Print Friendly and PDF

KOLONYALİZM Sömürgecilik VE EDEBİYAT


James Cook ve adamları Pasifik Adaları’na ayak bastıklarında açlıktan bit­miş, aylarca süren yolculuktan dolayı birer paçavraya dönmüşlerdi. Yerliler, adaya daha önce gelip kardeşlerini katletmiş olanlara benzeyen bu vahşi adamlara korkuyla bakıyordu. Britanyalılar, bir yandan yemeklere sal­dırıyor, bir yandan da dinledikleri “yamyamlık” hikâyelerinin etkisiyle soruyorlardı: “Siz de yamyam mısınız?” Yerliler bu beyaz adamların ken­dilerini çiğ çiğ yiyecekleri korkusu içinde “Evet” dediler, “biz de yamyamız”.
Ania Loomba, Kolonyalizm/Postkolonyalizm'de kolonyal ideolojilerin temellerine iniyor. Batı’nın, kendi “öteki”sini oluşturma sürecinde, Hindistan’dan Afrika’ya, oradan da Amerikalara uzanan “bakir” toprakları hegemonyası altına alışını ve bu hegemonyayı kolonyal söylemle meşrulaştırma ve sürdürme çabalarını irdeliyor. Shakespeare’in Fırtına' sında, Avrupalı seyyahların seyahatnamelerinde, Rudyard Kipling’in romanları gibi pek çok edebi metinde kolonyal söylemi araştıran Loomba, ayrıca Michel Foucault, Edward Said, Jean Baudrillard, Stuart Hall, Frantz Fanon gibi postkolonyal çalışmalarda köşetaşı oluşturan yazarların kuramlarını da ayrıntılarıyla ele alıyor. “Uygar” erkek Batı ve fethedilmeyi bekleyen çıplak bakire Doğu karşıtlığı ya da eğitimli beyaz kadın ve ona sahip olma arzusuyla yanıp tutuşan kara de­rili vahşi karşıtlığı gibi klişelerin ötesinde, Loomba, “kolonileştirenler" ve “kolonileştirilenler” ikiliğinin yapısını sökerek, ezilenler içinde de kadın-erkek ilişkileri bağlamında üretilen ve kurumsallaştırılan hegemonya ilişkilerine eğiliyor. Böylece, feminist literatürde bugüne dek gözden ırak kalmış olan bir alanı incelemeye açıyor. Böylelikle, Said’in Şarkiyatçılığında ya da Fanon’un yazılarında eksik kalan ve eksik kaldığı ölçüde de yanıltıcı ola­bilen bir çerçeveyi oluşturuyor. Kolonyalizm/Postkolonyalizm, bugüne kadar birbirini dışlayarak gelişen iki alanın, Marksist çalışmalar ve ırksal analiz arasında bir köprü kurma çabasını da temsil ediyor; sınıfsal hiyerarşiler ve ırksal hiyerarşiler arasındaki karmaşık bağıntıya dikkat çekiyor. Modernleştirme buyruğunun gösterdiği yolda gerek metropol ülkelerde ge­rekse kolonileştirilmiş ülkelerde farklılıkların yok edilmesi çabasının eşlik et­tiği ulusdevlet kurma projesi miadını doldururken “geri dönen” bas­tırılmışların yol açtığı “melez” formasyonlar da Loomba’nın analizlerinde önemli bir yer tutuyor.
Avrupa-merkezciliğin aşılmasının ve Batı’nın taşralaştırılmasının önünde hâlâ devasa bir tarihsel-ideolojik engel uzanıyor;

İdeolojik ve politik masumiyet iddialarının ortaya atılabileceği tek zemin nesnellik değildir. Hümanist edebiyat incelemeleri, edebiyatın (ya da hiç değilse iyi edebiyatın) politikanın zehirleyemeyeceği kadar öznel, bireysel ve kişisel ya da evrensel ve aşkın olduğu gerekçesiyle, edebiyatı politikayla ilişkilendirme fik­rine uzun süre karşı koydu. Dolayısıyla, edebiyat eleştirisi kolonyalizm ile edebiyat arasındaki ilişkiye son yıllara kadar ilgi duymamıştı. Edebiyat incelemeleri eğitiminden geçen ya da bu a­lanla mesleki bir yakınlığı olan birçok kolonyal söylem analistinin (bu analistler çoğunluğu oluşturmasalar da) ortaya çıkmasıyla bir­likte bugün durum hızla tersine dönüyor gibidir. Bu, edebiyat ça­lışmaları alanındaki ortodoksilerin basitçe buharlaşıp gittikleri an­lamına gelmiyor: Toplumsal cinsiyete ilişkin analizler gibi kolonyalizm ya da ırk analizleri hâlâ, genellikle disiplinin geri ka­lan kısmındaki öğretim ve araştırma konularını ciddi biçimde de­ğiştirmeyen "özel ilgi" konuları olarak görülmektedir. Buna rağmen, edebiyat ile kolonyalizm arasındaki ilişkiye son zamanlarda gösterilen ilgi, bu terimlerin ciddi biçimde yeniden ele alınmalarını sağlamıştır.
İlkin, edebiyatın kolonyal ve anti-kolonyal söylemlerde oy­nadığı merkezi rolün incelenmesine başlandı. Edebiyatın gerçek ile İmgesel arasında dolayım kurduğu ta Platon'dan beri kabul edilegelmiştir. İdeoloji konusunda yürütülen Marksist ve postyapısalcı tartışmalar gitgide bu dolayımın doğasını tanımlamaya çalışmaktadır. Daha önce ileri sürdüğümüz gibi, dil ile "göster­geler" farklı ideolojilerin birbirleriyle kesiştikleri ve çatıştıkları birer bölgeyse eğer, o vakit tamamen dillerin ve göstergelerin oluşturduğu demetler olan edebi metinler de bunun gibi ideolojik et­kileşimler açısından son derece bereketli birer mevzi olarak tanımlanabilir. Dahası, edebi metinler birey teki, toplumsal buramlar ve dil oyunu arasındaki karmaşık eklemlenmeyi gösterir.
Edebi metinler yalnızca içsel değerleri yüzünden değil, pazar ya da eğitim sistemi gibi öbür kurumların bir parçası oldukları için de loplumda dolaşıma girer. Edebi metinler bu kurumlar aracılığıyla, kolonyalistlerin hem kendi metropollerinde hem de kolonilerde kültürel bir otoriteye sahip olmaları konusunda hayati bir rol oynar. Gelgelelim, edebi metinler basitçe egemen ideolojileri yansıtmakla kalmaz; bunun yanı sıra kolonyal kültürlerdeki gerilimleri, kar­maşıklıkları ve nüansları kodlar. Mary Louise Pratt'in sözleriyle ifade edecek olursak, edebiyat, "transkültürasyon'un tüm kar­maşıklığıyla gerçekleştiği önemli bir "temas bölgesi"dir. Kolonyal ayrımın her iki yakasında kaleme alınmış olan edebiyat, çoğun­lukla "öteki" kültürün birtakım boyutlarım soğurur, temellük eder ve kayda geçirir; bu süreçte de yeni janrlar, fikirler ve kimlikler yaratır. Son olarak, edebiyat aynı zamanda başat temsil araçlarını ve kolonyal ideolojileri temellük etmenin, tersine çevirmenin ya da bunlara itiraz etmenin önemli bir aracıdır. Şimdi, edebiyat ile kolonyalizm arasındaki bu etkileşimlerin bazılarını inceleyelim.
Avrupa'da Rönesans devrinde seyyahların yazdıkları öykülerin kurmaca, geçmişten kalan tutumlar ve yeni gözlemlerden oluşan bir almaşık olduğunu daha önce görmüştük. Kendi sınırlarının dışında kalan unsurlarla karşı karşıya gelmeler her kültürün o­luşumunda önemli bir rol oynar: İçeriyi dışarıdan, "benlik"i "öteki"nden ayıran sınırlar sabit değildir, her zaman kaymalar gösterir. Avrupalı seyyahlar, karşılaştıkları engin yeni dünyaları kendi kültürleri ve toplumlarının sağladığı ideolojik filtreler ya da görme tarzları yoluyla yorumlamışlardı. Ama ticaret yapma, bu ülkeleri yağmalama ve fethetme itkisi de başka ülkeleri ve halkları yorumlarken başvuracakları yeni ve hayati bir çerçeve sunmuştur. Böylece, hem siyahlık Ortaçağ’da ve dinsel açıdan küfür ve kiri çağrıştırdığı için hem de bu çağrışım kolonyalistlerin karşılaştıkları ülkeleri kolonileştirmelerini ve insanları köleleştirmelerini haklı gösterdiği için, siyah Afrikalıların hayvandan farksız oldukları düşünülmüştür. Bu diyalektik, yabancılar karşısındaki tutumları ol­duğu kadar bizzat "Avrupa" kültürünü de biçimlendirmiştir. Ör­neğin, beyaz olmanın güzel olmak açısından temel bir unsur olarak görülmesi, yüzlerce yıllık geçmişi olan ve sonradan siyahlığın çirkinlik olarak kabul edilmesini sağlayan bir fikir değildi; tersine, İngiliz Rönesansındaki güzellik nosyonlarını da biçimlendirmiş o­lan, siyah halklarla fetih ve sömürüye dayalı olarak ortaya çıkan gerçek temastı (bkz. Kim Hail, 1995). İngiliz milliyetçiliği, Avrupalıları siyahlardan, hatta İngilizleri İtalyanlardan ya da İrlanda halkından ayıran kültürel sınır çizgilerine yaslanıyordu; böylece, bu kültürel ayrımlar İngiltere'nin denizaşırı ülkelere yayılmasının fitilini tutuşturan saldırgan bir milliyetçiliği rasyonelleştirdi.
Kültürlerarası karşılaşmalar yalnızca seyahat öykülerini bi­çimlendirmekle kalmamış, aynı zamanda içe bakışın ağır bastığı ya da kamusal uğraşlardan ziyade özel uğraşları konu alan metinleri de biçimlendirmiştir. Sözün gelişi, John Donne'un şiirlerindeki a­şıklar, kendi özel mekânlarını, hızla genişlemekte olan dış dünyadan net biçimde ayırır. "The Sunne Rising" adlı şiirde güneş bile bir röntgenci, "iş başındaki bir bunak soytarı" haline gelir. Dış dünyadan böylesi bir geri çekilme, hem bu dönemde gitgide ge­lişen çift olma ideolojisine tanıklık eder hem de (kaba cinselliği ve evlilik dışı çağrışımları yoluyla) bu ideolojinin Protestan de­ğişkesine itiraz eder. Ama mahrem hayata çekilme ve cinselliğin selamlanışı ancak çağdaş coğrafi yayılmacılıktan devşirilen im­gelerle ifade edilebilir. Dişi beden, Donne'un "Love's Progress"inde olduğu gibi, ufuk çizgisine yeni giren coğrafyalar çerçevesinde betimlenir:
Uzanır Burnu (Birinci Meridyene emsal)
Değil Doğu’yla Batı arasında, iki güneş arasında:
Çizerek bir Yanak, gül renkli bir Yarıküre
Her iki yanda, derken yöneltir bizi
Düşeriz bahtiyar adalara,
Değil baygın Kanaryalar’a, Ambrosiall’a,
Kabaran dudakları... ve o Hellespont geçidi
Memelerinin Sestos’uyla Abydos’u arasında...
Ve yelken açarak onun Hindistan’ına, kalacak
Güzelliğinde onun Atlantiğin göbeği...(Donne, 1985: 181)
Aşıkların ilişkisi, "To his Mistris going to Bed" şiirinde olduğu gi­bi, kolonyalistlerin "keşfettikleri" ülkelerle aralarındaki etkileşim çerçevesinde işlenir.
İzin ver âvâre ellerime, bırak gitsinler,
Öne, arkaya, araya, yukarı, aşağı!
Ey benim Amerikam! yeni bulunmuş diyarım,
Krallığım benim, ki bir tek adamla en güvençli,
Değerli taşlardan madenim: İmparatorluğum,
Ne nimet seni keşfedip durmam. (1985: 184)
Kolonyal temas yalnızca edebi metinlerin dilinde ya da me­cazlarında "yansıtıl"maz, bu temas yalnızca insani dramların an­latıldığı bir dekor ya da "bağlam" değildir. Kolonyal temas bu metinlerin kimlik, ilişkiler ve kültür hakkında söyleyeceklerinin merkezi bir boyutudur. Dahası, Donne'un yukarıda aktarılan ikinci şiirinde, cinsel ilişkiler ile kolonyal ilişkiler birbirini andırır. Donne'un şiirindeki eril âşık dişi bedeninin aktif kâşifidir; bu be­deni tıpkı Avrupalı "maceracı"nın yaptığı gibi, yani pasif ya da keşfedilmeyi bekleyen ülkelere giren ve buralara sahip olan ma­ceracının yaptığı gibi keşfetmeyi arzular. Burada kadın bedeninin cinsel vaadi, kolonilerin vaat ettikleri zenginliği ima eder böylece, birinci şiirde âşık/kolonyalist, kadının "Hindistan"ına, zenginlikler beldesine ulaşmak için kadının/yerkürenin bedeninde yol alır. Ama kadın/ülke benzetmesi, kolonilerin vaat ettikleri zenginlikler hem dişi bedeninin sunduğu hazları hem de bu bedenin eril mülkiyete geçirilebilecek meşru bir nesne olarak statüsünü gösterdiği (sig­nify) için, aynı zamanda ters bir mantık da kullanır.
Avrupalı bir benlik ile Avrupalı olmayan bir öteki biçimindeki kutupsallığın kurulmasında dil ve edebiyat birlikte yer alır; bu ise, Said'in Şarkiyatçılıkla ileri sürdüğü gibi, kolonyal otoritenin ya­ratılmasının bir parçasıdır. Peter Hulme'un on altıncı yüzyıl Ame­rika'sında kolonyal bir söylemin oluşması üzerine yaptığı çalışma bu bakımdan fevkalade aydınlatıcıdır. Hulme iki sözcüğün "yam­yam" (cannibal) ve "kasırga" (hurricane)Yerli Amerikan dil­lerinden nasıl alındığını ve "ideolojik bir söylemi güçlendirebilmek için" belli başlı tüm Avrupa dillerine uyarlandığını gösterir (1986a: 101). Bu uyarlamadan sonra iki sözcük de yalnızca betimliyor iz­lenimi uyandırdıkları özgül doğal ve toplumsal fenomenleri çağrıştırmakla kalmayıp, Avrupa ile Amerika, medeniyet ile vah­şilik arasındaki sınırı çağrıştırmaya başlar. "Kasırga" yalın olarak belli bir fırtına türü olmaktan çıkıp, Karayiplere özgü bir şey an­lamına gelmeye başlar. Böylece, bizzat kaynağı olan yerin şiddet ve yabanıllıkla dolu olduğunu işaret eder. Benzer biçimde, "yam­yamlık” da kendi türünden varlıkları yiyen insan varlıkların ser­giledikleri bir uygulama değildir, daha eski olan anthropofaji sözcüğünün başka bir eşanlamlısı değildir. Bu eski terim kendi türünden varlıkları yiyen yabanlara gönderme yapıyordu; oysa yamyamlık, bu yabanların Avrupalılara karşı çıkıp onları yalayıp yutabilecekleri tehdidini ima eder. Ayrıca, Hulme, bu iki terim a­rasındaki sınırların bulanıklaşmasının da söz konusu olduğunu gösterir; her ne kadar kasırganın doğal bir fenomene ve yamyam­lığın kültürel bir pratiğe gönderme yaptığı varsayılsa da, sonunda bu iki terim Avrupa'nın dışında yer alan her şeyi tarif etmeye başlamıştır. Dahası, "cannibal" sözcüğü etimolojik olarak Latince canis (köpek) sözcüğüyle bağlantılıdır ve bu bağlantı da "Batı Hint Adaları'nın yerli yamyamlarının köpekler gibi avlandıkları ve kur­banlarına tüm yırtıcı hayvanların yaptıkları gibi hunharca dav­randıkları" görüşünü perçinler. Hulme, Shakespeare'in Fırtına'sı gibi bir oyunun (gerçek dünyadan uzak romantik bir öykünce ol­mak şöyle dursun) bu gidimli/söylemsel gelişmelerle ve genelde kolonyal söylemin oluşumuyla nasıl ilintili olduğunu; oyundaki fırtınaların nasıl da bu yeni anlamıyla birer kasırga olduklarını; Kaliban adının niçin cannibal'ın bir anagramı olduğunu ve ayrıca Prospero'nun asilerin üzerine salınan Fury (öfke) adlı bir köpeğe dönüşmesini tartışır (Hulme, 1986a: 89134). Edebiyat, böyle bir okuma çerçevesinde, kolonyal pratiklerin göbeğinde yer alan görme İnç imlerini ve eklemlenme tarzlarını hem yansıtır hem de yaratır.
Edebi metinler tam da yaratıcı bir biçimde ve bireyler olarak İmik üzerinde işlemelerinden ötürü, kolonyal söylemlerin oluşumunda hayati bir rol oynar. Ama edebi metinler basitçe egemen ideolojileri yansıtmaz; aynı zamanda bu ideolojilerin a­leyhine işler ya da bu ideolojilerle uzlaştırılamayacak öğeler içerir. Böyle bir karmaşıklığın, ille yazarın amaçlarına bağlı bir sorun ol­ması gerekmez. Böylece, Othello ve Fırtına gibi oyunlar Avrupalı olmayanların hayvanilikleri ya da kabalıkları konusundaki çağdaş fikirleri canlandırır. Ama bunu "ırk" ve kültür karşısındaki başat tu­lumları onaylamak için mi, yoksa bunları sorgulamak için mi yaptıkları konusunda fikir ayrılıkları doğabilir. Othello farklı ırklardan insanlar arasında yaşanabilecek aşklara ilişkin bir ikaz mıdır, yoksa bunun gibi aşklara geçit vermeyen bir toplumun suçlanması mı? Fırtına, Kaliban'ın hayvani bir yaban olduğunu düşünen Prospero'nun görüşünün onaylanması mıdır, yoksa insanlık dışı ko­lonyal yönetimin bir tasviri mi? Shakespaere'in niyetlerini saptamak zor, ama bu oyunların insanlar tarafından farklı zaman ve yerlerde nasıl farklı yorumlandığını görmemiz mümkün. Örneğin, Fırtıa kolonyalizmle hiçbir alakası olmayan bir romans olarak, beyaz adamın bilgisinin hem doğa hem de yabanıllar üzerinde ka­zandığı zaferi tasvir eden emperyal bir öykünce olarak ve köleleştirilmiş olan Kaliban'ın mücadelesini anlatan antikolonyal bir metin olarak yorumlanmış, sahnelenmiş ve temellük edilmiştir.
Edebi ve kültürel pratikler aynı zamanda kültürel etkileşimleri cisimleştirir. Özünde İngiliz olduğu düşünülebilecek Morris dansı, İlaçlı Seferleri dolayısıyla Avrupa'ya getirilmiş olan Moorish (Mağribi) danslarından türemiştir. Aslında, Ortaçağ’da ve mo­dernliğin ilk dönemlerinde Avrupalıların Avrupalı olmayan metinleri ve gelenekleri, bilhassa Araplarınkini temellük ettiklerini gözlemleyebiliriz; bu yüzden Avrupa kökenli edebiyat basitçe Av­rupa'da ya da Avrupalılar tarafından yazılmış metinlerden ibaret ol­mayıp, antikiteye (İlk Çağ) kadar uzanan bir etkileşimler tarihinin o­luşturduğu potada üretilmiştir. Edebi metinlerin bağdaştırman (syncretic) mahiyetleri ya da ideolojik karmaşıklıkları, bunların ta­rihsel ve politik süreçlerin her nasılsa "üstünde" kaldıkları so­nucuna varılmasına yol açmamalı. Tersine, edebi metinlerin hem söylediklerinin içeriği yoluyla hem de yazılma süreçleri bakımın­dan kolonyal tarihin göbeğinde yer aldıklarını görebileceğimiz gi­bi, bu metinler kolonyal tarihin daha nüanslı bir analizini yap­mamıza yardımcı olabilir. Çeşitli edebiyatların ve kültürlerin de­rinlere uzanan bir etkileşim içinde oluştuğunu kabul eden karşılaştırmalı edebiyat gibi bir disiplin bile hiyerarşik biçimde örgütlenmiştir ve merkezi varsayımı da, "Avrupa ve Birleşik Dev­letler’in basitçe politik konumlarından ötürü değil, aynı zamanda ürettikleri edebiyatın incelenmeye en fazla değen edebiyat ol­masından ötürü dünyanın merkezi oldukları"nı söyler. Oysa, Said, Batılı kültürel biçimlerin "emperyalizm tarafından yaratılan di­namik küresel ortama" yerleştirilmeleri gerektiğini savunur (1995: 2228).
Peki bu açıdan, Batılı-olmayan yazı biçimleri hakkında ne söylenebilir? Bunlar da yalıtık olarak değil, kolonyal türde olanları da dahil olmak üzere yabancılarla kurulan temaslar tarafından bi­çimlendirilmiştir. Örneğin, O. Chandu Menon'un Malayalam di­linde yazılan ilk romanlardan biri olan lndulekha'sı (1889), ya­zarının iddiasına bakılırsa, karısının "sık sık ifade ettiği, İngiliz tarzına göre ama kendi dilinde yazılmış bir roman okuma ar­zusunu yerine getirme ve "İngilizce bilmeyen Malayalam okurlarım arasında" bu türden bir yazıdan hoşlanma yönünde bir be­ğeni yaratıp yaratamayacağını deneme yönünde bir girişimdi (Pannikar, 1996: 9798). Bu roman Malabar bölgesindeki evlilik i­lişkilerinin dönüşmesini belgeler ve başlangıçta yabancı olan bir e­debi biçim yoluyla bölgedeki yeni orta sınıfların yaşadıkları ge­rilimler ile arzuların bazılarını dile getirir. Dünyanın başka bir bölgesindeyse, George Lamning, "Konuşma Vesilesi" adlı ünlü denemesinde şunu iddia eder: "Bana göre, İngiliz Karayip tarihinde ıi; önemli olay vardır" Kolomb'un seyahati, "köleliğin kaldırılması" ve "Doğunun Hindistan ve Çin'inKarayip Denizi'ne ulaşması ve Batı Hint Adaları'nda yaşayanların, bu topluluğun iç yaşantılarını araştırma ve yansıtmanın bir yolu olarak romanı keşfetmeleri" (1960: 3637). Lamning'in 1960 yılında yayımlanan denemesi, hem kolonyal öznelerin değersizleştirilmesi ve de­netlenmesi hem de kolonyalizme meydan okunması açısından edebiyatın ne kadar önemli olabileceğini anlama doğrultusundaki ilk girişimlerden biriydi.
Bu noktada kendimize, edebi metinleri öbür temsil bi­çimlerinden tam olarak nasıl ayırabileceğimizi sormak isabetli o­labilir. Avrupa kökenli kolonyal söylemin henüz oluşum aşamalarında olduğu bir döneme geri uzanacak olursak, edebi metinler, görsel temsiller ve öbür türde yazılar arasında oldukça çarpıcı örtüşmeler olduğunu görebiliriz. Peter Hulme'un ufuk açıcı bir yazısından sonra, kolonyal söylemde kadınların ve toplumsal cinsiyetin tuttuğu yer hakkındaki tartışmalarda baş rolü oynamaya başlayan bir resimle on altıncı yüzyılın sonlarına doğru Stradanus'un hakkettiği Amerika'yı keşfeden Vespucci adlı resimle— işe başlamak istiyorum. Resimde Vespucci'nin bir elinde haç ve bayrak, öbür elinde bir denizci usturlabı vardır. Bedeninin yarısı bir hamakta gömülü olan çıplak bir kadın olarak temsil edilen Ame­rika'ya bakmaktadır. Hulme, bu resmi, kolonyal dramanın bo­yutlarını bu resmin nasıl kodladığını göstermek için analiz eder: Amerika, çıplak bir kadın olarak "orada uzanmaktadır, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde keşfedilmiştir artık" (1985: 17). Arka plan­daki yamyamlar, kolonyalistlerin, Amerikan topraklarını işgal e­dişlerini "haklı göstermek" için kullandıkları, Yeni Dünya'nın yer­lilerinin varsayılan yabanıllıklarını ve kabalıklarını göstermektedir. Vespucci tarihsel bir kişiliktir, Amerika koca bir kıta; bunların kar­şılaşması Avrupalı öznenin tam da toprağı (bu resimde olduğu gi­bi) ya da doğayı, fikirleri (ticaret, emek ya da ıstırap) ya da bir gru­bu (Zulu savaşçıları ya da Hindu kadınlar) temsil eden kolonileştirilmiş halklara karşıt olarak bireyleştiği kolonyal bir paradigmayı harekete geçirir.
On altıncı yüzyılın büyük atlaslarından ilki olan ve Abraham Ortelius tarafından 1570 yılında çizilen Theatrum Orbis Terrarum (İngilizcede 1606 yılında The Theatre of the Whole World [Tüm Dünya Sathı] adıyla yayımlandı), kolonyal teması buna benzer bi­çimlerde kodlar. Kitabın resimli baş sayfası Amerika kıtasını tasvir eder ve bu tasvire eşlik eden satırlar bize şunu anlatır:
Aşağı yerde gördüğüne AMERİKA derler,
yakın zamanda deniz geçen gözüpek Vespucci
zorla aldı onu, narin aşkın sinesine yaslayıp su perisini,
umrunda mı kendi, umrunda mı saf iffeti,
oturur çırılçıplak, sade tüyden bir başlık
durur saçlarında, alnında değerli bir taş,
ve biçimli kalçalarının çevresinde çanlar.
Sağ elinde ağaç bir çomak, kurban eder
onunla yağ bağlamış, obur adamları, savaş tutsaklarını.
Böler onları titreşen parçalara, pişirir hafif ateş üstünde,
kaynatır asit kazanında, ya da açlık iyice bastırmışsa
çiğ çiğ yer etlerini yeni öldürülmüşlerin...
seyretmesi korkunç, anlatması korkunç...
Sonunda... avlamaktan yorgun erkekleri,
uzanmak ister uyumak, tırmanır dev hamak yatağına,
bağlamış iki ucuna birer kazık.
Uzatır örgüsüne başıyla gövdesini dinlesin diye.
(aktaran Gillies, 1994: 7475)
Bu satırlar Stradanus resmi ile Amerika'yı gösteren öbür görsel temsillere dair bir yorum gibidir neredeyse. Yeni topraklara ya­pılan seyahatler on yedinci yüzyılın başında yeni bir haritacılığın doğuşunu olanaklı ve zorunlu kılmıştı. Haritalar nesnel ve bilimsel olma iddiasında olsalar bile, aslında tarihsel olarak kolonyal gi­rişimlerle bağlantılı olan kendilerine özgü yollarla kaydettikleri ve sundukları cepheleri seçerler (Harley, 1988; Ryan, 1994; Rabasa, 1985). Rönesans döneminde yeni sanatla birlikte yeni coğrafya, Avrupalı erkeklere, kadın gibi tasvir edilen "yeni" ülkeler vaat ediyordu yeni ülkelerin harfiyen hazır lokma olarak görülen ka­dınlarını hiç hesaba katmasak bile.
Şu halde, İngilizlerin Guyana’ya yaptıkları ilk seyahatlere Önderlik eden Sir Walter Ralegh'in Guyana'yı "kızlık zarı bo­zulmamış" bir ülke olarak betimlemesi şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla, Avrupa tarafından kızlığının bozulmasına hazırdı Amerikan Ralegh'in anlatısına George Chapman'ın "De Guiana” adlı bir şiiri eşlik eder. Şiirde Guyana, bir kadın olarak kişileştirilen İn­giltere'nin önünde saygıyla eğilen dev bir Amazonlu dişidir:
Guiana ki altın madenidir zengin ayakları,
Çarpar alnı yıldızların damına,
Parmaklarının ucunda kalkıp bakar İngiltere,
Öper ellerini onun, selamlar koca memelerini,
Ve gösterip bütün işaretlerini boyun eğişin.
Ama eğer İngiltere de dişiyse, emperyal proje dişi bir monark a­dına (bu durumda I. Elizabeth) gerçekleştiriliyorsa, kolonyal i­lişkiler daima ya da açıktan açığa patriyarkal ya da heteroseksüel tahakküm çerçevesinde yansıtılamaz. Dişi monark, eril kolonist ve kolonileştirilen halklar arasındaki bu gerilimler Viktorya'nın imparatoriçe olduğu dönemde altın çağını yaşayan İngiliz em­peryalizmi devrinde yeniden ele alınacak ve işlenecekti. Bu farklı türden "metinler" şiir, seyahatnameler, atlaslar birbirleriyle örtüşen imgeleri yansıtmak, ortak bir sözcük dağarı yaratmak ve Amerika'yı kolonileştirilmeye hazır cazip bir ülke olarak kurmak i­çin farklı diller ve kodlar kullanır.
Edebi metinler ile edebi-olmayan metinlerin karşılıklı bağlan­tılar içerdiği ve bunların da kolonyal dönemin ilk evrelerinde göz attığımız kolonyal söylemler ve pratiklerle kurduğu bağlantılar, kolonyalizmin daha sonraki dönemlerinde de, üstelik daha keskin bi­çimde, görülmektedir. Ne denli geniş bir temsiller yelpazesinin, kolonileştirilmiş ülkeleri birer çıplak kadın olarak, kolonyalistleriyse tecavüzcü/efendi biçiminde tasvir ederek bu ülkelerin yaşadıkları tecavüz ve yağmayı kodladıklarını görmüştük. Oysa yerlilerin a­yaklanması ihtimalinin yarattığı tehdit, çok farklı türden bir kolonyal klişe üretmektedir. Bu klişede, kolonileştirilmiş olan halklar, sonuçta Avrupa kültürünü simgeleyen beyaz kadına tecavüz eden (genellikle koyu renk derili) ırz düşmanları olarak temsil edilir. Bunun gibi simaların (figüre) ilklerinden biri, Fırtına'daki Kaliban'dır. Prospero, kızı Miranda'nın, Kaliban'ın tecavüz tehdidine maruz olduğunu ileri sürer. Bu klişenin tecavüz olarak kolonyalizm değişmecesini (trope) tersine çevirdiği ve kolonyal temasın barındırdığı şiddeti saptırarak kolonyalistlerden kolonileştirilmiş olanlara çevirdiği savunulabilir. Çeşitli biçimlerde emperyal tecavüze yerli bir reaksiyon olarak ya da deri rengi daha koyu olan ırklara dair bir patoloji olarak, hatta kolonyalizmin doğurduğu suçluluk duygusunu rasyonelleştirme yönündeki Avrupa kaynaklı bir çaba olarak anlaşılan "siyah" ırz düşmanı siması, ko­lonyal manzaranın zorunlu/değişmeyen bir görünümü olarak de ğerlendirilmeye yetecek ölçüde beylik bir klişedir.
Jenny Sharpe (1993), on dokuzuncu yüzyıldaki kolonyal Hindistan'ın oluşturduğu çok farklı bağlamda, koyu derili ırz düşmanı değişmecesinin hiç de kolonyal klişenin zaruri bir görünümü olmayıp, tarihsel açıdan özgül bir dizi koşul altında gidimli/ söylemsel olarak üretildiğini gösterir. Bununla birlikte, Sharpe, böyle bir simanın, İngilizlerin 1857 "Ayaklanması" dedikleri isyan süresince ve sonrasında beylik bir klişe haline geldiğini gösterir (bu, İngiliz ordusundaki Hintli askerler arasında gelişerek hem ye­rel yöneticileri hem de köylüleri kapsayan ve milliyetçi tarih ya­zımının sonradan Hindistan’ın Birinci Bağımsızlık Savaşı adını verdiği bir isyan hareketidir). Bu olay, "mülayim Hindu" bi­çiminde önceden var olan bir kolonyal klişenin, İngiliz kadınlara musallat olan yabanıl ırz düşmanı klişesine dönüşmesini başlatmıştı. İsyandan önce ortalıkta tecavüz öyküleri yoktu. Em­peryalistler çok uzun bir süre önce Hintlilerin mülayim yaratılışta ve kolonyal eğitime hazır olduklarını yazıya geçirmişlerdi. Sharpe, çeşitli raporları, anıları ve Ayaklanma'ya dair hem erkeklerin hem de kadınların yazdıkları öbür anlatıları yorumlayarak, ayaklan­manın İngilizleri sarstığını ve onları "güvenebilecekleri herhangi bir yazılı metinden yoksun" bıraktığını yazmıştı. Sharpe, beyaz ka­dınların maruz kaldıkları saldırılar ve tecavüzler hakkındaki öykülerin "hakikat etkileri"ni gösterir. Bu türden sistematik sal­amların gerçekleştiğine dair hiçbir kanıt olmasa da, Sharpe, "korku uyandıran öykülerin gerçek saldırı olaylarıyla aynı etkileri ürettiği"ni, bunun da "kadınların bedenlerinin cinsel olarak te­mellük edilebileceği gösterilerek toplumsal cinsiyet rollerinin sal­dıran biçimde yeniden üretilmesi" anlamına geldiğini savunur.(1993: 67). Söylemlerin gerçek olaylarla aynı etkileri üretebileceğini belirten "hakikat etkileri" konusundaki bu fikir Foucault'dan kaynaklanır ve ideoloji ile maddi etkileri birbiriyle karıştırmaksızın İdeolojinin maddi etkilerinin dile getirilmesi açısından işe ya­lamaktadır. Sharpe, bu tecavüz öykülerinin sarsıntı içerisindeki bir İngiliz yönetimine, sahip olduğu otoriteyi pekiştirme imkânı ta­nımakla kalmayıp, aynı zamanda bu yönetimin kendisini bir me­denileştirme misyonunun parçası olarak sunmasına yardım edişini İnceler. Böylelikle, "İngiliz otoritesinin içine girdiği kriz, İngiliz kadınlarının saldırıya uğramış olan bedenlerinin kolonyalizmin uğradığı saldırının bir göstergesi olarak dolaşıma sokulması yo­luyla halledilmiştir" (1993: 4).
Hindistan hakkındaki birçok İngiliz romanı bu tarihten beslenir: Hintli bir erkeğin haksız biçimde bir İngiliz kadına tecavüz et­mekle suçlandığı E. M. Forster'ın A Passage to India adlı romanı, "Ayaklanma romanlarında korkunç bir kabûs olarak yankılanan [aynı] ırksal bellek"i uyandırır. Ama bu roman çok daha sonra, ba­rışçı bir miting yapmak için Mart 1919'da Amritsar'daki Jallian wallah Bagh'da toplanan yüzlerce savunmasız Hintlinin İngilizler tarafından katledilmesinin damga vurduğu bir dönem olan 1920'li yıllarda yazılmıştı. Bu, İngilizlerin ülkeyi medenileştirmek için orada oldukları iddiasına karşı çıkan bir olaydı. Benzer şekilde, Paul Scott'un The Jewel in the Crown'u, sonuçta kolonyal düzeneğin saldırısına maruz kalan bir Hintlinin, bir İngiliz kadınına tecavüz etmekle suçlanışını tasvir ederek, tecavüzü, açık seçik bi­çimde emperyalizmin bir eğretilemesi olarak sunar. Bu roman da milliyetçi mücadelelerin zirvesinde olduğu bir dönemde yazılmıştı; bu dönemde Ayaklanma süresince uyandırılan ve dolaşıma so­kulan ırklar arası tecavüz olaylarına benzeyen tehditler yoktu. Do­layısıyla, kolonyal otoritenin hummalı bir işe giriştiği bir dönemde bu kitapların ikisi de, kolonizasyonun ahlaki değerini yer­leştirmeye çalışmış olan daha önceki bir söyleme başvurur. Sharpe'a göre, The Jewel in the Crown'daki bu anımsamanın, "em­peryalizmin ancak İngiliz yönetimine karşı çıkan örgütlü bir muhalefetin ortaya çıktığı anda şiddete başvurduğunu" ileri sürme işlevi görmektedir (1993: 141). Bu yüzden, "roman, İngilizlerin Hindistan'da iktidarı kötüye kullanmalarını sergilerken, aynı za­manda kolonyal bir tecavüz söylemini de perçinler" (1993: 146). Bu okuma tarzına göre, özgül metinler basitçe kolonyalizm yanlısı ya da karşıtı olmayıp, aynı anda hem yanlı hem de karşıt ola bilirler.
Sharpe'ın kitabı bizi yalnızca edebi yazıları öbür yazılardan so­yutlamama konusunda ikaz etmekle kalmayıp, aynı zamanda gazetelerde yayımlanan öyküler, devlet belgeleri ve raporları, anılar, gazeteler, tarihsel broşürler ya da politik yazılar gibi edebi-olmayan metinlerin de retorik stratejileri, anlatı vasıtaları bakımından analiz edilmeye açık olduklarını bize anımsatan, gittikçe genişleyen bir çalışmalar demetinin parçasıdır. Edebi-olmayan metinlerin ille "nesnel" olmaları gerekmez; onlar, belli okurlara yönelik olarak sundukları kendi gerçeklik değişkelerini temsil e­der. Bu yüzden, edebi metinlerin kolonyal söylemin analizi açısından yararlı olduklarını, bunun yanı sıra, bu metinlerin analiz edilmesinde başvurulan araçların, imparatorluğun öbür "metinleri"nin analiz edilmesi için kullanılabileceğini söyleyebiliriz. Gayatri Spivak, Foucault'nun şu önerisini onaylar: "Görülmeyeni görülebilir kılmak aynı zamanda bir düzey değişikliğini ge­rektirebilir; şimdiye kadar tarihle ilişkilendirilmemiş ve herhangi bir ahlaki, estetik ya da tarihsel değere sahip olduğu kabul e­dilmemiş olan bir malzeme düzeyine yönelmeyi gerektirebilir" (Spivak, 1988: 285). Bu anlamda, edebi metinler yaygın olarak, ta­rihsel inceleme açısından zorunlu birer malzeme kabul edilmiştir.
Bugün, emperyal izleğin marjinal bir yer tuttuğu izlenimi veren yılışmalar bile Avrupa kökenli yayılmacılık bağlamında yeniden yorumlanmaktadır. Spivak'ın ilk yazılarından birinde işaret ettiği gibi, "on dokuzuncu yüzyıl İngiliz edebiyatım, İngiltere'nin top­lumsal misyonu olarak anlaşılan emperyalizmin, İngiltere'nin İngilizlere kültürel yeniden sunuluşunun (representation) hayati bir parçası olduğunu anımsamaksızın okumak mümkün olmasa gerek" (1985a: 243). Bu yüzden, bu dönemde yazılmış olan hiçbir kur­maca, ne kadar içe bakışlı, içrek ya da apolitik olduğunu iddia ederse etsin, kolonyalizmin ritimlerinden etkilenmemiş olamaz. Her ne kadar "kolonyalizmin nahoş ayrıntılarından... Viktorya dönemi romanı yüzünü çevirmiş" olsa da, bu ayrıntılar bizim bu romanları okumalarımızın dışında tutulamaz. Jane Austen'ın Mansfield Park'ında, İngiliz taşralılığına sığınmış olan Sir Thomas Bertram'ın malikanesi, köle emeğinin kullanıldığı Antigua’daki şeker plantasyonlarından sağlanan gelirle ayakta durmaktadır (Boehmer, 1995: 25). Koloniler Avrupa kökenli romanların hepsinde marjinal bir yer tutmaz elbet; tersine, İngiliz romanı kolonyal seyahatlere saplantılı bir ilgi gösterir. Bu saplantı, G.A. Henty’nin genç ye­tişkinlere seslenen romanlarıyla (With Clive in Africa ya da With Wolfe in Canada), Rider Haggard'ın macera öyküleriyle ya da Kipling'in romanlarıyla sonuçlanır. Ama şimdi, Charlotte Bronte'nin Jane Eyre'i hakkında son zamanlarda yürütülen bir tartışmaya e­ğilerek, kolonyal boyuta dikkat kesildiğimiz takdirde Avrupa kökenli edebiyat ve kültür hakkındaki anlayışımızın nasıl değişebileceğini inceleyelim.
Terry Eagleton gibi Marksist eleştirmenler Jane'in fakir bir öksüz ve mürebbiye iken zengin Rochester'ın karısı olmasını top­lumsal hareketlilik ve bir mürebbiyenin muğlak sınıfsal konumu çerçevesinde okur; Sandra Gilbert ve Susan Gubar gibi feminist e­leştirmenler bu romanı İngiliz edebiyatında bir dişi bireyciliğinin doğumunu ve dişi öznenin yükselişini gösteren nirengi noktası o­larak görür. Ama bu okuma, Jane Eyre'de göze batacak denli marjinal olan bir simayı güçlendiren Jean Rhys'in 1966 yılında ya­yımlanan Wide Sargasso Sea (Geniş, Geniş bir Deniz) adlı romanının yayımlanmasıyla zaten zedelenmişti. Bu marjinal sim#, Rochester'm ilk karısı Bertha Masori'dır, ölüme sürükleneni Jane'in evliliğine giden yolu açan "deli" karısıdır. Rhys, Bertha'nın "deliliğini", kendisiyle plantasyonlardan kaynaklanan serveti için evlenilen, daha sonra Karayip'deki anavatanı olan adadan uzaklaştırılarak bir İngiliz malikanesine tıkılan beyaz bir Creole kadıının sefaleti ve ezilmesi olarak yeniden yazar. Rhys'in bu romanına geri dönen Gayatri Spivak (1985a), feminist eleştirmenleri "Bertha Mason'ı yalnızca psikolojik terimlerle, Jane'in karanlık çifti olarak" okumakla eleştirir ve bunun yerine, on dokuzuncu yüzyıl feminist bireyciliğinin emperyalizm dramından zorunlu o­larak etkilendiğini, beyaz kadının konuşan ve eyleyen bir özne ol­duğunu ortaya koymaya gayret ederken bile yerli kadını maı jinalleştirdiğini ve insanlık kategorisinden çıkardığını ileri sürer.
Bu konum, eza gören Karayipli bir kadın olarak Bertlu Mason’ın, Rhys'in romanında "kolonilerden gelen gerçek kadın" olmadığına dikkati çeken Benita Parry (1987) tarafından eleştirildi. Önceleri adı Antoinette olan Bertha, sömürülmekle birlikte Rochester'ı ve adadaki ırksal ve sınıfsal ilişkileri eleştirebilmesinin gösterdiği gibi, sessizliğe mahkûm edilmemiş ya da kenara i­tilmemiş siyah bir plantasyon kölesi olan Christophine'in beyaz özel öğretmenidir. Christophine Jane Eyre'de yer almamaktadır el­bet; ama onun işgal ettiği dünyanın, İngiltere'deki iç barış ve re­fahın kurulması açısından ne ölçüde zorunlu olduğunu görebiliriz. Bununla birlikte, Wide Sargasso Sea hakkındaki berrak bir de­nemesinde Peter Hulme, böyle bir hamlenin Avrupa kökenli ka­nonun yeniden okunması açısından fevkalade yararlı olmasına rağmen, eski kolonilerde üretilmiş olan metinlerin tarihsel ve po­litik nüanslarına da dikkat etmemiz gerektiğini savunur. Bu yiizden, Jean Rhys'in romanı basitçe Jane Eyre'le birlikte ve ona karşı okunup "kolonyal" romanın karşıtı olarak "postkolonyal" di­ye selamlanamaz. Çünkü Wide Sargasso Sea, "Batı Hint Adaları çerçevesinde söylenirse, beyaz bir kolonyal seçkinler grubunun mensubu olmakla birlikte kendisini daima "İngilizlik" konusundaki metropoliten değerlere karşıt olarak tanımlayan birisi tarafından yazılınıştır. Bu, ırk ve kölelik sorunlarıyla uğraşıyor olsa bile temelde Kurtuluş'un harap ettiği çiftçi sınıfına duygudaşlık besleyen bir romandır" (Hulme, 1994: 72). Hulme şu önemli noktaya dikkati çeker: Bu romanı yeniden kendi yerel bağlamına oturtmak, yalnızca "kolonyal" olanla basit bir çatışma içinde konumlandırıldığı takdirde homojenleştirilme ve sığlaştırılma tehlikesiyle karşı kar­şıya olan "postkolanyal" nitelemesini karmaşıklaştırmaktadır. Bunun yerine, Hulme, "postkolonyal teorinin gelişmesi isteniyorsa, İm teorinin 'yerli' bir terminoloji üretmesi gerektiği"ni savunur; yerli" terminolojiyle, yerel olan, özgül tarihlere kök salan konu sınırlarını kasteder. Bu, ele aldığımız örnekte, Rhys'in romanını yalnızca genelleştirilmiş bir "Batı Hint Adaları" bağlamına oturtmakla yetinmeyip, Dominikli ve Jamaikalı bölümlerinin çözülerek ayrıştırılması anlamına gelir. Bu eleştirel görüş alış­verişlerinde, kolonyalizm sorununa yönelik bir odaklanmanın, kanonik İngiliz edebiyatı hakkındaki Marksist yorumlar ile feminist yorumları üretken bir biçimde yeni bir tartışmaya açtığını, ama ay­nı zamanda kolonyal ve postkolonyal terimleri konusundaki kavrayışımızı genişletmemizi talep ettiğini görebiliriz.
Bu nokta bizi, edebiyat ile kolonyalizm arasındaki ilişkinin başka bir boyutuna getiriyor. Bu boyut metinlerin ne anlama gel­dikleriyle değil, başat eleştirel görüşlerin bu metinlerin anlamlarını saptayarak daha sonra bu anlamın eğitim sistemleri içerisinde kutsallaştırılmasıyla ilgilidir. Bu konuyu dünyanın birçok bölge­sindeki okullarda ve kolejlerde kullanılan standart bir metin olan Shakespeare’in Othello gibi bir oyunundan hareketle kolaylıkla kavrayabiliriz. Eleştirmenler Othello'nun siyah olmasının a­maçlandığını kabullenmeyi yıllarca reddetmişlerdi aslında "Zenci görünümlü” değil, koyu kahverengi ya da "beyaz' olduğunu sürekli savunup durmuşlardı. Böyle bir yorumla oyunun, kadınların gerçek ya da potansiyel ihlalinin kışkırttığı eril kıskançlığın "evrensel" bir nitelik olduğu mesajını verdiği söylenebilirdi. Othello'nun siyah ol­duğu kabul edildiği takdirde ise, mensup olduğu "ırk"ın onun kıskançlığını, duygusal kabarmalarını ve irrasyonelliğini açıkladığı ileri sürülebilirdi. Bu yorumlar çelişkili olabilirse de, oyunun ırkçı yorumlarıyla uzlaştırılabilirdi ve uzlaştırıldı. Bu ırkçı yorumlar Shakespeare'in kahramanının beyaz olduğunu savunma ihtiyacı duymuşlar ve bununla eşanlı olarak, siyah olmayı belli birtakım klişeler çerçevesinde okumuşlardı. Ama oyundaki ırk ilişkilerini ciddi biçimde ele alırsak, cinsel kıskançlık izleği genel olarak insan ilişkileri hakkındaki evrensel bir önerme olarak görülemez; tersine, bu izlek Othello ile Desdemona'nın yaşadıkları ve birbirlerine âşık oldukları ırkçı bağlamın hayati bir parçasıdır. Iago'nun çevirdiği dolaplar "güdülenimsiz bir alçaklık" (bu, edebiyat eleştirmenlerinin kuşaktan kuşağa benimsedikleri, Samuel Taylor Coleridge'e ait bir tabirdir) olmayıp, ırksal nefret ve güvensizlik duygusundan doğmuştur. Shakespeare'in oyununu ırklar arası aşkın tutkulu bir savunusu ya da bu ilişkiye karşı çıkan bir ikaz o­larak okuyabiliriz elbet, ama hayati önem taşıyan nokta, tüm dün­yada sahnelerde, eleştirel değerlendirmelerde ve dersliklerde oyu­nun ırksal izleğinin farklı bağlamlarda başka yerlerin yanı sıra Britanya'da, Güney Afrika'da ve Hindistan'da var olan ırkçı ideo­lojileri teşvik edecek biçimde okunmuş olmasıdır (bkz. Cowhig, 1985; Orking, 1987; Loomba, 1989; Johnson, 1996). Shakespe­are'in oyunu bu ülkelerin hepsinde yalnızca Shakespeare'in kültürel otoritesini değil, aynı zamanda "İngilizlik"in otoritesini perçinlemeye yaramıştır.
Kolonyal ideolojilerle arasında mesafe bulunan ya da bu i­deolojilere eleştirel bakan edebi metinler bile, yerli edebiyatı değersizleştiren eğitim sistemleri yoluyla ve belli birtakım Batılı me­tinleri daha üstün bir kültür ve değerin işaretleyicisi olarak sunan Avrupa-merkezli eleştirel pratikler aracılığıyla, kolonyal çıkarlara hizmet etmeye elverişli hale getirilebilir. Edebiyat incelemelerinin Britanya üniversitelerinde bir inceleme "disiplini" olarak yükselişi aslında kolonyal yöneticilerin ihtiyaçlarıyla bağlantılıydı. İngiliz e­debiyatı Londra ve Oxford'da ancak, Britanya'nın çıkarlarını ko­ruyacak olanların İngiliz edebiyatı konusunda bilgili olmaları ge­rektiği varsayımıyla Hindistan Memuriyet Sınavına 1000 puan değerinde bir sınav konusu olarak dahil edildikten sonra formel bir disiplin olarak kurulmuştur. Bundan kısa bir süre sonra, bizzat yerlılcrin de Batı edebiyatları eğitiminden geçmiş olmaları önemli ad­dedilmeye başlandı. Hindistan'daki İngilizce eğitiminin mimarı olan Thomas Babington Macaulay, 1835 yılında yazdığı "Hindis­tan'daki Eğitim Üzerine Rapor" adlı ünlü denemesinde konuyu özetlemiştir: İngilizce öğrenimi, "kan ve deri rengi bakımından Hintli" olan yerlileri "beğeni, kanaat, ahlak ve zekâ bakımından İngiliz" haline getirecek şekilde eğitim verecektir. Bu insanlar aslın­da Britanya'nın çıkarlarını koruyan bir sınıf oluşturacak ve büyük, boyun eğmeme potansiyeli taşıyan bir ülkenin yönetilmesinde İngilizlere yardım edecektir (Macaulay, 1972: 249).
Edebiyat incelemeleri, Batılı değerlerin yerlilere kazandırıl­ması, Avrupa kültürünün üstün bir kültür ve insani değerlerin ölçüsü olarak kurulması ve böylelikle kolonyal egemenliğin ko­runması girişimi esnasında anahtar bir rol oynayacaktı. Gauri Viswanathan'in Masks of Conquest adlı kitabı, Hindistan'daki İngilizce eğitimi konusundaki parlamento tutanaklarını ve tartışmaları in­celeyerek bunu savunur. Kitap, adının ima ettiği gibi, İngiliz e­debiyatı incelemelerinin ekonomik ve maddi sömürüyü mas­kelediğini ve etkili bir politik denetim biçimi olduğunu savunur. Kolonyal derslik bizzat disiplinin temel bir parçası haline gelen tutumların ve stratejilerin geliştirilmesi esnasında bir sınama ortamı olmakla kalmamış,
Geleneksel olarak edebiyatla bağıntılandırılmış olan belli hümanistik işlevlerin örneğin karakterin biçimlenmesi, estetik duyumunun ya da etik düşünme disiplinlerinin gelişmesi, aynı geleneğin muhafızları ta­rafından yerine getirilen sosyopolitik denetim süreçleri açısından za­ruri oldukları düşünülmüştür (Viswanathan, 1990: 3).
Şu halde, edebiyat ve kültür, politika alanına taban tabana zıt ol­mak şöyle dursun, bu alanın merkezinde yer alır. Said gibi Vis­wanathan da, bunun gibi edebiyat incelemelerine direnme ya da bunları kolaylaştırmada Hintlilerin oynadığı rolü hesaba katmadığı gerekçesiyle eleştirildi. Aslında, Hintlilerin birçoğu, Hindistan'daki İngiliz yönetimine muhalefet eden reformcular ve milliyetçiler da­hil olmak üzere, İngilizce eğitimini kendileri talep etmişlerdi. Dolayısıyla, Britanya'nın kolonyal politikası basitçe İngiltere'den ih­raç edilmemiş, kolonilerdeki iç politikayla etkileşim içerisinde oluşturulmuştur.
Edebiyat eğitimini destekleyen ideolojilerden biri, edebi kültüre "doğal" olarak erişebilecekler ile edebiyatın öğretilmesine ihtiyaç duyanlar arasında başa çıkılamaz bir gedik olduğu varsayımından kaynaklanıyordu. Oysa, edebiyat eğitimi, bu gediği kapatmak şöyle dursun, bu varsayımdaki üst ve aşağı konumları perçinleyecekti. H. G. Robinson’ın anlatımıyla,
Nasıl bir palyaço bir hanımefendinin odasında ayaklarının ucuna basarak yürür ve kabaralı pabuçlarından utanırsa, kültür bakımından ge­lişkin olmayan birisinin de, yüksek kültürden birileriyle konuşturularak kendisi ile onlar arasındaki karşıtlığı görmesi ve buna hayıflanması sağlanabilir. (Baldick, 1983: 66)
Böyle bir kültürel denetim zorunlu olarak, İngiliz edebiyatı e­ğitiminden geçirilecek olanların yaratıcılıklarının ve kültürel ge­leneklerinin bastırılması demekti. Macaulay'ın, Avrupa kökenli e­debi eserlerin yer aldığı tek bir kitap rafının Hindistan ve Arabistan'da üretilmiş olan kitapların tümüne bedel olduğunu be­lirten sözleri ünlüdür ünlü olmasına, ama benzersiz değildir. Şar­kiyatçıların eski kültürel eserler ve Hindistan'daki edebi metinler gibi yerli eserlerin bazılarını savundukları doğrudur elbet, ama bu­nu açıkça çağdaş sanat eserlerini göz ardı etme pahasına yap­mışlardır böylece yerli düşünsel üretim ya tamamen küçük görülmüş (Afrika’da olduğu gibi) ya da asırlık bir geçmişin niteliği olarak görülmüştür (Hindistan'da olduğu gibi). Kolonileştirilmiş o­lan toplumlar, kendilerine ait bir kültür mirasının olduğu kabul e­dilsin ya da edilmesin, bağımsız bir çizgide gelişim göstermeyi hak eden birer toplum olarak görülmemiştir.
İnsani değerlerin buyurgan ölçütü olarak kurulan bu kültür ne mene bir şeydi? İskoçyalı yazar James Kelman'ın belirttiği gibi:
İngiliz kültürünün hegemonyasından söz ettiğimizde Londra'da Old Kent Road'da rastlayabileceğiniz kültürü kastetmeyiz, Yorkshire ya da Somerset'in edebi ya da sözlü geleneklerini kastetmeyiz. İngiltere i­çerisindeki başat kültürü kastederiz; İngiliz diline dayalı öbür tüm kültürler üzerinde başatlık kuran kültürden, yani Büyük Britanya'nın toplumsal, ekonomik ve politik iktidar tabanlarını topyekûn de­netleyen küçük bir seçkin topluluğuna ait olan kültürden söz ederiz.,. Büyük Britanya'nın egemen seçkinlerinin benimsedikleri ölçütlere göre, sözgelimi İskoç kültürünün aşağı düzeyde olduğu tar­tışmasızdır; dolayısıyla, ipso facto [Durum gereği, yalnız bu nedenle, ] İskoç halkı da aşağıdır. Bu ar­gümanın mantığı başka bir tarzda işleyemez. Ve İskoçya'da en yüksek konumda bulunan insanlar da bu varsayıma göre davranır. Artyörelerinin ne olduğuna bakmaksızın, İskoçya'da doğup yine İs­koçya'da yetişmiş olsalar bile, İskoç halkının aşağı konumda olduğunu varsayarlar. Yüksek makamları işgal edenler doğma büyüme İskoç i­seler, o takdirde İngiliz yönetici otoritenin ölçütlerini özümsemişlerdir...(1992: 71-72).
Kelman bu satırlarda, kolonyalistlerin de kolonileştirilenlerin de homojen birer kategori içinde toplanamayacaklarını savunmak­ladır. Değersizleştirme süreci yalnızca uzaklardaki kolonilerle sınırlı kalmıyordu; aynı zamanda yurtiçindeki ya da anayurda ya­kın yerlerdeki toplumsal cinsiyete dayalı, sınıfsal ve etnik ayrımlar da sağlamlaştırılıyordu. Böylece, Robert Crawford'un gösterdiği gi­bi, İskoç dili ve edebiyatlarının marjinalleştirilmesi, "İngiliz edebiyatının icat edilmesi"nin önemli bir parçasıydı (1992: 1644). Yine, ırksal ve kültürel sınırlar dünyanın çeşitli bölgelerinde de­ğişiklik gösteren katılık dereceleriyle çizilse ve Afrika'da kolonyalist efendileri tarafından atananlann bile "artyöre"lerini ya da ırklarını unutmaları o kadar kolay olmamış olabilirse de, kolonyal tahakkümün, yerel nüfusun bazı kesimlerinin sunduğu yardımlarla kurulduğunu teslim etmemiz gerekir.
İngiliz edebiyatı incelemeleri alanındaki kolonyal ideolojiler hakkında yapılan çeşitli açıklamalar, eğitim sistemlerinin başat i­deolojilerin yayılmasında önemli bir araç işlevi gördüğünü belirten Althusser’in görüşlerini genişletmektedir. Peki böyle bir denetim süreci gerçekten işlemekte midir? Sayılamayacak kadar çok ko­l(3nyal entelektüelin, efendilerinden öğrendiklerini papağan gibi tekrarladıklarına kuşku yok. Örneğin, Hintli bir öğrencinin Kalküta Efint Koleji’nde 1841 yılında yazılan, ödül kazanmış, "Sağlıklı Genel Bilginin Hinduizm Üzerindeki Etkisi" adlı denemedeki bir pasajı ele alalım:
Hindularda her şey dinleriyle bütünleşmiştir. Ürettikleri bilimlerin, sa­natların hepsi gökten vahiy olarak indirilmiştir. Bundan dolayı, bi­limleri yıkıma uğradığında dinleri de yıkıma uğrar...Hinduizmin kalesi ülkenin dinidir. Saldırıp bu kaleyi ele geçirdiğinizde, Hinduizm sistemi de fethedilmiş bir toprak parçası olarak önünüze serilir. Şimdi bu kaleyi kuşatmış olan da bilim ve din olarak Hıristiyanlıktır. Kalenin birkaç suru dövülmekte olsa da kale henüz teslim olmamıştır. Ama er veya geç Hıristiyanlık bilim ve inancının Hindistan'da tamamen kurulacağını umuyoruz. Ama yazık ki yurttaşlarımız hâlâ uyuyor hâlâ ölüm uykusundalar. Silkinin, ayağa kalkın ey Hindistan'ın evlatları, Adalet Güneşinin doğuşunu görün!... Ve bu güzellikten içmiş olan bizler, bu hayatı görmüş olan bizler zavallı yurttaşlarımızı u­yandırmayalım mı? (aktaran Majumdar, 1973: 201).
Bu denemeden biraz uzunca alıntı yapmamın nedeni, Hindistan'da edebiyat, bilim ve dinin iç içe geçtiğini (oysa bunlar Batı'da bir­birlerinden ayrılmıştır) bildiren Macaulay'm görüşünü yankılaması ve ayrıca yazarın açıkça, Macaulay'ın tarif ettiği, İngiliz e­ğiliminden geçerek bir İngiliz vekil gibi davranan, yerli kitleleri u­yandıran Hintli rolüne soyunmasıdır.
Ama taklit, düpedüz bir bağlılık edimi midir? Homi Bhabha, bu dizi yazısında, taklidi denetimden kaçmanın bir yolu olarak düşünmenin mümkün olduğunu savunur (1994: 125133). Bhabha, iletişimin asla kusursuz gerçekleşmeyen bir süreç olduğuna, söylenen ile işitilen arasında daima bir kayma, bir gedik bu­lunduğuna işaret eden son yıllardaki dil, sözcelem ve öznellik te­orilerinden yararlanır. Başlangıçtan beri tartıştığımız üzere, koloryal bağlamda "İngilizce kitap"ın (ister İncil gibi dinsel isterse Shakespeare gibi edebi olsun Batılı metnin) bizzat İngiliz o­toritesini simgelemesi sağlanır. Ama bir metnin ya da kitabın bülün bir kültürü temsil eder hale geldiği bu süreç karmaşık ve nihai olarak endişelerle dolu bir alıştırmadır. Kopyalama süreci asla eksiksiz ya da kusursuz olmayıp, sürecin sonunda ortaya çıkan ba­sitçe orijinalin kusursuz bir imgesi değil, kopyanın yeniden üretildiği bağlamın etkisiyle değişikliğe uğramış bir şeydir. Bhab­ha, bu kopyalama süreciyle kolonyal otoritenin "melez" ve "müphem/çift değerli" hale geldiğini, böylelikle, kolonileştirilmiş olanlara, efendi-söylemi alt üst edebilecekleri uzamlar açtığını sa­vunur. Bu karmaşık bir argüman olup, kolonyal kimlikleri ve antikolonyal isyanı tartışmaya geçtiğimiz zaman bu argümana geri döneceğiz. Şimdilik taklitçiliği ve kolonilerdeki edebiyat in­celemelerini ele alalım.
Hıristiyanlığın kâfirlere tanıtıldığı ya da aslında Shakespeare'in kültürsüzlere tanıtıldığı süreç, bu kitapların otoritesini kabul et­tirmek ve bu kitaplar aracılığıyla da Avrupalı (ya da İngiliz) kültürün otoritesini kurmak ve böylelikle kâfirlerin ya da din­sizlerin kendilerini bir hanımefendinin odasındaki soytarı gibi his­setmelerini sağlamak için tasarlanmıştır. Nitekim amaç, kolonileştirenler ile kolonileştirilenler arasındaki giderilemez boşluk ya da farklılığı ortaya koymaktır. Ama yerlileri ihtida ettirme çabası aynı zamanda bu insanların kolonyal metinlerde kut­sallaştırılan dinsel ya da kültürel hakikatler tarafından dönüştürülebileceklerini varsayar. Buradaki varsayım kültürler ve halklar arasındaki boşluğun doldurulabileceğini bildirir. Bu yüzden, kolonyal "öteki"ni eğitme, "medenileştirme" ya da yu­karıdan tayin etme girişiminin tam ortasında bir çelişki yer alır. Böyle bir çelişkinin kolonileştirilmiş halklar tarafından nasıl ele geçirilip kullanıldığını görebiliriz. Antikolonyal Ghadder Association'ın kurucularından biri olan Lala Hardayal, The Merchant of Venice'de (Venedik Taciri) Shylock'un "Ben bir Yahudiyim. Gözlerim bir Yahudininki gibi, değil mi?" sözleriyle başlayan ti­radını, Shakespeare’in insanların eşitliğinden yana olduğunu ve "başka bir ırk ya da itikada mensup bir insan kardeşimizi hor görme ya da ona haksızlık etme ayartısına kapıldığımızda" Shylock'u anımsamamız gerektiğini savunmak için kullanmıştır (Hardayal, 1934: 238). Bakarsak, bir düzeyde, Shakespeare'e yapılan böyle bir başvurunun Bard'ın otoritesini desteklediği düşünülebilir. Ama başka bir düzeyde, bunun ırksal farklılıklar ko­nusundaki kolonyalist görüşleri kabul etmekten ziyade bunlara meydan okuduğu kesindir. Böylelikle Hardayal, Hindistan'daki İngiliz yönetiminin meşruluğunu tartışmaya açmak için Shakespeare'in İngiliz kullanımlarını taklit etmektedir.
Burada daha geniş bir patikanın izinde yürüyebiliriz. Yukarıda alıntıladığım metnin üretildiği kurum olan Hindu Kolejini ele a­lacak olursak, bu kolej aynı zamanda Hint milliyetçiliğinin yuvası olduğu gibi, ilk milliyetçilerin birçoğu İngiliz eğitiminden geçmiş ve hatta bağımsızlığı savunmak için İngiliz literatürüne başvurmuşlardır. Bu argümanın bir biçimi, İngiliz edebiyatı (bil­hassa Shakespeare) ve genelde İngiliz eğitiminin yerli halk a­rasında serbestlik ve özgürlük fikirlerini beslediğini iddia eden emperyal tarihçiler tarafından ortaya atılmıştır. Hintlilerin ya da Afrikalıların özgürlük talep etmeleri Batılı Aydınlanma'nın ürünleri olan demokrasi ve kardeşlik nosyonlarını gerektirmişti. Bu dinamik belki de en iyi, Shakespeare'in Kaliban'ı tarafından sim­gelenir. Prospero ve Miranda'ya Kaliban şunu söyler:
Dil öğretmişin, ne olmuş, ne kârım oldu ki benim
Sövmeyi bellemekten başka! Allah kahretsin seni,
Hay öğretmez/olaydın o pis dilini! (I, ii, 363-365). 
Bu dizeler de Can Yücel'in söyleyişinden alındı: Fırtına,s.36. (ç.n.)
Kaliban, kendisini esir edenler ona bir dil kazandırdıkları için küfredebiliyor. Ama bu akıl yürütme çizgisinin bir sorunu, tersine çevirmenin ya da isyanın tamamen bizzat kolonyal otoritenin işlev bozukluğunun ürünü olduğunu söylemesidir Bhabha'ya göre de antikolonyal tersine çevirmeye izin veren etken, kolonyal otori­tenin kendisini yeniden üretme konusundaki başarısızlığıdır. Bu­nun bir sonucu olarak, Bhabha, antikolonyal düşünsel ve politik faaliyetlerin kolonyal ülke içerisindeki kaynaklarını göz önünde bulundurmaz.
Başat dilin, edebiyatın, kültürün ve felsefi fikirlerin asıl se­yirleri saptırılarak yıkıcı amaçlar için kullanılıp kullanılamayacağı sorusu, postkolonyal, feminist ve öbür türde muhalif söylemlerin merkezinde yer alan bir soru olagelmiştir. Edebiyat çalışmaları altında bu konuda ortaya çıkan en iyi tartışmalardan biri, Ngugi wa Thionıg'o ile Chinua Achebe arasında geçen tartışmadır. Aclıebe, Afrika’daki devletlerin çoğunun çok-dilli mahiyetini ve İn­giliz dilinin kolonyalizm tarihi tarafından dayatılan mevcudiyetini göz önüne alarak şunu savunur: "Nijerya ve Afrika'nın başka bir­çok ülkesinin ulusal edebiyatı ya İngilizce'dir ya da İngilizce ya­zılacaktır'’. Achebe kendi tecrübelerini İngilizce'nin imkânlarına uydurmak yerine İngilizce'yi kendi tecrübelerine göre biçimlen­diren Afrikalı yazarların yaratıcı melezliğini gündeme getirir ve şu sonuca varır:
Benim açımdan, bundan başka seçenek yok. Bana bu dil verildi ve ben bu dili kullanmak istiyorum...İngiliz dilinin benim Afrikalı yaşantımın ağırlığına dayanabileceğini hissediyorum. Ama bu yeni bir İngilizce olmak zorunda kalacak, atalarının yurduyla olan bağlarını en küçük bir şekilde koparmamış, ama Afrika'daki yeni ortamına uyacak ölçüde de­ğiştirilmiş bir İngilizce. (Achebe, 1975: 103).
Metropoliten kültürler içerisinde yaşayan James Baldwin ya da David Dabydeen gibi Afrika kökenli yazarlar ve eleştirmenler de buna benzer bir konumu benimsemişlerdir. Achebe'ye yanıt olarak İngilizce yerine Gikuyu dilinde yazmaya karar verdiğini açıklayan Ngugi wa Thiong'o, dil ile kültür arasındaki çokkatlı bağlantılara dikkati çeker ve kolonyalizmin dili denetim altına alarak kültüre saldırdığını savunur. Thiong'o'ya göre, "Afrikalıların Avrupa dillerinde yazdıkları edebiyat bilhassa yaratıcıları, izleksel ilgileri ve tüketimleri bakımından milliyetçi burjuvaziye ait bir edebiyat" ol­muştur (1986: 20). Bu edebiyat tüm yerkürede ortaya çıkan "büyük antikolonyal ve antiemperyalist ayaklanma"nın parçasıydı başlangıçta, ama gitgide alaycı bir tutuma dönüşmüş, eski ko­lonilerde iktidara gelenler tarafından hüsrana uğratılmış ve Avrupa dillerince eğitim görmeyen bir "halk"a seslenmek istediğinden ken­di çelişkilerinin altında ezilmiştir (1986: 21). Ngugi bu halkın bir parçası olan ve yerli dillerde yazan yazarlar ile yabancı dillere bağlanıp kalan yazarlar arasında bir ayrım yapar ve böylelikle politik ve kültürel kimlikler ile edebi ifade araçları arasında organik bir örtüşme olduğunu savunur.
Bu sorunları nasıl açıklığa kavuşturabiliriz? Güçlü ant i kolonyal yazarlar bu perspektiflerin ikisini de benimsedi. Dahası, dil konusunda yapılan tercihler ideolojik ya da politik konumlan her zaman net bir biçimde temsil etmez. ANC'nin (Afrika Ulus;ıl Kongresi) kurucusu olan Solomon T. Platje, "Rider Haggard'ın Zu­lular hakkında yazarken benimsediği biçeme çok benzer” olacağını söylediği Mhudi (1930) adlı İngilizce bir roman yazmıştır. Afrikalılarm kolonyalizm tarafından sözcük dağarlarından mahrum e­dilmelerine karşı Platje'nin sesini yükseltmesi Shakespeare'den, Afrika'nın sözlü geleneğinden ve İncil'den esinlenir. Buna benzer biçimde, George Lamning'in roman yazma tarzı kolonyal bir yaz­ma biçimine yaslanır ve bu biçimi kolonyalistlerin kültür üzerindeki hak iddialarına itiraz etmek için kullanır. Öte yandan, kendilerini yerli diller yoluyla ifade eden yazarların ille antikolonyal ya da devrimci bir konumda olmaları gerekmez; daha önce tartıştığımız Malayalam romanı Indulekha'nın yazarında söz konusu olduğu gibi, Batılı biçimler ve fikirler her halükârda bu ya­zarlara "bulaşmış" olabilir. Ne var ki, kolonyal kültürden başka bir yana yönelmek, genellikle kolonyalizm koşulları altında değersizleştirilen edebiyatlara ve kültürlere ciddi biçimde eğilmenin zorunlu bir önkoşuludur.
Edebiyat incelemeleri de bir dizi stratejiye başvurur. Tarihsel o­larak, Shakespeare, Güney Afrika'da hem ırkçılığı teşvik etmek hem de ırkçılığa karşı çıkmak için kullanılmıştır. Bu karşı çıkışlar eğitim sisteminin hem içinden hem de dışından kaynaklanmıştır; Afrikalı politik önderler ve entelektüeller genellikle Shakespeare'i ya kendi psikolojik ve politik çatışmalarını ifade etmek için ya da bölücü ideolojilere itiraz etmek için kullanmışlardır. Ama böyle bir strateji ne denli etkilidir kolonyalizme karşı çıkmak için Achebe'nin "lanet olası bir ırkçı" olarak nitelendirdiği Joseph Conrad'ı kullanmaya ihtiyacımız var mı? Shakespeare ve Conrad okullarda öğretildiği ve okunduğu sürece, niçin olmasın? Nitekim, Martin Orkin, Güney Afrika bağlamında Shakespeare'in ilerici amaçlarla kullanılabileceğini savunur. Ama aynı zamanda, eskiden kolonileştirilmiş olan dünyanın birçok bölgesinde (ve Avrupa ve Bir­leşik Devletler'deki birçok okulda ve üniversitede) hâlâ Öğretilmekte olan Avrupa-merkezli kanonlara meydan okumak da gerekir. Bu yüzden, David Johnson'a göre, Shakespeare'i temellük etme yolundaki çabalar daha anlamlı ve yeni bir ders programı o­luşturmaya yönelik hamleyi geciktirmekten başka bir işe ya­ramayacaktır. Metinleri basitçe yeniden karmak politik ya da teorik perspektifte bir değişiklik olmasını gerektirmediği gibi, kolonisizleşme de Afrikalı, Asyalı ya da Latin Amerikalı metinlerin öğretilmesinden daha fazlasını gerektirir. Bu metinler de çok geniş bir politik yelpaze içerisinde kaleme alınmaktadır ve çok çeşitli perspektiflerden hareketle öğretilebilir. Buna rağmen, "postkolonyal edebiyat" üzerine son yıllarda yazılmış olan birçok ki­tabın yalnızca İngilizce olarak kaleme alınan ya da tercümesi bu­lunan ya da Avrupa ve Birleşik Devletler'de çok satanlar listesine girmiş olan edebiyatları ele alması anlamlıdır. Postkolonyallik üzerine sahip olduğumuz perspektifi kesinlikle genişletmemiz ge­rekiyor. Edward Said'e göre, yeni anlamda karşılaştırmalı bir ko­numdan bakabilmek için Batı kültürünün dışında yer alan eserleri okumanın hayati bir önemi vardır: "Fanon ve Cabral'i okumaksızın yalnızca Austen'ı okumak...modern kültürü kendi uğraşları ve bağlılıklarından uzaklaştırmak demektir" (1995: 38). Gelgelelim, birçok Üçüncü Dünya entelektüeli ve sanatçısına göre, böyle bir o­kuma alıştırması yeterli değildir. Batılı-olmayan edebiyatların yal­nızca Avrupa kültürü hakkındaki görüşlerimizi gözden geçirmek i­çin değil, aynı zamanda kolonisizleşme sürecinin bir parçası olarak yeniden kazanılması, selamlanması, yeniden dolaşıma sokulması, yeniden yorumlanması gerekir.
Böylece, kolonyalizmin edebiyatla bağıntılı olarak ve e­debiyatın da kolonyalizmle bağıntılı olarak incelenmesi, her ikisini de ele almanın önemli sayılabilecek yeni yollarını göstermiş oldu. Bundan belki daha önemli olanı, son yıllarda geliştirilen edebiyat teorisi ve eleştirel teorinin toplum analizini etkileme tarzıdır. Ede­biyat ve kültür eleştirisinde sağlanan gelişmeler yalnızca edebi me­tinlerin daha dolgun, daha bağlamsallaştırılmış tarzlarda o­kunulmasını talep etmekle kalmamış, tersine aynı zamanda, top­lumsal ve tarihsel süreçlerin, bunlar ancak temsil edilme tarzları yoluyla ele geçirilebileceklerinden, metinsel olduklarını ve bu me­tinlerin de en az kurmaca metinler kadar ideolojik ve retorik stra­tejiler içerdiğini ileri sürmüştür. Metin/doku (text) ve dokuma (tex­tile) arasındaki benzeşim bu noktada işe yarayabilir: Eleştirel analiz, ilkin nasıl bir araya getirildiklerini görebilmek için, edebi ya da tarihsel olsun, herhangi bir metnin örgüsünü ve dokusunu çözerek ayrıştırır. Bu okuma tarzlarına göre, kolonyalizm, hem temsiller hem de maddi pratiklerle düzenlenmiş olan ve bilimsel, e­konomik, edebi ve tarihsel yazılar, resmi belgeler, sanat ve müzik, kültürel gelenekler, popüler anlatılar ve hatta söylentiler gibi çok çeşitli söylemler aracılığıyla karşımıza çıkan birer metinmişçesine analiz edilmelidir.
[ Jenny Sharpe (1993), kitabının alt başlığı olarak “kolonyal metin” terimini kul­lanır. Söylentilerin keskin kavrayışlı bir analizi için, Gandi’nin köylüler arasında “Mahatma’’ ya da bir “büyük ruh” olarak kurulmasına ilişkin Shadid Amin'in yap­tığı tartışmaya bakınız (1988).]
Kaynak: Ania LOOMBA , Kolonyalizm/Postkolonyalİzm, Kitabın özgün adı ColonialismPostcolonialism Routledge/1998 basımından çevrilmiştir. İngilizceden çeviren Mehmet KÜÇÜK, Ayrıntı Yay, Birinci basım  2000, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar