Kitab'ül İbriz
Abdülaziz Debbağ- Kitab'ül İbriz
Cenâb-ı Hakk'ın Kelâmının bir takım özellikleri daha vardır
ki onlar vasıtasıyla daha iyi bilinmiş olur:
a) Allah Kelâmı
beşer gücünün üstünde ve ötesindedir. Sonradan meydana gelen her sözden
kesinlikle ayrılır. Çünkü İlâhî söz, Allah'ın her varlığı kapsayan ilmine, kaza
ve hükmüne uygunluk ve uyum içindedir. Allah'ın her şeyi kapsayan ilmi, her
şeye nüfuz edebilen kazası vardır. Sonradan olan varlıklarıma kapsayıcı
ilimleri, nüfuz edici kazaları yoktur. Sonradan olan varlık kendi ilmine -ki bu
ilim de sonradan olmadır ve âciz hükmüne uygunluk ve uyum içinde konuşabilir.
Bunun ötesinde ve üstünde bir yetkisi yoktur.
b) Allah
Kelâmında, başkasında bulunmayan bir nefes vardır.Çünkü söz, zatın ahvaline
uyar. Öncesiz olanın sözü çıkınca beraberinde İlâhî satvet, Rabbani izzet
de çıkar. Bu bakımdan İlâhî sözde va'd ile vaîd; müjde ile korkutmak birbirine
meczedilmiştir.
Cenâb-ı Hakk
izzet sarayından konuşur:Konuşur çünkü
mülk Onun mülküdür, ülkeler Onun ülkesidir, kullar Onun kuludur. Yeryüzü Onun
toprağıdır, gök O'nun göğüdür, yaratıklar O'nun yaratıklarıdır. Bütün bunlarda
onunla çekişen, sürtüşen, tartışan kimse olamaz. Kendisi kendi mülkünde
yeterlidir. Dilediği gibi konuşur, istediği gibi hükmeder.
Başkasının sözüne gelince, onda korku belirtisi vardır. Çünkü onu bir an için mukarriblerin en yücesi olarak
farzedelim, yine de içi Allah korkusuyla doludur. Ama Allah Teâlâ hiç kimseden
korkmaz, O yegâne güç sahibidir. Sözü de güçlü ve azizdir.
c) Öncesi
olmayan Kelâm, sonradan meydana gelen harflerden sıyrılıp sadece mânâları
kaldığında, görürsün ki o manâlar sair halk ile konuşur ve bu durumda geçmiş,
şimdiki zaman ve gelecek zaman arasında hiçbir fark kalmaz. Çünkü Allah
Kelâmının mânâsı öncesizdir, onda zaman tertibi diye bir şey yoktur, bölünme,
kısımlaşma da yoktur. O bir bütündür.
Suret ara yerden kalkınca, artık sonu olmayan mânâlarla
karşı karşıya kalır ki bu Kur'ân’ın bâtını (içyüzü) dır. Sûrete baktığında onu
iki kapak arasında toplanmış bulur. Bu ise Kur'ân’ın zahiri (dış görünüşü) dir.
Kuran okumayı kesip sustuğunda, öncesiz olan mânâları lâfızların gölgesinde
bekleştiğini görür. Basireti açık bulunan kimseye bunlar kapalı kalmaz;
nasıl ki duyabilen şeyler göz ve diğer organlarla görülüp hissediliyorsa...
d) Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin kendi sözüyle Allah sözü
arasında yapmış olduğu temyiz ölçüsü vardır. Allah Kelâmını yazmalarını
emrederken başkasının sözlerini yazmayı men'etmişti. Allah kelâmından gayrı
yazılanların silinmesini hatırlatmıştı. (Allah Kelâmı iyice bellendikten sonra
hadîslerin yazılmasına izin verilmişti). Sahabenin Peygamberden duyup da
yazdığı kudsî hadîsler de, Resûlüllah’ın sözlerinden sayılır, Allah Kelâmı
değildir. Nitekim bu hadîslerde yukarıda belirttiğimiz özellikler yoktur.
Ümmi Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri buna yakın başka
şeyler de anlattı, biz onun mübarek sözlerinden yararlanabildiklerimizi ve onun
birtakım işaretlerini tesbit edip nakletmeye çalıştık. Şeyhimizin Kur'ân’ın
özellikleri hakkında buyurduklarına yakın bir ifâdeyi Kaadı Ebûbekir
el-Bakıllânî, İntişar adlı eserinde kullanmış, Kur'ân’ın icazını anlatmaya kapı
açmıştır.
Sh: 124-126
— Şüphesiz ki
Süryanice dil, ruhların dilidir. Divan ehlinden olan velîler de bu dil ile
birbiriyle konuşurlar. [Rical-i Gayb erenleri bu dili konuşurlar.] Çünkü bu
dilin özelliği şudur: Az kelimeyle çok mânâ anlatmak.. Başka dillerde bu
mümkün değildir.
Bunun üzerine sordum:
— Efendim,
dedim, bu hususta Arapça, Süryanice'ye ulaşamaz mı?
Cevap verdi:
— Hayır,
Kur'ân-ı Azîz'den başka hiçbir dil ona bu özellikte ulaşamaz. Ancak
Süryanice'de olan mânâlar Arapça kelimelerle toplanıp bir araya getirilince
daha tatlı ve güzel oluyor. Allah daha iyisini bilir..
Yine Şeyhimden işittim, buyurdu ki:
— Diğer bütün
diller Süryanice'ye nisbetle çok kelimeyle ifâde edilir. Çünkü ondan başka olan
diller kelimelerden meydana gelir, hece harflerinden değil. Süryanice ise hece
harflerinden meydana gelir. Bu bakımdan her hece ayrı bir mânâ ifâde eder. Bir
hece ikinci bir heceyle birleştiğinde daha geniş mânâ ifâde eder, başlıca söz
meydana gelir. Böylece Süryanice'de hangi harf hangi mânâya konulmuştur,
bilinirse, o zaman Süryanice dilini anlamak kolaylaşır.
Bu dilde büyük bir ilim vardır ki Cenâb-ı Hak onu, insanlara
rahmet olsun diye gizlemiş, perde ardında tutmuştur. Tâ ki kendi zatlarında
bulunan karanlıkla birlikte bunun hikmetini bilmesinler ve helâka gitmesinler..
Cenâb-ı Hak'tan selâmet dileriz. Allah daha iyisini bilir..
Şeyhim Allah kendisinden razı olsun, yine bu dile temas
ederek buyurdu ki:
— Doğrusu Süryanice dil, su nasıl ağacın her tarafına
sirayet ederse, o da bütün dillere öylece sirayet etmiştir. Çünkü hece
harfleri her kelimede bütün dillerde ne kadar varsa, hepsi de Süryanice'de
açıklanmış ve her birine has mânâları konulmuştur. Nitekim bu hususa işaret
edilmişti.
Buna bir örnek verecek olursak, Ahmed ismini [احمد] gösterebiliriz: Bu Arapçada özel isim olarak kullanıldığında
onunla adlandırılan şahsa delâlet eder. Süryanice'de ise başındaki meftuh [a-e
sesi] olan hemze ayrı bir mânâya, sakin olan Hâ harfi başka bir
mânâya, meftuh olan Mim de ayrı bir mânâya, Dal harfi ötre
okunursa ayrı bir mânâya, meftuh olursa daha başka bir mânâya delâlet eder..
Muhammed [محمد] ismi de böyle:
Arapçada, kendisiyle adlandırılan şahsa delâlet eder. Süryanicede ise Mim bir
mânâya, Hâ başka bir mânâya, Mim (şeddeli olan) bir mânâya, sonundaki Dal da
ayrı bir mânâya delâlet eder. Bunun gibi Zeyd, Ömer, adam, kadın ve başka
kelimeler de böyle..
Süryanicede her hece harfi özel bir mânâya delâlet eder.
Diğer dillerin de kendine göre birtakım özellikleri vardır. Meselâ:
Baraklit/Faraklit kelimesi İbranicede, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellem Efendimizin özel ismidir. Süryanicede ise, başındaki Hemze bir mânâya,
sakin olan Lâm ayrı bir mânâya delâlet etmektedir.
Böylece diyebiliriz ki Süryanice bütün dillerin aslıdır.
Diğer diller ondan alınmadır. Yâni sonra onlarla bağlantılıdır. Bunun sebebi,
insan oğullarını kapsayan cehalettir. Çünkü Süryanicenin konulmasının dayanağı
ve onunla konuşmanın aslı, içinde cehalet bulunmayan saf ma'rifettir. O kadar
ki konuşanlar yanında henüz Süryaniceyi konuşmadan önce onun mânâları bilinmiş
oluyor.
Dinleyenin zihninde hazır olan mânâlara bir işaret kâfi
gelmektedir. Böylece bu dilde Allah dostları mânâlara hece harfleriyle işarette
bulunmak üzerinde görüş birliğine vardılar. Çünkü onların maksadı, daha çok
mânâlara dalmaktır, mânâlara delâlet eden kelimelere değil.
Eğer harfsiz ve kelimesiz mânâları kavramak ve anlamak
mümkün olsaydı, harf ve kelimeleri getirmeyeceklerdi. Bu bakımdan Süryanice ile
ancak büyük keşif sahipleri konuşabiliyor. Bunları bilen ve idrâk eden ölçüde
yaratılan ruhlarla, ma'rifet üzerine yaratılan melekler bu dil ile konuşurlar.
Onların bu dil ile konuştuğuna bakacak olsan, bir harf veya iki harf ile
işarette bulunduklarını görürsün; ya da bir iki kelimeyle buna kapı açtıklarını
ve sadece o kadarla yetindiklerine şâhid olursun. Halbuki başkaları o kadar
mânâları birkaç forma yazıyla ancak ifâde edebilirler.
İşte bu hususu anladığında, âdem oğullarını kapsayan
cehaleti de anlamış olursun.. Bu cehalettir ki harflerin mânâlarından alınıp
nakledilmesine, mühmel duruma getirilip birtakım mânâları anlatmak için bu
harflerin bir araya getirilmesine ve bunların toplamından kelime yapılmasına
sebep olmuştur. Böylece harflerin mânâlarını bilmeme sebebi zayedilmiş, esrarı
kaybedilmiş oluyor. Halbuki o harflerin esrarı başlıbaşına büyük bir ilimdir.
Bu bakımdan harflerin kelime haline sokulduğu dilde,
kelimeyi ele alıp harflerini açıklamak istediğinde, yâni o kelimeye
yerleştirilmeden önce Süryanicede ne gibi mânâlar taşıdığını tesbit ettiğinde,
çoğu zaman bir harfin delâlet ettiği mânânın yalnız başına o kelimenin
nakledildiği mânâya eşdeğerde bulunduğunu görürsün.Geriye
kalan diğer her harfin başka başka mânâlara delâlet ettiğini anlarsın., ki
bütün bu mânâları Süryaniceyi bilenler bilir. Başka dille konuşanlar ise
bilmez..
Hâit kelimesi,
Arapçada ev ve benzeri şeylerin çevresinde yapılan sur, ihata duvarı mânâsına
gelir. Süryanicede ise bu kelimenin başındaki Hâ hecesi, Arapçadaki mânânın
tamamına delâlet eder. Mâ kelimesi, Arapçada bilinen unsur (su) mânâsına gelir.
Süryanicede ise bunun sonundaki hemze bu mânâya delâlet eder.
Semâ kelimesi
Arapçada gök, boşluk mânâsına gelir. Süryanicede ise bunun başındaki Sin harfi
o mânânın tamamına delâlet eder. Bunun gibi birçok isimler üzerinde araştırma
yapan kimse bu ölçüde birtakım mânâlara rastlayabilir. Yâni kelimedeki bir
harfin asıl mânâyı ifâde ettiğini, geriye kalan harflerin lüzumsuz konulduğunu
anlar. Allah daha iyisini bilir..
Şeyhim Allah kendisinden razı olsun, buyurdu ki:
— Âdem aleyhisselâm Cennetten yeryüzüne indiğinde
karısıyla ye çocuklarıyla beraber Süryanice konuşurdu. Çünkü hepsi de İlâhî
uhde (yâni insanların yeryüzüne inmesi zamanına ve ruhların bu dil ile elestü
hitabına cevap vermesine) yakın bulunuyorlardı. Böylece onlar mânâları çok sade
ölçüde biliyorlardı. Bu bakımdan Süryanice dili Onun evlâdı arasında hiçbir
değişikliğe uğramadan aslı üzere kaldı. Bu hal İdris Peygamber ayrılıp
gidinceye kadar devam etti.
Ondan sonra insanlar bu dili kendi telâffuz ve anlayışlarına
göre değiştirdiler, her millet ve kabile kendine göre ondan bir dil türetti. Süryaniceden
ilk türetilen dil Hindçedir. Bu dil Süryaniceye en yakın olanıdır.
Adem aleyhisselâm Cennetten yeryüzüne inince bu dili
konuşmasının sebebi, Cennet ehlinin dilinin Süryanice olmasındandır. O,
Cennette iken bu dili konuşurdu.
Bu açıklama üzerine Şeyhime sordum:
— Efendim,
dedim, Kur an-ı Kerîm'de: «İnsanı yarattı, ona beyânı öğretti» âyetini
tefsir eden müfessirler bu konuda diyorlar ki: İnsandan
maksad, Âdem'dir aleyhisselâm. Beyân'dan maksad, yediyüz dil ile konuşmaktır.
Bunların en üstünü Kur an dilidir. Bu hususta ne buyurursunuz?
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) cevap verdi:
— Âdem
Peygambere dil konusunda yapılan ta'lim sahihtir, doğrudur. Bu ta'lim sebebiyle
o belirttiğim dilleri biliyordu. Peygamberler mertebesinin biraz altında olan
velîler de o dilleri biliyorlar. Ne var ki her velî bulunduğu ülkenin dilini
konuşur. Âdem aleyhisselâm ise ilk bulunduğu muhitin dilini konuştu, Cennet
ehlinin dili ki bu Süryanice idi. Allah daha iyisini bilir.
Müellif Ahmed bin Mübarek diyor ki:
«Şeyhimin bu cevabı son derece güzeldir. İbn Abbas
radıya'llâhu anh Hazretlerinden rivayet edilen hadîs bununla çatışmaz: «Arabi
üç şey için severim: Çünkü ben Arabım, Kur'ân Arapçadır ve Cennet ehlinin dili
Arapçadır..»
[Not: Bu hadisin tevilinde Arabı sevmekte zorlanabilirsiniz.
Ancak bu üç şeyden dolayı sevmeye çalışınız, denilmek istenmiştir. İhramcızâde İsmail Hakkı]
Bu hadîs üzerinde araştırma yapan el-Ukaylî,
bunun asilinin olmadığını isbat etmiş, İbn Cevzî bunu uydurma hadîsler arasında
saymıştır..»
Bu hadîsi Şeyhimden sordum:
— Efendim,
dedim, İbn Abbas'tan rivayet edilen bu hadîs hakkında ne buyurursunuz?
Cevap verdi:
— O hadîs
değildir, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz böyle bir şey
söylememiştir. (Allah daha iyisini bilir.)
[Not: Şeyhin bilgileri ümmi kaynaktan direk aldığı için
itibar edilmesi daha önemlidir. İhramcızâde İsmail Hakkı]
Şeyhimden işittim, buyurdu ki:
— Küçük
çocukların konuşma ve telâffuzlarına dikkat eden kimse onların Süryaniceden
bazı heceleri kullandıklarını görebilir. Bunun sebebine gelince, küçük yaşta
bir şeyler öğrenmek, taş üzerine yazılmış gibi olur.
Adem Peygamber de çocuklarına küçük yaşta Süryanice öğretir,
onlarla oturup meşgul olur, çeşitli yiyecek ve içecek maddelerinin isimlerini
onlara alıştırırdı. Böylece çocuklar bu dil üzerine doğup geliştiler, onlar da
kendi çocuklarına öğrettiler ve böyle devam edip gitti.
Zamanla Süryanicenin aslı değiştirildi, çeşitli diller
türeyerek birçok türlere ayrıldı, ama doğan çocukların ruhunda bu dilin
kalıntısı mevcuttur.
Bunun ayrı bir sırrı daha vardır ki: Çocuk süt emme
devresinde ruhu Mele-i A'lâ'ya bağlı bulunur. Çocuk bu devrede öyle rü'yalar
görür ki eğer büyük adam o rüyaları görse erir. Çünkü o devrede ruhun hükmünün
galebesi vardır. Zatın hükmünün galebesi ise büyük adam üzerinedir.
Az yukarıda da belirttidiği gibi ruhların dili Süryanicedir.
Çocuk nasıl geçen rüyalarda zatıyla bir şeyler görünce, hüküm ruhuna aitti.. Bu
bakımdan bazen Süryanice heceleri telâffuz eder de hüküm yine ruha ait olur.
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu ki:
— Allah'ın
isimlerinden biri olan Eğ, dikkat edecek olur sanız küçük çocuk bunu sık
sık telâffuz eder. Bu isim Süryanicede yücelik ve üstünlük anlamını taşır.
Ayrıca lütuf ve gönül yufkalığı mânâları da içinde vardır. Bu isim: Ya
Aliy!, Ya Refi'!, Ya Hennân!, Ya Lâtif! diyen kimsenin bu sözleri makamında
bulunuyordur.
Çocuk sütten kesilince kendisine fasulya, nohut ve benzeri
yemekleri verince: Bû.. Bû.. derler. Süryanicede Bû hecesi,
yenilen tatlı maddelerin genel ismidir. Bazen annesinin göğsüne de bu isim
verilir. Çocuğa tabiî ihtiyacını gidermeyi annesi öğretmek istediğinde Ayn
harfiyle (î), (ı) der. Bu hece Süryanicede kişinin tabiî ihtiyacını gidermek
anlamında kullanılır.
Daha küçük çocuk kendinden daha büyük olan çocuğa (Mu),
(Mu) hecesiyle adlandırılıp tanıtılır. Bu hece Süryanicede hacmi küçük,
değeri büyük olan kıymetli nesneler için kullanılır. Bu bakımdan İnsanü'l-Ayn
yukarıdaki heceyle adlandırılarak Mu-Mu-Ayn denilir. İzzetli, şerefli,
az ve o nisbette kıymetli şey demektir. Çocukların dilinde dolaşan diğer
Süryanice heceleri araştıracak olursak söz uzar.. (Allah daha iyisini bilir.)
Şeyhim devamla buyurdu ki:
— Şu anda (sene
1129, günlerden Terviye) Kuzey Afrika ehlinden hiçbir kimsenin Süryanice
konuştuğunu bilmiyorum.
Bunun üzerine sordum:
— Efendim,
Seyyid Mansur için ne dersiniz? (Seyyid Mansur hayatta değildi..)
— Evet, o zat
Süryanice konuşurdu. Seyyid Abdullah Bernâvî Hazretleri ise bu dili Mansur'dan
daha güzel konuşurdu.
Sordum:
— Efendim,
dedim, bu dili öğrenmenin yolu ve sebebi ne olabilir?
Cevap verdi:
— Divan ehliyle
sık sık buluşmak, onlarla oturup sohbette bulunmak buna sebep teşkil eder.
Çünkü Divan ehli sadece Süryanice konuşurlar, çünkü bu dilde az kelime ve
heceyle çok mânâ ifâde edilir. Nitekim yukarıda bu hususu belirtmiştik. Ancak
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz hazır olduğunda ona
karşı edep ve terbiyede kusur edilmesin, saygı ve ta'zim gösterilsin diye
Arapça konuşulur. Çünkü Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz
dünyada iken konuşma dili Arapça idi.
Bunun üzerine sordum:
— Efendim, ya
Seyyid Ömer Hevarî ile Seyyid Mulıammed Lehvac Hazretleri Süryanice bilirler
miydi?
Cevap verdi:
— Hayır,
bilmezlerdi.. (Allah daha iyisini bilir.)
Şeyhime (Allah kendisinden razı olsun) sordum:
— Efendim,
dedim, kabir suali Süryanice mi olacak, yoksa başka bir dille mi?
Hafız Süyûtî Hazretleri bir manzumesinde bu konuda şöyle
demiştir:
«İki gözün gördüğü garip şeylerden biri de.
Kabir sualinin Süryanice diliyle olmasıdır..»
Şârih bu iki mısra' üzerinde açıklama yaparken Şerh-i Sudur
Bi-Ahvali’l-mevtâ ve’l-Kubûr adlı eserinde Şeyhülislâm Alemü’d-Din Bülkunî
Hazretlerinin Fetevâ'smda şu cümlelere yer verildiğini naklediyor:
«Şüphesiz ki ölü, Münker Nekir’in sorularını Süryanice
cevaplandırır.»
Süyûtî bu konuda bir sened bilmediğini söyler.
Hafız Ibn Hacer Hazretlerinden bu husus sorulduğunda şu
cevabı vermiştir:
«Hadîsin zahirine bakılırsa kabir sualinin ve cevabının
Arapça olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber herkesin kendi diliyle cevap vermesi
de muhtemeldir. Tabu bu veçhelerden biri sayılır.»
Şeyhimiz (Allah kendisinden razı olsun) bu konuda buyurdu
ki:
— Evet, kabir
suali Süryanicedir. Çünkü bu, meleklerin dilidir. Aynı zamanda ruhlar da
Süryanice konuşur. Özellikle sual melekleri bu dille konuşup soru sorarlar.
Meleklerin sorusuna ise beden değil ruh cevap verir. Rûh ise Süryanice konuşur.
Diğer bütün ruhlar da böyledir. Çünkü rûh üzerinden zat perdesi kalkınca ilk
haline döner.
Kendisine büyük fetihte bulunulan bir velî de Süryanice
konuşur. Bunun için bir tahsil ve öğretime ihtiyaç yoktur, onun için. Çünkü
hüküm onun ruhuna mahsustur. Artık rûh zat perdesinden sıyrılınca tamamen ilk
haline dönmüş olur. O takdirde ise Süryanice cevap vermekte onun için hiçbir
güçlük düşünülemez.
Bunun üzerine Şeyhime dedim ki:
— Efendim, önce
Allah'tan, sonra da sizden, kabir sualinin keyfiyetini anlatmanızı diliyoruz.
Sual ve cevap nasıl olacak? Süryanice hangi heceler kullanılacak?
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) cevap verdi:
— Suale gelince,
iki melek Süryanice şöyle diyecekler: Merazhû.. Bunu Merazh da
okumak caizdir. Bu kelimenin mânâsını bilebilmek için, taşıdığı harf ve
hecelerin Süryanicede hangi anlamda kullanıldıklarına vâkıf olmak gerekir.
Baştaki (Mim) harfi, mükevvenatm tamamına delâlet eder.
Bütün mahlûkatı olduğu gibi mânâ kapsamına alır. İkinci harf olan (Ra),
mükevvenatta bulunan hayırlara delâlet eder. (Za) harfi ise, varlık
âleminde bulunan kötülük ve serlere delâlet eder. (Hâ) harfi ise,
âlemleri yaradan zat-ı mukaddese delâlet eder. O'ndan başka ilâh yoktur. Onu
tenzih ve tesbîh ederiz.
Bundan açıklandı ki: Birinci harf ile diğer kâinatlara
işaret edilmiştir. İkinci harf ile bütün hayırlara işaret edilmiştir ki varlık
âleminin efendisi Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin hayatı da buna
dahildir. Bunun gibi bütün peygamberlerin, meleklerin, semavî kitapların,
Cennetin, Levhve Kalem'in, göklerde, yerde, Arş'ta ve Arş’ın altında bulunan
bütün nurlar ile bunların üstünde bulunan bütün hayırlar da bunun kapsamına
girer. Üçüncü harf ile, serlerin hepsine işaret edilmiştir. Allah bizi korusun,
Cehennem, şer ve habis olan her zat şeytan gibi ve içinde
şer bulunan her şey buna dahildir. Dördüncü harf ile Allahü Teâlâ'ya işaret
edilmiştir;
Süryanice dilin özelliklerinden biri de, lâfızları
koymaksızın mânâlardan bir kısmını irâde etmekle yetinmektir. Bu. yemin için
olan (Vav), (Va) ve (Ta) harflerine, temenni için olan Hemze-i İstifhamiye ye
benzer. İstifham bu makamda mânâya delâlet eden bir harf olmaksızın sual
karinesiyle kasd edilmektedir. Bununla bütün mükevvenatı, peygamberleri,
melekleri, kitapları. Cenneti, bütün hayırları, şeytanları ve diğer bütün
serleri kabul etmiş oluyor. Bütün bunların yaradanı Allah mıdır, başkası mıdır?
sorusu bu ölçü ve anlamda oluyor.
Bu soruya cevap ise, ölü mü’min bir kul ise, Meradezir
diye cevap verir. Bu kelimenin birinci harfiyle mükevvenatın tamamına,
mahlûkatın tümüne işaret edilmiştir. İkinci harf ile, Efendimiz Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve sellemin nuruna ve ondan meydana gelip etrafa yayılan
bütün nurlara (meleklerin, peygamberlerin, resullerin, Levh ve Kalem'in,
Berzah’ın ve içinde nûı bulunan her şeyin nuruna) işaret edilmiştir.
Bu harfleri cevap teşkil eden kelimede böyle tefsir ederken,
sual teşkil eden kelimede ise başka türlü tefsir etmiştik; bunun sebebi şudur:
Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin ümmetinden olan ölü, cevap
vermekte ve bu cevabıyla Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemimin
mesleğinde, O'nun düzeyinde bulunmayı, O'nun bayrağı altında olmayı ister. İşte
belirttiğimiz harf ile bu mânâları kasdeder.
Bu tefsir ve açıklamamız, sualdeki açıklamamıza ters düşmez.
Çünkü sualdeki açıklamada bütün hayırları ta'birini kullanmıştık. Her hayır ise
ancak Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'in nurundan meydana
gelir.
Üçüncü harf (ki sakin olan Dal'dır) ile, kendisinden bir
önceki harfe dahil olan bütün hakikatlere delâlet etmektedir. Cevap veren sanki
şöyle söylüyordur: Peygamberimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem haktır, bütün
peygamberler de haktır. Diğer bütün melekler de haktır. Bunların hiçbirinde
şüphe yoktur.
Dördüncü harf ile (ki bu Hemze'dir) kendisinden önceki
harflerin delâlet ettiği mânâlara işaret edilmektedir. Meftûh olan Hemze
Süryanicede işaret edatındandır; Arapçada (Hazâ), (Hâzihî) ne ise
Süryanicede de Hemze odur.
Hemzeden sonra gelen Za harfi, şerre delâlet etmektedir
Aslında karanlık olan şeyler bunun kapsamına girer. Ve bütün karanlıklar bundan
çıkıp yayılmıştır. Cevap veren bununla, ikinci harfle kasdettiğinin tam aksini
kasdetmiş oluyor. Böylece buna Cehennem ve içinde şer ve karanlık bulunan her
şey girer.
Harekesiz olan Ra harfiyle de, kendisinden bir önceki harfin
kapsamına giren her şeyin hakikatine işaret ediliyor. Ha harfi ile çok yüce
olan zata işaret ediliyor. Şöyle ki, O zat, yaradandır, mülkünde yegâne
tasarruf sahibidir, kahır ve üstünlüğü sabittir, fiilinde muhtardır.
Verilen bu cevabı özetleyecek olursak:
Ölü bununla bütün mükevvenatı, hak olan Peygamberimizi ve
bütün peygamberleri, meleklerin tümünü hak olarak kabul etmiştir. Hak olan
bütün nurları, hak olan Cehennem azabını ve hak olan bütün serleri de kabul
etmiş, bunların yaradanının Allah olduğuna, her şeyin sahibi ve mutasarrıfı
bulunduğuna, Allah'ın kendi fiilinde muhtar olduğuna, birliğine, karşı çıkanı
bulunmadığına, eşi-ortağı olmadığına, hükmünü reddeden bulunamayacağına
inanmıştır.
İşte ölü bu hak olan cevap ile melekleri cevaplandırdığında Münker
ile Nekir ona Nasır derler. Bu kelimenin mânâsı ise, içindeki
harflerin hangi mânâlara delâlet ettiğini bilmekle anlaşılabilir. Baştaki Nâ
harfi, zatta sakin olup ondan fışkırıp yayılan nura delâlet eder. Esreli olan Sad
harfi, toprağa delâlet eder. Sakin olan Ra harfi, belirtilen mânâların
hakikatine delâlet eder.
Bu durumda belirtilen kelimenin mânâsı şöyle oluyor:
«Senin imânından yükselen nûr, senin topraktan olan zatında
sakindir. İşte bu imânın doğrudur, hakka uygundur, içinde hiçbir şüphe
yoktur..»
Bu mânâ hadîs-i şerifte geçen şu mânâya yakındır: Meleklerin
sorusunu güzel şekilde cevaplandıran mü’mine şöyle derler: «Salih bir kişi
olarak uyu. Zaten biz senin Allah'a pürüzsüz bir şekilde inandığını
biliyorduk..»
Allah daha iyisini bilir.
Şeyhime (Allah kendisinden razı olsun) sordum:
— Efendim, dedim, Kur an'da Süryanice
kelimeler var mıdır? İlim adamlarımız bu konuda farklı görüşler ve tesbitler
ortaya koymuşlardır. Meselâ: Esfar, Rebbaniyyun, Heyte Lek, Şehr ve Rehv gibi
kelimeler gibi kelimeler üzerinde durulmuştur:
Esfar kelimesi hakkında Vâsıtî el-İrşad adlı eserinde diyor
ki, bu kelime Süryanicede kitaplar anlamına gelir. İbn Ebî Hâtım ise Dahhak'tan
yapmış olduğu rivayette, bu kelimenin Kıbtice kitaplar anlamına delâlet
ettiğini söylemiştir. Süyûtî bunu el-İtkan adlı eserinde belirtmiştir.
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu ki:
— Evet bu
kelime, Vâsıtî'nin de dediği gibi Süryanicedir ve kitaplar anlamına gelir. Kelime
ayrıca beşerin güç getiremeyeceği bir nice güzel şeylere delâlet eder, ona göre
mânâlar taşır. Hemze kendinden öncekine işarettir. Yukarıda bundan söz edildi.
Harekesiz olan Sin harfi, eşyanın güzelliklerine delâlet
eder, ölçü ve anlamda konulmuştur. Üstün olan Fa harfi ise, yine beşerin güç
getiremeyeceği şeylere isim olarak konulmuştur. Üstün olan Ra harfi bu
güzelliklere başka yoldan bir işaret mahiyetindedir.
Bu kelimeyle şöyle söylenilmiş oluyor: Belirtilen kitaplarda
öyle güzellikler vardır ki beşerin bunu kendiliğinden bilmesi mümkün değildir.
Allah daha iyisini bilir.
Rebbaniyyun kelimesine gelince, el-Cevalikî ve Ebû Ubeyde
diyorlar ki, Araplar böyle bir kelime bilmezler. Bunun İbranice olduğunu
sanırız, Süryanice de olabilir. Süyûtî de bunu el-İtkan adlı eserinde
nakletmiştir.
Şeyhim cevap verdi:
— Bu kelime de Süryanicedir. Mânâsı ise, (ki bunu ancak
öğretim görmeksizin Allah tarafından kendilerine fetih yapılan zatlar bilir),
üç kelimeden meydana gelmiştir: Rebba-NiyYûn..
Birinci kelimenin açıklaması şöyledir:
Üstün olan Ra harfi, şeddeli Ba harfinin delâlet ettiği çok
hayırlara işarettir. Şöyle ki, bu kelimeyle: «İşte bu çokça bir hayırdır»
deniliyor.
İkinci kelimenin açıklaması ise şöyledir:
Esre olan Nün harfi, yakınlığa işarettir.
Üçüncü kelimenin açıklaması şöyledir:
Ötre olan Ya harfi, bir hal üzere kalmayan şimşek ve nûr
gibi değişiklik arzeden şeylere işarettir. Üstün olan Nün ise, zatta sakin olup
parıldayan nura işarettir.
Bu kelimeyle şöyle söyleniliyor demektir:
Şu yakın olan hayır bendendir. Bu hayır kendisine fetih
yapılan zatlarda nurlardan bir nûr, sırlardan bir sırdır. Onların zatında
sakinleşir ve parıldar.. Allah daha iyisini bilir.
Heyte Lek kelimesine gelince: İbn Ebî Hatim, ibn Abbas
(radıya'llâhu anh) Hazretlerinden yapmış olduğu rivayette, İbn Abbas’ın bu
kelime için Kıbtıca «hazırlansan ya» anlamına gelir. el-Hasen diyor ki bu,
Süryanicedir. İbn Cerîr de bunu böyle nakletmiştir. Ikrime de diyor ki bu,
Hûranicedir.. Ebû Şeyh de aynı rivayeti almıştır. Ebû Zeyd el-Ensarî diyor ki:
Bu İbranicedir. Aslı Heyteleh'dir ki hazırlanıp gel, mânâsına gelir.
el-İtkan'da da bu husus belirtilmiştir.
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu ki:
— Bu kelime Süryanice değildir. Allah daha iyisini bilir.
Şehr kelimesine gelince: el-Cevalikî diyor ki, lûgatçilerden
bir kısmı bunun Süryanice olduğunu kaydetmişlerdir.
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu ki:
— Bu kelime
Süryanice değildir. Süryanice dilde şehr kelimesi su anlamına gelir.
Doğrudur, kim bu kelimelerin harf ve hecelerinin tefsirini
bilirse, şüpheye düşmez. Allah daha iyisini bilir.
Adn kelimesine gelince: İbn Cerîr diyor ki: İbn Abbas
(radıya'llâhu anh) bu kelimeyi Kâ'b el-Ahbar'dan sormuş, Cennet-i Adn'dan neyin
kasdedildiğine dikkatini çekmiş, o da şu cevabı vermiştir: «Cennet,
Süryanicede bağlar ve üzümler anlamına gelir.» İbn Cerîr kendi tefsirinde,
bu kelimenin Rumca olduğunu kaydetmiştir. el-İtkan'da bundan söz edilmektedir.
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu ki:
— Bu kelime
Süryanicedir.
Şeyhim bu kelime hakkında çok yüksek mânâlar söyledi. Allah
daha iyisini bilir.
Rehven kelimesine gelince: el-Vâsıtî diyor ki: Kur an'da
geçen ve «Vetrüki'l-Bahre Rahven» cümlesinde yer alan bu kelime, sakinlik
anlamını taşır ve Süryanicedir. Ebû Kasım diyor ki: «Kıbtıcadır, kolaylık
anlamını taşır..»
Bunun üzerine Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu
ki:
— Bu kelime
Süryanicedir, güç getirilemeyecek bir kuvvete delâlet eder. «Falan adam
rehvdir», dediğimizde, yâni çok kuvvetlidir, mânâsını kasdederiz..
Evet bu takdirde mânâ pek açıktır. Kelimelerdeki harflerin
tefsirini bilen kimse, Şeyhimizin belirttiği mânâda asla şüphe etmez. Allah
daha iyisini bilir.
Bu konuda daha birçok kelimelerden sordum, Şeyhim
cevaplandırdı. Ancak onları buraya, bıkkınlık vermesin diye yazmadım. Mesih,
İncil ve benzeri kelimeler hakkındaki cevaplarda olduğu gibi her kelimenin
bünyesindeki harflerin mânâlarını da anlatmasını arzu ettim, hepsini de
açıkladı, kelime kelime onların izahını yaptı, harf harf konuldukları mânâları
belirledi. Kitabımızın hacmi büyümesin diye onları nakletmedim. (Allah daha
iyisini bilir.)
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu ki:
— Süryanice dili ancak Gavs ve onun emri altında bulunan
yedi Kutub bilebilir. Seyyid Ahmed bin Abdullah Hazretleri bu dili bir aya
yakın bir zaman bana öğretmeye çalıştı. Takvim 1125'i gösteriyordu.
Şeyhimizin bu açıklamasını kendisinden 1129 senesinin Kurban
Bayramının dördüncü günü dinlemiştim.. Seyyid Ahmed b. Abdillah Hazretlerinden
kasdı ise, kendisinden önce Gavs olan zattır. Nitekim yukarıda buna
değinmiştik. İleride Şeyhimizin ilim ve irfanlarına vâris bulunduğu, on zattan
birinin Seyyid Ahmed olduğundan bahsedeceğiz.
Ancak Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) 1129 senesinin
Zilkade ayının sonuna doğru büyük velîlerden bir zatın verasetinden söz etti ve
bu zatın da bahsedilen büyüklerin ilim ve irfanına vâris olduğunu kaydetti. Bu
zatın Seyyid İbrahim Lemlez olduğunu söyledi. Bu vakit ise, Seyyid Ahmed b.
Abdillah’ın Şeyhimize Süryanice öğrettiği günlere raslar. Bu günlerde Şeyhimize
ilk fetihler yapılmıştır. Seyyid Ahmed, Şeyhimizin kendinden sonra Kutub
olacağını biliyordu.
Süryaniceyi ancak seçkin ve has inayete mazhar olmuş velîler
bilebilir, hususuna Şeyhimiz işaret etmişti. Biz bu konuyu sûrelerin başındaki
Huruf-i Mukattaa'yı tefsir ederken, buna zafer bulmuş büyük velîlerin kesinlik
arzeden sözlerini getirmekle açıklayacağız.
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) Süryanicedeki
harflerin konulduğu asıl mânâları bana 1129 senesinin Terviye günü öğretti,
Allah'a hamdolsun ki ben de öğrenme imkânını elde etmiş oldum. Bu sadece bir
gün içinde oldu. Şeyhim bunun üzerine bana dedi ki:
«Ahmed! Sana bir günde öğrettiklerimi ben ancak bir ayda
öğrenebilmiştim..»
Bunun üzerine kalkıp ellerini öptüm. Allah kendisinden razı
olsun.. Sonra dedim ki:
— Efendim, bütün
bu inayetler sizin bereketinizle ve güzel anlatmanızla olmuştur. Allah daha
iyisini bilir.
Hicrî 1129. senenin Ramazan ayının son günlerinde idi,
Şeyhimle oturup İzeş Şemsü Küvviret âyeti üzerinde konuşuyorduk. Kendisine
dedim ki:
— Efendim,
Kur'ân'daki her kelimenin bir zahiri, bir bâtını olduğu ilim çevresinde meşhur
olmuştur. Buna ne buyurursunuz?
Cevap verdi:
— Bu, gerçektir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın Kuranda İzeş Şemsü Küvviret âyetinin de zahiri ve
bâtını vardır. Bunun zahiri sonu üzerine, bâtını da evveli üzerine konuşur
(hükmeder).
Bunun üzerine sordum:
— Efendim, sonu
üzerine ta'birinden maksadınız nedir?
Cevap verdi:
— Kıyamet
günü mahşerde vaki olacak şeylerdir. Evvelden maksadımız ise, ruhlar âleminde
meydana gelen şeylerdir.
Sonra da Şeyhim ruhlar alemiyle ilgili öyle şeylerden söz
etti ki, çok acâib mânâlar dinledim ki hayretler içinde kaldım, Allah'ın
sırlarından öyle şeylerden bahsetti ki akıllara dur günlük verdi. Fakat biz
İlâhî esrarla ilgili olan o şeyleri yazmıyoruz.
Şeyhime bir de zahirî ruhlar âleminde olan âyetten sordum.
Meselâ, Ve iz ahaza rabbüke min benî âdeme min zuhurihim zürriyyetehüm
âyetinden sordum, bunun bâtını nerede? dedim.
Allah kendisinden razı olsun, buyurdu ki:
— Bunun bâtını, ezelî ilimde ve ilk takdirde geçen
hususlardır. .
Bu kez İnne'l-münafîkine fî'd-derki'l-esfeli minen-nâr
âyetinden, bâtınî mânâsından sordum. Buyurdu ki:
— Ruhlar
âleminde olan karanlıktır. Cehennem bu karanlıktan meydana gelmiştir. Ondan
Allah'a sığınırız.. Münafıkların bu karanlıkta bir makamı vardır ki
Cehennemdeki makamlarına benzer. Yâni münafıkların ruhlarının orada bir makamı
vardır ki, bedenlerinin Cehennemdeki makamına benzer.. Allah'tan selâmet
dileriz..
Şeyhime sordum:
— Efendim,
dedim, bu bâtını bilmenin sebebi (yolu, yöntemi) var mıdır?
— Hayır, bu
ancak keşif yoluyla bilinebilir. Ancak ne var ki Süryaniceyi ve ondaki
harflerin esrarını bilen kimse Kur'ân’ın bâtınını bilmeye yardım görmüş olur.
Yâni bu dilin bu hususta çok yardımı olur. Böylece ruhlar âleminde ve şu dün-,
yada, aynı zamanda âhirette, göklerde ve yerde, Arş ve diğer makamlarda
olanları bilmeye yardım görür. Ayrıca Kur'ân'ı Azîz'in işaret edilen
mânâlarının bir sınırı olmadığını anlar. Böylece Kur an'da geçen: «Biz o
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık..» [Enam sûresi, âyet: 38.] âyetinin
mânâsını da bilir.. (Allah daha iyisini bilir.)
Şeyhime sordum:
— Efendim,
dedim, Kur'ân-ı Aziz, Levh-i Mahfûz'da Arapça olarak mı yazılıdır?
Allah kendisinden razı olsun, buyurdu ki:
— Evet, Arapça
olarak yazılıdır, ancak bir kısmı Süryanicedir.
— Bu Süryanice
olan kısmı hangisidir? diye sorduğumda, buyurdu ki:
— Sûrelerin
başındaki harflerdir.
Doğrusu bu konu yıllardan beri arayıp da bulamadığım şeydi.
Şeyhimle ilk defa 1125 senesinin Receb ayında buluşmuştuk. Allah'a hamd ve
şükürler olsun ki o tarihten itibaren her buluştuğumuzda kendilerinden
özellikle velayetle ilgili şeylerden sordum ve aldığım cevaplar aklıma
durgunluk verecek ölçüde bulunuyordu. Şeyhim, sorularıma verdiği cevaplarının
uygun karşılandığını görünce, bana: «Artık istediğini benden sorabilirsin..»
buyurdu.
İşte Onun bu müsamahasına dayanarak sûrelerin başındaki
harflerden sordum:
— Efendim,
dedim, Sad Ve'l-Kuran'ı Zi Zikrinin mânâsı nedir?
Cevap verdi:
— Eğer insanlar
Sad’ın mânâsını ve işaret ettiği sırrı bilmiş olsalardı, hiçbiri Allah'ın
emrine aykırı davranmaya cesaret edemezdi..
Bu cevabı verdi, fakat hiçbir açıklamada bulunmadı. Sonra
ben Kâf-Ha-Yâ-Ayn-Sâd’ın mânâsını sordum. Buyurdu ki:
— Bunda hayret
dolu bir sır vardır: Meryem sûresinde Zekeriyâ, Yahya, Meryem, İsâ, İbrahim,
İsmail, İshâk, Ya'kub, Musa, Harun, İdris, Âdem, Nûh ve bunlardan başka sûrede
anılan bütün kıssaların hepsi Kâf-Ha-Yâ-Ayn-Sâd'a dahildir, yâni hepsi de bunun
içinde gizlenmiştir. Ancak bunun daha belirtilen şeylerin ötesinde çok daha
geniş mânâları vardır.
Bu remizler (mânâ ve meramı gizli işaretlerle anlatma)
Levh-i Mahfûz'da yazılıdır. Her remizle birlikte mânâsı da orada yazılı
bulunuyor, açıklaması da yapılıyor. Bu remizlerin şekilleri oldukça büyüktür,
açıklamaları da bir kere altında, bir kere de üstünde yazılıdır. Bir kere de
ortasında yazılı bulunuyordun
Bunu ben daha çok helak olan kimsenin geriye bıraktığı
şeyleri tesbit edip onları bir araya getiren (bir torbaya yerleştirip) üzerine
neye delâlet ettiğini gösterir anlamda bazı harfler koyan ve bir iple bağlayıp
emanete alan hey'etin bu şekil tesbitine benzetirim; işte sûrelerin başındaki
harfler de bunun gibidir, sûrede olan hususlar o harfin tefsiri mahiyetindedir.
Levh-i Mahfûz'un âdeti de bu ölçüdedir:
Önce birtakım kapalı işaretler kor, sonra onun açıklamasını
yapar. Onu bitirince bu kez başka bir işaretle onu terceme eder, sonra da
açıklamasını yapar ve böylece devam edip gider. Tefsir (açıklama) harfin içinde
yazılır; Sâd gibi bir harf olduğu zaman bu içe yazılışı uygulanır. Bu bakımdan
Levh-i Mahfûz'da yazılı bulunan bir Sâd harfinin büyüklüğünü bir günlük veya
ondan biraz çok ya da az mesafede görürsün. (Çünkü sûrenin tamamı onun içine
yazılmıştır.)
Diyebiliriz ki bu sûrelerin başında bulunan harfleri ancak
iki adamdan biri bilir: Biri Levh-i Mahfûz'a bakan adam, diğeri tasarruf
ehlinden olup Evliya Divam'na dahil olan adam... Bu ikisinden başkasının o
harfleri bilmeye yeltenmeleri sonuç vermez, bunu anlamalarına da imkân yoktur..
Şeyhime sordum:
— Efendim,
Bakara sûresinin başındaki Elif-Lâm-Mîm ile Âli İmrân sûresinin başındaki
Elif-Lâm-Mîm'in mânâsı nedir? Bu ikisiyle aynı şeye mi işaret edilmiştir, yoksa
değişik anlamlar mı taşıyorlar?
Allah kendisinden razı olsun, buyurdu ki:
— Hayır, her
birinin mânâsı ayrıdır, her biri ilgili bulunduğu sûreyle açıklanır.
Bunu ilk şeyhimle karşılaştığımda kendisinden duymuştum. O
zaman anlamıştım ki bu zat, büyük velîlerdendir. Çünkü sofilerin ileri
gelenleri de bu konuya dokunduklarında, derler ki: Bunların mânâsını ancak
yeryüzünün direkleri mesabesinde olan ulu velîler bilebilir.. İşte bu söz,
şeyhimin büyük bir velî olduğuna açık bir şehâdettir. Cenâb-ı Hak onun
mahabbetini bize nasib eylesin ve bizi onun bizden yana belirlenen ilimlerinden
yararlandırsın!.
Şeyhimiz daha önce de dediğimiz gibi ne küçük yaşında, ne de
yaşlandıktan sonra tahsil görmemiş, ilim alış-verişinde bulunmamış, Kur'ân'dan
da ancak pek az şeyler ezberlemiştir, sabahleyin okunacak bir hizib kadar bir
şey.. Bununla beraber bir âyetin tefsiri üzerinde konuşmaya başlayınca, bir
nice hayret dolu şeyler kendisinden duyarsın!. İşte bütün bu belgeler, büyük
sofilerin velayet makamındaki üstün mertebelerine delâlet eden naslardır.
(Allah hepsinden razı olsun.)
Şeyhimin, sûrelerin başındaki harfler hakkında
söylediklerinin tamamını, İmam Tirmizî Nevadir-i Usûl adlı kitabında özetlerken
şöyle diyor:
«Sûrelerin başındaki harfler, o sûrede bulunan mânâlara
işarettir. Bu mânâları ve esrarını da ancak Allah ve yeryüzündeki hikmet ehli
bilebilir. Onlar yeryüzünün direkleri mesabesindedirler. Bu tür hikmetlere
onlar ulaşmışlardır. Evet onlar hükemânın seçkinleridirler, gönülleri
ferdaniyet makamına erişmiştir. Bu bakımdan belirtilen ilimlere ferdiyet
yoluyla nail olmuşlardır. Bunlara mu'cem harflerle ilgili ilimler denir, diğer
ilimlere de bu açıdan ta'birler verilir. Konulan bu harflerle o sûrelerin
isimleri meydana çıkmıştır. Böylece o sûrelere onlarla ta'bir verilmiştir...»
Yine bu konuda arif velîlerden Seyyid Ebûzeyd Abdurrahman
el-Fâsî Hazretleri, Kutbuddin-i Kebir Ebû Hasen Şazelî Hazretlerinin Hizb-i
Kebîr'inin haşiyesinde diyor ki:
«Bazı ilim adamları, harf ve isimlerin bilinmesi,
peygamberlerin ilimlerinin özelliğindendir. Çünkü peygamberler aynı zamanda
evliya da sayılırlar. Bu balomdan belirtilen harf ve isimleri bilmekte
peygamberlerle velîler arasında müşterek bir nokta vardır ki o da keşif ilmidir
ki bunda akıl sermayesiyle tasarrufta bulunmaya kalkışmanın hiçbir yararı
yoktur.
Zaten onları bilmeyen, o gibi konulara câhil kalan kimse
anlayamaz. Anlayan varsa, onlara karşı câhil kalmaz. Herkes kendine yapılan
fethe göre bilgi sahibi olur. Bu bakımdan belirtilen mertebede bulunan
velîlerin bilgisi hayli farklılık arzeder. İşaret ettikleri hususlarda da
farklı bilgileri vardır. Hepsi de aynı sudan sulanırlar ama bir kısmı, bir
kısmı üzerine üstün kılınmıştır..»
Aynı haşiyede el-Vertahî diyor ki: «Kur'ân sûrelerinin
başındaki rumuzları ancak Rabbani olanlar (İlâhî inayete mazhar bulunan
velîler) bilebilirler.»
Haşiye sahibi Seyyid Abdurrahman diyor ki: «Aynı ölçüde olan
remz (kapalı işaret ve alâmet) muhtelif mânâlar taşıyan sûrelere konulmuştur.
Meselâ: Elîf-Lâm-Mîm ve Hâ-Mîm gibi. Buna cevap olarak denilmiş ki: Remz,
mânâlar arasmda müşterek bir durum arzediyor gibidir..»
İlimde söz sahibi olan bu büyük zatların açık şehâdetine
bakınız. (Şeyhimin buyurduklarını bunlarla karşılaştırınız)...
Adı geçen haşiyede daha bir nice nakiller yapılmış ve Seyyid
Abdünnûr, Seyyid Muhammed b. Sultan, Seyyid Dâvud elBahılî gibi zatların
sözleri getirilmiş, Seyyid Hasen Şazelî Hazretlerinin Hizbul-Bahr adlı hizbinin
şerhinde buna hayli yer verilmiştir. Bunlardan Şeyhimizin, o büyük önderin
mekânetini anlayabilirsiniz.. Cenâb-ı Hak bizi onun mahabbetiyle tahkika
ulaştırsın..
Ben böylece Şeyhimden sûrelerin başında bulunan harfler
hakkında bazı bilgiler edindim, ama her birinin özel mânâsı üzerinde durmadığım
için bu hususta istifade edemedim ve öylece kaldım. Bu hal 1129 senesinin
Terviye gününe kadar devam etti. Yâni yukarıda naklettiğim hususu Ondan
dinledim ki Kur'ân’ın Levh-i Mahfûz'da Arapça yazılı bulunduğunu, bir kısmının
da Süryanice yazılı olduğunu söylemişti. O bir kısmın da sûrelerin başındaki
Huruf-i Mukattaa olduğunu belirtmişti..
Sonra Şeyhimden bu harflerden her birinin tefsirini ve her
remzin şerhini ayrı ayrı ifâde buyurmasını istedim. Allah'a hamdolsun ki Şeyhim
benim bu isteğimi uygun karşıladı. Şimdi bu hususta ondan dinlediklerimin bir
kısmını nakletmeye çalışacağım, çünkü tamamını buraya almamıza kitabımızın
hacmi müsait değildir, hattâ diyebilirim ki tamamını nakledecek olursak,
başlıbaşına bir kitap olabilecek genişliktedir.
Bundan maksad, mahşer günü bütün insanların ve
yaratılmışların toplanıp bir araya geldiği boş alandır. Bu husus âyette Va'd ve
Vaîd şeklinde anılmıştır. Bu bâbda şöyle deniliyor:
Sad, yâni sizi korkuttuğum ve müjdelediğim şey Sad'dır.
Toplanılan o alan her zatın fiillerini gerektiği şekilde okuyup ortaya
dökendir. Bu sebeple orada her kâfirin üzerinde azâblardan bir azâb, her
mü’ıninin üzerinde rahmetlerden bir rahmet durur, görürsün. Ve bu müminin
yanında duran bir başka kâfirin üzerinde başka bir azâb müşahede edersin.. Yine
bu müminin yanısıra başka bir müminin üzerinde başka bir rahmet, fiillerinin
gerektirdiği ölçüde görürsün.
Böylece mahşer ehlinden her birinin üzerinde ayrı ayrı
rahmet ve azâblar görürsün ki biri diğerine benzemez. Halbuki oradaki alan,
toplantı yeri birdir, değişik yerler yoktur. Dünyanın tabiî durumunun
gerektirdiği değişiklik orada gözle görülmez, sadece rahmet ve azâblar
değişiklik arzeder. Kendisine İlâhî fetih yapılmış zat bütün bunları ayân-beyân
görür: Zeyd'i kendisi için yazılmış yerde, Ömer'i de kendisi için yazılmış
yerde görür.
Diyebiliriz ki onlar sanki şu anda kendilerine yazılan
yerlerde duruyorlardır. Bunun için dedim ki: Eğer şu insanlar Sad harfiyle
nelerin murad edildiğini bilmiş olsalardı, hiçbiri Allah'a karşı günah işlemeye
cür'et edemezdi. İnsanlara bu alanla ilgili bir fetih yapılmış olsa, Allah'a
itaat edene gıpta edilir, O'na karşı gelen esefinden ölürdü. Hiç şüphe yoktur
ki bu alanda kâfirler, mü’minler, peygamberler, melekler, cin ve şeytanlar
bulunur. Herkes kendine göre yerini alır.
Sad sûresinin baş kısmında kâfirlerden bir gruba işaret
edilmiştir. Peygamberlerden de bir gruba işaret edilmiş, peygamberlerden
bahsedilirken mü’minlerden de söz edilmiştir. Sûrenin son kısmında ise Mele-i
A'lâ'dan bahsedilirken meleklerden söz edilmiştir. Yine sûrenin sonunda cin ve
şeytanlar anılmış ve bunların dünyadaki hallerine işaret edilmiştir. Her ne
kadar onların âhiret ahvalinden söz edilmemişse de dünyadaki halleri,
mahşerdeki yerlerine haşrolunacaklardır.
Sad sûresinde açıklanması helâl olmayan birtakım sırlar
kaldı ki onları buraya yazmamız doğru olmaz. Allah daha iyisini bilir.
Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd harflerine gelince: Bundaki her harfi ayrı
ayrı yorumlamadıktan sonra tüm olarak mânasının anlaşılması mümkün değildir:
Meftûh olan Kâf, kula işarettir. Harekesiz olan Fa harfi,
fetheli olan Fa harfinin mânasını tahkik içindir. Meftûh olan Fa'daki mâna ile
beraber bir de tahkik anlamı fazla olarak vardır bunda.. Fetheli olan Fa
harfinin mânası, güç getirilmeyecek bir şeydir. Harekesiz olan Fa harfi ise
bunun cidden güç getirilemeyecek bir şey olduğunu tahkik ve takrir ediyor.
Fetheli olan Hâ harfi, içinde bulanıklık ve benzeri şey
bulunmayan sade ve katıksız rahmete delâlet eder. Yâ harfi nida içindir.
Fetheli olan Ayn harfi, bir halden başka bir hale göç ve intikal içindir, yani
bu mânaya delâlet eder. Sakin olan Yâ ise burada örgütlenme, birbirine geçme ve
karışma mânasına delâlet eder.
Harekesiz olan Nûn harfi, fetheli olan Nûn harfinin mânasını
tahkik ve takrir içindir. Meftûh olan Nûn'un mânası, zatta sakin olup
parıldayan hayır demektir. Fetheli olan Sad harfi ise, zatların inancına göre
mahşerde alacakları yere delâlet içindir. Sakin olan Dal ise bu Sad’ın mânasını
tahkik ve takrir içindir. Çünkü Dal işaret harflerindendir. İşaret harfleri ise
kendinden önceki harflerin mânalarını tahkike ve takrire işarettir. İşaret için
olmayan harfler ise, sakin olduklarında meftûh olanın mânasını tahkik içindir.
İşte bu anlattıklarımız, konuldukları mânaya göre harflerin
gerektirdiği mânaların tefsiridir. Ama bu makamda bunlardan murad olan mâna ise,
Cenâb-ı Hak bu harflerle, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem
Efendimizin kendi katındaki mekânetinin büyüklüğünü, saygı değerliğini ilân
etmektedir. Ayrıca bununla bütün mahlûkata minnette bulunduğunu bildirmek ve
mahlûkatm beklediği nurların bu yüce peygamberden kendilerine ulaştığını haber
vermektir.
Yukarıdaki tefsire göre bu harfleri açıklayacak olursak:
Kâf, Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin
Allah'ın kulu olduğuna delâlet etmektedir. Sakin olan Faâ bunun güç getirilmeyecek
bir anlam olduğuna ve bunda asla şüphe bulunmadığına delâlet etmektedir. Bunun
güç getirilmeyecek ölçü ve anlamda olmasının mânası, yaratıkları acze
düşürmüştür; ne önce gelen, ne de sonra gelen hiçbir mahlûk ona bu alanda
erişememiştir. Böylece O, varlık âleminin efendisi olma payesine yükselmiştir.
Fetheli olan Ha harfi, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellem Efendimizin katıksız ve tertemiz bir rahmet olduğuna, başkasını manevî
kirlerden temizleyici bulunduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hakk Onun
hakkında:
«Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik»
buyurmuştur:
Efendimiz de bu konuda şöyle buyurmuştur:
«Ben ancak halka yol gösterici bir rahmetim..»
Yâ harfi ise, yukarıda anılan kul için bir ünlemdir. Ünlenen
şey onun içindir, ki Ayn harfi buna delâlet etmektedir. Çünkü Ayn harfi sakin
olan Yâ harfiyle mânası kuvvetlendirilmiştir ki bir halden diğer bir hale göç
anlamına gelir.
Sakin olan Yâ harfi işaret içindir, işaret için olan harfler
ise te'kid için gelir. Nitekim yukarıda bu hususa temas edilmişti. Bu mânayla
birlikte bir halden diğer bir hale geçmekle ifâde eder. Göç edilen şey, sakin
olan Nün harfinin mânâsıdır ki bu varlığın nurudur, bütün varlıklar onunla
varlığını ayakta tutar. Kendisine göç edilen şey ise, Sad harfiyle işaret
edilen mânadır. Bu yoruma göre sözün mânası şöyledir:
«Ey katımda çok aziz olan kulum! Varlık âleminde bir yer
kaplayan varlıklara doğru gerekli bir gidişle git, varlık âlemini ayakta tutan
nurunla onlara doğru adım at.. Tâ ki Senden gereken yardımı elde etsinler.
Çünkü mevcudatın hepsinin maddesi ancak Şendendir..»
Bu ölçü ve anlamda olan harflerin mâna tertibi güzel bir
ölçü ve düzende bulunuyor, söz dizisi derli-toplu bir düzeyde kendini
gösteriyor. Çünkü Süryanicede harflerin mânası, başka dillerdeki kelimelerin
mânası gibidir. Herhangi bir dildeki kelimeler ifâde doğrultusunda..
Süryanicede de harflerin durumu b öyledir:
Mânaları iyi bir tertibe sokulmadıkça ifâde doğrultusunda
bulunuyor denilemez. Harflerin bir kısmı diğer kısmının kuşağı içinde bulunur,
yani onunla bağlantılıdır. Kelimeler de böyledir. Süryanice dilinden başkasında
kelimeler belli bir dizeye sokulur, kimi takdim, kimi te'hir edilir, iki mânayı
birbirinden ayırmak için ara yere o mânalara yabancı bir fasıla konulur, mânayı
sıhhatli ölçüde elde etmek için birtakım izmarlar yapılır. Süryanicedeki
harflerin durumu da buna yakındır; arzulanan mânaları elde etmek için takdim,
te'hir, izmar ve benzeri düzenlemeler yapılır.
Evet, bizim buraya kadar yorumunu yaptığımız, sûrenin başına
konulan remizlerin mânalarını açıklamamız, keşif ve ıyân erbabınca malûm olan
hususlardır. Çünkü onlar varlık âleminin Efendisini, Aziz ve Celîl olan
Allah'ın Ona ihsan buyurduklarını, başkasının güç getiremeyeceği nice şeyleri
ona ikramda bulunduğunu müşahede etmektedirler.
Keşif ve ıyân erbabı, diğer peygamberleri, melekleri ve
başkalarını da müşahede etme mazhariyetindedirler; Allah(m) onlara verdiği
kerametleri, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizden diğer
bütün mahlûklara sirayet eden nuru ve yine ondan uzanıp diğer peygamberlere,
meleklere ve başka zatlara ulaşan num görmektedirler. Ayrıca Resûlüllah’ın
başkalarına olan yardımlarını ve bununla ilgili bir nice acaib hususları
müşahede etmektedirler.
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) sonra buyurdu ki:
— Sâlihlerden bir kısmı yemek için ekmeğin ucundan
kestiğinde onda ve âdem oğluna rızık kılman nimette iplik gibi uzanan bir nûr
görüyor, onu takip edince, onun kendisindeki bir nûr ile birleştiğini ve sonra
da Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin nuruyla başlantı
yaptığını müşahede ediyor. Ayrıca bir iplik halinde nurların ayrıldığı ve her
ipin zatlara verilen ni’ınetlerden bir nimetle birleştiğini görüyor.
Müellif Ahmed bin Mübarek Hazretleri diyor ki:
«Şeyhimin bahsettiği sâlih kişi, kendisinden başkası
değildir. Yani parça ekmekten uzanan nuru gören. Şeyhin kendisidir.. Cenâb-ı
Hak bizi onun dost ve yaranından eylesin ve aramızdaki bağları koparmasın!.»
Şeyhim bu konuda şunları da söyledi: (Allah kendisinden razı
olsun).
Mânevi destekten mahrum bazı zayıf kişilerin şöyle dediğini
duymaktayız:
«Benim için Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem
Efendimizden sadece imâna irşâd etme yardımı vardır. Yani Hz. Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz sadece îmâna irşâd edip yol gösterir.
İmânın nuruna gelince, o, Allah'tandır, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellem değildir.»
Bunun üzerine sâlih kişiler ona demişler ki:
«Peki senin imâmn nuruyla Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi
ve sellem Efendimizin nuru arasındaki bağı kesecek olursak, sözünü ettiğin
imâna irşâd ve hidâyet kalır mı? Ve bu hal sana yeter mi? Buna razı olur
musun?»
O zayıf kişi bu soruyu şöyle cevaplandırmış :
«Evet ben bu hale razı olurum...»
Bu cevabı henüz bitmemişti ki bir anda imânı küfre döndü ve
puta secde ederek Allah ve Resulünü inkâra başladı. Aynı zamanda küfür üzere
ölüp gitti. Cenâb-ı Hak'tan böylesine kötü bir akıbetten ve küfre düşmekten
selâmet dileriz. Bunu özetliyecek olursak : Allah'ın arif velîleri Allah'ı
bilirler, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin kadrini
tanır ve olup biten şeylerin hepsini, gözleriyle gördükleri gibi ayân-beyân
müşahede ederler. Bu müşahedeleri hissi müşahededen çok daha kuvvetlidir. Çünkü
basiretin nazarı, basana nazarından daha kuvvetlidir. İleride bu husustan söz
edilecektir.
İşte bu mertebede bulunan velîler, sûrede ismi geçen
Zekeriya'yı aleyhisselâm, onun ahvalini ve Allah katındaki makamlarını müşahede
ederler ve görürler ki bütün bunlar Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellem Efendimizden ona uzanmaktadır. Bunun gibi sûrede sözü edilen Yahya
aleyhisselâm, onun ahval ve makamları, Meryem'in aleyhisselâm ahval ve makamı,
İsâ (aleyhisselâm) ve Onun ahval ve makamları, İbrahim, İsmail, Mûsâ, Harun,
İdris, Âdem, Nûh ve Allah'ın kendilerine ni’ınette bulunduğu diğer
peygamberlerin ahval ve makamları da Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellem Efendimizden kendilerine uzandığını görür ve bilirler.
Bu konuda sözünü ettiğimiz hususlar, sûrenin başındaki
remizlerin kapsamına giren bir bölümdür. Bunun dışında aynı kapsama girenlerin
sayısı belli değildir. Bunun için diyoruz ki, sûrede olan hususlar,
remizlerdeki hususların ancak bir bölümüdür. Çünkü konuşan ve konuşmayan, akıl
sahibi olanla olmayan, rûh taşıyanla taşımayan bütün varlıklar bu remizlerin
kapsamına girmektedir.
Şeyhimden (Allah kendisinden razı olsun) bu tefsir ve
açıklamayı dinledikten sonra kendisinden Ebû Zeyd'in Haşiyede Seyyid Muhammed
b. Sultan'dan ve Seyyid Abdunnûr’ın Seyyid Ebî Abdillah b. Sultan'dan (ki
bunlar Şazelî Hazretlerinin yâranmdandır) naklettiği şu hususu sordum:
— Efendim, Muhammed b. Sultan şöyle demiştir: Rü'yamda bazı fıkıh âlimleriyle
Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd ve Hâ-MîmAyn-Sîn-Kaf hakkında farklı görüşler ve yorumlar
ortaya koyduğumuzu gördüm. Bu arada Cenâb-ı Hakk dilime şu hususu getirdi:
«Bu remizler Allah ile Resulü arasında birtakım sırlar (ve
şifreler )dir; Cenâb-ı Hak sanki bu remizlerle şöyle buyurmuştur :
Kâf! Sen varlığın
sığınak yerisin, her varlık Sana gelip barınmak ister ve Sen varlığın
tamamısın..
Hâ! Mülkü Sana
bağışladık, melekût âlemini Sana hazırladık..
Yâ! Ayn! Ey gözlerin
gözü!.
Sâd! Benim sıfatım
Sensin; kim Resule itaat ederse, gerçekten o Allah'a itaat etmiş olur.
Hâ! Seni himaye
ettik..
Mim! Aynı Sana
verdik, Seni ona sahip kıldık, Sîn'i Sana öğrettik, onu Sana göstereceğiz..
Kaf: Seni (kendimize)
yaklaştırdık..
Fıkıh âlimleri benim bu tefsirime karşı çıktılar ve
tartıştılar, dediklerimin hiçbirini kabul etmediler. Bunun üzerine onlara dedim
ki: Öyle ise, aramızdaki ihtilâfı
kaldırmak üzere Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimize
gidelim.. Hep birlikte Resûüllah'a gittik, durumu arzettik. Efendimiz şöyle
buyurdu :
«Muhammed bin Sultan’ın dediği haktır..»
Bu hususta ne buyurursunuz?
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu ki:
— Seyyid Muhammed bin Sultan ın verdiği mâna sıhhatlidir,
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin makamına nisbetle
doğru bir mânadır. Ama bu harflerin tefsiri, konuldukları mâna ve asıllarmm
gerektirdiği husus itibariyle, bizim dediğimiz gibidir.
Evet, diyebilirim ki, Şeyhimizin tefsirinin yüceliği size de
kapalı değildir. Çünkü mülkün bağışlanması, melekût âleminin hazırlanması ayrı
ayrı şeylerdir ki, bunlardan her birinin Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellem Efendimize ayrılık ve tutmazlık ve Ondan uzanıp meydana gelmemezlik
durumu vardır.
Bu mâna nerede, bütün mülk ve melekûtun, aynı zamanda bütün
mahlûkatın Sâd remzinin altına girmesi ölçüsünde olan mâna nerede?..
Şüphesiz ki ikisi arasında çok hem çok fark vardır.
Sonra Nün ile Ayn harflerinin gerektirdiği husus ki varlık
âleminde her mevcudun maddesinin Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem
Efendimiz olduğu hükmü ve yine Resûlüllah’ın her varlık için bir kehf (sığınak
yeri) olduğu, bütün varlıkların ona sığındığı mânası çok yüksek bir düzeyde
bulunuyor.
Seyyid Muhammed bin Sultan’ın işaret buyurduğu mânaların
tamamı ise Nün, Ayn ve Sâd harflerinin kapsamına girmektedir.
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) sûrelerin başındaki
bütün remiz ve işaretleri ayrı ayn tefsir etti, her remzi yerinde açıkladı ki
Ondan bu hususta duyduklarımın hepsini yazmama imkân yoktur. Çünkü konu uzar da
gider. Ancak burada Şeyhimin vermiş olduğu iki cevabı nakletmek istiyorum :
Birincisi, fâkihlerden bazısı —ki bunlar fukara mahabbetine
nisbet edilenlerdir—, birkaç soru sordular, onlardan kesin ölçüde tesbit edilen
sualden biri şu idi:
«Mukattaa harflerden olan Kaf harfinde Allah'ın koyduğu
İlâhî sır nedir?»
Çünkü ariflerden bir kısmı demişler ki:
Bu harfte öncesiz olan daire-i hazret ile sonradan olan
daire-i hazret toplanmıştır.
Bunu bize açıklar mısın?
Soru soranların maksadı Şeyhimizi denemek ve ona nisbet
edilen vehbî (Allah tarafından verilen) ilmin sahih olup olmadığını anlamaktı.
Çünkü soru sahibi fakîh bu konuda Hatemî'nin ve diğer ilim adamlarının
kitaplarına bakmış, tevcih edilen sayılmayacak kadar soruları incelemiş ve bu
mes'ele hakkında hiçbir ilim adamının kendisine cevap veremeyeceğine kanaat
getirmişti. İşte bu düşünceyle bir de Şeyhimize soru tevcih etmiş bulunuyordu.
Allah kendisinden razı olsun, Şeyhim onun bu sorusuna şu
cevabı verdi :
— Senin sözünü ettiğin hazret-i kadîme, envar-i hadîse
hazretinin ta kendisidir ki bu henüz ruhlar ve bedenler yaratılmadan önce
yaratılmış bulunuyordu. Yerler ve gökler de yaratılmadan önce bu var
kılınmıştı. Buradaki kıdem (öncesizlik) den maksad, «Allah vardı, hiçbir şey
yoktu, O hep vardır» anlamına gelen kıdem değildir. Hazret-i hâdiseden maksad
ise, bundan sonra meydana gelen ruhlar ve bedenlerdir.
Hiç şüphe yok ki, ruhların bedenlerle birlikte olması da iki
grupta toplanıyor: Bir gruba cennet va'dedilmiş, bir gruba da cehennem
va'dedilmiştir. Cennet ile va'dedilen grup, hazret-i envarın nurlarının bir
kısmının fer'idir. Nasıl ki cehennem ile va'dedilen grup ta bu nurların bir
kısmının fer'idir. Böylece ikinci hazret, birinci hazretin fer'i olmuş oluyor.
Böylece durum bu ikisinde rızaya uygun olan ve olmayan diye iki kısma ayrılmış
bulunuyor.
İşte sen bunları anladmsa, mukattaa olan bu harfte telâffuz
yönünden üç harf bulunmuş oluyor ki, bu Kaftaki Elif ve Fâ harfleridir. Yani
Kaf-Elif-Fâ.. Kaf ile adlandırılan Elif ile birleştirilmiştir ki bu Süryanicede
Cenâb-ı Hakk’ın her iki hazrette hayır ve şer ile, fazıl ve adalet ile
tasarrufta bulunduğu mânasına konulmuştur. Fâ harfi sakin olunca, Süryanicede
kendinden öncekinde bulunan kusur ve kabahati gidermek mânasına konulmuştur.
Kaf ile Elif kapsamındaki kabih olan şey, şer ile
va'dolunandır. Böylece ikisinden va'dedilen şer giderilince geriye va'dedilen
hayır kalır. Bu hayra mazhar olanlar ise Allah'ın has kullarıdır.
İşte Kaf harfinin tamamı her iki hazrette mevcud olan
Allah'ın has kullarına işaret etmektedir. Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın kendi fazl-u
kereminden vermiş olduğu hayırlara da kapı açmakta, onlara dikkati çekmektedir.
İşte iki hazretin sırrı budur. Böylece Kaf Allah'ın isimlerinden bir isimdir ki
mahlûkatın en azizine izafe edilmiştir.
Bu bizim Arapça dilinde Sultan dememiz makamındadır. Çünkü
Sultan kelimesi hem hükümdara, hem de teb'asına işaret etmektedir. İsterse bu
teb'a müslümanlar gibi saadet ehlinden olsunlar, isterse zimmî (gayr-i müslim
vatandaş) 1er gibi şakavet ehlinden olsunlar..
Hükümdar övülmek istendiğinde «İslâm Sultanı» denilir. İslâm
kelimesi, edep, saygı ve vakar cihetiyle Zimmîleri çıkarmış oluyor. Çünkü
hakikatte de onlar bu kapsamın dışında bulunuyorlar. Böylece zimmîler, «Ey
Muhammed'in, peygamberlerin ve saadet ehlinin Rabbi!» diyen kimse mesabesinde
oluyorlar.
Bu mânayla bütün peygamberlerin, meleklerin ve saadetli
kişilerin sayılarına, makamlarına, hallerine, Allah ile olan durumlarına ve
sonra da cennet ehline, onların bütün makamlarına, derecelerine bir bir gelir
ve bunlardan hiçbirini bir kıl kadarı bile olsa terketmeden sayar ve tesbit
edersen işte o zaman Kafin mânasını ortaya koymuş olursun..
Bu takdirde risâletin, nübüvvet ve meleklerin sırlan,
velayet ve saadetin esran, cennet ve bütün nurların ve sair mahlûkta bulunan
hayırların sırlan onda toplanmış olur. Allah'ın ordularının sayısını ancak
kendisi bilir..
Süryanicedeki âdet, izâle için olan Fa harfi, Kaf harfi
yazılırken yazılmıyor, çünkü o zaman yazı mânayla birlikte karışıp çözümü zor
bir durum meydana getirir. Bunun için bu yazılırken sadece (Kaf) olarak
yazılıyor. Allah daha iyisini bilir.
Sonra Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu ki:
— İstersen kadimi olan hazreti, Allah'ın ezelî ilminde
sebkat eden şeyler olarak tanımlarsın ve böylece hazret hakikati üzere kadîm
olmuş olur. Hadis olan hazreti de Aziz ve Çelil olan Allah'ın meydana getirdiği
malûmat olarak tanımlarsın. Senin için böyle bir tefsirde bulunmak mümkündür.
Mânalar ise kendi hali üzere kalır. Allah daha iyisini bilir.
Müellif Ahmed bin Mübarek diyor ki:
«Dikkat ediniz, bu cevabın güzelliğine..» Sonra ben
Şeyhimden soru soranla buluştum ve dedim ki:
— Şeyhimin
cevabına karşılık ne düşünüyorsunuz?
Bana şunu söyledi:
— Şeyhinizin
dedikleri uydurmadır. Hazret-i Kadîme, Kaf harfinin (yarı) dairesidir. Hazret-i
Hâdise ise o dairenin altında olan katmadır. Bundaki sır ise, hâdisenin kadîmden
istimdad etmesi işaretidir. Katma kısmın halkaya dahil olması — ki biz bu
halkaya Daire demiştik — ise ittisal ölçüsü içinde hâdisenin kadîmden istimdad
etmesine işarettir. Böylece Kaf süresiyle halkadaki bu özellikle iki hazrete
işaret edilmiştir: Kafin asıl halkasıyla kadîme (öncesizliğe), altındaki katma
ile hâdise ve katmanın halkaya bitişmesiyle de hadisin kadîmden istimdadına
işaret ediliyor.
Evet, nerede bu tefsir ve nerede Şeyhimizin bu kişiye
verdiği cevap? Çünkü soru Kaf harfinin mânası hakkında idi, ki bu lâfızlardan
bir lâfızdır. Soruyu soranın itirazı ve yaptığı açıklama ise hat ile ilgilidir,
lâfızla değil.. Çünkü Kaf harfinin lâfzında halka (daire) ve katma kısım
yoktur. Bunun üzerine o adama dedim ki:
— Sizin bu
anlattığınızda hazret-i kadîme ile hazret-i hâdisenin mânasına açılan bir kapı
yoktur. Sonra halka (daire) ile hazret-i kadîme arasında ne münasebet vardır?
Aynı zamanda katma kısım ile hazret-i hâdise arasında ne gibi münasebet
mevcuttur? Eğer bu katma sadece daireye bitiştiği içinse, aynı bitişme Mim
harfinin halkasında da mevcuttur. Sad, Dad Ayn, Ğayn ve diğer bazı harflerde de
buna benzer halka ve katma vardır.
Benim bu itirazım üzerine o şahıs ne cevap vereceğini
bilemedi. Benim bu anlattığım (yanlış anlaşılmasın) Şeyhime karşı bir itiraz
mahiyetinde değildir. Şeyhimin uydurma ve hileli konuşması kesinlikle doğru
değildir. Onu bu gibi şeylerden tenzih ederim. Aynı zamanda başka velîlere
karşı da bir itirazım yoktur. Cenâb-ı Hak bizi onların ilimleriyle
menfaatlandırsın.
Benim, Şeyhimden soru soranla söz düellosuna girmemin
sebebi, Şeyhimin sözünün uydurma olduğunu söyleyeceğine vâkıf olmadığındandır.
Bunun nasıl olduğunu da bilmem. Soruyu soran belki bunu kendine göre belli bir
mânada nakletmiştir, tahkik etmeden konuşmuştur. Bu bakımdan kendisine karşı
itiraz edilmiş (gereken cevap verilmiştir). Allah daha iyisini bilir.
İkinci cevap ise, müşkil bir durum arzetmektedir ki Seyyid
Abdurrahman el-Fasî Hazretleri buna işaret etmiştir. Özetleyecek olursak:
Remzlerin bir, sûrelerin birkaç tane olmasının veçhesi nedir? Baştaki harfler
sûredeki hususları remz ediyorsa, bu ramzlerin farklı olmasını gerektirir;
nasıl ki sûreler de birbirinden farklı durum arzetmektedir. Buna ne
buyurursunuz?
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) şu cevabı verdi:
— Sûrelerin muhtelif, remzlerin ise bir olmasının sebebi,
Kur an âyetlerinin nurları üç kısımdır: Birincisi beyazdır: Bu, kulların dediği
azîz-celîl olan Rablerinden istediği şeydir. İkincisi yeşildir: Bu, Cenâb-ı
Hakk’ın buyurduğu şeylerdir. Üçüncüsü sarıdır: Bu, kendilerine gazab
olunanların ahvaliyle ilgilidir.
O halde Fâtiha-i şerîfede yeşil olan, Hamd'dir, yani Allah'a
hamd, sadece yeşil rengi remzeder. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk’ın sözüdür. Fatihada
beyaz renk de vardır, bu da Rabbi'l Âlemîn terkibinden Gayri'1-Mağdubi'ye kadar
olan kısımdır. Fatihada sanda vardır; bu da Mağdubi'den sûrenin sonuna kadar
olan kısımdır.
Evet bu üç nûr bütün sûrelerde mevcuttur. Ancak ne var ki
bazısı az, bazısı da çok ölçüdedir. Nitekim Fâtiha'da bunun örneğini gördün..
Bu üç nurun farklı olmasının sebebi ise, Levh-i Mahfuz'daki farklılığındandır.
Çünkü Levh-i Mahfuzun birkaç yüzü vardır; bir yüzü dünyaya, onun ahvaline ve
ehline yöneliktir, dünyada neler meydana gelecekse, dünya ehlinin ahvali ne
olacaksa bunların hepsi orada yazılıdır. Bir yüzü de cennete yöneliktir, orada
cennetin ahvali, ehlinin durumu, onların sıfatlan yazılıdır. Bir yüzü de
cehenneme yöneliktir, orada cehennem ehlinin ahvali, ehlinin durumu, onların
sıfatları yazılıdır. (Cenâb-ı Hak bizi cehennemden ve onun azabından korusun).
Levh-i Mahfuz un dünyaya yönelik bulunan yüzü
beyazdır. Cennete yönelik olanı ise yeşildir.Cehenneme yönelik olanı sarıdır,
ama hakikatte siyahtır. Sarı olması, müminin nazarındadır.Çünkü müminin
basiretinin nuru bir şey üzerine vaki olunca, o şey siyahsa onu sarı yapar.O
kadar ki mümin mahşerde kendisi için yazılan şeyleri aşan nuruyla uzağında
bulunan ve simsiyah bir görünüm içinde kalan bir kâfire nazar edince onu sarı
renkte görür. Bu sebeple sarı olarak görünen şahsın kâfir olduğu anlaşılır.
Kâfire gelince, o hiçbir şey görmez, karanlık her taraftan
onu kuşatmış ve bastırmış olur; o ancak karanlık üstüne karanlık görebilir.
Bunun üzerine sordum :
— Efendim dedim,
insanın kalbine ancak kendi ölçüsünde olan şey mahşerde vaki oluyorsa, o
takdirde müminin (görme ve anlama konusunda) kâfir üzerine ne gibi bir meziyeti
olabilir? Bu durumda da dünyada müslüman olmayı orada temenni etmeyebilir..
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) cevap verdi:
— Cenâb-ı Hak
orada mü’mine cennet ve ehlinin ahvaliyle ilgili olarak zarurî ilim yaratıp
verir. Bunu anladığın takdirde âyeti cennete yönelik olan veçhesiyle alacak
olursan, nuru yeşil olur. Cehenneme yönelik veçhesiyle alırsan, nuru sarı olur.
Dünyaya yönelik olan veçhesiyle alacak olursan nuru beyaz olur.
Sonra bilmiş ol ki: Bu veçhelerden her biriyle ilgili
birtakım açıklamalar ve bölümler vardır ki onları ancak Allah kendi ilmiyle
bilip kuşatabilir, (kuşatmıştır).
Sûrelerin başındaki harfler, Mushafta yazılı olduğu gibi
Levh-i Mahfuz'da da yazılıdır. Ancak ne var ki her harfin açıklaması orada
Süryanice yapılmıştır. Oradaki her harfin açıklamasını görecek olsan,
aralarındaki farklı durumu anlardın.
Bunu biraz belirtecek olursak, deriz ki: Elif-Lâm-Mîm
birtakım remizlerdir, bununla varlık âleminin efendisi Hz. Muhammed'in nuruna
işaret edilmiştir. O nûr ki, mahlûkatm hepsi ondan istimdad etmiştir.
Yukarıda işaret edilen Peygamber salla’llâhu aleyhi ve
sellem Efendimizin bu nuruna belirtilen remizle bakıldığında mahlûkattan bir
kısmının O'na imân ettiği, bir kısmının imân etmediği, inkâra saptığı; imân
edenlerin ahvali, küfredenlerin durumu ve bunlarla ilgili hususlar anlaşılır ve
Bakara sûresinde belirtilen ahval ile uyum halinde olduğu görülür. İşte âyetin
başındaki remiz bu mânayla inmiştir. Yine bu remizlere, hayırlar dikkate
alınarak bakılırsa, bu hayırların insanlara nasıl oluşturulduğu anlaşılır ki
Âl-i İmran sûresinde belirtilen hususlar bunlardır ve Elif-Lâm-Mîm remzi bu sûrenin
başında belirtilen mâna ile inmiştir.
Yine bu remizlere, onlara ehil olmayan kimseler üzerine inen
azâb itibariyle bakacak olursa, şu dünyada o ehil olmayanlara nelerin
dokunduğunu, başlarına nelerin geldiğini anlar ve Ankebut sûresinde bahsi geçen
hususların bunlar olduğunu görür. Bunun gibi her sûrenin başındaki remiz bu
ölçülerle yorumlandığında, belirttiğimiz özellikler kendiliğinden bilinir,
Levh-i Mahfuz'daki açıklamasıyla bir farklılık arzetmediği anlaşılır.
Sonra Şeyhimden makam ile ilgili bazı şeyler sordum, o da
bana gereken cevabı verdi ki akıllara durgunluk verecek nitelikte bulunuyordur.
Bunun için buraya yazmayı uygun görmedik. Allah daha iyisini bilir.
Şüphesiz ki bunlar çok üst düzeyde bulunan birtakım
sırlardır ki bunlann mânasını tahkik etmek ve doruğuna erişmek ancak fetih ile
mümkün olur veya Şeyh Hazretleriyle karşılıklı konuşmak suretiyle
gerçekleşebilir. Bu hususta sorulan soruları Şeyh Hazretleri mânaları
açıklayarak cevaplandırdığında ve soru soranın kendisine arız olan şeyleri hatırında
tutup aldığı cevaplarla birleştirip bütünleştirdiğinde, Şeyhin mânanın tamamına
eriştiğini, kendisi fetih olmasa bile anlar. Allah daha iyisini bilir.
Burada, Süryanicede harflerin konulduğu asıl mânaları yazmamı
arzu ettim. Çünkü buna ihtiyaç vardır. Yukarıda da birçok defalar bu konuya
bazı atıflar ve havaleler yaptık. Onları biraz daha derli-toplu olarak anlatmak
istiyoruz, tâki yararlar tamamlanmış olsun.
Hemze harfi, üstün olursa (fethe ile okunursa), bütün eşyaya
işarettir; az olsun çok olsun, onunla bu işaret sağlanır. Bu işaret bazı
hallerde konuşandan çıkıp kendi zatına ve nefsine yönelmiş olur. Bu tür işaret
kabz'den salimdir. Eğer Hemze ötre olursa, yakın ve az olan şey'e işarettir.
Esreli olursa, münasip olan yakın şey'e işarettir.
Ba harfi, üstün (fetheli) olursa, bu ya çok aziz, ya da çok
hakir şey'e işarettir. Esreli olursa, bu, zata dahil olan veya dahil olmak
isteyen şey'e işarettir. Ötre olursa, beraberinde Kabz bulunan şey'e işarettir.
(Kabz, kulun korku ve ümit hallerini aştıktan sonra meydana gelen bir
haldir.. )
Ta harfi, üstün (fetheli) olursa, bu, çok hayra verilen bir
isimdir. Esre olursa, yapılan ya da ortaya konulan şey'in ismidir. Ötre olursa,
ortada olan az şey'in ismidir. Bazen de bununla birbirine zıd iki şey
kasdolunur.
Sâ (üç noktalı S harfi), (fetheli) olursa, nûr ya da
karanlığa işarettir. Ötre olursa, bir şey'in diğer bir şey'i bir şey üzerine
koyup katmak anlamına işarettir.
Cim harfi, fetheli olursa, bu ya nübüvvet ya da velayet
demektir, şu şartla ki bir öncesinde veya sonrasında nübüvvet ya da velayetle
ilgili bir kayıt bulunursa.. Aksi halde ebediyen ya da yararlandığı hayır
demektir. Esreli olursa, zatta imân nurundan gelen az hayır anlamını taşır.
Şeyhim bu konuda bir defasında da şöyle buyurdu: «Esreli
olursa, zayıf olan veya nurlu olan az hayır, demektir.»
Hâ harfi, fetheli olursa, hepsini kapsamak mânasına delâlet
eder. Ötre olursa, âdem oğullarının dışında sayısı çok olan (meselâ yıldızlar
gibi) şeylere delâlet eder. Esreli olursa, zata dahil olan veya zatın velayeti
altında bulunan köle, altın ve gümüş gibi şeylere delâlet eder.
Hâ (noktalı Hâ) harfi, fetheli olursa, incelik ölçüleri
içinde sonuna kadar uzantı anlamına delâlet eder. Ötreli olursa, canlılarda
olan bir tür olgunluk ismine delâlet eder. Esreli olursa, cansızlarda bir tür
olgunluk ismine delâlet eder.
Dal harfi, fetheli olursa, zatın dışına işarettir. Esreli
olursa, zatta olan şey'e işarettir. Ya da zata dahil olan veya ona yakın
bulunan şey e işarettir. Ötre olursa, az veya çirkin şey'e beraberinde gazab
olmak üzere işarettir.
Zal (noktalı Dal) harfi, fetheli olursa, zatta bulunan ve
zatın sahip bulunduğu şey e ta'zim anlamını taşımakla birlikte bir mânaya
delâlet eder. Ötre olursa, zatında bulunan şer ve kaba şey e veya ondaki büyük
ve çirkin şey'e delâlet eder. Esreli olursa,, kendisini gazab takip etmeyen
çirkin bir şey'in ismidir.
Ra harfi, fetheli olursa, zahirî ve bâtmî bütün hayırlara
işarettir. Ötre olursa, nefsinde bir olan ve açık meydanda bulunan şey'in
ismidir. Esreli olursa, içinde rûh bulunan şey'e işarettir; ancak o şey âdem
oğlundan başka canlılardır. Veya bu ruhun kendisine işarettir.
Zâ (noktalı olan Ra) harfi, fetheli olursa, bir şey üzerine
dahil olunca ona zarar veren şey'in ismidir. (Bir başka defa da, bunun
kendisinden sakınılan şey'in ismidir, buyurmuştu). Ötre olursa, içinde bulunan
(büyük günahlar gibi) çirkin şey'e işarettir. Esreli olursa, içinde zarar
bulunmayan (küçük günahlar, şüpheli şeyler ve az mundar sayılan nesneler gibi)
çirkin şey e işarettir.
Tâ harfi, fetheli olursa, cinsi temiz olan ve sonuna kadar
saf ve katıksız süre-giden şey e işarettir. O haddi-zatmda da temizdir, sonuna
kadar saf ve berraktır. Ötre olursa, birincisinin aksine sonuna kadar çirkin ve
habis olan şey e işarettir. Esreli olursa, tabiatında sakinlik bulunan şey'e
işarettir.
Zâ (noktalı Tâ) harfi, fetheli olursa, nefsinde büyük olan
şey e işarettir. Aynı zamanda beraberinde karşıtı olan şey de yoktur; soylu
kişilerdeki cömertlik, Yahudilerdeki kin ve düşmanlık gibi... Ötre olursa,
nefsinin hareketine tabi' olan şey'e işarettir, kendi helakini hazırlamaya
çalışır. Esreli olursa, kulun zarar gördüğü şey'e işarettir ki o şey'in
tabiatında zarar vermeklik vardır.
Kâf harfi, fetheli olursa, kemâl mertebesinde olan kulluğun
hakikatma işarettir. Ötreli olursa, siyah ya da çirkin kula işarettir. Esreli
olursa, kulluğun sana muzaf olduğuna işarettir. (Bir defasında ise bu hususta
şöyle buyurmuştu: «O senden sana kulluk
ile bir işarettir).»
Lâm harfi, fethalı olursa, konuşmacının büyük bir şey
üzerinde oluşmasıdır ki büyük bir şey e işarettir. Ötreli olursa, sonu olmayan
bir şey'e işarettir. Esreli olursa, konuşmacıdan zatındaki boşluğa ya da
doğrudan doğruya zatına işarettir. Ne var ki bu Lâm harfinin esresi ince okunduğu
zaman böyledir. Biraz kaim okunduğunda, bu mânayla birlikte sıkıntı, gönül
darlığına işarettir; (bir başka defa ise, çirkinlikle birlikte bu mânaya
işarettir, buyurmuştu).
Mim harfi, fetheli olursa, varlık âleminin tamamı demektir.
Esreli olursa, açık meydanda olan zatın num demektir. Gözde olduğu gibi..
Bâtında olan zatın nuruna da işarettir, kalbde olan nûr gibi.. Ötreli olursa,
az olan aziz şey, demektir; göz yaşı gibi. Bu mânayla göz yaşına mûmû
denilmiştir.
Nün harfi, fetheli olursa, zatta sakin olup ondan çevreye
yayılan hayır demektir. Ötreli olursa, kemâl mertebesinde olan
hayır veya etrafı aydınlatan nûr demektir. Esreli olursa,
konuşmacının idrâk ettiği veya kendine ait olan şey demektir.
Sad harfi, fetheli olursa, Allah'ın huzumnda vakfe yapılan
mahalde yerin tozunun tamamı demektir. Esreli olursa, yedi yere işarettir.
Ötreli olursa, yeryüzünün bütün bitkilerine işarettir.
Bütün bunlar, Sad harfi az ince okunduğu zaman böyledir.
Kaim okunduğu zaman ise, fetheli olanı, Allah'ın üzerine
gazab indirdiği yer veya üzerinde bitki olmayan toprak demektir. Esreli olursa,
içinde hiçbir bitki bulunmayan zat demektir. Veya kendinde hiç hayır bulunmayan
zat demektir. Ötreli olursa, yukarıdaki iki mânadan bize erişen zarar demektir.
Şeyhim bir defasında ise bu hususta şöyle buyurmuştu:
Sad fetheli olursa, yeryüzünün tamamına işarettir. Tabii
üzerindeki şeyler de buna dâhildir. (Bu şeylerin bir fersah miktarı kadar
olduğuna da dikkatleri çekmişti.) Ötreli olursa, yerkürenin tamamına işarettir.
Esreli olursa, yeryüzünde bulunan bitkilere işarettir. Kesreli halinde kaim
okunursa, yeryüzündeki Allah'ın gazabına çarpan şey'e işarettir.
Bu ikinci mânayı, Şeyhimin vefatından sonra onun hattıyla
yazılı bulunan parçadan alıp yazdım. Ama birinci mânayı onun bizzat ağzından
dinlemiştim, İkincisi ise arzettiğim şekilde kendi hattından buraya naklettim.
(Allah kendisinden razı olsun).
Dad harfi, fetheli olursa, belâdan uzak sıhhate delâlet
eder. Ötreli olursa, içinde nûr ya da karanlık bulunmayan şey'e işarettir.
Esreli olursa, saygı ve korku ölçüleri içinde eğilmeğe işarettir.
Ayn harfi, fetheli olursa, gelmek ya da göç etmenin ismidir.
Ötreli olursa, zatta sakin olan ve zatın kaim olduğu şey'in ismidir. Esreli
olursa, zatın habisliğine delâlet eden şey'in ismidir.
(Bu, Şeyhimden işittiğim mânalardır. Onun hattıyla yazılı
bulunan parçada ise şöyle deniliyor:
Ayn, fetheli olursa, yüz çevirip gelen şey'e işarettir.
Ötreli olursa, irâdeye göre fayda veya zarar veren şey'e işarettir. Esreli
olursa, kulluğun iyi bir yolda olmadığına işarettir.
(Bu mânalar da birinci şekle yakmdır. Çünkü gelmek ile yüz
çevirip gelmek birbirine pek yakın ölçüdedir. Zatta sakin olup zatın kaim
olduğu şey rûh ve hafeze melekleridir, bunlar Allah'ın izniyle hem zarar, hem
de yarar verirler. Kulluğun iyi bir yolda olmaması, zatın habisliği ve
karanlığıdır.)
Ğayn harfi, fetheli olursa, bir şey'in hakikatma ulaşılan
nazar’ın ismidir. Ötreli olursa, Allah'ın isimlerinden bir isimdir, yufka
yüreklüiğe ve acıma hissine delâlet eder. (Allah hakkında geniş rahmet anlamına
gelir). Esreli olursa, bilmediğini sormak, bildiği ile cevap vermek anlamına
gelir.
Bunlar, bizzat Şeyhimden işittiklerimdir. Onun hattıyla
yazılı bulunan parçada ise şöyle deniliyor:
Ğayn harfi, fetheli olursa, kendisine beraberlik ve yakınlık
eden şey’i tabiatı gereği defeden şey'e işarettir. Ötreli olursa, yufka
yürekliliğe, saygı ve şeref dolu olgunluğa işarettir. Esreli olursa, bilmediği
bir kelimeyle konuşmaya işarettir.
Şeyhimin vermiş olduğu iki türlü mâna birbirine pek
yakındır.
Fa harfi, fetheli olursa, cinsinin habislikle bilinmesinden
sonra habisliği olumsuz kılmak içindir. Böylece bu o şey'in temiz olduğuna,
cinsinin de habis bulunduğuna işarettir. Buradaki habislik günah ve benzeri
şeylerdir. Esreli olursa, zata ve onun kapsadığı şeylere işarettir. Bazı
ahvalde bu ihtiva ettiği şeyler az olur.. Ötreli olursa, habisliği gidermek
içindir.
Kaf harfi, fetheli olursa, hayırları toplayıp bir araya
getirmek mânasına işarettir. Veya bütün nurlara işarettir. Ötreli olursa,
meydana gelmenin aslına veya öncesiz olan ilme ve benzeri şeylere işarettir.
Esreli olursa, aşağılık ve horluğa işarettir.
Sin harfi, fetheli olursa, tabiatında incelik bulunan güzel
ve zarif şey'e işarettir. Ötreli olursa, kaba ve sert olan fena şey'e
işarettir. Veya hissen siyah olan şey'e işarettir. Esreli olursa, belirti,
mühür mânasına olan şey'e işarettir, işaret o mühür veya alâmetten gelir.
Bu bahsettiğim mânalar. Şeyhimin hattiyle yazılı parçadan
alınmadır. Bizzat kendisinden işittiğim ise şöyledir :
Sin harfi, fetheli olursa, eşyanın güzelliklerinin ismidir.
Ötreli olursa, hissen siyah olan şey'in ismidir. Esreli olursa, zatın kapısına
ve onun sırrı olan kâmil akıl, afvetmek, yumuşak huyluluk gibi mânalara delâlet
eder.
Şeyhimin vermiş olduğu iki ayrı mâna birbirine pek yakındır.
.
Şin harfi, fetheli olursa, arkasından azâb gelmeyen rahmete
işarettir. Ayrıca kendisinden kötülük ve azabın çıktığı, rahmetin girdiği
kimseye de işarettir. Ötreli olursa, nefsinde yüce olan ve saygı değer bulunan
kimseye işarettir. Esreli olursa, tabiatında gizlemek ve gizlenmek bulunan
şey'e işarettir. Bazen de kalbde örtülü bulunan şey'e işarettir.
Verdiğim bu mânalar, Şeyhimin hattiyle yazılı olan parçadan
alınmadır. Kendisinden bizzat işittiğim ise şöyledir :
Şin harfi, fethe ile olursa, arkasından azâb gelmeyen rahmet
demektir. Ötreli olursa, zihinlerin hayretlere daldığı şeyler demektir. Veya
göz kapaklarına zarar veren ok misali şeylere işarettir. Esreli olursa, üzerine
bir aza veya ayak ile basılan ve fakat belli olmayan şey demektir. Veya kalbde
gizli tutulup zahir olmayan şey demektir.
Hâ harfi, fetheli olursa, sonu olmayan tertemiz bir rahmet
demektir. Ötreli olursa, Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Esreli olursa,
mahlûkatm zatlarından çıkan hayra işarettir.
Bu, Şeyhimin hattiyle yazılı bulunan parçadan alınmadır.
Kendisinden bizzat işittiğim ise şöyledir:
Hâ harfi, fetheli olursa, sonu olmayan tertemiz bir
rahmettir. Ötreli olursa, Allah'ın isimlerindendir. Ayrıca bunda bütün
mükevvenatı müşahede anlamı da mevcuttur. Ötreli olan Nün harfi böyle değildir,
o, Ya Rabbî diyen kimsenin mesabesindedir. Hâ ötreli olunca, Rabbi'l-Âlemîn
diyen kimsenin mesabesindedir. Esreli olursa, müminlerin zatlarından çıkan
bütün nurlara işarettir.
Vav harfi, fetheli olursa, insanda damarlar ve parmaklar
gibi şeylerin birbirine örülüp bağlanması anlamına gelen şeylere işarettir.
Ötreli olursa, âdem oğluna uymayan, ona ters düşen şeyler demektir. Felekler ve
dağlar bu cümledendir. Esreli olursa, birbirine girmiş, örgülenmiş pislik
taşıyan şeyler demektir. Barsakları örnek verebiliriz. Veya sevilmeyen, gazab
edilen şeyler demektir.
Yâ harfi, fetheli olursa, ünlem içindir. Bazen bu mânayı
kuvvetlendirmek için de kullanılır.
Bu, Şeyhimden bizzat işittiğimdir. Onun hattiyle yazılı
bulunan parçada ise şöyle deniliyor :
Yâ harfi, fetheli olursa, ünlem içindir. Bazen de içinde
ünlem bulunan bir haber içindir, Lem Yelid gibi. Bu bir haberdir, fakat içinde
nida (ünlem) vardır. Ötreli olursa, sabit olmayan şey'e işarettir. Şimşeki buna
örnek verebiliriz. Bir anda parıldar ve kaybolur. Esreli olursa, kendisiyle
utanılan veya kendisinden utanılan şey'e işarettir, utanç yerlerini buna örnek
verebiliriz.
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu ki :
— Bu anlattıklarımız harflerin esrarı mahiyetindedir.
Sûrelerin başındaki her harfin yedi esrarı vardır ki onlardan yukarıda sözünü
ettiğimiz mânalar çıkmaktadır. Ayrıca bu harflerin yedi başka esrarı daha var
ki Arapça söz onlara uygun gelmektedir. Söz Arapçadan başka bir söz olursa, ona
başka esrar da münasip düşmektedir.
Allah bizi başarıya ulaştırsın ve esrarı bize öğretsin,
Efendimiz Muhammed'in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) yüce makamı hürmetine
bizim bu dileğimizi kabul buyursun!
Ey okuyucu! Allah sana merhamet etsin, başka hiçbir divanda
buna benzer satırların yazılı olduğunu işittin mi veya gördün mü? (Allah daha
iyisini bilir).
Şeyhimle buluştuğum ayda veya o aydan hemen sonra bana
Süryanice üç kelimeden söz etti ve buyurdu ki:
— Bu kelimelere
aklını kullanarak kendini ver, sakın unutayım deme! Siner, Siz'û ye Mâze.
Bunun üzerine sordum :
— Efendim,
dedim, bunlar ne dildendir?
Cevap verdi:
— Süryanicedir.. Bugün yeryüzünde bunu —pek az kişiden
başka— bilen yoktur..
— Bu üç
kelimenin mânası nedir? diye sordum, fakat Şeyhim bunların mânasını açıklamadı.
Sadece ben bunların Süryanice sözler olduğunu anlamış oldum. Ancak Şeyhim bana
sanki lisan-i hal ile şöyle diyordu :
— Benim zatımda
sakin olan şu nura dikkatle bak, zahirimde perde perde yükselen ve bâtınımda iç
âlemimi aydınlatan parıltıları görmüyor musun? Bu büyük hayra bak ki zatım ona
sahip olmuştur ve zatım bu nûr ile kıvamını bulmuştur. İşte bu nûr ile varlık
âleminin hepsi şeylerden temizlenir; yerde ve göklerde ve diğer âlemlerde
bulunan zahirî ve bâtınî hayırlar bu nûr ile vücut bulur. Evet bütün bunlar
benim zatımdaki nurdan istimdad etmekteler..
Müellif Ahmed b. Mübarek diyor ki :
«Şeyhimin bu sözlerinden, varlık âleminde kendisinin
tasarrufa yetkili kılındığını anladım. Allah daha iyisini bilir.»
Sh: 395-438
Şeyhim buyurdu ki :
— Divan ehlinin dili Süryanicedir. Çünkü bu dilde az
kelimeyle çok mâna ifade edilir, heceler bile birçok mânalar taşır. Hem bu
divana ruhlar ve melekler de katılır. Süryanice bunların konuştukları dildir.
Ruhlar ve melekler Arapça konuşmazlar. Ancak Cenâb-ı Peygamber (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) Efendimiz bu divanda hazır olunca, Ona saygı gösterilerek
Arapça konuşulur.
Sh:72
Kaynakça
Abdülaziz
Debbağ trc: Celal YILDIRIM Kitab'ül İbriz [Kitap]. İstanbul : Demir Yayınları,
1979. Cilt I-II.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar