyor. Bu rejimler de hayatta kalmak dışında her sınavda başarısız olmuş, vaad edilen ni­metlerden hiçbirini de getirmemişlerdir. Bir farklılıkları var­sa, o da altyapılarının başkalarınınkilerden çok daha eskimiş, silahlı kuvvetlerinin öncelilkle terör ve baskı uygulamak üze­re tasarlanmış olmasıdır.
Günümüzde soruya verilen iki cevap bölgede yaygın des­tek buluyor. Her birinin yanlışın nerede yattığı konusunda kendi tanısı ve ona uygun düşen sağaltım reçetesi var. Bir ta­nesi, bütün kötülükleri İslam’ın kutsal mirasının terk edilme­sine bağlayarak gerçek ya da hayal edilen geçmişe dönmeyi sa­vunuyor. İran Devrimi’nin ya da öteki İslam ülkelerindeki köktenci denen hareket ve rejimlerinin yoludur bu. Öteki yol ise en iyi Kemal Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde ete kemiğe büründürülen laik demokrasidir.
Bu arada suçlu -Türkler, Moğollar, emperyalistler, Yahudiler, Amerikalılar-bulmaca sürüyor, şiddetinin azaldığı yö­nünde de pek belirti yok. Bu oyun, Ortadoğu’nun büyük bir bölümüne egemen olan hem baskıcı hem de iş göremeyen yö­netimler için yararlı, doğrusu temel bir amaca hizmet ediyor. Hafifletemedikleri yoksulluğu açıklamaya, şiddetlendirdikle­ri tiranlığı haklı göstermeye. Bu yolla mutsuz uyruklarının yükselen öfkesini başka, dış hedeflere yöneltmeye çalışıyor­lar.
Ancak gitgide daha çok Ortadoğulu arasında bu yaklaşı­mın yerini daha özeleştiri yüklü bir yaklaşım alıyor. “Bunu bi­ze kim yaptı?” sorusu yalnızca nevrozlu düşlemlere ve komplo kuramlarına vardırmıştır. Öteki soru, “Biz nerede hata yap­tık?” sorusuysa doğal olarak ikinci bir soruya da yol açmıştır: “Nasıl düzeltebiliriz?” Geleceğe dönük en güzel umutlar bu soruda ve bulunan çeşitli yanıtlarda yatıyor.
Sh:203-214
Kaynak: Bernand Lewis, Hata Neredeydi?,'What Went Wrong? -2001/ İngilizce aslından çevirenler: Harun Özgür Turgan-Serpil Bilbaşar, Oğlak Yayınları Birinci baskı: 2004, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar