KENDİNE HÂKİM OLMAK
Kendine hakim olma çabası —insan-öncesi atalarımızın insanlaşmasından beri
süregelen bir çaba— öyle bir başarıya ulaştı ki İnsan artık dengeyi değiştirdi.
İnsan artık insan-dışı Doğa’nın insafında değil, onu yenmiş durumda,
dolayısıyla insan-dışı Doğa ile ilişkisi artık din alanının dışındadır. İnsan,
simgesel dini âyinlerle insandışı Doğanın düzenini sürdürmeye çalışacak yerde,
teknoloji yoluyla onu sömürebiliyor ve hattâ doğal düzene müdahale de
edebiliyor. İnsan-dışı Doğaüstüne mistik tahminler yürüteceğine, bilimsel bir
şekilde onu keşfediyor.
Son iki yüzyıldır İnsanın insan-dışı Doğa‘yı yenmesi büyük bir hızla
gerçekleşti; cansız Doğa'nın, insanların ve evcil hayvanların kas gücünden çok
daha kudretli güçleri birbiri ardından İnsanın hizmetine koşuldu. Ama, İnsan,
insan-dışı Doğa'ya karşı belirleyici zaferini daha İ.Ö. dördüncü binyılda,
Aşağı Fırat-Dicle havzasının ve Aşağı Nil havzasının sularını düzenlemeyi ve
böylece eskiden insana düşman olan cangıl parçalarını üretken sulanmış
topraklara çevirmeyi başardığı zaman kazanmıştı. [2] Örgütlenmiş ortak insan
eyleminin ilk dramatik zaferi buydu ve bu coşturucu yaşantı yüzünden İnsan,
insan-dışı Doğa nın gücü yerine kendi ortak gücünü, en üstün tapınma nesnesi
olarak koydu. Sümerlerin, daha sonra da Helenlerin şehir-devletlerinde, bir
zamanlar insan-dışı Doğa güçlerini temsil eden tanrılar bundan sonra Ur ya da
Eridu veya İsparta ya da Atina yurttaşlarının ortak gücünü de temsil etmeye
başladı. Firavunlar Mısırının Birleşik Krallık döneminde Mısır Uygarlığı
üyelerinin ortak gücü biraz daha kaba ve basit bir biçimde tanrılaşmıştı. Firavunun çifte tacını giyen kişi resmen tanrı oluyordu.
Tapındığı nesneyi böylece değiştiren insan gurura ve felâkete düştü, çünkü
gurur alçak gönüllülüğü ezer ve insani işlerin yürütülmesinde onsuz edilmez
bir kılavuz ve emniyet supabı olan görüşü karartır. Dolayısıyla, ilk uygarlıkların doğuşundan beri insanın kendi ortak gücüne
tapınması onu bir felâketten öbürüne sürüklemiştir. Bu
ortak kendine-tapınma
biçimi hâlâ da İnsanlığın büyük çoğunluğunun başlıca dinidir; aslında. İnsanın ortak gücü şimdi daha büyük olduğu için, buna tapınması da
eskisinden daha aşın bir dozdadır. Bizim kuşakta eskiden düşünülemeyecek çapta
ve dehşette felâketleri başımıza sarmamız şaşılacak bir şey değildir.
Aslında insan yaradılışı Doğa’nın bir parçasıdır, ayrıca anlayış ve
denetimimizin asgariye indiği bir alandır; oysa bu, doğru bir anlayış ve etkili
bir denetimin en fazla gerekli olduğu bir alandır, çünkü insan yaradılışı bizim
insani dünyamızda dizginlediğimiz cansız doğa güçlerinin hepsinden daha
kudretli bir güçtür. İnsan iradeleri olarak aklileştirilmiş insan tutkularında
kendini dile getiren insan yaradılışı, bu evcilleştirilmiş cansız güçlerin
nasıl kullanılacağına karar verir. İnsan, insan-dışı Doğayı zaptetmekte ne
kadar ileri giderse gitsin, kendi insan yaradılışının egemen aslında, yaşamanın
bir başka adıdır, dolayısıyla kendine dönüklüğü yenebilmek bir zorlama
gerektirir. Ama insan bu zorlamayı başarıya ulaştırdığı ölçüde öbür insanlarla
doyurucu toplumsal ilişkilere girebilir. Ve insan toplum dışı olamaz. Ancak bir
toplumsal hayvan olarak varolabilir ve aşılmamış, kemikleşmiş kendine dönüklük
de, toplumsallıkları, toplumsal böcek türlerinde olduğu gibi, içten gelmeyen
yaşayan varlıkların toplumsal türüne gerekli olan toplumsallığa düşmandır.
İnsan hayatında kendine dönüklük toplumun her üyesinin içsel manevi
hayatında egemenlik altına alınabildiği oranda toplumsal felâketelere yol
açması önlenir. "Acı çekmek öğrenmenin
anahtarıdır'',[3] ardarda uygarlıkları yıkan, kendine dönüklükten ileri gelme yaraları
seyretmek, ileri dinlerin kurucularının gözünü açtı. Kurtuluşun toplumsal
ilişkiler alanında değil, kişinin içsel manevi hayatı alanında aranması
gerektiğini ve bu alanda selâmetin ancak kendine egemen olmakla
kazanılabileceğini anladılar. Onun için bu peygamberler insanlara toplumun
üyeleri olarak değil, kişiler olarak hitap ettiler. Bir insanla nihai
manevi gerçeklik arasında doğru ilişkinin kurulmasının onsuz edilmez koşulu
olarak kendine egemen olmayı Öğütlemelerinin nedeni de budur.
İleri dinlerin en gencinin kurucusu olan Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem) dinine "teslim/İslâm" adını verdi; Hz. Muhammed' (sallallâhü aleyhi ve sellem)in inancına göre
nihai manevi gerçeklik olan insanüstü bir kişi olarak tasarlanmış tek Tanrı'ya
kendini teslim etmek anlamını taşıyordu bu. Arapça İslâm kelimesinin anlamı
teslimiyettir; Zerdüşt, Buddha, Hz. İsa da kendi dinlerini kendi dillerinde
aynı anlama gelen kelimeyle adlandırabilirlerdi. Bu dört peygamberin insanlara birey olarak hitap etmek, onları kendilerine
egemen olmaya, kendilerini teslim etmeye çağırışlarındaki ortaklık çok
çarpıcıdır, çünkü nihai gerçeklik kavramları bir hayli değişikti. Zerdüşt, Hz. İsa aleyhisselâm, Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem tanrıcı idiler; Buddha öyle değildi; ya
da, toplumunun atadan kalma tanrılarına inansa bile, önemlerine inanmıyordu.
Bu peygamberlerin getirdiği yeni görüş din alanının, insanın toplumsal
hayatının değil, içsel manevi hayatının alanı olmasıdır. Dinin insan yaradılışının içsel, yabancılaşmaz bir yetisi olduğunu kabul
ettiler, ama bu bir yenilik değildi. Atalarımız insan olalı beri, çoğu insanlar
bunu tartışılmaz bir gerçek saymışlardır. Yalnız, karşı çıkan da olduğu için,
bu varsayımı incelemek gerekir, örneğin, İ.Ö. son yüzyılda Romalı şair
Lucretius De Rerum Natura adlı şiirinde, İ.Ö. üçüncü ve dördüncü
yüzyıllarda yaşayan piri Grek filozofu Epikuros'un düşüncelerini açıklarken bu
konuyu da ele alır. İ.S. onyedinci yüzyılının son onyıllarında dinin insan
yaradılışının içsel, yabancılaştırılamaz bir yetisi olduğu inancı yeniden
tartışılmıştı. Buna ilkin az sayıda Batılı katıldı; sonradan, Batı fikirleri
Balı sınırlarının ötelerine yayıldıkça, Batılı olmayan uygarlıklardan hâlâ
yaşayanlarının üyeleri de bu tartışmaya katıldılar.
Lucretius un meydan okumasının modern Batı da canlanmasının nedeni. Batılı
Hıristiyanların rakip mezhepleri arasında çıkan "Din Savaşları'
nın yarattığı düşmanlık ve vahşete duyulan tepkiydi. Daha onyedinci yüzyıl
sona ermeden. Lucrctiusun din üzerine yargısı çağdaş Batılıların kulaklarına
doğru gelmeye başlamıştı. Tantum religio poltuit suadere motorum [4]
Ne Lucretius, ne de modem çağda onu izleyenler, çoğu insanların şimdiye
kadar bir dine sahip olduklarını sanmalarını inkâr etmemişlerdir. Hattâ, çoğu
insanın sahip olduğunu sandığı dine gerçekten sahip olduğunu kabul etmişlerdir.
Şüphecilerin inkâr ettikleri, dinin kökünden koparılamayacak bir şey
olmasıdır. Onlar, kendi hayatlarında dini attıklarını söylüyorlar. Şu halde
onların vaptıklarını başkaları da yapabilir; din bırakılmalıdır. Modern çağda
dine karşı çıkanlar ileri dinlerin kurucularının tezlerine meydan
okumuşlardır. Dinin, psikenin içsel bir yetisi olduğunu kabul etmemişlerdir.
Onlara göre din insanın kendini dile getirme yollarından biri, hem de
olgunlaşmamış bir tanesidir. Haklı olarak, dinin insanın kendi bilgisizliğinin
ve zayıflığının bilincinde oluşunu dile getirdiği teşhisini koyuyor, böylece
de, haksız olarak, uygarlık ilerledikçe dinin ortadan kalkmasını istiyorlar.
Onlara göre dinin gerilemesi, bu ilerlemenin indeksidir. İnsanlık çocukluğunda
bir dayanak olarak dine ihtiyaç duymuş olabilir. Ama, artık erginleştiğine göre
bu dayanağı bir kenara bırakmalıdır. Bu tezler görünüşte doğru, ama onların da
çürütülmesi mümkün.
Birinci tez dini inanç ve pratiklerin ve aynı şekilde ahlâki yasaların
aslında belirli bir zaman ve mekânın âdet ve alışkanlıkları olduğu,
dolayısıyla, din bir ahlâki yasayı takviye ediyorsa, böylelikle dinin yalnızca
faydacı bir işlevi bulunduğudur. Buna göre din aklen kabul edilemez, ama yağın
toplumsal davranış biçimleri açısından pratik olarak etkili bir şeydir.
Din, öncelikle toplumsal bir olaydır Kiliseleri kuranlar sağlam bireysel
inançları olan öğreticiler olabilir, ama bu öğreticiler kurdukları Kiliseleri
pek fazla etkileyemezler, oysa Kiliselerin içinde yeşerdikleri topluluklara
büyük etkileri olur. [5]
Ne var ki bu görüş, dini dinin değişebilir toplumsal ortamıyla özdeşlediği
ve dinin her insanın hayatındaki kalıcı ve onsuz edilmez rolünü görmezden
geldiği oranda doğrudur. Bir inanç yapısının, bir kilisenin, ruhani bir
hiyerarşinin, ya da toplumsal ahlâkın dünyevi toplumla dolaysız bir ilişkisi
olacağı su götürmez bir gerçektir. Tarih de, dinin kurumsal yanının her ¿aman
günün toplumsal ve politik yapısını dile getirdiği ve takviye ettiği yolundaki
maddeci tezi doğruluyor.
Hıristiyanlığın başına gelen en büyük felâket belki de Konstantin'in
Hıristiyan olması ve ondan sonra gelen Sezarların Tanrı işine. Tanrı'nın evinin
de Sezar’ın işine karışmasıydı. Bu değişimin yanısıra bir başka değişim
de Kilisenin, Isa adına eziyete uğrayan bir kurum olmaktan
çıkıp İsa adına eziyet eden bir kurum haline
gelmesiydi. [6]
İnsan kendi bireyselliğiyle toplumsallığı arasındaki gerilimi çözemediği
sürece bu kurumlaşma ve onu izleyen dünyevileşme felâketinin kaçınılmaz
olduğuna değinmiştik.' [7] Dinin toplumsal eleştirisi kendi temelleri
açısından haklıdır. Ama aynı akıl yürütmeyi kişisel manevi yaşantı ve çaba alanına
da uygulamaya kalkıştığında hedefi ıskalar. Dinin özü aşkın manevi gerçekliğin
kişisel olarak yaşanması ve bu, yaşanmış gerçeklikle kişisel uyum arayışıdır.
Yer ve zaman, raslansallığıı dinin bu özünü her çeşitten dışsal özelliklerle
giydirebilir, o kadar ki bazan dinin özünü dışındaki öteberiden ayırmak
neredeyse imkânsız hale gelir; ama kişisel aşkınlık inancı —nihai manevi bir
gerçekliğe inanmak- toplumsal eleştirinin silâh deposundan çıkarılmış
silâhlarla yapılamaz
Dine karşı çıkanların ikinci tezi İnsanlığın bilgisizliği ve zayıflığının
geçici bir olgunlaşmamıştık belirtisi oldukları, uygarlık incelik güçlendikçe
bu belirtilerin yok olduğudur. Ama bu ilerleme sadece İnsanlığın insan-dışı
Doğa ile ilişkilerinde gerçekleşmiştir; insan-dışı Doğayı Doğa'nın bütünüyle
özdeşlemek ise kaba bir düşüncedir; hattâ budalaca bir düşünce olduğu
söylenebilir. Doğa insan yaradılışını da İçerir ve İnsanın Doğa da fethetmesi
gereken en zorlu ve i en inatçı taraf zaten budur. İleri dinlerin kurucuları
bu doğruyu çok eskiden görmüşlerdi. İnsanın insan-dışı Doğa yı
teknolojisiyle fethetmesi, ona daha öldürücü silâhlar ve daha fazla kir saçan
aletler kazandırması nedeniyle, İnsanı kendisi için daha da ölümcül bir
tehlike haline getirmiştir. Atomik silâhların icadı ve kullanımından ve "barış için atom" kullanılmaya başlanmasından beri artık bunu görmek için kâhin olmaya gerek
yok. Herkes görebiliyor.
Böylece tarih —çağdaş tarih de dahil olmak üzere insanlığın bilgisizlik ve
zayıflığının geçici belirtiler olmadığını gösteriyor; insan hayatının kalıcı
gereği. İnsan hem bir E hayvan, hem de
bunun ötesinde bir şeydir: hem bir toplumsal hayvan, hem de vicdanı olan bir
kişidir; bilgisi ve biraz gücü vardır ama, bilgisi de, gücü de sınırlıdır ve
kendisi ' de bunun bilincindedir. Ayrıca onun için korkunç bir düşüncedir; Oysa
yeniden doğacağına inansa, hayat onun için Sürekli ve zorlu bir gerçeklik
haline gelir. İnsanın derdi, başlangıçta ne idiyse gene odur. Atom Çağında da
bunun, İsrail ve Yahudiye peygamberleri, Zerdüşt ve Buddha'nın gördüğü şeyden
bir farkı yoktur. Olgunluk, olgunlaşmamışlık, ya da çocukluk" ve
"erginlik" kavramlarını, İnsanlık [ gibi bir yaşayan yaratıklar
türüne ya da bir uygarlığın olduğu gibi, bir topluma uygulanması yanıltıcı olur. Çünkü yanlış bir
analojidir bu; çünkü yaşlanmak ve olgunlaşmak organizmalara
özgü yaşantılardır, oysa ne bir tür, ne de bir toplum, bir organizma olamaz. Bir tür, bir organizmalar takımıdır; bir toplum ise bir ilişkiler
örgüsü.[8]
Bu iddialardan hiçbirinin, dinin insan yaradılışının gerçekten içsel ve
yabancılaşmaz bir yetisi olduğu tezini çürütemediği sonucuna varabiliriz; hattâ
kendilerinin dine inanmadıklarını, hem de inanarak ileri sürenlerin, aslında
bilmeden bir dine inandıklarını da söyleyebiliriz, örneğin, Lucretius, görünür
şekilde dindar bir insandı. İnsanları
dinden kurtarmak için gösterdiği misyonerce çaba, ileri dinleri
kuranları esinlendiren, insanları dinle kurtarma çabasıyla
karşılaştırılabilir. [New Age usulü]
Ancak, dinin insan yaradılışından kazınamayacak kalıcı bir gerçeklik olduğu
ya da dinin hedefinin erişilebilir bir hedef olduğu sonucu çıkmaz. Belki de
bizim aklımızın dışında anlaşılabilir ya da anlamlı bir şey yoktur, belki
bizim gücümüzün ötesinde, aramızda bir uyum sağlayabileceğimiz nihai manevi
bir gerçeklik de yoktur. Aklımızın ötesinde bir şeyin gerçekliğine inanmak,
doğrulanamaz bir iman eyleminden başka bir şey olmayabilir. Aklımızın sınırları
içerisinde bazı "aşkınlık işaretleri" [9] görebiliyor muyuz, fenomenlerin ötesinde nihai manevi bir gerçekliğin
varlığını ileri süren doğrulanamaz hipotezi destekleyen belirtiler var mı?
Bu belirtilerden biri en iyi olumsuz bir şekilde anlatılabilir. İnsanın
Evrendeki en yüksek manevi varlık olduğu söylense bu iddiayı çok saçma
bulurduk. Kendimiz manen kusurlu olduğumuz halde, kendi en yüksek gösteri
düzeyimizin çok üstünde manevi standartlarımız var. Kendisine tekabül edecek
bir gerçeklik olmayan bir ideal herhalde tasavvur olunamaz. Bu insan-üstü
yüceliğe sahip bir manevi gerçekliğin varolduğunun işareti sayılamaz mı? Bir
işaret olsa da, tabii kesin bir işaret değildir. Bir ispat değildir, olamaz da.
İnsan-üstü manevi gerçekliğin varlığının olumlu işareti insan zihninin
doğru ile yanlış arasında seçme yapabilmesi ve insan vicdanının taraf tutma
zorunluğunu duymasıdır: doğru olduğuna inandığı şeyi yapmaya çalışması; her durumda
yanlışa karşı doğruyu savunmasıdır. Gerek seçme yapma, gerekse taraf tutma
zorunluğunun evrensel olduğu görülüyor. Yanlış olduğuna inandığımız şeyi de yapabiliyoruz,
ama yanlış olduğuna inandığımız şeyin doğru olduğuna inanamıyoruz. 'İyiliğim kötülük olsun" [10] sözlerini söyleyebiliyoruz da,
pratikte ahlâki değerlerimizi ters çeviremiyoruz. Bize göre iyi olan şey iyi,
bize göre kötü olan da kötüdür, tersine çevrilemez. Tabii aslında neyin iyi ya
da kötü olduğu konusunda, dünyada ne kadar değişik insan veya toplum varsa bir
o kadar da değişik yargı vardır. Bu belirli yargılar bazan birbirlerine taban
tabana karşıt da olabilirler; ama belirli durumlarda yargıları böylece birbirlerinin
karşıtı olan insanlar iki temel ilke konusunda aynı fikirdedirler: doğruyla yanlış
arasında seçme yapmak ve taraf tutmak zorunluğu.
Doğru ve yanlış, iyi ve kötü kavramları ancak mantıken birbirlerine görecedirler; aslında eşit değildirler; çünkü
vicdanımız tarafsız kalmamızı yasaklar, iyiyle kötü, doğruyla yanlış arasında
seçme yapmak, taraf tutmak zorunluluğu insanın yapısında vardır, dolayısıyla
Evrenin yapısında da vardır. Bu belirti doğrulanabilse (şüphesiz ki
doğrulanamaz), bu da doğru olanın mutlaka kazanacağı demek değildir. Ama, her
bilinçli varlığın —insan, insan-üstü ya da insan-altı) ahlâki bir seçme
yapabildiği oranda doğrudan yana hareket etmek zorunda olduğunu ve sonuç ne
olursa olsun, varlığını bu sonuca bağladığını gösterir.
Bundan, bir insanın vicdanında olduğu gibi, Evrenin içinde. Ötesinde ve
ardında da iyiliği yapan manevi bir güç olduğunu ima eder. Bu güç her şeye
kadir olmayabilir, hattâ iyilik yapıyorsa gerçekten her şeye kadir olmamalıdır,
çünkü biz insanların kendimizi içinde bulunduğumuz dünya iyiyle kötünün bir
karışımıdır ve hem iyi, hem de her şeye kadir bir Yaradan dünyayı böyle
yapmazdı. Lucretius bu noktayı kuvvetle belirtmiştir. [11]
Nihai manevi gerçekliği insan-biçimli (antropomorfik) olarak canlandırır,
iyi olduğunu da tahmin edersek, onu Yahweh'e benzetemeyiz, çünkü o iyi ya da
kötü bütün nesnelerin her şeye kadir, dolayısıyla da her şeyden sorumlu
yaratıcısıdır; bizim Tanrımız Marcion'un ' yabancı tanrı"sı olmalı; yani,
yaratanın ya bilerek ya da daha iyisi elinden gelmediği için kötü yaptığı bir
dünyaya, sırf sevgisi yüzünden yardıma gelen bir tanrı. Ayrıca, bu duygudaş
tanrısal ziyaretçinin, kendi eseri olmayan ve iyiden yana olmayı söyleyen
evrensel ahlaki emir yüzünden ve sevgiden ötürü müdahale ettiği bu dünyayı
kurtarmayı başaracağı da hiç kesin değildir. Duygudaş "yabancı tanrı" belki de müdahalesinin bedelini çarmıha gerilerek ödeyecektir; onun için
çarmıha gerilmenin dirilişle sonuçlanması da muhtemel değildir. Kendini feda eden sevgi, kendi
dışında bir ödül beklemez. Sevgi, kendini feda ederken kendini ödüllendirmiş
olur.
Aklımızın
sınırları içinde olan bu sevgi, aklımızın sınırları ötesindeki bir sevginin
göstergesi de olabilir.
Ama
bizim bildiğimiz sevgi de tartışılmaz bir şey değildir; doğru ve yanlış gibi sevgi
de görece bir terimdir ve sevginin mantıki karşılığı nefret, doğru ve
iyinin karşılıktan yanlış ve kötü gibi bir soyutlama değildir, İnsan-üstü bir
manevi gerçeklik varsa, ve bu nihai gerçeklik sevgiden esinleniyorsa, şu halde bizim insani dünyamızda olduğu
gibi Evrende de sevgi durmadan nefreti yenmeye çalışmaktadır, ama bu daha
büyük manevi muharebe meydanında da, sevginin zaferi garantili değildir.
Sevgi bir istek, istekler de yaşayan varlıkları canlandıran duygulardır.
Tanrı sevgi ise, bu tanrının her şeye kadir olması zorunlu değildir, ama
zorunlu olarak canlı olmalı ve sevebildiğine göre, insana-benzer olmalıdır. Ama
gene de nihai manevi gerçekliğin insan biçimli olarak tasavvur edilmesi gerekmez. Budistler onu bir "yok olmuşluk" durumu gibi görüyorlar
ve burada yok olan şey, sevgi de dahil her çeşitten istek oluyor. Ama
Budistler de sevgiyi yadsımak pahasına manevi huzur kazanmaktan kaçınmışlardır.
Buddha başka duygulu varlıkların
duyduğu sevgi yüzünden kendi Nirvana'sına gitmeyi ertelemiş, Mahayana’ya göre,
Bodhisattvalar da aynı duygu yüzünden Buddha'nın yaptığını yapmışlardır.
Son sorumuza verdiğimiz cevap kesin olamadı. Dinin nesnesinin bir gerçeklik
ve dinin hedefinin erişilebilir bir hedef olduğunu kesinlikle bilemiyoruz,
öyleyse niçin insan bir bilince sahip oldu olalı bir dine de sahip olmuştur?
Ve din niçin insanın özünde varolan bir özelliktir?
Hem de insan soyu var kaldıkça İnsanlığın başlıca ilgi alanı olacak bir
özellik?
İnsanın değişmez gündeminde birinci sırayı belki de bir hiç olan bir
hedefin kovalanmasına vermesi akla uygun geliyor mu?
Bunun cevabı, belki de, bilgisizlik ve zayıflığın, insanlığın ebedi
dertleri olduğudur. "Kıvılcımlar nasıl yukarı uçarsa,
insan da sıkıntılara doğar.” [12] Bu durumda İnsan din olmadan
hayatta yolunu bulamaz; nihai manevi bir gerçekliğin varlığına inancı ve
kendisiyle onun arasında bir uyum sağlama çabası, doğrulanamaz bir imanın
sonuçları olsa bile.'
Üstelik, ileri dinlerin doğuşundan beri, İnsanın bitip tükenmez manevi
arayışı verimsiz de kalmamıştır. Aeskhilos'un "Acı çekmek, öğrenmenin anahtarıdır" sözünü pekiştirmiştir. İleri dinlerin doğuşuyla açılan insanlık tarihi çağında,
tekrarlanan dünyevi felâketler onları izleyen manevi ilerlemelere yol açmıştır.
Yahudilik tarihi İnsanın dünyevi ve manevi talihleri arasındaki bu karşıt
değişkenliği yansıtır. İsrail ve Yahudiye Krallıklarının yıkıldığı çağ,
Peygamberler çağı oldu. Yahudi topluluğunun önderlerinin Babil’e sürgüne
gönderilmesi sürgünde yeni bir kurumla, havrayla bağıntılı yeni bir Yahudiliğin
yaratılmasını sağladı; bu, yalnız Kudüs'deki tapınakta yerine getirilebilen
bir âyine bağlı olan eski Yahudi dininin yerini aldı. Tapınağın İ.S. ?0'de
yıkılması Yuhanna ben Zakkai'ye Yahudiliği bugün de muhafaza olunan biçime
sokma imkânını verdi.
İnsan hayatının dini ve dünyevi yanları arasındaki ilişkilerin bu biçimi,
misyon sahibi üç ileri dinin tarihlerinde görülür. Hıristiyanlık ve İslamiyet
çözülen Suriye ve Helen uygarlıklarının kalıntılarının karışımından doğan bir "kültür-bileşimi'
nin ürünleriydiler. Buddha kendisinin ve atalarının üyesi oldukları Hint
Uygarlığının bir sıkıntılar dönemine girmek üzere olduğu bir sırada kendi
aydınlığını buldu ve bu manevi keşfini çömezlerine iletti.
Uygarlıkların felâketlerinin tekrarlanan "kederli döngüsü” ileri dinleri
döngüsel değil, ilerleyen bir manevi hareket içine sokup götürmüştür. Uygarlık çarkı aşağı doğru dönerken din
arabası niçin ileri ve yukarı gitti diye soracak olursak, cevabı, dinin
manevi bir etkinlik olması doğrusunda buluruz. Çünkü manevi ilerleme
Aeskhilos’un yukarıda andığımız sözleriyle ilân ettiği yasaya göre yönetilir.
İbranîlere Mektup yazarı bunu şöyle anlatıyor: "Çünkü Rab sevdiğini azarlar ve
kabul ettiği her oğulu döver." [14]
sh:
376-380
Notlar
2— Bkz.
yukarıda, I. Bolüm, 5. parça, s. 48-52.
3—
Aeskhilos, "Agamemnon" 186-7, yukarıda, II. Bölüm, 13. parça, s.
109'da verilmişti.
4—
Lucretius, "De Rerum Natura" I, 101: "Dinin (insanların
yapmasına) yol açtığı kötülüklerin toplamı öylesine büyük ki!"
5—
Bertrand Russell, "Has Religion made Useful Contributıons to
Civilization": "Why I am not a Christian", Londra, Ailen and
Unwin, 1957, s. 18.
6— R.C.
Zaehner, "Concordant Discord", Oxford, Clarendon Press, 1970, s. 22.
7—
Yukarıda, 40. parça, s, 341'de.
8— Bkz.
yukarıda, IV. Bölüm, 20. parça, s. 155.
9— Söz
Peter Berger'in; Bkz. "A Rumour of
Angels", Ailen Lahe, 1970.
10—
John Milton, ’Taradise Lost" IV, d. 110.
11—
"De Rerum Natura", V, 195-227.
12—
Bkz. yukanda, V. Bölüm, 31. parça, s. 251-3.
13—
Eyüb v. 7.
14—
Bkz. yukarıda, V. Bölüm, 28. parça, s. 232-3.
15—
Ibr. XII. 6 .
Kaynak: Arnold TOYNBEE, Tarih Bilinci, (A STUDY OF HISTORY), hzl:
Jane Caplan, 1978, Bateş Yayınları, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar