Print Friendly and PDF

Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme


Peki, niçin var terörizm? Toplumsal alanda şiddetli bir ani tepki değil mi terörizm?
1985’te Brüksel’de Heysel Stadyumu’ndaki olayda düşündürücü olan şey, yalnızca şiddet değildir; şiddetin, televizyon tarafından dünya çapında bir hal almasının sağlanması ve böylelikle de kılık değiştirmesidir.
“XX. yüzyılın sonunda böyle bir barbarlık nasıl mümkündür?” sorusu yanlıştır. Geçmişten gelen bir şiddetin dirilmesi değildir bu. İlkel şiddet hem daha vecd hali içindedir hem de daha çok kurban etmeyle ilgilidir. Bizim şiddetimiz, aşırı modernliğimizin ürettiği şiddet, terördür. Simülakr bir şiddettir bu: Tutkudan çok ekrandan doğar, görüntülerin doğasıyla aynı yapıdadır. Şiddet, ekranın zihinsel evrende açtığı oyuk aracılığıyla, kuvve halinde ekranın boşluğundadır. Öyle ki televizyonun varlığından kaynaklanacak şiddetli bir eylemin yüksek olasılığı göz önüne alınarak, televizyonun çekim yaptığı halka açık bir yerde bulunmamak yeğdir. Medya her zaman terörist şiddetin ön saflarındadır. Terörist şiddeti özellikle modern bir biçim haline getiren budur; bu şiddete yüklenmek istenen politik, sosyolojik, psikolojik “nesnel” nedenlerden çok daha modern bir biçime dönüştüren de budur; bu nedenlerden hiçbiri terörist şiddete denk değildir.
Böyle bir olayda dikkat çeken şey, bir anlamda olayın bekleniyor olmasıdır. Olay gerçekleştiğinde duygulansak ya da alt üst olsak da kaçınılmaz bir senaryo bekleyişinde hepimiz suç ortağıyız. Şiddet patlamasını önlemek için polisin hiçbir şey yapmadığı söyleniyor; ama hiçbir polis, bu çeşit bir baş dönmesi ve terörist modeli bu toplu kışkırtma tarzı karşısında önlem alamaz.
Bu tür bir olay, örtük şiddetin aniden açık seçik bir hal almasına bağlıdır. Bu, düşman güçlerin bir çatışması ya da karşıt coşkuların vuruşması değildir; (atıl durumdaki televizyon seyircilerinin de parçası olduğu) işsiz güçsüz ve ayrışmamış güçlerin ürünüdür. Hooliganların,*  yalnızca farksızlığın öldürücü bir açık seçiklik kazanmasına dayandığı için böylesine yankı bulan şiddeti, farksızlığın doruk noktasındaki bir biçimidir.
* Hooliganlar: Başlangıçta İngiltere’de görülen, sonra birçok ülkeye yayılan futbol maçları sırasındaki şiddet olaylarını yaratan çetelere verilen ad.
Bu şiddet bir olay olmaktan çok, aslında terörizm gibi olay yokluğunun aldığı patlayıcı biçimdir. Ya da daha çok içte patlayan bir biçimdir: (Şu ya da bu grubun hıncından çok) politik boşluktur bu, tarihin suskunluğudur (bireylerin psikolojik bastırılmışlıkları değil). Bu olayda içte patlayan şey herkesin farksızlığı ve suskunluğudur. Öyleyse toplumsal yaşamımızın akıl almaz bir olayı değildir bu: Yaşamın boşlukta hızlanış mantığına tamamen uygundur.
Bu olay, rolleri tersyüz etme girişimi olan başka bir mantığa da bağlıdır: Seyirciler (İngiliz taraftarlar) oyuncu olurlar. Kahramanların (futbolcuların) yerine geçip medyanın gözü önünde kendi gösterilerini (itiraf edelim ki bu öbüründen daha büyüleyicidir) yaratırlar. Modern seyirciden beklenen de bu değil midir?
Ondan oyuncu olması, seyirci durağanlığını bırakması ve gösteriye müdahale etmesi istenmiyor mu?
Tüm katılım kültürünün nakaratı bu değil mi? Paradoksal bir biçimde, katılımcı tipteki modern hiper-toplumsallık, kendine rağmen de olsa, bu tür olaylar içinde somutlanmış bulunuyor. Ne kadar üzülüyormuş gibi yapılsa da bir rock konserinde kırılan iki yüz koltuk başarı işaretidir. Katılım nerede bitiyor, katılım aşırılığı nerede başlıyor?
Gerçekte, katılım söyleminde itiraf edilmemiş olan şey, iyi katılımın katılım göstergelerinin başladığı yerde durmasıdır. Ama olaylar her zaman böyle gelişmiyor.
Romalılar, hayvanlar ve gladyatörlerle, doğrudan sahne üzerinde bu tür gösteriler sunma açıkyürekliliğine sahiplerdi; biz bu tür olayları kendimize yalnızca kulislerde, kazara, yasadışı şekilde, bir yandan da ahlâk adına kınayarak sunuyoruz (ama televizyonda bunları bütün dünyaya yem olarak gösteriyoruz: Heysel Stadyumu’ndan yapılan birkaç dakikalık televizyon yayını yılın en iyi görüntüleri arasında yer aldı.) 1984 Los Angeles Olimpiyatları bile, 1936’da Berlin’de olduğu gibi, üzerinde kuvve halinde bir terörist gösterinin estiği dev boyutlu bir törene, dünya çapında bir şova dönüştürüldü; dünya çapındaki spor gösterisinin soğuk savaş stratejisi haline getirilmesi, olimpiyat ilkesinin tam bir kötüye kullanımı. Spor, ilkesinden bir kez saptırıldı mı, her tür amaçla kullanılabilir: Prestij gösterisi ya da şiddet gösterisi. (Caillois’nın sınıflandırmalarına başvurursak) yarışma ve temsil oyunundan sirk ve baş dönmesi gösterisine geçer. Temsil sistemlerinden simülasyon ve baş dönmesi sistemlerine geçiş: Toplumumuzun genel eğilimidir bu. Politika da bu eğilimden kaçamaz.
Heysel trajedisinin ardında devlet terörizminin bir biçimi var zaten. Devlet terörizmi kendini yalnızca programlı eylemlerde (CIA, İsrail, İran) açığa vurmakla kalmaz. Kimi modern devletlerin izlediği politikanın parçası olan daha kötü bir politika, kendi yurttaşlarını provoke etme politikasını sürdürmenin, nüfusun bütün kategorilerini neredeyse intiharın eşiğindeki bir duruma itecek kadar umutsuzluğa düşürmenin bir yolu vardır. Örneğin, Bayan Thatcher “daha kötü”nün stratejisiyle, madencileri tasfiye etmeyi başardı: Grevciler sonunda toplumun gözünde saygınlıklarını yitirdiler. İşsiz hooliganlara karşı da aynı strateji uygulanır. Sanki onlar, Thatcher’ın yurt dışma gönderdiği komandolardır; elbette onları kınamaktadır, ama hooligonların sergilediği kabalık Thatcher’ın iktidar uygularken sergilediğinin aynısıdır. Kriz kandırmacasının ardına sığınarak tüm modern devletler tarafından az ya da çok sert biçimde sürdürülen bu tasfiye stratejisi, ancak bu tür aşırılıklara yol açabilir ki bu aşırılıklar devletin hiç de düşman olmadığı bir terörizmin dolaylı sonuçlarıdır.
Devletler, birbirlerine saldıramadıkları ya da birbirlerini yok edemedikleri anda, devletin kendi doğal göndermesine karşı savaşı olan bir tür sivil savaş, iç savaş içinde, neredeyse otomatik olarak kendi halklarına ya da kendi topraklarına yönelirler (Anlam taşıyan ve temsil eden her göstergenin, her makamın yazgısı kendi doğal göndermesini ortadan kaldırmak değil midir?)
Bu, her halükârda politikanın iç yazgısıdır; ve temsil edenler gibi temsil edilenler de bunu, örtük biçimde olsa da çok iyi bilirler. Hepimiz farkında olmadan Makyavelciyiz; çünkü temsiliyetin diyalektik bir kurmaca olduğuna dair belirsiz bir bilince sahibiz; ve bu diyalektik kurmaca, muhtemel ifadesini insanın gönüllü kölelik içinde kendini yitirmesinde bulan Öteki’nin kaybı istenci ile güç istenci arasındaki bir ölüm kalım düellosunu gizler: Her iktidar, Prens’in Hâkimiyeti ve Halkın Kurban Edilişi’ne dayanır.
Dolayısıyla artık ne temsil edilen halk vardır ne de yasal hükümran. Bu politik görünüm yerini bundan böyle toplumsal sözleşmenin söz konusu olmadığı bir düelloya, totaliter biçimde kendine göndermede bulunmayı amaçlayan bir makam ile ironik ya da boyun eğmeyen, bilinemezci ve çocuksu (artık konuşmuyor, ama gevezelik ediyor) bir kitle arasındaki trans politik bir düelloya bırakıyor. Kendi organlarını yutan bedenin hastalık hastası durumudur bu. İktidarların, devletlerin kendi kentlerini, kendi manzaralarını yok etmeye, kendi özlerini hatta kendi kendilerini yok etmeye harcadıkları öfke, eskiden düşmana ait olan şeyleri yok etmeye harcadıkları öfkeyle kıyaslanır ancak.
Özgün bir politik strateji yokluğunda (belki artık mümkün değil bu), akılcı bir toplum yönetiminin olanaksızlığı karsısında, devlet toplumsallığı ortadan kaldırıyor. Artık politik iradeye göre değil; şantaja, caydırmaya, simülasyona, kışkırtmaya ya da göstermelik özen göstermeye göre işliyor devlet. Devlet, bir sevgisizlik ve umursamazlık politikası keşfediyor. Her tür resmi politikanın arkasındaki transpolitikanın gerçekliği budur; toplumsallığın yok olması karşısındaki hayasız taraftarlık. Hooliganların yaptığı, bu transpolitik durumu uç noktaya taşımaktır: Katılımı trajik sınırına dek itiyor ve aynı zamanda da şiddet ve tasfiyeyle şantaj yapıyorlar. Teröristlerin tüm yaptığı budur. Her tür ahlâki tepkiye karşın bu işlemde bizi büyüleyen de bu modelin son derece güncel olmasıdır; bu olayların, politik toplum olarak yok oluşumuzun aynası oldukları gerçeğidir; sözde “politik” olaylar bu yok oluşu umutsuzca kamufle etmeye çalışırlar.
Bir başka vaka Heysel’deki olayın devamıdır: Eylül 1987’de Madrid’de Real Madrid-Napoli Avrupa kupası maçı, uluslararası federasyonun önceki bir maç sırasında Madrid halkının aşırılıklarına karşı aldığı bir disiplin önlemi uyarınca, gece, hiçbir seyircinin olmadığı boş bir statta yapılır. Binlerce taraftar stadyumu kuşatır, ama içeri giremez. Maç baştan sona televizyondan yayımlanmıştır.
Bu tür bir yasaklama şoven futbol tutkusunu hiçbir zaman yok etmeyecektir; ama buna karşın bu yasaklama, bağlamından koparılmış “gerçek” olayın boşlukta gerçekleştiği ve yalnızca uzaktan, televizyon görüntüsü olarak görülür olduğu dünyamızın terörist hiper-gerçekçiliğini çok iyi gösteriyor. Gelecekteki olaylarımızı cerrahi olarak önceden bildirme türü: Hiç çıkmayabilecek denli küçük bir olayın ekran üzerinde azami büyütülmesi. Olayın küçük ayrıntılarını kimse yaşamış olmayacak, ama herkes görüntüsünü elde etmiş olacak. Bu, katıksız bir olay haline gelmiştir; her tür doğal göndermenin dışındadır ve ancak sentez görüntüler buna denk görülebilir.
Bu hayalet maç, Heysel maçına elbette bağlanabilir; orada da gerçek futbol olayı dramatik bir şiddet biçimiyle gölgelenmiştir. Seyircinin kurban ya da cani olmak için seyirci olmayı bıraktığı, sporun terörist eyleme dönüşmek için spor olmayı bıraktığı bu her zaman olası anlam kaymasından kurtulmak için, bundan böyle televizyon görüntüsündeki bir olaydan başka şeyle uğraşılmayacağından emin olmak için, işi fazla uzatmadan seyirci ortadan kaldırılır. Olayın televizyonun zihinsel ekranı üzerinde kabul edilebilir olması için her tür gönderme ortadan kaybolmalıdır.
Politika işleri de bir anlamda boş bir stadyumda (temsiliyetin boş biçimi) cereyan eder, gerçek seyirci bu stadyumdan kovulmuştur; çünkü aşırı coşkulara kapılmaya elverişlidir. Bundan böyle buradan yalnızca televizyon görüntülerinin bir kopyası (imajlar, istatistikler, kamuoyu yoklamaları) yayılır. Politika hâlâ faaliyette, hatta bizi kendine tutsak etmeyi de sürdürüyor, ama incelikli bir şekilde; sanki bir Uluslararası Politika Federasyonu belirsiz bir süre için halkı askıya almış ve maçın nesnel akışını garanti etmek için bu seyirciyi bütün stadyumlardan kovmuş gibidir. Trans-politika sahnemiz budur: Oyuncuların geri çekilmiş olduğu kamusal alanın o şeffaf biçimi, coşkuların geri çekilmiş olduğu bir olayın o katıksız biçimi.
Sh: 81-87

Bütün biçimleriyle terörizm, kötülüğün trans-politik aynasıdır. Çünkü asıl sorun, tek sorun şudur: O halde kötülük nereye gitti?
Cevap: Her yere; çünkü çağdaş kötülük biçimlerinin ana-morfozu* sonsuzdur.
*  Görsel sanatlarda bir perspektif tekniği. Bu teknikle yapılmış resimlere alışılmış görüş açısından bakıldığında, figürler çarpıtılmış olarak görülür. Ancak özel bir açıdan bakılırsa ya da resim eğik yüzeyli bir aynaya tutulursa çarpıklık ortadan kalkar ve normal görüntü elde edilir. Bir başka deyişle, figürler kuvve halinden fiili hale geçerler de diyebiliriz,
Korunma sayesinde, doğal göndermeleri öldürme sayesinde, şiddetin temizlenmesi sayesinde, tohumları ve tüm lanetli payları yok etme sayesinde ve olumsuza estetik cerrahi yaparak bundan böyle yalnızca hesaplı yönetim ve iyilik söylemiyle uğraşmak isteyen bir toplumda, kötülükten söz etme olanağının kalmadığı bir toplumda, kötülük yakamızı bırakmayan bütün viral ve terörist biçimlere bürünür (méta-morphose).
Aforoz etme gücünü, kötülükten söz etme gücünü yitirdik. Ancak bu güç başka bir yerde yeniden doğuyor. Örneğin Rushdie (Selman Rüşdi) olayında Humeyni -rehini bizzat Batı’ya muhafaza ettirmesi ve bir anlamda Batı’nın kendisini toptan rehin durumuna düşürme numarasının ötesinde- hitabetin simgesel gücü aracılığıyla tüm güç ilişkilerini tersine çevirme olanağını şaşırtıcı biçimde kanıtlamıştır.
Tamamen olumsuz politik, askeri ve ekonomik koşullar içinde, Ayetullah’ın bütün dünyaya karşı maddi gerçekliği olmayan, ama mutlak silah olmaya aday tek bir silahı vardır: Kötülük ilkesi. İlerleme, akılcılık, politik ahlâk, demokrasi vs. gibi Batılı değerleri yadsıma. Bütün bu “iyi şeyler” üzerindeki evrensel uzlaşmayı yadsımak Humeyni’ye kötülüğün enerjisini, dışlanmış olanın şeytani enerjisini, lanetli payın görkemini veriyor. Bugün tek o söz sahibi, çünkü herkese karşı Maniheizme*  özgü kötülük ilkesini tek o üstleniyor, kötülükten söz etmeyi ve defetmeyi tek o üstleniyor, terör yoluyla kötülüğü temsil etmeyi tek o kabul ediyor. Onu azmettiren şeyi biz anlayamayız.
* Mani’cilik ya da Maniheizm: M.S. III. yy.’da İran’da ortaya çıkan, iyilik ve kötülüğün kesin karşıtlığına dayanan, sonradan bir din halini alan akım,
 Buna karşın hiçbir yerde kötülükten söz etme olanağının bulunmadığı, en ufak olumsuzluğun sanal uzlaşma tarafından boğulmuş olduğu Batı karşısında bunun Humeyni’ye verdiği üstünlüğü gözlemleyebiliriz. Politik iktidarlarımız bile, işlevlerinin gölgesinden başka bir şey değil artık. Çünkü iktidar ötekini, düşmanı, kozu, tehdidi, kötülüğü belirtmenin simgesel gücüyle var olur yalnızca. Bugün artık iktidar buna sahip değil ve karşısında iktidarı kötülük olarak belirtebilecek ya da belirtmek isteyen bir muhalefet de yok artık. Şeytani, ironik, kavgacı ve çatışmacı enerji açısından çok güçsüz hale geldik; bağnazca cansız ya da cansızca bağnaz topluluklara dönüştük. Lanetli payı kendimizde arayıp yalnızca olumlu değerlerin yayılmasına izin vere vere en ufak virüs saldırısı karşısında ve kuşku yok ki bağışıklık yetersizliği durumunda olmayan Humeyni’nin saldırısı karşısında acınacak biçimde dayanıksız hale geldik. Humeyni’ye karşı ileri sürmek üzere elimizde yalnızca, zayıf bir çare olan ve her halükârda politik bağışıklık yetersizliğinin parçası olan İnsan Hakları var. Üstelik de İnsan Hakları adına Humeyni’ye “Mutlak Kötü” muamelesi yapmakla (Mittenand) işin içinden çıktık; yani aydınlanmış bir söylemin kurallarıyla çelişerek kendimizi Humeyni’nin bedduasına uyarlamakla işin içinden çıktık (bugün bir deliye “deli” muamelesi yapılıyor mu? Artık bir özürlüye bile “özürlü” muamelesi yapılmıyor; Kötülükten böylesine korkuyoruz, Öteki’ni, uğursuzu, indirgenemezi belirtmekten kaçınmak için böylesine örtmecelere boğuyoruz kendimizi). Kötülüğün dilini tam anlamıyla, zafer edasıyla konuşabilen birinin, aydınların dilekçelerine rağmen, zayıf Batı kültürlerinde böyle bir gedik açmasına şaşırmayalım. Bu, yasallığın, vicdani rahatlığın, hatta aklın bile bedduayla suç ortaklığı etmesindendir. Bu kavramlar, tüm aforoz kaynaklarını seferber etmekten başka bir şey yapamazlar ve özünde bulaşıcı olan kötülük ilkesinin tuzağına düşerler.
Kim kazandı?
Humeyni tabii ki. Onu yok etme gücüne hâlâ sahibiz kuşkusuz, ama simgesel olarak kazanan odur ve simgesel güç silahların ve paranın gücünden daima üstündür. Bir anlamda, “Öteki Dünya”nın öcüdür bu. Üçüncü Dünya, Batı’ya asla gerçekten meydan okuyamamıştı. On yıllar boyunca Batı’ya göre kötülük ilkesinin temsilcisi olmuş SSCB de yavaş yavaş iyiliğin, olayları ılımlı biçimde yönetmenin tarafına belirgin biçimde geçmiştir (şaşırtıcı ironi; kimse farkına varmadan beş yıl süresince Afganistan’da Batılı değerleri savunduktan sonra, Batı ile Tahran Şeytanı arasında aracı olarak kendini ileri süren de SSCB ’dir.)
(Selman ) Rushdie’ye ilişkin ölüm hükmüyle başlayan dünya çapındaki büyülenme, etkilenme ve antipati, uçağın iskeletindeki bir gedik ya da çatlaktan dolayı uçak kabinindeki basınç dengesinin ani bozulmasına benziyor (Bu tür bir olay kazara da olsa, daima terörist bir eylemi andırır). İki mekân arasındaki basınç farkı uyarınca her şey şiddetle dışarıya, boşluğa doğru çekilir. Bunun için iki dünyayı aynan aşırı ince zarda bir gedik ya da oyuk açmak yeter. Yapay olan ve yapay olarak korunan bir dünyada (bizimkinde), terörizm ve rehin alma, bu tür bir gedik açma eylemin âlâsıdır. Kesinlikle ortaçağdaki gibi olmayan ve ahlâksal ya da dinsel değil de stratejik terimlerle değerlendirilmesi gereken bugünkü İslam, bütün İslam, (Doğu Bloku ülkeleri de dahil olmak üzere) Batı sistemini yalnız bırakmaktadır ve zaman zaman tek bir eylem ya da tek bir sözle bu sistemde gedikler açmakta ve tüm değerlerimiz bu gedikten boşluğa düşmektedir. İslam Batı dünyası üzerinde devrimci baskı uygulamıyor, Batı’yı İslam’a kazandırma ya da fethetme riskine girmiyor: Karşısına hiçbir şey çıkaramadığımız bu kötülük ilkesi kapsamında; bu viral saldırıyla ve soluduğumuz havanın (değerlerin) ani basınç dengesi bozulmasının (bizim) korunaklı dünyamız için oluşturduğu sürekli tehlike olan, iki ortam arasındaki basınç farkının oluşturduğu bu sanal felaket temelinde, Batı’yı istikrarsızlaştırmakla yetiniyor. Batı dünyamızdaki her tür yarık ve aralıktan şimdiye dek bir hayli oksijenin dışarı sızmış olduğu doğrudur. Oksijen maskelerimizi çıkarmamamız yararımıza olur.
Tüm söylenmek istenenlerin tersine, Humeyni’nin stratejisi şaşırtıcı biçimde moderndir. Bizimkinden çok daha moderndir, çünkü modern bir bağlamın içine arkaik öğelerin bir fetva, bir ölüm fermanı, bir beddua gibi şeylerin kurnazca şırıngalanmasına dayanır. Batılı dünyamız dayanıklı olsaydı, bunun anlamı bile olmazdı. Tersine, bütün sistemimiz boğazına kadar bu strateji içindedir ve onun yankı bulmasına hizmet eder: Aşırı iletken olarak bu virüse hizmet etmektedir. Bunun anlamı nedir? Yine Öteki Dünya’nın öcü söz konusudur: Dünyanın geri kalanına yeterince tohum, hastalık, salgın ve ideoloji taşıdık, bunların karşısında onlar savunmasızdı, olayların ironik tersyüz oluşuyla bugün alçak ve küçük bir arkaik mikrop karşısında savunmasız olan sanki biziz.
Rehinin kendisi mikroplu hale geliyor. Alain Bosquet son kitabında (Le Métier d’otage/ Rehinlik Mesleği) Batı dünyasının o yolu boşluğa döndürülmüş kesiminin, kuşkusuz kendi gözünde küçük düştüğünden, ama özellikle de sahip olduğu her şey ülkesi ve hemşerileri, zorlama edilgenlikleri, her zamanki korkaklıkları özünde alçaltıcı ve sapma kadar gereksiz olan pazarlık yüzünden toptan küçük düşmüş olduğundan, nasıl artık kendi evine geri dönemediğini, dönmek de istemediğini gösteriyor. Pazarlığın ötesinde, her rehin alma olayı bütün olarak toplulukların, en ufak üyesinin karşısında bile inkâr edilemeyecek korkaklığının kanıtı haline gelir. Topluluğun bu umursamazlığının karşılığı her bireyin topluluğa karşı umursamazlığıdır: Batı’da böyle (kötü) işgörüyoruz ve rehin stratejisinin acımasızca açığa çıkardığı şey de politik sefalettir. Tek bir bireyi istikrarsızlaştırarak bütün bir sistem istikrarsızlaştırılır. Bu yüzden rehin, taraftarlarının kendisini iki arada bir derede kahraman yapıvermiş ve üstüne üstlük hemencecik de yok edivermiş olmalarını bağışlayamaz.
Biz ne Humeyni’nin aklından geçenleri ne de Müslümanların yüreğini okuyabiliriz. Yapabileceğimiz şey, her şeyi dinsel bağnazlığa yükleyen zayıf düşünceden kurtulmaktır. Ancak, aynen uzlaşma gibi, şişirmece bir yapının tüm özelliklerini alan bir anma töreni için, Fransız Devrimi’nin anısından tam da Terör’ü silmeye çalıştığımız anda, bu simgesel şiddetin meydan okumasına karşılık vermek için gerekli donanıma sahip olmamamızdan endişe duyuyorum. Kendi tarihimizden şiddeti silmeyi tercih ediyorsak, bu yeni şiddet karşısında ne yapabiliriz?
Kötülüğü dile getirmeyi bilmiyoruz artık.
Bildiğimiz tek şey, insan Hakları söylemini bağıra bağıra tekrarlamak; dindar, zayıf, gereksiz, ikiyüzlü, iyiliğin doğal çekimine olan aydınlıkçı inanca ve insan ilişkilerinin idealliğine dayanan bir söylem (oysa kötülüğe kötülükle karşılık vermekten başka çıkar yol yoktur).
Üstelik bu İyilik, bu ideal değer her zaman koruyucu, zavallılaştıran, olumsuz ve tepkisel biçimde kavranmıştır. Bu, kötülüğün en aza indirgenişi, şiddetten korunma ve güvenliktir. İyi niyetin alçakgönüllülük gösteren ve çökertici gücüdür bu; ve bu güç dünyada olsa olsa doğruluk hayal eder ve kötülük eğrisini, kötülüğün akıllılığını göz önünde bulundurmaya yanaşmaz.
Söz, bir bireyin “özgür” ifadesi olarak anlaşılıyorsa, “söz hakkı” vardır. Söz düello, suç ortağı, çatışan, baştan çıkarıcı biçim olarak anlaşılıyorsa, o zaman hak kavramının artık hiçbir anlamı yoktur.
Arzulama hakkı, bilinçdışı hakkı, haz hakkı diye bir şey var mı?
Saçma. Hak terimleriyle konuşulduğunda cinsel özgürleşme de gülünç olur. İnsan Hakları anıldığında devrimimizi “kutlamak” da gülünç olur.
“Yaşama hakkı” tüm dindar ruhları titretir, öyle ki sonunda ölme hakkı olmaya varır ve tüm bunların saçmalığı da burada açığa çıkar. Çünkü sonuçta ölmek ya da yaşamak (mutlu ya da mutsuz) bir yazgı, bir kaçınılmazlıktır, yoksa bir hak değildir.
Neden erkek ya da kadın olma “hakkı” istenmesin? Neden Aslan ya da Kova ya da Yengeç olma hakkı istenmesin?
Peki böyle bir hak varsa, erkek ya da kadın olmak ne demektir?
Heyecan verici olan şey, yaşamın sizi erkek ya da kadın yapmış olması ve sizin de kabullenmenizdir. Bu simgesel bir oyunun kuralıdır ve bu kuralı ihlal etmenin hiçbir anlamı yoktur. Satranç atını düz çizgi üzerinde ilerletme hakkı isteyebilirim, ama bunun ne anlamı olabilir?
Bu tür işlerde hak aptalca bir şeydir.
Çalışma hakkı: Acımasız bir ironiyle işler bu noktaya vardı.
İşsizlik hakkı!
Grev hakkı!
Bu şeylerdeki gerçeküstücü mizahı kimse fark bile etmiyor artık. Bununla birlikte bu karamizahın açığa çıktığı vesileler de var; örneğin, kendisini bağışlatmak için çırpman bütün o insan hakları birliklerine karşı infaz hakkı isteyen ölüm mahkûmunun durumu gibi. Burada mesele ilginçleşiyor. Böylelikle haklar üstesinde beklenmedik değişkenler ortaya çıkıyor; Her zaman kurban olmanın ardından İsrailliler kendi halkları karşısında katil olmayı bir tür hak olarak istiyorlar. Sonunda kendine yasal suçluluk lüksünü sunabilmeli insan!
Çemobil, Ermenistan’daki deprem ve atom denizaltısının batması ile birlikte SSCB’nin insan hakları yolunda dev (Helsinki ya da başka bir yerdekinden hayli daha büyük) bir adım attığına kuşku yok: Felaket hakkı. Esas temel hak; kaza hakkı, suç hakkı, yanlışlık yapabilme hakkı, kötülük hakkı ve en kötü olma hakkıdır, yoksa yalnızca en iyi olma hakkı değil: Mutluluk hakkından çok daha fazla, sizi adına yaraşır bir insan yapan budur işte.
Hak, karşı konulmaz biçimde bu uğursuz eğimi izler ve böylece bir şey kendiliğinden iyi gittiğinde her tür hak gereksiz hale gelir; ve eğer hak talebi dayatılıyorsa, istenen şey kaybedilmiş demektir: Su, hava, yer hakkı tüm bu öğelerin adım adım yok olduğunun teyit edilmesidir. Cevap hakkı diyalog yokluğunu gösterir, vs.
Sömürü ve kıtlık topluluklarında görüldüğü gibi, bireyin yabancılaşmış, kendi varlığından yoksun bırakılmış, kendine yabancı bir varlık değil de, postmodern formülüyle, göndermesi kendisi olan ve kendi kendisiyle rekabet eden bir varlık olduğu andan itibaren, birey haklarının anlamı kalmaz. Böyle bir bağlamda insan hakları tamamen yetersiz ve yanıltıcı hale gelir; esnek, hareketli, değişken geometrili birey artık bir hak sahibi, bir özne değil, bir taktik uzmanı ve kendi varoluşunun reklamcısıdır; artık herhangi bir hukuksal makama değil, yalnızca kendi işinin ya da performansının niteliğine başvurur.
Buna karşın İnsan Hakları’nın dünya çapında güncellik kazanması da günümüzde oluyor. Bugünlerde kullanılabilecek tek ideoloji bu. İdeolojinin sıfır noktası, tüm tarihin indirimli satışı âdeta. İnsan hakları ile ekoloji, uzlaşmanın iki kolay beslenme kaynağıdır. Gezegenimizin güncel anayasası Yeni Politik Ekoloji’dir.
Tehlike altında olmakla birlikte, bu yüzyılın sonunu uzlaşmanın bütün fenerleriyle aydınlatmayı vaat eden başyapıt olan İnsan Hakları’nın kutsanmasında, budalalığın önlenemeyen tırmanışını mı görmek gerekiyor?
Sh:88-95

Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul


Betimlenen tüm olaylar ikili fizik ve matematik bir tanıya bağlıdır. Fiziksel açıdan, dengesizlik halindeki bir insanlık sistemi içinde bir çeşit devasa geçiş aşamasıyla uğraşmaktayız. Bu geçiş aşaması, fiziksel sistemler için olduğu kadar bizim için de büyük ölçüde gizemli olmayı sürdürüyor; ama bu felaketli evrim kendi başına ne yararlı ne de zararlıdır, sözcüğün gerçek anlamında felaketlidir yalnızca.
Bu kaotik sapmanın, başlangıçtaki veriler karşısındaki bu hiper-duyarlılığın prototipi olan şey, enerjinin yazgısıdır. Kültürümüz tersinmez bir enerji özgürleşmesi sürecinin geliştiğini gördü. Önceki bütün kültürler dünyayla tersine çevrilebilir bir anlaşmaya, enerji bileşenlerinin de katıldığı dengeli bir düzenlemeye bağlıydı, asla bir enerji özgürleşmesi ilkesine değil. Enerji “serbestleştirilecek” ilk şeydir ve sonraki tüm özgürlükler bu modele göre düzenlenecektir. İnsan da enerji kaynağı olarak serbest bırakılmıştır ve böylelikle de tarihin ve tarihin hızlanışının devindirici gücü haline gelmiştir.
Enerji modernliğin tüm sanayi ve teknik düşlerini besleyen, fantastik bir yansıtma türüdür; insan anlayışını da bir irade dinamiğine indirgeyen odur. Bununla birlikte, hortum, kaos ve felaket olaylarına ilişkin en yeni modern fizik buluşları sayesinde herhangi bir akışın, herhangi bir doğrusal sürecin, hızlandırıldığında felaket eğrisine benzer tuhaf bir eğrilik edindiğini biliyoruz.
Yolumuzu gözleyen felaket, kaynakların tükenmesi felaketi değildir. Tüm biçimleriyle enerji giderek artacaktır, en azından sonrasında bizi artık insan olarak ilgilendirmeyecek bir zaman vadesi çerçevesinde artacaktır. Nükleer enerji tükenmez denir; Güneş enerjisi, gelgitlerin, büyük doğal akışların, hatta doğal felaketlerin, depremlerin ya da volkanların enerjisi tükenmeyecektir (teknik imgeleme güvenebiliriz). Buna karşılık dramatik olan şey, dengesizliğin dinamiğidir; enerji sisteminin çok kısa vadede öldürücü bir düzensizleşme yaratabilecek şekilde zıvanadan çıkmasıdır. Nükleer enerjinin serbest bırakılmasının birkaç parlak örneği şimdiden var elimizde (Hiroşima ve Çemobil); ama viral ya da radyoaktif, her zincirleme tepki potansiyel olarak felakettir. Tam bir salgından bizi hiçbir şey korumuyor; atom santrallarını çevreleyen şeyler bile. Enerji aracılığıyla dünyayı dönüştürme sistemi, bütün olarak, enerjinin; özüne denk düşen viral ve salgınlı bir evreye girebilir; önce olumlu sonuçlar doğuran bir harcama, bir düşüş, bir diferansiyel, bir dengesizlik, minyatür bir felaket halindeyken, kendi devinimi tarafından aşıldığında global bir felaket boyutu alabilir.
Enerji sonuçlar doğuran bir neden gibi düşünülebilir; ama kendini üreten, böylelikle de her tür nedenselliğe boyun eğmeye son vermiş bir sonuç gibi de düşünülebilir. Enerjinin paradoksu, birbirlerinden neredeyse bağımsız biçimde hem nedenlere ilişkin hem de sonuçlara ilişkin bir devrim olması ve yalnızca nedenlerin birbirine bağlandığı bir yere değil, sonuçların da zincirinden boşaldığı bir yere dönüşmesidir.
Enerji aşırı-ışıma evresine giriyor. Dünyayı dönüştürme sistemi bütünüyle aşırı-ışıma evresine giriyor. Enerji, maddesel ve üretici değişken iken, kendiyle beslenen baş döndürücü bir süreç haline geliyor (onu yitirme tehlikesinin olmamasının nedeni de zaten bu).
New York kentini ele alalım. Bir gün önce öyle enerji harcanmıştır ki her şeyin ertesi gün yeniden başlaması bir mucizedir. Bu, akılcı bir enerji yitimi ilkesi olmadığının, New York gibi bir megapolün işleyişinin termodinamiğin ikinci yasasına ters düştüğünün, kendi gürültüsünden, kendi artıklarından, kendi karbon gazından beslendiğinin düşünülmesi dışında açıklanamaz; bu bir tür ikame mucizesi yoluyla, enerji harcamasından doğan enerjidir. Bir enerji sisteminin yalnızca niceliksel verilerini ölçen uzmanlar enerjinin, kendi tüketiminden doğan benzersiz enerji kaynağını azımsıyorlar. New York’ta bu harcama tamamen bir gösteriye dönüşmüştür, kendi görüntüsüyle voltajı artırılmıştır. Jarry’nin cinsel etkinlikle ilgili olarak betimlediği (Le Surmâle / Aşırı Erkek) enerjinin bu aşırı-ışıması, zihinsel ya da mekanik enerji için de geçerlidir: Trans-Sibirya’nın ardından Sibirya’yı da geçen deküpletin üzerinde kimi bisikletçiler ölür, ama pedal çevirmeye devam ederler. Kadavralara özgü sertlik kadavralara özgü devingenliğe dönüşür, ölü durmadan pedal çevirir, hatta cansızlaştıkça hızlanır. Ölümün cansızlığı enerjiyi son derece artırır.
Bu, Mandeville’in Arılar Masalı’na benzer: Bir topluluğun enerjisi, zenginliği ve parıltısı kusurlarından, kötülüklerinden, aşırılık ve zayıflıklarından gelir. Ekonomi postulatının ters anlamı: Eğer bir şey harcanmış ise önce onun üretilmiş olması gerekir. Bu doğru değildir. Enerji ve zenginlik ne kadar harcanırsa o kadar artar. Felaketin enerjisidir bu ve hiçbir ekonomik ölçüm bunun hesabını tutamaz. Zihinsel süreçlere ait belli bir kendinden geçme biçimi bugün maddi süreçlerde yeniden görülüyor. Tüm bunlar eşdeğerlik terimleriyle anlaşılmaz; ancak tersine çevrilebilirlik ve aşırılık terimleriyle anlaşılabilir.
Böylece New Yorklular enerjiyi insanlık açısından düşünülemez bir çevreden, kokuşmuş havadan, hızdan, panikten, soluk alınamayan koşullardan alıyorlar. Uyuşturucu ve bunun yol açtığı tüm çılgınca etkinliklerin bile şehrin canlılık ve gayrisafi metabolizma oranına dâhil olması muhtemeldir. Her şey bu orana dâhil; en pis işler de, en saygın işler de. Tam bir zincirleme tepki. Her tür normal işleyiş düşüncesi yok oldu. XVIII. yüzyılda söylendiği gibi, bütün varlıklar fesat içindeler; yaşama gerekliliğinin iyiden iyiye uzağına düşen ve daha çok gerçekdışı bir hayatta kalma saplantısına, herkesi ele geçiren ve kendi öfkesinden beslenen o soğuk hayatta kalma tutkusuna bağlı olan aynı taşkınlık ve aynı dramatik aşın uyarılmaya el birliğiyle katılıyorlar.
New Yorkluları bu saçıp savurmadan, bu savurganlıktan, bu insanlık-dışı ritimden vazgeçirmek ikili bir yanlışlık olur. Birincisi, normal bir insan için tüketici olabilecek faaliyetlerini tüketici bulmuyorlar; tersine bu anormal enerjiden besleniyorlar. İkincisi, eğer hızlarını keserler veya enerjilerinden tasarruf ederlerse aşağılanırlar. Bilinçli ya da bilinçsiz oyuncuları oldukları, dünyada eşi benzeri olmayan kentsel bir ölçüsüzlüğü ve devingenliği sağlayan kolektif yüksek yaşam düzeylerinde bir zayıflama olur bu.
İnsan türünün maruz kaldığı tehlikeler, eksiklikten kaynaklanan tehlikeler (doğal kaynakların tükenmesi, çevrenin tahrip olması, vs.) olmaktan çok aşırılıktan kaynaklanan tehlikelerdir: Enerjinin zıvanadan çıkması, denetlenemeyen zincirleme tepki, çılgın özerkleşme. Bu ayrım başattır; çünkü eksiklikten kaynaklanan tehlikelere, ancak günümüzde kabul edilmiş olan Yeni Ekoloji Politik’le (Uluslararası insan soyu haklarının parçasıdır bu) cevap verilebilir; ama bu diğer içkin mantığa, doğayla kumar oynayan bu hızlanmaya kesinlikle hiçbir şey karşı koyamaz. Bir yandan ekolojik çevremizdeki dengenin yeniden sağlanması ve enerjinin yeniden dengelenmesi mümkünken, öte yandan kesinlikle “denge-dışı” bir devinimle karşı karşıyayız. İlk durumda etik ilkeler, yani yalnızca hayatta kalma biçiminde de olsa, maddi süreci aşan bir ereklilik işin içine giriyor olabilir, ama öte yanda tek erekliliği sınırsız bir hızla çoğalma olan süreç her aşkınlığı emer ve bütün failleri yutar. Böylelikle gezegene özgü tam bir şizofreni içinde, bir yanda her tür ekolojik önlemin, dünyayı iyi kullanma ve dünyayla ideal etkileşim stratejisinin geliştiği görülürken aynı zamanda da yıkım ve dizginsiz performans girişimlerinin hızla çoğaldığı görülür. Zaten çoğunlukla aynı insanlar aynı anda her ikisine de katılırlar.
Hem zaten ilk devinimin yönü (Ekolojik ortak yaşam yoluyla türün kurtarılması) görece olarak daha açık gözüküyor, ama diğerinin gizli yönelimi hakkında ne biliyoruz?
Bu hızlanmanın, bu dış-merkezli devinimin bir sonu olmalı, insan türünün bir yazgısı olmalı, dünyayla denge ve etkileşim ilişkisinden çok daha karmaşık ve muğlak başka bir simgesel ilişki olmalı. Yine yaşamsal, ama bütünlüklü bir tehlike içeren bir yönelim yok mu?
Varacağımız yer buysa, kuralını bilmediğimiz bir tür Büyük Oyun içinde tekniğin ve enerjilerin öngörülemeyen bir sona doğru bu acele gidişine karşı ekolojinin akılcı tanrısallıklarının hiçbir şey yapamayacakları apaçık ortadadır.
Güvenlik, denetim, suç veya hastalık önleme tedbirlerinin içerdiği sapkın etkilerden bile korunamıyoruz. Toplumsal, tıbbi, ekonomik ve politik tüm alanlardaki korunmanın hangi tehlikeli aşırılıklara yol açabileceği biliniliyor: En yüksek güvenlik adına âtıl (endémique) bir terörün, bir denetim saplantısının yerleşmesi çoğunlukla felaketin salgın tehdidi kadar tehlikelidir. Bir şey kesin: İlk verilerin karmaşıklığı, tüm sonuçların potansiyel olarak tersine çevrilebilirlikleri hiçbir akılcı müdahale biçimine ilişkin olarak kendimizi aldatmamamızı sağlıyor. Oyuncuların bireysel ve kolektif iradesinin böylesine uzağından geçen bir süreç karşısında kabul edilebilecek tek şey, her tür iyi ve kötü ayrımının (dolayısıyla bu durumda teknolojik gelişmenin doğru ölçüsünü bulma olanağının) akılcı modelimizin yalnızca çok sınırlı bir çerçevede değer taşıdığıdır. Etik bir düşünce ve pratik bir karar bu sınırlar içinde olanaklıdır; bu sınırın ötesinde kendi başlattığımız ve bundan böyle doğal bir felaketin acımasızlığıyla bizsiz gelişen bütün süreç düzeyinde -neyse ki ya da ne yazık ki- iyilikle kötülüğün ayrılmazlığı, yani biri olmadan diğerini uygulamanın olanaksızlığı hüküm sürer. Bu, tam olarak lanetli pay teoremidir; ve bu olmalı mı diye sormak yersizdir, bu böyledir, bunu tanımazlıktan gelmek de en büyük yanılgıya düşmek olur. Bu durum, yaşamımızın etik, ekolojik ve ekonomik alanında yapılabilecek olanları bozmaz; ancak yapılabileceklerin etkisini, yazgı alanı olan simgesel düzeyde tamamen göreceli kılar.
Sh: 106-111
Kesintisiz olumluluk üretiminin korkunç bir sonucu vardır. Çünkü olumsuzluk kriz ve eleştiriye gebeyse, abartılı olumluluk da homeopatik dozlarda kriz ve eleştiriyi süzme yeteneksizliğiyle felakete gebedir. Tohumlarını, basillerini, parazitlerini, biyolojik düşmanlarını kovalayan ve eleyen her biyolojik bedenin metastaz ve kanser tehlikesiyle, yani kendi hücrelerini yutan bir olumluluk ya da bundan böyle işsiz kalan kendi antikorlarınca yutulma tehlikesiyle karşı karşıya olması gibi, kendi olumsuz öğelerini kovalayan, kovan, defeden her yapı da tam bir tersinmenin getireceği felaket tehlikesine maruz kalır.
Kendi lanetli yanını temizleyen her şey kendi ölümünü imzalar. Lanetli pay teoremi böyledir.
Lanetli payın enerjisi ile lanetli payın şiddeti, kötülük ilkesinin ifadesidir. Uzlaşmanın şeffaflığı koşullarında kötülüğün geçirimsizliği vardır. Kötülüğün direngenliği, saplantısı, indirgenemezliği ve ters enerjisi her yerde iş başındadır: Şeylerin düzensizliğinde, viral saldırıda, süreçlerin hızlanmasında, kaotik sonuçlarında, nedenlerin ötesine geçilmesinde, aşırılıkta ve paradoksta, kökten yabancılıkta, tuhaf cazibelerde, olayların eklemlenmemiş bağlantılarında.
Kötülük ilkesi ahlâki değildir; bir dengesizlik ve baş dönmesi ilkesi, bir karmaşıklık ve acayiplik ilkesi, bir baştan çıkarma ilkesi, bir aykırılık, uyuşmazlık ve indirgenemezlik ilkesidir. Bir ölüm ilkesi değildir, tam tersine, yaşamsal bir kopma ilkesidir. Kötülük ilkesi bizi cennetten mahrum bıraktığından bu yana, kötülük bir bilme ilkesidir. Madem cennetten bilme suçuyla kovulduk, hiç olmazsa bundan tam yararlanalım. Lanetli payı geri almaya yönelik her tür girişim, kötülük ilkesini geri almak için her girişim olsa olsa sahte cennetler kurabilir, uzlaşmanın sahte cennetlerini; gerçek birer ölüm ilkesidir bunlar.
Çağdaş sistemleri felaketlerinde, başarısızlıklarında, çözümsüzlüklerinde olduğu kadar, çok başarılı olma ve kendi işleyişlerinin esrikliğinde kendilerini kaybetme biçimlerinde de çözümlemek, lanetli pay teorem ve denklemini her yerde tekrar ortaya çıkarmak, yok edilemez simgesel gücünü her yerde doğrulamaktır.
Kötülük ilkesinden yana olmak her şeyde yalnızca eleştirel olmak değil, suçla ilgili bir yargıda bulunmaktır. Bu yargı liberal (bizimki gibi!) de olsa, her toplumda hâlâ kamusal alanda telaffuz edilemez bir yargı olmayı sürdürüyor. İnsanlık-dışı olandan ya da kötülük ilkesinden yana olan her tavır, bütün değer sistemlerince reddedilmiştir (kötülük ilkesi derken değerler, hak, iktidar, gerçeklik vb. üzerine birkaç acımasız gerçekliğin yalın önermesini anlıyorum yalnızca). Bu açıdan Doğu, Batı, Güney ya da Kuzey arasında hiçbir fark yoktur. Camdan bir duvar kadar geçirimsiz ve billursu olan ve çağdaş ahlâk ya da ahlâksızlıktaki hiçbir ilerlemenin bir şey değiştiremediği bu hoşgörüsüzlüğün sona erdiğini görme şansı da hiç yoktur.
Dünya olumlu duygular, saf duygusallıklar, kuralcı kibirlilikler ve dalkavukluklarla öyle dolu ki burada ironi, karamizah ve kötülüğün öznel enerjisi her zaman daha zayıf kalıyor. Ruhun biraz olumsuz her tür devinimi olayların akışı içinde yeniden yasa-dışına düşecektir. En ufak zihinsel ima şimdiden anlaşılmaz hale geliyor. Yakında hangisi olursa olsun, herhangi bir çekinceyi dile getirmek olanaksız hale gelecektir.
Ne mutlu ki muzip deha nesnelere geçti: Kötülüğün nesnel enerjisidir bu. Kendi yolunu açan şeye ne denirse densin, lanetli pay ya da tuhaf cazibeler, yazgı ya da başlangıçtaki verilere duyusal bağlılık bu fiili tırmanmadan, bu kat sayılı yörüngeden, ölçüsüz sonuçların bu gerçek patafiziğinden kaçamayacağız. Sistemlerimizdeki dış-merkezlilik engellenemez. Hegel’in dediği gibi, “ölmüş olanın kendi kendine hareket eden yaşamı içinde”, dolu dolu yaşıyoruz. Bazı sınırların ötesinde neden-sonuç ilişkisi kalmadı; artık yalnızca sonuçtan sonuca giden viral ilişkiler var, sistem de bütünüyle durgunluk içinde deviniyor. Bu fiili tırmanışın, ölümün bu yırtıcılığının ve çevikliğinin oluşumu, lanetli payın modem öyküsüdür. Söz konusu olan bunu açıklamak değil, bu oluşumun gerçek zamandaki aynası olma gerekliliğidir. Özgürleşmenin hızını çoktan aşmış olan olayların hızını aşmak gerekiyor. Uyumsuzluğun, anomalinin, felaketin söylenmesi gerekiyor, soykırımla ve eş-süremli olarak kimi gizemli kurallarla ilişkide olan tüm bu aşırı olayların yaşamsallığının dile getirilmesi gerekiyor.
Kötülük lanetli pay gibidir; kendini harcayarak yeniden üretir. İyilikle kötülüğün ayrılmazlığının metafizik açıdan ahlâkdışı olabilmesi gibi bu da ekonomi açısından ahlâkdışıdır.
Akla zor kullanmadır bu; ama şeyleri kendi hedeflerinin ötesine, başka nihai koşullara hangileri? Aşırı bir bağımlılık içinde gönderen bu şiddetin, bu öngörülemez artışın yaşamsallığını kabul etmek gerekiyor.
Her özgürleşme iyilikle kötülüğü eşit olarak etkiler, gelenekleri ve zihinleri özgürleştirir, ama cinayetleri ve felaketleri de serbest bırakır. Hukukun ve zevkin özgürleşmesi kaçınılmaz olarak cinayetin özgürleşmesini getirir (Marquis de Sade bunu iyi anlamıştı, bu yüzden de hiç bağışlanmadı).
SSCB ’de Perestroika politikasına etnik ve politik taleplerin yanı sıra kaza ve doğal felaketlerdeki artış da eşlik etmektedir (önceki cinayet ve kazaların yeniden keşfedilmesi de buna dahil). İnsan haklarının yayılması ve liberalleşme bir tür kendiliğinden terörizm doğuruyor. Tüm bunlar sözde eskiden de varmış, ama sansürlüymüş (Stalinci düzene yönelik en derin yakınmalardan biri bunca kanlı, sansür edilmiş, böylelikle de gelecek nesillerin politik bilinçdışı olmaları dışında yararlanılamayan olaylardan bizi yoksun bırakmış olmasıdır. İşledikleri suçların ağız sulandıran kanlı biçimlerini dondurmuş, buzlandırmış olmalarıdır. Bu, yine neredeyse kusursuz bir cinayet olan Nazilerin katliamı gibi, evrensel haberleşme yasasına karşı gelmektir).
Ama burada sansürün kalkmasından daha fazla bir şey vardır: Cinayetler, suçluluk, felaketler yapay ışığa üşüşen sinekler gibi (neden asla doğal bir ışığa üşüşmezler?) Glastnost’un ekranına üşüşüyorlar. Bu felaketli artıkdeğer, bir hayranlığın, doğanın gerçek neşesinin sonucu olduğu gibi politik koşullar uygun olur olmaz tekniğin içinden gelen bir huzursuzluk çıkarma eğiliminin de sonucudur. Uzun süre buzdolabında saklanan cinayetler ve felaketler neşe içinde ve resmi olarak sahneye çıkıyorlar. Bunlar sonuçta özgürlüğün ve dünyanın doğal düzensizliğinin öylesine hakiki göstergeleri ki olmasalardı icat edilmeleri gerekirdi.
İyilik ve kötülüğün bu bütünlüğü bizi aşıyor, ama bu bütünlüğü kabullenmeliyiz. Nesneleri kavramanın bu temel kural dışında hiçbir yolu yok. İyiliği ya da kötülüğü yüceltmek içki bu ikisini birbirinden ayırmak saçmadır (Bu, kötülüğe kötülükle cevap verme yanlılarını da suçlu çıkarır; çünkü sonunda onlar da iyilik yapacaklardır).
Buradaki hiçbir olayı öngöremeyiz. Olaylar çoktan meydana gelmiştir ya da görüş alanımıza yeni girmektedir. Yapabildiğimiz tek şey, bu olaylardan bazılarının oyuna getirilmek inceliğine sahip olacaklarını umarak, bir biçimde bir projektör yöneltmek ve bu sanal dünyanın üzerindeki teleskobik açılımı korumaktır. Kuram yalnızca şu olabilir: Gerçekliğin oyuna gelecek denli saf olacağı umuduyla kurulmuş bir tuzak.
Önemli olan, projektörü doğru yöne çevirmektir. Ama doğru yönün nerede olduğunu bilmiyoruz. Gökyüzünü araştırmak gerekiyor. Çoğu zaman, öyle uzak, metafizik açısından öyle uzak olaylar söz konusu ki ekranlarda yalnızca hafif bir ışıma etkisi uyandırıyorlar. Bunları bir fotoğraf gibi tabetmek ve büyütmek gerekiyor. Olaylara bir anlam bulmak için değil; çünkü bunlar logogram [sözcük ifade eden işaret ] değil hologramlardır. * Bu olaylar bir yıldızın sabit tayfından ya da kırmızının değişkenlerinden fazla açıklanamaz.
* Mercek kullanmaksızın oluşturulan üçboyutlu görüntü,
Bu acayip olayları yakalamak için kuramın kendisini yeniden tuhaf bir şey haline getirmek gerekir: Kuram, ya kusursuz bir cinayet ya da tuhaf bir cazibe olmalıdır.
Sh: 112-116

Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul


İnsanlar akıllı makineler yaratıyor ya da düşlüyorlarsa gizliden gizliye kendi akıllarından umut kestiklerinden ya da dehşet verici ve gereksiz bir aklın ağırlığı altında ezildiklerindendir: O zaman bu akılla oynayabilmek ve onunla eğlenebilmek için aklı makinelere hapsederler. İktidarı politikacılara bırakmanın bize her tür iktidar isteğine gülme olanağı tanıması gibi bu aklı makinelere emanet etmek de bizi her tür bilme iddiasından kurtarır.
İnsanlar özgün ve dâhi makineler düşlüyorlarsa, kendi özgünlüklerinden umut kestikleri ya da bundan vazgeçip üçüncü şahıs olan makineler aracılığıyla bu özgünlükten yararlanmayı yeğledikleri içindir. Çünkü bu makinelerin sunduğu şey düşüncenin gösterisidir; insanlar da makineleri kullanarak kendilerini düşüncenin kendisinden çok düşüncenin gösterisine verirler.
Makinelere sanal denmesi boşuna değildir; düşünceyi eksiksiz bir bilginin ortaya çıkmasına bağlı belirsiz bir kararsızlık içinde tutarlar. Burada düşünce eylemi, sürekli olarak ertelenir. Hatta artık düşüncenin lafı bile geçmez; tıpkı gelecek nesiller için özgürlük lafının geçmeyeceği gibi: Bu nesiller, boşluktalarmış gibi kendilerini koltuklarına bağlayarak yaşayıp gideceklerdir. Aynı şekilde Yapay Akıl İnsanları da kendi zihin alanlarından, bilgisayarları karşısında oturarak geçeceklerdir. Bilgisayarı önünde kımıldamadan duran Sanal İnsan, ekran aracılığıyla sevişir, derslerini de tele-konferansla yapar. O bir hareket özürlüsü haline gelmiştir; kuşkusuz zihinsel olarak da özürlüdür. İnsanın işlemsel hale gelmesinin bedeli budur. Gözlüklerin ve kontakt lenslerin, görmeyen bir türün ayrılmaz protezine dönüşeceğini ileri sürebiliriz; tıpkı bunun gibi, yapay aklın ve bu akim teknik dayanaklarının da artık düşünceye sahip olmayan bir türün protezi olmasından endişe duyabiliriz.
Yapay akıl akılsızdır, çünkü yapaylığı yoktur. Hakiki yapaylık tutkudaki acının, baştan çıkarmadaki göstergenin, jestlerdeki anlam belirsizliğinin, dil sürçmesinin, yüzdeki maskenin, anlamı başkalaştıran çizginin yapaylığıdır; böyle olması nedeniyle de bu yapaylığa zihin belirtisi denir. Bu akıllı makineler, en acınacak yapaylıktadır; dil, cinsellik ve bilgi işlemlerini en yalın öğelerine ayrıştırmak, modeller uyarınca yeni bir sentez haline getirmek için dijitalleştirmek zorunda olduklarından yapaydırlar. Bir programın ya da potansiyel bir nesnenin tüm olasılıklarını kuvve halinde üretebilirler. Oysa yapaylığın, gerçekliği üreten şeyle hiçbir ilgisi yoktur; gerçekliği başkalaştıran şeyle ilgisi vardır. Yapaylık, yanılsamanın gücüdür. Bu makinelerde hesabın basitliği vardır ve sundukları oyunlar ise yer değiştirme ve olasılıklar sunma oyunlarıdır yalnızca. Bu nedenle sanal (virtuel) olarak var olmakla kalmazlar, erdemlidirler (vertueux)de. Çünkü kendi konulan bile onları yenemez, kendi bilgileri bile onları baştan çıkaramaz. Erdemlerini meydana getiren şey, şeffaflıkları, işlevsellikleri, tutku ve yapaylıktan yoksun olmalarıdır. Yapay akıl, bekâr bir makinedir.
İnsanın işleyişini makinelerinkinden, en akıllı makinelerin k inden bile her zaman ayıracak olan şey iş görme sarhoşluğudur, zevktir. Zevk sahibi makineler üretmek; neyse ki bu hâlâ insan gücünün ötesinde olan bir şey! Her tür protez insanın zevk almasına yardımcı olabilir; ama insan, kendi yerine zevk alacak bir protez icat edemez. İnsan kendinden daha iyi çalışan, “düşünen” ya da yer değiştiren protezler icat edebilse ile insanın aldığı zevkin, insan olma zevkinin teknik ya da medyatik bir protezi yoktur. Böyle bir şeyin olması için makinelerin insan hakkında bir fikirleri olması, insanı icat edebilmeleri gerekirdi; ama makinelerin artık yapabileceği bir şey yok, onları icat eden insandır. Bu yüzden, makineler makineliklerini hiçbir zaman aşamayacakken insan mevcut durumunu aşabilir. Makinelerin her zaman karanlık bir arzusu olduğunu düşündürtebilecek kaza ya da yok olma durumu hariç, en akıllı makineler makineden başka bir şey değildir. İnsanları kendi tanımlarından uzaklaştırarak sonlarına yakınlaştıran zevki ya da acıyı meydana getiren işleyişteki o ironik fazlalık, o aşırı işleyiş makinelerde yoktur. Ne yazık ki bir makine asla kendi işlemini aşamaz; bilgisayarların derin hüznünü açıklayan budur belki... Tüm makineler bekârdır!
(Bununla birlikte bu yakınlarda görülen elektronik virüs akını dikkate değer bir anormallik arzediyor: Makineler sapkın etkiler, ironik ve heyecan verici türden beklenmedik olaylar yaratmaktan muzip bir zevk alıyorlar sanki. Yapay akıl bu viral patoloji içinde kendisiyle dalga geçiyor ve böylece de bir tür hakiki aklın ilk adımını atıyor olabilir.)
Makinenin bekârlığı, Tele-kompüter İnsan’ın bekârlığını da beraberinde getirir. İnsanın, bilgisayarın ya da wordprocessor’ inin önünde beyninin ve aklının gösterisini kendi kendine sunması gibi pembe Miniteli * önünde de kendine fantezilerinin ve potansiyel bir hazzm gösterisini sunar.
* Minitel: Fransa'da telefon şebekesi aracılığıyla evlere kadar uzanan mini bilgisayarlardan oluşan iletişim ağı. “Pembe Minitel” ise bu ağın “cinsel hizmetler” veren parçası
Haz ya da akıl; her iki durumda da Tele-kompüter İnsan bunları makinesiyle ara yüzeye kovar [exorciser: “Cinleri kovma” gibi]. Öteki, muhatap asla gerçekten hedeflenen şey değildir: Ekrandan geçiş aynadan geçişi anımsatır; hedeflenen şey, arayüzey olarak ekranın kendisidir. İnteraktif ekran ilişki sürecini aynı olanlar arasındaki yer değiştirme sürecine dönüştürür. Arayüzey’in sırrı Öteki’nin potansiyel olarak aynı olmasıdır; ötekiliğe makine tarafından gizlice el konulmuştur. Böylelikle, gerçeğe en yakın iletişim senaryosu, Minitel kullanıcılarının ekran karşısından telefon konuşmasına geçmeleri ve sonra da yüz yüze gelmeleridir; peki soma ne yapılır? Eh, “telefonlaşılır” tabii ve ardından tekrar Minitel’in başına geçilir; nihayetinde Minitel çok daha erotiktir, çünkü hem gizemli hem şeffaftır; yaşamın önünde duran ekranın ve elektronik bir metnin yakınlığı dışında başka bir yakınlık olmadığından katıksız bir iletişim biçimidir bu, tensel zevk gölgelerinin gezindiğini görebileceğimiz yeni Platon mağarasıdır. İletişim kurmak bu kadar kolayken biriyle konuşmak niye?
Eskiden aynanın, ikiye bölünmenin ve sahnenin, ötekiliğin ve yabancılaşmanın düşselliğinde yaşıyorduk. Bugün ekranın, ara yüzeyin ve iki katma çıkmanın, benzerliğin ve bir iletişim ağı oluşturmanın düşselliğinde yaşıyoruz. Tüm makinelerimiz ekran haline geldi ve insanların interaktivitesi de ekranların interaktivitesi haline geldi. Ekranda yazılan şeylerin hiçbiri derinlemesine çözülmek için değildir; anlam aniden tepki gösterdiğinde, temsil kutupları kısa devre yaptığında, anında keşfedilmek içindir bunlar.
Bir ekranı okumak bakışla söz konusu olan şeyden tamamen farklıdır. Gözün bitmek bilmeyen bir kırık çizgi uyarınca dolaştığı dijital [dokunsal, sayısal] bir keşiftir bu. İletişimde muhatap olunan kişiyle, enformasyonda bilgiyle kurulan ilişki aynı niteliktedir: Dokunsal (tactile) ve keşfettirici. Yeni bilgisayarlardaki ya da hatta telefondaki ses, dokunsal, boş ve işlevsel bir sestir. Bu tam olarak bir ses değildir artık; tıpkı ekran için bakışın söz konusu olmaması gibi. Tüm duyarlılık paradigması değişti. Bu dokunsallık, dokunmanın organik anlamı değildir; gözle görüntünün yüzeydeki bitişikliğini, bakıştaki estetik mesafenin sonunu belirtir yalnızca. Ekranın yüzeyine sonsuzca yaklaşıyoruz, gözlerimiz görüntülerin içine serpiştirilmiş gibi. Seyirciyle sahne arasında mesafe kalmadı, bütün teatral uzlaşmalar yok oldu. Bu düşsel ekran komasına böyle kolay giriyorsak eğer, ekran, doldurmamız istenen sürekli bir boşluk halinde belirdiğindendir: Görüntülerin yakınlığı, görüntülerin izdihamı, görüntülerin dokunsal pornografisi. Buna karşın bu görüntü hep ışık yılı uzaktadır. Hep bir tele-görüntüdür. Çok özel bir mesafeye yerleştirilmiştir; bu yüzden bedenin aşamayacağı mesafe olarak tanımlanabilir ancak. Dilin, sahnenin ve aynanın mesafesi beden tarafından aşılabilir niteliktedir; böyle olduğundan bu mesafe insani kalır ve değişime [mübadeleye] olanak tanır. Ekran ise sanaldır; yani aşılamaz. Yalnızca bu soyut, kesinlikle soyut bir biçim olan iletişime olanak tanımasının nedeni budur.
İletişim alanı içinde sözcükler, jestler ve bakışlar sürekli yan yana olmalarına karşın birbirlerine asla değmezler. Çünkü ne bu mesafe ne de bu yakınlık, bedenin etrafını çevreleyen şeye olan mesafe ve yakınlığın aynısıdır. Görüntülerimizin ekranı, interaktif ekran ve telematik ekran hem çok yakın hem çok uzaktır: Hakiki olmak için (bir sahnenin heyecan verici yoğunluğuna sahip olmak için) çok yakın, sahte olmak için (yapayın suç ortağı olacak bir mesafeye sahip olmak için) çok uzaktır. Bu ekranlar, bu biçimde, artık tam anlamıyla insani olmayan bir boyut, uzanım kutupsuzlaşmasına ve beden şekillerinin birbirinden farksızlaşmasına uygun düşen dışmerkezli bir boyut yaratırlar.
Bilgisayarlarımızın ekranıyla beynimizin zihinsel ekranının iç içe geçtiği, yakınla uzağın, içle dışın, nesneyle öznenin aynı sarmal içindeki bu bitişikliğini belirtmek için Möbius topolojisinden daha iyisi yoktur. Enformasyon ve iletişim de en sestvari bir halkalanma içinde; özneyle nesnenin, içle dışın, soruyla yanıtın, olayla görüntünün vb. yüzeysel ayrımsızlığı içinde, bu Möbius modeline göre, birbirleri etrafında sürekli dönerler. Bu biçim, matematikteki sonsuz işaretinin döngüsel taklididir.
“Sanal” makinelerimizle ilişkimiz için de aynı şey geçerlidir. Nasıl ki aygıt Tele-kompüter İnsan’a tahsis edilmişse, insan da aygıta tahsis edilmiştir; her ikisi de birbirine dolanır ve birbiri tarafından kırılmaya uğratılır. Makine, insan ne istiyorsa onu yapar; ama buna karşılık insan, makinenin yapmaya programlandığı şeyi gerçekleştirir yalnızca. İnsan sanallık işlemcisidir ve izlediği yol da görünürde bilgilenme ya da iletmedir; nasıl ki oyuncu oyunun tüm imkânlarını tüketmeyi hedefler ise insan da gerçekte bir programın tüm imkânlarını araştırır. Örneğin fotoğraf makinesi kullanımında bu imkânlar, dünyayı kendi görüşüne göre “düşünen” öznenin imkânları değil, objektifin imkânlarını kullanan nesnenin imkânlarıdır. Bu açıdan fotoğraf makinesi her isteği başkalaştıran, her niyeti silen ve yalnızca fotoğraf çekmeye ilişkin katıksız refleksin hafifçe belli olmasına olanak veren bir makinedir. Bakışın kendisi bile ortadan kaybolmuştur; çünkü nesnenin ve dolayısıyla görüşteki ani değişmenin suç ortağı olan objektif, bakışın yerine geçmiştir. Büyülü olan şey, öznenin kara kutuya kapanması ve öznenin bakışının yerine makinenin kişisiz bakışının geçmesidir. Aynada kendi düşselliğiyle oynayan öznedir. Objektifte ve genel olarak ekranlarda ise tüm medyatik ve tele-kompüter tekniklerin lehine kendini “kuvve olarak” teslim eden şey nesnedir.
Günümüzde tüm görüntülerin olanaklı olmasının nedeni budur. Her bireyin genetik formülü uyarınca değişebilmesi gibi (tek hedef bu genetik kodun tüm sanallıklarının tüketilmesine yöneliktir; bu da yapay aklın temel özelliklerinden biri olacaktır) her şeyin bilgiişlem haline getirilebilmesinin, dijital işlem içinde yer değiştirebilir olmasının nedeni budur. Daha somut olarak bu, bundan böyle teknik bir görüntü içinde ya da bir ekran üzerinde yansıyıp kırılmayan hiçbir eylem ve olay; fotoğraflanmış, filme alınmış, kaydedilmiş olmayı arzular olmayan, bu bellekte toplanmayı ve burada sonsuza dek çoğaltılabilir olmayı istemeyen hiçbir eylem olmadığı anlamına gelir. Ölümden sonraki kalıcı sonsuzlukta değil; yapay belleklerde dal budak salmanın geçici sonsuzluğunda, sanal bir sonsuzlukta kendini aşmayı istemeyen bir hareket yoktur artık. Sanal atılım, tüm ekranlarda ve tüm programların göbeğinde kuvve olarak var olma atılımıdır ve bu, büyülü bir talebe dönüşmektedir. Kara kutu sarhoşluğu budur.
Tüm bunların içinde özgürlük nerede?
Özgürlük hiçbir yerdedir. Seçim yok, nihai karar yok. Bilgisayar ağları, ekran, enformasyon ve iletişim alanındaki her karar seri, kısmi, parçalı ve fraktaldır. Fotoğrafçının, Tele-kompüter İnsan’ın ya da en sıradan televizyon seyirciliğimizin tarzını meydana getiren şey, yalnızca kısmi kararların art arda gelişi, kısmi nesnelerin ve sekansların oluşturduğu mikroskobik seridir. Tüm bu davranışların yapısı nicelikseldir; tek tek kararlardan oluşan rastlantısal bir bütündür. Tüm bunların yarattığı hayranlık da o kara kutunun verdiği sarhoşluktan, özgürlüğümüze son veren o belirsizlikten gelir.
İnsan mıyım, makine mi?
Bu antropolojik sorunun yanıtı yok artık. Bu bir anlamda, en yeni teknolojilerin ve makinelerin gizlice ele geçirdiği antropolojinin sonudur. Makine ağlarının kusursuzluğundan doğmuş olan belirsizlik; tıpkı cinsel belirsizliğin (Erkek miyim, kadın mı, cinsiyet ayrımı nerede?) bilinçdışı ve beden tekniklerinin çok karmaşıklaşmasından doğmuş olması gibi; tıpkı nesnenin durumu konusundaki bilimsel belirsizliğin, mikrobilimlerdeki analizin çok karmaşıklaşmasından doğmuş olması gibi.
İnsan mıyım, makine mi?
Geleneksel makinelerle ilişkide anlaşılmaz bir şey yoktur. İşçi bir biçimde makineye hep yabancıdır, yani makine tarafından yabancılaştırılmıştır. Yabancılaşmış insan olmanın getirdiği önemli niteliğini korur. Oysa ki yeni teknolojiler, yeni makineler, yeni görüntüler, interaktif ekranlar beni hiç yabancılaştırmıyor. Bunlar benimle birlikte entegre bir devre oluşturuyor. Video, televizyon, kompüter, Minitel; bunlar kontakt lensler gibi, bedene, âdeta genetik parçası olacak kadar entegre olmuş şeffaf protezlerdir; P. K. Dick’in, bedene doğuştan yerleştirilen ve biyolojik alarm sinyali olarak işgören küçük bir reklam aleti olan ünlü “papula”sı ya da kalp pilleri gibidir bunlar. Bilgisayar ağı ve ekranlarla, gönüllü olsun olmasın, tüm ilişkilerimiz aynı niteliktedir: Köleleştirilmiş (yabancılaştırılmış değil) bir yapmın, entegre bir devrenin ilişkisidir. Burada insan ya da makine olma niteliğine ilişkin karar verilemez.
Yapay aklın olağanüstü başarısı bizi gerçek akıldan kurtarıyor olmasından, düşüncenin işlemsel sürecini aşırı büyüterek bizi düşüncenin belirsizliğinden ve dünyayla arasındaki çözümsüz bilmeceden kurtarıyor olmasından gelmiyor mu?
Tüm bu teknolojilerin başarısı, kurtarıcı işlevlerinden ve ezeli özgürlük sorununun artık ortaya bile atılamaz olmasından kaynaklanmıyor mu? Ne rahatlık! Sanal makineler geldi, sorun bitti! Artık siz ne öznesiniz ne nesne, ne özgürsünüz ne yabancılaşmış, ne o ne bu: Birbirinizin yerine geçmenin verdiği hayranlık içinde aynısınız. Ötekiliğin cehenneminden aynılığın esrikliğine, ötekiliğin arafından özdeşliğin yapay cennetine geçildi. Kimileri bunun daha beter bir kölelik olduğunu söyleyecek, ama Tele-kompüter İnsan kendi iradesi olmadığından köle olmayı bilmeyecek. İnsanın insanı yabancılaştırması yok artık, insanın makine tarafından homeostazı * var bundan böyle.  Sh: 57-65
* Homeostaz: Biyolojik sistemlerin, yaşam için en uygun koşullara uyum sağlarken dengelerini korumalarını sağlayan kendi kendini düzenleme süreci,
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul



Trans-politik biçim olarak terörizmin, patolojik biçim olarak AIDS ve kanserin, genel anlamda cinsellik ve estetik biçimi olarak Trans-seksüelliğin ve travestiliğin aynı zamanda ortaya çıktığını görüyoruz. Günümüzde sadece bu biçimler büyüleyicidir. Cinsel özgürleşme, politik tartışma, organik hastalıklar ve hatta konvansiyonel savaş artık kimsenin ilgisini çekmiyor (savaş konusunda sevindirici bu: Kimseyi ilgilendirmeyeceği için birçok savaş da gerçekleşmiş olmayacak). Hakiki fanteziler başka yerde. Bunlar, temeldeki bir işleyiş bozukluğundan ve bu bozukluğun sonucundan kaynaklanan üç biçimin içindeler: Terörizm, kanser, travestilik. Bunların her biri politik, cinsel ya da genetik oyundaki bir şiddetlenmeye, aynı zamanda da sırasıyla politika, cinsellik ve gen kodlarındaki bir yetersizlik ve çöküntüye denk düşmektedir.
Bunların hepsi viral, büyüleyici, farksız ve görüntülerin zehirleyici gücüyle çoğalmış biçimlerdir; çünkü günümüzde medyanın viral bir gücü vardır ve zehirleyicilikleri de bulaşıcıdır. Bedenlerin ve zihinlerin sinyal ve görüntülerle yayıldığı bir kültürün içindeyiz; ve bu kültürün en güzel sonuçları yaratmış olması gibi en öldürücü virüsleri de yaratmasına niçin şaşıralım? Bedenlerin nükleerleştirilmesi Hiroşima’da başladı, ama kitle iletişim araçlarının, görüntülerin, göstergelerin, programların ve iletişim ağlarının yayılmasıyla belli bir çevrede bedenler sürekli ve ardı arkası kesilmez biçimde nükleerleştirilmektedir.
Bu tür vakitsiz ve kıtalararası “aşırı-iletken” olaylar bombardımanının artık devletleri, bireyleri ve kurumlan değil; cinsellik, para, haberleşme ve iletişim gibi bütünlüklü çapraz (geçişli) yapıları ilgilendirmesi açısından şanslıyız aslında.
AIDS, iflas, elektronik virüsler ve terörizm birbirlerinin yerine geçebilir şeyler değildir; ama bir tür aile oluştururlar. AIDS, bir anlamda cinsel değerlerin iflasıdır, tıpkı Wall Street iflasında bilgisayarların “zehirleyici” bir rol oynaması gibi. Ama bilgisayarlara da virüs bulaştığından bilgi işlemsel değerlerin iflasının da eli kulağındadır. Salgın yalnızca her bir sistemin içinde etkin olmakla kalmayıp bir sistemden diğerine de etkili olur. Bütün bu eğilimler, bir felaket senaryosu etrafında dönmektedir. Bu düzensizleşmenin işaretleri uzun zamandır ortadaydı elbette: Salgın hale gelmeden önce var olan AIDS, bir öncül oluşturmuş 1929 örneğiyle ve hep mevcut tehlikesiyle iflas, şimdiden yirmi yıllık tarihe sahip elektronik korsanlıklar ve kazalar. Ama belli bir çevrede sürekli var olan tüm bu biçimlerin birbirine bağlanması ve çok hızla gelişen bir anomali haline neredeyse eşsüremli geçişleri, ilginç bir durum yaratıyor. Ama halkın bilinci üzerindeki etkilerinin kaçınılmaz biçimde aynı olduğu söylenemez: AIDS gerçek bir felaket olarak yaşanabiliyor, oysa iflas daha çok bir felaket oyunu gibi görünüyor; elektronik virüse gelince, bunun feci sonuçları olabilir; ama gülünüp geçilen ironik bir hali de yok değil ve bilgisayarların üstüne çullanan ani salgın, haklı bir neşeyle (profesyoneller hariç) karşılanabiliyor.
Diğer etkenler de aynı sonuca katkıda bulunuyor. Sanat, her yerde sahteye, kopyaya, simülasyona ve aynı anda da paranın radyasyonuna maruz kalan bir bedenin hakiki metastazı olan sanat pazarındaki çılgın açık artırmaya tutsak oluyor. Terörizmi ele alalım. İçinde bulunduğumuz, radyasyona maruz kalmış (Tam olarak neye? Mutluluğun, güvenliğin, enformasyon ve iletişimin aşırı ışımasına mı? Simgesel çekirdeklerin, temel kuralların, toplumsal sözleşmelerin parçalanmasına mı? Who knows? Metinde İngilizce: “kim bilir?”) toplumlarda terörizmin zincirleme tepkisine AIDS’in, mali yağmacıların, bilgisayar korsanlarının zincirleme tepkisinden daha fazla benzeyen hiçbir şey yoktur artık. Terörizmin bulaşıcılığı ve büyüleyiciliği de tüm bu olaylarınki kadar anlaşılmazdır. Bir bilgisayar program yapımcısı programa bir “soft bomba” yerleştirerek programı yok etmeyi baskı aracı olarak kullandığında, yaptığı şey, programı ve programın tüm işlemlerini rehin almaktan başka nedir? Yağmacılar, şirketlerin borsada batmaları ya da çıkmaları üzerine spekülasyon yaparlarken, şirketleri rehin almaktan başka ne yapmaktadırlar? Bütün bu uygulamalar terörizm modeline göre faaliyet göstermektedir (hisse senetleri ve tablolar gibi rehinlerin de rayici belirlenmiş bir değeri vardır); ancak terörizmi pekâlâ AIDS, elektronik virüs ya da borsadaki halka açık satın alma teklifleri modeline göre de yorumlayabilirdik: Birinin diğeri üzerinde bir ayrıcalığı yoktur, hepsi aynı türden olaylardır (Kısa süre önce yapılan bir açıklama: AIDS hakkında bilgiler içeren bir disket piyasaya sürülür ve disket de bilgisayarları tahrip eden bir virüs taşımaktadır).
Bu bir bilimkurgu mu?
Neredeyse öyle. Enformasyon ve iletişimde iletinin değeri, ileti görüntüden görüntüye ve ekrandan ekrana geçtiğinden, aynı zamanda katıksız dolaşımın değeridir de. Bu yeni merkezkaç değerden (borsa, sanat pazarı, yağmacılar) sanki bir gösteriymiş gibi hepimiz zevk alıyoruz. Sanki bu, sermayenin bir an için güzelleşmesiymiş, sermayenin estetik çılgınlığıymış gibi zevk alıyoruz hepimiz. Bu sistemin gizli patolojisinden, o güzelim makinelere girip bunları bozan virüslerden de zevk alıyoruz. Oysa gerçekte virüsler sistemlerimizdeki aşırı mantık tutarlılığının bir parçasıdır; bu mantığın tüm yollarından geçiyor ve hatta yeni yollar açıyorlar (elektronik virüsler, elektronik ağların bile öngörmediği köşe bucakları keşfediyorlar).
Elektronik virüsler dünya çapında enformasyonun ölümcül şeffaflığının ifadesidir.
AIDS bütün insan grupları ölçeğinde cinselliğin ölümcül şeffaflığının ifadesidir.
Borsa iflasları üretimin ve değişimin özgürleşmesinin de temeli olan değerlerin başdöndürücü dolaşımının ifadesidir.
Bir kez “özgürleşen” tüm süreçler, bu süreçlerin prototipi olan nükleer aşırı-kaynaşma benzeri bir aşırı-kaynaşmaya girerler. Olaylar zincirinin bu aşırı-kaynaşması, çağımızın tek çekici yanı değildir.
Bunların öngörülemeyen olaylar olması da bundan daha az çekici değildir. Her halükârda, herhangi bir öngörü insana yalanlama isteği verir. Olaylar, bazen bu yalanlama işini üstlenir. Örneğin, fazlasıyla öngörülmüş kimi olaylar vardır ki bunlar olmayabilir; bu olaylar habersiz ortaya çıkanların tersidir. Beklenmedik gelişmeler üzerine, konjonktürel sürprizler üzerine bahse girmek gerekir, olayların bu dil sürçmesi (witz) üzerine... Kaybetseniz bile en azından bu nesnel olasılıklar budalalığına meydan okumuş olma zevkini tatmış olursunuz. Ortak kalıtımsal mirasın parçası olan yaşamsal işlevdir bu. Hem zaten yegâne gerçek zihinsel işlevdir; çelişki, alay, tersini söyleme, eksikliğin keşfi ve tersine çevrilebilirlikle ilgili olan, yasaya ve gerçekliğe her zaman karşı çıkacak işlevdir bu. Bugün entelektüellerin söyleyecek hiçbir sözü olmaması da bu ironik işlevi ellerinden kaçırdıkları içindir; çünkü entelektüeller kendilerini ahlâki, politik ya da felsefi bilinç alanıyla sınırlı tutuyorlar, oysa ki oyunun kuralı değişti ve tüm ironi, tüm kökten eleştiri rastlantısalın, zehirliliğin, felaketin, kazara ya da sistemli ani dönüşün tarafına geçti; oyunun yeni kuralı, bugün her şeye egemen olan ve yoğun bir entelektüel zevkin (kuşkusuz manevi bir zevkin de) kaynağı olan kesinlikten yoksunluk ilkesidir. Örneğin bilgisayarlardaki virüs etkisi: Bu tür bir olay karşısında içimizin sevinçten titremesi felaketten alınan sapkın zevk ya da kötülüğe olan eğilimimiz yüzünden değildir; ortaya çıkışı insanda daima bir coşku uyandıran yazgısal olan burada yüzeye çıktığı için sevinç duyarız.
Mukadderat, bir şeyin ortaya çıkışının ve yok oluşunun gerisinde aynı belirtinin var olmasıdır, bir yıldızın (astre) felaketin (désastre) peşine takıldığı andır veya bilgisayar virüsleri örneğinde olduğu gibi bir sistemin genişleme mantığının o sistemin tahrip edilmesini buyurmasıdır. Mukadderat, kazanın tersidir. Kaza sistemin kenarındadır, mukadderat ise sistemin can damarındadır (ama mukadderat her zaman felaket değildir, öngörülemeyen şeyden coşku duyulabilir de). Demek, bu şeytanca ilkeyi istatistiki evrenimizi değiştiren küçük anormalliklerde ve hatta küçük düzensizliklerde, çok küçük dozlarda bile olsa buluyor olmamız gözardı edilmemelidir.
Olayların bu sürçmesini [dil sürçmesi gibi] her defasında tahmin edebilir miyiz? Tabii ki hayır. Ama, tam da zaten, apaçıklık asla kesin değildir. Karşı çıkılamaz olayım diye direttikçe hakikat bile inanılırlığını yitirir, bilim dayanaksız kalır. Yani istatistiksel hakikatin her zaman yalanlanabilir olduğunu ileri sürmek akademik bir varsayım değildir. Toplumun kurnaz dehasının en nadide kısmından kaynaklanan bir umuttur bu.
Eskiden kitlelerin sessizliğinden söz ediliyordu. Bu sessizlik, geçmiş kuşakların uğraştıkları olaydı. Günümüzde kitleleri harekete geçiren şey, kopma değil, bulaşmadır. Kitleler karmakarışık fantezileriyle kamuoyu yoklamalarına ve tahminlere mikrop bulaştırıyor. Belirleyici olan artık çekimserlikleri ya da sessizlikleri değil (bu henüz nihilist bir görüştü); şimdi önemli olan, belirsizlik çarklarını kullanmalarıdır. Geçmişte kitlelerin gönüllü köleliklerinden mükemmel biçimde yararlanılırken, bundan böyle gönülsüz belirsizliklerinden yararlanılıyor. Bu şu demektir; kitlelerle ilgilenen uzmanların ve onları etkilediklerini sanan hilebazların haberi olmadan, kitleler politikanın sanal olarak öldüğünü, ama oynasınlar diye kendilerine verilen yeni oyunun, borsa dalgalanmaları kadar heyecan verici olduğunu biliyorlar. Bu oyunda kitleler izleyicilerle, karizma ve saygınlık oranlarıyla, görüntülerin rayiciyle dama taşıyla oynar gibi katlanılmaz bir hafiflikle oynarlar. Kitleleri olasılıklar hesabına canlı canlı kurban etmek için kasıtlı olarak moralleri bozuldu, ideolojisizleştirildiler; ama günümüzde tüm görüntüleri istikrarsızlaştıranlar ve politikanın hakikatiyle alay edenler kitlelerdir. Kendilerine ne öğretildiyse ona oynuyorlar; istatistik ve görüntü borsasına spekülasyon yaparak tıpkı bir spekülasyoncu ahlâksızlığıyla oyun oynuyorlar. Aptalca kesinlik ve rakamların acımasız bayağılığı karşısında, kitleler, sosyoloji alanındaki belirsizlik ilkesini sınırlarda canlandırıyorlar. İktidar sistemi, istatistiki düzeni elinden geldiğince örgütlerken (ve günümüzde toplumsal düzen istatistiki bir düzendir), kitleler gizliden gizliye istatistik! düzensizliği gözetiyorlar.
Bu viral, şeytani, ironik ve tersine çevrilebilir düzenlemeden beklenmedik bir sonuç, dil sürçmesine benzer bir olay umulabilir.
Bu toplum bundan böyle yalnızca kesin olmayan, aydınlatılması mümkün olmayan olaylar yaratmaktadır. Eskiden bir olay gerçekleşmek için vardı, günümüzde ise gerçekleştirilmesi tasarlanan şeydir. Yani olay artık medyatik biçimlerin travestisi gibi sanal bir yapay ürün olarak ortaya çıkıyor.
Amerika’nın bütün bilimsel ve askeri bilgisiyar ağını beş saat boyu kırıp geçiren bilgisayar virüsü belki de yalnızca bir sınamaydı (Virilio), bizzat Amerikan gizli askeri servislerinin bir deneyiydi. Üretilmiş ve simüle edilmiş bir olay. Yani ya virüslerin yadsınamaz zehirliliğini kanıtlayan gerçek bir kazadır, ya da günümüzde en iyi stratejinin hesaplı istikrarsızlık ve aldatmaca olduğunu kanıtlayan tam bir simülasyon.
Meselenin özü ne?
Deneysel bir simülasyon varsayımı doğru olsa bile, bu durum, sürecin denetim altında olduğunu asla garanti etmez. Test-virüsü yıkıcı bir virüse dönüşebilir. Zincirleme tepkileri kimse denetleyemiyor. Bu durumda, simüle edilmiş bir kazayla değil de bir simülasyon kazasıyla karşı karşıyayız. Ayrıca herhangi bir kaza ya da doğal felaket terörist eylem olarak üstlenilebileceği gibi, böyle bir eylem de kaza ya da doğal felaket olarak kabul edilebilir. Varsayımların sonu yok.
Bu nedenle tüm sistem toptan teröristtir. Çünkü asıl terör, şiddet ya da kaza terörü değil, belirsizlik ve caydırma terörüdür. Vaktiyle bir soygun simülasyonu yapmış olan bir grup, gerçek silahlı soygun yapandan daha ağır bir cezaya çarptırılmıştı: Gerçeklik ilkesinin ihlali gerçek saldırıdan daha ciddi bir saldırıdır.
Buradan ortaya çıkan şey dev bir belirsizliktir; işlemsel canlılığın merkezindeki dev bir belirsizliktir. Bu tür bir panik durumunu önceden gören yine bilim oldu: Deneysel arayüzey içinde öznenin ve nesnenin karşılıklı konumlarını yitirmeleri, nesnenin ve bilginin nesnel gerçekliği karşısındaki bu kesin belirsizlik durumunu yaratır. Bilimin kendisi de garip çekim güçlerinin etkisi altına girmişe benziyor. Ama ekonominin durumu da böyledir; ekonominin canlanışı bu alanda hüküm süren mutlak öngörülemezliğe bağlıdır. Enformasyon tekniklerinin ani gelişmesi de böyledir; bu gelişme, burada dolaşan bilginin karar verilemezliğine bağlıdır.
Tüm bu tekniklerin gerçek dünyanın aktif bir parçası olup olmadığı son derece kuşkuludur. Tekniğin ve bilimin amacı, bizi her tür hakikat ve gerçeklik ilkesinin ötesindeki, mutlak olarak gerçekdışı bir dünyayla yüz yüze getirmektir daha çok. Çağdaş devrim, belirsizliğin devrimidir.
Bunu kabullenmeye yanaşmıyoruz. İşin paradoksal yanı, ilaha fazla enformasyon ve daha fazla iletişimle bu belirsizlikten kurtulacağımızı umuyoruz, oysa böyle yapmakla belirsizlik ilkesini daha vahim hale getiriyoruz. Heyecan vericidir ileri kaçış: Tekniklerin ve sapkın etkilerinin, insanın ve klonlarının Möbius şeridi üzerindeki koşusu daha yeni başlıyor.
Sh: 42-49
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul


Heidegger’e ilişkin boş tartışmanın kendine özgü bir felsefi anlamı yoktur. Bu tartışma, yalnızca, kendine yeni bir enerji bulamadığından saplantılı biçimde kökenlerine, göndermelerinin katıksızlığına geri dönen ve yüzyılın başındaki ilk sahnesini bu yüzyıl sonunda acıyla yeniden yaşayan bir düşünce zayıflığının günümüzdeki belirtisi niteliğindedir. Daha genel olarak Heidegger vakası yüzyıllık bilanço vakti geldiğinde bu toplumu saran kolektif canlanmanın belirtisidir: Faşizme, nazizme, soykırıma duyulan ilginin yeniden canlanışı; burada da ilk tarihsel sahneyi yeniden öğretme, kadavraları aklama ve hesapları temize çıkarma eğilimi, aynı zamanda da şiddetin kaynaklarına dönüşün sapkın büyüleyiciliği ve kötülüğün tarihsel gerçeğine ilişkin kolektif sanrı vardır. Geçmişten böylesine keramet umuyorsak, bugünkü hayal gücümüz hayli zayıf, kendi durum ve düşüncemiz karşısındaki umursamazlığımız hayli büyük olmalıdır.
Heidegger Nazi olmakla suçlanıyor; suçlanmasının ya da aklanmasının ne önemi var: Suçlayan da aklamaya çalışan da, herkes, sığ bir düşüncenin, göndermede bulundukları şeyin bile gönencini taşımayan, bunları aşma enerjisi de kalmamış, elinde avcunda kalanları da tarihsel tetkiklerde, davalarda, şikâyetlerde ve ispatlarda çarçur eden öfkeli bir düşüncenin tuzağına düşüyor. Üstatlarının ikircikliğine imrenen (hatta üstat düşünürler gibi onları ayaklar altında çiğneyen) felsefenin öz savunması, başka bir tarih üretememiş olduğundan, varoluşunu, hatta suçlarını kanıtlamak için geçmiş tarihi didiklemeye mahkûm tüm bir toplumun özsavunmasıdır.
Bu kanıt da nesi?
Politik ve tarihsel olarak bugün yok olduğumuzdan (bizim sorunumuz bu), 1940 ile 1945 arasında Auschwitz’te ya da Hiroşima’da öldüğümüzü kanıtlamak istiyoruz; bu, hiç olmazsa sağlam bir tarih. Tıpkı Ermenilerin 1917’de tehcir edildiklerini kanıtlamak için kendilerini tüketmeleri gibi. Ulaşılmaz, gereksiz; ama bir anlamda yaşamsal kanıt. Felsefe, günümüzde yok olduğu için (onun sorunu bu: Yok olma durumunda nasıl yaşanır?) Heidegger ile kesin olarak lekelendiğini ya da Auschwitz ile konuşma yeteneğini yitirdiğini kanıtlamak zorunda. Tüm bunlar ölümden sonra ortaya çıkan bir hakikate, ölümden sonra ortaya çıkan bir aklanmaya umutsuzca yapılan tarihsel bir başvurudur; ve bu tam da herhangi bir doğrulamaya varmak için yeterli hakikatin kalmadığı, tam da kuramla uygulama arasında herhangi bir ilişki kurmak için yeterli felsefenin kalmadığı, tam da olup biten konusunda herhangi bir tarihsel kanıt göstermek için yeterli tarihin kalmadığı bir anda yapılmaktadır.
Geçmişteki trajik olaylar dahil, tüm gerçekliğimizin medyanın dolayımından geçtiğini biraz fazlaca unutuyoruz. Bunun anlamı, bu olayları doğrulamak ya da tarihsel açıdan anlamak için çok geç olduğudur; çünkü çağımızı, bu yüzyıl sonunu özellikle niteleyen şey, bu anlaşılırlığın araçlarını yitirmiş olmamızdır. Tarih, tarih varken anlaşılmalıydı. Heidegger’i vakit varken ihbar etmeli ya da savunmalıydık. Bir dava ancak suçun hemen ardından gelen bir süreç olduğu zaman eğitici olabilir. Şimdi çok geç, başka bir yere aktarıldık; televizyondaki Holocauste dizisi ve hatta Shoah filmi ile iyice görüldü bu. Bu olayları elimizde olanaklar varken anlamadık. Bundan böyle de asla anlamayacağız. Artık anlaşılmayacaklar; çünkü sorumluluk, nesnel nedenler, tarihin anlamı (ya da anlamsızlığı) gibi temel kavramlar yok oldu ya da yok olmaktalar. Ahlâksal bilinç ve kolektif bilinç etkileri tamamen medyanın egemenliğindeki etkilerdir ve bu bilinci diriltmeye çalışan sağaltım hırsında bundan geriye ne kadar az bir güç kaldığını görebiliriz.
Nazizmin, toplama kamplarının ve Hiroşima’nın anlaşılır olup olmadığını asla bilmeyeceğiz; artık aynı zihinsel evrende değiliz. Kurbanın ya da celladın yer değiştirebilmesi, sorumluluğun kırılmaya uğraması ve erimesi; muhteşem ara yüzeyimizin erdemleri bunlardır. Unutma gücümüz yok artık, bellek yitimimiz görüntülere dair.
Herkes suçlu olduğuna göre kim genel af ilan edecek?
Otopsiye gelince, olayların anatomik doğruluğuna kimse inanmıyor artık: Modeller üzerinde çalışıyoruz. Olaylar burada, apaçık, gözümüzün önünde olsa bile ne bir şey kanıtlayabilir ne de bir şeye inandırabilirler. Böylelikle, nazizm, gaz odaları vs. çözümlemek için incelene incelene giderek daha anlaşılmaz hale geldi ve inanılmaz gelen şu soru sonunda mantıklı biçimde soruldu: “Peki aslında tüm bunlar gerçekten oldu mu?” Bu tahammül edemeyeceğimiz bir soru belki, ama ilginç olan, bu soruyu mantık olarak olanaklı kılan şeydir. Bu soruyu olanaklı kılan da olayların, düşüncelerin ve tarihin medya tarafından bir başka olay, düşünce ve tarihle ikame edilmesidir; bunları inceledikçe, nedenleri kavramak için ayrıntıları daha sıkı ele aldıkça, var olmaları, var olmuş olmaları o denli imkânsızlaşmaktadır. Olayları aydınlattıkça, belleğe kaydettikçe, bu olayların kimlikleri bile bulanıklaşır. Belleğin umursamazlığı, tarihi umursamazlık, tarihi nesnelleştirme çabalarına denktir. Bir gün, Heidegger diye biri var oldu mu, diye sorulacak. Faurissoncu paradoks iğrenç gelebilir (gaz odalarının var olmadığı yolundaki tarihsel iddiası iğrençtir de), ama başka bir açıdan bu paradoks, bütün bir kültürün devinimini tam olarak yansıtır; unutmak olanaksız olduğundan, tek çıkışı inkârda bulan ve kökenlerinden duyduğu korkuyla büyülenmiş sanrılı bir yüzyıl sonunun çıkmazı.
Her halükârda davayı aydınlatacak tarihsel söylem kalmadığına göre, kanıt gereksizse ceza da olanaksızdır. Auschwitz ve soykırım onarılmaz niteliktedir. Buna eşdeğer olacak hiçbir ceza olası değildir ve cezanın gerçekdışılığı beraberinde olayların gerçekdışılığını getirir. Bizim yaşamakta olduğumuz bambaşka bir şeydir. Bütün davalar, bütün polemikler aracılığıyla, kolektif olarak, belli belirsiz biçimde meydana gelen şey, tarihsel evreden söylencesel bir evreye geçiştir; tüm bu olayların söylencesel ve medyatik biçimde yeniden inşasıdır. Bu söylenceye dönüştürme, bir anlamda, bizi ahlâksal açıdan temize çıkarmasa da bu kökensel suçtan hayali olarak bağışlatabilecek yegâne işlemdir. Ama bunun için, bir cinayetin bile söylence haline gelmesi için, tarihsel gerçekliğe son verilmiş olması gerekir. Aksi halde faşizmi, kampları ve soykırımı tüm bunlar bizim için tarihsel olarak çözümlenemez olduğundan ve böyle olmayı da sürdürdüğünden “ilksel bir sahne” (Freud ) gibi sonsuza dek yinelemeye mahkûm oluruz. Tehlikeli olan, faşist özlemler değildir; tehlikeli ve gülünç olan, herkesin, gaz odalarının gerçekliğini yadsıyanlar gibi savunanların da, Heidegger’in aleyhinde olanlar gibi savunucularının da, eşsüremli ve neredeyse suç ortağı oyuncuları olduğu bir geçmişin hastalıklı biçimde yeniden gündeme gelişidir; çağımızda eksik olan bütün hayal 'gücünü, bugün aldatıcı olan her tür şiddet ve gerçekliği, bir tür, o dönemi yeniden yaşama ve orada bulunmamış olmaktan duyulan derin suçluluk çırpınışı içinde o çağa doğru götüren toplu sanrıdır. Tüm bunlar, bu olayların gerçeklik düzleminde bizden kaçması karşısında umutsuz bir ani tepkinin ifadesidir. Heidegger olayı, Klaus Barbie davası vs., bu gerçeklik yitimi oysa günümüzün gerçekliği budur karşısındaki gülünç çırpınmalardır. Faurisson’un önermeleri, bu gerçeklik yitimini utanmazca geçmişe taşımaktadır. “Bu var olmadı” demek, düpedüz, bir anıya sahip çıkacak kadar bile var olmadığımız ve yaşadığımızı hissetmek için de elimizde artık yalnızca sanrı olanaklarının olduğu anlamına gelir.
Haşiye
Tüm bunlar gözönüne alınarak bu yüzyıl sonundan tasarruf edilemez miydi? 90’lı yılların peşin olarak çıkarılmasını ve doğrudan doğruya 1989’dan 2000 yılına geçmeyi öneriyorum. Ölü kültürüne dayalı hastalıklığıyla, bitmek bilmeyen yanıp yakınmaları, anma törenleri ve müzelemeleriyle bu yüzyıl sonu şimdiden bu noktaya gelmişken, bu keşmekeş içinde on yıl daha canımızı sıkmamız mı gerekiyor?
Düzeltme: Yaşasın! Tarih dirildi!
Yüzyıl sonu olayı islim üstünde! Totaliter ideolojinin el koymasıyla bir an soluğu tıkanan tarihin; Doğu Avrupa ülkelerindeki ablukanın kalkışıyla seyrini eskisinden de iyi biçimde yeniden bulduğu düşüncesi herkese bir soluk aldırdı. Tarih alanı, halkların beklenmedik devinim ve özgürlüğe susamışlığına sonunda yeniden açıldı. Genelde yüzyıl sonlarına eşlik eden çöküntü söylencesinin tersine, bu olay, son süreçte görkemli bir kızışma, yeni bir umut ve tüm kozların yeniden ileri sürülmesini başlatmakla yükümlü gibi görünüyor.
Yakından görüldüğünde olay biraz daha gizemlidir ve kimliği belirlenemeyen bir “tarihsel” nesne olmaya çok daha yakındır. Doğu Avrupa ülkelerindeki buzların çözülmesinin olağanüstü bir değişiklik olduğuna kuşku yok; ama buzlar çözüldüğünde özgürlük ne hale gelir? (Yapılamayacak tek şey, buzları çözülmüş bir şeyin yeniden dondurulmasıdır.) Sonucu belirsiz nazik bir iş. SSCB ve Doğu Avrupa ülkeleri hem özgürlük için bir dondurucuydu, hem de bir test ve deneysel bir ortamdılar; çünkü özgürlük bu ülkelerde hapsedilmiş ve çok büyük baskılara uğramıştı. Batı, özgürlük ve insan haklarının koruyucusudur yalnızca, ya da daha doğrusu, hurdalığıdır. Doğu Avrupa evreninin ayırıcı ve olumsuz işareti aşırı-donduruculuğu ise, âdet ve görüşlerin özgürleşmesi ve özgürleştirilmesi nedeniyle özgürlük sorunu artık ortaya bile ahlamadığından, Batılı evrenimizin aşırı-akışkanlığı daha da sakıncalıdır. Özgürlük sorunu sanal olarak çözümlenmiştir. Batı’da özgürlük ve özgürlük düşüncesi ölümlerin en güzeliyle ölmüştür; yakın zamandaki tüm anma törenlerinde özgürlük düşüncesinin yok olduğu iyice görüldü. Doğu’da ise özgürlük düşüncesi öldürüldü; ama bir cinayet asla kusursuz değildir. Özgürlüğün tüm göstergelerinin silinmesinin ardından yeniden diriltildiğinde, yeniden açığa çıktığında, özgürlüğün ne durumda olduğunu görmek deneysel açıdan çok ilginç olacaktır. Ölüm sonrası bir canlandırma, rehabilite etme süreciyle özgürlüğün ne hale geldiği görülecektir. Buzları çözülmüş özgürlük göze pek hoş gelmeyebilir de. Ya bu özgürlüğün elektronik ev aletleri ve otomobil tutkusuna pazarlanmak, yani anında Batı parasına çevrilmek, yani dondurucu bir tarih sonundan aşırı-akışkan ve dolaşıma dayalı bir tarih sonuna geçmek gibi, üstelik açgözlü ve pornografik, tek bir acele etme nedeni olduğu fark edilirse?
Çünkü Doğu Avrupa’daki bu olayların heyecan verici yanı, taze bir enerji (ve yeni pazarlar) getirerek nekahet halindeki bir demokrasinin uslu uslu toparlandığını görmek değil; Tarih’in sonuna özgü iki kipliğin toplama kamplarında donarak sona eren Tarih ile tersine, iletişimin bütünsel ve merkezkaç yayılmasıyla sona eren Tarih’in iç içe geçtiğinin görülmesidir. Her iki durumda da nihai bir çözüm vardır; Doğu’daki insan haklarının buzlarının çözülmesi, “Batı’daki basınç dengesi yitimi”nin sosyalist eşiti olabilir: Yarım yüzyıl boyunca Doğu’da hapsedilmiş enerjilerin Batı boşluğunda basitçe yitirilmesidir bu.
Olayların coşkusu aldatıcı olabilir: Doğu Avrupa ülkelerindeki coşku yalnızca ideolojisizleşmenin coşkusu ise veya bütün özgürlüklerin teknik yaşam kolaylığına karşılık verilmiş olduğu liberal ülkeleri taklit etmenin bir coşkusuysa, o zaman özgürlüğün kesin olarak neye mal olduğu ve belki de asla bir ikinci kez bulunamayacağı ortaya çıkar. Tarih asla temcit pilavı değildir. Buna karşın, Doğu’daki bu buzların çözülmesi uzun vadede bir politik sera etkisi yaparak ve komünist buzulların eriyişiyle gezegen üzerindeki insan ilişkilerinde Batı kıyılarını su altında bırakacak bir ısınma yaratarak, yüksek atmosfer tabakalarındaki karbon gazı fazlası kadar zararlı olabilir. Ne garip ki buzların çözülmesini politik düzlemde tüm gücümüzle arzularken, buzların ve buzulların iklime bağlı bu eriyişinden kesinlikle bir felaketmiş gibi korkuyoruz.
Vaktiyle SSCB altın stokunu dünya pazarına sürmüş olsaydı, bu pazarı tamamen istikrarsızlaştırmış olurdu. Doğu Avrupa ülkeleri dondurarak korudukları dev özgürlük stokunu yeniden dolaşıma sokarlarsa, özgürlüğün artık eylem olarak değil de etkileşimin sanal ve uzlaşmalı biçimi olarak, dram olarak değil de liberalizmin evrensel psikodramı olarak görünmesini isteyen Batılı değerlerin aşırı kırılgan metabolizması istikrarsızlaşacaktır. Gerçek mübadele olarak, şiddetli ve etkin aş kınlık olarak, fikir olarak ani bir özgürlük şırıngası, değerleri ılımlı bir tarzda ayarlayarak dağıtma tarzımız açısından her noktada felaket olur. Oysa Doğu ülkelerinden istediğimiz bu:

Özgürlüğün maddi göstergeleri karşılığında takas edilen özgürlük, özgürlük görüntüsü. Birilerinin ruhlarını, diğerlerinin ise rahatlarını kaybetme tehlikesine maruz kaldıkları tamamen şeytani sözleşme. Ama belki iki taraf için de böylesi daha iyidir.

Maskeli toplumlar (komünist toplumlar) maskelerini çıkardı. Yüzleri neye benziyor? Biz maske çıkaralı çok zaman oldu, artık ne maskemiz var ne de yüzümüz. Belleğimiz de yok. Suyun içinde iz bırakmayan belleği arıyoruz; yani moleküllerin izleri kaybolmuşsa da hâlâ bir şey kaldığına inanıyoruz. Özgürlüğümüz de bu durumda: Herhangi bir göstergesini üretmekte hayli güçlük çekmekteyiz; yoğunluğu son derece azaltılmış (programlanabilir, işlemsel) bir ortamda, artık ancak suya ait olan bir belleğin içinde yalnızca hayaleti gezinen özgürlüğün son derece küçük, ele gelmeyen, bulunamayan varoluşunu talep etme durumundayız.
Batı’da özgürlüğün kaynağı öylesine kurumuş ki (Fransız Devrimi’ni anma töreni buna örnektir), her şeyi, sonunda açılan ve keşfedilen Doğu Avrupa’nın maden kaynaklarından ummamız gerekiyor. Ama bu özgürlük stoku bir kez serbest bırakıldığında (Özgürlük düşüncesi doğal bir kaynak kadar az bulunur hale gelmiş olduğundan), arkasından, bütün pazarlarda görülen dev bir yapay mübadele enerjisi ve ardından da diferansiyel enerji ve değerlerin hızla çöküşünden başka ne gelebilir?
Glastnost ne anlama geliyor?
Hızlandırılmış ve elden düşme tüm modernlik göstergelerinin (Özgün modernlik versiyonumuzun post-modern bir yeni yapımı bu neredeyse) olumlu olumsuz, iç içe geçmiş tüm göstergelerin; yani yalnızca insan haklarının değil, düzenin serbestleştirilmesinden bu yana SSCB’de coşkulu bir artma gösteren cinayetlerin, felaketlerin, kazaların da şeffaf biçimde geriye dönüşü. Hatta şimdiye dek sansüre uğramış olup, diğer her şey gibi yeniden ortaya çıkışını kutlayan pornografi ve dünya-dışı yaratıkların yeniden keşfedilmesi de bunlara dahildir. Buzların topyekûn çözülmesinde deneysel olan budur: Cinayetlerin, nükleer ya da doğal felaketlerin, bastırılmış olan her şeyin (din ve moda da dahil elbette) insan haklarının bir parçası olduğunu görüyoruz; demokrasiye ilişkin iyi bir temel ders bu. Çünkü burada, bir tür ideal sanrı ve bastırılmış olanın dönüşü içinde, Batı “kültüründe en kötü, en sıradan ve en cılkı çıkmış ne varsa dahil olmak üzere, bizi biz yapan her şeyin, insanlığın sözde evrensel tüm amblemlerinin yeniden ortaya çıktığını ve bundan böyle ülkeler arası sınırların artık gereksiz kaldığını görüyoruz. Yani bu kültür için, bir hakikat zamanıdır bu; tıpkı bütün dünyadaki yaban kültürlerle bir yüzleşme zamanı olduğu gibi (bu işten Batı’nın başarıyla sıyrıldığı söylenemez). Olaylar öyle ironik ki Doğu Avrupa ülkelerinin tamamen unutulacağı bir gün, Stalinizmin tarihsel anısını biz kurtarmak zorunda kalacağız belki de. Tarihin devinimini dondurmuş bu despotun anısını bizim dondurarak korumamız gerekecektir; çünkü bu buzçağı da evrensel mirasın bir parçasıdır.
Bu olaylar bir başka açıdan da dikkat çekicidir. Tarihin sonuna erdemli bir şekilde düşman olanların, bu güncel gelişmeler içinde, tarihin yalnızca (yine doğrusal bir tarih fantezisinin bir parçası olan) sonuna doğru değil, geri dönüş ve sistemli silinişe doğru girdiği dönemeci görmeleri gerekir. Bütün XX. yüzyılı silmekteyiz. Soğuk savaşın tüm göstergelerini, hatta belki İkinci Dünya Savaşı’nın tüm göstergelerini ve XX. yüzyılın politik ya da ideolojik tüm devrimlerinin göstergelerini de tek tek silmekteyiz. Almanya’nın yeniden birleşmesi ve daha birçok şeyin kaçınılmazlığı tarihin öne doğru bir atılımı anlamına gelmez; tüm XX. yüzyıl, yüzyıl sonunun rahat rahat on yılını alacak şekilde geriye doğru yeniden yazılmaktadır. Bu gidişle yakında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’na geri gelmiş olacağız. Bu yüzyıl sonundan bekleyeceğimiz aydınlanma ve tarihin sonuna ilişkin tartışmalı formülün asıl anlamı da budur belki. Bir çeşit heyecanlı yas faaliyeti içinde bu yüzyıla damgasını vuran tüm olayları örtmekle, yüzyılı aklamakla meşgulüz; sanki bu süre içinde olup biten her şey devrimler, dünyanın paylaşılması, soykırım, devletin şiddetle uluslar ötesine geçişi, nükleer gerilim, kısacası tarihin modern evresi, çıkışsız bir açmazdan başka bir şey değilmiş ve sanki herkes tarihi yaparken duyduğu heyecanla bu tarihi bozmaya koyulmuş gibidir. Eski sınırların, eski farkların, özelliklerin, dinlerin onarımı, gerilemesi, rehabilitasyonu ve canlanması; gelenekler düzeyinde bile pişmanlık. Bir yüzyıldan bu yana elde edilmiş özgürleşme göstergelerinin tümü güç kaybediyor sanki ve sonunda birer birer yitip gidecekler belki de: Dev boyutlu bir revizyonizm süreci içindeyiz; ideolojik bir revizyon değil, tarihin revizyonu bu ve belki yeni bin yıl ile birlikte her şeye yeniden sıfırdan başlamanın gizli umudu içinde bu revizyonu yüzyılın sonundan önce yapabilmek için acelemiz var gibi.
Her şeyi ilk haline getirebilir miyiz? Ama hangi zamandan önceki haline getireceğiz; XX. yüzyıldan önceki haline mi, Fransız Devrimi’nden önceki haline mi? Bu dağılıp yok olma ve temizleme bizi nereye kadar götürebilir? Tarih yapımı değil de, neredeyse viral ve salgınlı bir biçim alan toptan bir tarih yıkımı söz konusu olduğundan, her şey (Doğu’daki olayların gösterdiği gibi) çok çok hızlı gelişebilir. Eskiden ileri sürmüş olduğumuz gibi sonuçta 2000 yılı gerçekleşmeyecek bile belki; çünkü tarihin eğrisi bu zaman ufkunu bundan böyle hiç aşamayacak kadar ters yöne katlanmış olacak; hepsi bu. Tarih, belirsizce sonuna yaklaşan, ama bu sonla asla buluşamayan ve sonuç olarak bu sondan ters yönde uzaklaşan asimptotik [kavuşmaz ]  bir yörünge haline geliyor. Sh: 96-105
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul


Peki öyleyse ötekilik nereye gitti?
Öteki’ni keşfetme, araştırma ve “icat” orjisi yaşıyoruz. Farklılık orjisi. İki yanlı, arayüzeyli, interaktif pezevenklik. Yabancılaşma aynasının (çocukluğumuzun büyük zevklerini oluşturan ayna evresinin) ötesine bir kez geçildiğinde, yapısal farklılık modada, geleneklerde ve kültürde sonsuza dek hızla çoğalır. Irkın, deliliğin, sefaletin ve ölümün kaba ve katı ötekiliği bitti. Tüm geri kalanlar gibi ötekilik de pazarın, arz ve talep yasasının boyunduruğuna girdi. Bulunmaz hint kumaşı oldu. Ruhsal değerler ve yapısal değerler borsasındaki olağanüstü kotası buradan kaynaklanıyor. “Öteki kim? Öteki nerede?” gibi anahtar soruları sürekli soran bilimkurgu içindeki kusursuz, yoğunlaştırılmış Öteki simülasyonu buradan kaynaklanır; ama bilimkurgu ötekiliğe ve farklılığa ilişkin dizginsiz bir spekülasyonun ve neredeyse bir karaborsasının hüküm sürdüğü gündelik evrenimize benzer. Öteki sahnedeki ötekini veya bilinçdışındaki ötekini (son simgesel sermayemiz! Ona özen gösterin, fazla zamanımız kalmadı; maden yatağı sonsuz değil) saymazsak, koruma altındaki yerlilerden evcil hayvanlara uzanan gerçek bir ekoloji takıntısı (otelciliğin sıfır noktası!). Ötekiliğin maden yatakları tükeniyor; hammadde olarak Öteki’ni tükettik (Claude Gilbert’e göre, deprem ve felaket yıkıntıları altında izini aramaya kadar vardırdık işi).
Birdenbire, öteki, canı çıkarılmak, nefret edilmek, dışlanmak, baştan çıkarılmak için değil; anlamak, kurtarmak, özen göstermek ve saygı görmek için artık. İnsan Hakları’ndan sonra Öteki Hakları’nın ilan edilmesi gerekirdi. Zaten bu yapıldı da: Evrensel Farklılık Hakkı. Ötekini politik ve psikolojik olarak anlama orjisi; hatta ötekinin artık olmadığı yerde onu diriltmek. Eskiden Öteki’nin olduğu yerde, Aynı ortaya çıktı.
Artık hiçbir şeyin olmadığı yerde, Öteki ortaya çıkmalıdır. Dramı değil, ötekiliğin psikodramını yaşıyoruz; tıpkı toplumsallığın ve cinselliğin psikodramı içinde olmamız gibi; tıpkı bedenin psikodramı içinde ve metasöylemler arasında, tüm bu melodramı yaşıyor olmamız gibi. Ötekilik psikodramatik, sosyodramatik, semiyodramatik ve melodramatik bir hal aldı.
Temasın, psikolojik testlerin ve arayüzeyin psikodramında tek yaptığımız şey, ustaca simulasyon yapmak ve ötekinin yokluğunu dramatize etmektir. Bu yapay dramaturgi içinde ötekilik her yerde yok oldu; ama tıpkı modem politik hayvanın kendi politik görüşünü umursamaz hale gelmesi gibi kişi de kendi öznelliğini, yabancılaşmasını umursamaz oldu. Özne (Marc Guillaume’un deyişiyle) şeffaf, hayaletsi ve böylelikle de interaktif oluyor. Çünkü interaktif ilişkide kişi kimsenin ötekisi değildir. Kendisi karşısında umursamaz olduğu ölçüde, sanki, canlı olduğu halde, çifti, gölgesi, ötekisi olmayan bir töz haline getirilmiş (hypostasier) gibidir. Bu bedel karşılığında, olası tüm bileşimler, tüm bağlantılar için kullanılabilir hale gelir.
İnteraktif varlık yeni bir mübadele biçiminden değil de toplumsalın ve ötekiliğin kayboluşundan doğmuştur. O, Öteki’nin ölümünden sonraki ve artık kesinlikle aynı şey olmayan ötekidir. Öteki’nin yadsınmasından (dénégation) doğan Öteki’dir.
Gerçekte, tek interaktivite, aracının ya da görülmez hale gelmiş makinenin interaktivitesinden başka bir şey asla değildir. Mekanik otomatlar hâlâ insan ile makine arasındaki farklılıkla ve bu farklılığın büyüsüyle ilgileniyorlar. İnteraktif otomatlarımız, simülasyon otomatlarımız ise bu farklılığı sorgulamıyorlar artık. İnsan ve makine eşbiçimli ve farksız bir hal aldı; artık hiçbiri diğerinin ötekisi değil.
Bilgisayar için öteki yoktur. Bu nedenle akıllı değildir. Çünkü akıl bize her zaman ötekinden gelir. Bu nedenle bilgisayar böylesine başarılıdır. Akıldan hesap şampiyonları, aptal hesap makineleri olanlar yalnızca otistlerdir. Ötekinin var olmadığı ve bunun için de acâyip güçlerle donatılmış zihinlerdir. Entegre devrelerin gücü de buradan kaynaklanır (hatta düşünce iletimi de böyle kabul edilmelidir). Soyutlamanın gücüdür bu. Makineler daha hızlıdır, çünkü her tür ötekilikle bağlantıları kesilmiştir. Bilgisayar ağları da akıl ve ikiz akıl arasındaki dev bir göbek bağı gibi onları birbirine bağlar. Ancak, aynı olandan aynıya giden bu homeostazın* içinde ötekiliğe makine tarafından el konulmuştur.
·        Homeostaz: Canlı organizmalarda, çeşitli fizyolojik sabitlerin dengelenmesi. (ç.n.)
Tüm bu psikodramatik üstyapıdan arıtıldığmda geriye hâlâ bir ötekilik kalır mı?
Öteki’nin yalnızca bir metafiziği değil, bir de fiziği var mıdır? Ötekiliğin yalnızca diyalektik değil, ikili bir biçimi de var mıdır? Öteki’nin yalnızca ruhsal ve toplumsal dostluk partneri olarak değil, yazgı olarak da bir biçimi var mıdır?
Bugün her şey farklılık terimleriyle ifade ediliyor. Ama ötekilik farklılık değildir. Ötekiliği öldürenin farklılık olduğu bile düşünülebilir. Dil bir farklılıklar sistemi içinde dağıldığında, anlam yalnızca diferansiyel bir etki olmaya indirgendiğinde, dilin kökten ötekiliği öldürülür; dilin can damarı olan, kendisi ile anlam arasındaki, dille bu dili konuşan arasındaki düelloya son verilir; dilde aracılığa, eklemlenmeye, anlama indirgenemez olan ve köktenliğinde tam olarak dilin özneden başka (Öznenin Ötekisi mi?) olmasını sağlayan şey yok edilir. Dilde yalnız yapısal çözümlemenin nesnesini oluşturan küçük bir farklılık oyunu değil; bir dil oyunu, maddeselliğinin, ilineklerinin baştan çıkarıcılığı, simgesel bir yaşam ya da ölüm meselesi olabilmesinin nedeni budur.
Peki o halde; kadın erkeğin ötekisidir, deli normalin ötekisidir, vahşi uygarın ötekisidir demenin ne anlamı var? Kim kimin ötekisidir, diye sormanın sonu gelmez. Efendi kölenin ötekisi midir? Sınıf ve güç ilişkileri terimleriyle, evet. Ama bu karşıtlık indirgeyicidir. Gerçekte bu hiç de böyle olmaz. Varlıkların ve nesnelerin birbirine geçişi yapısal farklılığın geçişi değildir. Simgesel düzen, benle öteki’nin ayrımına bağlı olmayan ikili ve karmaşık biçimler içerir. Parya, Brahman’ın ötekisi değildir; yazgıları başkadır. Aynı değer skalası içinde farklılaşmamışlardır; değişmez bir düzen içinde, günle gece gibi dönüp duran bir çevrim içinde birbirlerine bağlıdırlar. Gece gündüzün ötekisi midir?
Peki, erilin dişinin ötekisi olduğunu bize söyleten nedir?
Bu ikisi, kuşkusuz, kesintisiz bir baştan çıkarma içinde, günle gece gibi birbirini izleyen ve değiş tokuş olan tersine çevrilebilir anlardan başka bir şey değildir. Filan cinsiyet asla falan cinsiyetin ötekisi değildir; tek istisnası, aslında yalnızca bir ütopya olan farklılaştırıcı cinsellik kuramıdır. Çünkü farklılık bir ütopyadır: Öğeleri ayırt etme hayali ve onları yemden bir araya getirme bir düştür (İyilik ve kötülük ayrımı için de aynı şey geçerlidir: Bunların birbirinden ayırt edilebilmesi bir düştür, uzlaştırılmak istenmesi daha da gerçekdışı bir ütopyadır). Kültürümüze ait olan bu tek ayrım perspektifinde cinsellik konusunda Öteki’nden söz edilebilir. Gerçek cinsellik “egzotik”tir (Segalen’in kullandığı anlamda): İki cinsiyetin kökten kıyaslanmazlığındadır; yoksa asla baştan çıkarma olmazdı, yalnızca birinin diğerini yabancılaştırması olurdu.
Farklılıklar, düzenli değiş tokuştur. Peki değiş tokuşun düzenini bozan nedir?
Pazarlık konusu yapılamayacak şey nedir?
Sözleşmeye, yapısal farklılıklar oyununa girmeyen nedir?
Değiş tokuşun olanaksızlığına bağlı olan nedir?
Değiş tokuşun olanaksız olduğu her yerde terör söz konusudur. Yani hangisi olursa olsun kökten ötekilik bir terör kaynağıdır. Ötekiliğin normal dünya üzerinde varoluşuyla uyguladığı bir terördür bu. Bu dünya da onu yok ederken uygular bu terörü.
Geçen yüzyıllar boyunca, tüm şiddete dayalı ötekilik biçimleri ister istemez kapsamayı ve dışlamayı, kabullenmeyi ve ayrımcılığı eşsüremli olarak içeren farklılık söylemine dahil edildiler. Çocukluk, delilik, ölüm, yaban toplumlar; tüm bunlar evrensel birliğin içinde yapıya dahil edilmiş, üstlenilmiş ve özümlenmişti. Delilik, dışlanma statüsünü kırınca, bu kez, çok daha incelikli psikolojik tuzaklara düştü. Ölüler, ölü kimlikleriyle bir kez tanındıklarında, ölünün yüzü tümden unutuluncaya kadar, mezarlıklara kapatılıp uzakta tutuldular. Yerlilere yaşama hakkı yalnızca belli bölgelerde kalmaları şartıyla tanındı. Bir farklılık mantığının beklenmedik gelişmeleri böyledir.
Öteki öteki olduğu, yabancı yabancı kaldığı sürece ırkçılık yoktur. Öteki farklı hale geldiğinde, yani tehlikeli biçimde yakınlaştığında ırkçılık ortaya çıkmaya başlar. Ötekini uzakta tutma merakı da bu noktada uyanır.
Segalen, “temel farklılıkların dikişsiz ve yamasız gerçek bir dokuya asla varamayacaklarına ve büyüyen kaynaşmanın, engellerin yıkılışının ve mekânların birbirine büyük ölçüde yakınlaşmasının, bir yerlerde yeni bölmeler ve öngörülmemiş boşluklarla kendiliklerinden telafi edileceğine inanabiliriz,” demektedir.
Irkçılık, bu “yeni bölmeler”den biridir. Farklılık psikodramı karşısındaki ani tepkidir; öteki olma fantezisi ve takıntısıdır. Ötekini sürekli olarak içeri alma ve dışarı atmanın psikodramıdır. Bu farklılıkları içermenin dayanılmaz olduğu öyle doğru ki öteki ne pahasına olursa olsun farklılıkları somutlaştırarak kendini cinlerden kurtarmak zorundadır. Irkçılığın biyolojik iddiası temelsizdir, ama ırksal göndermeyi nesnelleştirerek her yapısal sistemin can damarında yer alan mantıklı dürtüyü açığa vurur: Farklılığın fetiş haline getirilmesi. Oysa diferansiyel sistemlerde denge yoktur; farklılık, sonsuz büyükle sonsuz küçük arasında gidip gelir. Ötekiliği ve farklılıkları ılımlı biçimde yönetebilmek, bir ütopyadır.
Farklılık mantığı bir anlamda (“farklılık hakkı” saçmalığında doruk noktasına varan) evrensel bir simülasyon olduğundan, bu simülasyonun sonu, yavaş yavaş ırkçılığa, farklılığın bu diğer umutsuz sanrısına varır. Farklılıklar ve farklılık kültü hızla çoğalırken, eleştirel akim ulaşamadığı başka bir alışılmamış ve anormal şiddet daha da hızla büyür. Segalen’in sözünü ettiği “öngörülmemiş boşluklar”dır bu. Burada artık yeni farklılıklar söz konusu değildir; dünyanın toptan homojenleştirilmesini önlemek için açığa çıkan kadavramsı ve viral Öteki’nin canavarsı metaforu olan, sistemimiz tarafından ölmeye bırakılmış tüm ötekilikleri bir araya getiren Alien’dir bu.
Biyolojik gönderme bulunmadığında, imler düzeyindeki en küçük farklardan beslenen, eylemi viral ve otomatik hale gelen ve genelleşmiş bir göstergebilimin harikaları içinde sürüp giden bu ırkçılıkla hiçbir farklılık hümanizması savaşamaz; çünkü ırkçılık bizzat farklılık virüsünün kendisidir.
Ötekiliğin korkunç biçimlerine ilişkin sorun, ötekini içeri alma ve farklılıkları içselleştirme üzerine verilen vaazlarla çözümlenmiş olmayacaktır; çünkü bu biçimler tam olarak o saplantılı ben ve öteki diyalektiğinden, o saplantılı farklılaşmadan doğmuştur. Farklılığın doğru kullanımına güvenmek isteyen “diyalektik” ötekilik düşüncelerinin tüm zayıflığı budur. Viral, içkin, güncel ve kesin biçimiyle ırkçılık, farklılığın doğru kullanımının olmadığını ispatlar.
Tıpkı Marx’ın, “Öz olarak din eleştirisi sona ermiştir,” demesi gibi, öz olarak ırkçılık eleştirisi sona erdi, denilebilmesinin nedeni de budur. Metafizik din varsayımının boşluğu ispatlandığı andan itibaren bu eleştiri daha ileri bir, üretim tarzının koşulları içinde yok olmaya mahkûmdur. Biyolojik ırklar varsayımının boşluğu ispatlandığı andan itibaren ırkçılık, daha ileri evrensel farklılıklar karması koşulları içinde yok olmaya mahkûmdur. Yeter ki, örneğin din, Marx’ın öngörmediği şekilde metafizik ve aşkın bir biçim olmaya son vererek içkinleşip ve dini hafızalardan dahi silmeye dek varan bir düzenin ilerlemesinden beslenen dinsel canlanma uyarınca ideolojik ve pratik sayısız değişkelere bölünmüş olmasın. Bugün her yerde gözlemlediğimiz budur. Irkçılık için de bu böyle; o da içkin, viral ve gündelik hale geliyor. Irkçılık hakkında yapılan “bilimsel” ve akılcı eleştiri, yanılsama olarak biyolojiye değil de yalnızca biyolojik yanılsamaya bağlandığından, tuzaktan kurtulamadan biyolojik uslamlamayı tersyüz eden biçimsel bir eleştiridir. Aynı şekilde, ırkçılığın politik ve ideolojik eleştirisi de yanılsama olarak farklılığa saldırmaksızın yalnızca ırkçı farklılık saplantısına saldırdığından biçimsel bir eleştiridir. Dolayısıyla o da hiçbir şeye dayanmayan eleştirel bir yanılsamaya dönüşüyor ve sonuçta din kendisine dönük materyalist eleştiriden nasıl neşeyle sağ salim çıkmışsa, ırkçılık da akılcı eleştiriden öyle sağ çıkmıştır. Tüm bu eleştirilerin öz olarak bitmesinin nedeni budur.
Farklılığın doğru kullanımı yoktur. Yalnızca ırkçılığın değil, farklılığı sürdürmeye ve korumaya yönelik tüm ırkçılık karşıtı ve insancıl çabalatın gösterdiği de budur. İnsanlığı birleştirme (œcuménisme) amacı, farklılığı birleştirme amacı, her yerde açmazdadır ve bu açmaz, evrensellik kavramının da açmazıdır. Fransa’da bunun en yeni örneği genç Magripliler’in başörtüsü olayıdır. Ahlâki ya da politik hiçbir farklılık kuramında çözüm olmadığı şeklindeki çok yalın olguyu kesin olarak gösteren bu olayda, tüm akılcı kanıtlamaların ikiyüzlülüğü açığa çıkmıştır. Çünkü tersine çevrilebilir bir yanılsama olan şey, farklılığın kendisidir. Dünyanın dört bir yanına götürdüğümüz bu yanılsama, İslamcı, köktendinci ve ırkçı biçimde, yani tanınmaz bir halde, bize geri geliyor; akıldışı ve indirgenemez ötekilik olarak bize geri geliyor; iyi de oldu.
Bu konudaki vicdan rahatsızlığımız da harika. Afganlılar’ın kendilerine dağıtılan ilaçları kullanmaktansa el altından yeniden satmayı yeğlediklerini fark eden Sınır Tanımaz Doktorlar örgütünün karşılaştığı olay buna örnektir. Sorumlular yürek paralayıcı bir vicdan muhasebesi içindeler. İlaçların dağıtılmasına son mu verilmeli, yoksa “kültürlerin farklılığı” adına bu ahlâkdışı ve tekil tepkiyi hoş görmek mi gerekiyor? Düşünüp taşındıktan soma farklılık sunağında Batılı değerlerin kurban edilmesi yeğlenir ve ilaç karaborsasını beslemeyi sürdürmeye karar verilir. Hümanizm gereği!

Hümanist kafa karışıklığına bir başka hoş örnek: “Sudanlı halkların iletişim gereksinimleri”ni incelemek için biri görevli olarak Sudan’a gönderilmiştir. Sudanlılar iletişim yapmayı bilmiyorlar mı? Ama asıl mesele, aç oldukları ve onlara hintdarısı yetiştirmeyi öğretmek gerektiğidir. Sudanlılar’a tarımbilim uzmanlarının gönderilmesi çok pahalıya mal olduğundan, tüm bunlar onlara video kasetleriyle öğretilecektir. Dolayısıyla iletişim çağına girmeleri gerekir: Hintdarısı, teypten ve videodan geçer. Fiş takılı değilse, ağza atılacak hiçbir şey yoktur. Böyle olunca da şehirlerle köylere teypler sokulur. Ne yazık ki yerel mafya, ağı ele geçirir ve eğitim kasetlerinin yerine kazançlı bir porno kaset pazarı yerleştirir. Bu da halkı hintdarısı ekiminden daha fazla memnun eder. Porno, hintdarısı, video; aynı kavga. İletişimin pembe ve siyah kitabına yazılacak bir masal daha!

İkiyüzlü hoşgörü “anlayışımızla” boy ölçüşebilecek tek şey, bu anlayışın altında yatan derin küçümsemedir: “Farklılığınıza saygı gösteriyoruz”; örtük biçimde: Siz, azgelişmişler, elinizde bundan başka bir şey kalmadı, sakın bunu da bırakmayın, demektir (Folklor ve sefalet göstergeleri farklılığın en iyi işaretleridir). Bundan daha küçümseyici, bundan daha küçümsenecek bir şey yoktur. Bu, en kökten anlayışsızlık biçimidir. Bu, Segalen’e göre yalnızca “ebedi ezeli anlayışsızlığa” bağlı değil, varlığında kibirlice ısrar eden ve ötekilerin farklılığından beslenen ebedi ezeli aptallığa da iyiden iyiye bağlıdır.
Diğer kültürler hiçbir zaman ne evrensellik ne de farklılık iddiasında bulundular (En azından bir tür kültürel afyon savaşı içinde bu onlara aşılanmadan önce böyleydi). Onlar özgünlükleriyle, ayrıksılıklarıyla, ayinlerinin, değerlerinin indirgenemezliğiyle yaşarlar. Tüm bunları uzlaştırmak isteyen öldürücü yanılsamayla, kendilerini yok eden bu yanılsamayla oyalamıyorlar kendilerini.
Evrensel ötekilik ve farklılık simgelerinin efendisi olan kişi, dünyanın efendisidir. Farklılığı düşünen kişi antropolojik açıdan üstündür (Elbette; antropolojiyi icat eden odur çünkü). İcat eden o olduğuna göre o her hakka sahiptir. Farklılığı düşünmeyen kişi, farklılık oyununu oynamayan kişi yok edilmelidir. İspanyollar karaya ayak bastığında Amerika kıtasındaki yerliler böyledir. Farktan hiçbir şey anlamazlar, kökten ötekilik içindedirler (İspanyollar farklı değildir, onlar tanrıdır, nokta, hepsi bu). Bu durum, İspanyollar’ın ne dinsel ne ekonomik ne de herhangi bir açıdan haklı çıkan, yerlileri yok etme hırsının nedenidir; bu hırsın tek haklı nedeni şu mutlak cinayettir: Farkın anlaşılmaması. Artık kökten değil, evrensellik kavramının gölgesinde, pazarlık edilebilir bir ötekiliğe dahil olmaya zorlanan yerliler toplu olarak kendilerini kurban etmeyi yeğlerler. İspanyolların yok etme deliliğinin tamamlayıcısı olan kendini ölmeye bırakma hırsı buradan gelir. Yerlilerin kendilerinin yok edilişine bu tuhaf suç ortaklıkları, ötekiliğin sırrını korumanın tek yoludur.
Cortez, Cizvitler, misyonerler, daha sonra da antropologlar (Amerika’nın Fethi'nde -La Conquete de L’Amerique- bizzat Todorov da) pazarlık edilebilir ötekilikten yanadırlar (Yaşamının sonuna doğru, işi yokuşa sürmeden fethe son vermeyi ve yerlileri yazgılarına bırakmayı öneren Las Casas hariç). Hepsi de aydınlanmış zihinler olarak farklılığın doğru kullanımına inanırlar. Kökten Öteki dayanılmazdır; yok edilemez, ama kabul de edilemez: O halde pazarlık edilebilen ötekinin, farklılıktaki ötekinin öne çıkarılması gerekir. Burada modernliğin tüm hümanist erdemlerinin işin içine girdiği daha incelikli bir yok etme biçimi başlar.
Yok etmenin başka bir çeşidi: Yerliler Hıristiyan olmadıkları için değil, Hıristiyanlardan daha Hıristiyan oldukları için yok edilmelidirler. Vahşetleri ve insan kurban etmeleri dayanılmazsa, bu, acıma ve ahlâk bakımından değil, bu vahşet onların tanrılarının otoritesine bağlılığına ve inançlarının gücüne tanıklık ettiği içindir. Bu güç, İspanyollar’ı dinlerine yeterince bağlı olmamaktan utandırır, ikiyüzlü imanın ardında yalnızca altın ve ticaret dinini tanıyan bu Batılı kültürü gülünç düşürür. Aşırı dindar yerliler karşısında Batılı akıl, kendi değerlerine saygısızlık ettiği için utanır. Bir kültürü kendi gözünde mahkûm ettiği ve gizemini kaldırdığı için yerlilerin fanatizmi dayanılmazdır (Aynı şey bugün İslam ile ortaya konuyor). Böylesi bir suçun kefareti ödenemez ve tek başına bu suç bile soykırımı haklı kılar.
Herkes için bir öteki olduğu kesin değildir. Yabanıl için, ilkel için bir öteki var mıdır? Kimi ilişkiler tamamen asimetriktir: Biri, ötekinin ötekisi olabilirken, öteki ötekinin ötekisi olmayabilir. Ben, onun ötekisi olabilirim, ama o benim için bir öteki olmayabilir.
Tierra del Fuego’da yaşayan Alakaluflar Beyazlar’ı anlamanın, onlarla konuşma ya da pazarlık etmenin yollarını hiç aramadan yok edildiler. Kendilerine “insan” diyorlardı ve ötekiler yoktu. Beyazlar farklı bile değillerdi: Anlaşılmazlardı. Şaşırtıcı teknikleri, zenginlikleri Alakaluflar’ı şaşırtmaz bile. Üç yüzyıllık temas süresince beyazların tekniklerinden hiçbir şey benimsemezler, daima sandallarda kürek çekerler. Beyazlar onları kırıp geçirir ve öldürürler, ama sanki Beyazlar hiç yokmuş gibi olur her şey. Ötekiliklerinden hiç ödün vermeden öleceklerdir. Asla özümlenmiş olmayacaklar, hatta farklılık evresine bile ulaşamayacaklardır. Beyazlar’a, onları farklı olarak tanıma şerefini bile vermeden ölmüş olacaklardır. İflah edilemezdirler. Buna karşın Beyazlar için onlar “ötekiler”dir; farklı, ama en azından Hıristiyanlaştırmak, sömürmek, sonra da ortadan kaldırmak için yeterince insan olan varlıklardır.
Alakaluflar egemenken kendilerine “insan” diyorlardı. Ardından Beyazlar Alakaluflar’ı, onların Beyazlar’ı belirtmek için kullandıkları adla adlandırdılar: Yabancılar. Muhtemelen Alakaluflar da kendi dillerinde kendilerine “yabancı” derler. Nihayet, son zamanlarda adları “Alakaluflar” olacaktır; bu, Beyazlar’ın önünde hâlâ ağızlarından çıkan tek sözdür ve “ver, ver” anlamına gelir; artık yalnızca dilenciliklerinin adıyla adlandırılıyorlar. Önce kendileri, ardından kendilerine yabancı, daha sonra kendilerinde namevcut: İsim üçlemesi yok edilmelerini yansıtıyor. Cinayet, evrensel bakış açısını ellerinde tutanların ve ötekiliği kendi yararlarına kullananların işidir tabii ki. Öteki’ni kavramaktan bile uzak, kendi tekillikleri içindeki Alakaluflar kaçınılmaz olarak yenilmişlerdir. Ama bu tekilliğin yok edilmesinin de uzun vadede Beyazlar için ölümcül olmayacağı söylenemez; sömürgeci hümanizmle defedilen, ama Beyazlar’ın kanlarında tekrar virüse dönüşen ve sonunda onları da aynı yok olma biçimine mahkûm eden kökten otelciliğin intikamı.
Her şey sisteme boyun eğer, aynı anda da her şey sistemden kaçar. Batılı yaşam tarzına özenen dünya halkları hiçbir zaman bu yaşama katılamadıkları gibi gizliden gizliye de küçümserler. Bu değerler sisteminin merkezinin dışında dururlar. Bu halkların birleşme ve genellikle bağnazca Batılılar’dan çok Batılı olma tarzları, Aydınlanma ve ilerleme kırıntılarıyla yaptıkları ufak tefek şeyler, maymunsu bir parodinin tüm özelliklerine sahiptir. Batı ile pazarlık yaptıkları, anlaştıkları sırada bile kendi kurallarının esas olduğuna inanmayı sürdürürler. Belki bir gün, Alakaluflar gibi Beyazlar’ı hiç ciddiye almamış olarak yok olacaklardır (Oysa ki özümlemek ya da yok etmek için de olsa, biz onları çok ciddiye alıyoruz; hatta tüm değer sistemimizin temel, olumsuz gönderme noktasına dönüştürüyoruz).
Belki bir gün beyazların kendileri de, beyazlıklarının, tıpkı beyaz ışığın tüm renklerin karışımı olması gibi tüm ırkların ve tüm kültürlerin bir aradalığı ve karışımı olduğunu anlayamadan yok olacaklardır. İmdi, renkler ancak evrensel bir frekans eşiğine getirildiklerinde kendi aralarında kıyaslanabilirler. Kültürler de ancak bir farklılık eşiğine getirildiklerinde kıyaslanabilir. Ama bu oyun bakışımsızdır. Çünkü yalnızca Batı kültürü için ötekiler farklıdır. Ötekiler için Beyazlar farklı bile değiller, yaşamıyorlar, başka bir dünyanın hayaleti onlar. Tıpkı Dogonlar’ın psikanalistlere, sevindirmek için uydurdukları düşler hediye etmeleri gibi dünya halkları da Batı egemenliğini kıs kıs gülerek benimsiyorlar. Biz onların kültürlerini küçümsüyorduk, bugün onlara saygı duyuyoruz. Onlar bizim kültürümüze saygı duymuyorlar, bu kültür için yalnızca sınırsız bir alçakgönüllülük taşıyorlar. Biz onları sömürme ve boyun eğdirme hakkını ele geçirdiysek, onlar da kendilerine bizi aldatma lüksünü sundular.
Bruce Chatwin’in yerliler üzerine olan Songlines’ını okuduktan sonra, şiirsel ve müziksel yol ve güzergâhların, şarkıların, “Dreamtime”ın  gerçekliği üzerine tuhaf bir kuşku duyar insan. Bunlar gerçek mi, değil mi? Bu anlatıların tümünde, gizemleştirici bir ışık gibi söylenceye ilişkin optik bir yanılsama var. Tüm metnin karar verilemezliği, kökene ilişkin eksiksiz kuşku: Her şey sanki yerliler bize hem en derin ve otantik (Güneyli biçimdeki en gizemli söylence) hem de en modern ve farazi ne varsa onu yutturuyorlarmış gibi gelişir. Bu masalsı şeylere inanabilmemiz için kendilerinin de bunlara inandıkları izlenimini vermeleri gerekirdi. Oysa onlar, bir tür muzip zevkle, giz ve başından atma oyunu oynuyorlar; birkaç ipucu veriyorlar, ama oyunun kurallarını asla vermiyorlar. Bizim fantezilerimize göre doğaçlama yaptıkları izlenimi ediniyoruz, söylediklerinin doğruluğu konusunda bizi rahatlatmak için ise hiçbir çaba harcamıyorlar. Bu, onların sırlarını saklama ve aslında bu sırra tek inananlar olan bizimle alay etme biçimleridir.
Sırları, söylemediklerinde değil; tamamen anlatının akışında, anlatının deşifre edilemez yüzeyindedir; görünüşler söylencesinin ironik bir biçimi bu. Ve bu entrika içinde onlar bizden hayli üstün, ilkel olan biziz. Beyazlar aldatılmaktan kurtulamadılar.
Beyaz değerlerin bu simülasyonu, kendi kültürümüzün sınırları aşılır aşılmaz evrenselleşir. Ama aslında biz bir Alakaluf, yerli, Dogon veya Arap olmadığımız halde, biz de kendi değerlerimize gülüp geçmiyor muyuz? Güç gösterimizden, teknolojik ve ideolojik resmi geçidimizden pek ikna olmayan bizler de bunları aynı yapmacıklıkla, aynı saklı ciddiyetsizlikle kullanmıyor muyuz? Ama, evrensel farklılıklar konusundaki görüşümüzün ütopik soyutluğunun bizim gözümüze de çarpması için uzun zaman gerekecek, oysa tüm diğer kültürler evrensel bir umursamazlıkla yanıt vermişlerdir bu soyutluğa.
Ne yerlilerin itibarının iade edilmesi ne de onlara İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yeni bir yer ayrılması söz konusu; çünkü onlar başka şekilde intikam alıyorlar: Batı İmparatorluğu’nun istikrarını bozarak. Kendi beynimizin kıvrımlarında, kendi füzemizin devrelerinde onların hayaletsi, viral, cinli varlıkları var: Alien. Beyazlar’ın köken, Hintlilik, Yerlilik, Patagonyalı’lık virüsünü kapma biçimleri bu. Tüm bunların günahı amansız bir aktarım yoluyla, sızma yoluyla damarlarımıza geçiyor. Sömürgecilikten alınan intikam, toprakların, ayrıcalıkların, özerkliklerin Hintliler ya da yerliler tarafından yeniden ele geçirilmesi değil kesinlikle; bu bizim zaferimiz. Onların zaferi Beyazlar’ın gizemli bir şekilde kendi kültürlerinden şaşkınlığa düşmeleri, atalardan gelen bir yavaşlığa ve “Dreamtime”ın etkisine farkında olmadan girmeleridir. Bu altüst olma, dünya çapında bir olaydır. Evrensel ilerlemeye doğru karşı konulamaz gidişte, zamanını doldurmuş sanılan şeylerden hiçbirinin ölmediği, her şeyin, (inanılmaz müzeleme çalışmalarımıza karşın) arkaik ya da nostaljik kalıntılar olarak değil de aşırı inceltilmiş ve aşırı yaralanabilir bir şekilde, sistemlerimizin can damarında, bu sistemleri kan dökmeden donanımsız bırakan tamamen modem bir ateşlilik ve zehirlilikle yeniden yüzeye çıktığını görüyoruz. Kökten ötekiliğin yazgısı budur; ve bu, ne bir uzlaşma vaadiyle ne de farklılığa övgüyle çözümlenecektir.
Sh: 129-142
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul


Tuhaf bir gurur bizi yalnızca ötekine sahip olmaya değil, onun sırrını zorla elde etmeye, onun için yalnızca sevgili değil kaçınılmaz biri de olmaya iter. Ötekinin yaşamım perde arkasından yöneten kişi rolü oynamak.
Önce, insanların yaşamının şansa kalmış, anlamı olmayan, hiçbir yere gitmeyen ve bu nedenle de büyüleyici olan rastlantısal bir güzergâh olduğu düşüncesiyle insanları rasgele sokakta, kısa, gelişigüzel aralarla izlemek. Ancak onlar farkında olmadan onları izlerken var olursunuz; gerçekte haberiniz olmadan kendi izinizi sürersiniz. Yani ne ötekinin yaşamını ne nereye gittiğini bulmak içindir bu; bilinmeyenin peşindeki bir sürüklenme de değildir. Farkında olmayan ötekinin aynasında kendi kendinizi baştan çıkarırsınız. Öteki için bir anlamı olan, ama yinelendiğinde bu anlamı yitiren güzergâhın ikizi ve ötekinin yazgısı olmakla kendinizi baştan çıkarırsınız. Sanki ötekinin ardında olan biri onun hiçbir yere gitmediğini biliyormuş gibidir. Bu bir anlamda onun amacım elinden almak gibidir: O ve kendinin arasına muzip bir deha kurnazca sızar. Bu öylesine güçlüdür ki insanlar genellikle takip edildiklerini, kendi alanlarının içine giren bir şeyin, bu alanın eğimini başkalaştırdığını bir tür sezgiyle hissederler.
Sophie Calle’nin Venedik Takibi adlı eserinde, bir gün S. bu deneyime başka bir boyut katmak ister. Venedik’teki yolculuğu boyunca çok az tanıdığı bir adamı izlemeye karar verir. Sonunda adamın gittiği oteli saptar. Gidiş gelişlerini izlemek için otele bakan penceresi olan bir daire kiralar. Her yerde adamın fotoğrafını çeker. Ondan hiçbir şey beklemiyor, onu tanımak istemiyordur. Adam kendisini tanıyabileceğinden kılık değiştirir, sarışın olur. Ne var ki karnaval eğlenceleri onu ilgilendirmemektedir, bu on beş günü bir sürü çaba pahasına sadece onun izini kaybetmemekle geçirir. Adamın girip çıktığı dükkânlarda insanları sorgular, gittiği eğlenceleri bilir. Paris’e dönüş saatini bile bilmektedir ve son bir pozunu çekmek için gelmesini beklemeye gider.
Adamın kendisini öldürmesini mi istiyordu, yoksa (özellikle de hiçbir şey, hele bir seks macerası asla beklemediğinden) bu takibi dayanılmaz bularak kendine bir kötülük yapmasını ya da Orpheus’un Eurydice’e yaptığı gibi geri dönerek kendisini yok etmesini mi istiyordu? Beklenmedik bir değişim sonucu adamın kendi yazgısı olmasını mı istiyordu? Her oyun gibi bunun da kendi kuralı vardı: Aralarında bir temas ya da ilişki yaratacak hiçbir şey olmamalıydı. Sır açığa çıkmamalıdır, yoksa sıradan bir öyküye dönüşürdü.
Takip edilen açısından, izleyen adım adım onun izlerini sildiğinden, öldürücü bir yan vardır. Nasıl gölgesiz yaşanamazsa, hiç kimse de izsiz yaşayamaz. Görünmez el adamın izlerini çalar ve o adam kendini çevreleyen büyüyü sezmemezlik edemez. Kadın adamın sürekli fotoğrafını çeker. Burada fotoğrafın işlevi he röntgencilik ne de arşivlemedir. Kadın sadece “şurada, şu saatte, şu zamanda biri vardı,” demek istemektedir. Aynı anda da, “şurada, şu yerde, şu anda olmanın hiçbir anlamı yoktu; aslında kimse yoktu, onu izleyen ben size kimsenin olmadığım temin edebilirim,” demek istemektedir.
Birinin çifte bir yaşamı olduğunu bilmek ilginç değildir. Çünkü ötekinin çifte yaşamı takibin kendisidir. Herhangi bir sıradan varoluş, bu takipte değişmiş, herhangi bir istisnai varoluş sıradanlaşmış olabilir. Ama gerçek olan şey, yaşamın tuhaf bir çekime teslim olduğudur.
“Öteki var, onunla karşılaştım,” dememeli. “Öteki var, onu izledim ” demeli. Karşılaşma, yüzleşme; her zaman aşırı gerçek, aşırı doğrudan, aşırı patavatsızlık. Sırrı yoktur. Karşılaşan insanların nasıl kendilerini tanıtmaktan, kimliklerini ortaya sermekten usanmadıklarına bakın (birbirlerini sevenlerin bunu birbirlerine sürekli söylemeleri gibi). Kendilerinden bu kadar eminler mi? Ötekinin varoluşunun bir kanıtı mıdır karşılaşma? Hiçbir şey bundan daha az kesin değildir. Buna karşın ötekini gizlice izliyorsam öteki var olduğundandır; özellikle öteki, kendisini tanımadığım için, ne onu tanımak ne de kendimi tanıtmak istediğim için vardır. Vardır; çünkü onu seçmediğim halde onun üzerinde kaçınılmaz bir takip hakkı uyguluyorum. Ona yaklaşmadığım halde, onu herhangi birinden daha iyi tanıyorum. Onu terk bile edebilirim; tıpkı S.’nin (Venedik Takibi' nde) yaptığı gibi, kaderin yardımıyla ertesi sabah kentin labirentinde onu tekrar bulacağımdan emin olarak (çünkü kent eğridir, çünkü zaman eğridir, çünkü oyunun kuralı partnerleri ister istemez aynı yörüngeye yerleştirir) terk bile edebilirim
Biriyle karşılaşmamanın tek yolu onu izlemektir (birini kaybetmemek için izlemenin gerektiği labirent ilkesinin tersidir bu, burada birini, karşılaşmamak için izlemek gerekir). Bu, izlenenin ani bir esinlenmeyle, aniden izlendiğinin bilincine kapılıp yüz seksen derece dönüş yaptığı dramatik anı da içerir. O zaman oyun tersine döner ve izleyen kovalanana dönüşür, çünkü yan tarafta çıkış yoktur. Tek dramatik değişiklik, bilmek isteyen ve her şeye lanetler yağdıran ötekinin aniden arkasına dönüşüdür.
Bu arkaya dönüş Venedik’te oldu da. Adam kadına doğru geldi ve şunu sordu: “Ne istiyorsunuz?” Kadın hiçbir şey istememektedir. Ne polisiye bir macera ne de bir seks macerası. Bu dayanılmaz bir şeydir ve bir cinayet ve ölüm tehlikesi içerir. Kökten ötekilik daima bir ölüm tehlikesi içerir. S.’nin tüm sıkıntısı da bu zorlu farkına varmanın etrafında döner: Maskenin düşürülmesi; hem de bundan kaçmaya çabalarken. “Onu artık izleyemiyorum. Tedirgin olmalı, burada, arkasında olup olmadığımı soruyor olmalı; şimdi beni düşünüyor ama ben farklı biçimde onun izinde olacağım.”
S. bu adamla karşılaşabilir, onu görebilir, onunla konuşabilirdi. Öteki’nin bu gizli varoluş biçimini hiç yaratmamış olabilirdi. Öteki, fark ve diyalog içinde ahbaplık ederek değil de sır gibi, sonsuza dek ayrıymış gibi kuşatarak kaderi haline gelinen kişidir; kendisiyle muhatap olarak, çene çalarak değil, onu gölgesi, çifti, görüntüsü gibi kuşatarak, izlerini silmek için kendisiyle birleşerek, onu kendi gölgesinden soyarak kaderi haline geldiğimiz kişidir. Öteki, asla iletişim içinde olunan kişi değil; izlenen ve sizi izleyen kişidir.
Öteki, asla doğal olarak öteki değildir: Baştan çıkararak, kendine yabancı kılarak, hatta başka yolu yoksa yok ederek öteki kılınması gerekir. Ama bunu başarmak için daha incelikli hileler vardır.

Herkes diğerine kurduğu tuzakla yaşar. Herkes, sonsuz bir yakınlık içinde yaşar; bitkin düşene dek süren bir yakınlık içinde.

Herkes kendi ötekisini ister; ve bunu, ötekini dize getirmeye yönelik buyurgan gereksinim içinde ve bu dize getirmeyi, tadını çıkarmak için sürdürme sarhoşluğu içinde isler. Yalanın ve doğrunun karşıt mantıkları, ötekinin sonundan alman katıksız hazdan başka bir şey olmayan bir ölüm dansı içinde birleşir. Çünkü ötekine duyulan istek her zaman ötekine son verme isteğidir de... Belki de olabildiğince geç? Tek sorun, farklılığı içinde kendinden yoksun kalan ötekinin mekânını, sözünü, sessizliğini, hatta içini kaplayarak kimin daha iyi dayanacağını bilmektir. Kimse kimseyi öldüremez: Rakip, kendi simgesel ölümünü arzulamaya, yerine getirmeye itilir... Dünya kusursuz biçimde işleyen bir tuzaktır.
Hasılı, anlaşılmaz bir ötekilik, bir yabancılık; öteki olayının biçiminin ve tekilliğinin sırrı budur.
“Ferdydurke: Bireylerin ortamlarına nasıl bağlı oldukları elbette görülüyor; ama benim için ruhsal açıdan hayli başdöndürücü, felsefi açıdan hayli kaygı verici olan şey, kimi zaman insanın her an olabilecek umulmadık bir karşılaşma uyarınca tek bir insan, diğer bir kendisi tarafından yaratılmış olduğunu bilmektir. Bence belli bir ortamın bana uzlaşımlarını dayattığı, veya Marx’ın düşündüğü gibi, insanın kendi toplumsal sınıfının ürünü olduğu doğru değildir. Benim istediğim şey, bir insanın benzeriyle temasını ve bu temasın ani, beklenmedik ve vahşi niteliğini göstermektir. Bu şansa bağlı ilişkilerden biçimin, genellikle, kesinlikle beklenmedik ve saçma bir biçimde nasıl doğduğunun görülmesini sağlamaktır... Böyle bir biçimin basit bir toplumsal uzlaşmadan oldukça daha güçlü bir şey olduğunu, hükmedilmesi olanaksız bir öğenin söz konusu olduğunu görmüyor musunuz?”
Gombrowicz
Sh: 161-165
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul


Herkes ötekinin yazgısıdır ve herkesin gizli yazgısı da kuşkusuz lanetleme ya da herhangi bir başka ölüm itkisiyle değil; kendi yaşamsal yönelimi adına, ötekini yıkmaktır (ya da baştan çıkarmaktır).
“İnsan bedeninde iltihaplı bir hastalığın gelişiminin kökeni, yükselişi ve çöküşünü bir mikrop türünün öyküsü gibi göstermek pek saçma olmaz. Mutlaka farklı, ama düşünce açısından özdeş orantılar içinde, insan türünün öyküsüne benzer bir öykü.
Bu mikrop türü kanda, lenfte, insan bireyinin dokularında yaşar. Bizim bakış açımızdan, hastalığa yakalanmış bu adam mikrobun manzarası, dünyasıdır. Bu ufak bireyler için de kendilerine ait olan bu dünyayı bilinçdışı ve irade dışı olarak yıkmaya çalışmak ve çoğu kez gerçekten yıkmak, varoluşlarının koşulu, gerekliliği ve anlamıdır (Bu mikrop türüne ait farklı bireylerin, tıpkı insan bireyleri gibi çok farklı yetenek ve iradelerle donatılmadıklarını ve onların arasında da sıradan mikroplar ile dehalar olmadığını kim biliyor?)
O halde, insanlığın da bir bütün olarak kavrayamadığımız ve içinde varoluşunun koşulunu, gerekliliğini ve anlamını bulduğu herhangi bir üstün organizma için, bu organizmayı yıkmanın yollarını arayan ve tıpkı mikrop türünün bu “hastalığa yakalanmış” insan bireyini yıkmaya can atması gibi geliştikçe onu yıkmak zorunda olan bir hastalık olduğu düşünülemez mi?
Düşüncemizi daha da ileri götürüp belki de mikrop türü için olsun, insanlık türü için olsun, her canlı topluluğunun görevi kendini aşan dünyayı bu bir insan bireyi ya da bir evren olabilir yavaş yavaş yıkmak değil midir, diye sormamızda sakınca var mıdır?
Bu varsayım hakikate yaklaşsa bile imgelemimiz bununla ne yapacağım bilemez; çünkü zihnimiz yalnızca aşağıya doğru hareketi kavramaya yeteneklidir, yukarıya doğru hareketi asla. Yalnızca altta olan konusunda göreli bir bilgimiz vardır, üstte olan için ise hâlâ önsezi evresindeyiz. Bu anlamda, insanlık tarihinin yavaş yavaş ve gereklilik uyarınca insan tarafından, bütün direnmesine rağmen, yıkılan kutsala karşı sonu gelmez bir savaşım olarak yorumlanmasına izin vardır belki. Bu düşünce şemasını izleyerek, bizi aşan bu öğenin, bize kutsal göründüğü ya da öyle hissedildiğini, sırası geldiğinde kendisinden üstün bir diğeri tarafından aşılmış olduğunu ve bunun sonsuza dek böyle sürdüğünü varsayabiliriz.”
(Arthur Schnitzler, Relations et Solitudes)
Mikrop türüyle insan türü arasında, hem ortakyaşarlık hem de kökten bağdaşmazlık vardır. İnsanın ötekisinin mikrop olduğu söylenemez özleri asla karşıt değildir ve yüz yüze gelmezler—; birbirlerine bağlıdırlar ve bu bağlılık yazgıymış gibidir; ne insan, ne basil, kimse bunu farklı biçimde düşünemez. Bu bağlılığın sonsuza dek sürdüğüne bakılırsa net bir ayrım çizgisi yoktur. Ya da ötekiliğin şurada olduğunu söylemekten yana olmak gerekir: Mutlak öteki, kökten insanlıkdışı olan, hakkında hiçbir şey bilinmeyen ve bizden farklı bile olmayan mikroptur. Her şeyi başkalaştıran ve kendisiyle ne bir pazarlık ne de uzlaşma olanağı olan gizli biçim. Buna karşın onunla aynı yaşamı yaşıyoruz ve tür olarak da bizimkiyle aynı zamanda ölecektir; yazgısı aynı. Solucan ile yosun hikâyesi gibi:
Solucan midesinde beslediği yosun olmadan hiçbir şeyi hazmedemez. Aklına bu yosunu yiyip yutmanın geldiği güne kadar her şey yolunda gider: Yosunu yiyip yutar, ama bu yüzden (yosun artık solucana hazmında yardım edemediğine göre yosunu hazmedemeden) ölür.
Sh: 166-168
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul


Sonuç olarak ötekilik figürleri tek bir şeyde özetlenir: Nesne. Geriye kalan tek şey, nesnenin acımasızlığı, nesnenin irredantizmidir.[ ülkenin kaybettiği toprakları geri istemesi]
Bilimin ufkunda bile nesne giderek daha ele avuca sığmaz, bölünmez, böylelikle de çözümlemeye gelmez gözükmektedir; ebediyen değişken, tersine çevrilebilir, ironik, hayal kırıcı ve manipülasyonlarla alay eder gözükmektedir. Özne, bilimin postulatlarının [şart koymak, talep etmek, ispatsız olarak kabul ettirmek, doğru varsaymak, postulat olarak kabul etmek, seçmek ] fedası pahasına nesneyi umutsuzca izlemeye çalışır; ama nesne bilimsel aklın feda edilmesinin bile ötesindedir. Çözülmez bir bilmecedir bu; çünkü nesne kendi değildir ve kendini tanımaz. Chesterton’un yabanılı gibidir: Onu anlamıyorsak, bunun nedeni, onun kendisini anlamaması ile aynıdır. Böylece her anlayış karşısında engel oluşturur. Kendine yabancı olmak; yabanılın bizimkinin tamamen tersi olan gücü ve egemenliği buradan kaynaklanır. Uygarlığın ilk hareketi ona bir ayna uzatmak olacaktır; ama o, aynaya kendini yalnızca görünürde yansıtır; gerçekte ayna kendisidir, burada özne kendi yanılsamasına kapılır.
O halde bilimin ötekisi nerededir?
Nesnesi mi?
Bilim muhatabını yitirdi, “yabanıl” gibi o da diyaloğa karşılık vermiyor. Öyle görülüyor ki bu iyi bir nesne değil, “fark”lılığa saygı göstermiyor, bilimsel yola getirme (akılcı nesnelleştirme) girişimlerinden gizlice kaçıyor ve sıra kendisine geldiğinde, bilimsel yapının temellerini el altından yıkarak, “anlaşılmış” olmanın intikamını alıyor. Nesne ile bilim öznesinin cehennemi sürek avı, izlenecek bir olay!
Tuhaf cazibe olarak tek nesne kalıyor geriye. Özne tuhaf bir cazibe değil artık. Hakkında çok şey biliniyor, kendini çok iyi biliyor. Heyecan verici olan şey nesne; çünkü o, benim yok oluşumun ufku. Kuram gerçek için neyse, o da bir yansı değil ama bir meydan okuma ve tuhaf bir cazibe. Ötekilik arayışının potansiyel yoludur bu.
Yabancılaşmanın ötesine geçmenin iki yolu vardır: Ya bıktırıcı ve günümüzde pek umut vaat etmeyen yabancılaşmanın giderilmesi ve kendini yeniden ele geçirme. Ya da diğer kutup; mutlak öteki, mutlak egzotizm. Seçenek, sanal olarak tam bir dış-merkezlilikle tanımlanmış, “katsayılı başka yer”dedir. Artık yabancılaşmayla yetinilmiyor; ötekinden daha öteki olana, kökten ötekiliğe gitmek gerekiyor.
Ötekiliğin ikili biçimi kesin bir dönüşümü, görünüş ve biçim dönüşümlerinin kesin başatlığını varsayar. Ben, yabancılaşmış değilim. Kesinlikle ötekiyim. Bundan böyle arzunun yasasına değil, kuralın tümden yapaylığına boyun eğiyorum. Kendime özgü arzunun bütün izini kaybettim. İnsanlıkdışı bir şeye boğun eğiyorum yalnızca ve bu şey, içselliğe değil, dünyanın göstergelerinin sadece nesnel ve keyfi rastlantısallığına kayıtlıdır. Nasıl ki felaketlerde kaçınılmaz olarak gösterilen şey, dünyanın bize karşı hükümran umursamazlığıysa, baştan çıkarmada kaçınılmaz olarak işaret edilen şey de ötekinin bize karşı hükümran olan ötekiliğidir. Ötekilik, apaçık ortada olan bir jest, bir yüz, bir biçim, bir sözcük, kehânetli bir rüya, bir zekâ belirtisi, bir nesne, bir kadın, bir çöl biçiminde yaşamımıza baskın yapar.
Bu öteki, ortaya çıktığında, asla bilemeyeceğimiz her şeyi birdenbire ele geçirir. Öteki; sırrımızın, bizde artık hakikat düzeyinde olmayan her şeyin yeri odur. Yani ne aşkta olduğu gibi benzeşim yerimiz, ne yabancılaşmada olduğu gibi farklılık yerimiz, ne mevcut halimizin ideal tipi, ne de yoksunluğunu çektiğimiz şeyin gizli idealidir; bizden kaçan şeyin bulunduğu yerdir ve biz de ötekinde kendimizden kaçarız. Bu öteki, arzunun ya da yabancılaşmanın değil; baş dönmesinin, silinmenin, ortaya çıkmanın ve yok olmanın, deyim yerindeyse (ama bunu söylememek gerekiyor) varlığın parıldadığı alandır. Çünkü baştan çıkarmanın kuralı tam olarak sırdır, sır da temel kuralın sırrıdır.
Baştan çıkarma, ötekinin asla arzunun hedefi olmadığını, sevdiğine göz dikerken öznenin kendini aldattığını, söylediği şeyi amaçlayan her önermenin aldandığını bilir. Sır her zaman yapaylığın sırrıdır. Her zaman öteyi amaçlamak, ötekini asla diyaloğun ürkünç yanılsamasında aramamak; ama onu, gölgesiymiş gibi izlemek, çember içine almak bir zorunluluktur. Asla kendi olmamak, ama asla yabancılaşmış da olmamak: Ötekinin figürüne; dışarıdan gelmiş o tuhaf biçime, olaylarla ilgili süreçleri olduğu kadar tekil varoluşları da düzenleyen o gizli figüre dışarıdan dâhil olmak.
Öteki, kendimi sonsuza dek yinelememi engelleyendir.
Sh:177-179
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul


Sanatın her yerde çoğaldığını görüyoruz. Sanat üzerine söylem ise daha da hızlı çoğalmaktadır. Ama sanatın ruhu yok oldu. Macera olarak sanat; yanılsama yaratma gücüne sahip sanat; şeylerin daha üstün bir oyunun kuralına boyun eğdiği, gerçekliğe karşıt bir “başka sahne” kuran sanat; bir tuvalin üstündeki çizgi ve renkler gibi, varlıkların anlamlarını yitirip kendi varlık nedenlerini aşarak bir baştan çıkarma süreci içinde ideal biçimlerine (bu, onların kendi yok olmuş biçimleri olsa bile) ulaşabildikleri aşkın bir figür olarak sanat yok oldu. Kültür adıyla tanıdığımız estetik değerlerin düpedüz üretiminden göstergelerin sonsuza değin hızla çoğalmasından, geçmiş ve güncel biçimlerin yeniden kullanıma sokulmasından sanatı ayıran simgesel uzlaşma niteliğiyle sanat yok oldu. Ne temel kural ne yargı ölçütü ne de zevkvar artık. Günümüzün estetik alanında, kendi kullarını tanıyacak Tanrı kalmadı; ya da başka bir metafor kullanırsak, estetik zevk ve vargıya ilişkin hassas terazi yok artık. Sanatın durumu, tıpkı gerçek zenginlik ya da değere çevrilmesi imkânsız olduğundan artık değiş tokuş edilemeyen ve bundan böyle yalnızca dolaşan paralar gibidir.
Sanatta da aynı durumdayız: Son derece hızlı bir dolaşım ve olanaksız bir mübadele. “Yapıtlar’ ne kendi aralarında ne de gönderme değeri karşısında değiş tokuş edilebiliyor artık. Bir kültürün gücünü oluşturan o gizli suç ortaklıkları kalmadı. Yapıtları okumuyoruz artık, gittikçe daha çelişkili ölçütler uyarınca şifrelerini çözüyoruz.
Sanat alanındaki hiçbir şey bir diğerine karşıt değil. Yeni Geometricilik, Yeni-Dışavurumculuk, Yeni-Soyutlamacılık, Yeni-Figürasyon; tüm bunlar tam bir farksızlık içinde bir arada bulunuyorlar. Bu eğilimlerde özgün bir yaratıcılık kalmadığından aynı kültür alanı içinde bir arada bulunabiliyorlar. Biz de bunları derin bir umursamazlık uyandırdıklarından aynı anda benimseyebiliyoruz.
Sanat dünyası garip bir görünüm sunuyor. Sanatta ve esinde bir tıkanma var gibi. Birkaç yüzyıl boyunca göz kamaştırıcı biçimde gelişmiş olan şeyler sanki kendi görüntü ve zenginlikleri karşısında taş kesilip aniden donup kalmışlar. Çağdaş sanatın tüm sarsıntılı deviniminin ardında bir tür durgunluk, artık kendini aşamayan ve giderek daha fazla tekrarlayarak, kendi üstüne kapanan bir şey var. Bir yanda güncel sanat biçimlerinde bir tıkanma ve diğer yanda hızla çoğalma, vahşi bir abartı, geçmiş biçimler üzerine sayısız çeşitleme (ölmüş olanın kendi içinde hareketli yaşamı) var. Tüm bunlar mantıklıdır: Nerede bir tıkanma [stasis] varsa orada metastaz [çoğalma, yayılma] vardır. Canlı bir biçimin düzensizleştiği yerde, genetik bir kuralın artık işlemediği bir yerde (kanserde olduğu gibi), hücreler düzensizlik içinde hızla çoğalmaya koyulurlar. Kimi biyolojik düzensizliklerin nedeninin gen kodundaki bir kopukluk olduğu keşfedilebileceği gibi, sanatın bugün içinde bulunduğu düzensizlik de aslında, gizli estetik kodundaki bir kopukluk olarak yorumlanabilir.
Biçimlerin, çizgilerin, renklerin ve estetik kavramların özgürleşmesiyle, tüm kültürlerin ve üslupların kaynaşmasıyla toplumumuz genel bir estetikleşmeye, karşı-kültür biçimleri dahil olmak üzere tüm kültür biçimlerinin terfi etmesine, tüm temsil ve karşı-temsil modellerinin göklere çıkarılmasına yol açtı. Sanat aslında yalnızca bir ütopya, yani asla gerçekleşmeyecek bir şeyse, bugün bu ütopya dolu dolu gerçekleşmiştir: Medyalar, bilgiişlem ve video teknolojisi sayesinde herkes fiilen yaratıcı oldu. Sanatsal ütopyaların en köktencisi olan karşı-sanat bile, Duchamp’ın “Şişe tutacağı”nı yerleştirmesinden ve Andy Warhol’un bir makineye dönüşme isteğinden bu yana gerçekleşmiş oldu. Dünyanın tüm sanayi makineleri estetikleşti, dünyanın tüm anlamsızlığı estetik tarafından güzelleştirildi.
Batı’nın yaptığı en büyük işin dünyanın ticarileştirilmesi, her şeyi ticaretin yazgısına bırakmış olması olduğu söyleniyor. Oysa en büyük iş, dünyanın estetikleşmesi, kozmopolit biçimde sahnelenmesi, görüntüye dönüştürülmesi, gösterge bilimsel olarak düzenlenmesi olmalıdır. Bizim tanık olduğumuz şey, ticaretin maddi kurallarının ötesinde, reklamlar, medya ve görüntüler aracılığıyla her şeyin bir gösterge sanayisine [Semiurgie] dönüşmüş olmasıdır. En marjinal veya en sıradan veya en müstehcen şey bile estetikleşiyor, kültürelleşiyor, müzelik bir hal alıyor. Her şey söyleniyor, her şey ifade ediliyor, her şey bir gösterge gücüne ya da tavrına bürünüyor. Sistem, ticaretin artıkdeğerinden çok göstergenin estetik artıkdeğerine göre işliyor.
Minimal sanat, kavramsal sanat, geçici sanat ve karşısanat dolayısıyla tüm bir şeffaflık, yok olma ve cisimsizleşme estetiği içinde sanatın maddesizleştirilmesinden söz ediliyor.
Oysa gerçekte, işlemsel biçim altında her yerde maddeleşmiş olan estetiktir. Zaten bunun için sanat minimal olmaya, kendi yok oluşunu kullanmaya zorlanmıştır. Sanat, oyunun tüm kuralları uyarınca, bir yüzyıldır bunu yapıyor. Yok olan tüm biçimler gibi simülasyon içinde kendini yinelemeyi deniyor., ama yakında yerini uçsuz bucaksız yapay bir müzeye ve zincirinden boşanmış reklamcılığa bırakarak tamamen silinip gidecektir.
Biçimlerin eklektik baş döndürücülüğü, zevklerin eklektik baş döndürücülüğü: Barok’un simgesi de buydu. Ama Barok’ta yapaylığın yarattığı baş dönmesi tensel bir baş dönmesidir. Barok sanatçılar gibi biz de dizginsiz görüntü yaratıcılarıyız, ama gizliden gizliye putkırıcıyız. Görüntüleri yok edenlerden değil, görülecek hiçbir şeyin olmadığı bir görüntü bolluğu üretenlerdeniz. Çağdaş görüntülerin büyük çoğunluğu video, resim, plastik sanatlar, görsel-işitsel ve sentez görüntüler görülecek hiçbir şeyin olmadığı düz anlamda görüntüler; izsiz, gölgesiz, sonuçsuz görüntülerdir. Tek hissedilen her birinin ardında bir şeyin yok olmuş olduğudur. Üstelik bundan ibarettirler: Yok olmuş bir şeyin izi. Tek renk bir tabloda bizi büyüleyen şey, her tür biçimin o muhteşem yokluğudur. Trans seksüelde bizi büyüleyen şeyin hâlâ gösteri halindeki cinsiyet farkının silinişi olması gibi, bu da her tür estetik söz diziminin hâlâ sanat halindeki silinişidir. Bu görüntüler hiçbir şeyi gizlemez, hiçbir şeyi ortaya çıkarmaz, bir tür olumsuz yoğunlukları vardır. Andy Warhol’un Campbell çorbası kutularından oluşan resminin tek yararı (ve bu, çok büyük bir yarardır), tıpkı Bizans ikonlarının Tanrı’nın varlığı sorusunun Tanrı’ya inanmaya devam ederek artık sorulmamasını sağlamaları gibi, güzel mi çirkin mi, gerçek mi gerçekdışı mı, aşkın mı içkin mi sorusunun sorulmasına da artık gerek bırakmamasıdır.
Mucize buradadır. Bizim görüntülerimiz ikonlar gibidir: Sanatın varoluşu sorusunu es geçerek sanata inanmayı sürdürmemizi sağlıyorlar. Böylece belki de tüm çağdaş sanatımızı, antropolojik işlevinden başka bir düşünce taşımadan ve hiçbir estetik yargıya göndermede bulunmadan, ayinsi bir kullanımı olan ayinsi bir bütün olarak benimsememiz gerekiyor. Böylelikle ilkel toplumların kültür evresine geri dönmüş olurduk (sanat pazarındaki spekülatif fetişizm de sanatın şeffaflığı ayininin bir parçasıdır).
Estetiğin ya ötesindeyiz ya da altında. Sanatımıza estetik bir yazgı ya da tutarlılık aramak gereksiz. Göğün mavisinin kızılaltında ya da morötesinde aranması gibi bir şey olur bu.
Bu anlamda artık güzel ya da çirkine ulaşamadığımızdan ve değer yargısında bulunmamız olanaksız olduğundan içinde olduğumuz bu noktada umursamazlığa mahkûmuz. Ama bu umursamazlığın ötesinde, estetik zevkin yerini alan başka bir büyülenme doğuyor. Güzel ve çirkin karşılıklı çelişkilerinden bir kez kurtuldular mı bir biçimde çoğalırlar: Güzel’den daha güzel ya da Çirkin’den daha çirkin ortaya çıkar. Örneğin, günümüzde resim tam olarak çirkinliği değil (çirkinlik hâlâ estetik bir değerdir), çirkinden daha çirkini (“bad”, “worse”, kitsch);  [Kötü, daha kötü, niteliksiz sanat, ]  karşıtıyla ilişkisinden kurtulmuş olduğu için çirkinliğin karesini geliştiriyor. “Hakiki” Mondrian’dan bir kez kurtulunca, “Mondrian’dan daha Mondrian” olmakta özgürsünüz. Hakiki naiflerden kurtulunca, “naiflerden daha naif’ olabilirsiniz. Gerçeklikten kurtulunca, gerçeklikten daha gerçek olabilirsiniz: Hiper-Gerçekçilik. Her şey hiper-gerçekçilik ve pop sanat ile başladı; gündelik yaşam fotoğrafik gerçekçiliğin ironik gücüne bu şekilde yükseldi. Bugün bu tırmanış, trans estetik simülasyon alanına giren tüm sanat biçimlerini ve tüm üslupları ayrımsız kucaklıyor.
Sanat pazarının içinde de bu tırmanışın bir benzeri vardır. Burada da her tür ticari değer yasasına son verilmiş olduğu için, her şey “pahalıdan daha pahalı”, pahalının karesi haline gelir:
Fiyatlar pek aşırılaşır, artırma çılgın bir hal alır. Estetik oyununun kuralı kalmadığında bu oyun nasıl her yana saçılıyorsa, değişim (müdabele) yasasına her tür gönderme ortadan kalktığında, pazar da aynı biçimde dizginsiz bir spekülasyon içine düşer.
Aynı zıvanadan çıkış, aynı delilik, aynı aşırılık. Sanatın reklamcılıktaki parlaması her tür estetik değerlendirmenin olanaksızlığıyla doğrudan ilişki içindedir. Değer yargısı yokluğunda değer yükselişe geçer. Değerin vecd halidir bu.
Günümüzde, böyle iki sanat pazarı vardır. Biri, değerler çoktan spekülatif olsa da hâlâ değerler hiyerarşisine göre düzenlenmektedir. Diğeri finans pazarında dalgalanan ve denetlenemeyen sermayelere benzer: Özellikle değer yasasına meydan okumaktan başka görünür nedeni olmayan katıksız bir spekülasyon, topyekûn bir devinimdir bu. Bu sanat pazarı, daha çok kumarı andırır ya da potlatch’a [ilkel kabileler arasında görülen ve birbirine daha fazla armağan vermeye veya kendi malını daha fazla tahrip etmeye dayanan bağış türü, ] benzer; bu pazar, değerin hiper-uzamındaki bir uzay operasıdır. Bu duruma kızacak mıyız? Hayır. Ahlâkdışı hiçbir şey yok burada. Günün sanatı nasıl güzelin ve çirkinin ötesinde ise pazar da iyinin ve kötünün ötesindedir.
Sh:20-25
1987’deki Wall Street iflasında ilginç olan şey, felaketin belirsizliğidir. Hakiki bir felaket oldu mu, yoksa gelecekte mi olacak? Yanıt: Gerçek bir felaket olmayacak, çünkü sanal felaket koşullarında yaşıyoruz.
Bu vesileyle, saymaca (fictif) ekonomiyle gerçek ekonomi arasındaki uyumsuzluk çarpıcı biçimde ortaya çıktı; üretime dayalı ekonomilerin gerçek felaketinden bizi koruyan da bu uyumsuzluktur.
Bu iyi bir şey midir, kötü bir şey mi?
Uydu savaşları ile yerel savaşlar arasındaki uyumsuzluk ile aynı şeydir bu. Yerel savaşlar her yerde birbirini izliyor, ama nükleer savaş çıkmıyor. İkisi arasında bağlantısızlık olmasaydı, nükleer patlama çok zaman önce olurdu. Uluslararası borsa ve finans iflası, nükleer patlama, Üçüncü Dünya’nın borç patlaması, nüfus bombası: Patlamayan bombaların ve sanal felaketlerin egemenliği altındayız. Önümüzdeki elli yıl içinde Kaliforniya topraklarının Pasifik’e kayacağı kehaneti gibi tüm bunların da bir gün kaçınılmaz olarak patlayacağı söylenebilir elbette. Ama olanlar ortada: Patlak vermeyen bir durumu yaşıyoruz. Yegâne gerçeklik (gerçek ekonomiyle saymaca ekonomi arasındaki bağlantısızlığın bu boyutta olmadığı 1929 krizinin tersine), çöktüğü zaman gerçek ekonomilerde önemli bir dengesizliğe yol açmayan sermayelerin oluşturduğu yörüngedeki o dizginsiz kasırgadır. Yüzergezer ve spekülatif sermayeler alanı o denli özerkleştirmiştir ki geçirdiği sarsıntıların izi bile kalmaz kuşkusuz.
Yine de öldürücü bir izin kaldığı yer, kendi çalışma alanındaki bu ayrışma karşısında tamamen silahsız olan ekonomi kuramıdır. Savaş kuramcıları da aynı ölçüde silahsızdırlar. Çünkü savaşta da bomba patlamıyor. İki farklı şeydir artık savaş; bir yanda, yörüngedeki, topyekûn ama sanal bir savaş ve diğer yanda, yeryüzündeki çok sayıda gerçek savaş. Sanal ekonomiyle gerçek ekonomide olduğu gibi bu iki savaş da ne aynı boyutlara ne de aynı kurallara sahiptir. Bu bölünmeye, uyumsuzluğun egemen olduğu bu dünyaya kendimizi alıştırmamız gerekiyor. Kuşkusuz 1929’da bir kriz ve Hiroşima’da da bir patlama oldu, yani hakiki bir iflas ve patlama anı yaşandı; ama ne sermaye (Marx’ın istediği gibi) giderek daha vahim krizlere girdi ne de savaş bir patlamadan diğerine sıçradı. Olay bir kere yaşandı, nokta, hepsi bu. Sonrası hep aynı: Büyük finans sermayesinin hiper-gerçekleşmesi imha araçlarının da hiper-gerçekleşmesidir; her ikisi de tepemizde, bizden kaçan, ama aynı nedenle gerçeklikten de kaçan bir akış içinde yörüngeye oturmuşlardır: Hiper-gerçekleşmiş olan savaş ve hiper-gerçek leşmiş olan para, erişilmez ama böyle olduğu için de dünyayı olduğu gibi bırakan bir uzamda dolaşmaktadırlar. Sonuç olarak, ekonomiler üretime devam ediyor, oysa ki saymaca ekonomideki çalkantıların en ufak mantıki sonucu, bu ekonomileri ortadan kaldırmaya çoktan yeterli olurdu (ticari değişim hacminin bugün sermayelerin devinim hacminden kırk beş kez önemsiz olduğunu unutmayalım). Kullanılabilir nükleer gücün binde biri dünyayı ortadan kaldırmaya yeterliyken dünya var olmayı sürdürüyor. Borcun temizlenmesi konusundaki en ufak kararsızlık bütün mübadeleleri durdurmaya yeterliyken, Üçüncü Dünya da, diğer dünya da yaşamayı sürdürüyor. Zaten borç çoktan yörüngeye yerleşti; borç da bu borcu tekrar satın alan bir bankadan diğerine, bir ülkeden diğerine dolaşmaya başladı; böylelikle sonunda atom artıkları ve daha bir sürü şey gibi yörüngede unutulup gidecek. Bu dönüp duran borç, dolaşan bu namevcut sermayeler, kuşkusuz bir gün borsa tarafından öteki şeyler gibi rayici belirlenecek olan bu eksi zenginlik, ne muhteşem bir şey!
Borç fazlasıyla can sıkıcı hale geldiğinde sanal bir uzama dışlanır ve orada kendi yörüngesinde donmuş kalmış bir felaket görünümü sunar. Milyarlarca dolarlık yüzergezer sermayelerin bıkıp usanmadan etrafımızda dönen bir uydu yığını haline gelmesi gibi, savaş gibi borç da yeryüzünün bir uydusu haline gelir. Hem böylesi daha iyi kuşkusuz. Onlar döndüğü sürece, uzayda patlasalar bile (1987 iflasındaki “kayıp” milyarlar gibi), dünya değişmez; umut edilebilecek en iyi şey de budur. Çünkü saymaca ekonomiyle gerçek ekonomiyi uzlaştırma umudu ütopik bir umuttur: Gezinen bu milyarlarca dolar gerçek ekonomiye aktarılamaz; neyse ki aktarılamıyor, çünkü bu dolarlar mucize eseri üretim ekonomilerine tekrar sokula bilseydi, bu kez gerçek bir felaket olurdu. Aynı biçimde, sanal savaşı da bırakalım yörünge üzerinde kalsın, çünkü o da bizi orada kalarak koruyor: Aşırı soyutluğu ve korkunç sıradışılığıyla nükleer güç, bizi en iyi koruyan şeydir. Yörünge bombası, mali spekülasyon, dünya çapındaki borç, aşırı nüfus fazlası (bunun için yörüngesel bir çözüm bulunamadı henüz, ama umut kesilmez): Bu urların gölgesinde yaşamaya da alışalım. Bunlar, varoluşlarıyla, aşırılıkları, hatta hiper-gerçeklikleriyle kendi cinlerinden kurtuluyorlar ve dünyayı bir anlamda ikizinden kurtulmuş, el değmemiş bırakıyorlar.
Segalen, dünyanın bir küre olduğunu gerçekten anladığımız andan itibaren yolculuk diye bir şey kalmadığını söylüyordu; çünkü bir kürenin üzerindeki bir noktadan uzaklaşmak bu noktaya yaklaşmaya başlamak demekti. Bir kürenin üstünde, doğrusallık garip bir eğrilik kazanır; tekdüzeliğin eğriliğini. Astronotlar yeryüzünün çevresinde dönmeye koyuldukları andan itibaren, herkes gizliden gizliye kendi etrafında dönmeye başladı. Yörüngesel çağ başladı; uzay bu çağın bir parçasıdır, ama asıl televizyon ve hücrelerimizin en gizli yerindeki DNA sarmallarının ve moleküllerin dansının da içinde yer aldığı daha bir sürü şey de bunun parçasıdır. Yörünge alanındaki ilk uzay uçuşlarıyla birlikte dünyasallaşma sona erdi, ama ilerlemenin kendisi de döngüsel hale geldi ve insanların evreni de yörüngedeki dev bir aygıta indirgendi. Segalen’in dediği gibi, ' turizm” başlıyor. Daha doğrusu, yolculuk etmeyip, sınırları çizilmiş toprakları içinde daireler çizerek dönen [hiçbir yere gidemeyen] insanların sonu gelmez turizmi başlıyor. Egzotizm öldü.
Ancak Segalen’in önermesi daha geniş bir anlam kazanıyor. Salt dolaşımın yararına varlığına son veren şey yalnızca yolculuk, yani yeryüzünün düşselliği, aşmanın ve keşfin fiziği ve metafiziği değildir; bir zamanlar aşkınlığı, yüceliği, sonsuzluğu hedeflemiş olan her şey, yörüngeye yerleşmek için kurnazca eğilip bükülerek kendi varlığına son vermektedir: Bilgi, teknikler ve anlama yetisi de yüce tasarılarına son vererek, sonu gelmez bir yörünge örmeye koyulmaktadırlar. Aynı biçimde enformasyon da yörüngeseldir: Enformasyon bilgisi bir daha asla kendini aşmayacak, aşkınlaştırmayacak ve sonsuza dek kendini düşünmeyecek olmasına rağmen, yeryüzüne de değmeyen, hakiki bir dayanağı ve göndermesi olmayan bir bilgidir. Enformasyon dolaşır, döner, kimi zaman tamamen gereksiz olan (ama gereklilik sorusu da sorulamıyor artık) dolaşımını tamamlar ve her sarmalda ya da her devrimde daha da artar. Televizyon, artık hayal kurmayan, düşlemeyen ve gerçekle de hiç ilgisi olmayan bir görüntüdür. Yörüngesel bir devredir. Uydulaştırılmış olsun olmasın, nükleer bomba da yörüngeseldir. Nükleer bombanın yörüngesi, etrafında dönüp durduğu yeryüzünü meşgul etmeye devam eder, ama yere düşeceği de yoktur: Sonlu bir bomba değildir, kendini bitirecek de değildir (en azından öyle umuluyor); orada, yörüngede durmaktadır ve korku saçmaya ya da en azından caydırmaya yetiyor. Düşlerimize korku bile saçmıyor artık, yıkım hayal edilemez. Bomba orada, yörüngededir, kararsızlık içinde ve sürekli dönmektedir. Euro-dolarlar ve yüzergezer para kitlesi için de aynı şey söylenebilir... Her şey uydulaşıyor, beynimizin bile artık bizde olmadığı, sayısız Hertz Tik dalga birimleri ve devreler halinde etrafımızda dalgalandığı söylenebilir.
Bu bir bilimkurgu değildir; McLuhan’ın “insanın uzanımları” kuramının genelleştirilmesidir yalnızca. İnsan varlığına ait her şey, biyolojik bedeni, zihni, kas ve beyin yapısı insanın etrafında mekanik ya da bilgi-işlemsel protezler halinde dönmektedir. Yalnızca, McLuhan’da tüm bunlar olumlu bir genleşme olarak, insanın medyatik uzanımları aracılığıyla evrenselleşmesi olarak tasarlanmıştır. Oldukça iyimser bir düşüncedir bu. Gerçekte, insan bedeninin tüm işlevleri insanın etrafında eş-merkezli bir düzenle dönmek yerine, dış-merkezli bir düzenle uydulaştılar; kendi hesaplarına yörüngeye yerleştiler. O anda, insan kendi işlevlerinin, kendi teknolojilerinin bu yörüngesel dışadönüklüğü karşısında kendini yörüngesinden çıkmış ve merkezinden uzaklaşmış buldu. İnsan, Dünya gezegeniyle, toprağıyla ve bedeniyle, günümüzde, kendi yarattığı ve yörüngeye yerleştirdiği uyduları karşısında uydulaşmış durumdadır. İnsan, bir zamanlar aşkındı, şimdi yörüngesinden çıktı.
İşlevleri uydulaşırken inşam da uydulaştıran tek şey insan bedeni değil. Toplumlarımızın tüm işlevleri, özellikle de kopup yörüngeye geçen üst işlevler inşam uydulaştırıyor. Savaş, mali mübadele, teknik alan ve iletişim, geride kalan şeyleri yıkıma terk ederek erişilmez bir uzamda uydulaşıyorlar. Yörüngesel güce erişmeyen her şey, artık herhangi bir aşkınlıktan yardım istenemeyeceğine göre bundan böyle kesin bir yüzüstü bırakılmışlığa mahkûmdur.
Yerçekiminden kurtulma çağındayız. Modelimiz, kinetik enerjisi yeryüzünün enerjisini boşaltan uzay boşluğu modelidir. Birçok teknolojinin merkezkaç enerjisi bizi her tür ağırlıktan kurtarıyor ve gereksiz bir devinim özgürlüğü içine sokuyor. Her tür yoğunluk ve ağırlıktan kurtulmuş olarak, sürekli olma tehlikesi taşıyan yörüngesel bir devinime sürükleniyoruz.
Artık büyümüyor, ur halini alıyoruz. Hızlı çoğalma toplumundayız; hiçbir belirgin hedefe göre kendini düzenlemeden büyümeyi sürdüren bir toplumdayız. Urlaşan bir toplum, kendi tanımına aldırmadan, kontrolsüz biçimde gelişen ve nedenlerin yitimiyle birlikte sonuçların yığıldığı bir toplumdur. Hiperteli  [Hiperteli: Morfolojik bir özelliğin, anatomik bir yapının bir rahatsızlık oluşturuncaya kadar abartılı gelişimi, ] yoluyla, aşırı işlevsellik ve doyma yoluyla düzensizleşmeye, sistemlerde olağanüstü bir tırmanışa yol açan bir şeydir bu. Bu ılurumu en iyi kıyaslayabileceğimiz şey, kanserli metastazlar sürecidir. Bir bedenin, organik kurallar karşısında yenilmesidir bu; ve bu tür bir hücre kümesinin uygunsuz ve öldürücü canlılığını açığa çıkarabilmesine ve genetik buyruklara uymayarak sonsuza değin hızla çoğalabilmesine yol açar.
Bu kritik bir süreç değildir artık: Kriz hep bir nedenselliktir ve nedenlerle sonuçlar arasındaki dengesizlik meselesidir; çözümünü nedenlerin yeniden düzenlenmesinde bulur ya da bulmaz. Bizi ilgilendiren duruma gelince, yerini, süreçlerin boşlukta yoğunlaşmasına bırakarak silinen ve anlaşılmaz hale gelen şey nedenlerdir.
Bir sistemin içinde işleyiş bozukluğu ve bilinen işleyiş yasalarına uymama olduğu sürece, sorunu aşarak çözme imkânı hep vardır. Bu çözüm krize değil, felakete bağlıdır; yani sistemin kendinden öteye geçtiği, kendi amaçlarını aştığı ve böylelikle sisteme artık hiçbir çare bulunmadığı koşullara bağlıdır. Yoksunluk hiçbir zaman feci değildir, öldürücü olan doygunluktur: Doygunluk, aynı zamanda bir tetanos durumu ve durgunluk durumu yaratır.
Çarpıcı olan şey, günümüzdeki tüm sistemlerin aşırı şişmanlığıdır; haberleşme, iletişim, bellek, depolama, üretim ve yok olma düzeneklerimizdeki Susan Sontag’ın kanser için söylediği gibi o “cehennemi gebelik”tir; bu sistemler öyle dolmuştur ki artık işe yaramayacakları çoktan bellidir. Kullanım değerine son veren biz değiliz, sistemin kendisi aşırı üretim yoluyla bunu ortadan kaldırdı. Öyle çok şey üretilip yığıldı ki bunları kullanacak zaman artık asla olmayacak (nükleer silahlar konusunda bu son derece sevindiricidir). Öylesine çok ileti ve sinyal üretilip dağıltıldı ki bunları okumaya artık asla zamanımız olmayacak. Ne mutlu bize! Çünkü içimize aldığımız ufacık kısım bile bizi sürekli olarak elektrik şokunda tutmaya yetiyor.
Bu muhteşem gereksizlikte bulantı verici özel bir şey var: Hızla çoğalan, aşırı şişen; ama doğuramayan bir dünyanın bulantısı. Bir düşünce doğurmayı başaramayan tüm bu bellekler, arşivler, belgeler; bir olay doğurmayı başaramayan tüm bu planlar, programlar, kararlar; bir savaş doğurmayı başaramayan tüm bu yüksek teknoloji ürünü silahlar!
Bu doygunluk, Bataille’ın sözünü ettiği, bütün toplumların gereksiz ve aşırı harcama gösterileri yoluyla yok etmeyi bildiği fazlalık sınırını aşmaktadır. Her hızlandırıcı etken durgunluk etkisi yaparak, bizi durgunluk noktasına yaklaştırdığından, tüm bu birikimden bize kalan şey, olanaklı bir harcama biçimi değil, yavaş ya da ani bir çözüm bulamama durumudur. Kriz dediğimiz şey, bu durgunluk noktasına ilişkin önsezidir.
Bu tetanos durumu ve durgunluk, boşluk içinde hızlanma, toplumsal hedef ve kazanç yokluğunda üretim vaadi şeklindeki çifte süreç, krize atfedilmesi uygun düşen çifte görünümü yansıtır: Enflasyon ve işsizlik.
Enflasyon ve işsizlik, geleneksel olarak, büyüme denklemindeki değişkenlerdir: Bu düzeyde kriz kesinlikle yoktur; bunlar kuraldışı süreçlerdir ve kuraldışılık, organik dayanışmanın gölgesidir. Gerçekten kaygılandırıcı olan anomalidir. Anomali açık bir belirti değil, oyunun gizli ya da en azından bizim bilmediğimiz bir kuralında kusur ve ihlal olduğuna ilişkin garip bir göstergedir. Belki de bir ereklilik fazlasıdır; bu konuda bir şey bilmiyoruz. Bizden kaçan bir şey var ve biz de geri dönüşsüz bir sürecin parçası olarak kendimizden kaçıyoruz, kendimizi kaybediyoruz; dönüşü olmayan bir noktadan, şeylerin çelişkilerinin sona erdiği bir noktadan geçtik ve süreçlerin tersine çevrilemediği ve anlam da taşımadığı bir çelişkisizlik, zıvanadan çıkma, kendinden geçme ve şaşkınlık evrenine sağsalim girdik.
Enflasyondan çok daha şaşkınlık verici bir şey var: Yörüngesindeki dansıyla yeryüzünü kuşatan yüzergezer para kitlesi. Tek gerçek yapay uydu paradır: Şaşkınlık verici bir devingenliktedir ve anında değiştirilebilir niteliktedir. Para, gerçek yerini sonunda buldu; borsadan daha olağanüstü bir yer bu: Yapay bir güneş gibi doğup battığı yörünge. İnsan ürünü katıksız bir yapay madde haline geldi para.
İşsizlik de anlam değiştirdi. Bir sermaye stratejisi (yedek ordu) olmaktan çıktı; toplumsal ilişkiler oyununun kritik bir unsuru değil artık; öyle olsaydı, tehlike noktası çoktan aşılmış olduğundan duyulmadık kargaşalara yol açmış olurdu. İşsizlik nedir günümüzde? İşsizlik de bir tür yapay uydudur; bir durgunluk uydusu, negatif bile olmayan elektrikle, statik elektrikle yüklü bir kitle, donmuş toplumun giderek büyüyen bir kesimidir. Dolaşım devrelerindeki ve değişimdeki hızlanmanın ardında, devinim artışının ardında, bizdeki, her birimizin içindeki bir şey dolaşımdan çekilecek kadar yavaşlıyor. Bütün toplum da bu durgunluk noktasının etrafında dönmeye koyuluyor. Dünyamızın kutupları yalanlaşıyor sanki; bu tür bir kısa devre hem taşkın sonuçlara hem de potansiyel enerjilerde bir bitkinliğe yol açıyor. Bir kriz değil artık burada söz konusu olan; öldürücü bir olay, yavaşlatılmış bir felaket yaşıyoruz.
Bu anlamda, ekonominin tekrar görkemli biçimde gündeme geldiğini görmek oldukça paradoksal bir şeydir. “Ekonomi”den söz edilebilir mi hâlâ? Bu aşikâr güncel durum klasik ya da Marksist çözümlemedeki anlamını taşımıyor artık. Çünkü ekonominin günümüzdeki itici gücü, ne maddi üretimden oluşan altyapı ne de üstyapı artık. Ekonominin devindiricisi istikrarsızlaşmasıdır; ideolojilerden, sosyal bilimlerden, tarihten kurtulmuş bir ekonominin, ekonomiden kurtulmuş ve kendini katıksız spekülasyona teslim etmiş bir ekonominin, gerçek ekonomilerden bağımsızlaşmış (gerçek anlamda değil elbette; sanal olarak, ama zaten günümüzde iktidarı elinde bulunduran gerçeklik değil, sanallıktır) sanal ekonominin, böylelikle tüm diğer viral süreçlerle buluşan, viral bir ekonominin zaferidir. Ekonominin yeniden günün örnek olayı haline gelişi, akıldışı bir oyunun özel etkilerinin ve öngörülemeyen gelişmelerinin görüldüğü yer olmasındandır.
Ekonomi politiğin sonunu, Marks’la birlikte, sermayenin kaçınılmaz krizi mantığı uyarınca, sınıfların yok olması ve toplumsalın şeffaflığıyla birlikte hayal ettik. Ardından ekonomi politiğin sonunu ekonominin postulatlarının ve bu vesileyle,
Marksist eleştirinin inkârında düşledik: Belirleyicilik bu kez ne ekonomiye ne politikaya verildi; kendi simülakrları ve üst bir mantık tarafından yenilgiye uğratılmış gölgeolay olarak ekonomi basitçe ortadan kalktı.
Hayal etmek bile gerekmiyor bugün: Ekonomi politik, kendi mantığıyla (değer yasası, pazar yasaları, üretim, ar tıkdeğer, klasik sermaye mantığıyla) alay eden ve böylece de ne ekonomik ne de politik bir yanı kalan bir spekülasyon trans ekonomisine kendiliğinden dönüşerek gözümüzün önünde son buluyor. Yüzergezer ve keyfi kuralları olan katıksız bir oyun, bir felaket oyunu bu.
Ekonomi politik böylece son bulmuş olacak, ama hiç beklendiği gibi değil. Parodiye varıncaya dek şiddetlenerek son bulacak. Spekülasyon artıkdeğer değildir; ne üretime ne de gerçek koşullara gönderme yapan değerin vecd halidir. Artık yalnızca kendi devrimi (kendi yörüngesel dolaşımı) üzerine oynayan değerin katıksız ve boş, temizlenmiş biçimidir bu. Ekonomi politiğin her seçeneğe son vermesi, korkunç ve biraz da ironik bir biçimde, kendini aşırı derecede istikrarsızlaştırmasıyla olur. Ekonomi politiğin estetik ve sayıklamak bir evreye geçmesini sağlayan kumar, potlatch ve “lanetli pay” enerjisini kendi tarzınca ele geçiren bu tür bir çılgınlığın karşısına ne çıkabilir? Bu beklenmedik son, bu geçiş evresi, bu vahşi borsa pazarı temelde tüm eski politik ütopyalarımızdan daha özgündür.
Sh: 32-41

Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul

Medusa öyle kökten bir ötekiliği temsil eder ki ona bakan ölür.
Egzotik olandan Egzotizm. Ondokuzuncu yüzyıl sonlarından itibaren bazı etnik gruplar ve medeniyetlerin etkisiyle sanat ve tasarımda oluşan bir eğilim. Müzikte egzotizm ritim, melodiler veya enstrümanlardaki uzak diyarlar veya antik zamanların atmosferini oluşturan yeni biçimlerle ortaya çıkmaktadır. Ondokuzuncu yüzyıldaki resimde, dekoratif sanatlarda oryantalist temaların kullanılması gibi.
Ötekinin kökünü kazımak için girişilmiş olan şeylerin ışığında, ötekinin yok edilemezliği, yani ötekiliğin sürüp giden kaçınılmazlığı aydınlanıyor.
Düşüncenin gücü ve olguların gücü.
Kökten ötekilik her şeye direnir: Fethe, ırkçılığa, soykırıma, farklılık virüsüne, yabancılaşmanın psikodramma. Bir yandan, öteki daima çoktan ölüdür, öte yandansa sapasağlam ayaktadır. Büyük Oyun budur.
Halklar gibi varlıkların da nihai nüfuz edilemezliği.
“Irkların nüfuz edilemezliği kişilerin nüfuz edilemezliğinin ırklardaki uzantısından başka bir şey değildir.” (Victor Segalen)
[Kimseyi kendine tabi kılmayıp onun öz varlığını kabullenmeyle birlikte, 'öteki'nin kuruluşunu onaylayarak devamına kışkırtan bu mantık; 'öteki' tahayyülünü ortadan kaldırmayı teşvik ederken, bu tahayyülü yaratan 'özne' olarak 'kendimizi de bu zevkten mahrum etmeyelim' düşüncesine sıkışan bir paradoksu imler. Ve modernizmle anlamı değişen turizm olgusuna da gönderme yapar. Batı'dan Doğu'ya çıkılan seferlerde, tekinsiz topraklara ayak basılmaya görülsün; gezgin, karanlık veya el değmemiş bir ticaretin, yasadışı bir etkinliğin, kendisi için tehlikenin kokusu ve gayri meşruluğun büyüsü gibi imkânları sezer. Tehlike ve tekinsiz olan, baştan çıkarmaya içrektir ve bu eşsiz deneyim, genellikle Doğulu coğrafyalara teşmildir.
Mesela: Saf kan bir Rus ve Slavcı olan, 'Batı'nın en Doğu'sundaki' ülkenin büyük yazarı Dostoyevski ise Batılı toprakların kâşifi olur. 1862'de Petersburg'tan ayrılarak ilk Batı Avrupa seyahatine çıkan yazar, Rusya'yı yoldan çıkardığına inandığı 'Batılı' fikirlerin kaynağını yerinde görme amacını taşır. Ve ister istemez Segalen'in paradoksuna düşerek Avrupa ile Rusya'yı karşılaştırıp Rusya'yı gözünde her defasında haklılaştırarak Batı'yı ötekileştirir.]
 http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=857867
Egzotizm yalnızca farkların karşılaşma, kaynaşma ve değiş tokuş olanaksızlığıyla varlığını sürdürür. Neyse ki tüm bunlar bir yanılsamadır; öznelliğin yanılsamasıdır.
Geriye yabancının yabancılığı, nesnenin irredantizmi  [Benzerini kendine katma özlemi/ülkenin kaybettiği toprakları geri isteme ] kalır yalnızca.
Psikoloji yok; o her zaman en beteridir.
Ötekinin psikolojik, ideolojik ve ahlâki tüm biçimlerinin uzaklaştırılması; öteki metaforunun, metafor olarak ötekinin uzaklaştırılması.
Ötekinin “vahşetini”, ötekinin anlaşılmazlığını, saplantısını aramak; onu yabancılığa zorlamak, onu yabancılığında zorlamak.
Metaforun bitkinliği; metaforik tecavüzün yüce biçimi.
Etnolojiye, evrenselliğe ve farklılığa kökten karşıtlık.
Farklılık pezevenkliğine karşı kökten egzotizm.
Segalen dünyanın ve diğer kültürlerin keşfi konusunda şöyle demişti: Dünyanın sınırları, iletişim araçlarının kudretiyle bir kez küre olarak, sonlu mekân olarak çizildi mi, geriye, tüm farklar yutularak, en bayağı egzotizmle tükenen döngüsel turizmin kaçınılmazlığından başka bir şey kalmaz. Bununla birlikte, tüm kültürlerin aynı düzeye getirilmesinin, böylelikle de yolculuğun olanaksızlığının bu entropik [Entropi, bir sistemdeki düzensizliğin ölçüsü,] kaçınılmazlığı bir kez saptanmış olsa da Segalen, yine de esas egzotizmin, kökten egzotizmin büyük perspektifini diriltir.

“Egzotizm, ezeli ve ebedi bir anlaşılmazlığın keskin ve ani algılanışıdır.”

Baskın olan şey, farklılık ya da farksızlaştırma düzeni değil; kültürlerin, geleneklerin, yüzlerin ve dillerin indirgenemez yabancılığı, ezeli ve ebedi anlaşılmazlıktır.
“Tat farklılığa bağlı olarak artıyorsa, birbirine indirgenemeyen şeylerin karşıtlık ilişkisinden, ezeli ve ebedi tezatların şokundan daha tatlı ne olabilir?”
Nesnenin irredantizmi: “Esas egzotizm özne karşısındaki nesnenin egzotizmidir.” Duygulanım yoğunluğunun, hissetme, yani yaşama coşkusunun temel yasası olarak egzotizm...
“Bütün insanlar egzotizm yasasına boyun eğmiştir...”
Bu bir yasa mıdır?
Egzotizm kuramı duygulandırıcı ya da öğretisel bir dünya görüşü, bir yaşam sanatı, bir felsefe, etik, estetik midir?
Segalen’e göre bu, kaçınılamaz bir varsayım ve bir zevk kaynağıdır.
Kökten ötekilik hem bulunmaz bir şeydir, hem de yok edilemez. Kendinde ötekilik olarak bulunmaz bir şeydir (muhtemelen bir düştür); ama simgesel oyunun kuralı olarak, dünyayı yöneten oyunun kuralı olarak yok edilemezdir. Farklılıkların iç içeliği ve genel karışmışlığı oyunun bu kuralını, oyun kuralı olarak bozmaz. Bu ne akılcı bir yasa ne de ispatlanabilir bir süreçtir; bu yabancılık ve anlaşılmazlık ilkesinin metafizik ya da bilimsel bir kanıtına asla sahip olamayacağız; bir taraf almayı gerektirir.
En kötüsü de, duygusal ve gereksiz bir işlevden başka bir şey olmayan anlayış göstermedir. Hakiki bilgi, hiçbir zaman ötekinde anlayamayacağımız şeyin bilgisidir; bu ötekinin kendisi olmamasına, dolayısıyla da kendinden ayrılamamasına, ne bizim bakışımızla yabancılaşmış ne de kendi kimlik ya da farklılığında inşa edilmiş olmasına yol açan şeyin bilgisidir (Başkalarına asla kendi kimlikleri sorusu sorulmamalı: Örneğin “Amerika” kitabımda Amerikan kimliği sorusu hiçbir zaman sorulmamıştır, söz konusu olan Amerika’nın yabancılığıdır). Yabanılı* anlamıyorsak, bunun nedeni, onun kendisini anlamamasıyla aynıdır (“Yabanıl”  sözcüğü bu yabancılığı sonraki bütün örtmecelerin hepsinden daha iyi dile getiriyor).
*Baudrillard, burada  "sauvage”sözcüğünü ‘Vahşi" anlamında kullanıyor. Türkçe’de de ’yabanıl’1 sözcüğü “vahşi”ye göre bir örtmece  (euphémisme)olarak nitelendirilebilir. Ancak “yabanıl”ın yabancılığını da iyi dile getirdiği yadsınamaz, (ç.n.)
Bu egzotizm kuralı böylelikle hiç kimsenin ne anlayışa ne samimiyete ne ülkeye ne yolculuğa ne güzel görüntülere ne de kendine aldanmamasını gerektirir. Kökten egzotizm boyutunun, yolculuğun boyutu olması zaten zorunlu değildir: “(Egzotizmin)* şokuna uğramak için geçerliliği kalmamış yolculuk olgusuna sarılmak gerekli değildi... Ama yolculuk olgusu ve gerçekleşmesi o hoyrat, hızlı, acımasız göğüs göğüse gelme olanağını tüm diğer fırsatlardan daha iyi verir ve darbelerin her biri daha etkili olur.” Yolculuk bir kaçamaktır, ama tüm kaçamakların en uygunudur.
*[uzak ve yabanci memleketlerden gelen insan, hayvan, bitki /'Egzotizm' kelimesinin kökü. Ancak, böyle büyük harfle yazıldığında, şüphesiz Tevrat'ın bir bölümüne, “Çıkış”a [Exode)gönderme yapılıyor,]
Karşı kutbun gücü, yolculuğun eleştirel gücü. Ötekinin en güzel dönemidir bu: Jean de Lhéry, Montesquieu, Segalen.
Yüce bir hal almış ötekiliğin istila ettiği andır bu. XVIII. yüzyıl. Ötekini yabancılığı içinde tutmak gerekir. Barthes ve Japonya. Amerika. Bunu farklılık olarak anlamaya çabalamamak. Segalen’in “Exote”  ilkesidir bu. Doğruluk iddiası yok. Bayağı egzotizmden tiksinme. Öteki karşısında kendini yok etme çabası da değil. Isabelle Eberhardt’ın eğilimidir bu: Kaynaşma biçimi, mistik karışma. Isabelle şu soruyu yanıtlar: Araplaşarak, kendi yabancılığını yadsıyarak insan nasıl Arap olabilir? Sonuçta, Isabelle’in ölmesi kaçınılmazdır. Ve bu dönekliği yok etmek için onu dalgalara iten bir Arap’tır. Rimbaud ise hiçbir zaman kaynaşmaz. Kendi kültürüne olan yabancılığı aşın büyüktür, mistik oyalanmalara gereksinimi yoktur.
Patagonya. Ortadan kaybolma fantezisi. Yerlilerin, senin, bütün kültürün, bütün manzaranın sislerle buzulların ayrımsızlığı içinde kaybolma fantezisi. Ama temelde tüm bunlar, burada, Avrupa’da da yok oluyor; biz hepimiz Alakaluf’uz. Bu coğrafi oyalamaca niye? Söylenecek son söz, canlı canlı ve görünür biçimde yok olma yolunu seçerek, sürüngen biçimde yok olmaya (bizim yok oluş tarzımıza) son vermenin daha iyi olduğudur. Her eyleme geçiş düşsel bir çözümdür. “Patagonya”nın düşsel çözümler bilimi olan “Patafizik” [genelle değil özelle ilgilenir. İstisnalar Bilimi olarak da isimlendirilir.] ile böylesine uyaklı olmasının nedeni de budur. Patafizik ve can çekişme (agonistik): Patagonistik.
Yolculukta aranan ne keşif ne de alışveriştir; yumuşak bir yersiz yurtsuzlaşma, yolculuğun, yani yokluğun yükümlülüğüne giriştir. Meridyenleri, okyanusları, kutupları aşan madeni vektörler içinde yokluk tensel bir niteliğe bürünür. Özel yaşama gömülmenin sırrını enlem ve boylamda yok oluş izler. Ama, zihin bu yokluk karşısında kendine özgü bir nitelikmiş gibi coşarken beden nerede olduğunu bilememekten yorgun düşer sonunda.
Velhasıl, ötekilerde aradığımız şey, belki de yolculuktaki o aynı yumuşak yersiz yurtsuzlaşmanın aynısıdır. Özgün istek ve keşfetmenin yerini, ötekinin isteğine ve bu isteğin içinden geçmeye sürgün edilme eğilimi alır. Zaten aşk hareketlerinde ve bakışlarında çoğunlukla sürgünün mesafesi vardır; dil, anlamlamaktan korkan sözcüklerin içinde yurdundan uzak düşer; bedenler görüş ve dokunuşa dirençsiz, böylelikle de boşluktaki bir alan gibi arzu tarafından her yönden belirtilmeye müsait ve uygun bir hologram gibidirler. Eşmerkezli çemberlerden oluşan zihinsel bir gezegen üzerinde ihtiyatla yer değiştiriyoruz. Aşırılıklarımızdan ve tutkularımızdan, beraberimizde yolculuklarımızdan geri getirdiğimiz şeffaf anıların aynısıyla dönüyoruz.
Yolculuk da ötekilerle ilişkimiz gibidir. Yeryüzünün dönüşümü (metamorfozu) ve anamorfozu olarak yolculuk. Erilin değişimi ve anamorfozu olarak dişi. *
*Larvanın, yetişkin lan/adan farklı bölütlerie doğduğu metamorfoz türü,
Kendi cinsiyet ve kültürünüzden kurtuluş olarak aktarım. Günümüzde keşif yolculuğuna, klasik yolculuğa üstün gelen bu biçim, dışlanma ve kurtuluş biçimidir. Hız aracılığıyla zamanla da oynayan uzamsal, yörüngesel ve vektöryel yolculuk. Değişkenlik içinde, mevsimlerin ve kültürlerin geri dönüşlülüğü içinde, Kova burcu çağının yolculuğu. Yakınlık yanılsamasından kurtulmak.
Eskiden merkezi bir etkinliğin çevreye yayılımı ve bağlı olunan yerin çeşitlenmesi hareketi olan yolculuk, bir anda anlam değiştiriyor: Benzersiz bir boyut oluyor; dönüşsüzlüğün boyutu, yeni ilk sahne. Böylece yolculuk gerçekten de egzotik olur; geçmişteki ilkel toplulukların merkezlerini yitirmesinin gelecekteki eşdeğeridir. Ayrıca yolculuk, eskiden turistik yanılsamayı niteleyen bir tür mazoşizm ile ülkelerin ve kültürlerin artan tekdüzeliğini, zihniyetlerin gezegen çapındaki erozyonunu doğrulamaktan ibaretken, bugün tersine yolculuktan kaynaklanan şey kökten ötekilik ve tüm kültürlerin bağdaşmazlığıdır.

Eskiden yolculuk yapmak başka bir yerde olmanın ya da hiçbir yerde olmamanın yoluydu. Bugün, herhangi bir yerde olma duygusunu hissetmenin tek yoludur. Kendi evimde, her türlü enformasyonla ve bir yığın ekranla çevrelenmiş olarak, hiçbir yerde değilim artık; ama yine de dünyanın her yerindeyim, evrensel sıradanlığın içindeyim. Burası; bütün ülkelerde aynı yerdir. Yeni bir kente, yabancı bir dile ayak basmak ansızın kendimi başka hiçbir yerde değil, burada bulmamdır. Beden, bakışını yeniden bulur. İmgelerden kurtulmuş beden imgelerine yeniden kavuşur.

Yolculuğa, yolculuğun anamorfozuna [özel bir açıdan bakılınca muntazam görülen şekilsiz resim; bir resmin şekilsiz yapılması; bu şekilde resim yapma metodu. ] fotoğraftan daha yakın ne var? Yolculuğun, kökenine daha yakın olan ne var? Fotoğrafın yaban ve ilkel olan her şeyle, en temel egzotizmle, nesnenin, ötekinin egzotizmiyle yakınlığı buradan gelir.
En güzel fotoğraflar yabanılların doğal çevrelerinde çekilmiş olanlardır. Çünkü yabanıl her zaman ölümle karşı karşıyadır, objektifi de tam olarak ölüm gibi karşılar. O, ne bir gösterişçidir ne de umursamaz biridir. Hep poz verir, yüzleşir. Onun zaferi, teknik bir işlemi ölümle yüz yüzeliğe dönüştürmesidir. Yabanılları böylesine güçlü, böylesine yoğun fotoğraf nesneleri yapan budur. Objektif, bu pozu, ölüm karşısındaki nesnenin bu kışkırtıcı müstehcenliğini artık yakalayamadığında, özne objektifin suç ortağı olduğunda, bizzat fotoğrafçı da öznelleştiğinde, o zaman büyük fotoğrafçılık oyunu sona erer. Egzotizm ölmüştür. Bugün objektifin suç ortağı olmayan bir özne, hatta bir nesne bulmak bile çok güçtür.
Çoğunlukla buradaki yegâne sır, insanların nasıl yaşadıklarını bilmemeleridir. Bu sır onları, eğer iyiyse fotoğrafın kaçırmayacağı belli bir gizle, belli bir vahşilikle taçlandırır. Kim olduklarını bilmemelerini, nasıl yaşadıklarım bilmemelerini açığa vuran yüzlerdeki o saflık ve yazgı pırıltısını yakalar fotoğraf. Kurnaz, her şeyden haberdar, içe dönük, kendisiyle ilgili ve böylelikle de sırrı olmayan dünyevi ırkımızda tamamen eksik olan bu güçsüzlük ve şaşkınlık pırıltısı. Vahşi halklar için fotoğraf acımasızdır.
Fotoğrafik olan şey, yalnızca tecavüze uğramış, suçüstü yakalanmış, kendi iradesine rağmen açık edilmiş ve ortaya çıkarılmış olan şeydir; ne imgesi ne de kendi bilinci olduğundan hiçbir zaman temsil edilmemiş olan şeydir. Yaban ya da bizim yabanıl yanımız kendini yansıtmaz. Kendisine yabanıl biçimde yabancıdır o. En çekici kadınlar kendilerine en yabancı olanlardır (Marilyn). İyi fotoğraf hiçbir şeyi temsil etmez, o temsil edilemezliği, kendine (kendi bilinci ve isteğine) yabancı olanın ötekiliğini, nesnenin kökten egzotizmini yakalar.
Yabanıllar gibi nesneler de bizden daha fotojeniktir: Ruhbiliminden ve içe bakıştan açıkça kurtulmuşlardır. Böylelikle objektifin karşısında tüm çekiciliklerini korurlar.
Fotoğraf bizim yokluğumuzda dünyanın durumunun hesabını verir. Objektif bu yokluğu araştırır. Heyecanlı ve dokunaklı yüzlerde ya da bedenlerde bile araştırdığı şey yine bu yokluktur. Yani en iyi fotoğrafı çekilebilen varlıklar, kendileri için ötekinin var olmadığı ya da artık var olmadığı varlıklardır (yabanıllar, sefiller, nesneler). Yalnızca insanlıkdışı olan fotojeniktir. Karşılıklı bir şaşkınlığın, böylelikle de dünyayla bizim aramızdaki karşılıklı suç ortaklığının işlemesinin bedeli budur.
Fotoğraf, bizim cin çıkarmamızdır. Yabanıl toplumun maskeleri, burjuva toplumunun aynaları vardı, bizimse imgelerimiz var.
Teknik yoluyla dünyayı zorladığımızı sanıyoruz. Oysa teknik yoluyla bize kendini dayatan dünyada ve bu tersyüz oluşa bağlı sürpriz etkisi de dikkate değer.

Şu ya da bu sahneyi zevk için fotoğrafladığınızı sanıyorsunuz; gerçekte fotoğraflanmak isteyen odur, siz olsa olsa bu sahneye koyuşun figüranısınız. Özne, yalnızca şeylerin ironik görüntüsünü oluşturur. Görüntü, düşlemimizi silinmeye, tutkularımızı dışa döndürmeye zorlayarak, onları yakalamak için zaten ikiyüzlülükle tuttuğumuz aynayı kırarak, dünyanın ve nesnelerin meydana getirdikleri o dev boyutlu reklamın en iyi aracısıdır.

Uzun süre gönüllü köleliğe mahkûm edilmiş görünüşlerin, kendilerini kovduğumuz teknikle, egemen biçimde, bize doğru ve bize karşı geri geliyor olmaları bugün bir mucizedir. Bugün dışarıdan, kendi özgün mekânlarından, sıradanlıklarının bağrından, nesneliklerinin bağrından geliyorlar; neşeyle kendi kendilerine çoğalarak her yandan baskın yapıyorlar (Fotoğraf çekme sevinci nesnel bir neşedir; sabah vakti bir kentte, bir çölde görüntünün bu nesnel esrikliğini hiçbir zaman hissetmemiş olan biri, bu dünyanın patafizik zarafetinden hiçbir şey anlamayacaktır).
Bir şey fotoğraflanmak istiyorsa bu, tam da anlamını vermek istemediğinden, kendini yansıtmak istemediğinden; ama doğrudan ele geçirilmiş, olay yerinde tecavüze uğramış, ayrıntısında, fraktal [parçalanmış ya da kırılmış anlamına gelen ] niteliğinde aydınlatılmış olmayı istediğindendir. Bir şeyin fotoğraflanmış olmayı, görüntüye dönüşmeyi istediği hissedilir; bu istek kalıcı olmak için değil, tersine daha iyi ortadan kaybolmak içindir. Özne de ancak bu oyuna giriyorsa, kendi bakışını ve kendi estetik yargısını kovabiliyorsa, kendi yokluğundan zevk alıyorsa iyi bir fotoğraf aracısı olabilir.
Bir resmin bu niteliğe, öznenin geri çekildiği bir evrenin niteliğine sahip olması gerekir. Fotoğraf gerilimi oluşturan şey, öznenin bu kesintiye uğramasını, dolayısıyla dünyanın da kesintiye uğramasını belirtmesi gereken nesnenin, çizgilerin ve ışığın ayrıntılarındaki örgüdür. Görüntü ile dünya süreksizliğini, parçalanışını, irileşmesini, yapay anlıksallığını dayatır. Bu anlamda, fotoğraf görüntüsü en katıksız görüntüdür; çünkü ne zaman ne de hareketi gizler ve en güçlü gerçek-dışılığa dayanır. Tüm diğer görüntü biçimleri (sinema vb.) ilerleme olmaktan uzak, belki de katıksız resmin gerçek’ten kopuşunun zayıflamış biçimlerinden ibarettir. Görüntünün yoğunluğu, görüntünün süreksizliği ve azami soyutlanması kadardır, yani gerçeği yadsımadaki tarafgirliği kadardır. Bir imgenin yaratılması, nesnenin tüm boyutlarının ağırlık, belirginlik, koku, derinlik, zaman, süreklilik ve tabii ki anlam birer birer elinden alınmasına dayanır. Görüntü, bu etinden kemiğinden sıyrılma, bu defetme pahasına o büyüleyicilik ve yoğunluk fazlasını kazanır; katıksız nesneliğin aracısı olur, daha incelikli bir baştan çıkarma biçimi için şeffaf hale gelir. Daha iyisini, daha gerçeğini, yani daha iyi simulasyonunu yapmak için tüm bu belirginlik, hareket, heyecan, düşünce, tutku, anlam ve arzu boyutlarının birer birer yeniden eklenmesi imgeler söz konusu olduğunda bir anlamsızlıktır. Burada teknik de kendi tuzağına düşmüştür.
Fotoğrafta şeyler sıradanlıklarının birbirine bağlanmasıyla örtüşen teknik bir işlem aracılığıyla birbirine bağlanırlar. Nesnenin sürekli ayrıntılanmasının verdiği baş dönmesi. Ayrıntının büyülü dış-merkezliliği. Bir resim başka bir resim için, bir fotoğraf başka bir fotoğraf için nedir?
Fraktal yan yanalık, diyalektik ilişki yokluğu. “Dünya görüşü” yok, bakış yok; dünyanın eşit ayrıntılar halinde kırılması.
Fotografik görüntü dramatiktir. Suskunluğuyla, kıpırtısızlığıyla dramatiktir. Şeylerin düşlediği, bizim düşlediğimiz şey devinim değil, bu daha yoğun kıpırtısızlıktır. Kıpırtısız resmin gücü, söylencesel operanın gücü. Sinema bile dramatikliğin en yüksek noktası olarak ağır çekim ve görüntüyü dondurma söylencesinin meyvelerini topluyor. Televizyonun paradoksu da görüntünün suskunluğuna tüm çekiciliğini geri vermek olmuştur kuşkusuz.
Fotografik görüntü öznenin bir düzen, bir görüş dayatma isteği ile süreksizliği ve apansızlığı içindeki nesnenin kendini dayatma isteği arasındaki savaşım nedeniyle de dramatiktir. En iyi olasılıkta nesne baskın gelir; çünkü düşünce, görüş ya da devinim yoluyla her zaman bir bütünsellik görünümü veren sanattan, resimden ve sinemanın kendisinden farklı olarak fotoğraf resmi, hiçbir formülün ve özetin yer almadığı fraktal bir dünyaya aittir.
Öznenin dünyadan kopuşu değil de nesnelerin kendi aralarında bağlantısızlığı, kısmi nesnelerin ve ayrıntıların rastlantısal art arda gelişi. Taneciklerin devinimi gibi müziksel senkop.[ Aralık boşluk.] Fotoğraf bizi sineğe, sineğin petek gözüne ve kırık çizgi halindeki uçuşuna en yaklaştıran şeydir.
Fotoğraf çekme isteği belki de şu saptamadan kaynaklanır: Bütünsel bir perspektif içinde, anlam açısından bakılan dünya oldukça hayal kırıcıdır. Ayrıntıda ve aniden yakalanarak görüldüğünde ise her zaman kusursuz bir apaçıklık içindedir.
Ötekinin gizli biçimi, anamorfozda olduğu gibi parçalarından yola çıkarak ve kırık çizgisini, kırılma çizgilerini izleyerek yeniden oluşturulur. 
Sh: 150-160
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul


Bağlantı ve uzlaşma ilkesinin karşıtı kopma ve uzlaşmazlık ilkesidir. Bu çatışmada galip gelen taraf, tanımı gereği birinciyi ebediyen mat ettiğinden, her zaman için uzlaşmazlıktır.
Bu, iyilik ve kötülük sorunu ile aynıdır. İyilik, iyilik ve kötülük diyalektiğine dayanır. Kötülük, bu diyalektiğin yadsınmasına, iyilik ile kötülüğün kökten ayrılığına, bunun sonucu olarak da kötülük ilkesinin özerkliğine dayanır. İyilik, kötülüğün diyalektik suç ortaklığını varsayarken, kötülük, bağdaşmazlık içinde, kendi kendisinde temellenir. Dolayısıyla oyunun hâkimi odur ve sonsuz çatışkının hükümranı olan kötülük ilkesi galip gelir.
Varlıklar, cinsiyetler ve kültürler arasındaki kökten ötekilik sorununda, kötülükle aynı çatışkı, aynı kesin anlayışsızlık mantığı, tuhaflıktan yana ayni taraf tutmayla karşılaşırız. Peki tuhaf olanın tarafını tutabilir miyiz?
Cevap, hayırdır; çünkü gök cisimlerinin hareketi teoremini örnek alarak bedenlerin ve zihinlerin mesafesinin giderek daha fazla arttığı varsayımında bulunabiliriz. Çözümsüz bir laneti taşıyan bu ebedi ezeli aforoz varsayımı kötülüğün şeffaflığı varsayımıdır; bu varsayım evrensel iletişim ütopyasıyla karşıtlık oluşturur. Dolayısıyla bu varsayım her yerde gerçeklik tarafından yalanlanmıştır. Ama yalnızca görünürde; çünkü nesneler evrensel bir anlayış ve homojenleşmeye doğru yöneldikçe, ele geçirilemeyen mevcudiyetini çözümlemekten çok tahmin edebileceğimiz ebedi indirgenemezlik teması da kendini o ölçüde dayatır.
Bu mevcudiyet kendini, yazgısal bir biçimleniş olarak, diyalektik farklılık düşüncesinin olanaksızlığından gelen kaba, karşı konulamaz, duyumlarüsstü ve doğaüstü bir olgu olarak dayatır. Evrensel çekimin yasat oluşturan gücüne karşı gelen bir tür evrensel tepkime gücüdür bu.
Bu uzlaşmaz güç tüm kültürlerde ve günümüzde Üçüncü Dünya’nın Batı ile, Japonya'nın Batı ile, Avrupa’nın Amerika ile ilişkilerinde, hatta her kültürün kendi içinde sonunda baskın çıkan tekilliklerde bile hâlâ rol almaktadır. Fas, Japonya ve İslam asla Batılı olmayacaklardır. Avrupa kendisini Amerika’dan ayıran modernlik çukurunu asla dolduramayacaktır. Kozmopolit evrimcilik bir yanılsamadır ve her yerde de yanılsama olarak parçalanır.
Tuhaflığın (yabancılığın) çözümü yoktur. Ebedi ve köktendir. Böyle olmasını istemek bile söz konusu değildir. Böyledir.
Kökten egzotizm budur. Bu, dünyanın kuralıdır. Bir yasa değildir. Yasa, tam olarak evrensel anlayış ilkesi, farklılıkların kurala bağlı oyunu, ahlâksal, politik ve ekonomik akılcılıktır.
Bu bir kuraldır ve her kural gibi keyfi bir önceden belirleme içerir. Birbirlerine indirgenemeyen dillere bakın. Dillerin her biri kendi kuralına, keyfiliğine, acımasız mantığına göre önceden belirlenmiştir. Her biri iletişim ve mübadele ilkesine boyun eğer, ama eşsüremli olarak yok edilemez bir iç tutarlılığa da boyun eğerler; dil olarak birbirlerine tercüme edilemezler ve sonsuza değin böyle kalırlar. Hepsinin de böylesine “güzel” olması bu nedenledir, çünkü birbirlerine yabancıdırlar.
Bir yasa hiçbir zaman kaçınılamaz değildir: Yasa bir kavramdır ve bir anlaşma üzerine kurulur. Kural ise kaçınılmazdır; çünkü bir kavram değil, oyunu düzenleyen bir biçimdir. Baştan çıkarma için de bu böyledir. Eros aşktır, çekimin, kaynaşmanın, bağlantının gücüdür. Baştan çıkarma, bir hayli daha kökten olan kopma, dağılma, yanılsama ve saptırmanın, öz ve anlam başkalaşmasının, kimliğin ve öznelerin başkalaşmasının figürüdür. Ve sanılanın tersine entropi evrensel kopmanın tarafında değil; bağlantı ve kaynaşmanın tarafında, aşkın ve anlayışın tarafında, farklılıkların doğru kullanımının tarafındadır. Baştan çıkarma ve egzotizm ötekinin ve ötekiliğin fazlalığıdır, farklıdan da farklı olanın verdiği başdönmesidir; yok edilemez olan budur, gerçek enerji kaynağı da budur.
Öteki’nin önbelirlemesi (prédestination) olan bu dünyada, yararlı ya da zararlı olaylar, hastalıklar, düşünceler, her şey başka yerden gelir. Tüm emirler insanlık-dışı olandan, tanrılardan, hayvanlardan, ruhlardan ve büyüden gelir. Psikolojik olana karşıt olan kaçınılmazlığın evreni budur. Kristeva’ya göre ötekini içselleştirerek kendimize yabancı hale geliyorsak, kendimize olan bu yabancılığımız başka şeylerin yanı sıra bilinçdışının biçimini de alıyorsa, o zaman yazgısallığın dünyasında bilinçdışının olmadığı doğrudur. Psikanalizin ileri sürdüğü gibi bilinçdışının evrensel bir biçimi yoktur ve bu anlamda bilinçdışı bastırmanın tek alternatifi yazgısal olandır, her şeyin suçunun tamamen insanlıkdışı, insanın dışında ve bizi bu suçtan kurtaran bir merciye yüklenmesidir.
Bu kaçınılmazlık evreninde öteki sorunu konukseverlik sorunudur.
İkili (düellomsu), törensel, dramatik boyut. Kimi kabul etmeli, nasıl kabul etmeli, hangi kurallar uyarınca? Çünkü yalnızca kabul edilerek ve kabul ederek var olunur (bilinmiş ve tanınmış olmakla değil). Mesajın yalnızca şifresinin çözüldüğü, ancak verilip kabul edilmediği iletişimde eksik olan şey, bu simgesel boyuttur. Yalnızca mesaj geçer, kişiler alışverişte bulunmaz. İkili boyutu devre dışı bırakan anlamın soyut boyutu aktarılır yalnızca.
Öteki, konuktur. Eşit haklara sahip ama farklı olan biri değil, yabancıdır, extraneus,tur. Ve o kendi tuhaflığı içinde cinlerinden kurtarılmalıdır. Ama kuralları öğrenmeye başladığı andan itibaren onun yaşamı benimkinden daha değerli olur. Bu simgesel evrende hiçbir şey farklı ötekilik konumunda değildir. Ne hayvanlar ne tanrılar ne de ölüler ötekiler değildir. Onları aynı döngü içine alır. Bunun dışında var olamazsınız bile.
Tüm diğer kültürler olağanüstü konukseverdir, harikulade bir emme olanağına sahiptirler. Biz, av olan öteki ile gölge olan öteki arasında, katıksız asalaklık ile ideal minnettarlık arasında gidip gelirken diğer kültürler, kendi oyun kuralları içinde, bizim Batılı evrenimizden gelen de dahil, kendilerine dışarıdan gelen her şeyi yeniden kullanma olanağını koruyorlar. Dışarıdan geleni anında ya da uzun vadede, kendi kodları ya da temel düzenleri tehdit edilmeden yeniden kullanıyorlar. Elbette, çünkü evrensel bir yasa yanılsaması içinde yaşamıyorlar; her zaman yasayı içselleştirme, kendimizin ve davranışlarımızın, beğenilerimizin ve zevklerimizin odağında olmak zorunda olan bizim kadar kırılgan değiller. Yabanıl kültürler bu tür bir kibri başlarına bela etmiyor. Kendi olmanın anlamı yoktur: Her şey Öteki’nden gelir. Hiçbir şey kendi değildir, kendi de olamaz.
Bu açıdan Japonya ile Brezilya arasında ya da bunlarla Jean Rouch’un “Deli Efendileri”ndeki batılılaşmış ilkeller arasında fark yoktur: Hepsi de kendilerinin olmayan ve hiçbir zaman olmayacak değerlere öldürücü bir konukseverlik sunan yamyamlardır.
Japonya’nın gücü, (vaktiyle dine ve yazıya olduğu gibi) tekniğe ve modernliğin tüm biçimlerine gösterilen; ama ruhsal olarak içselleştirilmeyen, derinliksiz ve kodun mesafesini koruyan bu konukseverlik biçiminden gelir. Bu, uzlaşma ve saygı değil; meydan okuma biçiminde bir konukseverliktir. Tamamen bir nüfuz edilemezlik hâkimdir. Bu, bir şeyi (bir gösterge, bir teknik, bir nesneyi) özünden saptırmaya ve başka bir kod içinde işletmeye, ya da dahası yasa alanından (sermaye, değer, ekonomi, anlam) kural alanına (oyun, ayin, tören, döngü, yineleme) geçirmeye dayanan kelimenin tam anlamıyla bir baştan çıkarma işlemidir.
Japon dinamizmi, ne Batı’nın proje erekliliklerine ne de değerler sistemine boyun eğer. Batı’da sermayenin ve tekniğin tarihine hız vermiş olan ideoloji ve inançlarla kafasını meşgul etmeyen bir tür mesafe ve işlemsel bir bulaşmamışlıkla uygulamada bulunur. Japonlar teknolojinin büyük oyuncuları olduklarından, teknolojik etkenin (acteur) paradoksunu farkında olmadan desteklerler, tıpkı Diderot’nun oyuncunun paradoksunu desteklemesi gibi: En etkili olmak için mesafe gerekir, bir oyun kuralı gerekir; kendi dehanızın size başka yerden, rolden ya da teknik nesneden gelmesi gerekir (Japon sanayiciler her teknik nesnenin içinde ona özerklik ve özgün bir deha veren gizli bir tanrı olduğunu düşünürler). Teknikle, göstergelerle olduğu gibi özneyi tümden silerek, anlamı tümden eksilterek, dolayısıyla tam bir yapmacıklık içinde oynamak gerekir.
Simgesel ayinler, kapitalizmin organsız bedeni de dahil, her şeyi yutabilir. Yersiz yurtsuzlaşma yok, tekniğin köken ve varlıkla ilişkileri üzerine Heideggerci spekülasyon yok, ruhsal içselleştirme yok. Bu, Batı’ya Batı’nın mevzilerinde meydan okumadır; ama ilerleme ya da diğer akılcı biçimlerle hiç ilgisi olmayan, kendine tekniğin lüksünü sunan bir değerler sisteminin, katıksız yapaylık olarak teknik bir pratiğin stratejisi olan son derece daha etkili bir stratejiyle yapılan bir meydan okumadır. Batı’nın bayağı modernliğinden böylesine farklı bu katıksız strateji, bu soğuk ve özenli performans bizim için bilmecemsi ve anlaşılmaz bir tarzdır. Bu anlamda, Segalen’in söz ettiği kökten egzotizm biçimlerinden biridir bu. Ancak ilkel toplulukların bütün ay insi gücünü kendinde barındırarak, aşırı gelişmiş bir toplumu “etkilediği” ölçüde de şaşırtıcı bir kökten egzotizm.
Bu yamyamca bir biçimdir: Kendine katar, emer, taklit eder, yiyip yutar. Ama Afrika-Brezilya kültürü de yamyamlığın, beyaz ve modem kültürün yenilip yutulmasının ve baştan çıkarıcı biçimin oldukça iyi bir örneğidir. Yamyamlık, aşk da dahil, ötekiyle olan ilişkinin aşın bir biçiminden, kökten bir konukseverlik biçiminden başka bir şey asla değildir.
Bu, ırk sorununun Brezilya’da başka yerlerde olduğundan daha fazla çözümlenmiş olduğu anlamına gelmez; ama burada ırkların karışması ve melezliğin çoğalmasıyla ideolojik ırkçılık güçleşmiştir. Irk çizgileri el çizgileri gibi birbirine girdikçe ırk ayrımı yok olup gitmiştir. Irkçılığın, nesnesinin dağılmasıyla safdışı edilme biçimi, anlam belirsizliği ile her seferinde nesnesini tekrar dirilten ideolojik mücadeleden çok daha incelikli ve etkilidir. Cepheden, akılcı bir yadsıma yoluyla savaşıldığı sürece ırkçılık hiç bitmeyecektir. Irkçılık ancak ırklarla oynayarak ve ırklar arasındaki ironik farklar ile alt edilebilir. Hukuk göstergesi yoluyla farklılıkların yasallaşmasıyla kesinlikle alt edilemez ırkçılık; ama muhtemelen zorlu bir baştan çıkarma ve yiyip yutma oyunuyla alt edilebilir. Bu, Pernambouc Piskoposu’nun öyküsü olduğu kadar, “Benim küçük Fransızım ne kadar da iyiydi”nin öyküsüdür: Onu çok yakışıklı bulurlar, kutsarlar ve yiyip yutarlar. Ona var olma hakkından fazlası, ölme prestiji verilir. Irkçılık, Öteki’nin (farkından çok) çekiciliğine şiddetli ve ani bir tepki ise ancak güçlü bir baştan çıkarma oyunuyla çözümlenebilir.
Birçok başka kültür bizimkinden daha özgün bir durumdadır. Bizim için her şey önceden deşifre edilebilir niteliktedir, olağanüstü çözümleme yollarına sahibiz, ama çözümlenecek durum yok. Kuramsal olarak kendi olaylarımızın hayli ötesinde yaşıyoruz. Bu yüzden, derin bir melankoli içindeyiz. Ötekiler için yazgı parıltısı hâlâ var: Bir şeyler yaşıyorlar, ama kendileri ölü ya da diri olsunlar, bu yazgı onlar için tümüyle çözümlenemez olarak kalıyor. Biz “başka yeri” tükettik. Öteki, daha yabancı kültürler (yıldızların önünde, yazgının önünde) secdeye kapanarak yaşıyorlar, biz (yazgı yokluğundan dolayı) yeis içinde yaşıyoruz. Bize, bizden başka kimseden bir şey gelemez. Bu da bir anlamda mutlak uğursuzluktur.
Sh: 143-149
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar