İSLÂM MEDENİYETİ
İlimler
dünyanın dört tarafından Arapça'ya aktarıldı; bunlar insanların kalplerine
hülûl edip süslediler. Bu dilin güzellikleri onların damarlarında akarken,
ilimler insanların kalplerine nüfuz edip süslüyordu.
(el-Birûnî,
Kitabu's Saydana)
Yakın ve Orta Doğu'da Arap ve İslâm
imparatorluklarının ihtişâmı sırasında çoğunlukla
Arap niteliğini taşıyan parlak bir medeniyet doğdu. Bu medeniyet çölden çıkan
istilâcı Araplar tarafından hazır olarak getirilmemiş, bilakis fetihlerden
sonra Arap, İranlı, Mısırlı ve diğer birçok halkların katılmasıyla meydana
çıkarılmıştır. Hatta tamamen İslâmî olmayıp yaratıcıları arasında birçok
Hıristiyan, Yahudi ve Zerdüştîler de bulunmaktadır. Fakat esas görünüşü Arap
Karakterinde olup, İslâmî damga taşıyordu. Arap fatihlerinin, kendi
himayelerinde gelişen bu yeni ve orijinal medeniyetteki hisseleri, onların
dilinin ve dininin etkisi altında ve koruyuculuğunda olmasıdır.
Arapça Sâmî dillerinin biri
olup pek çok yönüyle en zengini idi. İslâm öncesi Araplar sert ve ilkel bir
hayat yaşıyorlardı, çok zayıf bir eğitime yahut kültüre sahiptiler; herhangi
bir yazılı gelenekleri yoktu. Bu devirde Araplar bir şiir dili, dikkate değer
zenginlikte sözlü gelenek, muğlak üsluplu ve mısralardan oluşan ahenkli bir
şiir ve daha sonraki Arap şiirinin meydana gelmesine örnek olacak klasik bir
üslûp kullanıyorlardı. Izdırap ve imajlarla dolu kendi temaları tarafından
sınırlandırılmış olan bu şiir, bedevilerin yaşayışının gerçek bir ifadesidir.
'Arap şiiri şarabı, aşkı, savaşı, avcılığı, dağların ve çölün korkunç manzaralarını,
kabilelerin savaşla ilgili değer hükümlerini ve düşmanlarının alçaklıklarını
dile getiriyordu. Tahmin edileceği gibi o, ne soyut ve ne de tamamen söz
sanatına dayanan bir edebiyat idi.
Fetihler Arapça'yı
imparatorluk ve kısa zaman sonra da çok çeşitli geniş bir kültürün dili haline
getirdi. Dil bu iki ihtiyacı karşılamak için kısmen yeni kelime ve deyimler
alarak, fakat bilhassa eski köklerden yeni kelimeler türeterek, eski
kelimelere yeni manalar vererek kendi kendini geliştirmek suretiyle mükemmel
hale geldi. Buna bir örnek vermek gerekirse, İslâm öncesi Araplar'da tamamen
faydasız bir kavram olan ve Arapçada "mutlak" manasına gelen
kelimeyi seçebiliriz. Söz konusu kelime cerrede' nin geçmiş zaman
partisipi mücerred olup soymak yahut çıplak hale getirmek manasına
gelmektedir. Normal olarak bu terim keçiboynuzu karşılığında kullanılıp cerâda,
keçiboynuzu ağacı ve cerîde, yaprak kelimelerine bağlanıyor. Tamamen
Arap tarih ve geleneği içinde derin kökleri olan her bir terim ile yaratılan
dil canlı, sağlam ve süslü kelime hâzinesine sahipti. Dil, sağlam ve bilinen
kelimelerle düşünce hayatını doğrudan doğruya etkilemiş ve şuûrun daha
derinliklerine nüfûz etmek suretiyle sonsuz etkileşim sağlamıştır.
Böyle bir zenginliğe sahip
olan Arapça Arap İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra uzun zaman kültür vasıtası
olarak kullanılmıştır. Araplar'ın dilleriyle birlikte içinde bir düşünceler
dünyası taşıyan şiirleri de, somut, çoğunlukla ince, sezdirici olmakla
birlikte soyutluğa düşmeyen, ürkek ve şahsî değil belagatli ve kitabî, destanî
ve rahat değil söyleyişi etkili ve hissî bir klâsik model alarak geldi.
Kelimelerle biçim tesirinin düşüncelerin aktarılmasından daha ağır bastığı bir
edebiyat.
Arap yayılmasının gerçek
mucizesi, onların askerî fetihlerinden ziyade fethedilen bölgelerin
Araplaştırılması idi. XI. yüzyıla kadar Arapça, İran'dan Pireneler'e kadar
kullanılan anlaşma aracı olarak kalmamış, aynı zamanda Koptca, Aramice, Grekçe
ve Latince gibi eski kültür dillerinin yerini alan en büyük kültür vasıtası
olmuştur. Arapça yayıldıkça fatih Arap ile Araplaştırılmış kişi arasındaki
fark azaldı ve Arapça konuşan, İslâm dininden olan herkes tek bir cemaatten
sayıldı. Arap tabiri bir kere daha bedeviler için kullanılır oldu ve ayrıca
ekonomik ve sosyal önemi olmayan bir aristokrat ünvanı olarak kaldı.
Arapça’nın, tamamen Araplaşmış
geniş bölgelerin de ötesinde diğer Müslüman diller üzerinde büyük etkisi görülmektedir.
Farsça ve Türkçe, daha sonra da Urduca, Malaya ve Svahili, Arap harfleriyle
yazılan yeni dillerdi. Bu diller, İngilizce ve Fransızca'daki Grekçe ve Latince
unsurlarda olduğu gibi bütün kavram ve fikir alemini içine alan pek çok Arapça
kelime ihtiva ediyorlardı.
Arapça'nın canlanması ve
yayılması dilden de öte bir olaydı; belki de meselâ Orta Çağ Avrupası'nda
Latince'nin devam eden kullanılmasından da öte. Dil ile birlikte temaların
seçiliş ve işlenişinde de Arap zevk ve geleneği yayılıyordu. XI. yüzyıla kadar
İranlılar tarafından Arapça yazılan şiir ile daha sonra Müslüman İran'ın
müstakil kendine has İslâm kültürünü geliştirdiği devrede Farsça yazılan şiirin
tezadı buna bir misâldir. İran'daki Arap şiiri pek çok önemli yönüyle
Araplar'ın kendi ilk devir şiirlerinden farklıdır; lâkin esasta Arap zevkine
uymaktadır ve Araplar tarafından hâlâ kendi mirasları olarak kabul
edilmektedir. Daha sonraki İran şiirinin destanî ve sübjektif lirizminden
mahrumdur.
Arabistan'da Arap asıllı
Peygamber tarafından ortaya konulan İslâm sadece bir iman ye kült üzerine
kurulmuş bir sistem değildi. Aynı zamanda bir devlet, cemiyet, kanun, düşünce
ve sanat sistemi, dinî faktörlerle birleştirilen ve hakim kılman bir medeniyet
idi. Hicret'in başlangıcından itibaren İslâm yalnız yeni imanın değil, aynı
zamanda Medine'nin ve Peygamberin, daha sonra imparatorluğun ve halifenin
(cemaatin) hükümranlığına girmeyi ifade ediyordu. İslâm, başlangıçta Arap
cemiyetinin, daha sonra da imparatorluğun kanunu oldu. İslâm, kanun külliyatı
olarak hukukçuların, Kur’ân ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
hadislerinden oluşturdukları "şeriat"a sahipti. Şeriat
yalnız bir kaideler külliyâtı değil, aynı zamanda sosyal ve siyasî görünüşte
bir hayat düzeni, insanları ve toplumu ileriye götüren bir ideal idi. İslâm,
kanunun yalnız vahiyler vasıtasıyla Allah'tan nazil olabileceğinden yasama
yetkisini kabul etmiyordu, fakat örf ve adet, medenî hukuk, hükümdarın yan
resmî bir tarzda ve tasvibi ile sınırlı olarak devam ediyordu. Şeriat yalnız
bir iman ve kült olarak değil, amme, şahsî, ceza ve medenî hakları da içine
alan hayatın bütün yönlerini düzenliyordu. Onun ideal karakteri bünyevî yapısında
açıkça görülmektedir. Şeriate göre cemaatin şefi, bütün askerî, sivil ve dinî
otoriteyi elinde tutan ve Peygamberin maddî ve manevî mirasım devam
ettirebilmek için Allah tarafından seçilmiş halife idi. Halife manevî güce
sahip değildi; o ne mevcut nizamı değiştirebilir, ne de yeni bir nizam
koyabilirdi. Halife ruhanî sınıfın veya ulemanın desteğinden yararlanamıyordu.
Uygulamada halife IX. yüzyıldan itibaren İslâm devletinin gerçek hakimi olan
askerî şeflerin ve siyasî maceracıların elinde bir kukla oldu. XI. yüzyılda
sultan, halifenin yanında bağımsız bir şekilde yer aldı. Sultanın kudreti
hukukçular tarafından istemeye istemeye tanındı. Biz aynı tezatı kanunun
uygulanmasında da görüyoruz. Şeriatı uygulayan kadıların yanında her hâlükârda
kadıların etkisi altında kalmadan davalara bakan laik mahkemeler kendi
yetkilerini kullanarak haksızlıkları önlemeye çalışıyorlardı.
Başlangıçtan itibaren
Arapların medeniyet âlemine iki hediyesi olan Arapça ve İslâmiyet tabiî olarak
dış etkilere maruz kalmıştır. İslâm öncesi Arap şiirinde ve hatta Kur'ân'da
bile yabancı kelimelere rastlanır; bunlar fetihler sırasında daha da
artmıştır. İdarî tabirler Farsça ve Rumca'dan, dinî tabirler İbranice ve
Süryanice'den alınmıştır; Grekçe'den geçen İlmî ve felsefî tabirler, bölgenin
çok eski medeniyetlerinin doğmakta olan yenisi üzerindeki büyük etkisini
açıkça ortaya koymaktadır. Klâsik devrin İslâm cemiyeti, Hıristiyan, Yahudi ve
Zerdüştîlikten kaynaklanan kehanet fikirleri, din, eskatoloji ve mistisizm,
Sasanî ve Bizans İdarî tatbikatları gibi farklı elemanları içine alan kompleks
bir manzara arzediyordu. En önemli etki muhtemelen Helenizmin, bilhassa ilim,
felsefe, sanat, mimari ve belirli bir noktaya kadar edebiyat üzerinde oldu. Bu
Helenistik etki o kadar derin oldu ki, Helenistik mirasın, Hıristiyan Grek ve
Latin âlemi yanında İslâm, üçüncü varisi olarak kabul edildi. Fakat İslâm
Helenizmi, Aramî ve Hıristiyan etkisiyle yarı doğululaşmış, Batı'da olduğu gibi
klâsik Atina'nın bir keşfinden ziyade geç antik çağın değişmemiş devamı olan
sonraki Yakın Doğu Helenizmi idi.
Kökenlerinin farklı
olmasına rağmen İslâm medeniyeti daha önceki medeniyetlerin mekanik olarak
sadece basit bir sentezi değil, fakat daha çok bu elemanların her sahada
görülebilir bir şekilde İslâmî ve Arap potasında eritilerek yeni bir yaratma
neticesinde ortaya çıkan orijinal bir medeniyettir.
Arapların kendi görüşleri
dâhilinde en büyük ve zamana göre ilk başarıları şiir ve hitabet sanatında
görülmektedir. İslâm öncesi Arap şiiri halkçı ve sosyal bir fonksiyon icra
ediyordu. Önemli siyasî rolü yanında şair, genellikle meddah ve hicivci idi.
Emevîler devrinde İslâm öncesi Arabistan'ın sözlü geleneği derleniyor ve bu
daha sonraki eserlere bir model oluyordu. Abbasîler devrinde Arap şiiri, bir
hayli yabancının ve bilhassa İranlılar'ın girmesiyle zenginleşti. Bu ihtişamı
yaratanların ilk üstadı âmâ Beşşâr b. Bürd (ölm. 784) idi. Bu sanatkârlar İslâm
öncesi modeller karşısında bir müddet için yeni tema ve formaları, eskiler ile
yeniler arasındaki çetin mücadelede başarıya ulaştırdılar. Fakat bu yeniciler
bile, hükümdarların ve aydın zümrenin Arap zevkine uymak mecburiyeti ile
sınırlandırılmış olduklarını görüyorlardı. Neticede neo-klasizim hareketine
uymaya mecbur oldular ki, bunun en dikkate değer temsilcisi, Arapların en
büyük şâiri olarak kabul ettikleri Mütenebbî (905-965) idi.
Kur'ân, Arap edebiyatında
nesir olarak ilk örnektir. İslâm hâkimiyetinin ilk devirlerinde Kur'ân
edebiyat ve denemede nesir ve secili nesirin temeli olmuştur. Meşhur Arap
müellifi Amr b. Bahr el-Câhız (ölm. 869) köken itibariyle Basralı olup siyahî
bir kölenin torunu idi. El-Câhız’ın ilhamının çeşitliliği, orijinalitesi ve
çekiciliği ona Arap edebiyatında hususî bir yer vermektedir. İlim ve öğrenim
başlangıçta dinden kaynaklanıyordu; gramer ve lügatçilik Kur'ân'ı anlamak ve
açıklamak ihtiyacından doğmuştur. Medine'deki eski mektebin mensupları hadîs'in
derlenmesi ve şeriat'in teşekkülünde olduğu gibi gerçek dinî ilimler
üzerinde uzmanlaştılar. Bu son faaliyet, hadîs'in hukukî ve biyografik
temellerine dayanan İslâmî hukuk ve tarih mekteplerinin doğması neticesini
verdi. Bunlardan ilki şeriat’ın çok geniş bir şekilde toplanmasını sağladı.
Araplar'da tarih Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatını tesbit
etmekle başlar ve İslâm öncesi sözlü geleneğin derlenmesiyle zenginleşir. Daha
sonra özellikle Sasanî sarayının Müslümanlığı kabul etmiş olan İran asıllı
tarihçileri, tarihçiliği Araplar'a tanıttılar. Araplar sağlam bir tarih
anlayışına sahiptiler ve kısa zaman sonra ciltlerce dünya, mahallî, aile, kabile
ve kurumlar tarihleri gibi çeşitli sahalarda tarihler yazdılar. Bu ilk Arap
tarihî eserleri hadis'in "Compendia"sı tarzında yazılmış
kaynak kitaplardan biraz daha farklı olup, râviler zincirinin naklettiği görgü
şahidi tasvirlerini ihtiva etmekteydi. Hikâyeci ve bazan eleştirel tarzda
yazılan tarihler, en büyük Arap tarihçisi ve belki de Orta Çağ’ın en büyük
tarih felsefecisi İbn Haldûn'un (1332-1406) eserinde zirveye ulaştı.
Dinî edebiyat, bilhassa
başlangıç devresinde kuvvetli bir şekilde Hıristiyan ve Yahudi etkisinde
kalmıştır.
Teolojik edebiyat, açıkça
söylemek gerekirse Süryanî Hıristiyanlığının etkisinde başladı ve daha sonra da
Grek felsefesinin etkisine maruz kaldı. Bu sonuncu etki İslâm'da felsefenin ve
matematik, astronomi, coğrafya, kimya, fizik, tabiat tarihi ve tıb gibi
ilimlerin temeli oldu. Grekçe kitapların gerek asıllarından ve gerekse Süryani
versiyonlarından tercümelerinin yapılması hususunda sarfedilen büyük gayret
IX. ve X. yüzyıllarda yeni, köklü bir bilginin gelişmesine sebep oldu.
İskenderiye, Antakya ve diğer yerlerde Grek mektepleri varlıklarını devam
ettiriyorlardı; aynı şekilde Cundişapur'daki Sasanî İran'a sığınmak için
Bizans'tan kaçan Nesturîler tarafından kurulmuş olan ve Farsça tedrisat yapan
yüksekokul da devam ediyordu. Emevîler devrinde Grekçe'den ve Koptça'dan bazı
kimya kitaplarının tercümesine başlandı. Ömer b. Abdülaziz devrinde (717-720) Basralı bir Yahudi olan Mâsarcaveyh,
Süryanî tıb kitaplarını Arapça'ya çevirdi ve böylece Arap tıp ilminin
temellerini attı. Tercümanlar çoğunlukla Hıristiyan, Yahudi ve daha çok
Süryaniler'den meydana geliyordu. Emevîler devrindeki tercümeler az ve
bireysel idi. Abbasîler devrinde ise bu faaliyet teşkilatlandırıldı ve resmen
teşvik edildi. Bu tercüme faaliyeti, IX. yüzyılda ve bilhassa Bağdad'da
kütüphanesi ve devamlı personeli bulunan bir tercüme müessesesini (beytü'l
hikme) kuran Me'mûn devrinde (813-833) büyük bir gelişmeye mazhar oldu. Meşhur
tercümanlardan birisi olan Cundişapurlu Hıristiyan tabib Huneyn b. İshak
(809-877) Galen'in Corpus'unu, Hippocrates'in Aphorism'lerini ve
diğer bir çok eseri Arapça'ya çevirdi. Diğerleri astronomi, fizik, matematik
ve başka konulardaki eserleri Grekçe'den Süryanîce'ye ve daha çok Arapça'ya tercüme
ediyorlardı. Halifeler her tarafa, Bizans'a bile yazma eserleri aramak için
âlimler gönderiyorlardı.
Bu ilk tercüme yapanlardan
bazıları Grek eserlerinin tefsiri veya özeti şeklinde kendi istekleri
çerçevesinde eserler de meydana getirdiler. Kısa bir süre sonra çoğunlukla
İran asıllı bir Müslüman yazarlar nesli ortaya çıktı. İlk planda bahsedilmesi
gerekenler tabib Râzî (Rhases) (865-925), tabib ve filozof İbn Sînâ (Avicenna)
(980-1037) ve hepsinden daha önemlisi tabib, astronom, matematikçi, fizikçi,
kimyacı, coğrafyacı ve tarihçi, engin ve orijinal bir âlim, Orta Çağ İslâm
dünyasının en dikkate değer simalarından birisi el-Bîrûnî'dir. Tıb sahasında
Müslümanlar Grekler'in temel görüşlerini değiştirmediler, fakat pratik
gözlemler ve klinik tecrübeleri ile onu zenginleştirdiler. Matematik, fizik ve
kimyada onların payı çok daha önemli ve orijinal idi. Sıfır Müslümanlar
tarafından kullanıldı; onların buluşu olmamakla beraber Arap rakamları diye
bilinen sistem onlar tarafından matematik'e dâhil edildi ve Hindistan'dan
Avrupa'ya aktarıldı. Cebir, geometri ve bilhassa trigonometri Müslümanların
geliştirdiği ilim dallandır.
Felsefede Grek fikirlerinin
etkisi büyüktür. Me'mûn devrinde Aristotales'in eserlerinin tercümeleri bütün
felsefeyi ve İslâm'ın teolojik anlayışını etkiledi ve bunun sonunda uzun
müddet aralarında Kindî (ölm. 850; Arap ırkından tek kişi), Fârâbî (ölm. 950),
İbn Sîna (ölm. 1037) ve İbn Rüşd (Averroes, ölm. 1198) gibi Müslüman
filozoflarının eserlerine etki etti.
Antik Yunanistan'ın İlmî ve
felsefî mirasını Doğu muhafaza ettiği halde, iddia edildiğine göre Batı'da
bilinen edebî ve estetik mirasını bilmiyordu. Bu görüş tam manasıyla doğru
değildir. Araplar sanat ve mimaride Greko-Roman geleneğini değiştirerek ve
zenginleştirerek devam ettirdiler. Bizans sanatının soyut ve şekilciliğe
temayülü İslâm'da daha da fazlalaştı; İslâm'da resme, daha doğrusu portreye
karşı olan peşin hüküm stilize ve geometrik desenlerin gelişmesine zemin
hazırladı.
İslâm sanatları İran ve Çin
etkilerine çok şey borçludur. Fakat süsleme ve el sanatlarında İslâm
medeniyetinin orijinalitesi ve özelliği çok açık bir şekilde görülür. Suriye'deki
Emevi saray ve köşklerinin duvar süslemelerinde, kazılarda meydana çıkarılan
avadanlıklar üzerinde, Mısır ve Irak'ta bulunan eşyalarda, Arapların ilk zamanlar
diğer medeniyetlerin sanat eserlerini -sanatkârlarını bilen-asıl aldıklarını,
önce onları taklit ettiklerini ve neticede onları orijinal bir sanat içinde
nasıl erittiklerini görebiliriz. Mesela Irak'ta ortaya çıkarılan IX. yüzyıla
ait çanak-çömlek, gerek Bizans ve Sasanî işçiliğini gösteren eserlerin, gerekse
Çin'den ithal edilen eşyaların, bunların yerli taklitlerinin ve ayrıca ithal
edilen modellerin tecrübelerle yeniden geliştirilmiş şekillerinin ortaya çıkardığı
ürünlerin yan yana meydana getirildiğini gösterir. İslâm sanatının en
karakteristik ürünlerinden birisi olan meşhur cilalı kapları, İran'dan
İspanya'ya kadar bütün İslâm âlemine yayılmıştı. Aynı şekilde İslâm
İmparatorluğumdaki el sanatlarıyla uğraşanlar, gerek taklit ve gerekse tecrübe
yoluyla dışarıdan aldıkları metal, tahta, taş, fildişi ve cam işçiliğini ve
bunlardan daha çok tekstil ve halıcılık sanatını geliştirecek açık ve belirgin
İslâmî yeni, ferdî ve karakteristik bir üslup yarattılar.
Fizikî bir bütün olarak
kitabın adı, konusu, başı ve sonu olan sayfalardan meydana gelen bir bütün
olduğu, daha sonra da bu bütünün resimleri ve süslü ciltleri bulunduğu fikri
eski medeniyetlerden gelmişti. Başlangıçta edebî eserler sözlü ve nakletme geleneği
sayesinde biliniyordu. Sözlü gelenek uzun müddet yegâne yayın vasıtası idi.
Edebî eserlerin sayısı ve uzunluğu arttıkça yazılı metinlerin lüzumu
hissedilmeye başlandı ve bir müddet sonra yazarlar müsvedde yaptırmaya,
konferanslar için notlar almaya, sekreterlere dikte ettirmeye ve bitirmek için
kitaplar kaleme almaya koyuldular. Bu harekete VIII. yüzyılda Orta Asya
yoluyla Çin'den kâğıdın getirilmesi yardıma oldu, fiyatlar ucuzladı ve daha
çok sayıda kitap yazıldı. Kültür hayatı üzerindeki bu yeniliğin tesiri, küçük
bir ölçüde de olsa Batı'da basım işinin yayılması ile mukayese edilebilir.
İslâm tarafından Grek
mirasının alınması bir tarafa yeni bilginin akılcı, İlmî yönü, diğer tarafta
İslâm düşüncesinin sezgiye dayanan ve ferdî olan yönü arasındaki çatışma
hızlandı. İslâmî iki düşünce sistemi arasındaki mücadele insanlık tarihinde
etkili ve devamlı değişik ve zengin bir kültürün doğmasına sebep oldu. Sonunda
mücadele saf İslâmî dünya görüşünün zaferi ile neticelendi. Dinin hâkim olduğu
İslâm cemiyeti kendi temel inançlarına karşı gelen değerlerin neticelerini
kabul ve hatta onları müşâhade ve tecrübe ile geliştirdiği halde kendilerini
reddetti. İsmailîye mezhebi Batı
tipi hümanist bir rönesans hareketini ilan ederek batınî tefsir yoluyla
Kur’ân’ın ve hatadan münezzeh imamların ihtiyatı ile Şeriat’ın hakimiyetini
azaltarak Helenistik değerleri tam manasiyle İslâm cemiyetine getirebilirdi.
Fakat İsmailîye ihtilâlini destekleyen güçler yeteri kadar kuvvetli değillerdi
ve hareket en başarılı anında çöküntüye uğradı.
Milletlerin karakterini
tahlil etmek her ne kadar eğlenceli bir oyun gibi görünüyorsa da bir neticeye
varmak oldukça zordur. Böyle bir girişim tahlil edilen konudan ziyade tahlil
edenin fikrî yapısını ortaya koyar. Milletin çok girift ve değişik bir yapısı
olduğundan ciddî ve İlmî bir hükmün yerini tutacak geniş ve istatistikî bir
çalışmaya imkan vermez. Daha da güç olanı bizden zaman ve mekan bakımından
uzak olan ve ancak yazılı kalıntılar vasıtasıyla bilinen medeniyetleri incelemektir.
Orta Çağ Arap edebiyatı bütünü ile yazma sanatını ve hâmiliğini elinde tutan
küçük ve imtiyazlı idareci sınıf vasıtasıyla meydana gelmiştir. Geride kalan
halk kitlesi çoğunlukla sessiz ve çok zayıf olan sesi de cılız bir şekilde
çıkmakta idi. Bu hususu gözden uzak tutmamak şartiyle Araplar’ın değilse de en
azından hakim olan Orta Çağ İslâm medeniyetinin Arap sanat ve edebiyatında
tasvir ettiği bazı tipik karakterleri ortaya çıkarabiliriz.
Dikkatimizi çeken ilk
husus, çoğunlukla iddia edildiği gibi, Arap kültürünün taklitçi değil kendine
has bir karakterde olması ve asimile etme gücüne sahip bulunmasıdır. İslâm
fetihleri tarihte ilk defa Hindistan ve Çin sınırlarından Yunanistan, İtalya
ve Fransa'ya kadar uzanan geniş toprakları birleştirdi. Başlangıçta bir müddet
için askerî ve siyasî güçleriyle ve daha sonra da dil ve inançlarıyla Araplar,
öteden beri çatıştıkları kültürleri bir cemiyet halinde birleştirdiler: Bin
yıllık ve değişime uğramış Akdeniz'in Grek, Roma ve İsrail gelenekleri; eski Yakın
Doğu ve kendine özgü düşüncesi ve hayat tarzı, Doğu'nun büyük medeniyetleriyle
faydalı teması olan zengin İran medeniyeti. Çeşitli halkların, inançların ve
kültürlerin bir arada İslâm cemiyeti içinde yaşamaya zorlanması, menşeleri ve
yaratıcıları değişik de olsa, genel görünüşünde karakteristik İslâm-Arap
izlerini taşıyan yeni bir medeniyetin doğmasını sağladı.
İslâm cemiyetinin bu
çeşitliliğinden, bilhassa Avrupalı araştırıcıların dikkatini çeken ikinci bir
husus ortaya çıkmıştır: Diğerlerine nazaran daha müsamahalı olması. Batılı çağdaşlarının aksine Orta Çağ
Müslümanları, kendilerine tabi olanlara inançlarını kabul ettirmek için
kuvvete başvurmaya çok nadir ihtiyaç duymuşlardır. Fakat Batılılar gibi onlar da kendilerinden farklı inanca sahip
olanların Cehennem'de yanacaklarına inanıyorlar; ancak onların aksine İlahî
hükmü bu dünyada tahmine gerek görmüyorlardı. Genellikle değişik inançların
var olduğu bir cemiyette hakim inanç olmakla memnundular. Diğer inanç sahiplerine
bazı sosyal ve hukukî sınırlamalar koyarak kendi üstünlüklerini
hatırlatıyorlar ve bununla içinde bulundukları durumu unutmamalarını sağlamaya
çalışıyorlardı. Buna karşılık onlara dinî, İktisadî ve fikrî hürriyet veriliyor
ve onların kendi medeniyetlerine zikre değer katkıda bulunmalarına şans
tanınıyordu.
Medeniyetlerin pek çoğu
gibi Orta Çağ İslâm medeniyeti de, kendi üstünlüğüne ve kendi kendine
yeteceğine inanıyordu. Museviliğin ve Hıristiyanlığın vahiy zincirinin ilk
halkaları olduğu peygamberlik vazifesinde, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemin bu zincirin son halkası olması şeklindeki İslâm'ın tarihî peygamberlik
görüşü Müslümanlar'a Hıristiyan ve Museviler'i, kendilerinin tam mükemmel
şekliyle sahip oldukları şeylerin ilk ve eksik şekline sahip oldukları inancına
sevketti. Roma İmparatorluğu'nun devlet dini olmadan önce asırlarca zayıfların
ve zavallıların dini olan Hıristiyanlığın aksine İslâmiyet daha kurucusunun
sağlığında yayılan ve muzaffer olan bir toplumun rehberi oldu. İlk devirdeki
İslâm'ın büyük fetihleri mü'minlerin zihinlerinde, bir toplum eğer Allah'ın
kanunlarıyle idare edilirse başarılı olacağı inancını doğurdu. Müslümanlar
akıllı gayr-ı müslimlerden çok şey öğrenebilirler, fakat bunların geçerli olup
olmadığı, İlahî vahyin mahsulu olan ve müntesiplerinin başarılarıyla sağlamlaştırılan
Şeriat mihenk taşma vurularak anlaşılabilirdi.
"Atomistik"
tabiri, çoğunlukla İslâm medeniyetinin birçok yönlerinde görülebilen ve Arap
tarihinin daha sonraki devirlerinde hakim olan bir düşünce ve görüş alışkanlığını
belirtmek için kullanılır. Bu tabirle hayatı ve kâinatı şartlarla veya ferdin
düşüncesiyle bir tür mekanik, hattâ tesadüfi bir birlik içinde birbirine sağlam
olmayan bağlarla bağlanan, ancak aralarında hiç bir organik bağ bulunmayan bir
statik, somut ve ayrı varlıklar dizisi olarak görme temayülü anlatılmak
istenir. Evrensel olmamakla birlikte bu temayül Arap hayatına çok farklı biçimlerde
etki eder. Arap kendi toplumunu, birbiriyle ilişkisi olan ve birbirine etki
eden parçalardan meydana gelen bir bütün olarak değil, yalnızca altta toprak ve
üstte hükümetin bir arada tuttuğu dinler, milletler ve sosyal sınıflar gibi
ayrı grupların birliği olarak kabul eder. Şehir, kendine has bir özelliğe
nadiren sahip olan mahalleler, loncalar, kabileler ve evler topluluğudur. Bir
yandan ilim adamları ve filozoflar, öte yandan da mutasavvıfların aksine din
adamı, alim yahut edib, bilgiye karşı tutumu açısından aynı nitelikleri
taşırlar. Farklı disiplinler, keşifleri bir bütün halinde bir araya toplayıp
aynı yöne varmanın farklı yolları değil, her biri yavaş yavaş toplanarak ilmi
meydana getiren bilgi parçalarını taşıyan ayrı, müstakil bölümlerdir. Epik
yahut dramatik tarzdan mahrum olan Arap edebiyatı, nadiren devamlı bir plana
sahip, yazarın ve okuyucunun sübjektif birliğiyle birbirine bağlanan ince ve
canlı, fakat parça parça farklı gözlemler ve belirtmeler dizisiyle tesir etmeyi
başarır. Arap şiiri, çoğunlukla birbirleriyle yer değiştirebilen, ancak kendi
aralarında mükemmel bir bütün teşkil eden inciler dizisi gibi ayrı ve yerinden
ayrılabilen bir mısralar dizisidir. Arap müziği armoni ile değil, fantezi ve
varyasyonlarla geliştirilmiş makamlı ve ritmik bir müziktir. Ekseriya
uygulamalı ve süslemeli bir sanat olan Arap sanatı, komposizyon veya perspektiften
çok inceliği ve teferruat bütünlüğü ile temayüz eder. Romancılar gibi
tarihçiler ve biyografi yazarları da anlatımlarını gevşek bir şekilde
birbirine bağlanmış bir olaylar zinciri olarak ortaya koyarlar. Çağdaş bir
yazarın da belirttiği gibi, fert bile çoğunlukla pasaportlardaki tanımlamalar
şeklinde sıralanan özellikler topluluğu olarak gösterilir.
Bu son özellik bizi, Arap
nesrinde tekrarlanan bir özellik olan başka bir noktaya, yani ferdiyetçi
değil, kollektivist bir özelliğe götürür. İlk Arapların ateşli ferdiyetçiliği
bütün gücüyle yalnız bedeviler arasında devam etti. Medeniyet merkezlerinde
ise bu ferdiyetçilik yerini pasif ve hatta anonim bir tutuma bıraktı. Çoğu
zaman bir kitap, yazarın ferdî ve şahsî eseri olarak değil, nakletme zincirinde
bir halka olarak ortaya çıkar. Yazar, kendi kişiliğini otoritenin prestiji ve
kendisinden önceki nakilcilerin safı arkasında gizler. Hatta aslında ferdî bir
ifade olan şiir bile şahsî ve samimî değil genel ve sosyaldir. Bu İnsanî olmaktan
çok kollektivist tavır, İslâm düşüncesinin ve kurumlarının her yönde, belki de
en açık bir şekilde Müslümanların "mükemmel insan" ve "mükemmel
devlet" idealinde görülen, herkesin kendi içindeki ferdî gücünü
geliştirmesi yerine taklit ederek uymaya çalışması gereken modeller biçiminde
belirir.
Hayatın bu "atomistik'
görünüşü, çok parlak başarılar ortaya koyan daha bağımsız spekülasyon ve
araştırma ruhuna karşı tepkinin son zaferini şu ya da bu şekilde belirten
doğmatik teolojinin belli sistemlerinin genel olarak kabul edilmesinde tam
ifadesini bulur. Bu teoloji, determinist, faydacı ve otoriterdir. İlahî
kanunun ve vahiylerin bilâ keyf, yani nasıl olduğunu sormaksızın,
sorgusuz kabul edilmesini ister. Bütün tâlî sebepleri inkâr eder ve Allah'ı
birinci sebep olmaktan ziyade bütün bunların planlayıcısı olarak kabul eder.
Mecburî neticeler ve tabiî kanunlar ya da sebepler yoktur. Yiyeceğin
olmamasının açlığa sebep olması gerekmez, yalnızca alışkanlık nedeniyle acıkınca
yiyecek aranır. Her şey doğrudan doğruya bir arada bulunma veya birbirini takip
etmeyle ilgili belirli alışkanlıkları düzenleyen Allah'ın iradesiyle yürür.
Zamanın her parçasında her hadise, doğrudan ve ferdî bir ortaya çıkarma
hareketinin neticesidir.
Bir zamanlar genel olarak
kabul edilen bütün sebepliliğin bu son ve kastî olarak reddi, hem felsefe ve
hem de tabiat bilimlerinde serbest düşüncenin ve araştırmanın sona erdiğini
gösteriyordu ve Arap tarihçiliğinin ümit verici gelişmesini engelledi. Bu
durum büyük bir ticaret döneminin daha hür sosyal ve İktisadî hayatının yerini
yüzyıllarca değişmeyecek durgun bir feodalizme bıraktığı İslâm toplumunun
ihtiyaçlarına daha iyi uyuyordu. Eski kavramlar çatışması sürdü, ama İslâm'ın
yeni izahı bin yıl kadar ciddi biçimde tehlikeyle karşılaşmadı. Ancak XIX. ve
XX. yüzyıllarda Batı'nın tesiri, İslâm toplumunun bütün geleneksel yapısını ve
onun fikrî paraleli olan düşünce tarzını tehdit etti.
Sh: 177-193
Kaynak:
Bernard LEWİS, Tarihte Araplar, trc: Hakkı Dursun YILDIZ, Anka Yayınları 2.
Basım, Kasım 2000, İstanbul
Hata neredeydi? İslam dünyasındaki insanlar,
özellikle Ortadoğu’dakiler -ama yalnızca onlar değil-uzun zamandır bu soruyu
sormakta. Öncelikle Batı’yla karşılaşmalarından doğan sorunun içeriği ve
soruluş biçimi, bu karşılaşmanın koşullarına, kapsamına, süresine ve
karşılaştırma yoluyla kendi toplumlarında her şeyin de iyi gitmediğinin farkına
varmalarını ilk sağlamış olan olaylara göre büyük ölçüde çeşitleniyor. Ancak
soru ve akla getirdiği cevaplar hangi biçimle, hangi üslupla dile getirilirse
getirilsin, sorunun da, cevapların da büyüyen bir sancıyla, biriken bir
sabırsızlıkla, son zamanlarda da kabaran bir öfkeyle dışa vurulduğunu fark
etmemek mümkün değil.
Sorgulamak ve kaygı duymak için,
hatta öfkelenmek için, doğrusu, geçerli bir neden var. İslam dünyası yüzyıllar
boyunca insan soyunun başarısının ve uygarlığının ön saflarında yer aldı. Müslümanlar’ın kendi
algılamalarında, İslamiyet’in sınırları uygarlığın sınırlarıyla örtüşmekteydi,
İslam sınırlarının ötesindeyse yalnızca barbarlar ve kâfirler vardı. Başka
uygarlıkların da, eğer tümü değilse çoğu, kendini ve dışındakileri böyle
algılıyordu: Yunan, Roma, Hint, Çin... Daha yeni örnekler de eklenebilir.
Antikitenin çöküşüyle modernliğin
doğuşu arasında geçen süre içinde, demek ki Avrupa tarihinde Ortaçağ olarak
adlandırılan yüzyıllarda, İslamiyet’in iddiası dayanaksız değildi. Müslümanlar
dünya yüzünde, Çin’de, Hindistan’da, Hıristiyan âleminde az çok uygar başka
toplumların var olduğundan elbette haberdardılar. Ama Çin uzaktı ve az
tanınmaktaydı. Hindistan da Müslümanlaştırılma ve egemenlik altına alınma
sürecindeydi. Hıristiyanlık özel bir önem taşıyordu, bir dünya dini ve dünya
gücü olarak İslam’ın tek ciddi rakibiydi. Gelgelelim, İslami bakış açısından,
Hıristiyan dininin yerini en son vahyolunan İslamiyet almıştı, Hıristiyanlık’ın
gücüyse İslamiyet’in Allah’ın yol göstericiliğindeki daha büyük gücü
karşısında biteviye yenilmekteydi.
Birçok Ortaçağ Müslümanı için,
Hıristiyan âlemi demek, öncelikle 1453’e kadar gitgide küçülüp zayıflayan, bu
tarihte de Türkler’in İstanbul’u fethiyle tamamen ortadan kalkan Bizans
İmparatorluğu demekti. Avrupa’nın uzak diyarları da Afrika’nınkilerle hemen
hemen aynı biçimde algılanıyordu: Öğrenilebilecek hiçbir şeyi olmayan, hatta
köle ve hammadde dışında ithal edilebilecek pek bir şeyi olmayan, dışsal bir
barbarlık ve inançsızlık karanlığı. Kuzeyli olsun, güneyli olsun, barbarlar
için beslenebilecek en büyük umut, halifenin imparatorluğuna dahil edilerek
dinin ve uygarlığın nimetlerine kavuşmalarıydı.
Bu da, İslamiyet’in doğuşundan
sonraki yaklaşık bin yıl içinde, olmayacak şey değildi: Müslümanlar bunu
gerçekleştirmek için ardı ardına çabalara girişti. Arabistan’dan çıkan
Müslüman orduları o tarihe kadar hepsi de Hıristiyan âlemi içinde yer alan
Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika’yı yedinci yüzyıl içinde feth etti
İslam ordularının İran ve Arabistan’ın batısından topladığı askerlerin çoğu da
aslında Hıristiyanlık’tan gelmeydi. Sekizinci yüzyılda Müslüman Arap güçleri
Kuzey Afrika’daki üslerinden çıkarak, bu kez Müslümanlık’a geçen Berberiler’in
de katılmasıyla, İspanya ve Portekiz’i fethettiler ve Fransa’ya girdiler.
Dokuzuncu yüzyılda Sicilya’yı ele geçirip İtalyan yarımadasına akın ettiler.
846 yılında Sicilya’dan yola çıkan bir deniz gücü Tiber Irmağı’na bile girdi,
Arap güçleri Ostia ve Roma’yı yağmaladı. Bu durum, etkili bir Hıristiyan karşı
saldırısının örgütlenmesine yönelik ilk girişimlere yol açtı. Bunu izleyen,
Haçlı Seferleri olarak bilinen, kutsal toprakları yeniden ele geçirmeye
yönelik bir dizi sefer hüsranla ve geri püskürtülmeyle sonuçlandı.
Hıristiyan orduları Avrupa’da daha
başarılıydı. 11. yüzyılın sonuna doğru Müslümanlar Sicilya’dan çıkarılmıştı,
1492’de de, Müslümanlar’ın İspanya’ya ayak basmalarından neredeyse sekiz yüzyıl
sonra, yeniden fetih için verilen uzun süreli mücadele Hıristiyanların
zaferiyle son buldu ve Afrika’ya ve Asya’ya yönelik Hıristiyan istilasının
yolunu açtı. Ama bu arada Avrupa Hıristiyan âlemine yönelik başka Müslüman
tehditleri de vardı. Doğuda, 1237-1240 yılları arasında Altınordu Tatarları,
Rusya’yı fethetti. 1252 yılında Altınordu Hanı ve emrindekiler Müslüman oldu.
Rusya, Doğu Avrupa’nın büyük bölümüyle birlikte, Müslüman egemenliği
altındaydı, Ruslar’ın kendi deyişleriyle “Tatar boyunduruğu”ndan sonunda
kurtulmaları da 15. yüzyıl sonlarını buldu. Bu arada Müslüman akınının üçüncü
bir dalgası başlamıştı: Anadolu’yu ele geçirip eski Hıristiyan şehri İstanbul’u
fetheden, Balkan yarımadasını işgal ederek kolonileştiren ve iki kez Viyana
kapılarına dayanarak Avrupa’nın bağrına hançer dayayan Osmanlı Türkleri’nin
oluşturduğu dalga.
İslamiyet gücünün doruğundayken,
başardıklarının düzeyi, niteliği ve çeşitliliği açısından karşılaştırma konusu
olabilecek bir tek uygarlık vardı, o da kuşkusuz Çin’di. Bununla birlikte Çin
uygarlığı esasen yerel, tek bir bölgeyle -Doğu Asya’yla-ve tek bir ırksal
grupla sınırlı kaldı. Bir ölçüde ihraç da edildi ama yalnızca komşu ve akraba
halklara. İslamiyet ise tersine çok kültürlü, çok ırklı, uluslararası ve hatta
kıtalararası bile denebilecek bir dünya uygarlığı yarattı.
Yüzyıllar boyunca, Müslümanlar’ın
kendilerine ve dünyaya bakışlarının dayanakları sağlam görünüyordu. İslam,
yeryüzündeki en büyük askeri gücü temsil ediyordu, orduları, hem de aynı anda,
Avrupa’ya ve Asya’ya, Hindistan’a ve Çin’e yayılıyordu. Aynı zamanda dünyanın
en önemli ekonomik gücüydü. Asya, Avrupa ve Afrika’da büyük bir ticaret ve
haberleşme ağı üzerinden geniş bir mallar yelpazesinin ticaretini yapıyor,
Afrika’dan köle ve altın, Avrupa’dan köle ve yün ithal ediyor, Asya’nın uygar
ülkelerinden çeşitli yiyecek maddeleri, malzeme ve işlenmiş mallar alıp
satıyordu. Uygarlığın sanat ve bilimlerinde insanlığın o güne kadar geldiği en
yüksek düzeye ulaşmıştı.
Eski Ortadoğu, Yunan ve Fars’tan *
miras aldığı bilgi ve becerilere dışarıdan aldığı yeni ve önemli buluşları
katmıştı: Çin’den aldığı kâğıt üretimi ve kullanımı, Hindistan’dan aldığı
basamaklı onlu sayı sistemi gibi. Birinden biri olmaksızın modem edebiyatı ve
bilimi düşünmek zor olurdu.
* “Persia” adı, klasik ve modern
Avrupa dillerindeki çeşitli biçimleriyle, İran’ın, körfez kıyısı boyunca uzanan
güneybatı eyaleti Pars’tan gelir. Alfabelerinde “p” harfinin karşılığı bulunmayan
Araplar bu eyalete “Fars” diyordu. Kastilya lehçesi nasıl İspanyolca, Toscana
lehçesi nasıl İtalyanca olmuşsa, Farsi olarak bilinen Fars lehçesi de edebi,
standart ve nihayet ulusal dil olarak kabul edilmiştir. Klasik dünyada ve Batı
dünyasında bölgenin adı aynı zamanda bütün ülke için kullanılagelmiş, ancak
binlerce yıldır İran -Arilerin ülkesi-adını kullanan, 1935 yılında da bu adı
ülkenin resmi adı olarak kabul eden İranlılar arasında bu hiç olmamıştır.
Geçmiş yüzyıllardan söz ederken, Batılılarca kabul görmüş adı değiştirmedim,
[yazarın notu]
Hint rakamlarının, miras alınmış
matematik bilgileri bütünüyle birleştirilmesi Müslüman Ortadoğu’da olmuştur.
Bu rakamlar Ortadoğu’dan da Batıya taşınmıştır. Batı’da hâlâ mucitlerini değil
de Avrupa’ya ilk getirenleri onurlandırarak Arap rakamları adıyla bilinirler.
İslam dünyasındaki âlimler, bilginler bu zengin mirasa kendi gözlem, deney ve
düşünceleri ile çok önemli katkılarda bulundular. Ortaçağ Avrupa’sı, uygarlığın
sanat ve bilimlerinin çoğunda İslam dünyasının öğrencisiydi, başka türlü
bilinemeyecek birçok Yunan yapıtının bile Arapça çevirilerine bel bağladığı
için, bir anlamda İslam dünyasına bağımlıydı.
Derken bu ilişki değişiverdi. Daha
Rönesans’tan önce Avrupalılar uygarlık sanatlarında kayda değer bir ilerleme
göstermeye başlıyordu. Yeni Eğitim’in boy vermesiyle İslam dünyasının bilimsel,
teknolojik ve sonunda kültürel mirasını hayli geride bırakarak büyük hızla yol
aldılar.
Müslümanlar bu durumun farkına
uzun zaman varamadı. Yüzyıllar önce birçok Yunanca, Farsça ve Süryanice yapıtı,
Müslüman ve diğer Arap okuyucuların menziline sokan büyük çeviri hareketi sona
ermişti ve Avrupa’nın yeni bilimsel literatürü neredeyse bütünüyle bilgileri
dışındaydı. 18. yüzyılın sonlarına kadar yalnızca bir tek tıp kitabı bir Ortadoğu
diline çevrilmişti: 1655 yılında Türkçe olarak Sultan IV. Mehmed’e sunulan,
16. yüzyılda yazılmış, frengi üstüne bir inceleme. Seçim de, tarih de anlamlı.
Amerika kaynaklı olduğu bilgisi yaygın olan bu hastalık İslam dünyasına Avrupa’dan
gelmişti. Arapça, Farsça, Türkçe ve başka dillerde doğrusu hâlâ “Frenk
hastalığı” olarak bilinir. Frenk hastalığına Frenk çaresi bulmak, belli ki hem
doğru hem de meşru görünüyordu. Bunun dışında, Reform, Rönesans ve teknolojik
devrim âdeta İslam ülkelerinde fark edilmeden geçip gitti.
Batı sınırının ötesindeki
topraklarda yaşayanları doğudaki daha gelişkin Asyalı kâfirlerden bile çok daha
aşağı, cahillik içinde barbarlar olarak bir kenara atma eğilimi vardı hâlâ.
Asyalı kâfirlerin aktarabileceği yararlı beceriler ve alet edevatı varken
Avrupalılar’da hiçbiri yoktu. Doğru olması uzun süredir akla yakın gelen bir
yargıydı bu. Artık tehlikeli biçimde günün gerisinde kalıyordu.
Tarih dersleri, genellikle en açık
ve şüpheye yer bırakmayacak biçimde savaş alanında verilir. Yalnız, dersin
anlaşılıp uygulamaya konmasında bir takım gecikmeler olabilir. Hıristiyan
âleminde Mağribi’lerin 1492 yılında İspanya’daki son yenilgisi ve Rusya’nın
Müslümanlaştırılmış Tatarlar’ın egemenliğinden kurtuluşu anlaşılabilir biçimde
nihai zaferler olarak görüldü. İspanyollar ve Portekizliler gibi Ruslar da eski
efendilerini anayurtlarına kadar kovaladılar ama çok daha büyük ve çok daha
kalıcı bir başarıyla. 1554 yılında Astrahan’ın fethiyle birlikte Ruslar, Hazar
Denizi kıyılarına ulaştılar. Bunu izleyen yüzyılda, Karadeniz’in kuzey
kıyısına ulaştılar ve geniş Müslüman topraklarını Rusya İmparatorluğu’na
bağlayan uzun fetih ve kolonileştirme sürecini başlattılar.
Oysa uygarlığın uzak sınırlarında
bu olan bitenler İslamiyet’in merkezlerinde o kadar önemli görülmüyor, ne
olursa olsun, İslam’ın karşı koyulmaz ilerleyişi ve Hıristiyan âleminin
bozgunu olarak görünen süreçte, Haçlılar’ın 13. yüzyılda Doğu Akdeniz’den
bozguna uğratılarak çıkarılması, 1453 yılında İstanbul’un fethi ve Türk
ordularının Balkanlar’dan geçip Hıristiyanlığın [İstanbul’dan sonraki]
imparatorluk [baş] kenti Viyana’ya doğru muzafferane yürüyüşü gibi çok daha
önemli ve merkezi zaferlerin gölgesinde kalıyordu Müslümanlar gözünde.
Osmanlı Sultan’ının, tıpkı muadili
ve rakibi olan Kutsal Roma İmparatoru gibi, kendi dininin dünyasında siyasi
rakipleri ve mezhebe dayalı muhalifleri eksik değildi. Bu meydan okumalarla
baş etmek konusunda daha başarılı olan, Sultan’dı. 15. yüzyılı 16. yüzyıla
bağlayan eşikte, Osmanlılar’ın iki Müslüman komşusu vardı. Daha eskisi,
başkenti Kahire’de olan, bütün Suriye ve Filistin’i, daha da önemlisi,
İslamiyet’in batı Arabistan’daki kutsal mekânlarını yönetimi altında tutan
Mısır Memlûk Sultanlığı’ydı. Öbürü ise yeni bir dinsel savaşkanlıkla yeni bir
hanedan tarafından henüz birleştirilmiş olan İran’dı. Hanedanın Azerbaycanlı,
Türkçe konuşan bir Şii olan kurucusu Şah İsmail Safevi (hd 1501-1524), yedinci
yüzyıldaki Arap fethinden bu yana ilk kez bütün İran topraklarını tek bir
hükümdar altında birleştiriyordu. Siyasi ve askeri bir yönetici olduğu kadar
-belki daha da çok-dini bir lider olan Şah İsmail, Şiilik’i devletin resmi
mezhebi olarak benimsedi ve böylelikle İslam dünyasında İran’ın egemenlik
alanını her iki yanındaki -doğuda Orta Asya ve Hindistan’da, batıda Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki-Sünni komşularından keskin çizgilerle farklılaştırdı.
Şah İsmail ve halefleri, Safevi
hanedanının diğer şahları, Osmanlı sultanlarının siyasi üstünlük ve dinsel
önderlik iddialarına bir süre karşı koydular. “Yavuz” lakabıyla tanınan,
1512-1520 arasında hüküm sürmüş olan Osmanlı Sultanı I. Selim, her iki
komşusuna karşı seferler açtı. Mısır’ın Memlûk sultanı üzerinde tam ve nihai,
Şah’a karşıysa önemli ama eksik bir zafer kazandı. Mısır ve eyaletleri Osmanlı
topraklarına katılırken, İran ayrı, rakip ve büyük ölçüde düşman bir devlet
olarak kaldı. İmparatorluk’un İstanbul elçisi Busbecq, Avrupa’yı kapıda
bekleyen Türk fethinden koruyanın İran tehdidinden başka bir şey olmadığını
söyleyecek kadar ileri gitti. “[Türkler’in] tarafında kudretli
bir imparatorluğun kaynakları, sarsılmamış bir güç, zaferi kanıksamıştık, ağır
işe dayanıklılık, birlik, disiplin, tutumluluk ve uyanıklık, bizim
tarafımızda, genel yoksulluk, özel lüks, sarsılmış güç, kırık ruh, idmansızlık
ve dayanıksızlık var. Askerler itaatsiz, subaylar haris. Disipline burun
kıvrılıyor, laubalilik, azgınlık, sarhoşluk ve sefahat almış yürümüş.
Hepsinden de kötüsü, düşman zafere, bizse yenilgiye alışmışız. Çıkacak sonuçtan
şüphe edebilir miyiz? Yalnızca İran bizim lehimize çalışıyor, çünkü düşman,
saldırmak için sabırsızlanırken ensesindeki bu tehdidi gözden kaçırmamak
zorunda. Ama İran akıbetimizi yalnızca geciktiriyor, bizi kurtaramaz. Türkler
İranlılarla bir ödeşti mi, Doğu’nun olanca kudretiyle gırtlağımıza
atılacaklardır. Ne kadar hazırlıksız olduğumuzu söylemeye dilim varmıyor.” Daha yakın zamanlarda da Sovyetler Birliği ve Çin’den
benzer biçimde söz eden Batılı gözlemciler oldu, onların da bir bu kadar
yanıldığı ortaya çıktı.
Busbecq’in korkuları, görüldü ki,
haksızdı. Osmanlılar ile Iranlılar, artık kendi uyruklarından başkası için
tehdit oluşturmadıkları 19. yüzyıla kadar birbirleriyle savaşmaya devam
ettiler. O zamanlar Hıristiyan âlemiyle İran arasında muhtemel bir Osmanlı
karşıtı ittifak düşüncesi ara sıra gündeme geldiyse de pek sonuç vermedi. Şah
İsmail 1523 yılında, daha uğradığı yenilginin acısı dinmemişken, İmparator V.
Carlos’a, Avrupa devletlerinin Osmanlılar’a karşı güçbirliği yapacak yerde
birbirleriyle savaşmasına şaştığını dile getiren bir mektup gönderdi. Kör
kuyuya seslenmişti. İmparator 1529 yılına kadar Şah İsmail’e cevap göndermedi,
Şah o tarihten beş yıl önce ölmüştü.
İran o sıralar hareketsiz kaldı,
Osmanlılar da Selim’in halefi Kanuni Sultan Süleyman (hd 1520-1566) yönetiminde
Avrupa’da yeni bir yayılma evresine girmeyi başardı. Ağustos 1526’da
Macaristan’daki büyük Mohaç Savaşı Türkler’e kesin bir zafer kazandırarak
1529’daki I. Viyana Kuşatmasının yolunu açtı. Viyana’nın o sefer fethedilemeyişi
iki tarafta da bozgun değil, gecikme olarak algılandı ve Avrupa’nın bağrında
uzun sürecek bir egemenlik mücadelesini başlattı.
Hıristiyan güçler, sağda solda
bazı başarılar, 1571 yılında Yunanistan’ın Patras körfezindeki İnebahtı
(Lepanto) büyük deniz savaşında da kayda değer bir zafer kazanmasını bildiler.
Doğrusu, İnebahtı Avrupa’da nihai zafer ilan edildi. Bütün Hıristiyan âlemi bu
zaferini coşkusuna kapıldı ve hatta sonradan İngiltere Kralı I. James olan
İskoç Kralı VI. James’in içinden zaferi kutlamak üzere uzun ve vecd halinde bir
şiir yazmak geldi. İnebahtı savaşına getirdiği açıklama iki satırdan ibaret
olan Kapudan Paşa unvanlı donanma başkomutanının raporu, Türk arşivlerinde
saklanmaktadır: “Allah’ın yol gösterdiği imparatorluğun donanması melun
kâfirlerin donanmasıyla çarpıştı ve Allah’ın iradesi onlardan yana tecelli
etti. Askeri bir raporda aranacak ayrıntılar biraz eksik olsa da raporun
içtenlikten yana eksiği yoktu. Osmanlı tarihlerinde İnebahtı Savaşı bozgun ve
ezici yenilgi anlamına gelen Türkçe bir sözcükle, hilafsız, “sıngın” [hezimet]
olarak bilinir.
Peki, İnebahtı ne kadar değişiklik
getirmiştir? Cevap “pek az” olsa gerek. Daha geniş ölçekte deniz gücü sorununa
bakacak olursak -çok daha büyük önem taşıyan, bölgedeki askeri güç sorunu şöyle
dursun-Osmanlılar için İnebahtı hemen telafi edilen küçük bir yenilgiden
fazlası değildi. Durum bir Osmanlı vakanüvisinin aktardığı söyleşide çok iyi
yansıtılıyor. Sultan II. Selim, donanmanın İnebahtı’da yok edilmesinden sonra
yeniden inşası için gereken maliyeti sorduğu Vezir-i âzam Sokollu Mehmed
Paşa’dan şu cevabı alır: “Bu devletin
kudreti ve zenginliği öyle büyüktür ki, eğer istersek bütün donanmanın
lengerlerini gümüşten, resenlerini ibrişimden, yelkenlerini atlastan
yaptırabiliriz.” Apaçık şiirsel bir abartmadır bu ama İnebahtı’nın gerçek
anlamını büyük ölçüde gerçeğe uygun olarak yansıtır: Batı için büyük bir silkiniş,
Doğu’daysa hafif bir ürperme. Büyük tehdit yerinde duruyordu. 17. yüzyılda
Budapeşte ve Belgrad hâlâ Türk paşaların yönetimindeydi. Kuzey Afrika
korsanları İngiltere ve İrlanda ve hatta 1627 yılında İzlanda kıyılarına kadar
baskınlar düzenliyor, dönüşlerinde ganimet olarak Cezayir pazarlarında
satılacak esirler getiriyorlardı.
16. yüzyıl sonlarında ve 17.
yüzyıl başlarında İran bir kez daha çekişmede önemli bir etmene dönüştü.
“Büyük” unvanıyla tanınan Şah I. Abbas, birçok yönden soyunun en başarılı
hükümdarıydı. 1598 yılında Orta Asya’da Özbekler’e karşı kazandığı zaferle
başkentine dönerken, başında Sir Anthony ve Sir Robert Sherley adlarında iki
İngiliz kardeşin bulunduğu Avrupalı bir grup kendisiyle temas kurdu. Abbas,
muhtemelen onların teklifi üzerine Papa’ya, Kutsal Roma İmparatoru’na ve
içinde İngiltere Kraliçesi ve Venedik Dükü de bulunan çeşitli Avrupa krallarına
ve hükümdarlarına dostluk mektupları yolladı. Bu mektuplar pek sonuç vermedi.
Sherley Kardeşler’in ve başka Avrupalılar’ın yardımlarıyla silahlı kuvvetlerin
yeniden düzenlenip donatılması daha önemliydi. 1602-1612 ve sonra 1616-1627
yıllarında Osmanlılar’la İran arasında savaş vardı. İranlılar bir dizi başarı
kazandı. İlgileri Doğu’daki bu mücadeleye yönelen Türkler, 1606 yılında
Avusturyalılar’la barış yapmak zorunda kaldı.
O yıl imzalanan Zitvatorok
Anlaşması birkaç nedenle dikkate değer. Önceki anlaşmaların tümü, başkentleri
İstanbul’da Türkler tarafından dikte ettirilmişti. Bu anlaşma, tarafsız
bölgede, Tuna Nehri’nde iki tarafın ortasında yer alan bir adada görüşüldü.
Belki daha da önemlisi, İmparator’un “padişah” olarak tanınmasıydı. O zamana
kadar Osmanlılar’ın olağan davranışı, Avrupa hükümdarlarına ya “bey” gibi
ikinci dereceden Osmanlı unvanlarıyla ya da daha yaygın olarak, kendi dilleri
döndüğünce Avrupa unvanlarıyla hitap etmekti. Böylelikle, örneğin, Osmanlılar
tarafından gönderilen mektuplarda Kraliçe Elizabeth’e “İngiltere Vilayeti’nin
Kıraliçesi” deniyor, İmparator’a ise “Viyana’nın kıralı” diye hitap ediliyordu.
Kral ve kraliçe, kuşkusuz Türkçe olmayan Avrupa kaynaklı sözcüklerdi ve
Osmanlılar tarafından Britanya lmparatorluğu’nun Hindistan’daki yerli
prenslerin yerel unvanlarını kullandığı gibi kullanılıyordu. İmparatora,
Osmanlı sultanlarının kendileri için kullandıkları “padişah” unvanıyla hitap
etmek, eşitliğin resmi olarak tanmmasıydı.
Müslümanlar kâfir Batı’yı
aşağılaya dururken, Batı’nın silah ve savaş becerilerinden bihaberdiler.
Haçlılar’ın Doğu Akdeniz’deki ilk başarıları, Müslüman kurmayları bir takım
alanlarda Batı’nın en azından silahlarının üstün olduğuna inandırdı, gerekli
çıkarım da çabucak yapılıp uygulandı. Batılı savaş esirleri istihkâm yapımında
işe koşuldu. Batılı paralı askerlere ve maceraperestlere iş verildi ve
yüzyıllar boyunca durmadan büyüyen bir silah ve savaş malzemeleri ticareti
başladı. Osmanlı Türkleri Güneydoğu
Avrupa’da ilerlerken bile, donanma ve ordularının büyük ihtiyaç duyduğu
teçhizatı her zaman Hıristiyan Avrupalı firmalardan satın alabiliyor, orduya
Avrupalı uzmanlar getirebiliyor ve hatta Hıristiyan Avrupalı bankerlerden mali
destek sağlayabiliyorlardı. Günümüzdeki “yapıcı işbirliğinin hayli uzun bir
tarihi vardır.
Ne var ki, Müslüman ordular
anavatanlarında muzaffer olmaya devam ettikleri sürece, bütün bunların Müslümanların
algılama ve tutumları üzerinde etkisi olmadı ya da çok az oldu. Sultanlar para
karşılığında savaş teçhizatı ve askeri uzmanlık aldılar ve bunda ticari bir
işlemden öteye geçen bir yan görmediler. Özellikle Türkler tabanca ve top gibi
Avrupa icatlarını benimsediler ve bu silahları elde ettikleri barbar kâfirler
hakkında besledikleri düşünceleri değiştirmeksizin, etkili bir biçimde
kullandılar.
Bazı aykırı sesler vardı. Daha 16.
yüzyılda, emekli bir Osmanlı vezir-i âzâmı Müslüman orduları karada üstünken,
kâfirlerin denizde gitgide güçlenmekte olduklarını gözlemledi: “Biz âna gâlib
gereküz.” Çağrısı çok az ilgi gördü. 17. yüzyılın başlarında bir başka Osmanlı
devlet görevlisi, Asya sularında dolaşan Portekiz, Alman ve İngiliz ticaret
gemilerinin endişe verici varlığına işaret etti ve buradan gelebilecek muhtemel
bir tehlikeye karşı uyarıda bulundu.
Tehlike gerçekti ve büyüyordu. 15.
yüzyılın sonunda Portekizli denizci Vasco da Gama Afrika’yı dolaşıp Hint
Okyanusu’na doğru yelken açmakla, Avrupa ve Asya arasında yeni bir deniz yolunu
kullanıma sokuyordu. Bunun Ortadoğu için önce ticari, daha sonra da stratejik
açıdan uzun vadeli sonuçları oldu. Daha 1502’de Avrupa’da Doğu baharat ticaretinden
en çok yarar sağlayan Venedik Cumhuriyeti, Mısır sultanının dikkatini bu deniz
yolunun ticaretleri açısından oluşturduğu tehlikeye çekmek için Kahire’ye özel
bir elçi gönderdi, ilk başta sultan pek oralı olmadıysa da gümrük gelirlerinin
ansızın düşmesi, ilgisini bu yeni sorun üzerinde yoğunlaştırdı. Gene de Doğu
sularında Mısırlılar’ın Portekiz’e karşı giriştikleri deniz seferleri
başarısızdı ve kuşkusuz Mısır sultanlığının 1516-1517 yıllarındaki yenilgisinde
ve egemen olduğu bütün bölgelerin Osmanlı topraklarına katılmasında bunun payı
vardı.
Şimdiyse Osmanlılar bu görevi
devralmışlardı ama çok daha başarılı da değillerdi. Afrika Boynuzu’nda ve
Kızıldeniz’de Portekizliler’e karşı koyma çabaları, en iyimser yorumla kesin
sonuç alamadı. Osmanlılar’ın bu gelişmeler karşısındaki ilgisizliğinin en
önemli göstergesi Sumatra’daki Açe Sultanlığından gelen bir yardım isteğine
verdikleri cevaptır. 1563 yılında Müslüman Açe sultanı Portekizliler’e karşı
yardım rica etmek üzere İstanbul’a bir elçi gönderdi ve bölgedeki kimi
gayrimüslim hükümdarların Osmanlılar yardımlarına gelirse Müslüman olmayı
kararlaştırdığını da teşvik kabilinden ekledi. Oysa Osmanlılar -Malta
kuşatması ve Macaristan’daki Zigetvar kuşatması ile Kanuni Sultan Süleyman’ın
ölümü gibi-daha acil sorunlarla meşguldüler. İki yıllık bir gecikmeden sonra
19 kalyon ile silah ve teçhizat taşıyan başka gemilerden oluşmuş bir donanmayı
kuşatma altındaki Açeler’e yardım etmek için topladılar.
Gelgelelim, gemilerin çoğu oraya
hiç gitmedi. Büyük bir bölümü daha acil olan Yemen’deki Osmanlı otoritesinin yeniden
sağlama ve yayma göreviyle rotadan ayrıldı ve Açeler’e biraz silah ve diğer
savaş teçhizatı ile top döküm ustaları, topçu ve mühendisleri taşıyan topu
topu iki gemi gerçekten ulaştı, yerel hükümdarın hizmetine verilerek onun
Portekizliler’i püskürtmeye yönelik başarısız çabalarında kullanıldı. Olay o
sıralar dikkat çekmemişe benziyor, ancak Türk arşivlerindeki belgeler sayesinde
biliniyor. İster tasarlanmış, ister ihmalden kaynaklanmış olsun, Osmanlılar
Doğu denizlerindeki Portekiz deniz gücüne karşı meydan okumamış oldukları için
muhtemelen şanslıydı. Akdeniz tarzı kadırgalardan oluşan donanmalarının Atlas
Okyanusu için yapılmış, dolayısıyla daha büyük, daha ağır, daha donanımlı ve
hareket kabiliyeti daha geniş olan Portekiz karaka ve kalyonları karşısında pek
şansı yoktu.
Avrupa ve Asya arasında yeni
açılan bu okyanus yolunun Ortadoğu transit ticaretine etkisi, vaktiyle düşünüldüğünden
daha az oldu. 16. yüzyıl boyunca güney ve güneydoğu Asya ile Akdeniz Avrupa’sı
arasında baharat ve diğer malların Ortadoğu üzerinden transit ticareti
gelişmeye devam etti. Ancak 17. yüzyılda yeni ve -Ortadoğu için-çok daha
tehlikeli bir durum belirdi. Bu tarihten itibaren Asya’daki Portekizliler,
Hollandalılar ve diğer Avrupalılar artık orada yalnızca tüccar olarak
bulunmuyordu. Zamanla sömürge haline gelen üsler kuruyorlardı. Güçleri denizden
limanlara hatta daha da içerilere yayıldıkça, Asya’daki yeni Avrupa
imparatorlukları, Doğu-Batı ticaretinin hem kalkış hem de varış noktalarını
denetim altında tutarak Ortadoğu’yu fiilen çepeçevre sardılar.
Tehlike, Güney Asya’daki Batı
Avrupa yayılmacılığından ibaret değildi. Kuzey Asya’da bir de Rus yayılması
vardı. Müslüman hükümdarlar orada da dönemin en büyük Müslüman gücü olan
Osmanlı İmparatorluğu’ndan yardım umuyordu. Bir ölçüde karşılık buldular. 1568
yılında Osmanlılar Akdeniz’den Kızıldeniz’e Süveyş kıstağı üzerinden bir kanal
açma planı yaptılar, ertesi yıl da Don ve Volga ırmakları arasında gerçekten
bir kanal açmaya başladılar. Amaçları açıkça deniz kuvvetlerini bir yanda
Kızıldeniz’e ve Hint Okyanusu’na, öbür yanda Karadeniz ve Hazar Denizi’ne olmak
üzere Akdeniz’in ötesine taşımaktı. Ama iki girişim de, Osmanlılar için,
anlaşılan, boşluk doldurma kabilindendi ve sarpa sarınca yarıda bırakıldılar.
16. yüzyılın sonuna doğru Osmanlılar iki cephede de -Kuzey ve Orta Asya’da
Ruslar, Güney ve Güneydoğu Asya’da Batı Avrupalılar karşısında-aktif olarak
yer almaktan çıktı. Bunun yerine dikkatlerini dünyanın aydınlatılması -ve
egemenlikleri altına alınması-yarışındaki rakip dinler olan İslam ve
Hıristiyanlık arasındaki asıl savaş alanı olarak gördükleri, bunda da pek
haksız olmadıkları, Avrupa’daki mücadelede yoğunlaştırdılar.
Batı’nın savaş alanındaki ve uzak
denizlerdeki başarıları, daha az yankı bulan ama daha kapsamlı ve önünde
sonunda daha tehlikeli olacak pazar zaferlerinin eşliğindeydi. Yeni Dünya’nın
keşfi ve sömürüsü, Hıristiyan Avrupa’ya ilk kez yüklü bir altın ve gümüş
mevcudu kazandırdı. Bu yeni sömürgelerin verimli toprakları, yeni ürünler
yetiştirmelerine, hatta daha önce Ortadoğu’dan alınan kahve ve şeker gibi ürünleri
eskiden ithal ettikleri ülkelere ihraç etmelerine olanak verdi. Avrupalıların
Güney ve Güneydoğu Asya’daki varlığının büyümesi bu süreci hızlandırdı ve
genişletti. Eskiden beri varolan el sanatları Asya’nın ucuz işgücü ve
Avrupa’nın ticari becerilerinin ikili meydan okumasıyla karşılaştı. Girişimci
zihniyetli hükümetinin desteğini alan Batılı ticaret şirketi, Ortadoğu’da yeni
bir gücü temsil ediyordu. Bu noktada da kaygı belirten bir sesin yükseldiği
oluyor ama pek kulak asılmıyordu.
Ama bu gelişmeler ve bunlara gerek
iç gerek dış işlerde eşlik eden değişimler eski sorunları ağırlaştırdı, kapsamı
büyüyen, karmaşıklığı artan yeni sorunlar -para, maliye, finans sorunları ve
nihayet ekonomik, toplumsal ve kültürel sorunlar-getirdi.
16. yüzyılın büyük bölümünde
askeri güç dengesinde önemli bir değişiklik olmadı. Yüzyılın hemen hemen
ortasına kadar Osmanlılar içerdeki ve doğu sınırlarındaki sorunlarla
uğraşırlarken Avrupa da, Otuz Yıl Savaşları ve sonuçlarına boğulmuştu. 1645
yılında Venedik Cumhuriyeti’yle Osmanlılar arasında savaş başladı ve önceleri
Türkler için çok kötü gitti. 1656 yılında Boğazlar’ı birkaç yıldır abluka
altında tutan Venedikliler donanmalarını Çanakkale Boğazı’na gönderip bir
deniz zaferi bile kazandılar.
Aynı yıl, Arnavut bir paşa olan
Köprülü Mehmed vezir-i âzâmlığa atandı. İş başında olduğu 1656-1661 ve oğlu ve
halefi Köprülü Ahmed’in görev yaptığı 1661-1678 yıllarında Osmanlı Devleti
dikkate değer bir dönüşüme uğradı. Bu beceri sahibi, enerjik ve ödün vermez
yöneticiler imparatorluğun silahlı kuvvetlerini elden geçirmesini, mâliyesine
istikrar kazandırmasını ve yeniden Hıristiyan Avrupa’da mücadeleye girişmesini
bildiler. Yoğun uğraş alanlarından biri Polonya ve Ukrayna’ydı. Osmanlılar’ın
Rusya’yla ilk çatışması da buradaydı. 1681 yılında yapılan Radzin anlaşmasıyla
Türkler Ukrayna üzerindeki iddialarından vazgeçtiler ve Kazaklar’a Karadeniz’de
ticaret yapma hakkını vermeye razı oldular. Yeni ve daha tehlikeli bir düşmanın
ortaya çıkışma ve uzun, zorlu ve sert bir mücadelenin başlangıcına alamet olan
bir uğursuzluk habercisiydi bu gelişme.
Bu arada yeni bir vezir-i âzam
atanmıştı. Kara Mustafa Paşa Köprülü Mehmed Paşa’nın kayınbiraderiydi ve
Köprülü vezir hanedanının şanını yeniden yüceltmeyi görev biliyordu. 1682’de
Avusturya’ya yeni bir savaş açtı. Savaş, 17 Temmuz-12 Eylül 1683’teki II.
Viyana Kuşatması’yla doruğuna ulaştı. Şehri ele geçirmeye yönelik bu ikinci
başarısız girişim en iyi anlatımını dönemin vakanüvisi Silahdar’ın sözlerinde
buluyor: “Osmanlı devletinin ortaya çıkışından beri benzeri
görülmemiş, feci bir bozgundu bu.” Osmanlılar’ın hoş olmayan gerçekleri karşılayışındaki samimiyete
hayranlık duyulmalı.
Viyana bozgununu bir dizi başka
yenilgi izledi. 1686 yılında Budin’in kaybedilmesiyle Macaristan’daki bir
buçuk yüzyıllık Osmanlı yönetimi sona erdi. Olay, zamanın Türkçe
mersiyelerinden birinde şöyle anılıyor:
Çeşmelerde abdest alınmaz
oldu
Camilerde namaz kılınmaz oldu
Mamur olan yerler hep harap oldu
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i
Camilerde namaz kılınmaz oldu
Mamur olan yerler hep harap oldu
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i
Osmanlılar’ın Viyana’dan geri
çekilmesi yeni fırsatlar doğurdu. 1684 yılının Mart ayında Avusturya, Venedik,
Polonya, Toskana ve Malta, Papa’nın da kutsamasıyla Osmanlılar’a karşı
çarpışmak için bir Kutsal ittifak kurdular. Rusya bu girişimde Katolik güçlere
katıldı. “Büyük” unvanıyla anılan Çar Petro yönetiminde Osmanlılar’a karşı savaştılar
ve büyük başarılar kazandılar. 6 Ağustos 1696 tarihinde Büyük Petro Azak
kalesini zaptetti: Karadeniz kıyısındaki ilk Rus müstahkem mevkii oldu Azak.
Bu sırada artık Türkler barışı
konuşmaya hazırdı. Barış süreci, eşliğinde -anlamlı biçimde-İstanbul
Rumlarından olan Baştercümanı Aleksandr Mavrokordato bulunan yeni Osmanlı
vezir-i âzâmı ile Avusturya Şansölyesi arasında gizli müzakerelerle başladı.
1698 yılının Ekim’inde diplomatlar Avusturyalılar tarafından Türkler’den yeni
alınmış olan Voyvodina’daki Karlofça şehrinde bir araya geldiler. Nihayet 26
Ocak 1699 tarihinde Britanya ve Felemenk’in de aracılığıyla Karlofça’da Osmanlı
imparatorluğu ile Kutsal İttifak arasında bir barış anlaşması imzalandı. Kısa
bir süre sonra da Ruslar’la yapılan ayrı bir anlaşmayla Azak’ın Ruslar’a
bırakılması onaylandı.
Osmanlılar ciddi toprak
kayıplarına uğramıştı. Aynı zamanda dış dünyayla uğraşırken kullandıkları eski
kavram ve yöntemleri de terk etmek ve yeni bir diplomasi, müzakere ve
arabuluculuk bilimi öğrenmek zorunda kaldılar. Ne savaş topyekûn bir yenilgi ne
de anlaşma tam bir teslimiyetti. 18. yüzyılın başında biraz toparlanmayı bile
başardılar. Gene de askeri bilanço su götürmüyordu: Viyana kapısında bozgun,
yok edici bir can, erzak ve malzeme kaybı ve kuşkusuz toprak bırakma. Alınacak
ders açıktı ve Türkler bunu öğrenip uygulamak üzere işe koyuldular.
Sh:11-30
*************
Sonuçta, 20. yüzyıl boyunca
Ortadoğu’da ve aslında bütün İslam ülkelerinde işlerin gerçekten de fena halde
ters gitmiş olduğu fazlasıyla ortaya çıktı. İslam dünyası, bin yıllık rakibi
Hıristiyanlığa oranla yoksul, güçsüz, bilgisiz düşmüştü. 19. ve 20. yüzyıllar
boyunca, Batı’nın üstünlüğü ve dolayısıyla egemenliği herkesin görebileceği
kadar açıktı ve Müslümanlar’ın kamusal ve -daha acısı-özel hayatlarının bile
her yönünü kapladı.
Modernleşmeciler -ister reform
ister devrim yolunu seçsinler-çabalarını üç temel alanda yoğunlaştırdı:
Askeri, ekonomik ve siyasal. Elde edilen sonuçlar, en hafif deyişle hayal
kırıklığı uyandırıyordu. Güne uydurulmuş ordularla zafer peşinde koşmanın
sonucu, bir dizi onur kırıcı bozgun oldu. Kalkınarak refaha ulaşma arzusu,
bazı ülkelerde tekrar tekrar dış yardıma muhtaç kalan yoksullaşmış ve yozlaşmış
ekonomiler, bazılarındaysa tek bir kaynağa -fosil yakıtlara-sağlıksız bir bağımlılık
sonucunu verdi. Bu yakıtlar bile Batı’nın becerisi ve sanayii ile bulunup
çıkarılıyor ve kullanıma sunuluyordu. Önünde sonunda tükenmeleri ya da
günlerinin dolması da kaçınılmazdı: Kullanıldığı ya da taşındığı her yerde toprağı,
denizi, havayı kirleten ve dünya ekonomisini bir kaprisli zorbalar kliğinin
insafına terk eden bir yakıt, uluslararası topluluğu usandırdığına göre
herhalde günleri dolacaktı. En kötüsü de siyasi sonuç: Uzun özgürlük arayışı geriye geleneksel otokrasilerden yeni tip
diktatörlüklere uzanan, olsa olsa baskı ve beyin yıkama aygıtları bakımından
çağdaş olan bir sıra köhne tiranlık bıraktı.
Birçok çareye başvuruldu -silah ve
fabrika, okul ve parlamento-ama hiçbiri istenen sonucu vermedi. Şurada burada
biraz yatışma sağladılar, nüfusun sınırlı kesimlerine biraz yarar bile
getirdiler. Ancak İslam ve Batı dünyaları arasında derinleşen dengesizliği
düzeltmeye hatta durdurmaya yetmediler.
Daha kötüsü de oldu. Yüzyıllar
süren zenginlik ve kudretten sonra kendini güçsüz ve yoksul hissetmek, kendi
hakları olarak gördükleri öncülüğü kaptırmak ve Batı’nın izleyicisi rolüne
düşürülmek Müslümanlar için yeterince kötüydü. 20. yüzyıl, özellikle ikinci
yarısı daha büyük utanç vesileleri getirdi. Artık izleyiciler arasında bile ön
sıralarda yer almayıp özellikle Doğu Asya’da uzayaduran hırslı ve daha başarılı
Batılılaşmacılar kuyruğunun gitgide daha gerilerinde kaldıklarının farkına
vardılar. Japonya’nın yükselişi
yüreklendirici olmuştu ama bir o kadar da utandırıcıydı. Asya’nın öteki yeni
ekonomik güçlerinin daha sonraki yükselişleri yalnızca utanç getirdi. Eski uygarlıkların gururlu
mirasçıları, kendi müteahhit ve ustalarının belli ki yapamadıkları görevleri
yerine getirmek için Batılı firmalara iş vermeye alışmıştı. Bu sefer aynı
işleri görsünler diye -Japonya’nın sömürge yönetiminden daha yeni çıkmış
olan-Kore’den müteahhit ve usta çağırırken buluverdiler kendilerini. Arkadan
gelmek zaten kötüdür, gerideyken topallamak çok daha kötü. Bir zamanların
güçlü uygarlığı, modem dünyada anlamı olan bütün ölçütlerle -ekonomik gelişme
ve istihdam yaratma, okur yazarlık ve eğitimde, bilimde başarı, siyasi özgürlük
ve insan haklarına saygı-gerçekten de geriye düşmüştür.
“Bunu bize kim yaptı?” diye sormak, tabii ki işler kötü
gittiğinde insanların yaygın olarak gösterdiği bir tepkidir. Ortadoğu’da da
geçmişte ve günümüzde bu soruyu soranlar gerçekten çoktur. Birkaç farklı cevap
bulmuşlardır. İnsanın talihsizliklerinden ötürü başkalarını suçlaması
genellikle daha kolay ve hep daha tatmin edicidir. Uzun bir süre, Moğollar en
revaçtaki kötü kişilerdi, İslam iktidarının ve uygarlığının yıkımından ve bunu
sonucu olarak görülen İslam dünyasındaki zayıflık ve duraklamadan ötürü de 13.
yüzyıldaki Moğol akınları suçlandı. Ancak bir süre sonra tarihçiler, Müslüman
olanlar da, olmayanlar da, bu akıl yürütmenin iki zayıf noktasına işaret
ettiler. İlki, özellikle İran’da, Müslümanlar’ın en büyük kültürel
başarılarından bazılarının, Moğol akınlarından sonra -önce değil-ortaya çıkmasıydı.
İkincisi, kabullenmesi daha zor ama bununla birlikte inkâr edilmez olanı,
Moğollar’ın zaten ölümcül bir biçimde zayıflamış bir imparatorluğu yıkmış
olmalarıydı. Yoksa, halifelerin bir zamanlar ki kudretli imparatorluğunun Doğu
Asya steplerini aşıp gelen bir göçebe atlı sürüsüne nasıl boyun eğdiğini
açıklamak doğrusu zordur.
Kendisi Avrupa’dan ithal edilmiş
bir ürün olan milliyetçiliğin yükselişi, yeni algılamalara da yol açtı. Araplar, sorunlarının suçunu
yüzyıllardır egemenlikleri altında yaşadıkları Türkler’e yükleyebilecekti. Türkler, kendi uygarlıklarının duraklamasından, yaratıcı
enerjilerini hapsedip durağanlaştıran Arap geçmişinin ölü ağırlığını sorumlu
tutabilecekti. İranlılar eski zafer dolu günlerinin geçmesinden ötürü, fark gözetmeksizin
Araplar’ı, Türkler’i, Moğollar’ı suçlayabilecekti.
19. ve 20. yüzyılda Arap
dünyasının büyük bir bölümündeki Fransız ve İngiliz egemenliği dönemi, yeni ve
daha makul bir günah keçisi yarattı: Batı Emperyalizmi. Ortadoğu’da, böyle bir
suçlama için geçerli nedenler vardı. Batı’nın siyasi egemenliği, ekonomik
nüfuzu ve -çok daha uzun, derin ve hepsinden daha sinsi-kültürel etkisi
bölgenin çehresini değiştirmiş ve buradaki insanların hayatlarını, yüzlerini
yeni yönlere çevirerek, yeni umutlar ve korkular uyandırarak, kültürel
geçmişlerinde gene eşi, örneği olmayan yeni tehlikeler, yeni beklentiler
yaratarak dönüşüme uğratmıştır.
Ancak Anglo-Fransız ara dönemi
görece kısaydı ve yarım yüzyıl önce sona erdi. Kötüye gidiş onların
gelmesinden uzun bir süre önce başlayıp, gitmelerinden sonra da kesintisiz
devam etti. İngilizler’in ve Fransızlar’ın kötü adam rolü, Batı öncülüğünün
öteki yüzleriyle birlikte kaçınılmaz olarak Birleşik Devletler’ce üstlenildi.
Suçu Amerika’ya devretmek epeyce destek görmüşse de, benzer nedenlerle
inandırıcılıktan uzak kalıyor. Anglo-Fransız yönetimi ve Amerikan nüfuzu,
Moğol akınları gibi, Ortadoğu devlet ve toplumlarının iç zayıflıklarının nedeni
değil sonucuydu. Bölgenin içinden ve dışından kimi gözlemciler eski İngiliz
topraklarının İmparatorluk’tan ayrıldıktan sonraki gelişimleri arasındaki
-örneğin, Singapur ve Hong Kong gibi yerlerle Ortadoğu’daki Aden arasında ya da
bir zamanlar Hint yarımadasında Britanya İmparatorluğu’nun parçası olan ülkeler
arasındaki-farklılıklara işaret etmiştir.
Bu tartışmaya Avrupa’nın başka
bir katkısı da antisemitizm ve ters giden her şeyden ötürü “Yahudiler’i
suçlamaktır. Geleneksel
İslam toplumlarında Yahudiler azınlık konumunun olağan kısıtlamalarını ve
arada sırada beliren tehlikelerini yaşıyordu. En önemli açılardan, 17. ve 18.
yüzyılda Batı hoşgörüsünün yükselişi ve yayılmasına kadar, İslam yönetimi
altında Yahudiler’in durumu Hıristiyan yönetimi altındakilere oranla daha
iyiydi.
İslam geleneği içinde Yahudiler’e
yönelik düşmanca kalıp yargılar yer bulmuşsa, bunlar, nadir istisnalar dışında,
kuşkucu ve saplantılı değil, küçümseyici ve dışlayıcı olma eğilimindeydi. Bu eğilim 1948 olaylarının -beş Arap
devleti ve bu devletlerin ordularının, Filistin’deki Britanya mandasının yıkıntıları
üzerinde yarım milyon Yahudi’nin devlet kurmasını engelleyememesi büsbütün
sarsıcı olmasına yol açtı. O sırada kimi yazarların saptadığı gibi,
Batı’nın büyük emperyal güçleri tarafından yenilmek yeterince kötüydü, aynı
akıbete, dudak bükülecek bir Yahudi çetesi elinden uğramaksa dayanılmaz bir
aşağılanmaydı. Antisemitizm ve onun düzenbaz,
kötücül bir yaratık olarak çizdiği, Şeytan’la bir tutulmuş Yahudi imgesi,
soruna yatıştırıcı bir karşılık veriyordu.
Ortadoğu’daki ilk özgül
antisemitik ifadeler Hıristiyan azınlık arasında ortaya çıktı. Bunlar
genellikle Avrupalı kökenlerine dayandırılabilir. Etkileri sınırlı kalmıştır
ve Müslümanlar’ın yorumları, Fransa’da bir Yahudi subayın haksız yere suçlanıp
düşmanlık güden bir mahkemece mahkûm edildiği Dreyfus davası sırasındaki gibi,
genelde zulm eden Hıristiyanlar karşısında zulmedilen Yahudiler’den yana
olmuştur. Ne var ki, zehir yayılmaya devam etti ve 1933’ten başlayarak Nazi
Almanyası ve çeşitli organları Arap dünyasında Avrupa tarzı antisemitizmi
geliştirmek ve yaymak üzere uyumlulaştırılmış ve bütününde çarpıcı derecede
başarılı çalışmalar yürüttü. Filistin mücadelesi antisemitik tarih yorumunun
kabulünü büyük ölçüde kolaylaştırarak kimilerinin Ortadoğu’da ve aslında
dünyadaki bütün kötülükleri gizli Yahudi komplolarına bağlamasına yol açtı. Bu
yorum eğitim, yığınsal iletişim araçları ve hatta eğlence alanı da içinde
olmak üzere, bölgede kamusal söylemin büyük bölümüne yayılmıştır.
Yahudi bileşeni konusunda
düşlemden çok gerçeğe dayanan bir başka görüş daha öğretici olabilir. Modern
İsrail devleti ve toplumu, Hıristiyan ve İslam âlemlerinden yani bir taraftan
Avrupa ile Güney ve Kuzey Amerika’dan, diğer taraftan Ortadoğu ve Kuzey
Afrika’dan gelen Yahudiler’ce kuruldu. Musevilik ya da daha geniş olarak Yahudilik
en kapsamlı anlamıyla bir dindir: Bir inanç ve tapınma sistemi, ahlak ve yaşam
tarzı ve bir sosyokültürel değerler ve alışkanlıklar bütünü. Ancak görece
yakın zamanlara kadar Yahudiler’in siyasi bir rolü olmamıştır. Son zamanlarda
bile bu rolleri birkaç ülkeyle sınırlıdır. Dolayısıyla da özgül bir Yahudi siyaset
ve toplum kültürü ya da geleneği yoktur. Eskil çağların anıları bunu
sağlayamayacak kadar uzak, yakın dönemlerin yaşantıları ise bunun için çok
kısadır. Eski Yahudi krallığının yıkılması ile modern Yahudi cumhuriyetinin
kurulması arasındaki süre boyunca Yahudiler, içinde yaşadıkları, kendilerinden
sayıca daha kalabalık olan toplumun bir parçası -denebilir ki bir alt
kültürü-idi. Cemaat örgütlenmeleri ve gelenekleri de ister istemez o toplumların
yapılarını ve geleneklerini yansıtıyordu. Son on dört yüzyıl boyunca
Yahudiler’in büyük çoğunluğu hayatını Hıristiyan ve İslam âlemlerinde
sürdürmüş, birçok açıdan da her iki uygarlığın birer bileşeni olmuşlardır.
İsrail’i yaratan Yahudiler geldikleri ülkelerin siyasi ve toplumsal
ölçütlerini, değerlerini, alışkanlık ve tutumlarını kaçınılmaz olarak
yanlarında getirdiler. Bir tarafta Yahudi-Hıristiyan olarak
adlandıra-geldiğimiz gelenek, öbür tarafta bir o kadar geçerli sebeplerle
Yahudi-Müslüman olarak adlandırabileceğimiz gelenek.
Günümüzün İsrail’inde bu iki
gelenek karşılaşmakta ve artan bir sıklıkla çarpışmaktadır. Bu iki gelenek
arasındaki çatışma değişik biçimlerde dile geliyor: Cemaat, din, etnik kimlik,
hatta parti politikası olarak. Ancak bu karşılaşmaların birçoğunda gördüğümüz,
Hıristiyanlık ve İslamiyet arasında bir çarpışmadır. Hıristiyan ve İslam
âlemlerinin eski Yahudi azınlıkları, gariptir, parçası oldukları her iki
uygarlığın güçlü ve zayıf taraflarını bir münyatürdeki gibi yansıtarak temsil
etmektedir bu çarpışmayı. Paylaşılan bir dini, vatandaşlığı ve ortak bir
sadakat odağı olan tek bir küçük devlette bu iki geleneğin çatışması, birlikte
var olması ya da birleşimi aydınlatıcı olmalı. İsrail için bu belki de bir ölüm
dirim meselesidir, çünkü kendisine var olma hakkı bile tanımayan komşularca
çevrelenmiş, insan sayısı ve silah bakımından aşılmış olan devletin varlığını
koruması, büyük ölçüde Batı kaynaklı olan nitel gücüne bağlı olabilir.
Zaman zaman başvurulan bir akıl yürütme, Doğu ile Batı arasındaki
ilişkinin değişmesinin Ortadoğu’nun çöküşünden değil Batı’nın yükselişinden
-keşifler, bilimsel gelişme, Batı’yı dönüşüme uğratan, zenginliğini ve gücünü
büyük ölçüde artıran teknolojik, sınai ve siyasi devrimlerden-ileri geldiğidir.
Ancak bu karşılaştırmalar, soruları cevaplamıyor, yalnızca yeniden deyimliyor.
Amerika kâşifleri denize neden İspanya’dan açıldı da, daha eski çağlarda
gerçekten de bu tür yolculuklara girişilmiş olan Atlas Okyanusu kıyısındaki bir
İslam limanından açılmadı?
Büyük bilim atılımı neden mantıken beklenebileceği gibi daha zengin,
daha gelişmiş ve birçok açıdan daha aydınlanmış olan İslam âleminde değil de
Avrupa’da gerçekleşti ?
Suçlu
bulmacanın daha derinlikli bir biçimi, hedeflerini toplumun dışından çok içinde
bulur. Bu hedeflerden biri din, kimilerine göre özellikle İslamiyet’tir. Ama
başlı başına İslamiyet’i suçlamak genellikle tehlikelidir ve bu suçlamaya pek
de girişilmez. O kadar inandırıcı da değildir. Ortaçağ’ın büyük bölümünde uygarlık ve gelişmenin ana
merkezi olan, ne Doğu’nun eski kültürleri ne de Batı’nın yeni kültürleriydi,
ikisinin ortasındaki İslam dünyasıydı. Eski bilimler orada yeniden
canlandırılıp geliştirilmiş, yeni bilimler orada kurulmuştu. Yeni sanayiler
orada doğmuş, imalat ve ticaret daha önce görülmemiş bir düzeyde orada
yayılmıştı. Devletlerin ve toplumların, zulme uğrayan Yahudiler’i, hatta aykırı
Hıristiyanlar’ı, Hıristiyan dünyasından kaçıp İslam dünyasına sığınmaya
yöneltecek bir düşünce ve ifade özgürlüğü düzeyine ulaştığı yer gene orasıydı. Ortaçağ İslam Dünyası gelişmiş demokrasilerin modem
idealleriyle ve hatta modem pratikleriyle karşılaştırıldığında yalnızca
sınırlı bir özgürlük, öncellerinden, çağdaşlarından ve ardıllarının
birçoğundansa çok daha fazla özgürlük sağlıyordu.
Şu saptama sıklıkla yapılmıştır: Eğer İslamiyet özgürlüğe, bilime, ekonomik gelişmeye
engelse, geçmişte İslam toplumu her üç alanda da nasıl öncü oldu? Hem de
Müslümanlar inançlarının kaynaklarına ve doğuşuna zamanca bugünkünden daha yakın
oldukları halde? Kimileri soruyu gerçekten farklı bir biçimde sormuştur:
“İslamiyet Müslümanlar’a ne yaptı?” değil de, “Müslümanlar İslamiyet’e ne
yaptı?” biçiminde. Sonra da, belli hocaları, belli öğretileri, belli toplulukları
suçlayarak cevaplamışlardır.
Bugünlerde İslamcı ya da köktendinci olarak
bilinenlere göre çağdaş İslam ülkelerinin başarısızlıkları ve eksiklikleri
yabancı düşünce ve uygulamaları benimsemiş olmaları yüzünden başlarına
gelmiştir. Asıl İslam’dan uzaklaşmış, böylelikle de eski büyüklüklerini
kaybetmişlerdir. Modernleşmeci ya da ıslahatçı olarak tanınanlar karşıt görüşü
benimsiyor ve kaybın nedenini eski usullerin terk edilmesinde değil korunmasında,
özellikle de ulemanın sınırsız etkisinde ve katılığında görüyor. Onlara göre, bin yıl önce belki yaratıcı ve
ilerici olan, bugünse artık olmayan inanç ve uygulamaların süregitmesinden din
adamları sorumludur. Olağan taktikleri, başlı başına dini, hele İslam
dinini suçlamamak, eleştirilerini bağnazlığı hedef alacak biçimde ayarlamaktır.
Bir zamanların büyük Islami bilim hareketinin ve daha genel olarak düşünce ve
ifade özgürlüğünün boğulmasını bağnazlığa, özellikle de bağnaz din büyüklerine
bağlarlar.
Bu acı verici asimetrinin
nedenlerini çeşitli etkenlerde arayanlar olmuştur: Yenidünyanın kaynaklarının Avrupa
tarafından keşfedilip sömürülmesiyle aynı zamanda değerli metallerin
tükenmesi, özellikle kırsal kesimde kardeş çocukları arasındaki evliliklerin
yaygınlığı, ağaçları kabuksuz bırakıp otları köklerinden kopararak vaktiyle
verimli olan toprakları çöle çeviren keçilerin zararları. Başkaları modernlik
öncesi Ortadoğu’da tekerlekli araçların kullanılmayışına işaret ediyor. Bu
durum farklı biçimlerde, iyi gitmeyen şeylerin kâh nedeni kâh belirtisi olarak
yorumlanmıştır. Antikitede bilinen tekerlek Ortaçağ’da seyrekleşti. Avrupa
nüfuzu ya da yönetimi altında yeniden hayata sokuluncaya değin de seyrek
kaldı. Ortadoğu’daki Batılı gezginler tekerleğin yokluğunu, Batı’daki
Ortadoğulu gezginler de tekerleğin varlığını saptıyordu.
Bu da bir anlamda daha büyük bir
sorunun belirtisiydi. At arabası büyüktür ve bir çiftçi için görece
maliyetlidir. Gizlenmesi zor, kamu adına el konulması kolaydır. Hukukun da,
törenin de yerel otoritelerin güçlerini bile sınırlamadığı bir zamanda, görünen
ve taşınır varlıklar kötü yatırımlardı. Aynı yağmacı otorite -ya da
komşu-korkusu geleneksel ev ve mahallelerin yapısında da gözlenebilir: Yüksek,
penceresiz duvarlar, dar sokaklarda yer alan neredeyse gizli girişler, zenginliğin
herhangi bir görünür belirtisinden özenle kaçınılması. Şu kadarı açık: Modern
zamanlarda kaldırım taşlarıyla bezenmiş yolların ve tekerlekli araçların
ortaya çıkışı daha büyük sorunların ağırlığını azaltmış değil.
Bir zamanlar tutkuyla desteklenen
çözümlerden kimileri ıskartaya çıkarılmıştır. 20. yüzyıla damgasını vuran iki
akım, sosyalizm ve milliyetçilikti, ikisi de gözden düştü, ilki başarısızlığa
uğrayarak, İkincisiyse başarısı sonucunda yararsızlığının açığa çıkmasıyla.
Bağımsızlık anlamında yorumlanan özgürlük, bütün öteki nimetleri getirebilecek
büyük tılsım olarak görülüyordu. Günümüzde Müslümanlar’ın ezici çoğunluğu,
sorunlarına hiçbir çözüm bulamayan bağımsız devletlerde yaşamakta. Her iki
ideolojinin gayrimeşru çocuğu olan nasyonal sosyalizm, Nazi faşizmi tarzı
diktatörlük yönetimi ve beyin yıkamayı elden bırakmayan (birini geniş ve
kapsamlı güvenlik aygıtıyla, öbürünü bütün gücü elinde tutan tek bir partiyle)
birkaç devlette hâlâ yaşıyor. Bu rejimler de hayatta kalmak dışında her sınavda
başarısız olmuş, vaad edilen nimetlerden hiçbirini de getirmemişlerdir. Bir
farklılıkları varsa, o da altyapılarının başkalarınınkilerden çok daha
eskimiş, silahlı kuvvetlerinin öncelilkle terör ve baskı uygulamak üzere
tasarlanmış olmasıdır.
Günümüzde soruya verilen iki cevap
bölgede yaygın destek buluyor. Her birinin yanlışın nerede yattığı konusunda
kendi tanısı ve ona uygun düşen sağaltım reçetesi var. Bir tanesi, bütün
kötülükleri İslam’ın kutsal mirasının terk edilmesine bağlayarak gerçek ya da
hayal edilen geçmişe dönmeyi savunuyor. İran Devrimi’nin ya da öteki İslam
ülkelerindeki köktenci denen hareket ve rejimlerinin yoludur bu. Öteki yol ise
en iyi Kemal Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde ete kemiğe
büründürülen laik demokrasidir.
Bu arada suçlu -Türkler,
Moğollar, emperyalistler, Yahudiler, Amerikalılar-bulmaca sürüyor, şiddetinin
azaldığı yönünde de pek belirti yok. Bu oyun, Ortadoğu’nun büyük bir
bölümüne egemen olan hem baskıcı hem de iş göremeyen yönetimler için yararlı,
doğrusu temel bir amaca hizmet ediyor. Hafifletemedikleri yoksulluğu
açıklamaya, şiddetlendirdikleri tiranlığı haklı göstermeye. Bu yolla mutsuz
uyruklarının yükselen öfkesini başka, dış hedeflere yöneltmeye çalışıyorlar.
Ancak gitgide daha çok
Ortadoğulu arasında bu yaklaşımın yerini daha özeleştiri yüklü bir yaklaşım
alıyor. “Bunu bize kim
yaptı?” sorusu yalnızca nevrozlu düşlemlere ve komplo kuramlarına
vardırmıştır. Öteki soru,
“Biz nerede hata yaptık?” sorusuysa doğal olarak ikinci bir soruya da
yol açmıştır: “Nasıl
düzeltebiliriz?” Geleceğe dönük en güzel umutlar bu soruda ve bulunan
çeşitli yanıtlarda yatıyor.
Ortadoğu
halkları bugünkü yollarında giderlerse, intihar bombacısı bütün bölgenin
eğretilemesi olup çıkabilir ve aşağıya doğru ilerleyen, önünde sonunda yeni
bir yabancı egemenliğine -belki eski usullerine dönen yeni bir Avrupa’nın,
belki dirilen bir Rusya’nın, belki de Doğudaki yeni, yayılmakta olan bir süper
gücün egemenliğine-varacak bir kin ve nefret, hınç ve kendine acıma, yoksulluk
ve baskı sarmalından kurtuluş olmaz. Yok, yakınmayı ve kurban rolünü bırakıp
ayrılıklarını çözer, yeteneklerini, enerjilerini ve kaynaklarını ortak bir
yaratıcı uğraşta birleştirirlerse, Ortadoğu’yu antikitede [antik - eskicag
] ve Ortaçağ’da
olduğu gibi modern çağlarda da bir kez daha büyük bir uygarlık merkezine
dönüştürebilirler. Seçmek şimdilik kendi ellerinde.
Sh:203-214
Kaynak: Bernand Lewis, Hata
Neredeydi?,'What Went Wrong? -2001/ İngilizce aslından çevirenler: Harun Özgür
Turgan-Serpil Bilbaşar, Oğlak Yayınları Birinci baskı: 2004, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar