Koyaanisqatsi....Ey Bir Yaprak Uğruna Bağdan Olanlar!
İma C. Özkan | 07
Ağustos 2013 | Kategori : Sinema |
Okunma:2.402
Doğa,
insanın inorganik bedenidir. İnsanın doğada varolması, doğanın onun bedeni
olduğunun ve hayatta kalabilmek için bu bedenle iyi ilişkiler içinde olması
gerektiğinin göstergesidir. İnsanoğlunun fiziksel ve ruhsal yaşamı yalnızca
doğaya bağlıdır, çünkü insan doğanın bir parçasıdır.
(F. Engels “Dialektik der Natur” / “Doğanın Diyalektiği”)
Ron Fricke’nin 1992 yılında çektiği Baraka filmini
neredeyse duymayan yoktur. İzlememiş olanlar bile, aşağı yukarı bir fikre
sahiptirler. Hani şu Amerikalı düşünür Joseph Chemple’inMitin
Gücü (The Power of Myth) adlı kitabından ilham alarak çekilen belgesel
film. GelgelelimGodfrey Reggio denince ben dâhil pek çok kişi için
herhangi bir şey ifade etmezdi muhtemelen. Tâ ki yakın zamanda o çarpıcı
filmini görene kadar. Filmin adı Koyaanisqatsi; epey zor bir
telafuzu olduğunu, akılda tutmanın güçlüğünü kabul etmek zorundayım.
Koyaanisqatsi de tıpkı Baraka gibi herhangi bir dramatik olay örgüsü, diyalog
ve yahut anlatıcı içermeyen, belgesel benzeri bir film. “Baraka gibi” demek
kolaycılığı bir yana, ne kadar ironiktir ki Koyaanisqatsi ondan tastamam on yıl
evvel, 1982’de tamamlanmış bir yapım. Enteresanlıkları say say bitmez fakat
şurası kesin ki bir tür anti-sinema denemesi sayabileceğimiz bu eşsiz yapıt,
muhakkak Baraka ve benzeri tipte pek çok özgün kabul edilen eserin
körükleyicisi, esin kaynağı. İşin aslı, Baraka’dan söz ettiğimizde atıf
yapmamız gereken film Koyaanisqatsi olmalıyken, tersinden bir anımsatma
eğilimine girmek; bilginin sınırlarında cehaletle burun buruna gelmenin
kaçınılmazlığından biraz da. Üstelik Baraka’daki yönetmenimiz Ron
Fricke, Koyaanisqatsi’de zaten kamerayı kullanan adamın ta kendisi.
Fütursuz
Aktör
Herhalde
filmin adından başlamak gerek. Koyaanisqatsi; Amerika’nın güneybatısında
yaşamışHopi Kızılderililerinin diline ait, çok katmanlı bir
sözcük. “Çılgın Hayat”, “Dengesiz Hayat” gibi anlamları
içeriyor. Bana kalsaydı, filmi izledikten sonra tam olarak şöyle derdim: Çığrından
Çıkmış Hayat. Bu adlandırma hem Koyaanisqatsi kadar Avrupa dilleri
açısından kakafoni de içeriyor(!) “Qatsi” “Hayat” demek.
Regio’nun üçleme olarak başladığı filmlerden ilki bu ve 1988’de çektiği Povaqqatsi,
2002’de çektiği Naqoyqatsi de Hopi dilinden, sonu “hayat” ile
biten sözcükler.
Film, Hopi
Kızılderililerinin olası atalarından miras kaya üzerindeki eski piktograf
çizimleri ile açılıyor. Anında anlıyoruz ki, bu çizimleri yapanlar, bizden çok
farklı derinlikte bir dünyada yaşıyorlardı. Sessiz var oluşları bunu
fısıldıyor. Hemen ardından geniş boşluğu ve zamanın kendisini anımsatmak
istercesine insansız, bozulmamış doğa görüntüleri giriyor kadraja. Çok
geçmeden, yeryüzünün insan tarafından dönüşümüne tanıklık ettiğimiz bir faz
başlıyor. Malum uygarlığımızın(?) ilk işaretleri: Dev toprak taşıma donanımları
vesaire. Geniş peyzaj içinde cüce olarak konumlanmaya başlayan insan, giderek
bir dev’e dönüşür: Yapan, eyleyen, kurcalayan, değiştiren, dönüştüren, geçerli
kılan, iptal eden, parçalayan, birleştiren, imha eden ve kuran bir fütursuz
aktör. Tüm bu insanmerkezli ifrat o raddeye varır ki, insan kendi istiflediği
nesne ve ağlar tarafından sıfırlanır sanki: Makine montajları, çelik ve camın
hükümranlığında arşa dikilen kuleler, paketleme bantları, reklam panoları,
metal cancekişme istasyonları, Uranyum, -ki filmde New Mexico yapılan ilk atom
bombası deneylerine doğrudan atıf içeriyor- bilgisayar kartları, mikroçipler,
on iki şeritli yol ağları, kesif kargaşa… Bunların içinde insan, üçüncü sınıf
bir biblo gibi debelenip durmaktadır.
Aslında
Koyaanisqatsi’nin formülü gayet basit: Son derece epik ögeleri, bir filozof
hassasiyetiyle dikkate değer sinematografi ile birleştirmek. Bunda hiç kuşku
yok ki yönetmenimizin zaman atlamalı kozmik fotograf kompozisyonunu
düzenlerken, Ron Fricke’nin kamerasına güvenmesindeki isabet
önemli. Bir o kadar da kısırdöngüye şahane bir istiare teşkil eden tekrar
motifli Philip Glass müzikleri. Filmin sıradışılığı
biraz da sanırım, sözsüzlüğü bir dile çevirebilişinde saklı. Tüm bu
kanırtıcı hikâye boyunca kahramanlara ya da düşmanlara rast gelmiyoruz; insan,
pespaye, kategorik bir genelleme olarak öylece karşımızda duruyor.
Başka deyişle, klasik bir uzun metraj filmi oluşturan beylik öğelerden
hiçbiri yok bu filmde. Dolayısıyla, alelumum bir belgeselle de karşı
karşıya olduğumuzu söyleyemeyiz. Elbette, bir kurgusal karışıklıktan söz
etmiyorum. Bilakis son derece etkileyici bir kurgu. Bir giriş, gelişme ve sonuç
da gayet muntazaman kendini ifşa ediyor. Demek istediğim, Godfrey
Reggio öylesine başarılı biçimde manik ve huzursuz bir dünya
tasvir ediyor ki, bunu sinemanın alışılageldik yöntemleriyle bu biçim
becermek zor olurdu. Sözgelimi, beden olarak insanın film içinde ele alınışı,
Los Angeles Uluslararası Havaalanı’nda Jumbo Jetler, balistik füzeler ve montaj
fabrikasındaki üretim bantları üzerinden, istatistik yasaları uyarınca
bir piston gibi ileri-geri hareket eden tali bir figür olmaktan ibaret.
Kompozisyon bu.
Garabet
Galerisi
Muhtemelen
meydanın orta yerindeki koca elektronik billboardda Jean Renoir’ın Le
Grande Illusion/Büyük Yanılsama adlı film afişinin asılı olması bize
bir şey anlatıyordu. Şans eseri o filmi görmemiş olsaydım, yine de böyle
düşünürdüm. Şahsiyetin okunmaz kılındığı; genellemeler ve prensipler, sınıfsal
belirlenimler tarafından kuşatılmış çılgın, çığrından çıkmış bir hayata 1937
yılında düşülen bir dipnota gönderme. Zaman soyut, madde kirletilmiş, boyut
kaotik, savaş her anlatının açık ya da örtük prologu iken; hız her şeyken
birden filmimiz ürkütücü bir sessizliğe boğar bizi. Artık giderek artan o manik
hız ivmesini kaybetmiştir. Müziğin de son hareketleri buna mütenasiptir,
orglar, Tibet zilleri… Koro; Hopi kehanetlerine ait o metni okumaya başlar:
Eğer toprak
değerli şeyler uğruna kazılacaksa, felaketler de davet edilecek.
Arınma/mahşer gününe yakın, gökyüzünde ileri-geri dönenen örümcek ağları
olacak.
Küllerden müteşekkil dev bir sandık atılacak yeryüzüne ki o ateşle toprak
yanacak, okyanuslar kaynayacak.*
Böylelikle
sonuna gelinir filmin. Garabet galerisinin baş aktörüyüz. Kastı da cast’ı da en
geniş filmlerden biri bu belki. İçinde hepimiz, tüm insanlık oynuyoruz.
Hayatımız pahasına, hayatla oynuyoruz.
Bu mudur
medeniyeti en kestirmeden özetlemek? Görünüşte artan mobilitemiz, teknolojinin
sağladığı türlü kolaylıklar, mal ve hizmetlerdeki göz kamaştırıcı çeşitlilikle
yan yana konan bireysel tüketim kapasitemiz; bu koda bağlanmış özgürlük
kanalları ile dört başı mâmur bir hayatımız olmalıydı. Peki nedendir iki başı
bile mâmur değil? İçine bindiğimizde bizi nereye istersek götüren arabalarımız,
o metal mobil tabutlar bizi istemediğimiz yerlerde çakılmadan neden
götüremiyor? Yapışkan bir trafik? Tehlikeli yakıt bağımlılıkları? Yaşanmaz
kılınan konutlar; bizim sabaha dek bozulmayalım, çürümeyelim, sabah aynı
adanmışlıkla çalışabilelim diye içinde tüm gece konaklatıldığımız derin
dondurucular yani? Savurgan altyapı projeleri? Ve daha neler neler…
Teneke bir çağ sözün kısası: Metal ve kablo çağı. Anti-insan; insanın değillemesi
olan bir evrimleşmeye doğru robotik adımlarla ilerleme. Motorize bir nüfus; ne
âlâ!
İşin acı
yanı, 19. yüzyılda dahi dünyanın bir garabet galerisine dönüştüğünü öngörenler
oldu.Walden adlı kitabında “fokur fokur kaynayan yüzyıl” dediği
kendi yüzyılından bakarken,Henry David Thoreau “Biz trenlere
binmiyoruz, trenler bizim sırtımızdaki raylarda ilerliyor… İnsan, kendi
araçlarının aracıdır artık.” diyordu mesela. Ondan da evvel Marx,
El Yazmaları’nda şeyleşme ve yabancılaşma terimlerini
açımlayarak benzer şeyler söylemişti. İnsan yapımı bir deliliğe dikkat çekmek
için ellerinden geleni ortaya koydular. Bir delilik ki Fichte gibi
Aydınlanma düşünürlerinin kemiklerini sızım sızım sızlatacak cinsten.
Pervasız konforizm, nokta hedefli hırslar, pek çok “rağmen”e aldırış etmeyen
iktidar mücadelesi dünyayı sofistike bir cehenneme çevirdiğinde başvurulan
çözüm aparatları bile ateşi harlayan birer körük. Demokrasinin çocukça bir
sandık ritüeline dönüştüğü yaslı kürede, karar süreçlerinde etkin olduğumuz
emziğiyle pişpişlenen şahane itaatkâr yabancılarız. İşte Reggio bu filmiyle,
mekanik sistem içine kitlesel halde kanalize olmuş insanın, nasıl da cansız
makine parçalarına benzediğine işaret etmekle yetiniyor. Peki bu
işareti değerlendirecek olan kim? İnsan mı? Titrek eğlence makineleri önünde
hipnotize televizyon gözlemcileri mi yani? Evet, elimizde olan
yalnızca bu. Kişiliksizleştirilmiş, mekanikleştirilmiş, duygu ve
arzudan arındırılmış, düş kurma gücü sakatlanmış da olsa, tek umut insan. O
nedenle bir röportajında Reggio; “Ben kimsenin niyetini sorgulamaya
kalkışmıyorum, bir fenomenin doğasını anlamayı deniyorum” diyor. “Derdim;
adaletsizlik, sosyal yoksunluk, savaş ve benzeri olguları göstermek değil asıl.
Sadece, şu karşımızda parlayan canavarımızla ne kadar yersiz bir gurur
duyduğumuzu göstermekti asıl derdim.”
Filmi benim
için ilginç ve değerli kılan bir yanı da, Guy Debord’a temas eden tarafıydı.
Guy Debord ki Gösteri Toplumu adlı yapıtıyla beni çok
etkilemiş, aynı zamanda siyah-beyaz filme de aldığı bu anlatısı defalarca
başvurduğum köşe taşı olmuştur. Koyaanisqatsi bitiş
jeneriğindeGeorgia O’Keeffe, Leopold Kohr, Ivan Illich ile
birlikte Guy Debord’un adını gördüğümde son derece
heyecanlanmıştım. Çünkü Reggio; “ilham aldığı”nı ifşa ediyordu bu isimleri
zikrederek.Francis Ford Coppola’nın yapımcılık desteğiyle çekilen
filme George Lucas tarafından verilen manevi destek de dikkat
çekici. 1975’ten başlayarak yapımı tastamam 7 yıl sürenKoyaanisqatsi‘nin
geniş kitlelere ulaşmasında tüm bu ayrıntılar ve ah elbette Philip
Glassmüzikleri tarifsiz önemliydiler.
Kârda Olan
Zarardadır
İnsansız
peyzaj; terakki, modernleşme ve giderek zıvanadan çıkma halinde zıplayan bir
tür ile istila olunca, artık anlıyoruz ki bu uygar dünyada “kendilik”
ya da “şahsiyet” diye bir şey yok. İşte tam bu noktada, Aydınlanma’nın
nihai hırslarını gerçekleştirmiş gibi göründüğü bu noktada, iç parçalayan bir
feryadı da kendisine dâhil ediyor Aydınlanma. Paradoks olduğunun farkındayım;
ama Aydınlanma’nın nihai hedefi hırslarını hayata geçirmek değildi ki
yalnızca. Onun asıl hedefi, bu hırsların neticesindeki ölümcül çöküşe de
müdahale edebilecek bir insan tefekkürü. Sanki Aydınlanma inliyordu
filmde: Eyvah! Yoksa insan sahiden bu kadar muktedir olmayı başardı
mı?! Filmi izledikten sonra ben de sordum bunu kendime: İnsan
cidden bu raddede muktedir olmayı başardı mı? Yanıtımız evet olacak
ise; bu artık geleceğe dair bir umut besleyemeyeceğimizin resmidir. Filmde
olduğu gibi açık bir “evet” ya da “hayır” diyemeyeceğimizin farkındayım henüz.
Erenlerin diyedurduğu “Kârda olan zarardadır” ilkesine benzer
bir önermeden ibaret zaten Godfrey Reggio’nun da ortaya
sürmeye cüret ettiği tüm hikâye. Yönetmenimizin bir çeşit sûfi olup olmadığını
bilemem. Ancak bana öyle geliyor ki, asırlar önce Mevlana’nın
hüzünlü seslenişine benzer bir sesleniştir bu şiirsel film: Ey bir
yaprak uğruna bağdan olanlar!
*If
we dig precious things from the land, we will invile disaster.
Near the day of Purification, there will be cobwebs spun back and forth in the
sky.
A container of ashes might one day be thrown from the sky, which could burn the
land and boil the oceans.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar