KÖTÜLÜK PROBLEMİ: GAZALİ-SWINBURNE MUKAYESESİ
Yaşar TURKBEN
. Yrd. Doç. Dr., Artvin Çoruh Üniversitesi Öğretim Üyesi, yasarturkben@hotmail.com
. Yrd. Doç. Dr., Artvin Çoruh Üniversitesi Öğretim Üyesi, yasarturkben@hotmail.com
Özet
Kötülük problemi teist sistemler için en
önemli problemlerden biridir. Bu makalede Gazali ve Richard Swinburne'ün doğal
ve ahlaki kötülüklere dair değerlendirmelerini ele almaya çalışacağız.
Gazali'ye göre, Tanrı'nın
insanlar için uygun gördüğü her şey iyidir, onda bir yanlışlık yoktur. Meydana
gelen olaylar mükemmeldir ve mümkün olanın en iyisidir. Bununla Gazali,
kudret sahibi Tanrı'nın en iyi dünyayı yarattığını değil, dünyadaki bütün
işleyiş göz önüne alındığında onun mümkün olan en iyiyi yarattığını iddia
etmektedir. Richard
Swinburne, sonsuz bilgi, kudret ve merhamet sahibi Tanrı'nın kötülüğe niçin
izin verdiğini açıklamaya çalışıyor. O bunu daha çok özgür irade ile
açıklamaya çalışmaktadır.
**
Felsefenin ve özellikle de din
felsefesinin en önemli metafizik problemlerinden birisi hiç şüphesiz Tanrı-âlem
münasebetidir. Tanrı-âlem münasebetinde, Tanrı'nın varlığını ve birliğini,
aşkınlığını, kâinatı yaratıp yönettiği, ilahî kaynaklı bir dini, vahyi, buna
bağlı olarak peygamberi, ruhu, ruhun ölümsüzlüğünü ve ruhların öbür âlemde
hesaba çekileceğini ilke olarak kabul eden felsefe sistemine teizm adı
verilmektedir. Teizmde Tanrı-âlem
ilişkisi son derece canlıdır. Bu düşünce sisteminde, Tanrı, bir taraftan
çeşitli isim ve sıfatları aracılığı ile devamlı âlemi ve âlemdekileri yaratan,
varlığı nizam ve düzene koyan bir Kişi'dir (Zât). Teizmin öngördüğü Tanrı,
yaratmış olduğu bu âlemi sürekli ayakta tutmaktadır ve aynı şekilde teizm,
Tanrı'nın yarattığı bu âlemde cari olan düzeni dilediği zaman değiştirebilir.
Tanrı bu sistemde devamlı aktif ve etkindir; âlem ise etkilenen ve pasif
durumdadır. Tanrı'nın
ne işi bitmiştir, ne de âlem son kemaline ermiştir. Tanrı ile âlem
arasındaki ilişki kesintisiz devam etmektedir.
Tanrı-âlem ilişkisi bağlamında üzerinde
çokça tartışmanın yapıldığı konuların başında kötülük meselesi gelmektedir.
Tanrı'nın varlığı ve iyiliği ile dünyada kötülüğün bulunması arasında nasıl bir
ilişki görülebileceği konusu, felsefi ve dini düşüncenin en evrensel ve en
çetin problemlerinden biridir.
Teizm Tanrı'nın mutlak kudret sahibi
olduğunu, vahyi desteklemek ve insanlara iyilik yapmak amacıyla zaman zaman
tarihe ve tabiata müdahale ettiğini/edebileceğini iddia etmektedir. Başka bir
ifade klasik teizm, mucizelerin meydana gelmesini Tanrı'nın mutlak gücüne
olduğu kadar, O'nun adaleti ve mutlak hayır sahibi olmasına da bağlı
görmektedir. İşte bu durum kötülük problemiyle bağlantılı ciddi sorunlar
doğurmaktadır.
Teizmin mucize anlayışına bu bağlamda bazı
itirazlar yapılmıştır: Mucizeler, ister ilahî gerçekleri açıklamak amacı
taşısın, ister kimi insanlara pratik yararlar sağlasın, Tanrı'nın adil olduğu
prensibiyle bağdaşmaz ve ahlakî değillerdir. Çünkü vuku bulduğu söylenen
mucize, eğer vahyi doğrulama fonksiyonunu yerine getiriyorsa bu doğrulamadan
neden sadece bir vahiy sisteminin yararlandığı ya da sadece belli sayıda kişi
bu kanıta doğrudan tanık olurken, diğer insanların neden bu "sağlam"
kanıta gözleriyle şahit olmaktan mahrum bırakıldığı, her zaman sorgulanabilir.
Şayet mucize misal olarak, ölümcül bir hastalıktan kurtulma şeklinde olduğu
gibi yarar sağlayan türden bir olaysa o zaman şu soru gündeme gelmektedir. Aynı
hastalıktan muzdarip diğer kişiler niçin böyle bir ölümün pençesinden
kurtarılmıyor? Keith Parson ironik bir
ifadeyle bu durumu şu şekilde belirtmektedir: "Merhamet sahibi Tanrı'nın Eski Ahit'te Yahudileri
birçok sıkıntılardan kurtardığı anlatılmaktadır. Oysa yakın zamanda Yahudiler o
zaman çektiklerinden belki daha fazla sıkıntıyı soykırımla Almanlardan
çekmelerine rağmen Yahve onlara niçin yardıma gelmedi." Mademki
Tanrı mucizeler ve benzeri yollarla dünyaya müdahale edebilmektedir, o halde,
var olan kötülüklere neden engel olmamaktadır?
Şüphesiz bunlar ciddi sorulardır ve teist
filozoflar bu konu üzerinde hatırı sayılır değerlendirmeler yapagelmişlerdir.
Biz bu çalışmada klasik dönem İslam düşüncesinin seçkin simalarından Gazali ile
Katolik Hıristiyan düşüncesinin çağdaş temsilcisi Richard Swinburne'ün konu ile
ilgili düşüncelerini irdelemeye çalışacağız. Gazali'nin kötülük olgusunu inkâr
ettiği genel kabul görmektedir. Ancak o, özgür irade ve imtihanın bulunduğu bu
dünyada "kötülük olarak görülen olgu ve olayların kaçınılmaz olduğunu
vurgulamaktadır." Onun bu düşünceleri evrende kötülüğün bulunduğunu
kabul eden çağdaş düşünür Swinburne ile benzerlik göstermektedir.
Gazali, yukarıda teizme yöneltilen
eleştirilerin bir benzerini kendisi şu şekilde ifade etmektedir:
"Allah'ın merhametli (rahim) ve
merhametlilerin en merhametlisi olmasının anlamı nedir? Hiçbir merhametli kimse
yoktur ki, belaya uğrayan, acı çeken, işkence gören ve hasta olan birini görüp
de ondan gücü yettiği takdirde bunları gidermekte acele etmesin, şu hâlde,
Allah her talihsizliği giderebilir, tüm yoksulluğu ve acıyı tersine
çevirebilir, her türlü hastalığı, sıkıntıları ve afetleri yok edebilir. Ne var
ki, dünya hastalık, sıkıntı ve felaketlerle dolup taşmaktadır. O, bunların
hepsini ortadan kaldırmaya güç yetirmekle beraber, kullarını bela ve
felaketlerle mücadeleye terk eder."
Gazali buna benzer yakınmaların büyük
ölçüde Tanrı'nın merhamet sıfatının yanlış anlaşılmasından kaynaklandığını
belirtmektedir. Gazali, hasen, kabih ve abes kavramlarını açıklayarak konuya
giriş yapmaktadır. Ona göre hasen, maksada uygun olan fiil, kabih, maksada
uygun olmayan, abes ise her ikisi ile ilgisi olmayan fiildir. Düşünürümüze göre
insanlar genelde kendi çıkarları için uygun olan durumları iyi, kendi
çıkarlarına uygun olmayanları kötü görme eğilimindedirler. Buna karşın
Tanrı'nın merhameti bütün varlığadır. Bu
ifadelerden anlaşıldığı üzere Gazali kötülüğü izafi bir durum olarak
görmektedir. İnsanın kendisi için kötü olarak gördüğü bir durum başkası için
veya başka bir varlık için son derece iyi olabilir. Dolayısıyla "Tanrı,
neden kötülüğe müdahale etmemektedir?" şeklindeki bir soru Gazali'ye
göre anlamsızdır. Çünkü
bizim kötü olarak algıladığımız şey, aslında bir iyilik olabilir. Bu
probleme imkân açısından bakıldığında ise mucizeler yolu ile kötülüğün
önlenmesi Tanrı'nın gücü dâhilindedir. Buna karşın Tanrı eğer kötülüklere,
mucizeler yolu ile müdahale etmiyorsa, bunun nedeni ilahî hikmetin tezahürünü
insanların anlayamamasıdır. Gazali,
insanların kendileri için iyi gördüğü sağlığın bazen bela olabileceğini,
zenginliğin de kendilerine felaket getirebileceğini vurgulayarak, dünya
nimetlerinin iyi ya da kötü olmalarının izafiliğine dikkat çekmektedir.
Gazali insanlara kötü gibi görünen
olayların izafi olduğunu açıklamak üzere kan alma olayını örnek olarak verir:
Hasta olan bir çocuktan tedavi gereği kan alınması gerekmektedir. Çocuğun
babası bu ameliyatın çocuğun sağlığı için gerekli olduğunu düşünür ve bu
ameliyatın yapılmasına izin verir. Annesi ise duygusal davranarak çocuğun
ameliyat esnasında katlanacağı ıstırabı düşünür ve bu ameliyata karşı çıkar.
İlk bakışta çocuğun acı çekmesine izin veren baba merhametsiz, çocuğa acıyan,
acı çekmesine gönlü razı olmayan anne ise merhametli görünebilir. Ancak
Gazali'ye göre her akıl sahibi bilir ki, burada babanın kararı anneden daha
isabetlidir ve babanın kararı aynı zamanda çocuğuna olan merhametinin
göstergesidir. Çünkü baba çocuğun kan alma yoluyla tedavi olmasını ve
böylelikle sürekli olarak çekeceği sıkıntıdan onu kurtarmak istemektedir. Buradan sözü Tanrı'nın fiillerine getiren Gazali,
Tanrı'nın, hikmetsiz hiçbir şeyi yaratmadığını , ve O'nun her işinde hikmet ve
rahmet bulunduğunu vurgulamaktadır.
Meydana gelen bazı tabii hadiselerle
ilgili olarak yapılabilecek itirazları Gazali şu şekilde dile getirmektedir:
"Denirse ki bu dünya, yıldırımlar,
depremler, tufanlar, yırtıcı hayvanlar, öfke ve şehvet gibi insana özgü birçok
kötülük türleri ile doludur. Bütün bunlarda Tanrı'nın bir takdiri var mı? Şayet
bunlar takdir edilmemiş kötülükler ise bu âlemde O'nun gücü ve iradesi dışında
bir şeyler oluyor. Şayet bu kötülükler takdir edilmiş ise kendisi tamamen iyi
olan ve kendisinden iyilikten başka hiçbir şey sâdır olmayan Tanrı'dan bunlar
nasıl meydana gelmiştir?"
Gazali, bu soruyu filozofların görüşlerini
naklettiği Makâsıd adlı eserinde sormaktadır. Gazali'nin diğer eserlerindeki düşünceleri ele
alındığında ve Tehâfüt'te de filozofların kötülük problemine dair
düşüncelerinin eleştirilmediği göz önüne alınınca, onun, filozofların bu
düşüncelerine büyük ölçüde hak verdiği anlaşılmaktadır.
Gazali yukarıda felaket olarak
adlandırılan birçok hadisenin aslında içinde birçok hayrı barındırdığı
kanaatindedir. O bunu ateş örneğine benzetir. Ona göre ateşte muazzam bir denge
vardır. Zira ateş yaratılmasaydı, evrenin düzeni bozulurdu ve onun
bozulmasıyla kötülük büyürdü. Ateş yaratılıp sebeplerin tümü bir araya
geldiğinde ateş, kaçınılmaz olarak fakirin elbisesini de yakar. Gazali'ye göre
yağmur da böyledir, yaratılmasaydı ziraat yok olur ve evren harap olurdu. Yaratılıp
yağdığında, kimsesi olmayan ihtiyar bir kadının evini de ıslatacaktır.
Düşünürümüze göre, yağarken seçim yapan, tarlaların su ihtiyacını gideren, ama
ihtiyar kadının evini ıslatmayan bir yağmurun yaratılması beklenemez.
Gazali'ye göre hayırdan istifade etmek,
evrenin iyiliği için yağmurun yaratılması ve kendisinden kaynaklanan kötülüğün
önemsenmemesi, buna ilaveten yağmurun bir gereklilik olarak görülmesi ile, onun
yaratılmaması arasındadır. Gazali'ye göre, durum bu şekilde kabul edildiğinde
hayrın, kötülüğü içinde barındırsa da bu tür şeylerin yaratılmasının iyi olduğu
kesinlikle bilinmiş olur. Düşünürümüze göre yıldızlar, ateş, su, şehvet ve
öfkenin yaratılması da bu türdendir.
Gazali, bütün varlıkların neden iyi
olmadığı şeklinde bir soru sorulabileceğini ancak bu sorunun yerinde bir soru
olmadığını iddia eder. Çünkü zaten böyle varlıklar vardır, bunlar meleklerdir.
Geriye iyiliği kötülüğünden fazla olanlar kalmaktadır. Gazali'ye göre bunların
yaratılmaları da içinde birçok iyiliği barındırmaktadır.
Gazali'nin öne sürdüğü bir argüman da
iyiliğin her zaman çoğunlukta olduğu düşüncesidir. Ona göre, bizim zaman zaman
evrende gözlemlediğimiz kötü olaylar her zaman azınlıktadır. Ancak insanlar
kötü durumları daha çok gündemlerinde tuttukları için kötülük baskınmış gibi
bir izlenim doğmaktadır. Gazali'ye göre bazı hasta insanlar vardır, ama
insanların çoğu sağlamdır. Bazı hayvanlar eziyet görmekte, ancak büyük bir
kısmı iyi durumdadır. Bütün bunlar hiç olmasaydı diye bir itiraza karşılılık
Gazali şöyle demektedir: Ateşin, yemekleri pişirecek, madenleri eritecek; fakat
evine düştüğü zaman fakirin evinin odunlarını yakmayacak şekilde yaratılması
mümkün değildir. Gazali bunun herkes tarafından rahatlıkla kabul
edilmeyeceğini, bazı kimselerin bunu Tanrı için acizlik olarak
niteleyebileceklerini de vurgulamaktadır. Gazali, bu durumu siyahla beyazın bir
araya gelmesi, ilk varlığın kendisi gibi bir varlık yaratması gibi bir şey
olduğunu, ancak insanların büyük bir kısmının bunu anlamakta zorlanacağını
ifade etmektedir. O, işin erbabının durumu anlayacağı kanaatindedir.
Gazali'ye göre kötü gibi görünen bazı
olaylar insanlar için lütuf olabilirler. Çünkü bu kötü durumları gören insanlar
kendi durumlarını düşünecek ve onların Tanrı'ya olan şükran duyguları
artacaktır. Gazali buna Hz. İsa ile
cüzamlı arasında geçen şu diyalogu örnek verir:
Hz.
İsa, kör, cüzamlı ve iki tarafına felç inmiş bir adamın yanından geçti. Cüzamın
etkisiyle vücudunun etleri dökülen adam
"Yaratıklarından birçoğuna verdiği bu belalardan beni
koruduğu için Allah'a hamd olsun."
der.
Bunun üzerine İsa senin başına gelmeyen musibet nedir?" diye sorar. Bunun
üzerine adam
"Ben Allah'ın benim kalbime yerleştirdiği marifet
sayesinde, bu marifete sahip olmayanlara göre daha iyiyim."
diye
cevap verir.
Gazali'ye göre, Tanrı işlerinde hikmet,
hükümlerinde adalet sahibidir. Onun adaleti kulların adaletiyle ölçülemez.
Çünkü kulun başkasının malını kullanmakla ona zulmetmesi mümkündür. Fakat Tanrı
için böyle bir şey düşünmek mümkün değildir. Gazali, hayvanların çektiği
eziyetleri yadsımaz. Mutezile'nin, Tanrı'nın suçu olmayan bir hayvanı
incitmeyeceği, şeklindeki görüşlerine karşı çıkan Gazali, bu durumda Tanrı'nın
eziyet çeken bir pireyi ve tahtakurusunu yeniden yaratması ve çektiği
sıkıntılara karşı sevap vermesinin gerekebileceğini vurgular. Bunun abes
olduğunu belirten düşünürümüz, Tanrı'dan başkası mülk sahibi değildir ki
başkasının mülkünde tasarrufu zulüm olduğu düşünülebilsin, iddiasını tekrarlamaktadır.
Gazali'nin ortaya atığı bir diğer teodise
sorunu da bu dünyada insanların başına gelen musibetlerin öbür dünyada onların
günahlarına kefaret olacağı şeklindedir. Başımıza gelen bazı felaketlerden acı
duymamız kaçınılmazdır. Gazali, böyle bir durumu parasız ameliyat olmaya
benzetir. Ameliyattan acı duyar, ama parasız tedavi olacağı için sevinir. Dünyadaki bütün belalar
böyledir. Bir kısmı bu dünyada olgunlaşmamız içindir, diğer bir kısmının ise
karşılığı ahirette fazlasıyla verilecektir. Gazali'ye göre, hastalığı tedavi eden acı ve
nahoş ilaçlar, hasta için bir nimet, çocuğu sevdiği oyuncaktan ayırmak da çocuk
için bir nimettir. Çünkü çocuğun sürekli oyuncaklar ile meşgul olması onun
eğitimden ayrı kalması demek olup, bu onun için ömür boyu perişanlık
demektir. Başımıza gelen sıkıntılar
karşısında bize düşen Allah'a karşı hüsnü zanda bulunmaktır. Allah'ın hikmeti
geniştir. O kullarının ihtiyaçlarını kendisinden daha iyi bilir. Dünyada
çektiği sıkıntılara karşılık ahiretteki mükâfatı görenler, O'na
şükredeceklerdir. Bu tıpkı ders çalışması için kendisine baskı yapılan bir
çocuğun büyüdüğü zaman hocalarına ve anne-babasına yapacağı teşekkür gibidir.
Gazali, eşyanın mevcut düzeninin mükemmel
bir doğruluk ve adalet üzerinde olduğunu ısrarla vurgular. Gazali'ye göre, eğer
kozmik akla sahip olsaydık, başka bir ifade ile bütün kâinattaki düzeni
kavrayabilecek bir yapıda olsaydık, o zaman varlık âleminde cereyan eden bir
adaletsizlik olmadığını anlayabilecektik. Gazali'ye göre, Tanrı, yaratıkların
hepsini, onların en akıllısının aklı ve en âliminin ilmiyle yaratsa;
nefislerinin taşıyabileceği tüm bilgileri onlar için var etse ve onlar üzerine
anlatılamaz derecede hikmet akıtsa; sonra onların hepsinin ilim, hikmet ve
aklını bir misli daha artırsa; olayların akıbetlerini onlara açıklasa,
melekûtun sırlarını onlara bildirse onlar var olan mükemmel evrende yapacak bir
değişiklik bulamazlardı. Gazali bu durumu şu şekilde vurgulamaktadır:
"Allah lütfunun inceliklerini ve
ukubetinin gizliliklerini insanlara tanıtsa; hatta bu sayede iyilik ve
kötülüğe, fayda ve zarara muttali olsalar; sonra da kendilerine verdiği ilim ve
hikmetle, bu âlemi ve melekût âlemini idare etmelerini onlara emretse; onların
birbiriyle yardımlaşarak ittifakla yaptıkları idare, Allah-u Teâlâ'nın dünya ve
âhiretteki yaratıkları idare edişinde, bir sivrisineğin kanadı kadar ilave
yapmayı da, bir sivrisineğin kanadı kadar eksiltme yapmayı da
gerektirmezdi."
Gazali'ye göre, mevcut olandan daha iyi,
daha tam ve daha mükemmel olan imkân dâhilinde değildir. Varlık dünyasında var olandan daha güzel,
daha mükemmel ve tam olan herhangi bir şey yoktur. Eğer olsaydı ve Tanrı bunu
yaratma kudretine sahip olduğu halde yaratmasaydı, bu ilahî cömertliğe uymayan
bir cimrilik ve ilahî adaletle çelişen bir haksızlık olurdu.
Gazali'nin bu düşüncelerine şu şekilde
itiraz edilebilir? Bu dünyanın mümkün dünyaların en iyisi olduğu fikri ilk
etapta Tanrı'nın iradesini sınırlandırdığı izlenimi vermiyor mu? Çünkü insanlar
en azından cennet tasvirlerinin Kur'an'da anlatıldığını biliyorlar.
Zaten kutsal metinler ahiret hayatının
dünya hayatından daha sıkıntısız olacağını tekrar tekrar vurgulamaktadır. Cenneti yaratan Tanrı niçin bu dünyayı daha
mükemmel yaratmasın?
Bu itirazların ilk bakışta yerinde
eleştireler olduğu kabul edilebilir. Çünkü tecrübe yoluyla bilinmektedir ki,
eğer insanlar iyi eğitim alırlarsa, daha iyi bilinçlenirlerse, bu dünyadaki
sıkıntılar azalabiliyor. Depremler daha az tahribat yapabiliyor. Demek ki
varolandan daha iyisi mümkün olabiliyor. Metin Özdemir, Gazali'nin kötülüğün
ontolojik varlığını inkâr
ederek çıkmaza girdiğini vurgulamaktadır.
Ancak kanaatimizce Gazali burada biraz sonra Swinburne'de de göreceğimiz farklı
bir noktaya işaret etmek istiyor. Eğer insanlar özgür irade sahibi, bu dünya
da bir sınanma yeri olacaksa, ister istemez bazı olumsuzluklar kaçınılmaz
olacaktır. Cennet örneğini ileri sürenler bu noktayı gözden
kaçırmaktadırlar. Oysa dini metinlerin ifade ettiği gibi cennet bir sınanma
yeri değil, aksine insanların yaptıklarına karşılık bir ödüldür. Orada imtihan
ve özgür iradeye de ihtiyaç yoktur. Gazali'ye göre, asıl cevabı aranılması
gereken soru, Allah'ın dünyayı bu şekilde yaratmasındaki gayesinin ne
olduğudur. Bu gaye, Kur'an'a göre ahlâkî ve dinidir. Allah, "İnsanları ve cinleri kendisine
kulluk etmek için yaratmıştır."
İşte bu noktada, Allah'ın bu dünyayı insanlara ve cinlere emrettiği
kulluk esprisine mümkün olan en uygun surette yaratmış olduğu söylenebilir.
Gazali'ye göre meydana gelen bütün
hadiselerde ilahî hikmet vardır. Bizim kâinatta olan biteni, kısacık ömrümüzde
kavrayabilmemiz mümkün değildir. Bunun anlaşılması insan kudretinin dışındadır.
İnsana düşen olup bitende, başka bir ifade ile vaki olanda hayır vardır,
demektir. İlahi hikmet bizim için bir sır olarak kalacaktır. Buna kader sırrı
da diyebiliriz.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz. Gazali'ye göre, ortada şer gibi
gözüken her şeyin altında mutlaka bir hayır vardır. Eğer bu şer ortadan
kalkarsa, onun altında gizli olan hayır da kalkar ve sonuçta daha büyük bir şer
meydana gelmiş olur. Görüldüğü gibi Gazali kötü durumların varlığını
kabul etmektedir, onun karşı çıktığı
husus var olan kötülüklerin nihai anlamda da kötü olmalarıdır. Gazali'ye göre
asıl musibet ahirette, ya marifetten veya ebedi olarak Allah'tan uzaklaşmaktır,
küfürdür, isyandır.
Swinburne, kötülük problemi karşısında
geliştirilen bazı geleneksel savunmaları tatmin edici bulmaz. O, mensubu olduğu
gelenekten ayrı olarak, kötülüklerin büyük çoğunluğunun Tanrı'nın insana
verdiği ceza olduğu görüşüne katılmaz. Swinburne'e göre bu teodise, insanların
başına gelen bazı doğal kötülükleri izah etse de, hayvanların, çocukların
çektiği sıkıntıları izah etmede yetersizdir.
Swinburne'ün katılmadığı bir başka geleneksel teodise de, Hıristiyan
düşüncesini uzun yıllar etkilediğini ve Yeni Eflatunculuğun etkisiyle
Hıristiyanlığa geçtiğini belirttiği kötülüğün yokluğu görüşüdür. Başka bir
ifade ile kötülüğün gerçekte bulunmaması, sadece iyiliğin yokluğunda hissedilen
bir şey olmasıdır.
Swinburne Tanrı'nın daha iyiyi yaratmak
gibi bir mecburiyet altında bulunmadığını düşünmektedir. Ancak bu düşüncelerini
belirttikten sonra, içinde bulunduğumuz durumu tıpkı Gazali'nin Makâsıd'da
belirttiği gibi iyilikler ile kötülüğün birlikte bulunması gerektiğini şu
şekilde açıklar: Swinburne'e göre Tanrı, insanlara iyi şeyler sağlamak ister.
Fakat bazı mantıksal nedenler bunun tam olarak gerçekleşmesine engel olur.
Çünkü bazı iyi durumlar, mantıksal olarak birbiriyle uyuşmayabilmektedir. Örneğin,
iki futbol takımı birden şampiyon olamaz. Birisinin kazanması diğerinin
kaybetmesine bağlıdır. Bu durumda da birisinin mutluluğu diğerinin mutsuzluğunu
zorunlu kılmaktadır. Swinburne'e göre mantıken imkânsız olan fiil, yapılması
çok zor olan bir fiil değil, çelişik veya anlamsız olan fiildir. Yaran'ın
belirttiği gibi Swinburne buradan şu neticeye ulaşır: Tanrı, birçok iyi şeyi
meydana getirebilmek için bazı kötü şeylerin varlığına izin vermek
durumundadır. İnsanların bilerek yaptıkları eylemler veya ihmaller neticesinde
ortaya çıkan ahlaki kötülüklerle ilgili olarak, Swinburne daha çok özgür irade
savunması üzerinde durur. Ona göre, insanlar tarafından sebep olunan kötü
durumların, onların kendi özgür seçimlerinden kaynaklandığı görüşüne dayalı
"özgür irade savunması," son iki veya üç bin yıldır olduğu gibi,
bugün de teodisenin merkezi, özü olmalıdır. Ona göre, Luther gibi birkaç klasik
Protestan teolog hariç, neredeyse bütün Hıristiyan teologlar insanların özgür
iradeye sahip olduklarını tasdik etmişlerdir.
Swinburne'e
göre, insanların kötü olarak nitelediği, ölüm gibi, birçok durum aslında kötü
değildir. Ancak yine de eğer Tanrı isteseydi, varlığına izin vermeyeceği pek
çok kötülük de şüphesiz vardır. Swinburne
geleneğe uyarak bu kötü durumları ahlaki kötülükler ve doğal kötülükler olarak
ikiye ayırmaktadır. Ona göre, doğal kötülük, insanlar tarafından bile bile
meydana getirilmeyen ve insanların ihmalkârlığının sonucu olarak meydana
gelmesine izin verilmeyen kötülüklerdir. Doğal kötülük insanları etkilediği
gibi hayvanları da etkiler. Bu kötülükler fiziksel oldukları gibi zihni de
olabilirler. Doğal afetler, kestirilemeyen kazalar gibi. Ahlaki kötülükler ise,
insanlar yapmamaları gerektiğini bildikleri işleri bilerek yapmaları sonucu
meydana gelen kötü durumlardır. Kötülük
probleminin oldukça çetin bir mesele olduğunu belirten Swinburne, ama yine de
bunun üstesinden gelinebileceğini belirtir.
Swinburne'e göre, insanların özgür
seçimlerinin diğer insanların gerçek sorumluluğunu içermesi iyidir ve bu,
onlara yardım etme veya zarar verme olanağını içine alır. Tanrı'nın insanlara
yardım etme veya zarar verme gücü vardır. Eğer diğer kişilere onun yaratıcı
işinde bir pay verilecekse, onların o güce sahip olmaları iyidir. Düşünürümüze
göre kişilerin birbirine yardım ettiği, ancak zarar vermediği bir dünya,
birbirlerine karşı sadece çok sınırlı sorumluluğa sahip oldukları bir
yerdir. Eğer bir kişinin başka bir
kişiye karşı sorumluluğu sadece basit bir şey vermekle sınırlı olursa, kişiler
birbirlerinin üzerinde acıya neden olmazlarsa, o kişinin gelişimini
engellemeyecek olurlarsa veya eğitimini sınırlamak gibi muhatabın hayatında
önemli değişikliklere sebebiyet verecek hareket alanına sahip olmazlarsa o
zaman kişilerin birbirlerine karşı sorumluluğundan bahsetmek uygun olmaz. Ona
göre, insanlara hemcinslerine karşı sadece bu türden sınırlı sorumluluk vermiş
olan bir Tanrı, çok şey vermiş olamaz. Bu durumda Tanrı, insanlara sadece
ayrıntıları doldurma anlamında önemsiz seçime izin verirken, dünyanın ne tür
bir yer olacağı noktasındaki çok önemli seçimi kendisine ayırmış olurdu. Swinburne'e göre bu durumda Tanrı, büyük
oğlundan küçük oğluna bakmasını isteyen, büyük oğlunun her hareketini
izlediğini ve büyük çocuk yanlış bir şey yaptığı an müdahale edeceğini bekleyen
bir baba gibi olurdu. Büyük çocuk buna haklı olarak, babasının işini
paylaşmaktan mutlu olmakla beraber, eğer babada bulunan önemli bir seçimler
alanı içinde ne yapacağına ilişkin kendi yargılarını vermede özgür bırakılırsa
bunu yapacağına dair sert karşılık verebilir.
İyi bir Tanrı, iyi bir baba gibi, sorumluluğu havale edecektir.
Varlıkları yaratmada payının olmasına izin vermek için, onları incitme,
sakatlama ve ilahî planı bozma seçimine izin verecektir.
Swinburne'e göre, içinde yaşadığımız
dünya, varlıkların birbirlerine karşı böyle derin sorumluluklarının olduğu bir
yerdir. Biz çocuklarımıza karşı sadece yardım etmekle kalmayız, aynı zamanda
zarar da verebiliriz. Onlara zarar vermemizin bir yolu, onlara fiziksel acı
verebilmemizdir. Ancak onlara yapabileceğimiz çok daha zararlı şeyler vardır.
Hepsinden önemlisi, onların önemli bilgi, güç ve özgürlük sahibi varlıklar
olarak gelişmelerine engel olabiliriz; onların sahip olduğu türden özgür ve
sorumlu seçime sahip olup olamayacaklarını belirleyebiliriz. Swinburne'e göre, insanların kötülük meydana getirme
olasılığı, onların bu özgür ve sorumlu seçime sahip olmalarının mantıksal bir
sonucudur. O, Tanrı'nın bile bize bu seçimi, kötülükle sonuçlanma olasılığı
olmaksızın veremeyeceği kanaatindedir.
Düşünürümüze göre, özgürce iyiyi yapmayı
seçmek büyük bir iyilik olduğu gibi, o bizi bu biçimde kullanma hak ve
otoritesine sahip olduğu sürece, değerli bir amaç için başka birisi tarafından
kullanılmak da iyidir. Ayrıcalık size zorla verilse de, olası büyük bir iyilik
yapmak için acı çekmeye izin verilmesi bir ayrıcalıktır. Ülkeleri için
ölmelerine izin verilenler ve böylece ülkelerini yabancı baskıdan kurtaranlar
ayrıcalıklıdır. Swinburne, ülkesi için savaşta şehit olan kimseler, başkaları
tarafından savaşa zorlansalar bile, neticede bu hallerinden mutluluk
duymaktadırlar, der.
Swinburne, kişilerin birbirlerine acı
vermelerinin, aslında çok da kötü bir şey olmadığını vurgulamaktadır. Ona göre
yararlı olmak o kişi için bir mutluluktur ve başkalarının ellerinde acı çeken
ve böylece özgür ve sorumlu seçime sahip olan diğerlerinin iyiliğini olası
yapanların kendileri, bu yönden istifade ederler.
Swinburne'e göre "Seçimlerimizin çok
önemli olması, iyi ya da kötü varlıklara büyük etkiler yapabilmemiz, bir
yaratıcının bize verebileceği en büyük hediyelerden biridir. Ayrıca eğer benim
acım onun kendisiyle sana o seçimi verebileceği araç ise, ben de bu yönden
şanslıyım demektir. Elbette acının kendisi kötü bir şey olsa da, acının rast
gele, amaçsız acı olmaması benim şansımdır. Acı, beni bu biçimde yararlı kılan
incinebilirliğimin bir sonucudur."
Swinburne buna şu şekilde bir itirazın
gelebileceğini belirtir: Acı bu biçimlerde iyi amaçlara hizmet edebilirse de,
benim iznimi almaksızın senin yararın için benim acı çekmeme izin vermeye
Tanrı'nın hakkı var mı? Acaba B kişisinin yararı için A kişisinin rızası
olmaksızın acı çekmesine izin verme yetkisi ne kadar ahlakidir? Oysa günümüzde,
başkalarının yararına kullanılabilecek sonuçlar üreteceğini umdukları tıbbi
deneylerde, hastalarını deneyin istenç dışı nesneleri olarak kullanan
doktorların yanlış
bir şey yaptığı yargısı genel kabul
görmektedir. Peki, böyle bir şeyi Tanrı için nasıl söyleyebiliriz?
Swinburne, bütün bu sorulara başka bir
soruyla cevap verilebileceği kanaatindedir. Eğer acının yararına ilişkin
argümanlarımız sağlamsa, hepimizin bu olanağı doğru bir biçimde
değerlendirebilmeleri için başkalarının acı çekmesine neden olmamız gerekmez
mi? Bununla birlikte, Tanrı ile doktorlar arasında çok önemli ayırıcı
özellikler vardır. İlki, varlığımızın sahibi olarak Tanrı, belirli haklara,
bizim üzerimizde hemcinslerimiz olan diğer insanlar üzerinde sahip olmadığımız
belirli bir otoriteye sahiptir. O,
varlığımızın her anında varlığımızın nedenidir ve O bizim sahip olduğumuz her
şeyi bize veren doğa yasalarını korur. Bir kişinin kendi veya başkası yararına
acı çekmesine izin vermek, ona karşı ana-baba türü bir akrabalık ilişkisi
içinde bulunmasını gerektirir. Swinburne'e göre, biz kolayca
engelleyebilecekken, bir iyilik için bir yabancının acı çekmesine izin verme
hakkına sahip olmayabiliriz, ancak kendi çocuklarımız açısından bu tür bir
hakka sahibiz. Çünkü küçük çocuğun varlığı, başlangıcı ve devamlılığından bir
parça sorumluyuz. Ona göre, "Eğer ben onun doğmasına yol açmışsam, onu büyütmüş ve eğitmişsem,
bunun karşılığında onun üzerinde sınırlı haklara sahibim; çok sınırlı bir
biçimde ben o çocuğu değerli bir amaç için kullanabilirim. Eğer bu doğruysa, o
zaman ebeveynimizden çok daha üstün derecede varlığımızın nedeni olan bir
Tanrı, bu bakımdan daha çok hakka sahiptir."
Swinburne'e göre, bir ebeveyn büyük çocuğa
verilen sorumluluk uğruna, büyük çocuğunun küçük çocuğa zarar verme gücüne
sahip olmasına izin verebilir; ancak bunun sınırları vardır. Swinburne'e göre,
yaratıcımız ve koruyucumuz olan Tanrı'nın daha büyük bir oyunda, özgür duygu
sahibi varlıkları piyonlar olarak kullanmaya ilişkin ahlaki hakkının da
sınırları vardır. Ancak eğer bu sınırlar aşırı dar olsaydı, Tanrı insanlara
birçok gerçek sorumluluğu veremeyecekti; O, onların sadece önemsiz bir oyun
oynamalarına izin verebilecekti. Ancak düşünürümüze göre, yine de, Tanrı'nın
insanların birbirlerini incitmelerine izin verme hakkı sınırlı olmalıdır.
O halde Tanrı, insanlara sormaksızın,
yaşayabilecekleri dünya türleri arasında onlar için bir seçim yapmak
zorundadır. Bu ya kendisinde insanların birbirlerine yarar sağlamak,
birbirlerini incitmek için çok az olanağın olduğu bir dünya, ya da kendisinde
epeyce olanağın bulunduğu bir dünyadır. Bu durumda Tanrı nasıl bir seçim
yapacaktır? Şüphesiz yapılacak her iki seçim için de açıkça nedenler vardır.
Swinburne'e göre, Tanrı'nın insanların birbirlerine yarar sağlama veya incitme
olanağına sahip oldukları bir dünyayı yaratmayı seçmesi, onun var olmasına izin
verdiği kötülük kadar büyük bir iyilik meydana getirmektedir.
Şüphesiz kötülükler sadece insanların
özgür seçimlerinden kaynaklananlarla sınırlı değildir. Seller, depremler, çığ
düşmesi vs. tabii hadiseler de sık sık vuku bulmakta ve insanlar bunlardan
mağdur olmaktadırlar. Bu durumda masum insanların başına bu tür hadiselerin
gelmesini nasıl açıklayacağız?
Swinburne'e göre, iyi ve kötü arasında
doğru bir inanç veya sağlam bir bilgiye dayalı seçimde bulunabilmemiz ve bunu
eyleme dönüştürebilmemiz de, benzer şekilde, iyi ve kötünün doğadaki
örneklerini bizzat gözlemlememizle çok yakından ilişkilidir. Örneğin, hastalıklar
ve insanlar tarafından önceden görülemeyen kazaların meydana gelmesi gibi doğal
kötülüklerin var oluşu, insanların birbirlerine önemli derecede iyilik veya
kötülük yapma konusunda bir seçimde bulunabilme gücüne sahip olabilmeleri için
gereklidir. Çünkü doğal kötülüğü meydana
getiren süreçlerin gözlemlenmesi, insanların ötekilere nasıl kötülük
yapabileceklerinin bilgisine sahip olabilmeleri için gereklidir. Bu bilgi
olmaksızın, iyi ve kötü arasında bir seçimde bulunmak mümkün olmayacaktır.
Birinin nasıl zehirleneceğini, tesadüfen bir şey yiyen ve ondan dolayı
zehirlenen birinin gözlenmesiyle öğrenebiliriz. Bu tarz bir bilgi sahibi
olmaları da, insanların iyi ve kötü arasında seçim yapabilmeleri açısından
iyidir. Swinburne buna, teodise için "bilgi ihtiyacından çıkarılan
kanıt" adını vermektedir.
Swinburne'e göre, insanların, geleceğe
dair bilgileri tümevarım yoluyla elde ederler, başka bir ifade ile biz
gelecekte nasıl davranmamız gerektiğinin bilgisini deney ve gözlemlerden elde
ederiz. Ona göre şayet insanlar, iyi ya da kötü birtakım fiiller meydana
getirecekse, yapacakları işlerin sonucunu bilmeleri icap eder. Bunun için de
yeteri kadar tecrübeye sahip olmaları gerekir. Swinburne burada İslam
düşüncesinde bulunan ilmel yakin, aynel yakin ve hakkal yakin kavramlarını
çağrıştıran bir örnek veriyor: Alkol almanın sarhoşluk verdiğini bilmenin en
kesin şekli bunu bizzat tatmaktır. Bunun bir derece altı başkalarından görmem
ve daha da az bilgi ancak başkalarının anlatmasıyla bilinebilir. Swinburne'e göre,
şayet insanlar ne şekilde kötülükte bulunacaklarının farkına varacaklarsa ya da
kötülük yapanlara engel olmayı bileceklerse, etrafında gözlemledikleri
kötülükler olmak durumundadır.
Eğer insanlar kendi eylemlerinden veya
ihmallerinden sonuçlanacak olan kötülüğün bilgisine sahip olacaklarsa,
Swinburne'e göre, doğa yasaları düzenli bir biçimde işlemelidir. Swinburne bu
hususta, Gazali'nin "ateşin ve yağmurun evrenin varlığı için muazzam bir
denge oluşturmalarına karışın zaman zaman yani şartlar oluştuğunda günahsız
kimselere zarar verebildikleri" şeklindeki değerlendirmesine benzer bir
değerlendirmede bulunuyor. Ona göre, yangında ateşin hararetine maruz kalan
kişi acı duyacak ve olay yerinden kaçacaktır. Fakat kaçamayacak durumda olanlar
zorunlu olarak bundan zarar görecektir. Şayet kaçabilenler kaçsaydı,
diğerlerini de Tanrı kurtarsaydı, o zaman insanlar birbirlerine yardım etme
zahmetine katlanmazlardı. Onların bu hareketi de makul olurdu. Swinburne, bu durumda iyi insanlar ile kötü
insanların arasındaki farkın kalmayacağı veya insanların iyi yönlerini ortaya
koymaları için gerekli ortamın bulunmayacağı kanaatini taşıdığı görülmektedir.
Aslında açıkça belirtmese bile dini terminoloji ile ifade edecek olursak
Swinburne bu dünyanın bir "imtihan" dünyası olduğunu vurgulamaktadır.
Swinburne'e göre, bir miktar doğal
kötülüğün bulunmasının ruhsal olgunlaşma ile bağlantı içinde, özgür irade ile
de alakası vardır. Fiziksel bir ağrı ve acı gibi doğal bir kötülük, acı çekene
bir seçim sunar. Bu kişi, acıya sabırla tahammül mü edecektir yoksa kaderi
suçlayarak sızlanıp duracak mıdır? Çekilen sıkıntı, sıkıntıyı çeken kimsenin
arkadaşı için de birtakım seçenekler ortaya koyar. Acaba böyle bir durumda
arkadaşına karşı duygudaşlık mı gösterecek? Yoksa hissiz ve katı yürekli mi
olacak? İşte meydana gelen bazı tabii afetler ve hastalıklar, başka türlü var
olmayacak olan bu seçimleri mümkün kılar. Acı karşısında gösterilecek
mukabelenin her zaman iyi olmasının garantisi yoktur; fakat acılar, kişilere
iyi eylemler ortaya koyma fırsatı verir.
Swinburne, bir an insanların
engelleyemeyeceği hastalık, deprem ve kazanın neden olduğu zihin ve beden
acılarının tamamının toplumumuzdan bir çırpıda kaldırıldığını düşünelim, diyor.
Gençlerin zamansız ölümü yok, hastalık yok, matem yok, birçoğumuz o zaman,
gerçekten cesaret veya büyük iyilik yolunda gösterecek pek fazla olanağa sahip
olamayacağımız kolay bir hayata sahip olurduk. Ona göre, biz, başka türlü
kaçınmanın çok kolay olduğu kahraman olma olanaklarını bize vermesi için, paranın
ve gücün uzun zaman önüne geçemeyeceği zayıflık ve ölümün sinsi süreçlerine
gerek duyarız.
Swinburne, bütün bu argümanları tatminkâr
bulmayanlar için - iyiliklerin büyük olmasına karşın içerdikleri kötülükleri
haklı çıkarmadıklarını kabul eden kişi- bir alternatif cevap olduğu
kanaatindedir. Eğer Tanrı acılarıyla iyiliklerin olası olduğu bir dünyada
mağdur olanlara ölümden sonra mutluluğu bedel olarak verirse, bu durumda
mükemmel iyi bir Tanrı'nın olası iyilikler uğruna kötülükler meydana getirmesi
haklı görülebilir. Bu kişi dünyada çektiği sıkıntıların karşılığını cennette
göreceğini ve çekilen sıkıntıların anlamsız olmadığını düşünebilir. Bununla birlikte kötülüğün kötülük olması bir
gerçek olarak durmaktadır ve onları olası kılan dünyamızın iyilikleri için
ödenecek yüksek bir ücret vardır. Swinburne'e göre Tanrı, eğer bunun yerine acı
ve ıstırabın olmadığı ve dolayısıyla bu kötülüklerin olası kıldıkları belirli
iyiliklerin bulunmadığı bir dünya yaratmış olsaydı, mükemmel iyiden daha az
mükemmel olmazdı. Swinburne, İslam, Yahudi ve Hıristiyan geleneğinin büyük bir
kısmı tarafından, Tanrı'nın her iki tür dünyayı yarattığının kabul edildiğini
vurgular. Ona göre cennet geniş kapsamlı
olası derin iyilikleri içeren harika bir dünyadır. Buna karşın cennet, dünyamızın
içerdiği iyiliği geri çevirme iyiliği de dahil olmak üzere, birkaç iyilikten
yoksundur. Cömert bir Tanrı, kendisinde önceki olasılığın artık olmadığı harika
bir dünyayı onu benimseyen kimselere vermeden önce, bazılarımıza bizimki gibi
bir dünyada iyiyi geri çevirme seçimini vermeyi tercih edebilir.
Neticede konunun başında Parson'un
sorduğu, "Tanrı neden
her zaman acı çekenlerin imdadına yetişmiyor?" şeklindeki soruya
cevap olarak Swinburne, insanların ahlaki gelişimine ve ruhsal olgunlaşmalarına
vurgu yapmaktadır. Ona göre Tanrı'nın hem bu imkânları insanlara vermesi, hem
de hiç acının olmadığı bir dünya yaratması tıpkı mantıksal imkânsızlıklar gibi
bir imkânsızlıktır.
Tanrı tarafından bazı insanların aleyhine
olabilecek bir yaşam standardı yerine, daha mükemmel bir yaşam standardı
-cennet tasvirinde olduğu gibi- belirlenebilirdi, şeklinde bir itiraz
yöneltilecek olursa, bunun haksız bir itiraz olduğu kanaatindeyiz. Çünkü biz,
ilahî iradeyi sorgularken, bir anlamda kendi son derece sınırlı ve eksik olan
bakış açımıza göre sınırsız ve mutlak bir iradeye yön vermeye çalışmış
oluyoruz. Bu bakımdan, varlığın bu tarzı, Gazali'nin dile getirdiği gibi,
insanların hepsinin en akıllılarının aklıyla birlikte hareket ederek üstesinden
gelemeyecekleri kadar yüce ve engin bir hikmetin insanoğlu tarafından
kuşatılamaz oluşundan dolayı bir sır olarak kalmaktadır. Yani insanın Allah'a
yönelttiği bu itirazının, Allah adına cevabını vermesi mümkün değildir. Onun,
bunun cevabını verebilmesi için, Allah'tan daha engin bir hikmete sahip olması
gerekir ki, bu imkânsız bir şeydir.
Gazali, meydana gelen hastalıklara,
fırtınalara rağmen bu dünyanın iyi bir dünya olduğunu ve bunu da hikmet
anlayışı ile açıklamaktadır. Ona göre bütünü düşündüğümüz zaman bizim parçada
görmüş olduğumuz kötülük aslında bir hayırdır. Ancak Gazali, insanın hiçbir
zaman bütünü kavrama kapasitesine ulaşamayacağını, bu yüzden Allah'a tevekkül
etmesini ve her vaki olanda bir hayır olduğuna inanmasını tavsiye etmektedir.
Swinburne ise kötülüğün varlığını kabul
etmekle birlikte bunun, "insan özgürlüğü" açısından gerekli olduğunu
ileri sürerek "özgür irade savunması" kanıtıyla kötülük problemini
çözmeye çalışmaktadır. "Özgür insan"ın, "robot insan"dan
her zaman daha üstün olduğunu savunan Swinburne, daha büyük iyiliklerin elde
edilebilmesi için bu dünya şartlarında bazı kötülüklerin bulunmasının
kaçınılmaz olduğunu savunmaktadır. Swinburne,
Tanrı'nın iyi durumları meydana getirmek için bazı kötü durumlara izin vermek
durumunda olduğunu belirtmektedir. Bu, işin özünde, bu kötülüklerin de iyi
olduğunun dolaylı bir ifadesidir. Gazali'nin doğrudan ifade ettiği bir gerçeği
Swinburne dolaylı olarak ifade etmektedir. Swinburne'ün bu ifadeleri Gazali'nin
bu dünyayı bir imtihan dünyası olarak görüp, bütün olanları ilahî hikmet ve
kader sırrı olarak nitelendirmesi ile aynı kapıya çıkmaktadır.
Ona göre Tanrı sonsuz güç, bilgi sahibidir
ve bilgisiyle neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmektedir. Ancak insana verilen
özgürlük belli ölçüde kötülüğün varlığını kaçınılmaz kılmaktadır. Tüm bunlar
göz önüne alındığında yine de bu dünyanın mümkün dünyaların iyisi olduğu
düşünülebilir.
Gazali'nin ısrarla vurguladığı "Tanrı'nın
kendi mülkünde istediği gibi davranabileceği" düşüncesine Swinburne
katılmamaktadır. Swinburne, Gazali'den farklı olarak ahlakî ilkelerin objektif
olduğu kanısındadır. Hatta öyle ilkeler vardır ki Tanrı onları sadece
yürütebilir, onları değiştiremez. "Çocuklara zevk olsun diye işkence
yapmak yanlıştır," gibi ilkeler Swinburne'e göre Tanrı'nın iradesinden
bağımsızdır.
Neticede, Gazali dünyada meydana gelen
bazı olumsuz hadiselerin aslında görünüşte kötü gibi olsalar da daha iyi
neticelere hizmet ettiklerini vurgulamaktadır. Swinburne de benzer bir kanıyı
paylaşmaktadır. Swinburne de, kötülüklerin varlığını kabul etmektedir. Ancak
yine de özgür iradenin, tecrübeler sonucu bilgi sahibi olunarak olgunlaşmanın
olduğu bir dünyanın, içerisinde robotların olduğu ve hiçbir kötülüğün olmadığı
bir dünyadan daha iyi olduğunu ifade etmektedir. Swinburne'ün bu yorumu,
Kur'an'da insanın yaratılması ile ilgili Allah ile melekler arasında geçen bir
diyalogu hatırlatmaktadır. Bu yönüyle
İslam düşüncesiyle de uyumlu olduğu görülmektedir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar