Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme
Peki, niçin var
terörizm? Toplumsal alanda şiddetli bir ani tepki değil mi terörizm?
1985’te Brüksel’de
Heysel Stadyumu’ndaki olayda düşündürücü olan şey, yalnızca şiddet değildir;
şiddetin, televizyon tarafından dünya çapında bir hal almasının sağlanması ve
böylelikle de kılık değiştirmesidir.
“XX. yüzyılın
sonunda böyle bir barbarlık nasıl mümkündür?” sorusu yanlıştır. Geçmişten gelen bir şiddetin
dirilmesi değildir bu. İlkel şiddet hem daha vecd hali içindedir hem de daha
çok kurban etmeyle ilgilidir. Bizim şiddetimiz, aşırı modernliğimizin ürettiği
şiddet, terördür. Simülakr bir şiddettir bu: Tutkudan çok ekrandan doğar,
görüntülerin doğasıyla aynı yapıdadır. Şiddet, ekranın zihinsel evrende açtığı
oyuk aracılığıyla, kuvve halinde ekranın boşluğundadır. Öyle ki televizyonun
varlığından kaynaklanacak şiddetli bir eylemin yüksek olasılığı göz önüne
alınarak, televizyonun çekim yaptığı halka açık bir yerde bulunmamak yeğdir. Medya her zaman terörist şiddetin ön saflarındadır. Terörist şiddeti
özellikle modern bir biçim haline getiren budur; bu şiddete yüklenmek istenen
politik, sosyolojik, psikolojik “nesnel” nedenlerden çok daha modern bir biçime
dönüştüren de budur; bu nedenlerden hiçbiri terörist şiddete denk değildir.
Böyle bir olayda
dikkat çeken şey, bir anlamda olayın bekleniyor olmasıdır. Olay
gerçekleştiğinde duygulansak ya da alt üst olsak da kaçınılmaz bir senaryo
bekleyişinde hepimiz suç ortağıyız. Şiddet patlamasını önlemek için polisin
hiçbir şey yapmadığı söyleniyor; ama hiçbir polis, bu çeşit bir baş dönmesi ve
terörist modeli bu toplu kışkırtma tarzı karşısında önlem alamaz.
Bu tür bir olay,
örtük şiddetin aniden açık seçik bir hal almasına bağlıdır. Bu, düşman güçlerin
bir çatışması ya da karşıt coşkuların vuruşması değildir; (atıl durumdaki
televizyon seyircilerinin de parçası olduğu) işsiz güçsüz ve ayrışmamış
güçlerin ürünüdür. Hooliganların,*
yalnızca farksızlığın öldürücü bir açık seçiklik kazanmasına dayandığı
için böylesine yankı bulan şiddeti, farksızlığın doruk noktasındaki bir
biçimidir.
* Hooliganlar:
Başlangıçta İngiltere’de görülen, sonra birçok ülkeye yayılan futbol maçları
sırasındaki şiddet olaylarını yaratan çetelere verilen ad.
Bu şiddet bir olay
olmaktan çok, aslında terörizm gibi olay yokluğunun aldığı patlayıcı biçimdir.
Ya da daha çok içte patlayan bir biçimdir: (Şu ya da bu grubun hıncından çok)
politik boşluktur bu, tarihin suskunluğudur (bireylerin psikolojik
bastırılmışlıkları değil). Bu olayda içte patlayan şey herkesin farksızlığı ve
suskunluğudur. Öyleyse toplumsal yaşamımızın akıl almaz bir olayı değildir bu:
Yaşamın boşlukta hızlanış mantığına tamamen uygundur.
Bu olay, rolleri
tersyüz etme girişimi olan başka bir mantığa da bağlıdır: Seyirciler (İngiliz
taraftarlar) oyuncu olurlar. Kahramanların (futbolcuların) yerine geçip
medyanın gözü önünde kendi gösterilerini (itiraf edelim ki bu öbüründen daha
büyüleyicidir) yaratırlar. Modern seyirciden beklenen de bu değil midir?
Ondan oyuncu olması,
seyirci durağanlığını bırakması ve gösteriye müdahale etmesi istenmiyor mu?
Tüm katılım
kültürünün nakaratı bu değil mi? Paradoksal bir biçimde, katılımcı tipteki
modern hiper-toplumsallık, kendine rağmen de olsa, bu tür olaylar içinde
somutlanmış bulunuyor. Ne kadar üzülüyormuş gibi yapılsa da bir rock konserinde
kırılan iki yüz koltuk başarı işaretidir. Katılım nerede bitiyor, katılım
aşırılığı nerede başlıyor?
Gerçekte, katılım
söyleminde itiraf edilmemiş olan şey, iyi katılımın katılım göstergelerinin
başladığı yerde durmasıdır. Ama olaylar her zaman böyle gelişmiyor.
Romalılar, hayvanlar
ve gladyatörlerle, doğrudan sahne üzerinde bu tür gösteriler sunma
açıkyürekliliğine sahiplerdi; biz bu tür olayları kendimize yalnızca
kulislerde, kazara, yasadışı şekilde, bir yandan da ahlâk adına kınayarak
sunuyoruz (ama televizyonda bunları bütün dünyaya yem olarak gösteriyoruz:
Heysel Stadyumu’ndan yapılan birkaç dakikalık televizyon yayını yılın en iyi
görüntüleri arasında yer aldı.) 1984 Los Angeles Olimpiyatları bile, 1936’da
Berlin’de olduğu gibi, üzerinde kuvve halinde bir terörist gösterinin estiği
dev boyutlu bir törene, dünya çapında bir şova dönüştürüldü; dünya çapındaki
spor gösterisinin soğuk savaş stratejisi haline getirilmesi, olimpiyat
ilkesinin tam bir kötüye kullanımı. Spor, ilkesinden bir kez saptırıldı mı, her
tür amaçla kullanılabilir: Prestij gösterisi ya da şiddet gösterisi.
(Caillois’nın sınıflandırmalarına başvurursak) yarışma ve temsil oyunundan sirk
ve baş dönmesi gösterisine geçer. Temsil sistemlerinden simülasyon ve baş
dönmesi sistemlerine geçiş: Toplumumuzun genel eğilimidir bu. Politika da bu
eğilimden kaçamaz.
Heysel trajedisinin
ardında devlet terörizminin bir biçimi var zaten. Devlet terörizmi kendini
yalnızca programlı eylemlerde (CIA, İsrail, İran) açığa vurmakla kalmaz. Kimi
modern devletlerin izlediği politikanın parçası olan daha kötü bir politika,
kendi yurttaşlarını provoke etme politikasını sürdürmenin, nüfusun bütün
kategorilerini neredeyse intiharın eşiğindeki bir duruma itecek kadar
umutsuzluğa düşürmenin bir yolu vardır. Örneğin, Bayan Thatcher “daha
kötü”nün stratejisiyle, madencileri tasfiye etmeyi başardı: Grevciler sonunda
toplumun gözünde saygınlıklarını yitirdiler. İşsiz hooliganlara karşı da
aynı strateji uygulanır. Sanki onlar, Thatcher’ın yurt dışma gönderdiği
komandolardır; elbette onları kınamaktadır, ama hooligonların sergilediği
kabalık Thatcher’ın iktidar uygularken sergilediğinin aynısıdır. Kriz
kandırmacasının ardına sığınarak tüm modern devletler tarafından az ya da çok
sert biçimde sürdürülen bu tasfiye stratejisi, ancak bu tür aşırılıklara yol
açabilir ki bu aşırılıklar devletin hiç de düşman olmadığı bir terörizmin
dolaylı sonuçlarıdır.
Devletler, birbirlerine saldıramadıkları
ya da birbirlerini yok edemedikleri anda, devletin kendi doğal göndermesine
karşı savaşı olan bir tür sivil savaş, iç savaş içinde, neredeyse otomatik
olarak kendi halklarına ya da kendi topraklarına yönelirler (Anlam taşıyan ve temsil eden her göstergenin,
her makamın yazgısı kendi doğal göndermesini ortadan kaldırmak değil midir?)
Bu, her halükârda
politikanın iç yazgısıdır; ve temsil edenler gibi temsil edilenler de bunu,
örtük biçimde olsa da çok iyi bilirler. Hepimiz farkında olmadan Makyavelciyiz;
çünkü temsiliyetin diyalektik bir kurmaca olduğuna dair belirsiz bir bilince
sahibiz; ve bu diyalektik kurmaca, muhtemel ifadesini insanın gönüllü kölelik
içinde kendini yitirmesinde bulan Öteki’nin kaybı istenci ile güç istenci
arasındaki bir ölüm kalım düellosunu gizler: Her
iktidar, Prens’in Hâkimiyeti ve Halkın Kurban Edilişi’ne dayanır.
Dolayısıyla artık ne
temsil edilen halk vardır ne de yasal hükümran. Bu politik görünüm yerini
bundan böyle toplumsal sözleşmenin söz konusu olmadığı bir düelloya, totaliter
biçimde kendine göndermede bulunmayı amaçlayan bir makam ile ironik ya da boyun
eğmeyen, bilinemezci ve çocuksu (artık konuşmuyor, ama gevezelik ediyor) bir
kitle arasındaki trans politik bir düelloya bırakıyor. Kendi organlarını yutan
bedenin hastalık hastası durumudur bu. İktidarların, devletlerin kendi
kentlerini, kendi manzaralarını yok etmeye, kendi özlerini hatta kendi
kendilerini yok etmeye harcadıkları öfke, eskiden düşmana ait olan şeyleri yok
etmeye harcadıkları öfkeyle kıyaslanır ancak.
Özgün bir politik
strateji yokluğunda (belki artık mümkün değil bu), akılcı bir toplum
yönetiminin olanaksızlığı karsısında, devlet toplumsallığı ortadan kaldırıyor.
Artık politik iradeye göre değil; şantaja, caydırmaya, simülasyona, kışkırtmaya
ya da göstermelik özen göstermeye göre işliyor devlet. Devlet, bir sevgisizlik
ve umursamazlık politikası keşfediyor. Her tür resmi politikanın arkasındaki
transpolitikanın gerçekliği budur; toplumsallığın yok olması karşısındaki
hayasız taraftarlık. Hooliganların yaptığı, bu transpolitik durumu uç noktaya
taşımaktır: Katılımı trajik sınırına dek itiyor ve aynı zamanda da şiddet ve
tasfiyeyle şantaj yapıyorlar. Teröristlerin tüm yaptığı budur. Her tür ahlâki
tepkiye karşın bu işlemde bizi büyüleyen de bu modelin son derece güncel
olmasıdır; bu olayların, politik toplum olarak yok oluşumuzun aynası oldukları
gerçeğidir; sözde “politik” olaylar bu yok oluşu umutsuzca kamufle etmeye
çalışırlar.
Bir başka vaka
Heysel’deki olayın devamıdır: Eylül 1987’de Madrid’de Real Madrid-Napoli Avrupa
kupası maçı, uluslararası federasyonun önceki bir maç sırasında Madrid halkının
aşırılıklarına karşı aldığı bir disiplin önlemi uyarınca, gece, hiçbir
seyircinin olmadığı boş bir statta yapılır. Binlerce taraftar stadyumu kuşatır,
ama içeri giremez. Maç baştan sona televizyondan yayımlanmıştır.
Bu tür bir yasaklama
şoven futbol tutkusunu hiçbir zaman yok etmeyecektir; ama buna karşın bu
yasaklama, bağlamından koparılmış “gerçek” olayın boşlukta gerçekleştiği ve
yalnızca uzaktan, televizyon görüntüsü olarak görülür olduğu dünyamızın
terörist hiper-gerçekçiliğini çok iyi gösteriyor. Gelecekteki olaylarımızı
cerrahi olarak önceden bildirme türü: Hiç çıkmayabilecek denli küçük bir olayın
ekran üzerinde azami büyütülmesi. Olayın küçük ayrıntılarını kimse yaşamış
olmayacak, ama herkes görüntüsünü elde etmiş olacak. Bu, katıksız bir olay
haline gelmiştir; her tür doğal göndermenin dışındadır ve ancak sentez
görüntüler buna denk görülebilir.
Bu hayalet maç,
Heysel maçına elbette bağlanabilir; orada da gerçek futbol olayı dramatik bir
şiddet biçimiyle gölgelenmiştir. Seyircinin kurban ya da cani olmak için
seyirci olmayı bıraktığı, sporun terörist eyleme dönüşmek için spor olmayı
bıraktığı bu her zaman olası anlam kaymasından kurtulmak için, bundan böyle
televizyon görüntüsündeki bir olaydan başka şeyle uğraşılmayacağından emin
olmak için, işi fazla uzatmadan seyirci ortadan kaldırılır. Olayın televizyonun
zihinsel ekranı üzerinde kabul edilebilir olması için her tür gönderme ortadan
kaybolmalıdır.
Politika işleri de
bir anlamda boş bir stadyumda (temsiliyetin boş biçimi) cereyan eder, gerçek
seyirci bu stadyumdan kovulmuştur; çünkü aşırı coşkulara kapılmaya
elverişlidir. Bundan böyle buradan yalnızca televizyon görüntülerinin bir
kopyası (imajlar, istatistikler, kamuoyu yoklamaları) yayılır. Politika hâlâ
faaliyette, hatta bizi kendine tutsak etmeyi de sürdürüyor, ama incelikli bir
şekilde; sanki bir Uluslararası Politika Federasyonu belirsiz bir süre için
halkı askıya almış ve maçın nesnel akışını garanti etmek için bu seyirciyi
bütün stadyumlardan kovmuş gibidir. Trans-politika sahnemiz budur: Oyuncuların
geri çekilmiş olduğu kamusal alanın o şeffaf biçimi, coşkuların geri çekilmiş
olduğu bir olayın o katıksız biçimi.
Sh: 81-87
Bütün biçimleriyle
terörizm, kötülüğün trans-politik aynasıdır. Çünkü asıl sorun, tek sorun şudur: O halde kötülük
nereye gitti?
Cevap: Her yere;
çünkü çağdaş kötülük biçimlerinin ana-morfozu* sonsuzdur.
* Görsel sanatlarda bir perspektif tekniği. Bu
teknikle yapılmış resimlere alışılmış görüş açısından bakıldığında, figürler
çarpıtılmış olarak görülür. Ancak özel bir açıdan bakılırsa ya da resim eğik
yüzeyli bir aynaya tutulursa çarpıklık ortadan kalkar ve normal görüntü elde edilir.
Bir başka deyişle, figürler kuvve halinden fiili hale geçerler de diyebiliriz,
Korunma sayesinde,
doğal göndermeleri öldürme sayesinde, şiddetin temizlenmesi sayesinde,
tohumları ve tüm lanetli payları yok etme sayesinde ve olumsuza estetik cerrahi
yaparak bundan böyle yalnızca hesaplı yönetim ve iyilik söylemiyle uğraşmak
isteyen bir toplumda, kötülükten söz etme olanağının kalmadığı bir toplumda,
kötülük yakamızı bırakmayan bütün viral ve terörist biçimlere bürünür
(méta-morphose).
Aforoz etme gücünü,
kötülükten söz etme gücünü yitirdik. Ancak bu güç başka bir yerde yeniden
doğuyor. Örneğin Rushdie (Selman Rüşdi) olayında Humeyni -rehini bizzat Batı’ya muhafaza ettirmesi ve bir anlamda Batı’nın
kendisini toptan rehin durumuna düşürme numarasının ötesinde- hitabetin
simgesel gücü aracılığıyla tüm güç ilişkilerini tersine çevirme olanağını
şaşırtıcı biçimde kanıtlamıştır.
Tamamen olumsuz
politik, askeri ve ekonomik koşullar içinde, Ayetullah’ın bütün dünyaya
karşı maddi gerçekliği olmayan, ama mutlak silah olmaya aday tek bir silahı
vardır: Kötülük ilkesi. İlerleme, akılcılık, politik ahlâk, demokrasi vs. gibi
Batılı değerleri yadsıma. Bütün bu “iyi şeyler” üzerindeki evrensel
uzlaşmayı yadsımak Humeyni’ye kötülüğün enerjisini, dışlanmış olanın şeytani enerjisini,
lanetli payın görkemini veriyor. Bugün tek o söz sahibi, çünkü herkese karşı
Maniheizme* özgü kötülük ilkesini tek o
üstleniyor, kötülükten söz etmeyi ve defetmeyi tek o üstleniyor, terör yoluyla
kötülüğü temsil etmeyi tek o kabul ediyor. Onu azmettiren şeyi biz anlayamayız.
* Mani’cilik ya da
Maniheizm: M.S. III. yy.’da İran’da ortaya çıkan, iyilik ve kötülüğün kesin
karşıtlığına dayanan, sonradan bir din halini alan akım,
Buna karşın hiçbir yerde kötülükten söz etme
olanağının bulunmadığı, en ufak olumsuzluğun sanal uzlaşma tarafından boğulmuş
olduğu Batı karşısında bunun Humeyni’ye verdiği üstünlüğü gözlemleyebiliriz. Politik iktidarlarımız bile, işlevlerinin gölgesinden başka bir şey değil
artık. Çünkü iktidar ötekini, düşmanı, kozu, tehdidi, kötülüğü belirtmenin
simgesel gücüyle var olur yalnızca. Bugün artık iktidar buna sahip değil ve
karşısında iktidarı kötülük olarak belirtebilecek ya da belirtmek isteyen bir
muhalefet de yok artık. Şeytani,
ironik, kavgacı ve çatışmacı enerji açısından çok güçsüz hale geldik; bağnazca
cansız ya da cansızca bağnaz topluluklara dönüştük. Lanetli payı
kendimizde arayıp yalnızca olumlu değerlerin yayılmasına izin vere vere en ufak
virüs saldırısı karşısında ve kuşku yok ki bağışıklık yetersizliği durumunda olmayan
Humeyni’nin saldırısı karşısında acınacak biçimde dayanıksız hale geldik.
Humeyni’ye karşı ileri sürmek üzere elimizde yalnızca, zayıf bir çare olan ve
her halükârda politik bağışıklık yetersizliğinin parçası olan İnsan Hakları
var. Üstelik de İnsan Hakları adına Humeyni’ye “Mutlak Kötü” muamelesi yapmakla
(Mittenand) işin içinden çıktık; yani aydınlanmış bir söylemin kurallarıyla
çelişerek kendimizi Humeyni’nin bedduasına uyarlamakla işin içinden çıktık
(bugün bir deliye “deli” muamelesi yapılıyor mu? Artık bir özürlüye bile
“özürlü” muamelesi yapılmıyor; Kötülükten böylesine korkuyoruz, Öteki’ni,
uğursuzu, indirgenemezi belirtmekten kaçınmak için böylesine örtmecelere
boğuyoruz kendimizi). Kötülüğün dilini tam anlamıyla, zafer edasıyla
konuşabilen birinin, aydınların dilekçelerine rağmen, zayıf Batı kültürlerinde
böyle bir gedik açmasına şaşırmayalım. Bu, yasallığın, vicdani rahatlığın,
hatta aklın bile bedduayla suç ortaklığı etmesindendir. Bu kavramlar, tüm
aforoz kaynaklarını seferber etmekten başka bir şey yapamazlar ve özünde
bulaşıcı olan kötülük ilkesinin tuzağına düşerler.
Kim kazandı?
Humeyni tabii ki. Onu yok etme gücüne
hâlâ sahibiz kuşkusuz, ama simgesel olarak kazanan odur ve simgesel güç
silahların ve paranın gücünden daima üstündür. Bir anlamda, “Öteki Dünya”nın
öcüdür bu. Üçüncü Dünya, Batı’ya asla gerçekten meydan okuyamamıştı. On yıllar
boyunca Batı’ya göre kötülük ilkesinin temsilcisi olmuş SSCB de yavaş yavaş
iyiliğin, olayları ılımlı biçimde yönetmenin tarafına belirgin biçimde geçmiştir
(şaşırtıcı ironi; kimse farkına varmadan beş yıl süresince Afganistan’da Batılı
değerleri savunduktan sonra, Batı ile Tahran Şeytanı arasında aracı olarak
kendini ileri süren de SSCB ’dir.)
(Selman ) Rushdie’ye
ilişkin ölüm hükmüyle başlayan dünya çapındaki büyülenme, etkilenme ve
antipati, uçağın iskeletindeki bir gedik ya da çatlaktan dolayı uçak
kabinindeki basınç dengesinin ani bozulmasına benziyor (Bu tür bir olay kazara
da olsa, daima terörist bir eylemi andırır). İki mekân arasındaki basınç farkı
uyarınca her şey şiddetle dışarıya, boşluğa doğru çekilir. Bunun için iki
dünyayı aynan aşırı ince zarda bir gedik ya da oyuk açmak yeter. Yapay olan ve
yapay olarak korunan bir dünyada (bizimkinde), terörizm ve rehin alma, bu tür
bir gedik açma eylemin âlâsıdır. Kesinlikle ortaçağdaki gibi olmayan ve
ahlâksal ya da dinsel değil de stratejik terimlerle değerlendirilmesi gereken
bugünkü İslam, bütün İslam, (Doğu Bloku ülkeleri de dahil olmak üzere) Batı
sistemini yalnız bırakmaktadır ve zaman zaman tek bir eylem ya da tek bir sözle
bu sistemde gedikler açmakta ve tüm değerlerimiz bu gedikten boşluğa
düşmektedir. İslam Batı dünyası üzerinde devrimci baskı uygulamıyor, Batı’yı İslam’a
kazandırma ya da fethetme riskine girmiyor: Karşısına hiçbir şey çıkaramadığımız bu
kötülük ilkesi kapsamında; bu viral saldırıyla ve soluduğumuz havanın
(değerlerin) ani basınç dengesi bozulmasının (bizim) korunaklı dünyamız için
oluşturduğu sürekli tehlike olan, iki ortam arasındaki basınç farkının
oluşturduğu bu sanal felaket temelinde, Batı’yı istikrarsızlaştırmakla
yetiniyor. Batı dünyamızdaki her tür yarık ve aralıktan şimdiye dek bir hayli
oksijenin dışarı sızmış olduğu doğrudur. Oksijen maskelerimizi çıkarmamamız
yararımıza olur.
Tüm söylenmek
istenenlerin tersine, Humeyni’nin stratejisi şaşırtıcı biçimde moderndir. Bizimkinden çok
daha moderndir, çünkü modern bir bağlamın içine arkaik öğelerin bir fetva, bir
ölüm fermanı, bir beddua gibi şeylerin kurnazca şırıngalanmasına dayanır.
Batılı dünyamız dayanıklı olsaydı, bunun anlamı bile olmazdı. Tersine, bütün
sistemimiz boğazına kadar bu strateji içindedir ve onun yankı bulmasına hizmet
eder: Aşırı iletken olarak bu virüse hizmet etmektedir. Bunun anlamı nedir?
Yine Öteki Dünya’nın öcü söz konusudur: Dünyanın geri kalanına yeterince tohum,
hastalık, salgın ve ideoloji taşıdık, bunların karşısında onlar savunmasızdı,
olayların ironik tersyüz oluşuyla bugün alçak ve küçük bir arkaik mikrop
karşısında savunmasız olan sanki biziz.
Rehinin kendisi
mikroplu hale geliyor. Alain Bosquet son kitabında (Le Métier d’otage/ Rehinlik
Mesleği) Batı dünyasının o yolu boşluğa döndürülmüş kesiminin, kuşkusuz kendi
gözünde küçük düştüğünden, ama özellikle de sahip olduğu her şey ülkesi ve
hemşerileri, zorlama edilgenlikleri, her zamanki korkaklıkları özünde alçaltıcı
ve sapma kadar gereksiz olan pazarlık yüzünden toptan küçük düşmüş olduğundan,
nasıl artık kendi evine geri dönemediğini, dönmek de istemediğini gösteriyor.
Pazarlığın ötesinde, her rehin alma olayı bütün olarak toplulukların, en ufak
üyesinin karşısında bile inkâr edilemeyecek korkaklığının kanıtı haline gelir.
Topluluğun bu umursamazlığının karşılığı her bireyin topluluğa karşı
umursamazlığıdır: Batı’da böyle (kötü) işgörüyoruz ve rehin stratejisinin
acımasızca açığa çıkardığı şey de politik sefalettir. Tek bir bireyi
istikrarsızlaştırarak bütün bir sistem istikrarsızlaştırılır. Bu yüzden rehin,
taraftarlarının kendisini iki arada bir derede kahraman yapıvermiş ve üstüne
üstlük hemencecik de yok edivermiş olmalarını bağışlayamaz.
Biz ne Humeyni’nin
aklından geçenleri ne de Müslümanların yüreğini okuyabiliriz. Yapabileceğimiz
şey, her şeyi dinsel bağnazlığa yükleyen zayıf düşünceden kurtulmaktır. Ancak,
aynen uzlaşma gibi, şişirmece bir yapının tüm özelliklerini alan bir anma töreni
için, Fransız Devrimi’nin anısından tam da Terör’ü silmeye çalıştığımız anda,
bu simgesel şiddetin meydan okumasına karşılık vermek için gerekli donanıma
sahip olmamamızdan endişe duyuyorum. Kendi tarihimizden şiddeti silmeyi tercih
ediyorsak, bu yeni şiddet karşısında ne yapabiliriz?
Kötülüğü dile
getirmeyi bilmiyoruz artık.
Bildiğimiz tek şey,
insan Hakları söylemini bağıra bağıra tekrarlamak; dindar, zayıf, gereksiz,
ikiyüzlü, iyiliğin doğal çekimine olan aydınlıkçı inanca ve insan ilişkilerinin
idealliğine dayanan bir söylem (oysa kötülüğe kötülükle karşılık vermekten
başka çıkar yol yoktur).
Üstelik bu İyilik,
bu ideal değer her zaman koruyucu, zavallılaştıran, olumsuz ve tepkisel biçimde
kavranmıştır. Bu, kötülüğün en aza indirgenişi, şiddetten korunma ve
güvenliktir. İyi niyetin alçakgönüllülük gösteren ve çökertici gücüdür bu; ve
bu güç dünyada olsa olsa doğruluk hayal eder ve kötülük eğrisini, kötülüğün
akıllılığını göz önünde bulundurmaya yanaşmaz.
Söz, bir bireyin
“özgür” ifadesi olarak anlaşılıyorsa, “söz hakkı” vardır. Söz düello, suç
ortağı, çatışan, baştan çıkarıcı biçim olarak anlaşılıyorsa, o zaman hak
kavramının artık hiçbir anlamı yoktur.
Arzulama hakkı,
bilinçdışı hakkı, haz hakkı diye bir şey var mı?
Saçma. Hak
terimleriyle konuşulduğunda cinsel özgürleşme de gülünç olur. İnsan Hakları
anıldığında devrimimizi “kutlamak” da gülünç olur.
“Yaşama hakkı” tüm
dindar ruhları titretir, öyle ki sonunda ölme hakkı olmaya varır ve tüm
bunların saçmalığı da burada açığa çıkar. Çünkü sonuçta ölmek ya da yaşamak
(mutlu ya da mutsuz) bir yazgı, bir kaçınılmazlıktır, yoksa bir hak değildir.
Neden erkek ya da
kadın olma “hakkı” istenmesin? Neden Aslan ya da Kova ya da Yengeç olma hakkı
istenmesin?
Peki böyle bir hak
varsa, erkek ya da kadın olmak ne demektir?
Heyecan verici olan
şey, yaşamın sizi erkek ya da kadın yapmış olması ve sizin de kabullenmenizdir.
Bu simgesel bir oyunun kuralıdır ve bu kuralı ihlal etmenin hiçbir anlamı
yoktur. Satranç atını düz çizgi üzerinde ilerletme hakkı isteyebilirim, ama bunun
ne anlamı olabilir?
Bu tür işlerde hak
aptalca bir şeydir.
Çalışma hakkı:
Acımasız bir ironiyle işler bu noktaya vardı.
İşsizlik hakkı!
Grev hakkı!
Bu şeylerdeki
gerçeküstücü mizahı kimse fark bile etmiyor artık. Bununla birlikte bu
karamizahın açığa çıktığı vesileler de var; örneğin, kendisini bağışlatmak için
çırpman bütün o insan hakları birliklerine karşı infaz hakkı isteyen ölüm
mahkûmunun durumu gibi. Burada mesele ilginçleşiyor. Böylelikle haklar
üstesinde beklenmedik değişkenler ortaya çıkıyor; Her zaman kurban olmanın
ardından İsrailliler kendi halkları karşısında katil olmayı bir tür hak olarak
istiyorlar. Sonunda kendine yasal suçluluk lüksünü sunabilmeli insan!
Çemobil,
Ermenistan’daki deprem ve atom denizaltısının batması ile birlikte SSCB’nin
insan hakları yolunda dev (Helsinki ya da başka bir yerdekinden hayli daha
büyük) bir adım attığına kuşku yok: Felaket hakkı. Esas temel hak; kaza hakkı,
suç hakkı, yanlışlık yapabilme hakkı, kötülük hakkı ve en kötü olma hakkıdır,
yoksa yalnızca en iyi olma hakkı değil: Mutluluk hakkından çok daha fazla, sizi
adına yaraşır bir insan yapan budur işte.
Hak, karşı konulmaz
biçimde bu uğursuz eğimi izler ve böylece bir şey kendiliğinden iyi gittiğinde
her tür hak gereksiz hale gelir; ve eğer hak talebi dayatılıyorsa, istenen şey
kaybedilmiş demektir: Su, hava, yer hakkı tüm bu öğelerin adım adım yok
olduğunun teyit edilmesidir. Cevap hakkı diyalog yokluğunu gösterir, vs.
Sömürü ve kıtlık
topluluklarında görüldüğü gibi, bireyin yabancılaşmış, kendi varlığından yoksun
bırakılmış, kendine yabancı bir varlık değil de, postmodern formülüyle,
göndermesi kendisi olan ve kendi kendisiyle rekabet eden bir varlık olduğu
andan itibaren, birey haklarının anlamı kalmaz. Böyle bir bağlamda insan
hakları tamamen yetersiz ve yanıltıcı hale gelir; esnek, hareketli, değişken
geometrili birey artık bir hak sahibi, bir özne değil, bir taktik uzmanı ve
kendi varoluşunun reklamcısıdır; artık herhangi bir hukuksal makama değil,
yalnızca kendi işinin ya da performansının niteliğine başvurur.
Buna karşın İnsan
Hakları’nın dünya çapında güncellik kazanması da günümüzde oluyor. Bugünlerde
kullanılabilecek tek ideoloji bu. İdeolojinin sıfır noktası, tüm tarihin
indirimli satışı âdeta. İnsan hakları ile ekoloji, uzlaşmanın iki kolay beslenme
kaynağıdır. Gezegenimizin güncel anayasası Yeni Politik Ekoloji’dir.
Tehlike altında
olmakla birlikte, bu yüzyılın sonunu uzlaşmanın bütün fenerleriyle aydınlatmayı
vaat eden başyapıt olan İnsan Hakları’nın kutsanmasında, budalalığın
önlenemeyen tırmanışını mı görmek gerekiyor?
Sh:88-95
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık
Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları
İstanbul
Betimlenen tüm
olaylar ikili fizik ve matematik bir tanıya bağlıdır. Fiziksel açıdan,
dengesizlik halindeki bir insanlık sistemi içinde bir çeşit devasa geçiş
aşamasıyla uğraşmaktayız. Bu geçiş aşaması, fiziksel sistemler için olduğu
kadar bizim için de büyük ölçüde gizemli olmayı sürdürüyor; ama bu felaketli
evrim kendi başına ne yararlı ne de zararlıdır, sözcüğün gerçek anlamında
felaketlidir yalnızca.
Bu kaotik sapmanın,
başlangıçtaki veriler karşısındaki bu hiper-duyarlılığın prototipi olan şey,
enerjinin yazgısıdır. Kültürümüz tersinmez bir enerji özgürleşmesi sürecinin
geliştiğini gördü. Önceki bütün kültürler dünyayla tersine çevrilebilir bir
anlaşmaya, enerji bileşenlerinin de katıldığı dengeli bir düzenlemeye bağlıydı,
asla bir enerji özgürleşmesi ilkesine değil. Enerji “serbestleştirilecek” ilk
şeydir ve sonraki tüm özgürlükler bu modele göre düzenlenecektir. İnsan da
enerji kaynağı olarak serbest bırakılmıştır ve böylelikle de tarihin ve tarihin
hızlanışının devindirici gücü haline gelmiştir.
Enerji modernliğin
tüm sanayi ve teknik düşlerini besleyen, fantastik bir yansıtma türüdür; insan
anlayışını da bir irade dinamiğine indirgeyen odur. Bununla birlikte, hortum,
kaos ve felaket olaylarına ilişkin en yeni modern fizik buluşları sayesinde
herhangi bir akışın, herhangi bir doğrusal sürecin, hızlandırıldığında felaket
eğrisine benzer tuhaf bir eğrilik edindiğini biliyoruz.
Yolumuzu gözleyen
felaket, kaynakların tükenmesi felaketi değildir. Tüm biçimleriyle enerji
giderek artacaktır, en azından sonrasında bizi artık insan olarak
ilgilendirmeyecek bir zaman vadesi çerçevesinde artacaktır. Nükleer enerji
tükenmez denir; Güneş enerjisi, gelgitlerin, büyük doğal akışların, hatta doğal
felaketlerin, depremlerin ya da volkanların enerjisi tükenmeyecektir (teknik
imgeleme güvenebiliriz). Buna karşılık dramatik olan şey, dengesizliğin
dinamiğidir; enerji sisteminin çok kısa vadede öldürücü bir düzensizleşme
yaratabilecek şekilde zıvanadan çıkmasıdır. Nükleer enerjinin serbest
bırakılmasının birkaç parlak örneği şimdiden var elimizde (Hiroşima ve
Çemobil); ama viral ya da radyoaktif, her zincirleme tepki potansiyel olarak
felakettir. Tam bir salgından bizi hiçbir şey korumuyor; atom santrallarını
çevreleyen şeyler bile. Enerji aracılığıyla dünyayı dönüştürme sistemi, bütün
olarak, enerjinin; özüne denk düşen viral ve salgınlı bir evreye girebilir;
önce olumlu sonuçlar doğuran bir harcama, bir düşüş, bir diferansiyel, bir
dengesizlik, minyatür bir felaket halindeyken, kendi devinimi tarafından
aşıldığında global bir felaket boyutu alabilir.
Enerji sonuçlar
doğuran bir neden gibi düşünülebilir; ama kendini üreten, böylelikle de her tür
nedenselliğe boyun eğmeye son vermiş bir sonuç gibi de düşünülebilir. Enerjinin
paradoksu, birbirlerinden neredeyse bağımsız biçimde hem nedenlere ilişkin hem
de sonuçlara ilişkin bir devrim olması ve yalnızca nedenlerin birbirine
bağlandığı bir yere değil, sonuçların da zincirinden boşaldığı bir yere
dönüşmesidir.
Enerji aşırı-ışıma
evresine giriyor. Dünyayı dönüştürme sistemi bütünüyle aşırı-ışıma evresine
giriyor. Enerji, maddesel ve üretici değişken iken, kendiyle beslenen baş
döndürücü bir süreç haline geliyor (onu yitirme tehlikesinin olmamasının nedeni
de zaten bu).
New York kentini ele
alalım. Bir gün önce öyle enerji harcanmıştır ki her şeyin ertesi gün yeniden
başlaması bir mucizedir. Bu, akılcı bir enerji yitimi ilkesi olmadığının, New
York gibi bir megapolün işleyişinin termodinamiğin ikinci yasasına ters
düştüğünün, kendi gürültüsünden, kendi artıklarından, kendi karbon gazından
beslendiğinin düşünülmesi dışında açıklanamaz; bu bir tür ikame mucizesi
yoluyla, enerji harcamasından doğan enerjidir. Bir enerji sisteminin yalnızca
niceliksel verilerini ölçen uzmanlar enerjinin, kendi tüketiminden doğan
benzersiz enerji kaynağını azımsıyorlar. New York’ta bu harcama tamamen bir
gösteriye dönüşmüştür, kendi görüntüsüyle voltajı artırılmıştır. Jarry’nin
cinsel etkinlikle ilgili olarak betimlediği (Le Surmâle / Aşırı Erkek)
enerjinin bu aşırı-ışıması, zihinsel ya da mekanik enerji için de geçerlidir:
Trans-Sibirya’nın ardından Sibirya’yı da geçen deküpletin üzerinde kimi
bisikletçiler ölür, ama pedal çevirmeye devam ederler. Kadavralara özgü sertlik
kadavralara özgü devingenliğe dönüşür, ölü durmadan pedal çevirir, hatta
cansızlaştıkça hızlanır. Ölümün cansızlığı enerjiyi son derece artırır.
Bu, Mandeville’in
Arılar Masalı’na benzer: Bir topluluğun enerjisi, zenginliği ve
parıltısı kusurlarından, kötülüklerinden, aşırılık ve zayıflıklarından gelir. Ekonomi
postulatının ters anlamı: Eğer bir şey harcanmış ise önce onun üretilmiş olması
gerekir. Bu doğru değildir. Enerji ve zenginlik ne kadar harcanırsa o kadar
artar. Felaketin enerjisidir bu ve hiçbir ekonomik ölçüm bunun hesabını
tutamaz. Zihinsel süreçlere ait belli bir kendinden geçme biçimi bugün maddi
süreçlerde yeniden görülüyor. Tüm bunlar eşdeğerlik terimleriyle anlaşılmaz;
ancak tersine çevrilebilirlik ve aşırılık terimleriyle anlaşılabilir.
Böylece New
Yorklular enerjiyi insanlık açısından düşünülemez bir çevreden, kokuşmuş
havadan, hızdan, panikten, soluk alınamayan koşullardan alıyorlar. Uyuşturucu
ve bunun yol açtığı tüm çılgınca etkinliklerin bile şehrin canlılık ve
gayrisafi metabolizma oranına dâhil olması muhtemeldir. Her şey bu orana dâhil;
en pis işler de, en saygın işler de. Tam bir zincirleme tepki. Her tür normal
işleyiş düşüncesi yok oldu. XVIII. yüzyılda söylendiği gibi, bütün varlıklar
fesat içindeler; yaşama gerekliliğinin iyiden iyiye uzağına düşen ve daha çok
gerçekdışı bir hayatta kalma saplantısına, herkesi ele geçiren ve kendi
öfkesinden beslenen o soğuk hayatta kalma tutkusuna bağlı olan aynı taşkınlık
ve aynı dramatik aşın uyarılmaya el birliğiyle katılıyorlar.
New Yorkluları bu
saçıp savurmadan, bu savurganlıktan, bu insanlık-dışı ritimden vazgeçirmek
ikili bir yanlışlık olur. Birincisi, normal bir insan için tüketici olabilecek
faaliyetlerini tüketici bulmuyorlar; tersine bu anormal enerjiden
besleniyorlar. İkincisi, eğer hızlarını keserler veya enerjilerinden tasarruf
ederlerse aşağılanırlar. Bilinçli ya da bilinçsiz oyuncuları oldukları, dünyada
eşi benzeri olmayan kentsel bir ölçüsüzlüğü ve devingenliği sağlayan kolektif
yüksek yaşam düzeylerinde bir zayıflama olur bu.
İnsan türünün maruz
kaldığı tehlikeler, eksiklikten kaynaklanan tehlikeler (doğal kaynakların
tükenmesi, çevrenin tahrip olması, vs.) olmaktan çok aşırılıktan kaynaklanan
tehlikelerdir: Enerjinin zıvanadan çıkması, denetlenemeyen zincirleme tepki,
çılgın özerkleşme. Bu ayrım başattır; çünkü eksiklikten kaynaklanan
tehlikelere, ancak günümüzde kabul edilmiş olan Yeni Ekoloji Politik’le
(Uluslararası insan soyu haklarının parçasıdır bu) cevap verilebilir; ama bu
diğer içkin mantığa, doğayla kumar oynayan bu hızlanmaya kesinlikle hiçbir şey
karşı koyamaz. Bir yandan ekolojik çevremizdeki dengenin yeniden sağlanması ve
enerjinin yeniden dengelenmesi mümkünken, öte yandan kesinlikle “denge-dışı”
bir devinimle karşı karşıyayız. İlk durumda etik ilkeler, yani yalnızca hayatta
kalma biçiminde de olsa, maddi süreci aşan bir ereklilik işin içine giriyor olabilir,
ama öte yanda tek erekliliği sınırsız bir hızla çoğalma olan süreç her
aşkınlığı emer ve bütün failleri yutar. Böylelikle gezegene özgü tam bir
şizofreni içinde, bir yanda her tür ekolojik önlemin, dünyayı iyi kullanma ve
dünyayla ideal etkileşim stratejisinin geliştiği görülürken aynı zamanda da
yıkım ve dizginsiz performans girişimlerinin hızla çoğaldığı görülür. Zaten
çoğunlukla aynı insanlar aynı anda her ikisine de katılırlar.
Hem zaten ilk
devinimin yönü (Ekolojik ortak yaşam yoluyla türün kurtarılması) görece olarak
daha açık gözüküyor, ama diğerinin gizli yönelimi hakkında ne biliyoruz?
Bu hızlanmanın, bu
dış-merkezli devinimin bir sonu olmalı, insan türünün bir yazgısı olmalı,
dünyayla denge ve etkileşim ilişkisinden çok daha karmaşık ve muğlak başka bir
simgesel ilişki olmalı. Yine yaşamsal, ama bütünlüklü bir tehlike içeren bir
yönelim yok mu?
Varacağımız yer
buysa, kuralını bilmediğimiz bir tür Büyük Oyun içinde tekniğin ve enerjilerin
öngörülemeyen bir sona doğru bu acele gidişine karşı ekolojinin akılcı
tanrısallıklarının hiçbir şey yapamayacakları apaçık ortadadır.
Güvenlik, denetim,
suç veya hastalık önleme tedbirlerinin içerdiği sapkın etkilerden bile
korunamıyoruz. Toplumsal, tıbbi, ekonomik ve politik tüm alanlardaki korunmanın hangi
tehlikeli aşırılıklara yol açabileceği biliniliyor: En yüksek güvenlik adına
âtıl (endémique) bir terörün, bir denetim saplantısının yerleşmesi çoğunlukla
felaketin salgın tehdidi kadar tehlikelidir. Bir şey kesin: İlk verilerin karmaşıklığı,
tüm sonuçların potansiyel olarak tersine çevrilebilirlikleri hiçbir akılcı
müdahale biçimine ilişkin olarak kendimizi aldatmamamızı sağlıyor. Oyuncuların
bireysel ve kolektif iradesinin böylesine uzağından geçen bir süreç karşısında
kabul edilebilecek tek şey, her tür iyi ve kötü ayrımının (dolayısıyla bu
durumda teknolojik gelişmenin doğru ölçüsünü bulma olanağının) akılcı
modelimizin yalnızca çok sınırlı bir çerçevede değer taşıdığıdır. Etik bir
düşünce ve pratik bir karar bu sınırlar içinde olanaklıdır; bu sınırın ötesinde
kendi başlattığımız ve bundan böyle doğal bir felaketin acımasızlığıyla bizsiz
gelişen bütün süreç düzeyinde -neyse ki ya da ne yazık ki- iyilikle kötülüğün
ayrılmazlığı, yani biri olmadan diğerini uygulamanın olanaksızlığı hüküm sürer. Bu, tam olarak
lanetli pay teoremidir; ve bu olmalı mı diye sormak yersizdir, bu
böyledir, bunu tanımazlıktan gelmek de en büyük yanılgıya düşmek olur. Bu
durum, yaşamımızın etik, ekolojik ve ekonomik alanında yapılabilecek olanları
bozmaz; ancak yapılabileceklerin etkisini, yazgı alanı olan simgesel düzeyde
tamamen göreceli kılar.
Sh: 106-111
Kesintisiz olumluluk
üretiminin korkunç bir sonucu vardır. Çünkü olumsuzluk kriz ve eleştiriye
gebeyse, abartılı olumluluk da homeopatik dozlarda kriz ve eleştiriyi süzme
yeteneksizliğiyle felakete gebedir. Tohumlarını, basillerini, parazitlerini,
biyolojik düşmanlarını kovalayan ve eleyen her biyolojik bedenin metastaz ve
kanser tehlikesiyle, yani kendi hücrelerini yutan bir olumluluk ya da bundan
böyle işsiz kalan kendi antikorlarınca yutulma tehlikesiyle karşı karşıya
olması gibi, kendi olumsuz öğelerini kovalayan, kovan, defeden her yapı da tam
bir tersinmenin getireceği felaket tehlikesine maruz kalır.
Kendi lanetli yanını temizleyen her şey kendi ölümünü imzalar. Lanetli pay
teoremi böyledir.
Lanetli payın
enerjisi ile lanetli payın şiddeti, kötülük ilkesinin ifadesidir. Uzlaşmanın
şeffaflığı koşullarında kötülüğün geçirimsizliği vardır. Kötülüğün
direngenliği, saplantısı, indirgenemezliği ve ters enerjisi her yerde iş
başındadır: Şeylerin düzensizliğinde, viral saldırıda, süreçlerin hızlanmasında,
kaotik sonuçlarında, nedenlerin ötesine geçilmesinde, aşırılıkta ve paradoksta,
kökten yabancılıkta, tuhaf cazibelerde, olayların eklemlenmemiş
bağlantılarında.
Kötülük ilkesi
ahlâki değildir; bir dengesizlik ve baş dönmesi ilkesi, bir karmaşıklık ve
acayiplik ilkesi, bir baştan çıkarma ilkesi, bir aykırılık, uyuşmazlık ve
indirgenemezlik ilkesidir. Bir ölüm ilkesi değildir, tam tersine, yaşamsal bir
kopma ilkesidir. Kötülük ilkesi bizi cennetten mahrum bıraktığından bu yana,
kötülük bir bilme ilkesidir. Madem cennetten bilme suçuyla kovulduk, hiç
olmazsa bundan tam yararlanalım. Lanetli payı geri almaya yönelik her tür
girişim, kötülük ilkesini geri almak için her girişim olsa olsa sahte cennetler
kurabilir, uzlaşmanın sahte cennetlerini; gerçek birer ölüm ilkesidir bunlar.
Çağdaş sistemleri
felaketlerinde, başarısızlıklarında, çözümsüzlüklerinde olduğu kadar, çok
başarılı olma ve kendi işleyişlerinin esrikliğinde kendilerini kaybetme
biçimlerinde de çözümlemek, lanetli pay teorem ve denklemini her yerde tekrar
ortaya çıkarmak, yok edilemez simgesel gücünü her yerde doğrulamaktır.
Kötülük ilkesinden
yana olmak her şeyde yalnızca eleştirel olmak değil, suçla ilgili bir yargıda
bulunmaktır. Bu yargı liberal (bizimki gibi!) de olsa, her toplumda hâlâ
kamusal alanda telaffuz edilemez bir yargı olmayı sürdürüyor. İnsanlık-dışı
olandan ya da kötülük ilkesinden yana olan her tavır, bütün değer sistemlerince
reddedilmiştir (kötülük ilkesi derken değerler, hak, iktidar, gerçeklik vb.
üzerine birkaç acımasız gerçekliğin yalın önermesini anlıyorum yalnızca). Bu
açıdan Doğu, Batı, Güney ya da Kuzey arasında hiçbir fark yoktur. Camdan bir
duvar kadar geçirimsiz ve billursu olan ve çağdaş ahlâk ya da ahlâksızlıktaki
hiçbir ilerlemenin bir şey değiştiremediği bu hoşgörüsüzlüğün sona erdiğini
görme şansı da hiç yoktur.
Dünya olumlu
duygular, saf duygusallıklar, kuralcı kibirlilikler ve dalkavukluklarla öyle
dolu ki burada ironi, karamizah ve kötülüğün öznel enerjisi her zaman daha
zayıf kalıyor. Ruhun biraz olumsuz her tür devinimi olayların akışı içinde
yeniden yasa-dışına düşecektir. En ufak zihinsel ima şimdiden anlaşılmaz hale
geliyor. Yakında hangisi olursa olsun, herhangi bir çekinceyi dile getirmek
olanaksız hale gelecektir.
Ne mutlu ki muzip
deha nesnelere geçti: Kötülüğün nesnel enerjisidir bu. Kendi yolunu açan şeye
ne denirse densin, lanetli pay ya da tuhaf cazibeler, yazgı ya da başlangıçtaki
verilere duyusal bağlılık bu fiili tırmanmadan, bu kat sayılı yörüngeden,
ölçüsüz sonuçların bu gerçek patafiziğinden kaçamayacağız. Sistemlerimizdeki
dış-merkezlilik engellenemez. Hegel’in dediği gibi, “ölmüş olanın
kendi kendine hareket eden yaşamı içinde”, dolu dolu yaşıyoruz. Bazı sınırların
ötesinde neden-sonuç ilişkisi kalmadı; artık yalnızca sonuçtan sonuca giden
viral ilişkiler var, sistem de bütünüyle durgunluk içinde deviniyor. Bu fiili
tırmanışın, ölümün bu yırtıcılığının ve çevikliğinin oluşumu, lanetli payın
modem öyküsüdür. Söz konusu olan bunu açıklamak değil, bu oluşumun gerçek
zamandaki aynası olma gerekliliğidir. Özgürleşmenin hızını çoktan aşmış olan
olayların hızını aşmak gerekiyor. Uyumsuzluğun, anomalinin, felaketin
söylenmesi gerekiyor, soykırımla ve eş-süremli olarak kimi gizemli kurallarla
ilişkide olan tüm bu aşırı olayların yaşamsallığının dile getirilmesi
gerekiyor.
Kötülük lanetli
pay gibidir; kendini harcayarak yeniden üretir. İyilikle kötülüğün
ayrılmazlığının metafizik açıdan ahlâkdışı olabilmesi gibi bu da ekonomi
açısından ahlâkdışıdır.
Akla zor kullanmadır
bu; ama şeyleri kendi hedeflerinin ötesine, başka nihai koşullara hangileri?
Aşırı bir bağımlılık içinde gönderen bu şiddetin, bu öngörülemez artışın
yaşamsallığını kabul etmek gerekiyor.
Her özgürleşme iyilikle kötülüğü eşit olarak etkiler, gelenekleri ve
zihinleri özgürleştirir, ama cinayetleri ve felaketleri de serbest bırakır.
Hukukun ve zevkin özgürleşmesi kaçınılmaz olarak cinayetin özgürleşmesini
getirir (Marquis de Sade bunu iyi anlamıştı, bu yüzden de hiç bağışlanmadı).
SSCB ’de Perestroika
politikasına etnik ve politik taleplerin yanı sıra kaza ve doğal felaketlerdeki
artış da eşlik etmektedir (önceki cinayet ve kazaların yeniden keşfedilmesi de
buna dahil). İnsan haklarının yayılması ve liberalleşme bir tür kendiliğinden
terörizm doğuruyor. Tüm bunlar sözde eskiden de varmış, ama sansürlüymüş
(Stalinci düzene yönelik en derin yakınmalardan biri bunca kanlı, sansür
edilmiş, böylelikle de gelecek nesillerin politik bilinçdışı olmaları dışında
yararlanılamayan olaylardan bizi yoksun bırakmış olmasıdır. İşledikleri
suçların ağız sulandıran kanlı biçimlerini dondurmuş, buzlandırmış olmalarıdır.
Bu, yine neredeyse kusursuz bir cinayet olan Nazilerin katliamı gibi, evrensel
haberleşme yasasına karşı gelmektir).
Ama burada sansürün
kalkmasından daha fazla bir şey vardır: Cinayetler, suçluluk, felaketler yapay
ışığa üşüşen sinekler gibi (neden asla doğal bir ışığa üşüşmezler?)
Glastnost’un ekranına üşüşüyorlar. Bu felaketli artıkdeğer, bir hayranlığın,
doğanın gerçek neşesinin sonucu olduğu gibi politik koşullar uygun olur olmaz
tekniğin içinden gelen bir huzursuzluk çıkarma eğiliminin de sonucudur. Uzun
süre buzdolabında saklanan cinayetler ve felaketler neşe içinde ve resmi olarak
sahneye çıkıyorlar. Bunlar sonuçta özgürlüğün ve dünyanın doğal düzensizliğinin
öylesine hakiki göstergeleri ki olmasalardı icat edilmeleri gerekirdi.
İyilik ve
kötülüğün bu bütünlüğü bizi aşıyor, ama bu bütünlüğü kabullenmeliyiz. Nesneleri
kavramanın bu temel kural dışında hiçbir yolu yok. İyiliği ya da kötülüğü
yüceltmek içki bu ikisini birbirinden ayırmak saçmadır (Bu, kötülüğe
kötülükle cevap verme yanlılarını da suçlu çıkarır; çünkü sonunda onlar da
iyilik yapacaklardır).
Buradaki hiçbir
olayı öngöremeyiz. Olaylar çoktan meydana gelmiştir ya da görüş alanımıza yeni
girmektedir. Yapabildiğimiz tek şey, bu olaylardan bazılarının oyuna getirilmek
inceliğine sahip olacaklarını umarak, bir biçimde bir projektör yöneltmek ve bu
sanal dünyanın üzerindeki teleskobik açılımı korumaktır. Kuram yalnızca şu
olabilir: Gerçekliğin oyuna gelecek denli saf olacağı umuduyla kurulmuş bir
tuzak.
Önemli olan,
projektörü doğru yöne çevirmektir. Ama doğru yönün nerede olduğunu bilmiyoruz.
Gökyüzünü araştırmak gerekiyor. Çoğu zaman, öyle uzak, metafizik açısından öyle
uzak olaylar söz konusu ki ekranlarda yalnızca hafif bir ışıma etkisi
uyandırıyorlar. Bunları bir fotoğraf gibi tabetmek ve büyütmek gerekiyor. Olaylara
bir anlam bulmak için değil; çünkü bunlar logogram [sözcük ifade eden
işaret ] değil hologramlardır. * Bu olaylar bir yıldızın sabit tayfından
ya da kırmızının değişkenlerinden fazla açıklanamaz.
* Mercek
kullanmaksızın oluşturulan üçboyutlu görüntü,
Bu acayip olayları
yakalamak için kuramın kendisini yeniden tuhaf bir şey haline getirmek gerekir:
Kuram, ya kusursuz bir cinayet ya da tuhaf bir cazibe olmalıdır.
Sh: 112-116
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık
Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları
İstanbul
İnsanlar akıllı makineler yaratıyor ya da düşlüyorlarsa gizliden gizliye
kendi akıllarından umut kestiklerinden ya da dehşet verici ve gereksiz bir
aklın ağırlığı altında ezildiklerindendir: O zaman bu akılla oynayabilmek ve
onunla eğlenebilmek için aklı makinelere hapsederler. İktidarı
politikacılara bırakmanın bize her tür iktidar isteğine gülme olanağı tanıması
gibi bu aklı makinelere emanet etmek de bizi her tür bilme iddiasından
kurtarır.
İnsanlar özgün ve dâhi
makineler düşlüyorlarsa, kendi özgünlüklerinden umut kestikleri ya da bundan
vazgeçip üçüncü şahıs olan makineler aracılığıyla bu özgünlükten yararlanmayı
yeğledikleri içindir. Çünkü bu makinelerin sunduğu şey düşüncenin gösterisidir;
insanlar da makineleri kullanarak kendilerini düşüncenin kendisinden çok
düşüncenin gösterisine verirler.
Makinelere sanal
denmesi boşuna değildir; düşünceyi eksiksiz bir bilginin ortaya çıkmasına bağlı
belirsiz bir kararsızlık içinde tutarlar. Burada düşünce eylemi, sürekli olarak
ertelenir. Hatta artık düşüncenin lafı bile geçmez; tıpkı gelecek nesiller için
özgürlük lafının geçmeyeceği gibi: Bu nesiller, boşluktalarmış gibi kendilerini
koltuklarına bağlayarak yaşayıp gideceklerdir. Aynı şekilde Yapay Akıl
İnsanları da kendi zihin alanlarından, bilgisayarları karşısında oturarak
geçeceklerdir. Bilgisayarı önünde kımıldamadan duran Sanal İnsan, ekran
aracılığıyla sevişir, derslerini de tele-konferansla yapar. O bir hareket
özürlüsü haline gelmiştir; kuşkusuz zihinsel olarak da özürlüdür. İnsanın
işlemsel hale gelmesinin bedeli budur. Gözlüklerin ve kontakt lenslerin,
görmeyen bir türün ayrılmaz protezine dönüşeceğini ileri sürebiliriz; tıpkı
bunun gibi, yapay aklın ve bu akim teknik dayanaklarının da artık düşünceye
sahip olmayan bir türün protezi olmasından endişe duyabiliriz.
Yapay akıl akılsızdır, çünkü yapaylığı yoktur. Hakiki yapaylık
tutkudaki acının, baştan çıkarmadaki göstergenin, jestlerdeki anlam
belirsizliğinin, dil sürçmesinin, yüzdeki maskenin, anlamı başkalaştıran
çizginin yapaylığıdır; böyle olması nedeniyle de bu yapaylığa zihin belirtisi
denir. Bu akıllı makineler, en acınacak yapaylıktadır; dil, cinsellik ve bilgi
işlemlerini en yalın öğelerine ayrıştırmak, modeller uyarınca yeni bir sentez
haline getirmek için dijitalleştirmek zorunda olduklarından yapaydırlar. Bir
programın ya da potansiyel bir nesnenin tüm olasılıklarını kuvve halinde
üretebilirler. Oysa yapaylığın, gerçekliği üreten şeyle hiçbir ilgisi yoktur;
gerçekliği başkalaştıran şeyle ilgisi vardır. Yapaylık, yanılsamanın gücüdür.
Bu makinelerde hesabın basitliği vardır ve sundukları oyunlar ise yer
değiştirme ve olasılıklar sunma oyunlarıdır yalnızca. Bu nedenle sanal
(virtuel) olarak var olmakla kalmazlar, erdemlidirler (vertueux)de. Çünkü kendi
konulan bile onları yenemez, kendi bilgileri bile onları baştan çıkaramaz.
Erdemlerini meydana getiren şey, şeffaflıkları, işlevsellikleri, tutku ve
yapaylıktan yoksun olmalarıdır. Yapay akıl, bekâr bir makinedir.
İnsanın işleyişini
makinelerinkinden, en akıllı makinelerin k inden bile her zaman ayıracak olan
şey iş görme sarhoşluğudur, zevktir. Zevk sahibi makineler üretmek; neyse ki bu
hâlâ insan gücünün ötesinde olan bir şey! Her tür protez insanın zevk almasına
yardımcı olabilir; ama insan, kendi yerine zevk alacak bir protez icat edemez.
İnsan kendinden daha iyi çalışan, “düşünen” ya da yer değiştiren protezler icat
edebilse ile insanın aldığı zevkin, insan olma zevkinin teknik ya da medyatik
bir protezi yoktur. Böyle bir şeyin olması için makinelerin insan hakkında bir
fikirleri olması, insanı icat edebilmeleri gerekirdi; ama makinelerin artık
yapabileceği bir şey yok, onları icat eden insandır. Bu yüzden, makineler
makineliklerini hiçbir zaman aşamayacakken insan mevcut durumunu aşabilir.
Makinelerin her zaman karanlık bir arzusu olduğunu düşündürtebilecek kaza ya da
yok olma durumu hariç, en akıllı makineler makineden başka bir şey değildir.
İnsanları kendi tanımlarından uzaklaştırarak sonlarına yakınlaştıran zevki ya
da acıyı meydana getiren işleyişteki o ironik fazlalık, o aşırı işleyiş
makinelerde yoktur. Ne yazık ki bir makine asla kendi işlemini aşamaz;
bilgisayarların derin hüznünü açıklayan budur belki... Tüm makineler
bekârdır!
(Bununla birlikte bu
yakınlarda görülen elektronik virüs akını dikkate değer bir anormallik
arzediyor: Makineler sapkın etkiler, ironik ve heyecan verici türden
beklenmedik olaylar yaratmaktan muzip bir zevk alıyorlar sanki. Yapay akıl bu
viral patoloji içinde kendisiyle dalga geçiyor ve böylece de bir tür hakiki
aklın ilk adımını atıyor olabilir.)
Makinenin bekârlığı,
Tele-kompüter İnsan’ın bekârlığını da beraberinde getirir. İnsanın,
bilgisayarın ya da wordprocessor’ inin önünde beyninin ve aklının gösterisini
kendi kendine sunması gibi pembe Miniteli * önünde de kendine fantezilerinin ve
potansiyel bir hazzm gösterisini sunar.
* Minitel: Fransa'da
telefon şebekesi aracılığıyla evlere kadar uzanan mini bilgisayarlardan oluşan
iletişim ağı. “Pembe Minitel” ise bu ağın “cinsel hizmetler” veren parçası
Haz ya da akıl; her
iki durumda da Tele-kompüter İnsan bunları makinesiyle ara yüzeye kovar
[exorciser: “Cinleri kovma” gibi]. Öteki, muhatap asla gerçekten hedeflenen şey
değildir: Ekrandan geçiş aynadan geçişi anımsatır; hedeflenen şey, arayüzey
olarak ekranın kendisidir. İnteraktif ekran ilişki sürecini aynı olanlar
arasındaki yer değiştirme sürecine dönüştürür. Arayüzey’in sırrı Öteki’nin
potansiyel olarak aynı olmasıdır; ötekiliğe makine tarafından gizlice el
konulmuştur. Böylelikle, gerçeğe en yakın iletişim senaryosu, Minitel
kullanıcılarının ekran karşısından telefon konuşmasına geçmeleri ve sonra da
yüz yüze gelmeleridir; peki soma ne yapılır? Eh, “telefonlaşılır” tabii ve
ardından tekrar Minitel’in başına geçilir; nihayetinde Minitel çok daha
erotiktir, çünkü hem gizemli hem şeffaftır; yaşamın önünde duran ekranın ve
elektronik bir metnin yakınlığı dışında başka bir yakınlık olmadığından
katıksız bir iletişim biçimidir bu, tensel zevk gölgelerinin gezindiğini
görebileceğimiz yeni Platon mağarasıdır. İletişim kurmak bu kadar kolayken
biriyle konuşmak niye?
Eskiden aynanın,
ikiye bölünmenin ve sahnenin, ötekiliğin ve yabancılaşmanın düşselliğinde
yaşıyorduk. Bugün ekranın, ara yüzeyin ve iki katma çıkmanın, benzerliğin ve
bir iletişim ağı oluşturmanın düşselliğinde yaşıyoruz. Tüm makinelerimiz ekran
haline geldi ve insanların interaktivitesi de ekranların interaktivitesi haline
geldi. Ekranda yazılan şeylerin hiçbiri derinlemesine çözülmek için değildir;
anlam aniden tepki gösterdiğinde, temsil kutupları kısa devre yaptığında,
anında keşfedilmek içindir bunlar.
Bir ekranı okumak
bakışla söz konusu olan şeyden tamamen farklıdır. Gözün bitmek bilmeyen bir
kırık çizgi uyarınca dolaştığı dijital [dokunsal, sayısal] bir keşiftir bu.
İletişimde muhatap olunan kişiyle, enformasyonda bilgiyle kurulan ilişki aynı
niteliktedir: Dokunsal (tactile) ve keşfettirici. Yeni bilgisayarlardaki ya da
hatta telefondaki ses, dokunsal, boş ve işlevsel bir sestir. Bu tam olarak bir
ses değildir artık; tıpkı ekran için bakışın söz konusu olmaması gibi. Tüm
duyarlılık paradigması değişti. Bu dokunsallık, dokunmanın organik anlamı
değildir; gözle görüntünün yüzeydeki bitişikliğini, bakıştaki estetik mesafenin
sonunu belirtir yalnızca. Ekranın yüzeyine sonsuzca yaklaşıyoruz, gözlerimiz
görüntülerin içine serpiştirilmiş gibi. Seyirciyle sahne arasında mesafe
kalmadı, bütün teatral uzlaşmalar yok oldu. Bu düşsel ekran komasına böyle
kolay giriyorsak eğer, ekran, doldurmamız istenen sürekli bir boşluk halinde
belirdiğindendir: Görüntülerin yakınlığı, görüntülerin izdihamı, görüntülerin
dokunsal pornografisi. Buna karşın bu görüntü hep ışık yılı uzaktadır. Hep bir
tele-görüntüdür. Çok özel bir mesafeye yerleştirilmiştir; bu yüzden bedenin
aşamayacağı mesafe olarak tanımlanabilir ancak. Dilin, sahnenin ve aynanın mesafesi
beden tarafından aşılabilir niteliktedir; böyle olduğundan bu mesafe insani
kalır ve değişime [mübadeleye] olanak tanır. Ekran ise sanaldır; yani aşılamaz.
Yalnızca bu soyut, kesinlikle soyut bir biçim olan iletişime olanak tanımasının
nedeni budur.
İletişim alanı
içinde sözcükler, jestler ve bakışlar sürekli yan yana olmalarına karşın
birbirlerine asla değmezler. Çünkü ne bu mesafe ne de bu yakınlık, bedenin
etrafını çevreleyen şeye olan mesafe ve yakınlığın aynısıdır. Görüntülerimizin
ekranı, interaktif ekran ve telematik ekran hem çok yakın hem çok uzaktır:
Hakiki olmak için (bir sahnenin heyecan verici yoğunluğuna sahip olmak için)
çok yakın, sahte olmak için (yapayın suç ortağı olacak bir mesafeye sahip olmak
için) çok uzaktır. Bu ekranlar, bu biçimde, artık tam anlamıyla insani olmayan
bir boyut, uzanım kutupsuzlaşmasına ve beden şekillerinin birbirinden
farksızlaşmasına uygun düşen dışmerkezli bir boyut yaratırlar.
Bilgisayarlarımızın
ekranıyla beynimizin zihinsel ekranının iç içe geçtiği, yakınla uzağın, içle
dışın, nesneyle öznenin aynı sarmal içindeki bu bitişikliğini belirtmek için
Möbius topolojisinden daha iyisi yoktur. Enformasyon ve iletişim de en sestvari
bir halkalanma içinde; özneyle nesnenin, içle dışın, soruyla yanıtın, olayla görüntünün
vb. yüzeysel ayrımsızlığı içinde, bu Möbius modeline göre, birbirleri etrafında
sürekli dönerler. Bu biçim, matematikteki sonsuz işaretinin döngüsel
taklididir.
“Sanal”
makinelerimizle ilişkimiz için de aynı şey geçerlidir. Nasıl ki aygıt Tele-kompüter
İnsan’a tahsis edilmişse, insan da aygıta tahsis edilmiştir; her ikisi de
birbirine dolanır ve birbiri tarafından kırılmaya uğratılır. Makine, insan ne
istiyorsa onu yapar; ama buna karşılık insan, makinenin yapmaya programlandığı
şeyi gerçekleştirir yalnızca. İnsan sanallık işlemcisidir ve izlediği
yol da görünürde bilgilenme ya da iletmedir; nasıl ki oyuncu oyunun tüm
imkânlarını tüketmeyi hedefler ise insan da gerçekte bir programın tüm
imkânlarını araştırır. Örneğin fotoğraf makinesi kullanımında
bu imkânlar, dünyayı kendi görüşüne göre “düşünen” öznenin imkânları değil,
objektifin imkânlarını kullanan nesnenin imkânlarıdır. Bu açıdan fotoğraf
makinesi her isteği başkalaştıran, her niyeti silen ve yalnızca fotoğraf
çekmeye ilişkin katıksız refleksin hafifçe belli olmasına olanak veren bir
makinedir. Bakışın kendisi bile ortadan kaybolmuştur; çünkü nesnenin ve
dolayısıyla görüşteki ani değişmenin suç ortağı olan objektif, bakışın yerine
geçmiştir. Büyülü olan şey, öznenin kara kutuya kapanması ve öznenin bakışının
yerine makinenin kişisiz bakışının geçmesidir. Aynada kendi düşselliğiyle
oynayan öznedir. Objektifte ve genel olarak ekranlarda ise tüm medyatik ve
tele-kompüter tekniklerin lehine kendini “kuvve olarak” teslim eden şey
nesnedir.
Günümüzde tüm
görüntülerin olanaklı olmasının nedeni budur. Her bireyin genetik formülü
uyarınca değişebilmesi gibi (tek hedef bu genetik kodun tüm sanallıklarının
tüketilmesine yöneliktir; bu da yapay aklın temel özelliklerinden biri
olacaktır) her şeyin bilgiişlem haline getirilebilmesinin, dijital işlem içinde
yer değiştirebilir olmasının nedeni budur. Daha somut olarak bu, bundan böyle
teknik bir görüntü içinde ya da bir ekran üzerinde yansıyıp kırılmayan hiçbir
eylem ve olay; fotoğraflanmış, filme alınmış, kaydedilmiş olmayı arzular olmayan, bu bellekte
toplanmayı ve burada sonsuza dek çoğaltılabilir olmayı istemeyen hiçbir eylem
olmadığı anlamına gelir. Ölümden sonraki kalıcı sonsuzlukta değil; yapay
belleklerde dal budak salmanın geçici sonsuzluğunda, sanal bir sonsuzlukta
kendini aşmayı istemeyen bir hareket yoktur artık. Sanal atılım, tüm
ekranlarda ve tüm programların göbeğinde kuvve olarak var olma atılımıdır ve
bu, büyülü bir talebe dönüşmektedir. Kara kutu sarhoşluğu budur.
Tüm bunların içinde
özgürlük nerede?
Özgürlük hiçbir
yerdedir. Seçim yok, nihai karar yok. Bilgisayar ağları, ekran, enformasyon ve
iletişim alanındaki her karar seri, kısmi, parçalı ve fraktaldır. Fotoğrafçının,
Tele-kompüter İnsan’ın ya da en sıradan televizyon seyirciliğimizin tarzını
meydana getiren şey, yalnızca kısmi kararların art arda gelişi, kısmi
nesnelerin ve sekansların oluşturduğu mikroskobik seridir. Tüm bu davranışların
yapısı nicelikseldir; tek tek kararlardan oluşan rastlantısal bir bütündür. Tüm
bunların yarattığı hayranlık da o kara kutunun verdiği sarhoşluktan,
özgürlüğümüze son veren o belirsizlikten gelir.
İnsan mıyım, makine
mi?
Bu antropolojik
sorunun yanıtı yok artık. Bu bir anlamda, en yeni teknolojilerin ve makinelerin
gizlice ele geçirdiği antropolojinin sonudur. Makine ağlarının kusursuzluğundan
doğmuş olan belirsizlik; tıpkı cinsel belirsizliğin (Erkek miyim, kadın mı,
cinsiyet ayrımı nerede?) bilinçdışı ve beden tekniklerinin çok
karmaşıklaşmasından doğmuş olması gibi; tıpkı nesnenin durumu konusundaki bilimsel
belirsizliğin, mikrobilimlerdeki analizin çok karmaşıklaşmasından doğmuş olması
gibi.
İnsan mıyım, makine
mi?
Geleneksel
makinelerle ilişkide anlaşılmaz bir şey yoktur. İşçi bir biçimde makineye hep
yabancıdır, yani makine tarafından yabancılaştırılmıştır. Yabancılaşmış insan
olmanın getirdiği önemli niteliğini korur. Oysa ki yeni teknolojiler, yeni
makineler, yeni görüntüler, interaktif ekranlar beni hiç yabancılaştırmıyor.
Bunlar benimle birlikte entegre bir devre oluşturuyor. Video, televizyon, kompüter,
Minitel; bunlar kontakt lensler gibi, bedene, âdeta genetik parçası olacak
kadar entegre olmuş şeffaf protezlerdir; P. K. Dick’in, bedene doğuştan
yerleştirilen ve biyolojik alarm sinyali olarak işgören küçük bir reklam aleti
olan ünlü “papula”sı ya da kalp pilleri gibidir bunlar. Bilgisayar ağı ve
ekranlarla, gönüllü olsun olmasın, tüm ilişkilerimiz aynı niteliktedir:
Köleleştirilmiş (yabancılaştırılmış değil) bir yapmın, entegre bir devrenin
ilişkisidir. Burada insan ya da makine olma niteliğine ilişkin karar verilemez.
Yapay aklın
olağanüstü başarısı bizi gerçek akıldan kurtarıyor olmasından, düşüncenin
işlemsel sürecini aşırı büyüterek bizi düşüncenin belirsizliğinden ve dünyayla
arasındaki çözümsüz bilmeceden kurtarıyor olmasından gelmiyor mu?
Tüm bu
teknolojilerin başarısı, kurtarıcı işlevlerinden ve ezeli özgürlük sorununun
artık ortaya bile atılamaz olmasından kaynaklanmıyor mu? Ne rahatlık! Sanal
makineler geldi, sorun bitti! Artık siz ne öznesiniz ne nesne, ne özgürsünüz ne
yabancılaşmış, ne o ne bu: Birbirinizin yerine geçmenin verdiği hayranlık
içinde aynısınız. Ötekiliğin cehenneminden aynılığın esrikliğine, ötekiliğin arafından
özdeşliğin yapay cennetine geçildi. Kimileri bunun daha beter bir kölelik
olduğunu söyleyecek, ama Tele-kompüter İnsan kendi iradesi olmadığından köle
olmayı bilmeyecek. İnsanın insanı yabancılaştırması yok artık, insanın makine
tarafından homeostazı * var bundan böyle.
Sh: 57-65
* Homeostaz: Biyolojik
sistemlerin, yaşam için en uygun koşullara uyum sağlarken dengelerini
korumalarını sağlayan kendi kendini düzenleme süreci,
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık
Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları
İstanbul
Trans-politik
biçim olarak terörizmin, patolojik biçim olarak AIDS ve kanserin, genel anlamda
cinsellik ve estetik biçimi olarak Trans-seksüelliğin ve travestiliğin aynı
zamanda ortaya çıktığını görüyoruz. Günümüzde sadece bu biçimler büyüleyicidir.
Cinsel özgürleşme, politik tartışma, organik hastalıklar ve hatta konvansiyonel
savaş artık kimsenin ilgisini çekmiyor (savaş konusunda sevindirici bu: Kimseyi
ilgilendirmeyeceği için birçok savaş da gerçekleşmiş olmayacak). Hakiki fanteziler
başka yerde. Bunlar, temeldeki bir işleyiş bozukluğundan ve bu bozukluğun sonucundan
kaynaklanan üç biçimin içindeler: Terörizm, kanser, travestilik. Bunların her biri
politik, cinsel ya da genetik oyundaki bir şiddetlenmeye, aynı zamanda da
sırasıyla politika, cinsellik ve gen kodlarındaki bir yetersizlik ve çöküntüye
denk düşmektedir.
Bunların hepsi
viral, büyüleyici, farksız ve görüntülerin zehirleyici gücüyle çoğalmış
biçimlerdir; çünkü günümüzde medyanın viral bir gücü vardır ve
zehirleyicilikleri de bulaşıcıdır. Bedenlerin ve zihinlerin sinyal ve
görüntülerle yayıldığı bir kültürün içindeyiz; ve bu kültürün en güzel
sonuçları yaratmış olması gibi en öldürücü virüsleri de yaratmasına niçin
şaşıralım? Bedenlerin nükleerleştirilmesi Hiroşima’da başladı, ama kitle
iletişim araçlarının, görüntülerin, göstergelerin, programların ve iletişim
ağlarının yayılmasıyla belli bir çevrede bedenler sürekli ve ardı arkası
kesilmez biçimde nükleerleştirilmektedir.
Bu tür vakitsiz ve
kıtalararası “aşırı-iletken” olaylar bombardımanının artık devletleri,
bireyleri ve kurumlan değil; cinsellik, para, haberleşme ve iletişim gibi
bütünlüklü çapraz (geçişli) yapıları ilgilendirmesi açısından şanslıyız
aslında.
AIDS, iflas,
elektronik virüsler ve terörizm birbirlerinin yerine geçebilir şeyler değildir;
ama bir tür aile oluştururlar. AIDS, bir
anlamda cinsel değerlerin iflasıdır, tıpkı Wall Street iflasında
bilgisayarların “zehirleyici” bir rol oynaması gibi. Ama bilgisayarlara
da virüs bulaştığından bilgi işlemsel değerlerin iflasının da eli kulağındadır.
Salgın yalnızca her bir sistemin içinde etkin olmakla kalmayıp bir sistemden
diğerine de etkili olur. Bütün bu eğilimler, bir felaket senaryosu etrafında
dönmektedir. Bu düzensizleşmenin işaretleri uzun zamandır ortadaydı elbette:
Salgın hale gelmeden önce var olan AIDS, bir öncül oluşturmuş 1929 örneğiyle ve
hep mevcut tehlikesiyle iflas, şimdiden yirmi yıllık tarihe sahip elektronik
korsanlıklar ve kazalar. Ama belli bir çevrede sürekli var olan tüm bu
biçimlerin birbirine bağlanması ve çok hızla gelişen bir anomali haline
neredeyse eşsüremli geçişleri, ilginç bir durum yaratıyor. Ama halkın bilinci
üzerindeki etkilerinin kaçınılmaz biçimde aynı olduğu söylenemez: AIDS gerçek
bir felaket olarak yaşanabiliyor, oysa iflas daha çok bir felaket oyunu gibi
görünüyor; elektronik virüse gelince, bunun feci sonuçları olabilir; ama
gülünüp geçilen ironik bir hali de yok değil ve bilgisayarların üstüne çullanan
ani salgın, haklı bir neşeyle (profesyoneller hariç) karşılanabiliyor.
Diğer etkenler de
aynı sonuca katkıda bulunuyor. Sanat, her yerde sahteye, kopyaya,
simülasyona ve aynı anda da paranın radyasyonuna maruz kalan bir bedenin hakiki
metastazı olan sanat pazarındaki çılgın açık artırmaya tutsak oluyor. Terörizmi ele
alalım. İçinde bulunduğumuz, radyasyona maruz kalmış (Tam olarak neye?
Mutluluğun, güvenliğin, enformasyon ve iletişimin aşırı ışımasına mı? Simgesel
çekirdeklerin, temel kuralların, toplumsal sözleşmelerin parçalanmasına mı? Who
knows? Metinde İngilizce: “kim bilir?”) toplumlarda terörizmin zincirleme
tepkisine AIDS’in, mali yağmacıların, bilgisayar korsanlarının zincirleme
tepkisinden daha fazla benzeyen hiçbir şey yoktur artık. Terörizmin
bulaşıcılığı ve büyüleyiciliği de tüm bu olaylarınki kadar anlaşılmazdır. Bir
bilgisayar program yapımcısı programa bir “soft bomba” yerleştirerek
programı yok etmeyi baskı aracı olarak kullandığında, yaptığı şey, programı ve
programın tüm işlemlerini rehin almaktan başka nedir? Yağmacılar,
şirketlerin borsada batmaları ya da çıkmaları üzerine spekülasyon yaparlarken,
şirketleri rehin almaktan başka ne yapmaktadırlar? Bütün bu uygulamalar
terörizm modeline göre faaliyet göstermektedir (hisse senetleri ve tablolar
gibi rehinlerin de rayici belirlenmiş bir değeri vardır); ancak terörizmi
pekâlâ AIDS, elektronik virüs ya da borsadaki halka açık satın alma teklifleri
modeline göre de yorumlayabilirdik: Birinin diğeri üzerinde bir ayrıcalığı
yoktur, hepsi aynı türden olaylardır (Kısa süre önce yapılan bir açıklama: AIDS
hakkında bilgiler içeren bir disket piyasaya sürülür ve disket de
bilgisayarları tahrip eden bir virüs taşımaktadır).
Bu bir bilimkurgu
mu?
Neredeyse öyle.
Enformasyon ve iletişimde iletinin değeri, ileti görüntüden görüntüye ve
ekrandan ekrana geçtiğinden, aynı zamanda katıksız dolaşımın değeridir de. Bu
yeni merkezkaç değerden (borsa, sanat pazarı, yağmacılar) sanki bir gösteriymiş
gibi hepimiz zevk alıyoruz. Sanki bu, sermayenin bir an için
güzelleşmesiymiş, sermayenin estetik çılgınlığıymış gibi zevk alıyoruz hepimiz.
Bu sistemin gizli patolojisinden, o güzelim makinelere girip bunları bozan
virüslerden de zevk alıyoruz. Oysa
gerçekte virüsler sistemlerimizdeki aşırı mantık tutarlılığının bir parçasıdır;
bu mantığın tüm yollarından geçiyor ve hatta yeni yollar açıyorlar (elektronik
virüsler, elektronik ağların bile öngörmediği köşe bucakları keşfediyorlar).
Elektronik virüsler dünya çapında enformasyonun ölümcül şeffaflığının
ifadesidir.
AIDS bütün insan grupları ölçeğinde cinselliğin ölümcül şeffaflığının
ifadesidir.
Borsa iflasları üretimin ve değişimin özgürleşmesinin de temeli olan
değerlerin başdöndürücü dolaşımının ifadesidir.
Bir kez “özgürleşen” tüm süreçler, bu süreçlerin prototipi olan nükleer
aşırı-kaynaşma benzeri bir aşırı-kaynaşmaya girerler. Olaylar zincirinin bu
aşırı-kaynaşması, çağımızın tek çekici yanı değildir.
Bunların
öngörülemeyen olaylar olması da bundan daha az çekici değildir. Her halükârda,
herhangi bir öngörü insana yalanlama isteği verir. Olaylar, bazen bu yalanlama
işini üstlenir. Örneğin, fazlasıyla öngörülmüş kimi olaylar vardır ki bunlar
olmayabilir; bu olaylar habersiz ortaya çıkanların tersidir. Beklenmedik
gelişmeler üzerine, konjonktürel sürprizler üzerine bahse girmek gerekir,
olayların bu dil sürçmesi (witz) üzerine... Kaybetseniz bile en azından bu
nesnel olasılıklar budalalığına meydan okumuş olma zevkini tatmış olursunuz.
Ortak kalıtımsal mirasın parçası olan yaşamsal işlevdir bu. Hem zaten yegâne
gerçek zihinsel işlevdir; çelişki, alay, tersini söyleme, eksikliğin keşfi ve
tersine çevrilebilirlikle ilgili olan, yasaya ve gerçekliğe her zaman karşı
çıkacak işlevdir bu. Bugün entelektüellerin söyleyecek hiçbir sözü olmaması da
bu ironik işlevi ellerinden kaçırdıkları içindir; çünkü entelektüeller
kendilerini ahlâki, politik ya da felsefi bilinç alanıyla sınırlı tutuyorlar,
oysa ki oyunun kuralı değişti ve tüm ironi, tüm kökten eleştiri rastlantısalın,
zehirliliğin, felaketin, kazara ya da sistemli ani dönüşün tarafına geçti;
oyunun yeni kuralı, bugün her şeye egemen olan ve yoğun bir entelektüel zevkin
(kuşkusuz manevi bir zevkin de) kaynağı olan kesinlikten yoksunluk ilkesidir.
Örneğin bilgisayarlardaki virüs etkisi: Bu tür bir olay karşısında içimizin
sevinçten titremesi felaketten alınan sapkın zevk ya da kötülüğe olan
eğilimimiz yüzünden değildir; ortaya çıkışı insanda daima bir coşku uyandıran
yazgısal olan burada yüzeye çıktığı için sevinç duyarız.
Mukadderat, bir
şeyin ortaya çıkışının ve yok oluşunun gerisinde aynı belirtinin var olmasıdır, bir yıldızın (astre)
felaketin (désastre) peşine takıldığı andır veya bilgisayar virüsleri örneğinde
olduğu gibi bir sistemin genişleme mantığının o sistemin tahrip edilmesini
buyurmasıdır. Mukadderat, kazanın tersidir. Kaza sistemin kenarındadır, mukadderat ise
sistemin can damarındadır (ama mukadderat her zaman felaket değildir,
öngörülemeyen şeyden coşku duyulabilir de). Demek, bu şeytanca ilkeyi
istatistiki evrenimizi değiştiren küçük anormalliklerde ve hatta küçük
düzensizliklerde, çok küçük dozlarda bile olsa buluyor olmamız gözardı edilmemelidir.
Olayların bu
sürçmesini [dil sürçmesi gibi] her defasında tahmin edebilir miyiz? Tabii ki
hayır. Ama, tam da zaten, apaçıklık asla kesin değildir. Karşı çıkılamaz olayım
diye direttikçe hakikat bile inanılırlığını yitirir, bilim dayanaksız kalır. Yani
istatistiksel hakikatin her zaman yalanlanabilir olduğunu ileri sürmek akademik
bir varsayım değildir. Toplumun kurnaz dehasının en nadide kısmından
kaynaklanan bir umuttur bu.
Eskiden kitlelerin sessizliğinden söz ediliyordu. Bu sessizlik, geçmiş kuşakların
uğraştıkları olaydı. Günümüzde kitleleri harekete geçiren şey, kopma değil,
bulaşmadır. Kitleler karmakarışık fantezileriyle kamuoyu yoklamalarına ve
tahminlere mikrop bulaştırıyor. Belirleyici olan artık çekimserlikleri ya da
sessizlikleri değil (bu henüz nihilist bir görüştü); şimdi önemli olan,
belirsizlik çarklarını kullanmalarıdır. Geçmişte kitlelerin gönüllü
köleliklerinden mükemmel biçimde yararlanılırken, bundan böyle gönülsüz
belirsizliklerinden yararlanılıyor. Bu şu demektir; kitlelerle ilgilenen
uzmanların ve onları etkilediklerini sanan hilebazların haberi olmadan,
kitleler politikanın sanal olarak öldüğünü, ama oynasınlar diye kendilerine
verilen yeni oyunun, borsa dalgalanmaları kadar heyecan verici olduğunu
biliyorlar. Bu oyunda kitleler izleyicilerle, karizma ve saygınlık oranlarıyla,
görüntülerin rayiciyle dama taşıyla oynar gibi katlanılmaz bir hafiflikle
oynarlar. Kitleleri olasılıklar hesabına canlı canlı kurban etmek için kasıtlı
olarak moralleri bozuldu, ideolojisizleştirildiler; ama günümüzde tüm
görüntüleri istikrarsızlaştıranlar ve politikanın hakikatiyle alay edenler
kitlelerdir. Kendilerine ne öğretildiyse ona oynuyorlar; istatistik ve görüntü
borsasına spekülasyon yaparak tıpkı bir spekülasyoncu ahlâksızlığıyla oyun
oynuyorlar. Aptalca kesinlik ve rakamların acımasız bayağılığı karşısında,
kitleler, sosyoloji alanındaki belirsizlik ilkesini sınırlarda
canlandırıyorlar. İktidar sistemi, istatistiki düzeni elinden geldiğince
örgütlerken (ve günümüzde toplumsal düzen istatistiki bir düzendir), kitleler
gizliden gizliye istatistik! düzensizliği gözetiyorlar.
Bu viral, şeytani,
ironik ve tersine çevrilebilir düzenlemeden beklenmedik bir sonuç, dil
sürçmesine benzer bir olay umulabilir.
Bu toplum bundan böyle yalnızca kesin olmayan, aydınlatılması mümkün
olmayan olaylar yaratmaktadır. Eskiden bir olay gerçekleşmek için vardı,
günümüzde ise gerçekleştirilmesi tasarlanan şeydir. Yani olay artık medyatik
biçimlerin travestisi gibi sanal bir yapay ürün olarak ortaya çıkıyor.
Amerika’nın bütün
bilimsel ve askeri bilgisiyar ağını beş saat boyu kırıp geçiren bilgisayar
virüsü belki de yalnızca bir sınamaydı (Virilio), bizzat Amerikan gizli askeri
servislerinin bir deneyiydi. Üretilmiş ve simüle edilmiş bir olay. Yani ya
virüslerin yadsınamaz zehirliliğini kanıtlayan gerçek bir kazadır, ya da
günümüzde en iyi stratejinin hesaplı istikrarsızlık ve aldatmaca olduğunu
kanıtlayan tam bir simülasyon.
Meselenin özü ne?
Deneysel bir
simülasyon varsayımı doğru olsa bile, bu durum, sürecin denetim altında
olduğunu asla garanti etmez. Test-virüsü yıkıcı bir virüse dönüşebilir.
Zincirleme tepkileri kimse denetleyemiyor. Bu durumda, simüle edilmiş bir
kazayla değil de bir simülasyon kazasıyla karşı karşıyayız. Ayrıca herhangi bir
kaza ya da doğal felaket terörist eylem olarak üstlenilebileceği gibi, böyle
bir eylem de kaza ya da doğal felaket olarak kabul edilebilir. Varsayımların
sonu yok.
Bu nedenle tüm sistem toptan teröristtir. Çünkü asıl terör, şiddet ya da
kaza terörü değil, belirsizlik ve caydırma terörüdür. Vaktiyle bir soygun
simülasyonu yapmış olan bir grup, gerçek silahlı soygun yapandan daha ağır bir
cezaya çarptırılmıştı: Gerçeklik ilkesinin ihlali gerçek saldırıdan daha ciddi
bir saldırıdır.
Buradan ortaya çıkan
şey dev bir belirsizliktir; işlemsel canlılığın merkezindeki dev bir
belirsizliktir. Bu tür bir panik durumunu önceden gören yine bilim oldu:
Deneysel arayüzey içinde öznenin ve nesnenin karşılıklı konumlarını
yitirmeleri, nesnenin ve bilginin nesnel gerçekliği karşısındaki bu kesin belirsizlik
durumunu yaratır. Bilimin kendisi de garip çekim güçlerinin etkisi altına
girmişe benziyor. Ama ekonominin durumu da böyledir; ekonominin canlanışı bu
alanda hüküm süren mutlak öngörülemezliğe bağlıdır. Enformasyon tekniklerinin
ani gelişmesi de böyledir; bu gelişme, burada dolaşan bilginin karar
verilemezliğine bağlıdır.
Tüm bu tekniklerin
gerçek dünyanın aktif bir parçası olup olmadığı son derece kuşkuludur. Tekniğin
ve bilimin amacı, bizi her tür hakikat ve gerçeklik ilkesinin ötesindeki,
mutlak olarak gerçekdışı bir dünyayla yüz yüze getirmektir daha çok. Çağdaş devrim, belirsizliğin devrimidir.
Bunu kabullenmeye
yanaşmıyoruz. İşin paradoksal yanı, ilaha fazla enformasyon ve daha fazla
iletişimle bu belirsizlikten kurtulacağımızı umuyoruz, oysa böyle yapmakla
belirsizlik ilkesini daha vahim hale getiriyoruz. Heyecan vericidir ileri
kaçış: Tekniklerin ve sapkın etkilerinin, insanın ve klonlarının Möbius şeridi
üzerindeki koşusu daha yeni başlıyor.
Sh: 42-49
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler
Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci
basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul
Heidegger’e ilişkin
boş tartışmanın kendine özgü bir felsefi anlamı yoktur. Bu tartışma, yalnızca,
kendine yeni bir enerji bulamadığından saplantılı biçimde kökenlerine,
göndermelerinin katıksızlığına geri dönen ve yüzyılın başındaki ilk sahnesini
bu yüzyıl sonunda acıyla yeniden yaşayan bir düşünce zayıflığının günümüzdeki
belirtisi niteliğindedir. Daha genel olarak Heidegger vakası yüzyıllık bilanço
vakti geldiğinde bu toplumu saran kolektif canlanmanın belirtisidir: Faşizme,
nazizme, soykırıma duyulan ilginin yeniden canlanışı; burada da ilk tarihsel
sahneyi yeniden öğretme, kadavraları aklama ve hesapları temize çıkarma
eğilimi, aynı zamanda da şiddetin kaynaklarına dönüşün sapkın büyüleyiciliği ve
kötülüğün tarihsel gerçeğine ilişkin kolektif sanrı vardır. Geçmişten böylesine
keramet umuyorsak, bugünkü hayal gücümüz hayli zayıf, kendi durum ve düşüncemiz
karşısındaki umursamazlığımız hayli büyük olmalıdır.
Heidegger Nazi
olmakla suçlanıyor; suçlanmasının ya da aklanmasının ne önemi var: Suçlayan da
aklamaya çalışan da, herkes, sığ bir düşüncenin, göndermede bulundukları şeyin
bile gönencini taşımayan, bunları aşma enerjisi de kalmamış, elinde avcunda
kalanları da tarihsel tetkiklerde, davalarda, şikâyetlerde ve ispatlarda çarçur
eden öfkeli bir düşüncenin tuzağına düşüyor. Üstatlarının ikircikliğine imrenen
(hatta üstat düşünürler gibi onları ayaklar altında çiğneyen) felsefenin öz
savunması, başka bir tarih üretememiş olduğundan, varoluşunu, hatta suçlarını
kanıtlamak için geçmiş tarihi didiklemeye mahkûm tüm bir toplumun
özsavunmasıdır.
Bu kanıt da nesi?
Politik ve tarihsel
olarak bugün yok olduğumuzdan (bizim sorunumuz bu), 1940 ile 1945 arasında
Auschwitz’te ya da Hiroşima’da öldüğümüzü kanıtlamak istiyoruz; bu, hiç olmazsa
sağlam bir tarih. Tıpkı Ermenilerin 1917’de tehcir edildiklerini kanıtlamak
için kendilerini tüketmeleri gibi. Ulaşılmaz, gereksiz; ama bir anlamda
yaşamsal kanıt. Felsefe, günümüzde yok olduğu için (onun sorunu bu: Yok olma
durumunda nasıl yaşanır?) Heidegger ile kesin olarak lekelendiğini ya da
Auschwitz ile konuşma yeteneğini yitirdiğini kanıtlamak zorunda. Tüm bunlar
ölümden sonra ortaya çıkan bir hakikate, ölümden sonra ortaya çıkan bir
aklanmaya umutsuzca yapılan tarihsel bir başvurudur; ve bu tam da herhangi bir
doğrulamaya varmak için yeterli hakikatin kalmadığı, tam da kuramla uygulama
arasında herhangi bir ilişki kurmak için yeterli felsefenin kalmadığı, tam da
olup biten konusunda herhangi bir tarihsel kanıt göstermek için yeterli tarihin
kalmadığı bir anda yapılmaktadır.
Geçmişteki trajik
olaylar dahil, tüm gerçekliğimizin medyanın dolayımından geçtiğini biraz
fazlaca unutuyoruz. Bunun anlamı, bu olayları doğrulamak ya da tarihsel açıdan
anlamak için çok geç olduğudur; çünkü çağımızı, bu yüzyıl sonunu özellikle
niteleyen şey, bu anlaşılırlığın araçlarını yitirmiş olmamızdır. Tarih, tarih
varken anlaşılmalıydı. Heidegger’i vakit varken ihbar etmeli ya da
savunmalıydık. Bir dava ancak suçun hemen ardından gelen bir süreç olduğu zaman
eğitici olabilir. Şimdi çok geç, başka bir yere aktarıldık; televizyondaki
Holocauste dizisi ve hatta Shoah filmi ile iyice görüldü bu. Bu olayları
elimizde olanaklar varken anlamadık. Bundan böyle de asla anlamayacağız. Artık
anlaşılmayacaklar; çünkü sorumluluk, nesnel nedenler, tarihin anlamı (ya da
anlamsızlığı) gibi temel kavramlar yok oldu ya da yok olmaktalar. Ahlâksal
bilinç ve kolektif bilinç etkileri tamamen medyanın egemenliğindeki etkilerdir
ve bu bilinci diriltmeye çalışan sağaltım hırsında bundan geriye ne kadar az
bir güç kaldığını görebiliriz.
Nazizmin, toplama
kamplarının ve Hiroşima’nın anlaşılır olup olmadığını asla bilmeyeceğiz; artık
aynı zihinsel evrende değiliz. Kurbanın ya da celladın yer değiştirebilmesi,
sorumluluğun kırılmaya uğraması ve erimesi; muhteşem ara yüzeyimizin erdemleri
bunlardır. Unutma gücümüz yok artık, bellek yitimimiz görüntülere dair.
Herkes suçlu
olduğuna göre kim genel af ilan edecek?
Otopsiye gelince,
olayların anatomik doğruluğuna kimse inanmıyor artık: Modeller üzerinde
çalışıyoruz. Olaylar burada, apaçık, gözümüzün önünde olsa bile ne bir şey
kanıtlayabilir ne de bir şeye inandırabilirler. Böylelikle,
nazizm, gaz odaları vs. çözümlemek için incelene incelene giderek daha
anlaşılmaz hale geldi ve inanılmaz gelen şu soru sonunda mantıklı biçimde
soruldu: “Peki aslında tüm bunlar gerçekten oldu mu?” Bu tahammül
edemeyeceğimiz bir soru belki, ama ilginç olan, bu soruyu mantık olarak
olanaklı kılan şeydir. Bu soruyu olanaklı kılan da olayların, düşüncelerin ve
tarihin medya tarafından bir başka olay, düşünce ve tarihle ikame edilmesidir;
bunları inceledikçe, nedenleri kavramak için ayrıntıları daha sıkı ele aldıkça,
var olmaları, var olmuş olmaları o denli imkânsızlaşmaktadır. Olayları aydınlattıkça, belleğe kaydettikçe, bu olayların
kimlikleri bile bulanıklaşır. Belleğin umursamazlığı, tarihi umursamazlık,
tarihi nesnelleştirme çabalarına denktir. Bir gün, Heidegger diye biri var oldu mu,
diye sorulacak. Faurissoncu paradoks iğrenç gelebilir (gaz odalarının var
olmadığı yolundaki tarihsel iddiası iğrençtir de), ama başka bir açıdan bu
paradoks, bütün bir kültürün devinimini tam olarak yansıtır; unutmak olanaksız
olduğundan, tek çıkışı inkârda bulan ve kökenlerinden duyduğu korkuyla
büyülenmiş sanrılı bir yüzyıl sonunun çıkmazı.
Her halükârda davayı
aydınlatacak tarihsel söylem kalmadığına göre, kanıt gereksizse ceza da
olanaksızdır. Auschwitz ve soykırım onarılmaz niteliktedir. Buna eşdeğer olacak
hiçbir ceza olası değildir ve cezanın gerçekdışılığı beraberinde olayların
gerçekdışılığını getirir. Bizim yaşamakta olduğumuz bambaşka bir şeydir. Bütün
davalar, bütün polemikler aracılığıyla, kolektif olarak, belli belirsiz biçimde
meydana gelen şey, tarihsel evreden söylencesel bir evreye geçiştir; tüm bu
olayların söylencesel ve medyatik biçimde yeniden inşasıdır. Bu söylenceye
dönüştürme, bir anlamda, bizi ahlâksal açıdan temize çıkarmasa da bu kökensel
suçtan hayali olarak bağışlatabilecek yegâne işlemdir. Ama bunun için, bir
cinayetin bile söylence haline gelmesi için, tarihsel gerçekliğe son verilmiş
olması gerekir. Aksi halde faşizmi, kampları ve soykırımı tüm bunlar bizim için
tarihsel olarak çözümlenemez olduğundan ve böyle olmayı da sürdürdüğünden
“ilksel bir sahne” (Freud ) gibi sonsuza dek yinelemeye mahkûm oluruz.
Tehlikeli olan, faşist özlemler değildir; tehlikeli ve gülünç olan, herkesin,
gaz odalarının gerçekliğini yadsıyanlar gibi savunanların da, Heidegger’in
aleyhinde olanlar gibi savunucularının da, eşsüremli ve neredeyse suç ortağı
oyuncuları olduğu bir geçmişin hastalıklı biçimde yeniden gündeme gelişidir;
çağımızda eksik olan bütün hayal 'gücünü, bugün aldatıcı olan her tür şiddet ve
gerçekliği, bir tür, o dönemi yeniden yaşama ve orada bulunmamış olmaktan
duyulan derin suçluluk çırpınışı içinde o çağa doğru götüren toplu sanrıdır.
Tüm bunlar, bu olayların gerçeklik düzleminde bizden kaçması karşısında umutsuz
bir ani tepkinin ifadesidir. Heidegger olayı, Klaus Barbie davası vs., bu
gerçeklik yitimi oysa günümüzün gerçekliği budur karşısındaki gülünç
çırpınmalardır. Faurisson’un önermeleri, bu gerçeklik yitimini utanmazca
geçmişe taşımaktadır. “Bu var olmadı” demek, düpedüz, bir anıya sahip
çıkacak kadar bile var olmadığımız ve yaşadığımızı hissetmek için de elimizde
artık yalnızca sanrı olanaklarının olduğu anlamına gelir.
Haşiye
Tüm bunlar gözönüne
alınarak bu yüzyıl sonundan tasarruf edilemez miydi? 90’lı yılların peşin
olarak çıkarılmasını ve doğrudan doğruya 1989’dan 2000 yılına geçmeyi
öneriyorum. Ölü kültürüne dayalı hastalıklığıyla, bitmek bilmeyen yanıp
yakınmaları, anma törenleri ve müzelemeleriyle bu yüzyıl sonu şimdiden bu
noktaya gelmişken, bu keşmekeş içinde on yıl daha canımızı sıkmamız mı
gerekiyor?
Düzeltme: Yaşasın!
Tarih dirildi!
Yüzyıl sonu olayı
islim üstünde! Totaliter ideolojinin el koymasıyla bir an soluğu tıkanan
tarihin; Doğu Avrupa ülkelerindeki ablukanın kalkışıyla seyrini eskisinden de
iyi biçimde yeniden bulduğu düşüncesi herkese bir soluk aldırdı. Tarih alanı,
halkların beklenmedik devinim ve özgürlüğe susamışlığına sonunda yeniden
açıldı. Genelde yüzyıl sonlarına eşlik eden çöküntü söylencesinin tersine, bu
olay, son süreçte görkemli bir kızışma, yeni bir umut ve tüm kozların yeniden
ileri sürülmesini başlatmakla yükümlü gibi görünüyor.
Yakından
görüldüğünde olay biraz daha gizemlidir ve kimliği belirlenemeyen bir
“tarihsel” nesne olmaya çok daha yakındır. Doğu Avrupa ülkelerindeki buzların
çözülmesinin olağanüstü bir değişiklik olduğuna kuşku yok; ama buzlar
çözüldüğünde özgürlük ne hale gelir? (Yapılamayacak tek şey, buzları çözülmüş
bir şeyin yeniden dondurulmasıdır.) Sonucu belirsiz nazik bir iş. SSCB ve Doğu
Avrupa ülkeleri hem özgürlük için bir dondurucuydu, hem de bir test ve deneysel
bir ortamdılar; çünkü özgürlük bu ülkelerde hapsedilmiş ve çok büyük baskılara
uğramıştı. Batı, özgürlük ve insan haklarının koruyucusudur yalnızca, ya da
daha doğrusu, hurdalığıdır. Doğu Avrupa evreninin ayırıcı ve olumsuz işareti
aşırı-donduruculuğu ise, âdet ve görüşlerin özgürleşmesi ve özgürleştirilmesi
nedeniyle özgürlük sorunu artık ortaya bile ahlamadığından, Batılı evrenimizin
aşırı-akışkanlığı daha da sakıncalıdır. Özgürlük sorunu sanal olarak
çözümlenmiştir. Batı’da özgürlük ve özgürlük düşüncesi ölümlerin en güzeliyle
ölmüştür; yakın zamandaki tüm anma törenlerinde özgürlük düşüncesinin yok
olduğu iyice görüldü. Doğu’da ise özgürlük düşüncesi öldürüldü; ama bir cinayet
asla kusursuz değildir. Özgürlüğün tüm göstergelerinin silinmesinin ardından
yeniden diriltildiğinde, yeniden açığa çıktığında, özgürlüğün ne durumda
olduğunu görmek deneysel açıdan çok ilginç olacaktır. Ölüm sonrası bir
canlandırma, rehabilite etme süreciyle özgürlüğün ne hale geldiği görülecektir.
Buzları çözülmüş özgürlük göze pek hoş gelmeyebilir de. Ya bu özgürlüğün
elektronik ev aletleri ve otomobil tutkusuna pazarlanmak, yani anında Batı
parasına çevrilmek, yani dondurucu bir tarih sonundan aşırı-akışkan ve dolaşıma
dayalı bir tarih sonuna geçmek gibi, üstelik açgözlü ve pornografik, tek bir
acele etme nedeni olduğu fark edilirse?
Çünkü Doğu
Avrupa’daki bu olayların heyecan verici yanı, taze bir enerji (ve yeni
pazarlar) getirerek nekahet halindeki bir demokrasinin uslu uslu toparlandığını
görmek değil; Tarih’in sonuna özgü iki kipliğin toplama kamplarında donarak
sona eren Tarih ile tersine, iletişimin bütünsel ve merkezkaç yayılmasıyla sona
eren Tarih’in iç içe geçtiğinin görülmesidir. Her iki durumda da nihai bir çözüm
vardır; Doğu’daki insan haklarının buzlarının çözülmesi, “Batı’daki basınç
dengesi yitimi”nin sosyalist eşiti olabilir: Yarım yüzyıl boyunca Doğu’da
hapsedilmiş enerjilerin Batı boşluğunda basitçe yitirilmesidir bu.
Olayların coşkusu
aldatıcı olabilir: Doğu Avrupa ülkelerindeki coşku yalnızca ideolojisizleşmenin
coşkusu ise veya bütün özgürlüklerin teknik yaşam kolaylığına karşılık verilmiş
olduğu liberal ülkeleri taklit etmenin bir coşkusuysa, o zaman özgürlüğün kesin
olarak neye mal olduğu ve belki de asla bir ikinci kez bulunamayacağı ortaya
çıkar. Tarih asla temcit pilavı değildir. Buna karşın, Doğu’daki bu buzların
çözülmesi uzun vadede bir politik sera etkisi yaparak ve komünist buzulların
eriyişiyle gezegen üzerindeki insan ilişkilerinde Batı kıyılarını su altında
bırakacak bir ısınma yaratarak, yüksek atmosfer tabakalarındaki karbon gazı
fazlası kadar zararlı olabilir. Ne garip ki buzların çözülmesini politik
düzlemde tüm gücümüzle arzularken, buzların ve buzulların iklime bağlı bu
eriyişinden kesinlikle bir felaketmiş gibi korkuyoruz.
Vaktiyle SSCB altın stokunu dünya pazarına sürmüş olsaydı, bu
pazarı tamamen istikrarsızlaştırmış olurdu. Doğu Avrupa ülkeleri
dondurarak korudukları dev özgürlük stokunu yeniden dolaşıma sokarlarsa,
özgürlüğün artık eylem olarak değil de etkileşimin sanal ve uzlaşmalı biçimi
olarak, dram olarak değil de liberalizmin evrensel psikodramı olarak
görünmesini isteyen Batılı değerlerin aşırı kırılgan metabolizması
istikrarsızlaşacaktır. Gerçek mübadele olarak, şiddetli ve etkin aş kınlık
olarak, fikir olarak ani bir özgürlük şırıngası, değerleri ılımlı bir tarzda
ayarlayarak dağıtma tarzımız açısından her noktada felaket olur. Oysa Doğu
ülkelerinden istediğimiz bu:
Özgürlüğün maddi
göstergeleri karşılığında takas edilen özgürlük, özgürlük görüntüsü. Birilerinin ruhlarını, diğerlerinin ise rahatlarını
kaybetme tehlikesine maruz kaldıkları tamamen şeytani sözleşme. Ama belki iki
taraf için de böylesi daha iyidir.
Maskeli toplumlar
(komünist toplumlar) maskelerini çıkardı. Yüzleri neye benziyor? Biz maske çıkaralı
çok zaman oldu, artık ne maskemiz var ne de yüzümüz. Belleğimiz de yok. Suyun
içinde iz bırakmayan belleği arıyoruz; yani moleküllerin izleri kaybolmuşsa da
hâlâ bir şey kaldığına inanıyoruz. Özgürlüğümüz de bu durumda: Herhangi bir
göstergesini üretmekte hayli güçlük çekmekteyiz; yoğunluğu son derece
azaltılmış (programlanabilir, işlemsel) bir ortamda, artık ancak suya ait olan
bir belleğin içinde yalnızca hayaleti gezinen özgürlüğün son derece küçük, ele
gelmeyen, bulunamayan varoluşunu talep etme durumundayız.
Batı’da özgürlüğün
kaynağı öylesine kurumuş ki (Fransız Devrimi’ni anma töreni buna örnektir), her
şeyi, sonunda açılan ve keşfedilen Doğu Avrupa’nın maden kaynaklarından ummamız
gerekiyor. Ama bu özgürlük stoku bir kez serbest bırakıldığında (Özgürlük
düşüncesi doğal bir kaynak kadar az bulunur hale gelmiş olduğundan),
arkasından, bütün pazarlarda görülen dev bir yapay mübadele enerjisi ve
ardından da diferansiyel enerji ve değerlerin hızla çöküşünden başka ne
gelebilir?
Glastnost ne anlama
geliyor?
Hızlandırılmış ve
elden düşme tüm modernlik göstergelerinin (Özgün modernlik versiyonumuzun
post-modern bir yeni yapımı bu neredeyse) olumlu olumsuz, iç içe geçmiş tüm
göstergelerin; yani yalnızca insan haklarının değil, düzenin serbestleştirilmesinden
bu yana SSCB’de coşkulu bir artma gösteren cinayetlerin, felaketlerin,
kazaların da şeffaf biçimde geriye dönüşü. Hatta şimdiye dek sansüre uğramış
olup, diğer her şey gibi yeniden ortaya çıkışını kutlayan pornografi ve
dünya-dışı yaratıkların yeniden keşfedilmesi de bunlara dahildir. Buzların
topyekûn çözülmesinde deneysel olan budur: Cinayetlerin, nükleer ya da doğal
felaketlerin, bastırılmış olan her şeyin (din ve moda da dahil elbette) insan
haklarının bir parçası olduğunu görüyoruz; demokrasiye ilişkin iyi bir temel
ders bu. Çünkü burada, bir tür ideal sanrı ve bastırılmış olanın dönüşü içinde,
Batı “kültüründe en kötü, en sıradan ve en cılkı çıkmış ne varsa dahil olmak
üzere, bizi biz yapan her şeyin, insanlığın sözde evrensel tüm amblemlerinin
yeniden ortaya çıktığını ve bundan böyle ülkeler arası sınırların artık
gereksiz kaldığını görüyoruz. Yani bu kültür için, bir hakikat zamanıdır bu;
tıpkı bütün dünyadaki yaban kültürlerle bir yüzleşme zamanı olduğu gibi (bu
işten Batı’nın başarıyla sıyrıldığı söylenemez). Olaylar öyle ironik ki Doğu
Avrupa ülkelerinin tamamen unutulacağı bir gün, Stalinizmin tarihsel anısını
biz kurtarmak zorunda kalacağız belki de. Tarihin devinimini dondurmuş bu
despotun anısını bizim dondurarak korumamız gerekecektir; çünkü bu buzçağı da
evrensel mirasın bir parçasıdır.
Bu olaylar bir başka
açıdan da dikkat çekicidir. Tarihin sonuna erdemli bir şekilde düşman
olanların, bu güncel gelişmeler içinde, tarihin yalnızca (yine doğrusal bir
tarih fantezisinin bir parçası olan) sonuna doğru değil, geri dönüş ve sistemli
silinişe doğru girdiği dönemeci görmeleri gerekir. Bütün XX. yüzyılı
silmekteyiz. Soğuk savaşın tüm göstergelerini, hatta belki İkinci Dünya
Savaşı’nın tüm göstergelerini ve XX. yüzyılın politik ya da ideolojik tüm
devrimlerinin göstergelerini de tek tek silmekteyiz. Almanya’nın
yeniden birleşmesi ve daha birçok şeyin kaçınılmazlığı tarihin öne doğru bir
atılımı anlamına gelmez; tüm XX. yüzyıl, yüzyıl sonunun rahat rahat on yılını
alacak şekilde geriye doğru yeniden yazılmaktadır. Bu gidişle yakında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’na geri
gelmiş olacağız. Bu yüzyıl sonundan bekleyeceğimiz aydınlanma ve tarihin sonuna ilişkin
tartışmalı formülün asıl anlamı da budur belki. Bir çeşit heyecanlı yas
faaliyeti içinde bu yüzyıla damgasını vuran tüm olayları örtmekle, yüzyılı
aklamakla meşgulüz; sanki bu süre içinde olup biten her şey devrimler, dünyanın
paylaşılması, soykırım, devletin şiddetle uluslar ötesine geçişi, nükleer
gerilim, kısacası tarihin modern evresi, çıkışsız bir açmazdan başka bir şey
değilmiş ve sanki herkes tarihi yaparken duyduğu heyecanla bu tarihi bozmaya
koyulmuş gibidir. Eski sınırların, eski farkların, özelliklerin, dinlerin
onarımı, gerilemesi, rehabilitasyonu ve canlanması; gelenekler düzeyinde bile
pişmanlık. Bir yüzyıldan bu yana elde edilmiş özgürleşme göstergelerinin tümü güç
kaybediyor sanki ve sonunda birer birer yitip gidecekler belki de: Dev boyutlu
bir revizyonizm süreci içindeyiz; ideolojik bir revizyon değil, tarihin
revizyonu bu ve belki yeni bin yıl ile birlikte her şeye yeniden sıfırdan
başlamanın gizli umudu içinde bu revizyonu yüzyılın sonundan önce yapabilmek
için acelemiz var gibi.
Her şeyi ilk haline
getirebilir miyiz? Ama hangi zamandan önceki haline getireceğiz; XX. yüzyıldan önceki haline
mi, Fransız Devrimi’nden önceki haline mi? Bu dağılıp yok olma ve temizleme
bizi nereye kadar götürebilir? Tarih yapımı değil de, neredeyse viral ve
salgınlı bir biçim alan toptan bir tarih yıkımı söz konusu olduğundan, her şey
(Doğu’daki olayların gösterdiği gibi) çok çok hızlı gelişebilir. Eskiden ileri
sürmüş olduğumuz gibi sonuçta 2000 yılı gerçekleşmeyecek bile belki; çünkü
tarihin eğrisi bu zaman ufkunu bundan böyle hiç aşamayacak kadar ters yöne
katlanmış olacak; hepsi bu. Tarih, belirsizce sonuna yaklaşan, ama bu sonla
asla buluşamayan ve sonuç olarak bu sondan ters yönde uzaklaşan asimptotik [kavuşmaz ] bir
yörünge haline geliyor. Sh: 96-105
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık
Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları
İstanbul
Peki öyleyse
ötekilik nereye gitti?
Öteki’ni keşfetme,
araştırma ve “icat” orjisi yaşıyoruz. Farklılık orjisi. İki yanlı, arayüzeyli,
interaktif pezevenklik. Yabancılaşma aynasının (çocukluğumuzun
büyük zevklerini oluşturan ayna evresinin) ötesine bir kez geçildiğinde,
yapısal farklılık modada, geleneklerde ve kültürde sonsuza dek hızla çoğalır.
Irkın, deliliğin, sefaletin ve ölümün kaba ve katı ötekiliği bitti. Tüm geri
kalanlar gibi ötekilik de pazarın, arz ve talep yasasının boyunduruğuna girdi.
Bulunmaz hint kumaşı oldu. Ruhsal değerler ve yapısal değerler borsasındaki
olağanüstü kotası buradan kaynaklanıyor. “Öteki kim? Öteki nerede?” gibi anahtar
soruları sürekli soran bilimkurgu içindeki kusursuz, yoğunlaştırılmış Öteki
simülasyonu buradan kaynaklanır; ama bilimkurgu ötekiliğe ve farklılığa ilişkin
dizginsiz bir spekülasyonun ve neredeyse bir karaborsasının hüküm sürdüğü gündelik
evrenimize benzer. Öteki sahnedeki ötekini veya bilinçdışındaki ötekini (son
simgesel sermayemiz! Ona özen gösterin, fazla zamanımız kalmadı; maden yatağı
sonsuz değil) saymazsak, koruma altındaki yerlilerden evcil hayvanlara uzanan
gerçek bir ekoloji takıntısı (otelciliğin sıfır noktası!). Ötekiliğin maden
yatakları tükeniyor; hammadde olarak Öteki’ni tükettik (Claude Gilbert’e
göre, deprem ve felaket yıkıntıları altında izini aramaya kadar vardırdık işi).
Birdenbire, öteki,
canı çıkarılmak, nefret edilmek, dışlanmak, baştan çıkarılmak için değil;
anlamak, kurtarmak, özen göstermek ve saygı görmek için artık. İnsan
Hakları’ndan sonra Öteki Hakları’nın ilan edilmesi gerekirdi. Zaten bu yapıldı
da: Evrensel Farklılık Hakkı. Ötekini politik ve psikolojik olarak anlama
orjisi; hatta ötekinin artık olmadığı yerde onu diriltmek. Eskiden Öteki’nin
olduğu yerde, Aynı ortaya çıktı.
Artık hiçbir şeyin
olmadığı yerde, Öteki ortaya çıkmalıdır. Dramı değil, ötekiliğin psikodramını
yaşıyoruz; tıpkı toplumsallığın ve cinselliğin psikodramı içinde olmamız gibi;
tıpkı bedenin psikodramı içinde ve metasöylemler arasında, tüm bu melodramı
yaşıyor olmamız gibi. Ötekilik psikodramatik, sosyodramatik, semiyodramatik ve melodramatik bir
hal aldı.
Temasın, psikolojik
testlerin ve arayüzeyin psikodramında tek yaptığımız şey, ustaca simulasyon
yapmak ve ötekinin yokluğunu dramatize etmektir. Bu yapay dramaturgi içinde
ötekilik her yerde yok oldu; ama tıpkı modem politik hayvanın kendi politik
görüşünü umursamaz hale gelmesi gibi kişi de kendi öznelliğini,
yabancılaşmasını umursamaz oldu. Özne (Marc Guillaume’un deyişiyle) şeffaf,
hayaletsi ve böylelikle de interaktif oluyor. Çünkü interaktif ilişkide kişi
kimsenin ötekisi değildir. Kendisi karşısında umursamaz olduğu ölçüde, sanki, canlı
olduğu halde, çifti, gölgesi, ötekisi olmayan bir töz haline getirilmiş
(hypostasier) gibidir. Bu bedel karşılığında, olası tüm bileşimler, tüm
bağlantılar için kullanılabilir hale gelir.
İnteraktif varlık
yeni bir mübadele biçiminden değil de toplumsalın ve ötekiliğin kayboluşundan
doğmuştur. O, Öteki’nin ölümünden sonraki ve artık kesinlikle aynı şey olmayan
ötekidir. Öteki’nin yadsınmasından (dénégation) doğan Öteki’dir.
Gerçekte, tek
interaktivite, aracının ya da görülmez hale gelmiş makinenin interaktivitesinden
başka bir şey asla değildir. Mekanik otomatlar hâlâ insan ile makine arasındaki
farklılıkla ve bu farklılığın büyüsüyle ilgileniyorlar. İnteraktif
otomatlarımız, simülasyon otomatlarımız ise bu farklılığı sorgulamıyorlar
artık. İnsan ve makine eşbiçimli ve farksız bir hal aldı; artık hiçbiri
diğerinin ötekisi değil.
Bilgisayar için
öteki yoktur. Bu nedenle akıllı değildir. Çünkü akıl bize her zaman ötekinden
gelir. Bu nedenle bilgisayar böylesine başarılıdır. Akıldan hesap şampiyonları,
aptal hesap makineleri olanlar yalnızca otistlerdir. Ötekinin var olmadığı ve
bunun için de acâyip güçlerle donatılmış zihinlerdir. Entegre devrelerin gücü
de buradan kaynaklanır (hatta düşünce iletimi de böyle kabul edilmelidir).
Soyutlamanın gücüdür bu. Makineler daha hızlıdır, çünkü her tür ötekilikle
bağlantıları kesilmiştir. Bilgisayar ağları da akıl ve ikiz akıl arasındaki dev
bir göbek bağı gibi onları birbirine bağlar. Ancak, aynı olandan aynıya giden
bu homeostazın* içinde ötekiliğe makine tarafından el konulmuştur.
·
Homeostaz: Canlı organizmalarda, çeşitli
fizyolojik sabitlerin dengelenmesi. (ç.n.)
Tüm bu psikodramatik
üstyapıdan arıtıldığmda geriye hâlâ bir ötekilik kalır mı?
Öteki’nin yalnızca
bir metafiziği değil, bir de fiziği var mıdır? Ötekiliğin yalnızca diyalektik
değil, ikili bir biçimi de var mıdır? Öteki’nin yalnızca ruhsal ve toplumsal
dostluk partneri olarak değil, yazgı olarak da bir biçimi var mıdır?
Bugün her şey
farklılık terimleriyle ifade ediliyor. Ama ötekilik farklılık değildir. Ötekiliği
öldürenin farklılık olduğu bile düşünülebilir. Dil bir farklılıklar sistemi
içinde dağıldığında, anlam yalnızca diferansiyel bir etki olmaya
indirgendiğinde, dilin kökten ötekiliği öldürülür; dilin can damarı olan,
kendisi ile anlam arasındaki, dille bu dili konuşan arasındaki düelloya son
verilir; dilde aracılığa, eklemlenmeye, anlama indirgenemez olan ve
köktenliğinde tam olarak dilin özneden başka (Öznenin Ötekisi mi?) olmasını
sağlayan şey yok edilir. Dilde yalnız yapısal çözümlemenin nesnesini oluşturan
küçük bir farklılık oyunu değil; bir dil oyunu, maddeselliğinin, ilineklerinin
baştan çıkarıcılığı, simgesel bir yaşam ya da ölüm meselesi olabilmesinin
nedeni budur.
Peki o halde;
kadın erkeğin ötekisidir, deli normalin ötekisidir, vahşi uygarın ötekisidir
demenin ne anlamı var? Kim kimin ötekisidir, diye sormanın sonu gelmez.
Efendi kölenin ötekisi midir? Sınıf ve güç ilişkileri terimleriyle, evet. Ama bu karşıtlık
indirgeyicidir. Gerçekte bu hiç de böyle olmaz. Varlıkların ve nesnelerin
birbirine geçişi yapısal farklılığın geçişi değildir. Simgesel düzen, benle
öteki’nin ayrımına bağlı olmayan ikili ve karmaşık biçimler içerir. Parya,
Brahman’ın ötekisi değildir; yazgıları başkadır. Aynı değer skalası içinde
farklılaşmamışlardır; değişmez bir düzen içinde, günle gece gibi dönüp duran
bir çevrim içinde birbirlerine bağlıdırlar. Gece gündüzün ötekisi midir?
Peki, erilin dişinin
ötekisi olduğunu bize söyleten nedir?
Bu ikisi, kuşkusuz,
kesintisiz bir baştan çıkarma içinde, günle gece gibi birbirini izleyen ve
değiş tokuş olan tersine çevrilebilir anlardan başka bir şey değildir. Filan
cinsiyet asla falan cinsiyetin ötekisi değildir; tek istisnası, aslında
yalnızca bir ütopya olan farklılaştırıcı cinsellik kuramıdır. Çünkü farklılık
bir ütopyadır: Öğeleri ayırt etme hayali ve onları yemden bir araya getirme bir
düştür (İyilik ve kötülük ayrımı için de aynı şey geçerlidir: Bunların
birbirinden ayırt edilebilmesi bir düştür, uzlaştırılmak istenmesi daha da
gerçekdışı bir ütopyadır). Kültürümüze ait olan bu tek ayrım perspektifinde
cinsellik konusunda Öteki’nden söz edilebilir. Gerçek cinsellik “egzotik”tir
(Segalen’in kullandığı anlamda): İki cinsiyetin kökten kıyaslanmazlığındadır;
yoksa asla baştan çıkarma olmazdı, yalnızca birinin diğerini yabancılaştırması
olurdu.
Farklılıklar,
düzenli değiş tokuştur. Peki değiş tokuşun düzenini bozan nedir?
Pazarlık konusu
yapılamayacak şey nedir?
Sözleşmeye, yapısal
farklılıklar oyununa girmeyen nedir?
Değiş tokuşun
olanaksızlığına bağlı olan nedir?
Değiş tokuşun olanaksız
olduğu her yerde terör söz konusudur. Yani hangisi olursa olsun kökten ötekilik
bir terör kaynağıdır. Ötekiliğin normal dünya üzerinde varoluşuyla uyguladığı
bir terördür bu. Bu dünya da onu yok ederken uygular bu terörü.
Geçen yüzyıllar
boyunca, tüm şiddete dayalı ötekilik biçimleri ister istemez kapsamayı ve
dışlamayı, kabullenmeyi ve ayrımcılığı eşsüremli olarak içeren farklılık
söylemine dahil edildiler. Çocukluk, delilik, ölüm, yaban toplumlar; tüm bunlar
evrensel birliğin içinde yapıya dahil edilmiş, üstlenilmiş ve özümlenmişti.
Delilik, dışlanma statüsünü kırınca, bu kez, çok daha incelikli psikolojik
tuzaklara düştü. Ölüler, ölü kimlikleriyle bir kez tanındıklarında, ölünün yüzü
tümden unutuluncaya kadar, mezarlıklara kapatılıp uzakta tutuldular. Yerlilere
yaşama hakkı yalnızca belli bölgelerde kalmaları şartıyla tanındı. Bir
farklılık mantığının beklenmedik gelişmeleri böyledir.
Öteki öteki olduğu,
yabancı yabancı kaldığı sürece ırkçılık yoktur. Öteki farklı hale geldiğinde,
yani tehlikeli biçimde yakınlaştığında ırkçılık ortaya çıkmaya başlar. Ötekini
uzakta tutma merakı da bu noktada uyanır.
Segalen, “temel farklılıkların dikişsiz ve
yamasız gerçek bir dokuya asla varamayacaklarına ve büyüyen kaynaşmanın,
engellerin yıkılışının ve mekânların birbirine büyük ölçüde yakınlaşmasının,
bir yerlerde yeni bölmeler ve öngörülmemiş boşluklarla kendiliklerinden telafi
edileceğine inanabiliriz,” demektedir.
Irkçılık, bu “yeni
bölmeler”den biridir. Farklılık psikodramı karşısındaki ani tepkidir; öteki olma
fantezisi ve takıntısıdır. Ötekini sürekli olarak içeri alma ve dışarı atmanın
psikodramıdır. Bu farklılıkları içermenin dayanılmaz olduğu öyle doğru ki öteki
ne pahasına olursa olsun farklılıkları somutlaştırarak kendini cinlerden
kurtarmak zorundadır. Irkçılığın biyolojik iddiası temelsizdir, ama ırksal göndermeyi
nesnelleştirerek her yapısal sistemin can damarında yer alan mantıklı dürtüyü
açığa vurur: Farklılığın fetiş haline getirilmesi. Oysa diferansiyel
sistemlerde denge yoktur; farklılık, sonsuz büyükle sonsuz küçük arasında gidip
gelir. Ötekiliği ve farklılıkları ılımlı biçimde yönetebilmek, bir ütopyadır.
Farklılık mantığı
bir anlamda (“farklılık hakkı” saçmalığında doruk noktasına varan) evrensel bir
simülasyon olduğundan, bu simülasyonun sonu, yavaş yavaş ırkçılığa, farklılığın
bu diğer umutsuz sanrısına varır. Farklılıklar ve farklılık kültü hızla
çoğalırken, eleştirel akim ulaşamadığı başka bir alışılmamış ve anormal şiddet
daha da hızla büyür. Segalen’in sözünü ettiği “öngörülmemiş boşluklar”dır bu.
Burada artık yeni farklılıklar söz konusu değildir; dünyanın toptan
homojenleştirilmesini önlemek için açığa çıkan kadavramsı ve viral Öteki’nin
canavarsı metaforu olan, sistemimiz tarafından ölmeye bırakılmış tüm
ötekilikleri bir araya getiren Alien’dir bu.
Biyolojik gönderme
bulunmadığında, imler düzeyindeki en küçük farklardan beslenen, eylemi viral ve
otomatik hale gelen ve genelleşmiş bir göstergebilimin harikaları içinde sürüp
giden bu ırkçılıkla hiçbir farklılık hümanizması savaşamaz; çünkü ırkçılık
bizzat farklılık virüsünün kendisidir.
Ötekiliğin korkunç
biçimlerine ilişkin sorun, ötekini içeri alma ve farklılıkları içselleştirme
üzerine verilen vaazlarla çözümlenmiş olmayacaktır; çünkü bu biçimler tam
olarak o saplantılı ben ve öteki diyalektiğinden, o saplantılı farklılaşmadan
doğmuştur. Farklılığın doğru kullanımına güvenmek isteyen “diyalektik” ötekilik
düşüncelerinin tüm zayıflığı budur. Viral, içkin, güncel ve kesin biçimiyle
ırkçılık, farklılığın doğru kullanımının olmadığını ispatlar.
Tıpkı Marx’ın, “Öz
olarak din eleştirisi sona ermiştir,” demesi gibi, öz olarak ırkçılık
eleştirisi sona erdi, denilebilmesinin nedeni de budur. Metafizik din
varsayımının boşluğu ispatlandığı andan itibaren bu eleştiri daha ileri bir,
üretim tarzının koşulları içinde yok olmaya mahkûmdur. Biyolojik ırklar
varsayımının boşluğu ispatlandığı andan itibaren ırkçılık, daha ileri evrensel
farklılıklar karması koşulları içinde yok olmaya mahkûmdur. Yeter ki, örneğin
din, Marx’ın öngörmediği şekilde metafizik ve aşkın bir biçim olmaya son
vererek içkinleşip ve dini hafızalardan dahi silmeye dek varan bir düzenin
ilerlemesinden beslenen dinsel canlanma uyarınca ideolojik ve pratik sayısız
değişkelere bölünmüş olmasın. Bugün her yerde gözlemlediğimiz budur. Irkçılık
için de bu böyle; o da içkin, viral ve gündelik hale geliyor. Irkçılık hakkında
yapılan “bilimsel” ve akılcı eleştiri, yanılsama olarak biyolojiye değil de
yalnızca biyolojik yanılsamaya bağlandığından, tuzaktan kurtulamadan biyolojik
uslamlamayı tersyüz eden biçimsel bir eleştiridir. Aynı şekilde, ırkçılığın
politik ve ideolojik eleştirisi de yanılsama olarak farklılığa saldırmaksızın
yalnızca ırkçı farklılık saplantısına saldırdığından biçimsel bir eleştiridir.
Dolayısıyla o da hiçbir şeye dayanmayan eleştirel bir yanılsamaya dönüşüyor ve
sonuçta din kendisine dönük materyalist eleştiriden nasıl neşeyle sağ salim
çıkmışsa, ırkçılık da akılcı eleştiriden öyle sağ çıkmıştır. Tüm bu
eleştirilerin öz olarak bitmesinin nedeni budur.
Farklılığın doğru kullanımı yoktur. Yalnızca ırkçılığın
değil, farklılığı sürdürmeye ve korumaya yönelik tüm ırkçılık karşıtı ve
insancıl çabalatın gösterdiği de budur. İnsanlığı birleştirme (œcuménisme)
amacı, farklılığı birleştirme amacı, her yerde açmazdadır ve bu açmaz, evrensellik
kavramının da açmazıdır. Fransa’da bunun en yeni örneği genç Magripliler’in
başörtüsü olayıdır. Ahlâki ya da politik hiçbir farklılık kuramında çözüm olmadığı şeklindeki
çok yalın olguyu kesin olarak gösteren bu olayda, tüm akılcı kanıtlamaların ikiyüzlülüğü
açığa çıkmıştır. Çünkü tersine çevrilebilir bir yanılsama olan şey, farklılığın
kendisidir. Dünyanın dört bir yanına götürdüğümüz bu yanılsama, İslamcı,
köktendinci ve ırkçı biçimde, yani tanınmaz bir halde, bize geri geliyor;
akıldışı ve indirgenemez ötekilik olarak bize geri geliyor; iyi de oldu.
Bu konudaki vicdan
rahatsızlığımız da harika. Afganlılar’ın kendilerine dağıtılan ilaçları
kullanmaktansa el altından yeniden satmayı yeğlediklerini fark eden Sınır
Tanımaz Doktorlar örgütünün karşılaştığı olay buna örnektir. Sorumlular yürek
paralayıcı bir vicdan muhasebesi içindeler. İlaçların dağıtılmasına son mu
verilmeli, yoksa “kültürlerin farklılığı” adına bu ahlâkdışı ve tekil tepkiyi
hoş görmek mi gerekiyor? Düşünüp taşındıktan soma farklılık sunağında Batılı
değerlerin kurban edilmesi yeğlenir ve ilaç karaborsasını beslemeyi sürdürmeye
karar verilir. Hümanizm gereği!
Hümanist kafa karışıklığına bir başka hoş örnek: “Sudanlı
halkların iletişim gereksinimleri”ni incelemek için biri görevli olarak Sudan’a
gönderilmiştir. Sudanlılar iletişim yapmayı bilmiyorlar mı? Ama asıl mesele, aç
oldukları ve onlara hintdarısı yetiştirmeyi öğretmek gerektiğidir. Sudanlılar’a
tarımbilim uzmanlarının gönderilmesi çok pahalıya mal olduğundan, tüm bunlar
onlara video kasetleriyle öğretilecektir. Dolayısıyla iletişim çağına girmeleri
gerekir: Hintdarısı, teypten ve videodan geçer. Fiş takılı değilse, ağza
atılacak hiçbir şey yoktur. Böyle olunca da şehirlerle köylere teypler sokulur.
Ne yazık ki yerel mafya, ağı ele geçirir ve eğitim kasetlerinin yerine kazançlı
bir porno kaset pazarı yerleştirir. Bu da halkı hintdarısı ekiminden daha fazla
memnun eder. Porno, hintdarısı, video; aynı kavga. İletişimin pembe ve siyah
kitabına yazılacak bir masal daha!
İkiyüzlü hoşgörü “anlayışımızla” boy ölçüşebilecek tek şey, bu
anlayışın altında yatan derin küçümsemedir: “Farklılığınıza saygı gösteriyoruz”;
örtük biçimde: Siz, azgelişmişler, elinizde bundan başka bir şey kalmadı, sakın
bunu da bırakmayın, demektir (Folklor ve sefalet göstergeleri
farklılığın en iyi işaretleridir). Bundan daha küçümseyici, bundan daha
küçümsenecek bir şey yoktur. Bu, en kökten anlayışsızlık biçimidir. Bu, Segalen’e göre
yalnızca “ebedi ezeli anlayışsızlığa” bağlı değil, varlığında kibirlice ısrar
eden ve ötekilerin farklılığından beslenen ebedi ezeli aptallığa da iyiden
iyiye bağlıdır.
Diğer kültürler
hiçbir zaman ne evrensellik ne de farklılık iddiasında bulundular (En azından
bir tür kültürel afyon savaşı içinde bu onlara aşılanmadan önce böyleydi). Onlar
özgünlükleriyle, ayrıksılıklarıyla, ayinlerinin, değerlerinin
indirgenemezliğiyle yaşarlar. Tüm bunları uzlaştırmak isteyen öldürücü
yanılsamayla, kendilerini yok eden bu yanılsamayla oyalamıyorlar kendilerini.
Evrensel ötekilik ve farklılık simgelerinin efendisi olan kişi,
dünyanın efendisidir. Farklılığı düşünen kişi antropolojik açıdan üstündür (Elbette; antropolojiyi icat eden odur çünkü). İcat eden o
olduğuna göre o her hakka sahiptir. Farklılığı düşünmeyen kişi, farklılık
oyununu oynamayan kişi yok edilmelidir. İspanyollar karaya ayak bastığında
Amerika kıtasındaki yerliler böyledir. Farktan hiçbir şey anlamazlar, kökten
ötekilik içindedirler (İspanyollar farklı değildir, onlar tanrıdır, nokta,
hepsi bu). Bu durum, İspanyollar’ın ne dinsel ne ekonomik ne de herhangi bir
açıdan haklı çıkan, yerlileri yok etme hırsının nedenidir; bu hırsın tek haklı
nedeni şu mutlak cinayettir: Farkın anlaşılmaması. Artık kökten değil,
evrensellik kavramının gölgesinde, pazarlık edilebilir bir ötekiliğe dahil
olmaya zorlanan yerliler toplu olarak kendilerini kurban etmeyi yeğlerler.
İspanyolların yok etme deliliğinin tamamlayıcısı olan kendini ölmeye bırakma
hırsı buradan gelir. Yerlilerin kendilerinin yok edilişine bu tuhaf suç
ortaklıkları, ötekiliğin sırrını korumanın tek yoludur.
Cortez, Cizvitler,
misyonerler, daha sonra da antropologlar (Amerika’nın Fethi'nde -La Conquete de
L’Amerique- bizzat Todorov da) pazarlık edilebilir ötekilikten yanadırlar
(Yaşamının sonuna doğru, işi yokuşa sürmeden fethe son vermeyi ve yerlileri
yazgılarına bırakmayı öneren Las Casas hariç). Hepsi de aydınlanmış zihinler
olarak farklılığın doğru kullanımına inanırlar. Kökten Öteki dayanılmazdır; yok
edilemez, ama kabul de edilemez: O halde pazarlık edilebilen ötekinin,
farklılıktaki ötekinin öne çıkarılması gerekir. Burada modernliğin tüm
hümanist erdemlerinin işin içine girdiği daha incelikli bir yok etme biçimi
başlar.
Yok etmenin başka
bir çeşidi: Yerliler Hıristiyan olmadıkları için değil, Hıristiyanlardan daha
Hıristiyan oldukları için yok edilmelidirler. Vahşetleri ve insan kurban
etmeleri dayanılmazsa, bu, acıma ve ahlâk bakımından değil, bu vahşet onların
tanrılarının otoritesine bağlılığına ve inançlarının gücüne tanıklık ettiği
içindir. Bu güç, İspanyollar’ı dinlerine yeterince bağlı olmamaktan
utandırır, ikiyüzlü imanın ardında yalnızca altın ve ticaret dinini tanıyan bu
Batılı kültürü gülünç düşürür. Aşırı dindar yerliler karşısında Batılı
akıl, kendi değerlerine saygısızlık ettiği için utanır. Bir kültürü kendi
gözünde mahkûm ettiği ve gizemini kaldırdığı için yerlilerin fanatizmi
dayanılmazdır (Aynı şey bugün İslam ile ortaya konuyor). Böylesi bir suçun
kefareti ödenemez ve tek başına bu suç bile soykırımı haklı kılar.
Herkes için bir
öteki olduğu kesin değildir. Yabanıl için, ilkel için bir öteki var mıdır? Kimi
ilişkiler tamamen asimetriktir: Biri, ötekinin ötekisi olabilirken, öteki
ötekinin ötekisi olmayabilir. Ben, onun ötekisi olabilirim, ama o benim için
bir öteki olmayabilir.
Tierra del
Fuego’da yaşayan Alakaluflar Beyazlar’ı anlamanın, onlarla konuşma ya da
pazarlık etmenin yollarını hiç aramadan yok edildiler. Kendilerine “insan”
diyorlardı ve ötekiler yoktu. Beyazlar farklı bile değillerdi: Anlaşılmazlardı.
Şaşırtıcı teknikleri, zenginlikleri Alakaluflar’ı şaşırtmaz bile. Üç yüzyıllık
temas süresince beyazların tekniklerinden hiçbir şey benimsemezler, daima
sandallarda kürek çekerler. Beyazlar onları kırıp geçirir ve öldürürler, ama
sanki Beyazlar hiç yokmuş gibi olur her şey. Ötekiliklerinden hiç ödün vermeden
öleceklerdir. Asla özümlenmiş olmayacaklar, hatta farklılık evresine bile
ulaşamayacaklardır. Beyazlar’a, onları farklı olarak tanıma şerefini bile
vermeden ölmüş olacaklardır. İflah edilemezdirler. Buna karşın Beyazlar için
onlar “ötekiler”dir; farklı, ama en azından Hıristiyanlaştırmak, sömürmek,
sonra da ortadan kaldırmak için yeterince insan olan varlıklardır.
Alakaluflar
egemenken kendilerine “insan” diyorlardı. Ardından Beyazlar Alakaluflar’ı,
onların Beyazlar’ı belirtmek için kullandıkları adla adlandırdılar: Yabancılar. Muhtemelen
Alakaluflar da kendi dillerinde kendilerine “yabancı” derler. Nihayet, son
zamanlarda adları “Alakaluflar” olacaktır; bu, Beyazlar’ın önünde hâlâ
ağızlarından çıkan tek sözdür ve “ver, ver” anlamına gelir; artık yalnızca
dilenciliklerinin adıyla adlandırılıyorlar. Önce kendileri, ardından
kendilerine yabancı, daha sonra kendilerinde namevcut: İsim üçlemesi yok
edilmelerini yansıtıyor. Cinayet, evrensel bakış açısını ellerinde tutanların
ve ötekiliği kendi yararlarına kullananların işidir tabii ki. Öteki’ni
kavramaktan bile uzak, kendi tekillikleri içindeki Alakaluflar kaçınılmaz
olarak yenilmişlerdir. Ama bu tekilliğin yok edilmesinin de uzun vadede
Beyazlar için ölümcül olmayacağı söylenemez; sömürgeci hümanizmle defedilen,
ama Beyazlar’ın kanlarında tekrar virüse dönüşen ve sonunda onları da aynı yok
olma biçimine mahkûm eden kökten otelciliğin intikamı.
Her şey sisteme
boyun eğer, aynı anda da her şey sistemden kaçar. Batılı yaşam tarzına
özenen dünya halkları hiçbir zaman bu yaşama katılamadıkları gibi gizliden
gizliye de küçümserler. Bu değerler sisteminin merkezinin dışında
dururlar. Bu halkların birleşme ve genellikle bağnazca Batılılar’dan çok Batılı
olma tarzları, Aydınlanma ve ilerleme kırıntılarıyla yaptıkları ufak tefek
şeyler, maymunsu bir parodinin tüm özelliklerine sahiptir. Batı ile pazarlık
yaptıkları, anlaştıkları sırada bile kendi kurallarının esas olduğuna inanmayı
sürdürürler. Belki bir gün, Alakaluflar gibi Beyazlar’ı hiç ciddiye almamış olarak yok
olacaklardır (Oysa ki özümlemek ya da yok etmek için de olsa, biz onları çok ciddiye
alıyoruz; hatta tüm değer sistemimizin temel, olumsuz gönderme noktasına
dönüştürüyoruz).
Belki bir gün
beyazların kendileri de, beyazlıklarının, tıpkı beyaz ışığın tüm renklerin
karışımı olması gibi tüm ırkların ve tüm kültürlerin bir aradalığı ve karışımı
olduğunu anlayamadan yok olacaklardır. İmdi, renkler ancak evrensel bir frekans
eşiğine getirildiklerinde kendi aralarında kıyaslanabilirler. Kültürler de
ancak bir farklılık eşiğine getirildiklerinde kıyaslanabilir. Ama bu oyun
bakışımsızdır. Çünkü yalnızca Batı kültürü için ötekiler farklıdır. Ötekiler
için Beyazlar farklı bile değiller, yaşamıyorlar, başka bir dünyanın hayaleti
onlar. Tıpkı Dogonlar’ın psikanalistlere, sevindirmek için uydurdukları düşler
hediye etmeleri gibi dünya halkları da Batı egemenliğini kıs kıs gülerek
benimsiyorlar. Biz onların kültürlerini küçümsüyorduk, bugün onlara saygı
duyuyoruz. Onlar bizim kültürümüze saygı duymuyorlar, bu kültür için yalnızca
sınırsız bir alçakgönüllülük taşıyorlar. Biz onları sömürme ve boyun eğdirme
hakkını ele geçirdiysek, onlar da kendilerine bizi aldatma lüksünü sundular.
Bruce Chatwin’in
yerliler üzerine olan Songlines’ını okuduktan sonra, şiirsel ve müziksel yol ve
güzergâhların, şarkıların, “Dreamtime”ın
gerçekliği üzerine tuhaf bir kuşku duyar insan. Bunlar gerçek mi, değil
mi? Bu anlatıların tümünde, gizemleştirici bir ışık gibi söylenceye ilişkin
optik bir yanılsama var. Tüm metnin karar verilemezliği, kökene ilişkin
eksiksiz kuşku: Her şey sanki yerliler bize hem en derin ve otantik (Güneyli
biçimdeki en gizemli söylence) hem de en modern ve farazi ne varsa onu
yutturuyorlarmış gibi gelişir. Bu masalsı şeylere inanabilmemiz için
kendilerinin de bunlara inandıkları izlenimini vermeleri gerekirdi. Oysa onlar,
bir tür muzip zevkle, giz ve başından atma oyunu oynuyorlar; birkaç ipucu
veriyorlar, ama oyunun kurallarını asla vermiyorlar. Bizim fantezilerimize göre
doğaçlama yaptıkları izlenimi ediniyoruz, söylediklerinin doğruluğu konusunda
bizi rahatlatmak için ise hiçbir çaba harcamıyorlar. Bu, onların sırlarını
saklama ve aslında bu sırra tek inananlar olan bizimle alay etme biçimleridir.
Sırları,
söylemediklerinde değil; tamamen anlatının akışında, anlatının deşifre edilemez
yüzeyindedir; görünüşler söylencesinin ironik bir biçimi bu. Ve bu entrika
içinde onlar bizden hayli üstün, ilkel olan biziz. Beyazlar aldatılmaktan
kurtulamadılar.
Beyaz değerlerin bu
simülasyonu, kendi kültürümüzün sınırları aşılır aşılmaz evrenselleşir. Ama aslında
biz bir Alakaluf, yerli, Dogon veya Arap olmadığımız halde, biz de kendi
değerlerimize gülüp geçmiyor muyuz? Güç gösterimizden, teknolojik ve ideolojik
resmi geçidimizden pek ikna olmayan bizler de bunları aynı yapmacıklıkla, aynı
saklı ciddiyetsizlikle kullanmıyor muyuz? Ama, evrensel farklılıklar
konusundaki görüşümüzün ütopik soyutluğunun bizim gözümüze de çarpması için
uzun zaman gerekecek, oysa tüm diğer kültürler evrensel bir umursamazlıkla
yanıt vermişlerdir bu soyutluğa.
Ne yerlilerin itibarının iade edilmesi ne de
onlara İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yeni bir yer ayrılması söz konusu; çünkü
onlar başka şekilde intikam alıyorlar: Batı İmparatorluğu’nun istikrarını
bozarak. Kendi beynimizin kıvrımlarında, kendi füzemizin devrelerinde onların hayaletsi,
viral, cinli varlıkları var: Alien. Beyazlar’ın köken, Hintlilik, Yerlilik,
Patagonyalı’lık virüsünü kapma biçimleri bu. Tüm bunların günahı amansız bir
aktarım yoluyla, sızma yoluyla damarlarımıza geçiyor. Sömürgecilikten
alınan intikam, toprakların, ayrıcalıkların, özerkliklerin Hintliler ya da
yerliler tarafından yeniden ele geçirilmesi değil kesinlikle; bu bizim
zaferimiz. Onların zaferi Beyazlar’ın gizemli bir şekilde kendi kültürlerinden
şaşkınlığa düşmeleri, atalardan gelen bir yavaşlığa ve “Dreamtime”ın etkisine
farkında olmadan girmeleridir. Bu altüst olma, dünya çapında bir olaydır.
Evrensel ilerlemeye doğru karşı konulamaz gidişte, zamanını doldurmuş sanılan
şeylerden hiçbirinin ölmediği, her şeyin, (inanılmaz müzeleme çalışmalarımıza
karşın) arkaik ya da nostaljik kalıntılar olarak değil de aşırı inceltilmiş ve
aşırı yaralanabilir bir şekilde, sistemlerimizin can damarında, bu sistemleri
kan dökmeden donanımsız bırakan tamamen modem bir ateşlilik ve zehirlilikle
yeniden yüzeye çıktığını görüyoruz. Kökten ötekiliğin yazgısı budur; ve bu,
ne bir uzlaşma vaadiyle ne de farklılığa övgüyle çözümlenecektir.
Sh: 129-142
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık
Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları
İstanbul
Tuhaf bir gurur
bizi yalnızca ötekine sahip olmaya değil, onun sırrını zorla elde etmeye, onun
için yalnızca sevgili değil kaçınılmaz biri de olmaya iter. Ötekinin yaşamım
perde arkasından yöneten kişi rolü oynamak.
Önce, insanların
yaşamının şansa kalmış, anlamı olmayan, hiçbir yere gitmeyen ve bu nedenle de
büyüleyici olan rastlantısal bir güzergâh olduğu düşüncesiyle insanları rasgele
sokakta, kısa, gelişigüzel aralarla izlemek. Ancak onlar farkında olmadan
onları izlerken var olursunuz; gerçekte haberiniz olmadan kendi izinizi
sürersiniz. Yani ne ötekinin yaşamını ne nereye gittiğini bulmak içindir bu;
bilinmeyenin peşindeki bir sürüklenme de değildir. Farkında olmayan ötekinin
aynasında kendi kendinizi baştan çıkarırsınız. Öteki için bir anlamı olan, ama
yinelendiğinde bu anlamı yitiren güzergâhın ikizi ve ötekinin yazgısı olmakla
kendinizi baştan çıkarırsınız. Sanki ötekinin ardında olan biri onun hiçbir
yere gitmediğini biliyormuş gibidir. Bu bir anlamda onun amacım elinden almak
gibidir: O ve kendinin arasına muzip bir deha kurnazca sızar. Bu öylesine
güçlüdür ki insanlar genellikle takip edildiklerini, kendi alanlarının içine
giren bir şeyin, bu alanın eğimini başkalaştırdığını bir tür sezgiyle
hissederler.
Sophie Calle’nin Venedik Takibi adlı eserinde, bir
gün S. bu deneyime başka bir boyut katmak ister. Venedik’teki yolculuğu boyunca
çok az tanıdığı bir adamı izlemeye karar verir. Sonunda adamın gittiği oteli
saptar. Gidiş gelişlerini izlemek için otele bakan penceresi olan bir daire
kiralar. Her yerde adamın fotoğrafını çeker. Ondan hiçbir şey beklemiyor, onu
tanımak istemiyordur. Adam kendisini tanıyabileceğinden kılık değiştirir,
sarışın olur. Ne var ki karnaval eğlenceleri onu ilgilendirmemektedir, bu on
beş günü bir sürü çaba pahasına sadece onun izini kaybetmemekle geçirir. Adamın
girip çıktığı dükkânlarda insanları sorgular, gittiği eğlenceleri bilir.
Paris’e dönüş saatini bile bilmektedir ve son bir pozunu çekmek için gelmesini
beklemeye gider.
Adamın kendisini
öldürmesini mi istiyordu, yoksa (özellikle de hiçbir şey, hele bir seks
macerası asla beklemediğinden) bu takibi dayanılmaz bularak kendine bir kötülük
yapmasını ya da Orpheus’un Eurydice’e yaptığı gibi geri dönerek kendisini yok
etmesini mi istiyordu? Beklenmedik bir değişim sonucu adamın kendi yazgısı
olmasını mı istiyordu? Her oyun gibi bunun da kendi kuralı vardı: Aralarında
bir temas ya da ilişki yaratacak hiçbir şey olmamalıydı. Sır açığa
çıkmamalıdır, yoksa sıradan bir öyküye dönüşürdü.
Takip edilen
açısından, izleyen adım adım onun izlerini sildiğinden, öldürücü bir yan
vardır. Nasıl gölgesiz yaşanamazsa, hiç kimse de izsiz yaşayamaz. Görünmez el
adamın izlerini çalar ve o adam kendini çevreleyen büyüyü sezmemezlik edemez.
Kadın adamın sürekli fotoğrafını çeker. Burada fotoğrafın işlevi he
röntgencilik ne de arşivlemedir. Kadın sadece “şurada, şu saatte, şu zamanda
biri vardı,” demek istemektedir. Aynı anda da, “şurada, şu yerde, şu anda
olmanın hiçbir anlamı yoktu; aslında kimse yoktu, onu izleyen ben size kimsenin
olmadığım temin edebilirim,” demek istemektedir.
Birinin çifte bir
yaşamı olduğunu bilmek ilginç değildir. Çünkü ötekinin çifte yaşamı takibin
kendisidir. Herhangi bir sıradan varoluş, bu takipte değişmiş, herhangi bir
istisnai varoluş sıradanlaşmış olabilir. Ama gerçek olan şey, yaşamın tuhaf bir
çekime teslim olduğudur.
“Öteki var, onunla
karşılaştım,” dememeli. “Öteki var, onu izledim ” demeli. Karşılaşma,
yüzleşme; her zaman aşırı gerçek, aşırı doğrudan, aşırı patavatsızlık. Sırrı
yoktur. Karşılaşan insanların nasıl kendilerini tanıtmaktan, kimliklerini
ortaya sermekten usanmadıklarına bakın (birbirlerini sevenlerin bunu
birbirlerine sürekli söylemeleri gibi). Kendilerinden bu kadar eminler mi? Ötekinin
varoluşunun bir kanıtı mıdır karşılaşma? Hiçbir şey bundan daha az kesin
değildir. Buna karşın ötekini gizlice izliyorsam öteki var olduğundandır;
özellikle öteki, kendisini tanımadığım için, ne onu tanımak ne de kendimi
tanıtmak istediğim için vardır. Vardır; çünkü onu seçmediğim halde onun
üzerinde kaçınılmaz bir takip hakkı uyguluyorum. Ona yaklaşmadığım halde, onu
herhangi birinden daha iyi tanıyorum. Onu terk bile edebilirim; tıpkı S.’nin
(Venedik Takibi' nde) yaptığı gibi, kaderin yardımıyla ertesi sabah kentin
labirentinde onu tekrar bulacağımdan emin olarak (çünkü kent eğridir, çünkü
zaman eğridir, çünkü oyunun kuralı partnerleri ister istemez aynı yörüngeye
yerleştirir) terk bile edebilirim
Biriyle
karşılaşmamanın tek yolu onu izlemektir (birini kaybetmemek için izlemenin
gerektiği labirent ilkesinin tersidir bu, burada birini, karşılaşmamak için
izlemek gerekir). Bu, izlenenin ani bir esinlenmeyle, aniden izlendiğinin
bilincine kapılıp yüz seksen derece dönüş yaptığı dramatik anı da içerir. O
zaman oyun tersine döner ve izleyen kovalanana dönüşür, çünkü yan tarafta çıkış
yoktur. Tek dramatik değişiklik, bilmek isteyen ve her şeye lanetler
yağdıran ötekinin aniden arkasına dönüşüdür.
Bu arkaya dönüş
Venedik’te oldu da. Adam kadına doğru geldi ve şunu sordu: “Ne istiyorsunuz?”
Kadın hiçbir şey istememektedir. Ne polisiye bir macera ne de bir seks
macerası. Bu dayanılmaz bir şeydir ve bir cinayet ve ölüm tehlikesi içerir.
Kökten ötekilik daima bir ölüm tehlikesi içerir. S.’nin tüm
sıkıntısı da bu zorlu farkına varmanın etrafında döner: Maskenin düşürülmesi;
hem de bundan kaçmaya çabalarken. “Onu artık izleyemiyorum. Tedirgin olmalı,
burada, arkasında olup olmadığımı soruyor olmalı; şimdi beni düşünüyor ama ben
farklı biçimde onun izinde olacağım.”
S. bu adamla
karşılaşabilir, onu görebilir, onunla konuşabilirdi. Öteki’nin bu gizli varoluş
biçimini hiç yaratmamış olabilirdi. Öteki, fark ve diyalog içinde ahbaplık
ederek değil de sır gibi, sonsuza dek ayrıymış gibi kuşatarak kaderi haline
gelinen kişidir; kendisiyle muhatap olarak, çene çalarak değil, onu gölgesi,
çifti, görüntüsü gibi kuşatarak, izlerini silmek için kendisiyle birleşerek,
onu kendi gölgesinden soyarak kaderi haline geldiğimiz kişidir. Öteki, asla
iletişim içinde olunan kişi değil; izlenen ve sizi izleyen kişidir.
Öteki, asla doğal
olarak öteki değildir: Baştan çıkararak, kendine yabancı kılarak, hatta başka
yolu yoksa yok ederek öteki kılınması gerekir. Ama bunu başarmak için daha
incelikli hileler vardır.
Herkes diğerine
kurduğu tuzakla yaşar. Herkes, sonsuz bir yakınlık içinde yaşar; bitkin düşene
dek süren bir yakınlık içinde.
Herkes kendi
ötekisini ister; ve bunu, ötekini dize getirmeye yönelik buyurgan gereksinim
içinde ve bu dize getirmeyi, tadını çıkarmak için sürdürme sarhoşluğu içinde
isler. Yalanın ve doğrunun karşıt mantıkları, ötekinin sonundan alman katıksız
hazdan başka bir şey olmayan bir ölüm dansı içinde birleşir. Çünkü ötekine
duyulan istek her zaman ötekine son verme isteğidir de... Belki de
olabildiğince geç? Tek sorun, farklılığı içinde kendinden yoksun kalan ötekinin mekânını,
sözünü, sessizliğini, hatta içini kaplayarak kimin daha iyi dayanacağını
bilmektir. Kimse kimseyi öldüremez: Rakip, kendi simgesel ölümünü arzulamaya,
yerine getirmeye itilir... Dünya kusursuz biçimde işleyen bir tuzaktır.
Hasılı, anlaşılmaz
bir ötekilik, bir yabancılık; öteki olayının biçiminin ve tekilliğinin sırrı
budur.
“Ferdydurke:
Bireylerin ortamlarına nasıl bağlı oldukları elbette görülüyor; ama benim için
ruhsal açıdan hayli başdöndürücü, felsefi açıdan hayli kaygı verici olan şey,
kimi zaman insanın her an olabilecek umulmadık bir karşılaşma uyarınca tek bir
insan, diğer bir kendisi tarafından yaratılmış olduğunu bilmektir. Bence belli
bir ortamın bana uzlaşımlarını dayattığı, veya Marx’ın düşündüğü gibi, insanın
kendi toplumsal sınıfının ürünü olduğu doğru değildir. Benim istediğim şey, bir
insanın benzeriyle temasını ve bu temasın ani, beklenmedik ve vahşi niteliğini
göstermektir. Bu şansa bağlı ilişkilerden biçimin, genellikle, kesinlikle
beklenmedik ve saçma bir biçimde nasıl doğduğunun görülmesini sağlamaktır...
Böyle bir biçimin basit bir toplumsal uzlaşmadan oldukça daha güçlü bir şey
olduğunu, hükmedilmesi olanaksız bir öğenin söz konusu olduğunu görmüyor
musunuz?”
Gombrowicz
Sh: 161-165
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık
Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları
İstanbul
Herkes ötekinin
yazgısıdır ve herkesin gizli yazgısı da kuşkusuz lanetleme ya da herhangi bir
başka ölüm itkisiyle değil; kendi yaşamsal yönelimi adına, ötekini yıkmaktır
(ya da baştan çıkarmaktır).
“İnsan bedeninde
iltihaplı bir hastalığın gelişiminin kökeni, yükselişi ve çöküşünü bir mikrop
türünün öyküsü gibi göstermek pek saçma olmaz. Mutlaka farklı, ama düşünce
açısından özdeş orantılar içinde, insan türünün öyküsüne benzer bir öykü.
Bu mikrop türü
kanda, lenfte, insan bireyinin dokularında yaşar. Bizim bakış açımızdan,
hastalığa yakalanmış bu adam mikrobun manzarası, dünyasıdır. Bu ufak bireyler
için de kendilerine ait olan bu dünyayı bilinçdışı ve irade dışı olarak yıkmaya
çalışmak ve çoğu kez gerçekten yıkmak, varoluşlarının koşulu, gerekliliği ve
anlamıdır (Bu mikrop türüne ait farklı bireylerin, tıpkı insan bireyleri gibi
çok farklı yetenek ve iradelerle donatılmadıklarını ve onların arasında da
sıradan mikroplar ile dehalar olmadığını kim biliyor?)
O halde, insanlığın
da bir bütün olarak kavrayamadığımız ve içinde varoluşunun koşulunu,
gerekliliğini ve anlamını bulduğu herhangi bir üstün organizma için, bu
organizmayı yıkmanın yollarını arayan ve tıpkı mikrop türünün bu “hastalığa
yakalanmış” insan bireyini yıkmaya can atması gibi geliştikçe onu yıkmak zorunda olan
bir hastalık olduğu düşünülemez mi?
Düşüncemizi daha da
ileri götürüp belki de mikrop türü için olsun, insanlık türü için olsun, her
canlı topluluğunun görevi kendini aşan dünyayı bu bir insan bireyi ya da bir
evren olabilir yavaş yavaş yıkmak değil midir, diye sormamızda sakınca var
mıdır?
Bu varsayım hakikate
yaklaşsa bile imgelemimiz bununla ne yapacağım bilemez; çünkü zihnimiz yalnızca
aşağıya doğru hareketi kavramaya yeteneklidir, yukarıya doğru hareketi asla.
Yalnızca altta olan konusunda göreli bir bilgimiz vardır, üstte olan için ise
hâlâ önsezi evresindeyiz. Bu anlamda, insanlık tarihinin yavaş yavaş ve
gereklilik uyarınca insan tarafından, bütün direnmesine rağmen, yıkılan kutsala
karşı sonu gelmez bir savaşım olarak yorumlanmasına izin vardır belki. Bu düşünce
şemasını izleyerek, bizi aşan bu öğenin, bize kutsal göründüğü ya da öyle
hissedildiğini, sırası geldiğinde kendisinden üstün bir diğeri tarafından
aşılmış olduğunu ve bunun sonsuza dek böyle sürdüğünü varsayabiliriz.”
(Arthur Schnitzler, Relations et Solitudes)
Mikrop türüyle
insan türü arasında, hem ortakyaşarlık hem de kökten bağdaşmazlık vardır. İnsanın ötekisinin
mikrop olduğu söylenemez özleri asla karşıt değildir ve yüz yüze gelmezler—;
birbirlerine bağlıdırlar ve bu bağlılık yazgıymış gibidir; ne insan, ne basil,
kimse bunu farklı biçimde düşünemez. Bu bağlılığın sonsuza dek sürdüğüne
bakılırsa net bir ayrım çizgisi yoktur. Ya da ötekiliğin şurada olduğunu
söylemekten yana olmak gerekir: Mutlak öteki, kökten insanlıkdışı olan,
hakkında hiçbir şey bilinmeyen ve bizden farklı bile olmayan mikroptur. Her
şeyi başkalaştıran ve kendisiyle ne bir pazarlık ne de uzlaşma olanağı olan
gizli biçim. Buna karşın onunla aynı yaşamı yaşıyoruz ve tür olarak da
bizimkiyle aynı zamanda ölecektir; yazgısı aynı. Solucan ile
yosun hikâyesi gibi:
Solucan midesinde
beslediği yosun olmadan hiçbir şeyi hazmedemez. Aklına bu yosunu yiyip yutmanın
geldiği güne kadar her şey yolunda gider: Yosunu yiyip yutar, ama bu yüzden
(yosun artık solucana hazmında yardım edemediğine göre yosunu hazmedemeden)
ölür.
Sh: 166-168
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık
Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları
İstanbul
Sonuç olarak
ötekilik figürleri tek bir şeyde özetlenir: Nesne. Geriye kalan tek şey,
nesnenin acımasızlığı, nesnenin irredantizmidir.[
ülkenin kaybettiği toprakları geri istemesi]
Bilimin ufkunda bile
nesne giderek daha ele avuca sığmaz, bölünmez, böylelikle de çözümlemeye gelmez
gözükmektedir; ebediyen değişken, tersine çevrilebilir, ironik, hayal kırıcı ve
manipülasyonlarla alay eder gözükmektedir. Özne, bilimin postulatlarının [şart koymak, talep etmek, ispatsız olarak kabul
ettirmek, doğru varsaymak, postulat olarak kabul etmek, seçmek ] fedası pahasına
nesneyi umutsuzca izlemeye çalışır; ama nesne bilimsel aklın feda edilmesinin
bile ötesindedir. Çözülmez bir bilmecedir bu; çünkü nesne kendi değildir ve
kendini tanımaz. Chesterton’un yabanılı gibidir: Onu anlamıyorsak, bunun
nedeni, onun kendisini anlamaması ile aynıdır. Böylece her anlayış karşısında
engel oluşturur. Kendine yabancı olmak; yabanılın bizimkinin tamamen tersi
olan gücü ve egemenliği buradan kaynaklanır. Uygarlığın ilk hareketi ona
bir ayna uzatmak olacaktır; ama o, aynaya kendini yalnızca görünürde yansıtır;
gerçekte ayna kendisidir, burada özne kendi yanılsamasına kapılır.
O halde bilimin
ötekisi nerededir?
Nesnesi mi?
Bilim muhatabını
yitirdi, “yabanıl” gibi o da diyaloğa karşılık vermiyor. Öyle görülüyor ki bu
iyi bir nesne değil, “fark”lılığa saygı göstermiyor, bilimsel yola getirme
(akılcı nesnelleştirme) girişimlerinden gizlice kaçıyor ve sıra kendisine
geldiğinde, bilimsel yapının temellerini el altından yıkarak, “anlaşılmış”
olmanın intikamını alıyor. Nesne ile bilim öznesinin cehennemi sürek avı,
izlenecek bir olay!
Tuhaf cazibe olarak
tek nesne kalıyor geriye. Özne tuhaf bir cazibe değil artık. Hakkında çok şey
biliniyor, kendini çok iyi biliyor. Heyecan verici olan şey nesne; çünkü o,
benim yok oluşumun ufku. Kuram gerçek için neyse, o da bir yansı değil ama bir
meydan okuma ve tuhaf bir cazibe. Ötekilik arayışının potansiyel yoludur bu.
Yabancılaşmanın
ötesine geçmenin iki yolu vardır: Ya bıktırıcı ve günümüzde pek umut vaat
etmeyen yabancılaşmanın giderilmesi ve kendini yeniden ele geçirme. Ya da diğer
kutup; mutlak öteki, mutlak egzotizm. Seçenek, sanal olarak tam bir
dış-merkezlilikle tanımlanmış, “katsayılı başka yer”dedir. Artık
yabancılaşmayla yetinilmiyor; ötekinden daha öteki olana, kökten ötekiliğe
gitmek gerekiyor.
Ötekiliğin ikili
biçimi kesin bir dönüşümü, görünüş ve biçim dönüşümlerinin kesin başatlığını
varsayar. Ben, yabancılaşmış değilim. Kesinlikle ötekiyim. Bundan böyle arzunun
yasasına değil, kuralın tümden yapaylığına boyun eğiyorum. Kendime özgü arzunun
bütün izini kaybettim. İnsanlıkdışı bir şeye boğun eğiyorum yalnızca ve bu şey,
içselliğe değil, dünyanın göstergelerinin sadece nesnel ve keyfi
rastlantısallığına kayıtlıdır. Nasıl ki felaketlerde kaçınılmaz olarak
gösterilen şey, dünyanın bize karşı hükümran umursamazlığıysa, baştan çıkarmada
kaçınılmaz olarak işaret edilen şey de ötekinin bize karşı hükümran olan
ötekiliğidir. Ötekilik, apaçık ortada olan bir jest, bir yüz, bir biçim, bir
sözcük, kehânetli bir rüya, bir zekâ belirtisi, bir nesne, bir kadın, bir çöl
biçiminde yaşamımıza baskın yapar.
Bu öteki, ortaya
çıktığında, asla bilemeyeceğimiz her şeyi birdenbire ele geçirir. Öteki;
sırrımızın, bizde artık hakikat düzeyinde olmayan her şeyin yeri odur. Yani ne aşkta olduğu
gibi benzeşim yerimiz, ne yabancılaşmada olduğu gibi farklılık yerimiz, ne
mevcut halimizin ideal tipi, ne de yoksunluğunu çektiğimiz şeyin gizli
idealidir; bizden kaçan şeyin bulunduğu yerdir ve biz de ötekinde kendimizden
kaçarız. Bu öteki, arzunun ya da yabancılaşmanın değil; baş dönmesinin,
silinmenin, ortaya çıkmanın ve yok olmanın, deyim yerindeyse (ama bunu
söylememek gerekiyor) varlığın parıldadığı alandır. Çünkü baştan çıkarmanın
kuralı tam olarak sırdır, sır da temel kuralın sırrıdır.
Baştan çıkarma,
ötekinin asla arzunun hedefi olmadığını, sevdiğine göz dikerken öznenin kendini
aldattığını, söylediği şeyi amaçlayan her önermenin aldandığını bilir. Sır her
zaman yapaylığın sırrıdır. Her zaman öteyi amaçlamak, ötekini asla diyaloğun
ürkünç yanılsamasında aramamak; ama onu, gölgesiymiş gibi izlemek, çember içine
almak bir zorunluluktur. Asla kendi olmamak, ama asla yabancılaşmış da olmamak:
Ötekinin figürüne; dışarıdan gelmiş o tuhaf biçime, olaylarla ilgili süreçleri
olduğu kadar tekil varoluşları da düzenleyen o gizli figüre dışarıdan dâhil
olmak.
Öteki, kendimi
sonsuza dek yinelememi engelleyendir.
Sh:177-179
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden,
Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul
Sanatın her yerde
çoğaldığını görüyoruz. Sanat üzerine söylem ise daha da hızlı çoğalmaktadır.
Ama sanatın ruhu yok oldu. Macera olarak sanat; yanılsama yaratma gücüne sahip
sanat; şeylerin daha üstün bir oyunun kuralına boyun eğdiği, gerçekliğe karşıt
bir “başka sahne” kuran sanat; bir tuvalin üstündeki çizgi ve renkler
gibi, varlıkların anlamlarını yitirip kendi varlık nedenlerini aşarak bir
baştan çıkarma süreci içinde ideal biçimlerine (bu, onların kendi yok olmuş
biçimleri olsa bile) ulaşabildikleri aşkın bir figür olarak sanat yok oldu.
Kültür adıyla tanıdığımız estetik değerlerin düpedüz üretiminden göstergelerin
sonsuza değin hızla çoğalmasından, geçmiş ve güncel biçimlerin yeniden
kullanıma sokulmasından sanatı ayıran simgesel uzlaşma niteliğiyle sanat yok
oldu. Ne temel kural ne yargı ölçütü ne de zevkvar artık. Günümüzün estetik
alanında, kendi kullarını tanıyacak Tanrı kalmadı; ya da başka bir metafor
kullanırsak, estetik zevk ve vargıya ilişkin hassas terazi yok artık. Sanatın durumu,
tıpkı gerçek zenginlik ya da değere çevrilmesi imkânsız olduğundan artık değiş
tokuş edilemeyen ve bundan böyle yalnızca dolaşan paralar gibidir.
Sanatta da aynı
durumdayız: Son derece hızlı bir dolaşım ve olanaksız bir mübadele. “Yapıtlar’
ne kendi aralarında ne de gönderme değeri karşısında değiş tokuş edilebiliyor
artık. Bir kültürün gücünü oluşturan o gizli suç ortaklıkları kalmadı.
Yapıtları okumuyoruz artık, gittikçe daha çelişkili ölçütler uyarınca
şifrelerini çözüyoruz.
Sanat alanındaki
hiçbir şey bir diğerine karşıt değil. Yeni Geometricilik, Yeni-Dışavurumculuk,
Yeni-Soyutlamacılık, Yeni-Figürasyon; tüm bunlar tam bir farksızlık içinde bir
arada bulunuyorlar. Bu eğilimlerde özgün bir yaratıcılık kalmadığından aynı
kültür alanı içinde bir arada bulunabiliyorlar. Biz de bunları derin bir
umursamazlık uyandırdıklarından aynı anda benimseyebiliyoruz.
Sanat dünyası garip
bir görünüm sunuyor. Sanatta ve esinde bir tıkanma var gibi. Birkaç yüzyıl boyunca göz
kamaştırıcı biçimde gelişmiş olan şeyler sanki kendi görüntü ve zenginlikleri
karşısında taş kesilip aniden donup kalmışlar. Çağdaş sanatın tüm sarsıntılı
deviniminin ardında bir tür durgunluk, artık kendini aşamayan ve giderek daha
fazla tekrarlayarak, kendi üstüne kapanan bir şey var. Bir yanda güncel sanat
biçimlerinde bir tıkanma ve diğer yanda hızla çoğalma, vahşi bir abartı, geçmiş
biçimler üzerine sayısız çeşitleme (ölmüş olanın kendi içinde hareketli yaşamı)
var. Tüm bunlar mantıklıdır: Nerede bir tıkanma [stasis] varsa orada metastaz
[çoğalma, yayılma] vardır. Canlı bir biçimin düzensizleştiği yerde, genetik bir
kuralın artık işlemediği bir yerde (kanserde olduğu gibi), hücreler düzensizlik
içinde hızla çoğalmaya koyulurlar. Kimi biyolojik düzensizliklerin nedeninin
gen kodundaki bir kopukluk olduğu keşfedilebileceği gibi, sanatın bugün içinde
bulunduğu düzensizlik de aslında, gizli estetik kodundaki bir kopukluk olarak
yorumlanabilir.
Biçimlerin,
çizgilerin, renklerin ve estetik kavramların özgürleşmesiyle, tüm kültürlerin
ve üslupların kaynaşmasıyla toplumumuz genel bir estetikleşmeye, karşı-kültür
biçimleri dahil olmak üzere tüm kültür biçimlerinin terfi etmesine, tüm temsil
ve karşı-temsil modellerinin göklere çıkarılmasına yol açtı. Sanat aslında
yalnızca bir ütopya, yani asla gerçekleşmeyecek bir şeyse, bugün bu ütopya dolu
dolu gerçekleşmiştir: Medyalar, bilgiişlem ve video teknolojisi sayesinde
herkes fiilen yaratıcı oldu. Sanatsal ütopyaların en köktencisi olan
karşı-sanat bile, Duchamp’ın “Şişe tutacağı”nı yerleştirmesinden ve Andy
Warhol’un bir makineye dönüşme isteğinden bu yana gerçekleşmiş oldu. Dünyanın
tüm sanayi makineleri estetikleşti, dünyanın tüm anlamsızlığı estetik
tarafından güzelleştirildi.
Batı’nın yaptığı en
büyük işin dünyanın ticarileştirilmesi, her şeyi ticaretin yazgısına bırakmış
olması olduğu söyleniyor. Oysa en büyük iş, dünyanın estetikleşmesi, kozmopolit
biçimde sahnelenmesi, görüntüye dönüştürülmesi, gösterge bilimsel olarak düzenlenmesi
olmalıdır. Bizim tanık olduğumuz şey, ticaretin maddi kurallarının ötesinde,
reklamlar, medya ve görüntüler aracılığıyla her şeyin bir gösterge sanayisine
[Semiurgie] dönüşmüş olmasıdır. En marjinal veya en sıradan veya en müstehcen
şey bile estetikleşiyor, kültürelleşiyor, müzelik bir hal alıyor. Her şey
söyleniyor, her şey ifade ediliyor, her şey bir gösterge gücüne ya da tavrına
bürünüyor. Sistem, ticaretin artıkdeğerinden çok göstergenin estetik
artıkdeğerine göre işliyor.
Minimal sanat,
kavramsal sanat, geçici sanat ve karşısanat dolayısıyla tüm bir şeffaflık, yok
olma ve cisimsizleşme estetiği içinde sanatın maddesizleştirilmesinden söz
ediliyor.
Oysa gerçekte,
işlemsel biçim altında her yerde maddeleşmiş olan estetiktir. Zaten bunun için
sanat minimal olmaya, kendi yok oluşunu kullanmaya zorlanmıştır. Sanat, oyunun
tüm kuralları uyarınca, bir yüzyıldır bunu yapıyor. Yok olan tüm biçimler gibi
simülasyon içinde kendini yinelemeyi deniyor., ama yakında yerini uçsuz
bucaksız yapay bir müzeye ve zincirinden boşanmış reklamcılığa bırakarak
tamamen silinip gidecektir.
Biçimlerin eklektik
baş döndürücülüğü, zevklerin eklektik baş döndürücülüğü: Barok’un simgesi de
buydu. Ama Barok’ta yapaylığın yarattığı baş dönmesi tensel bir baş dönmesidir.
Barok sanatçılar gibi biz de dizginsiz görüntü yaratıcılarıyız, ama gizliden
gizliye putkırıcıyız. Görüntüleri yok edenlerden değil, görülecek hiçbir şeyin
olmadığı bir görüntü bolluğu üretenlerdeniz. Çağdaş görüntülerin büyük
çoğunluğu video, resim, plastik sanatlar, görsel-işitsel ve sentez görüntüler
görülecek hiçbir şeyin olmadığı düz anlamda görüntüler; izsiz, gölgesiz,
sonuçsuz görüntülerdir. Tek hissedilen her birinin ardında bir şeyin yok olmuş
olduğudur. Üstelik bundan ibarettirler: Yok olmuş bir şeyin izi. Tek renk bir
tabloda bizi büyüleyen şey, her tür biçimin o muhteşem yokluğudur. Trans
seksüelde bizi büyüleyen şeyin hâlâ gösteri halindeki cinsiyet farkının
silinişi olması gibi, bu da her tür estetik söz diziminin hâlâ sanat halindeki
silinişidir. Bu görüntüler hiçbir şeyi gizlemez, hiçbir şeyi ortaya çıkarmaz,
bir tür olumsuz yoğunlukları vardır. Andy Warhol’un Campbell çorbası
kutularından oluşan resminin tek yararı (ve bu, çok büyük bir yarardır), tıpkı
Bizans ikonlarının Tanrı’nın varlığı sorusunun Tanrı’ya inanmaya devam ederek
artık sorulmamasını sağlamaları gibi, güzel mi çirkin mi, gerçek mi gerçekdışı
mı, aşkın mı içkin mi sorusunun sorulmasına da artık gerek bırakmamasıdır.
Mucize buradadır.
Bizim görüntülerimiz ikonlar gibidir: Sanatın varoluşu sorusunu es geçerek
sanata inanmayı sürdürmemizi sağlıyorlar. Böylece belki de tüm çağdaş
sanatımızı, antropolojik işlevinden başka bir düşünce taşımadan ve hiçbir
estetik yargıya göndermede bulunmadan, ayinsi bir kullanımı olan ayinsi bir
bütün olarak benimsememiz gerekiyor. Böylelikle ilkel toplumların kültür
evresine geri dönmüş olurduk (sanat pazarındaki spekülatif fetişizm de sanatın
şeffaflığı ayininin bir parçasıdır).
Estetiğin ya
ötesindeyiz ya da altında. Sanatımıza estetik bir yazgı ya da tutarlılık aramak
gereksiz. Göğün mavisinin kızılaltında ya da morötesinde aranması gibi bir şey
olur bu.
Bu anlamda artık
güzel ya da çirkine ulaşamadığımızdan ve değer yargısında bulunmamız olanaksız
olduğundan içinde olduğumuz bu noktada umursamazlığa mahkûmuz. Ama bu
umursamazlığın ötesinde, estetik zevkin yerini alan başka bir büyülenme
doğuyor. Güzel ve çirkin karşılıklı çelişkilerinden bir kez kurtuldular mı bir
biçimde çoğalırlar: Güzel’den daha güzel ya da Çirkin’den daha çirkin ortaya
çıkar. Örneğin, günümüzde resim tam olarak çirkinliği değil (çirkinlik hâlâ
estetik bir değerdir), çirkinden daha çirkini (“bad”, “worse”, kitsch); [Kötü, daha kötü, niteliksiz sanat, ] karşıtıyla ilişkisinden kurtulmuş olduğu için
çirkinliğin karesini geliştiriyor. “Hakiki” Mondrian’dan bir kez kurtulunca,
“Mondrian’dan daha Mondrian” olmakta özgürsünüz. Hakiki naiflerden kurtulunca,
“naiflerden daha naif’ olabilirsiniz. Gerçeklikten kurtulunca, gerçeklikten
daha gerçek olabilirsiniz: Hiper-Gerçekçilik. Her şey hiper-gerçekçilik ve pop
sanat ile başladı; gündelik yaşam fotoğrafik gerçekçiliğin ironik gücüne bu
şekilde yükseldi. Bugün bu tırmanış, trans estetik simülasyon alanına giren tüm
sanat biçimlerini ve tüm üslupları ayrımsız kucaklıyor.
Sanat pazarının
içinde de bu tırmanışın bir benzeri vardır. Burada da her tür ticari değer
yasasına son verilmiş olduğu için, her şey “pahalıdan daha pahalı”, pahalının
karesi haline gelir:
Fiyatlar pek
aşırılaşır, artırma çılgın bir hal alır. Estetik oyununun kuralı kalmadığında
bu oyun nasıl her yana saçılıyorsa, değişim (müdabele) yasasına her tür
gönderme ortadan kalktığında, pazar da aynı biçimde dizginsiz bir spekülasyon
içine düşer.
Aynı zıvanadan
çıkış, aynı delilik, aynı aşırılık. Sanatın reklamcılıktaki parlaması her tür
estetik değerlendirmenin olanaksızlığıyla doğrudan ilişki içindedir. Değer
yargısı yokluğunda değer yükselişe geçer. Değerin vecd halidir bu.
Günümüzde, böyle iki
sanat pazarı vardır. Biri, değerler çoktan spekülatif olsa da hâlâ değerler
hiyerarşisine göre düzenlenmektedir. Diğeri finans pazarında dalgalanan ve
denetlenemeyen sermayelere benzer: Özellikle değer yasasına meydan okumaktan
başka görünür nedeni olmayan katıksız bir spekülasyon, topyekûn bir devinimdir
bu. Bu sanat pazarı, daha çok kumarı andırır ya da potlatch’a [ilkel kabileler
arasında görülen ve birbirine daha fazla armağan vermeye veya kendi malını daha
fazla tahrip etmeye dayanan bağış türü, ] benzer; bu pazar, değerin
hiper-uzamındaki bir uzay operasıdır. Bu duruma kızacak mıyız? Hayır. Ahlâkdışı
hiçbir şey yok burada. Günün sanatı nasıl güzelin ve çirkinin ötesinde ise
pazar da iyinin ve kötünün ötesindedir.
Sh:20-25
1987’deki Wall
Street iflasında ilginç olan şey, felaketin belirsizliğidir. Hakiki bir felaket
oldu mu, yoksa gelecekte mi olacak? Yanıt: Gerçek bir felaket olmayacak, çünkü
sanal felaket koşullarında yaşıyoruz.
Bu vesileyle,
saymaca (fictif) ekonomiyle gerçek ekonomi arasındaki uyumsuzluk çarpıcı
biçimde ortaya çıktı; üretime dayalı ekonomilerin gerçek felaketinden bizi
koruyan da bu uyumsuzluktur.
Bu iyi bir şey
midir, kötü bir şey mi?
Uydu savaşları ile
yerel savaşlar arasındaki uyumsuzluk ile aynı şeydir bu. Yerel savaşlar her
yerde birbirini izliyor, ama nükleer savaş çıkmıyor. İkisi arasında
bağlantısızlık olmasaydı, nükleer patlama çok zaman önce olurdu. Uluslararası
borsa ve finans iflası, nükleer patlama, Üçüncü Dünya’nın borç patlaması, nüfus
bombası: Patlamayan bombaların ve sanal felaketlerin egemenliği altındayız.
Önümüzdeki elli yıl içinde Kaliforniya topraklarının Pasifik’e kayacağı
kehaneti gibi tüm bunların da bir gün kaçınılmaz olarak patlayacağı
söylenebilir elbette. Ama olanlar ortada: Patlak vermeyen bir durumu yaşıyoruz.
Yegâne gerçeklik (gerçek ekonomiyle saymaca ekonomi arasındaki bağlantısızlığın
bu boyutta olmadığı 1929 krizinin tersine), çöktüğü zaman gerçek ekonomilerde
önemli bir dengesizliğe yol açmayan sermayelerin oluşturduğu yörüngedeki o
dizginsiz kasırgadır. Yüzergezer ve spekülatif sermayeler alanı o denli
özerkleştirmiştir ki geçirdiği sarsıntıların izi bile kalmaz kuşkusuz.
Yine de öldürücü bir
izin kaldığı yer, kendi çalışma alanındaki bu ayrışma karşısında tamamen
silahsız olan ekonomi kuramıdır. Savaş kuramcıları da aynı ölçüde
silahsızdırlar. Çünkü savaşta da bomba patlamıyor. İki farklı şeydir artık
savaş; bir yanda, yörüngedeki, topyekûn ama sanal bir savaş ve diğer yanda,
yeryüzündeki çok sayıda gerçek savaş. Sanal ekonomiyle gerçek ekonomide olduğu
gibi bu iki savaş da ne aynı boyutlara ne de aynı kurallara sahiptir. Bu bölünmeye,
uyumsuzluğun egemen olduğu bu dünyaya kendimizi alıştırmamız gerekiyor.
Kuşkusuz 1929’da bir kriz ve Hiroşima’da da bir patlama oldu, yani hakiki bir
iflas ve patlama anı yaşandı; ama ne sermaye (Marx’ın istediği gibi) giderek
daha vahim krizlere girdi ne de savaş bir patlamadan diğerine sıçradı. Olay bir
kere yaşandı, nokta, hepsi bu. Sonrası hep aynı: Büyük finans sermayesinin
hiper-gerçekleşmesi imha araçlarının da hiper-gerçekleşmesidir; her ikisi de
tepemizde, bizden kaçan, ama aynı nedenle gerçeklikten de kaçan bir akış içinde
yörüngeye oturmuşlardır: Hiper-gerçekleşmiş olan savaş ve hiper-gerçek leşmiş
olan para, erişilmez ama böyle olduğu için de dünyayı olduğu gibi bırakan bir
uzamda dolaşmaktadırlar. Sonuç olarak, ekonomiler üretime devam ediyor, oysa ki
saymaca ekonomideki çalkantıların en ufak mantıki sonucu, bu ekonomileri
ortadan kaldırmaya çoktan yeterli olurdu (ticari değişim hacminin bugün
sermayelerin devinim hacminden kırk beş kez önemsiz olduğunu unutmayalım).
Kullanılabilir nükleer gücün binde biri dünyayı ortadan kaldırmaya yeterliyken
dünya var olmayı sürdürüyor. Borcun temizlenmesi konusundaki en ufak
kararsızlık bütün mübadeleleri durdurmaya yeterliyken, Üçüncü Dünya da, diğer
dünya da yaşamayı sürdürüyor. Zaten borç çoktan yörüngeye yerleşti; borç da bu
borcu tekrar satın alan bir bankadan diğerine, bir ülkeden diğerine dolaşmaya
başladı; böylelikle sonunda atom artıkları ve daha bir sürü şey gibi yörüngede
unutulup gidecek. Bu dönüp duran borç, dolaşan bu namevcut sermayeler, kuşkusuz
bir gün borsa tarafından öteki şeyler gibi rayici belirlenecek olan bu eksi
zenginlik, ne muhteşem bir şey!
Borç fazlasıyla can
sıkıcı hale geldiğinde sanal bir uzama dışlanır ve orada kendi yörüngesinde
donmuş kalmış bir felaket görünümü sunar. Milyarlarca dolarlık yüzergezer
sermayelerin bıkıp usanmadan etrafımızda dönen bir uydu yığını haline gelmesi
gibi, savaş gibi borç da yeryüzünün bir uydusu haline gelir. Hem böylesi daha
iyi kuşkusuz. Onlar döndüğü sürece, uzayda patlasalar bile (1987 iflasındaki
“kayıp” milyarlar gibi), dünya değişmez; umut edilebilecek en iyi şey de budur.
Çünkü saymaca ekonomiyle gerçek ekonomiyi uzlaştırma umudu ütopik bir umuttur:
Gezinen bu milyarlarca dolar gerçek ekonomiye aktarılamaz; neyse ki
aktarılamıyor, çünkü bu dolarlar mucize eseri üretim ekonomilerine tekrar
sokula bilseydi, bu kez gerçek bir felaket olurdu. Aynı biçimde, sanal savaşı
da bırakalım yörünge üzerinde kalsın, çünkü o da bizi orada kalarak koruyor:
Aşırı soyutluğu ve korkunç sıradışılığıyla nükleer güç, bizi en iyi koruyan
şeydir. Yörünge bombası, mali spekülasyon, dünya çapındaki borç, aşırı nüfus
fazlası (bunun için yörüngesel bir çözüm bulunamadı henüz, ama umut kesilmez):
Bu urların gölgesinde yaşamaya da alışalım. Bunlar, varoluşlarıyla, aşırılıkları,
hatta hiper-gerçeklikleriyle kendi cinlerinden kurtuluyorlar ve dünyayı bir
anlamda ikizinden kurtulmuş, el değmemiş bırakıyorlar.
Segalen, dünyanın
bir küre olduğunu gerçekten anladığımız andan itibaren yolculuk diye bir şey
kalmadığını söylüyordu; çünkü bir kürenin üzerindeki bir noktadan uzaklaşmak bu
noktaya yaklaşmaya başlamak demekti. Bir kürenin üstünde, doğrusallık garip bir
eğrilik kazanır; tekdüzeliğin eğriliğini. Astronotlar yeryüzünün çevresinde
dönmeye koyuldukları andan itibaren, herkes gizliden gizliye kendi etrafında
dönmeye başladı. Yörüngesel çağ başladı; uzay bu çağın bir parçasıdır, ama asıl
televizyon ve hücrelerimizin en gizli yerindeki DNA sarmallarının ve
moleküllerin dansının da içinde yer aldığı daha bir sürü şey de bunun parçasıdır.
Yörünge alanındaki ilk uzay uçuşlarıyla birlikte dünyasallaşma sona erdi, ama
ilerlemenin kendisi de döngüsel hale geldi ve insanların evreni de yörüngedeki
dev bir aygıta indirgendi. Segalen’in dediği gibi, ' turizm”
başlıyor. Daha doğrusu, yolculuk etmeyip, sınırları çizilmiş toprakları içinde
daireler çizerek dönen [hiçbir yere gidemeyen] insanların sonu gelmez turizmi
başlıyor. Egzotizm öldü.
Ancak Segalen’in
önermesi daha geniş bir anlam kazanıyor. Salt dolaşımın yararına varlığına son
veren şey yalnızca yolculuk, yani yeryüzünün düşselliği, aşmanın ve keşfin
fiziği ve metafiziği değildir; bir zamanlar aşkınlığı, yüceliği, sonsuzluğu
hedeflemiş olan her şey, yörüngeye yerleşmek için kurnazca eğilip bükülerek
kendi varlığına son vermektedir: Bilgi, teknikler ve anlama yetisi de yüce
tasarılarına son vererek, sonu gelmez bir yörünge örmeye koyulmaktadırlar. Aynı
biçimde enformasyon da yörüngeseldir: Enformasyon bilgisi bir daha asla kendini
aşmayacak, aşkınlaştırmayacak ve sonsuza dek kendini düşünmeyecek olmasına
rağmen, yeryüzüne de değmeyen, hakiki bir dayanağı ve göndermesi olmayan bir
bilgidir. Enformasyon dolaşır, döner, kimi zaman tamamen gereksiz olan (ama
gereklilik sorusu da sorulamıyor artık) dolaşımını tamamlar ve her sarmalda ya
da her devrimde daha da artar. Televizyon, artık hayal kurmayan, düşlemeyen ve
gerçekle de hiç ilgisi olmayan bir görüntüdür. Yörüngesel bir devredir.
Uydulaştırılmış olsun olmasın, nükleer bomba da yörüngeseldir. Nükleer bombanın
yörüngesi, etrafında dönüp durduğu yeryüzünü meşgul etmeye devam eder, ama yere
düşeceği de yoktur: Sonlu bir bomba değildir, kendini bitirecek de değildir (en
azından öyle umuluyor); orada, yörüngede durmaktadır ve korku saçmaya ya da en
azından caydırmaya yetiyor. Düşlerimize korku bile saçmıyor artık, yıkım hayal
edilemez. Bomba orada, yörüngededir, kararsızlık içinde ve sürekli dönmektedir.
Euro-dolarlar ve yüzergezer para kitlesi için de aynı şey söylenebilir... Her
şey uydulaşıyor, beynimizin bile artık bizde olmadığı, sayısız Hertz Tik dalga
birimleri ve devreler halinde etrafımızda dalgalandığı söylenebilir.
Bu bir bilimkurgu
değildir; McLuhan’ın “insanın uzanımları” kuramının genelleştirilmesidir
yalnızca. İnsan varlığına ait her şey, biyolojik bedeni, zihni, kas ve beyin
yapısı insanın etrafında mekanik ya da bilgi-işlemsel protezler halinde
dönmektedir. Yalnızca, McLuhan’da tüm bunlar olumlu bir genleşme olarak,
insanın medyatik uzanımları aracılığıyla evrenselleşmesi olarak tasarlanmıştır.
Oldukça iyimser bir düşüncedir bu. Gerçekte, insan bedeninin tüm işlevleri
insanın etrafında eş-merkezli bir düzenle dönmek yerine, dış-merkezli bir
düzenle uydulaştılar; kendi hesaplarına yörüngeye yerleştiler. O anda, insan
kendi işlevlerinin, kendi teknolojilerinin bu yörüngesel dışadönüklüğü
karşısında kendini yörüngesinden çıkmış ve merkezinden uzaklaşmış buldu. İnsan,
Dünya gezegeniyle, toprağıyla ve bedeniyle, günümüzde, kendi yarattığı ve
yörüngeye yerleştirdiği uyduları karşısında uydulaşmış durumdadır. İnsan, bir
zamanlar aşkındı, şimdi yörüngesinden çıktı.
İşlevleri
uydulaşırken inşam da uydulaştıran tek şey insan bedeni değil. Toplumlarımızın
tüm işlevleri, özellikle de kopup yörüngeye geçen üst işlevler inşam
uydulaştırıyor. Savaş, mali mübadele, teknik alan ve iletişim, geride kalan
şeyleri yıkıma terk ederek erişilmez bir uzamda uydulaşıyorlar. Yörüngesel güce
erişmeyen her şey, artık herhangi bir aşkınlıktan yardım istenemeyeceğine göre
bundan böyle kesin bir yüzüstü bırakılmışlığa mahkûmdur.
Yerçekiminden
kurtulma çağındayız. Modelimiz, kinetik enerjisi yeryüzünün enerjisini boşaltan
uzay boşluğu modelidir. Birçok teknolojinin merkezkaç enerjisi bizi her tür
ağırlıktan kurtarıyor ve gereksiz bir devinim özgürlüğü içine sokuyor. Her tür
yoğunluk ve ağırlıktan kurtulmuş olarak, sürekli olma tehlikesi taşıyan
yörüngesel bir devinime sürükleniyoruz.
Artık büyümüyor,
ur halini alıyoruz. Hızlı çoğalma toplumundayız; hiçbir belirgin hedefe göre
kendini düzenlemeden büyümeyi sürdüren bir toplumdayız. Urlaşan bir toplum,
kendi tanımına aldırmadan, kontrolsüz biçimde gelişen ve nedenlerin yitimiyle
birlikte sonuçların yığıldığı bir toplumdur. Hiperteli [Hiperteli: Morfolojik
bir özelliğin, anatomik bir yapının bir rahatsızlık oluşturuncaya kadar
abartılı gelişimi, ] yoluyla, aşırı işlevsellik ve doyma
yoluyla düzensizleşmeye, sistemlerde olağanüstü bir tırmanışa yol açan bir
şeydir bu. Bu ılurumu en iyi kıyaslayabileceğimiz şey, kanserli metastazlar
sürecidir. Bir bedenin, organik kurallar karşısında yenilmesidir bu; ve bu tür
bir hücre kümesinin uygunsuz ve öldürücü canlılığını açığa çıkarabilmesine ve
genetik buyruklara uymayarak sonsuza değin hızla çoğalabilmesine yol açar.
Bu kritik bir süreç
değildir artık: Kriz hep bir nedenselliktir ve nedenlerle sonuçlar arasındaki
dengesizlik meselesidir; çözümünü nedenlerin yeniden düzenlenmesinde bulur ya
da bulmaz. Bizi ilgilendiren duruma gelince, yerini, süreçlerin boşlukta
yoğunlaşmasına bırakarak silinen ve anlaşılmaz hale gelen şey nedenlerdir.
Bir sistemin içinde
işleyiş bozukluğu ve bilinen işleyiş yasalarına uymama olduğu sürece, sorunu
aşarak çözme imkânı hep vardır. Bu çözüm krize değil, felakete bağlıdır; yani
sistemin kendinden öteye geçtiği, kendi amaçlarını aştığı ve böylelikle sisteme
artık hiçbir çare bulunmadığı koşullara bağlıdır. Yoksunluk hiçbir zaman feci
değildir, öldürücü olan doygunluktur: Doygunluk, aynı zamanda bir tetanos
durumu ve durgunluk durumu yaratır.
Çarpıcı olan şey,
günümüzdeki tüm sistemlerin aşırı şişmanlığıdır; haberleşme, iletişim, bellek,
depolama, üretim ve yok olma düzeneklerimizdeki Susan Sontag’ın kanser için
söylediği gibi o “cehennemi gebelik”tir; bu sistemler öyle dolmuştur ki artık
işe yaramayacakları çoktan bellidir. Kullanım değerine son veren biz değiliz,
sistemin kendisi aşırı üretim yoluyla bunu ortadan kaldırdı. Öyle çok şey
üretilip yığıldı ki bunları kullanacak zaman artık asla olmayacak (nükleer
silahlar konusunda bu son derece sevindiricidir). Öylesine çok ileti ve sinyal
üretilip dağıltıldı ki bunları okumaya artık asla zamanımız olmayacak. Ne mutlu
bize! Çünkü içimize aldığımız ufacık kısım bile bizi sürekli olarak elektrik
şokunda tutmaya yetiyor.
Bu muhteşem
gereksizlikte bulantı verici özel bir şey var: Hızla çoğalan, aşırı şişen; ama
doğuramayan bir dünyanın bulantısı. Bir düşünce doğurmayı başaramayan tüm bu
bellekler, arşivler, belgeler; bir olay doğurmayı başaramayan tüm bu planlar,
programlar, kararlar; bir savaş doğurmayı başaramayan tüm bu yüksek teknoloji
ürünü silahlar!
Bu doygunluk,
Bataille’ın sözünü ettiği, bütün toplumların gereksiz ve aşırı harcama
gösterileri yoluyla yok etmeyi bildiği fazlalık sınırını aşmaktadır. Her
hızlandırıcı etken durgunluk etkisi yaparak, bizi durgunluk noktasına
yaklaştırdığından, tüm bu birikimden bize kalan şey, olanaklı bir harcama
biçimi değil, yavaş ya da ani bir çözüm bulamama durumudur. Kriz dediğimiz şey,
bu durgunluk noktasına ilişkin önsezidir.
Bu tetanos durumu ve
durgunluk, boşluk içinde hızlanma, toplumsal hedef ve kazanç yokluğunda üretim
vaadi şeklindeki çifte süreç, krize atfedilmesi uygun düşen çifte görünümü
yansıtır: Enflasyon ve işsizlik.
Enflasyon ve
işsizlik, geleneksel olarak, büyüme denklemindeki değişkenlerdir: Bu düzeyde
kriz kesinlikle yoktur; bunlar kuraldışı süreçlerdir ve kuraldışılık, organik
dayanışmanın gölgesidir. Gerçekten kaygılandırıcı olan anomalidir. Anomali açık bir
belirti değil, oyunun gizli ya da en azından bizim bilmediğimiz bir kuralında
kusur ve ihlal olduğuna ilişkin garip bir göstergedir. Belki de bir ereklilik
fazlasıdır; bu konuda bir şey bilmiyoruz. Bizden kaçan bir şey var ve biz de
geri dönüşsüz bir sürecin parçası olarak kendimizden kaçıyoruz, kendimizi
kaybediyoruz; dönüşü olmayan bir noktadan, şeylerin çelişkilerinin sona erdiği
bir noktadan geçtik ve süreçlerin tersine çevrilemediği ve anlam da taşımadığı
bir çelişkisizlik, zıvanadan çıkma, kendinden geçme ve şaşkınlık evrenine
sağsalim girdik.
Enflasyondan çok
daha şaşkınlık verici bir şey var: Yörüngesindeki dansıyla yeryüzünü kuşatan
yüzergezer para kitlesi. Tek gerçek yapay uydu paradır: Şaşkınlık verici bir
devingenliktedir ve anında değiştirilebilir niteliktedir. Para, gerçek yerini
sonunda buldu; borsadan daha olağanüstü bir yer bu: Yapay bir güneş gibi doğup
battığı yörünge. İnsan ürünü katıksız bir yapay madde haline geldi para.
İşsizlik de anlam
değiştirdi. Bir sermaye stratejisi (yedek ordu) olmaktan çıktı; toplumsal
ilişkiler oyununun kritik bir unsuru değil artık; öyle olsaydı, tehlike noktası
çoktan aşılmış olduğundan duyulmadık kargaşalara yol açmış olurdu. İşsizlik
nedir günümüzde? İşsizlik de bir tür yapay uydudur; bir durgunluk uydusu,
negatif bile olmayan elektrikle, statik elektrikle yüklü bir kitle, donmuş
toplumun giderek büyüyen bir kesimidir. Dolaşım devrelerindeki ve değişimdeki
hızlanmanın ardında, devinim artışının ardında, bizdeki, her birimizin içindeki
bir şey dolaşımdan çekilecek kadar yavaşlıyor. Bütün toplum da bu durgunluk
noktasının etrafında dönmeye koyuluyor. Dünyamızın kutupları yalanlaşıyor
sanki; bu tür bir kısa devre hem taşkın sonuçlara hem de potansiyel enerjilerde
bir bitkinliğe yol açıyor. Bir kriz değil artık burada söz konusu olan;
öldürücü bir olay, yavaşlatılmış bir felaket yaşıyoruz.
Bu anlamda,
ekonominin tekrar görkemli biçimde gündeme geldiğini görmek oldukça paradoksal
bir şeydir. “Ekonomi”den söz edilebilir mi hâlâ? Bu aşikâr güncel durum klasik
ya da Marksist çözümlemedeki anlamını taşımıyor artık. Çünkü ekonominin
günümüzdeki itici gücü, ne maddi üretimden oluşan altyapı ne de üstyapı artık.
Ekonominin devindiricisi istikrarsızlaşmasıdır; ideolojilerden, sosyal
bilimlerden, tarihten kurtulmuş bir ekonominin, ekonomiden kurtulmuş ve kendini
katıksız spekülasyona teslim etmiş bir ekonominin, gerçek ekonomilerden
bağımsızlaşmış (gerçek anlamda değil elbette; sanal olarak, ama zaten günümüzde
iktidarı elinde bulunduran gerçeklik değil, sanallıktır) sanal ekonominin,
böylelikle tüm diğer viral süreçlerle buluşan, viral bir ekonominin zaferidir.
Ekonominin yeniden günün örnek olayı haline gelişi, akıldışı bir oyunun özel
etkilerinin ve öngörülemeyen gelişmelerinin görüldüğü yer olmasındandır.
Ekonomi politiğin
sonunu, Marks’la birlikte, sermayenin kaçınılmaz krizi mantığı uyarınca,
sınıfların yok olması ve toplumsalın şeffaflığıyla birlikte hayal ettik.
Ardından ekonomi politiğin sonunu ekonominin postulatlarının ve bu vesileyle,
Marksist eleştirinin
inkârında düşledik: Belirleyicilik bu kez ne ekonomiye ne politikaya verildi;
kendi simülakrları ve üst bir mantık tarafından yenilgiye uğratılmış gölgeolay
olarak ekonomi basitçe ortadan kalktı.
Hayal etmek bile gerekmiyor
bugün: Ekonomi politik, kendi mantığıyla (değer yasası, pazar yasaları, üretim,
ar tıkdeğer, klasik sermaye mantığıyla) alay eden ve böylece de ne ekonomik ne
de politik bir yanı kalan bir spekülasyon trans ekonomisine kendiliğinden
dönüşerek gözümüzün önünde son buluyor. Yüzergezer ve keyfi kuralları olan
katıksız bir oyun, bir felaket oyunu bu.
Ekonomi politik
böylece son bulmuş olacak, ama hiç beklendiği gibi değil. Parodiye varıncaya
dek şiddetlenerek son bulacak. Spekülasyon artıkdeğer değildir; ne üretime ne
de gerçek koşullara gönderme yapan değerin vecd halidir. Artık yalnızca kendi
devrimi (kendi yörüngesel dolaşımı) üzerine oynayan değerin katıksız ve boş,
temizlenmiş biçimidir bu. Ekonomi politiğin her seçeneğe son vermesi, korkunç
ve biraz da ironik bir biçimde, kendini aşırı derecede istikrarsızlaştırmasıyla
olur. Ekonomi politiğin estetik ve sayıklamak bir evreye geçmesini sağlayan
kumar, potlatch ve “lanetli pay” enerjisini kendi tarzınca ele geçiren bu tür
bir çılgınlığın karşısına ne çıkabilir? Bu beklenmedik son, bu geçiş evresi, bu
vahşi borsa pazarı temelde tüm eski politik ütopyalarımızdan daha özgündür.
Sh: 32-41
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden,
Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul
Medusa öyle kökten bir ötekiliği temsil eder ki ona bakan ölür.
Egzotik olandan Egzotizm. Ondokuzuncu
yüzyıl sonlarından itibaren bazı etnik gruplar ve medeniyetlerin etkisiyle
sanat ve tasarımda oluşan bir eğilim. Müzikte egzotizm ritim, melodiler veya
enstrümanlardaki uzak diyarlar veya antik zamanların atmosferini oluşturan yeni
biçimlerle ortaya çıkmaktadır. Ondokuzuncu yüzyıldaki resimde, dekoratif sanatlarda
oryantalist temaların kullanılması gibi.
Ötekinin kökünü
kazımak için girişilmiş olan şeylerin ışığında, ötekinin yok edilemezliği, yani
ötekiliğin sürüp giden kaçınılmazlığı aydınlanıyor.
Düşüncenin gücü ve
olguların gücü.
Kökten ötekilik her
şeye direnir: Fethe, ırkçılığa, soykırıma, farklılık virüsüne, yabancılaşmanın
psikodramma. Bir yandan, öteki daima çoktan ölüdür, öte yandansa sapasağlam
ayaktadır. Büyük Oyun budur.
Halklar gibi
varlıkların da nihai nüfuz edilemezliği.
“Irkların nüfuz
edilemezliği kişilerin nüfuz edilemezliğinin ırklardaki uzantısından başka bir
şey değildir.” (Victor Segalen)
[Kimseyi kendine
tabi kılmayıp onun öz varlığını kabullenmeyle birlikte, 'öteki'nin kuruluşunu
onaylayarak devamına kışkırtan bu mantık; 'öteki' tahayyülünü ortadan
kaldırmayı teşvik ederken, bu tahayyülü yaratan 'özne' olarak 'kendimizi de bu
zevkten mahrum etmeyelim' düşüncesine sıkışan bir paradoksu imler. Ve
modernizmle anlamı değişen turizm olgusuna da gönderme yapar. Batı'dan Doğu'ya
çıkılan seferlerde, tekinsiz topraklara ayak basılmaya görülsün; gezgin,
karanlık veya el değmemiş bir ticaretin, yasadışı bir etkinliğin, kendisi için
tehlikenin kokusu ve gayri meşruluğun büyüsü gibi imkânları sezer. Tehlike ve
tekinsiz olan, baştan çıkarmaya içrektir ve bu eşsiz deneyim, genellikle Doğulu
coğrafyalara teşmildir.
Mesela: Saf kan bir
Rus ve Slavcı olan, 'Batı'nın en Doğu'sundaki' ülkenin büyük yazarı Dostoyevski
ise Batılı toprakların kâşifi olur. 1862'de Petersburg'tan ayrılarak ilk Batı
Avrupa seyahatine çıkan yazar, Rusya'yı yoldan çıkardığına inandığı 'Batılı'
fikirlerin kaynağını yerinde görme amacını taşır. Ve ister istemez Segalen'in
paradoksuna düşerek Avrupa ile Rusya'yı karşılaştırıp Rusya'yı gözünde her
defasında haklılaştırarak Batı'yı ötekileştirir.]
http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=857867
Egzotizm yalnızca
farkların karşılaşma, kaynaşma ve değiş tokuş olanaksızlığıyla varlığını
sürdürür. Neyse ki tüm bunlar bir yanılsamadır; öznelliğin yanılsamasıdır.
Geriye yabancının
yabancılığı, nesnenin irredantizmi
[Benzerini kendine katma özlemi/ülkenin
kaybettiği toprakları geri isteme ] kalır yalnızca.
Psikoloji yok; o her
zaman en beteridir.
Ötekinin psikolojik,
ideolojik ve ahlâki tüm biçimlerinin uzaklaştırılması; öteki metaforunun,
metafor olarak ötekinin uzaklaştırılması.
Ötekinin
“vahşetini”, ötekinin anlaşılmazlığını, saplantısını aramak; onu yabancılığa
zorlamak, onu yabancılığında zorlamak.
Metaforun
bitkinliği; metaforik tecavüzün yüce biçimi.
Etnolojiye, evrenselliğe
ve farklılığa kökten karşıtlık.
Farklılık
pezevenkliğine karşı kökten egzotizm.
Segalen dünyanın ve
diğer kültürlerin keşfi konusunda şöyle demişti: Dünyanın
sınırları, iletişim araçlarının kudretiyle bir kez küre olarak, sonlu mekân
olarak çizildi mi, geriye, tüm farklar yutularak, en bayağı egzotizmle tükenen
döngüsel turizmin kaçınılmazlığından başka bir şey kalmaz. Bununla birlikte,
tüm kültürlerin aynı düzeye getirilmesinin, böylelikle de yolculuğun
olanaksızlığının bu entropik [Entropi,
bir sistemdeki düzensizliğin ölçüsü,] kaçınılmazlığı bir kez saptanmış olsa da
Segalen, yine de esas egzotizmin, kökten egzotizmin büyük perspektifini
diriltir.
“Egzotizm, ezeli ve ebedi bir
anlaşılmazlığın keskin ve ani algılanışıdır.”
Baskın olan şey,
farklılık ya da farksızlaştırma düzeni değil; kültürlerin, geleneklerin,
yüzlerin ve dillerin indirgenemez yabancılığı, ezeli ve ebedi anlaşılmazlıktır.
“Tat farklılığa
bağlı olarak artıyorsa, birbirine indirgenemeyen şeylerin karşıtlık
ilişkisinden, ezeli ve ebedi tezatların şokundan daha tatlı ne olabilir?”
Nesnenin
irredantizmi: “Esas egzotizm özne karşısındaki nesnenin egzotizmidir.”
Duygulanım yoğunluğunun, hissetme, yani yaşama coşkusunun temel yasası olarak
egzotizm...
“Bütün insanlar
egzotizm yasasına boyun eğmiştir...”
Bu bir yasa mıdır?
Egzotizm kuramı
duygulandırıcı ya da öğretisel bir dünya görüşü, bir yaşam sanatı, bir felsefe,
etik, estetik midir?
Segalen’e göre bu,
kaçınılamaz bir varsayım ve bir zevk kaynağıdır.
Kökten ötekilik hem
bulunmaz bir şeydir, hem de yok edilemez. Kendinde ötekilik olarak bulunmaz bir
şeydir (muhtemelen bir düştür); ama simgesel oyunun kuralı olarak, dünyayı
yöneten oyunun kuralı olarak yok edilemezdir. Farklılıkların iç içeliği ve
genel karışmışlığı oyunun bu kuralını, oyun kuralı olarak bozmaz. Bu ne akılcı
bir yasa ne de ispatlanabilir bir süreçtir; bu yabancılık ve anlaşılmazlık
ilkesinin metafizik ya da bilimsel bir kanıtına asla sahip olamayacağız; bir
taraf almayı gerektirir.
En kötüsü de,
duygusal ve gereksiz bir işlevden başka bir şey olmayan anlayış göstermedir.
Hakiki bilgi, hiçbir zaman ötekinde anlayamayacağımız şeyin bilgisidir; bu
ötekinin kendisi olmamasına, dolayısıyla da kendinden ayrılamamasına, ne bizim
bakışımızla yabancılaşmış ne de kendi kimlik ya da farklılığında inşa edilmiş
olmasına yol açan şeyin bilgisidir (Başkalarına asla kendi kimlikleri sorusu
sorulmamalı: Örneğin “Amerika” kitabımda Amerikan kimliği sorusu hiçbir zaman
sorulmamıştır, söz konusu olan Amerika’nın yabancılığıdır). Yabanılı* anlamıyorsak,
bunun nedeni, onun kendisini anlamamasıyla aynıdır (“Yabanıl” sözcüğü bu yabancılığı sonraki bütün
örtmecelerin hepsinden daha iyi dile getiriyor).
*Baudrillard,
burada "sauvage”sözcüğünü
‘Vahşi" anlamında kullanıyor. Türkçe’de de ’yabanıl’1 sözcüğü “vahşi”ye
göre bir örtmece (euphémisme)olarak
nitelendirilebilir. Ancak “yabanıl”ın yabancılığını da iyi dile getirdiği
yadsınamaz, (ç.n.)
Bu egzotizm kuralı
böylelikle hiç kimsenin ne anlayışa ne samimiyete ne ülkeye ne yolculuğa ne
güzel görüntülere ne de kendine aldanmamasını gerektirir. Kökten egzotizm
boyutunun, yolculuğun boyutu olması zaten zorunlu değildir: “(Egzotizmin)*
şokuna uğramak için geçerliliği kalmamış yolculuk olgusuna sarılmak gerekli
değildi... Ama yolculuk olgusu ve gerçekleşmesi o hoyrat, hızlı, acımasız göğüs
göğüse gelme olanağını tüm diğer fırsatlardan daha iyi verir ve darbelerin her
biri daha etkili olur.” Yolculuk bir kaçamaktır, ama tüm
kaçamakların en uygunudur.
*[uzak ve yabanci
memleketlerden gelen insan, hayvan, bitki /'Egzotizm' kelimesinin kökü. Ancak,
böyle büyük harfle yazıldığında, şüphesiz Tevrat'ın bir bölümüne, “Çıkış”a
[Exode)gönderme yapılıyor,]
Karşı kutbun gücü,
yolculuğun eleştirel gücü. Ötekinin en güzel dönemidir bu: Jean de Lhéry,
Montesquieu, Segalen.
Yüce bir hal almış
ötekiliğin istila ettiği andır bu. XVIII. yüzyıl. Ötekini yabancılığı içinde
tutmak gerekir. Barthes ve Japonya. Amerika. Bunu farklılık olarak anlamaya
çabalamamak. Segalen’in “Exote”
ilkesidir bu. Doğruluk iddiası yok. Bayağı egzotizmden tiksinme. Öteki
karşısında kendini yok etme çabası da değil. Isabelle Eberhardt’ın eğilimidir
bu: Kaynaşma biçimi, mistik karışma. Isabelle şu soruyu yanıtlar: Araplaşarak, kendi
yabancılığını yadsıyarak insan nasıl Arap olabilir? Sonuçta, Isabelle’in
ölmesi kaçınılmazdır. Ve bu dönekliği yok etmek için onu dalgalara iten bir
Arap’tır. Rimbaud ise hiçbir zaman kaynaşmaz. Kendi kültürüne olan yabancılığı
aşın büyüktür, mistik oyalanmalara gereksinimi yoktur.
Patagonya. Ortadan
kaybolma fantezisi. Yerlilerin, senin, bütün kültürün, bütün manzaranın
sislerle buzulların ayrımsızlığı içinde kaybolma fantezisi. Ama temelde tüm
bunlar, burada, Avrupa’da da yok oluyor; biz hepimiz
Alakaluf’uz. Bu coğrafi oyalamaca
niye? Söylenecek son söz, canlı canlı ve görünür biçimde yok olma yolunu
seçerek, sürüngen biçimde yok olmaya (bizim yok oluş tarzımıza) son vermenin
daha iyi olduğudur. Her eyleme geçiş düşsel bir çözümdür. “Patagonya”nın düşsel
çözümler bilimi olan “Patafizik” [genelle değil özelle ilgilenir. İstisnalar
Bilimi olarak da isimlendirilir.] ile böylesine
uyaklı olmasının nedeni de budur. Patafizik ve can çekişme (agonistik):
Patagonistik.
Yolculukta aranan ne
keşif ne de alışveriştir; yumuşak bir yersiz yurtsuzlaşma, yolculuğun, yani
yokluğun yükümlülüğüne giriştir. Meridyenleri, okyanusları, kutupları aşan
madeni vektörler içinde yokluk tensel bir niteliğe bürünür. Özel yaşama
gömülmenin sırrını enlem ve boylamda yok oluş izler. Ama, zihin bu yokluk
karşısında kendine özgü bir nitelikmiş gibi coşarken beden nerede olduğunu
bilememekten yorgun düşer sonunda.
Velhasıl, ötekilerde
aradığımız şey, belki de yolculuktaki o aynı yumuşak yersiz yurtsuzlaşmanın
aynısıdır. Özgün istek ve keşfetmenin yerini, ötekinin isteğine ve bu isteğin
içinden geçmeye sürgün edilme eğilimi alır. Zaten aşk hareketlerinde ve
bakışlarında çoğunlukla sürgünün mesafesi vardır; dil, anlamlamaktan korkan
sözcüklerin içinde yurdundan uzak düşer; bedenler görüş ve dokunuşa dirençsiz,
böylelikle de boşluktaki bir alan gibi arzu tarafından her yönden belirtilmeye
müsait ve uygun bir hologram gibidirler. Eşmerkezli çemberlerden oluşan
zihinsel bir gezegen üzerinde ihtiyatla yer değiştiriyoruz. Aşırılıklarımızdan
ve tutkularımızdan, beraberimizde yolculuklarımızdan geri getirdiğimiz şeffaf
anıların aynısıyla dönüyoruz.
Yolculuk da
ötekilerle ilişkimiz gibidir. Yeryüzünün dönüşümü (metamorfozu) ve anamorfozu
olarak yolculuk. Erilin değişimi ve anamorfozu olarak dişi. *
*Larvanın, yetişkin
lan/adan farklı bölütlerie doğduğu metamorfoz türü,
Kendi cinsiyet ve
kültürünüzden kurtuluş olarak aktarım. Günümüzde keşif yolculuğuna, klasik
yolculuğa üstün gelen bu biçim, dışlanma ve kurtuluş biçimidir. Hız
aracılığıyla zamanla da oynayan uzamsal, yörüngesel ve vektöryel yolculuk.
Değişkenlik içinde, mevsimlerin ve kültürlerin geri dönüşlülüğü içinde, Kova
burcu çağının yolculuğu. Yakınlık yanılsamasından kurtulmak.
Eskiden merkezi bir
etkinliğin çevreye yayılımı ve bağlı olunan yerin çeşitlenmesi hareketi olan
yolculuk, bir anda anlam değiştiriyor: Benzersiz bir boyut oluyor;
dönüşsüzlüğün boyutu, yeni ilk sahne. Böylece yolculuk gerçekten de egzotik
olur; geçmişteki ilkel toplulukların merkezlerini yitirmesinin gelecekteki
eşdeğeridir. Ayrıca yolculuk, eskiden turistik yanılsamayı niteleyen bir tür
mazoşizm ile ülkelerin ve kültürlerin artan tekdüzeliğini, zihniyetlerin
gezegen çapındaki erozyonunu doğrulamaktan ibaretken, bugün tersine yolculuktan
kaynaklanan şey kökten ötekilik ve tüm kültürlerin bağdaşmazlığıdır.
Eskiden yolculuk
yapmak başka bir yerde olmanın ya da hiçbir yerde olmamanın yoluydu. Bugün,
herhangi bir yerde olma duygusunu hissetmenin tek yoludur. Kendi evimde, her
türlü enformasyonla ve bir yığın ekranla çevrelenmiş olarak, hiçbir yerde
değilim artık; ama yine de dünyanın her yerindeyim, evrensel sıradanlığın
içindeyim. Burası; bütün ülkelerde aynı yerdir. Yeni bir kente, yabancı bir
dile ayak basmak ansızın kendimi başka hiçbir yerde değil, burada bulmamdır.
Beden, bakışını yeniden bulur. İmgelerden kurtulmuş beden imgelerine yeniden
kavuşur.
Yolculuğa,
yolculuğun anamorfozuna [özel bir açıdan bakılınca muntazam
görülen şekilsiz resim; bir resmin şekilsiz yapılması; bu şekilde resim yapma
metodu. ] fotoğraftan daha yakın ne var? Yolculuğun, kökenine daha yakın olan ne var?
Fotoğrafın yaban ve ilkel olan her şeyle, en temel egzotizmle, nesnenin,
ötekinin egzotizmiyle yakınlığı buradan gelir.
En güzel fotoğraflar
yabanılların doğal çevrelerinde çekilmiş olanlardır. Çünkü yabanıl her zaman
ölümle karşı karşıyadır, objektifi de tam olarak ölüm gibi karşılar. O, ne bir
gösterişçidir ne de umursamaz biridir. Hep poz verir, yüzleşir. Onun zaferi,
teknik bir işlemi ölümle yüz yüzeliğe dönüştürmesidir. Yabanılları böylesine
güçlü, böylesine yoğun fotoğraf nesneleri yapan budur. Objektif, bu pozu, ölüm
karşısındaki nesnenin bu kışkırtıcı müstehcenliğini artık yakalayamadığında,
özne objektifin suç ortağı olduğunda, bizzat fotoğrafçı da öznelleştiğinde, o
zaman büyük fotoğrafçılık oyunu sona erer. Egzotizm ölmüştür. Bugün objektifin suç
ortağı olmayan bir özne, hatta bir nesne bulmak bile çok güçtür.
Çoğunlukla buradaki
yegâne sır, insanların nasıl yaşadıklarını bilmemeleridir. Bu sır onları, eğer
iyiyse fotoğrafın kaçırmayacağı belli bir gizle, belli bir vahşilikle
taçlandırır. Kim olduklarını bilmemelerini, nasıl yaşadıklarım bilmemelerini
açığa vuran yüzlerdeki o saflık ve yazgı pırıltısını yakalar fotoğraf. Kurnaz,
her şeyden haberdar, içe dönük, kendisiyle ilgili ve böylelikle de sırrı
olmayan dünyevi ırkımızda tamamen eksik olan bu güçsüzlük ve şaşkınlık
pırıltısı. Vahşi halklar için fotoğraf acımasızdır.
Fotoğrafik olan şey,
yalnızca tecavüze uğramış, suçüstü yakalanmış, kendi iradesine rağmen açık
edilmiş ve ortaya çıkarılmış olan şeydir; ne imgesi ne de kendi bilinci
olduğundan hiçbir zaman temsil edilmemiş olan şeydir. Yaban ya da bizim yabanıl
yanımız kendini yansıtmaz. Kendisine yabanıl biçimde yabancıdır o. En çekici kadınlar
kendilerine en yabancı olanlardır (Marilyn). İyi fotoğraf hiçbir şeyi temsil etmez, o
temsil edilemezliği, kendine (kendi bilinci ve isteğine) yabancı olanın
ötekiliğini, nesnenin kökten egzotizmini yakalar.
Yabanıllar gibi
nesneler de bizden daha fotojeniktir: Ruhbiliminden ve içe bakıştan açıkça
kurtulmuşlardır. Böylelikle objektifin karşısında tüm çekiciliklerini korurlar.
Fotoğraf bizim
yokluğumuzda dünyanın durumunun hesabını verir. Objektif bu yokluğu araştırır.
Heyecanlı ve dokunaklı yüzlerde ya da bedenlerde bile araştırdığı şey yine bu
yokluktur. Yani en iyi fotoğrafı çekilebilen varlıklar, kendileri için ötekinin
var olmadığı ya da artık var olmadığı varlıklardır (yabanıllar, sefiller,
nesneler). Yalnızca insanlıkdışı olan fotojeniktir. Karşılıklı bir şaşkınlığın,
böylelikle de dünyayla bizim aramızdaki karşılıklı suç ortaklığının işlemesinin
bedeli budur.
Fotoğraf, bizim cin
çıkarmamızdır. Yabanıl toplumun maskeleri, burjuva toplumunun aynaları vardı,
bizimse imgelerimiz var.
Teknik yoluyla
dünyayı zorladığımızı sanıyoruz. Oysa teknik yoluyla bize kendini dayatan
dünyada ve bu tersyüz oluşa bağlı sürpriz etkisi de dikkate değer.
Şu ya da bu sahneyi
zevk için fotoğrafladığınızı sanıyorsunuz; gerçekte fotoğraflanmak isteyen
odur, siz olsa olsa bu sahneye koyuşun figüranısınız. Özne, yalnızca şeylerin
ironik görüntüsünü oluşturur. Görüntü, düşlemimizi silinmeye, tutkularımızı
dışa döndürmeye zorlayarak, onları yakalamak için zaten ikiyüzlülükle
tuttuğumuz aynayı kırarak, dünyanın ve nesnelerin meydana getirdikleri o dev
boyutlu reklamın en iyi aracısıdır.
Uzun süre gönüllü
köleliğe mahkûm edilmiş görünüşlerin, kendilerini kovduğumuz teknikle, egemen
biçimde, bize doğru ve bize karşı geri geliyor olmaları bugün bir mucizedir.
Bugün dışarıdan, kendi özgün mekânlarından, sıradanlıklarının bağrından,
nesneliklerinin bağrından geliyorlar; neşeyle kendi kendilerine çoğalarak her yandan
baskın yapıyorlar (Fotoğraf çekme sevinci nesnel bir neşedir; sabah vakti bir
kentte, bir çölde görüntünün bu nesnel esrikliğini hiçbir zaman hissetmemiş
olan biri, bu dünyanın patafizik zarafetinden hiçbir şey anlamayacaktır).
Bir şey
fotoğraflanmak istiyorsa bu, tam da anlamını vermek istemediğinden, kendini
yansıtmak istemediğinden; ama doğrudan ele geçirilmiş, olay yerinde tecavüze
uğramış, ayrıntısında, fraktal [parçalanmış
ya da kırılmış anlamına gelen ] niteliğinde aydınlatılmış olmayı istediğindendir.
Bir şeyin fotoğraflanmış olmayı, görüntüye dönüşmeyi istediği hissedilir; bu
istek kalıcı olmak için değil, tersine daha iyi ortadan kaybolmak içindir. Özne
de ancak bu oyuna giriyorsa, kendi bakışını ve kendi estetik yargısını
kovabiliyorsa, kendi yokluğundan zevk alıyorsa iyi bir fotoğraf aracısı
olabilir.
Bir resmin bu
niteliğe, öznenin geri çekildiği bir evrenin niteliğine sahip olması gerekir.
Fotoğraf gerilimi oluşturan şey, öznenin bu kesintiye uğramasını, dolayısıyla
dünyanın da kesintiye uğramasını belirtmesi gereken nesnenin, çizgilerin ve
ışığın ayrıntılarındaki örgüdür. Görüntü ile dünya süreksizliğini,
parçalanışını, irileşmesini, yapay anlıksallığını dayatır. Bu anlamda, fotoğraf
görüntüsü en katıksız görüntüdür; çünkü ne zaman ne de hareketi gizler ve en
güçlü gerçek-dışılığa dayanır. Tüm diğer görüntü biçimleri (sinema vb.)
ilerleme olmaktan uzak, belki de katıksız resmin gerçek’ten kopuşunun
zayıflamış biçimlerinden ibarettir. Görüntünün yoğunluğu, görüntünün
süreksizliği ve azami soyutlanması kadardır, yani gerçeği yadsımadaki
tarafgirliği kadardır. Bir imgenin yaratılması, nesnenin tüm boyutlarının
ağırlık, belirginlik, koku, derinlik, zaman, süreklilik ve tabii ki anlam birer
birer elinden alınmasına dayanır. Görüntü, bu etinden kemiğinden sıyrılma, bu
defetme pahasına o büyüleyicilik ve yoğunluk fazlasını kazanır; katıksız
nesneliğin aracısı olur, daha incelikli bir baştan çıkarma biçimi için şeffaf
hale gelir. Daha iyisini, daha gerçeğini, yani daha iyi simulasyonunu yapmak
için tüm bu belirginlik, hareket, heyecan, düşünce, tutku, anlam ve arzu
boyutlarının birer birer yeniden eklenmesi imgeler söz konusu olduğunda bir
anlamsızlıktır. Burada teknik de kendi tuzağına düşmüştür.
Fotoğrafta şeyler
sıradanlıklarının birbirine bağlanmasıyla örtüşen teknik bir işlem aracılığıyla
birbirine bağlanırlar. Nesnenin sürekli ayrıntılanmasının verdiği baş dönmesi. Ayrıntının
büyülü dış-merkezliliği. Bir resim başka bir resim için, bir fotoğraf başka bir
fotoğraf için nedir?
Fraktal yan yanalık,
diyalektik ilişki yokluğu. “Dünya görüşü” yok, bakış yok; dünyanın eşit
ayrıntılar halinde kırılması.
Fotografik görüntü
dramatiktir. Suskunluğuyla, kıpırtısızlığıyla dramatiktir. Şeylerin düşlediği,
bizim düşlediğimiz şey devinim değil, bu daha yoğun kıpırtısızlıktır.
Kıpırtısız resmin gücü, söylencesel operanın gücü. Sinema bile dramatikliğin en
yüksek noktası olarak ağır çekim ve görüntüyü dondurma söylencesinin
meyvelerini topluyor. Televizyonun paradoksu da görüntünün suskunluğuna tüm
çekiciliğini geri vermek olmuştur kuşkusuz.
Fotografik görüntü
öznenin bir düzen, bir görüş dayatma isteği ile süreksizliği ve apansızlığı
içindeki nesnenin kendini dayatma isteği arasındaki savaşım nedeniyle de
dramatiktir. En iyi olasılıkta nesne baskın gelir; çünkü düşünce, görüş ya da
devinim yoluyla her zaman bir bütünsellik görünümü veren sanattan, resimden ve
sinemanın kendisinden farklı olarak fotoğraf resmi, hiçbir formülün ve özetin
yer almadığı fraktal bir dünyaya aittir.
Öznenin dünyadan
kopuşu değil de nesnelerin kendi aralarında bağlantısızlığı, kısmi nesnelerin
ve ayrıntıların rastlantısal art arda gelişi. Taneciklerin devinimi gibi
müziksel senkop.[ Aralık boşluk.] Fotoğraf bizi
sineğe, sineğin petek gözüne ve kırık çizgi halindeki uçuşuna en yaklaştıran
şeydir.
Fotoğraf çekme
isteği belki de şu saptamadan kaynaklanır: Bütünsel bir perspektif içinde,
anlam açısından bakılan dünya oldukça hayal kırıcıdır. Ayrıntıda ve aniden
yakalanarak görüldüğünde ise her zaman kusursuz bir apaçıklık içindedir.
Ötekinin gizli
biçimi, anamorfozda olduğu gibi parçalarından yola çıkarak ve kırık çizgisini,
kırılma çizgilerini izleyerek yeniden oluşturulur.
Sh: 150-160
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden,
Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul
Bağlantı ve uzlaşma
ilkesinin karşıtı kopma ve uzlaşmazlık ilkesidir. Bu çatışmada galip gelen
taraf, tanımı gereği birinciyi ebediyen mat ettiğinden, her zaman için
uzlaşmazlıktır.
Bu, iyilik ve
kötülük sorunu ile aynıdır. İyilik, iyilik ve kötülük diyalektiğine dayanır.
Kötülük, bu diyalektiğin yadsınmasına, iyilik ile kötülüğün kökten ayrılığına,
bunun sonucu olarak da kötülük ilkesinin özerkliğine dayanır. İyilik, kötülüğün
diyalektik suç ortaklığını varsayarken, kötülük, bağdaşmazlık içinde, kendi
kendisinde temellenir. Dolayısıyla oyunun hâkimi odur ve sonsuz çatışkının
hükümranı olan kötülük ilkesi galip gelir.
Varlıklar,
cinsiyetler ve kültürler arasındaki kökten ötekilik sorununda, kötülükle aynı
çatışkı, aynı kesin anlayışsızlık mantığı, tuhaflıktan yana ayni taraf tutmayla
karşılaşırız. Peki tuhaf olanın tarafını tutabilir miyiz?
Cevap, hayırdır;
çünkü gök cisimlerinin hareketi teoremini örnek alarak bedenlerin ve zihinlerin
mesafesinin giderek daha fazla arttığı varsayımında bulunabiliriz. Çözümsüz bir
laneti taşıyan bu ebedi ezeli aforoz varsayımı kötülüğün şeffaflığı
varsayımıdır; bu varsayım evrensel iletişim ütopyasıyla karşıtlık oluşturur.
Dolayısıyla bu varsayım her yerde gerçeklik tarafından yalanlanmıştır. Ama
yalnızca görünürde; çünkü nesneler evrensel bir anlayış ve homojenleşmeye doğru
yöneldikçe, ele geçirilemeyen mevcudiyetini çözümlemekten çok tahmin
edebileceğimiz ebedi indirgenemezlik teması da kendini o ölçüde dayatır.
Bu mevcudiyet
kendini, yazgısal bir biçimleniş olarak, diyalektik farklılık düşüncesinin
olanaksızlığından gelen kaba, karşı konulamaz, duyumlarüsstü ve doğaüstü bir
olgu olarak dayatır. Evrensel çekimin yasat oluşturan gücüne karşı gelen bir
tür evrensel tepkime gücüdür bu.
Bu uzlaşmaz güç tüm
kültürlerde ve günümüzde Üçüncü Dünya’nın Batı ile, Japonya'nın Batı ile,
Avrupa’nın Amerika ile ilişkilerinde, hatta her kültürün kendi içinde sonunda
baskın çıkan tekilliklerde bile hâlâ rol almaktadır. Fas, Japonya ve İslam asla
Batılı olmayacaklardır. Avrupa kendisini Amerika’dan ayıran modernlik çukurunu
asla dolduramayacaktır. Kozmopolit evrimcilik bir yanılsamadır ve her yerde de
yanılsama olarak parçalanır.
Tuhaflığın (yabancılığın)
çözümü yoktur. Ebedi ve köktendir. Böyle olmasını istemek bile söz konusu
değildir. Böyledir.
Kökten egzotizm
budur. Bu, dünyanın kuralıdır. Bir yasa değildir. Yasa, tam olarak evrensel
anlayış ilkesi, farklılıkların kurala bağlı oyunu, ahlâksal, politik ve
ekonomik akılcılıktır.
Bu bir kuraldır ve
her kural gibi keyfi bir önceden belirleme içerir. Birbirlerine indirgenemeyen
dillere bakın. Dillerin her biri kendi kuralına, keyfiliğine, acımasız
mantığına göre önceden belirlenmiştir. Her biri iletişim ve mübadele ilkesine
boyun eğer, ama eşsüremli olarak yok edilemez bir iç tutarlılığa da boyun
eğerler; dil olarak birbirlerine tercüme edilemezler ve sonsuza değin böyle
kalırlar. Hepsinin de böylesine “güzel” olması bu nedenledir, çünkü
birbirlerine yabancıdırlar.
Bir yasa hiçbir
zaman kaçınılamaz değildir: Yasa bir kavramdır ve bir anlaşma üzerine kurulur.
Kural ise kaçınılmazdır; çünkü bir kavram değil, oyunu düzenleyen bir biçimdir.
Baştan çıkarma için de bu böyledir. Eros aşktır, çekimin, kaynaşmanın,
bağlantının gücüdür. Baştan çıkarma, bir hayli daha kökten olan kopma, dağılma,
yanılsama ve saptırmanın, öz ve anlam başkalaşmasının, kimliğin ve öznelerin
başkalaşmasının figürüdür. Ve sanılanın tersine entropi evrensel kopmanın
tarafında değil; bağlantı ve kaynaşmanın tarafında, aşkın ve anlayışın
tarafında, farklılıkların doğru kullanımının tarafındadır. Baştan çıkarma ve
egzotizm ötekinin ve ötekiliğin fazlalığıdır, farklıdan da farklı olanın
verdiği başdönmesidir; yok edilemez olan budur, gerçek enerji kaynağı da budur.
Öteki’nin
önbelirlemesi (prédestination) olan bu dünyada, yararlı ya da zararlı olaylar,
hastalıklar, düşünceler, her şey başka yerden gelir. Tüm emirler insanlık-dışı
olandan, tanrılardan, hayvanlardan, ruhlardan ve büyüden gelir. Psikolojik
olana karşıt olan kaçınılmazlığın evreni budur. Kristeva’ya göre
ötekini içselleştirerek kendimize yabancı hale geliyorsak, kendimize olan bu
yabancılığımız başka şeylerin yanı sıra bilinçdışının biçimini de alıyorsa, o
zaman yazgısallığın dünyasında bilinçdışının olmadığı doğrudur. Psikanalizin ileri
sürdüğü gibi bilinçdışının evrensel bir biçimi yoktur ve bu anlamda bilinçdışı
bastırmanın tek alternatifi yazgısal olandır, her şeyin suçunun tamamen
insanlıkdışı, insanın dışında ve bizi bu suçtan kurtaran bir merciye
yüklenmesidir.
Bu kaçınılmazlık
evreninde öteki sorunu konukseverlik sorunudur.
İkili (düellomsu),
törensel, dramatik boyut. Kimi kabul etmeli, nasıl kabul etmeli, hangi kurallar
uyarınca? Çünkü yalnızca kabul edilerek ve kabul ederek var olunur (bilinmiş ve
tanınmış olmakla değil). Mesajın yalnızca şifresinin çözüldüğü, ancak verilip
kabul edilmediği iletişimde eksik olan şey, bu simgesel boyuttur. Yalnızca
mesaj geçer, kişiler alışverişte bulunmaz. İkili boyutu devre dışı bırakan anlamın
soyut boyutu aktarılır yalnızca.
Öteki, konuktur.
Eşit haklara sahip ama farklı olan biri değil, yabancıdır, extraneus,tur. Ve o
kendi tuhaflığı içinde cinlerinden kurtarılmalıdır. Ama kuralları öğrenmeye
başladığı andan itibaren onun yaşamı benimkinden daha değerli olur. Bu simgesel
evrende hiçbir şey farklı ötekilik konumunda değildir. Ne hayvanlar ne tanrılar
ne de ölüler ötekiler değildir. Onları aynı döngü içine alır. Bunun dışında var
olamazsınız bile.
Tüm diğer kültürler
olağanüstü konukseverdir, harikulade bir emme olanağına sahiptirler. Biz, av
olan öteki ile gölge olan öteki arasında, katıksız asalaklık ile ideal
minnettarlık arasında gidip gelirken diğer kültürler, kendi oyun kuralları
içinde, bizim Batılı evrenimizden gelen de dahil, kendilerine dışarıdan gelen
her şeyi yeniden kullanma olanağını koruyorlar. Dışarıdan geleni anında ya da
uzun vadede, kendi kodları ya da temel düzenleri tehdit edilmeden yeniden
kullanıyorlar. Elbette, çünkü evrensel bir yasa yanılsaması içinde
yaşamıyorlar; her zaman yasayı içselleştirme, kendimizin ve davranışlarımızın,
beğenilerimizin ve zevklerimizin odağında olmak zorunda olan bizim kadar
kırılgan değiller. Yabanıl kültürler bu tür bir kibri başlarına bela etmiyor.
Kendi olmanın anlamı yoktur: Her şey Öteki’nden gelir. Hiçbir şey kendi
değildir, kendi de olamaz.
Bu açıdan Japonya
ile Brezilya arasında ya da bunlarla Jean Rouch’un “Deli Efendileri”ndeki batılılaşmış ilkeller arasında fark
yoktur: Hepsi de kendilerinin olmayan ve hiçbir zaman olmayacak değerlere
öldürücü bir konukseverlik sunan yamyamlardır.
Japonya’nın gücü,
(vaktiyle dine ve yazıya olduğu gibi) tekniğe ve modernliğin tüm biçimlerine
gösterilen; ama ruhsal olarak içselleştirilmeyen, derinliksiz ve kodun
mesafesini koruyan bu konukseverlik biçiminden gelir. Bu, uzlaşma ve saygı
değil; meydan okuma biçiminde bir konukseverliktir. Tamamen bir nüfuz
edilemezlik hâkimdir. Bu, bir şeyi (bir gösterge, bir teknik, bir nesneyi)
özünden saptırmaya ve başka bir kod içinde işletmeye, ya da dahası yasa alanından
(sermaye, değer, ekonomi, anlam) kural alanına (oyun, ayin, tören, döngü,
yineleme) geçirmeye dayanan kelimenin tam anlamıyla bir baştan çıkarma
işlemidir.
Japon dinamizmi, ne
Batı’nın proje erekliliklerine ne de değerler sistemine boyun eğer. Batı’da sermayenin
ve tekniğin tarihine hız vermiş olan ideoloji ve inançlarla kafasını meşgul
etmeyen bir tür mesafe ve işlemsel bir bulaşmamışlıkla uygulamada bulunur.
Japonlar teknolojinin büyük oyuncuları olduklarından, teknolojik etkenin
(acteur) paradoksunu farkında olmadan desteklerler, tıpkı Diderot’nun oyuncunun
paradoksunu desteklemesi gibi: En etkili olmak için mesafe gerekir, bir oyun
kuralı gerekir; kendi dehanızın size başka yerden, rolden ya da teknik nesneden
gelmesi gerekir (Japon sanayiciler her teknik nesnenin içinde ona özerklik ve
özgün bir deha veren gizli bir tanrı olduğunu düşünürler). Teknikle,
göstergelerle olduğu gibi özneyi tümden silerek, anlamı tümden eksilterek,
dolayısıyla tam bir yapmacıklık içinde oynamak gerekir.
Simgesel ayinler,
kapitalizmin organsız bedeni de dahil, her şeyi yutabilir. Yersiz yurtsuzlaşma
yok, tekniğin köken ve varlıkla ilişkileri üzerine Heideggerci spekülasyon yok,
ruhsal içselleştirme yok. Bu, Batı’ya Batı’nın mevzilerinde meydan
okumadır; ama ilerleme ya da diğer akılcı biçimlerle hiç ilgisi olmayan,
kendine tekniğin lüksünü sunan bir değerler sisteminin, katıksız yapaylık
olarak teknik bir pratiğin stratejisi olan son derece daha etkili bir
stratejiyle yapılan bir meydan okumadır. Batı’nın bayağı modernliğinden
böylesine farklı bu katıksız strateji, bu soğuk ve özenli performans bizim için
bilmecemsi ve anlaşılmaz bir tarzdır. Bu anlamda, Segalen’in söz ettiği kökten
egzotizm biçimlerinden biridir bu. Ancak ilkel toplulukların bütün ay insi
gücünü kendinde barındırarak, aşırı gelişmiş bir toplumu “etkilediği” ölçüde de
şaşırtıcı bir kökten egzotizm.
Bu yamyamca bir
biçimdir: Kendine katar, emer, taklit eder, yiyip yutar. Ama Afrika-Brezilya
kültürü de yamyamlığın, beyaz ve modem kültürün yenilip yutulmasının ve baştan
çıkarıcı biçimin oldukça iyi bir örneğidir. Yamyamlık, aşk da dahil, ötekiyle
olan ilişkinin aşın bir biçiminden, kökten bir konukseverlik biçiminden başka
bir şey asla değildir.
Bu, ırk sorununun
Brezilya’da başka yerlerde olduğundan daha fazla çözümlenmiş olduğu anlamına
gelmez; ama burada ırkların karışması ve melezliğin çoğalmasıyla ideolojik
ırkçılık güçleşmiştir. Irk çizgileri el çizgileri gibi birbirine girdikçe ırk
ayrımı yok olup gitmiştir. Irkçılığın, nesnesinin dağılmasıyla safdışı edilme
biçimi, anlam belirsizliği ile her seferinde nesnesini tekrar dirilten
ideolojik mücadeleden çok daha incelikli ve etkilidir. Cepheden, akılcı bir
yadsıma yoluyla savaşıldığı sürece ırkçılık hiç bitmeyecektir. Irkçılık ancak
ırklarla oynayarak ve ırklar arasındaki ironik farklar ile alt edilebilir.
Hukuk göstergesi yoluyla farklılıkların yasallaşmasıyla kesinlikle alt edilemez
ırkçılık; ama muhtemelen zorlu bir baştan çıkarma ve yiyip yutma oyunuyla alt
edilebilir. Bu, Pernambouc Piskoposu’nun öyküsü olduğu kadar, “Benim küçük
Fransızım ne kadar da iyiydi”nin öyküsüdür: Onu çok yakışıklı bulurlar,
kutsarlar ve yiyip yutarlar. Ona var olma hakkından fazlası, ölme prestiji
verilir. Irkçılık, Öteki’nin (farkından çok) çekiciliğine şiddetli ve ani bir
tepki ise ancak güçlü bir baştan çıkarma oyunuyla çözümlenebilir.
Birçok başka
kültür bizimkinden daha özgün bir durumdadır. Bizim için her şey önceden
deşifre edilebilir niteliktedir, olağanüstü çözümleme yollarına sahibiz, ama
çözümlenecek durum yok. Kuramsal olarak kendi olaylarımızın hayli ötesinde
yaşıyoruz. Bu yüzden, derin bir melankoli içindeyiz. Ötekiler için yazgı
parıltısı hâlâ var: Bir şeyler yaşıyorlar, ama kendileri ölü ya da diri
olsunlar, bu yazgı onlar için tümüyle çözümlenemez olarak kalıyor. Biz “başka
yeri” tükettik. Öteki, daha yabancı kültürler (yıldızların önünde, yazgının
önünde) secdeye kapanarak yaşıyorlar, biz (yazgı yokluğundan dolayı) yeis
içinde yaşıyoruz. Bize, bizden başka kimseden bir şey gelemez. Bu da bir
anlamda mutlak uğursuzluktur.
Sh: 143-149
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık
Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar