Print Friendly and PDF

KUR’ÂN VE SÜNNET IŞIĞINDA TASAVVUF VE HAYAT

Bunlarada Bakarsınız



Bilindiği gibi asıl gâye Rızâyı İlâhîdir. Yoksa, Allah’ın rızâsı olmadan hâsıl olan vuslat ve kurbiyyet mânâsına vusul değildir. Çünkü rızâsız vuslat ve kurbiyyet gâye ve matlûb değildir. Allah Teâlâ’nın rızâsı olmadan erilen vuslat, Delhi’de Meliki görmekle ilgili bir hâdisede cereyan eden bir vak’aya benzer.
Şöyle ki: Bir köylü hükümdarı görmek için Delhi’ye gelir ve bir adamla karşılaşır. Ondan, Meliki görmenin nasıl mümkün olacağım ve bu imkânın yollarını sorar. Adam der ki:
“Bu zor bir iş değildir. İyi bir adama rastlar, ona bir tokat atarsın, o seni doğru hükümdarın yanına götürür, böylelikle de sen hükümdarı görmüş olursun,” der. Köylü,
“Senden iyi adam mı bulacağım der”, yakalar onu ve bir tokat atar.
Meğer tokatı yiyen adam yüksek tabakaya mensub prenslerdenmiş. Bu hâdise karşısında çok mahcub olur, kızar, adeta öfkeden köpürür, derken bu köylüyü hükümdarın huzuruna götürür. Halbuki böyle bir ziyâret, suçlu olarak huzura çıkma her vakit herkes için mümkündür.
Bu görüşme, hükümdarın huzuruna bu türlü girmeler ancak cinâyetle, suç işlemekle mümkündür ki tabii makbûl değildir. Halbuki bu mülâkâta, Melikin ferah ve sürûru neş’e verirse o zaman takdir edilir. Rızâi Bâri ile kazanılan vuslat da böyledir. Ancak o beğenilir ve takdir edilir. Üstâd Tehânevî bu mevzuya dair olan konuşmasında diyor ki
«İnsanın, ruh âleminden cesetler âlemine intikal etmesindeki sır, Allahın emirlerine sımsıkı sarılmak, hoşnut ve râzı olduğu şeyleri yapmak sûretiyle kulun kurbı Rızâ (O’na, o’nun rızasıyla yaklaşma) da yükselme ve yol almasıdır. Bu intikal insanın, rızâya makrûn olan takarrüb nimetini elde etmesi içindir.
Üstâd Tehânevî bu ifadesiyle hem bütün maksûd ve matlûb olan kurbiyyetin medarının ameli sâlih olduğunu, hem de sofiyyeden çoğunun ruhlar âleminden ayrıldıklarının şikâyet sebebini açıklamış oldu. Nasıl ki büyük Ârif Mevlânâ Celâleddîni Rumî Mesnevî’sine, bu firaktan duyduğu üzüntüyü dile getirerek başlar:
Dinle ney’den çün hikâyet etmede,
Ayrılıklardan şikâyet etmede!..
Şeyh Tehânevî bunların hepsini hâlin galebesine hamletmektedir. Bu izahtan iyice anlaşıldı ki mü’minin ölümü aslî hayata erme, ebedî yaşayışa nail olmadır. Bilhassa Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) in vefatı, evet bu vefât hakîkî hayat veya melekût âlemine doğuştur.
Sh:240- 241
Bedenen hasta olan kimselerin, ferdî ve İçtimaî hayatın gerektirdiği vazifeleri hakkıyla yerine getiremedikleri gibi belki çok zaman, bu vazifelerin edâsı sırasında hastalığın seyrinde bir ilerleme olacağından korkarak bu vazifeleri yapmaktan çekinirler. Eğer ferdin mübtelâ olduğu maraz, sâri hastalıklar dansa tehlike yalnız hastalığa tutulan kimsede kalmaz, belki bu hastalığın ameli hayatta sirayeti bütün bir topluluğu tehdid eder. Kalbi mariz, ruhu alîl olan kimseler, nefisleri amansız derde giriftâr olan bahtsızlar da aynen böyledir. Bunlar da ferâızı diniyyeyi hakkıyla edâ edemez, vazifelerin hakkını veremezler, bu vazifeleri güzelce yerine getirmeğe muktedir olamazlar. Hattâ insanın derûnî hastalıkları ve ruhî istilâtları çok zaman bünyevî hastalıklarından daha fazla yayılma isti’dadı gösterir. Bu öyle bir ruhî a’razdır ki bütün ferdî ve içtimai nizamda ihtilâl ve çalkantılar hep bu hastalığın salgın hâlini almasından ileri gelir. Bazı hastalıklara nefis nefis yemeklerin, temiz temiz gıdaların iyi gelmeyip hasta üzerinde aksi te’sir icra ettiği ve dolayısıyla hastalığın artmasına sebeb olduğu gibi, birçok yönlerden a’mâli sâliha ve a’mâli zahire de tıpkı böyledir. Bu ameller emrâzı bâtınıyye denilen ruhî a’razlarla beraber bulunursa bunlar bir gösteriş ve riyadan ibaret kalır. Kupkuru dindarlık taslayanlar veyâ dini ve dindarlığı yalnız bir isim ve şekil olarak taşımak isteyen zavallılar, evet bu bedbaht insanlar dîne noksanlık vermekle kalmaz, belki menfaatları uğrunda onu satarlar da. Bu marîz ruhlu kimselerin ruhlarında dürülüp duran hastalık ve mefsedetler, hastanın ruhunda geri kalan din duygusunu da eritir ve yok eder. Aynı verem hastası gibi. Zîra verem, sadece hastayı eritmekle kalmaz, aynı zamanda hastanın etrafında bulunan kimselere de te’sir eder ve hastalık veba gibi bütün topluma yayılır.
Şübhesiz insan, önemli önemsiz birçok hastalığında tekrar tekrar doktora başvurur. İnsan sağlığı için her cadde ve sokakta şifa yurtlan ve klinikler açılmıştır. Hasta tehlikeli bir durum arzedince lüzumlu deva ve gıdayı vermek ve onu eski sıhhatına kavuşturmak için evinden uzak hastahaneye kaldırılır ve durum normale avdet edinceye kadar ihtiyata riayet olunur. Ama sâri hastalıklardan şikâyeti olan hastalara gelince, onlar, şehir ve kasabalardan ma'mur beldelerden uzak sanatoryumlara, dispanserlere gönderilir. Onların böylece tecrit edilmeleri hem kendilerinin, hem de cemiyetin selâmeti için daha hayırlı sayılmış ve zaruri görülmüştür. Çünkü başka türlü bir kurtuluş yoktur, bundan.
Sh:274-275
Seyr ü sülükte vüsûlün gaye olmayıp ancak talebin (aramaisteme) gâye olduğu tarikat erlerinin nezdinde ma’lûm ve müsellem olan şeylerdendir. Bunun böyle olmasının izahı ise maksûdun hasıl olması için, sâlikin kalbine, taleb ve intizar arzusunun yerleşmemesidir. Çünkü bu da Haktan bir nevî hicâbtır. Zira bu intizar nefsin teşevvüş ve ıztıraba düşmesine zemin hazırlamakta, ona yataklık yapmaktadır. Halbuki bu teşviş ve sıkıntı, kalbin bir gâye tarafındaki dikkatini paramparça eder, dağıtır. Hakka tevfizı umûru zayi’ ettirir. Halbuki kalbin bir nokta etrafında çarpması ve Allaha tefvîzı umûr etmesi vuslatın iki ayn şartıdır. Öyle ise sâlik bunu iyice kafasına koymalı ve onu sağlamca tesbit etmeli. Zira bu, seyr ü sülûkün rûhudur.
Zaten Allah Teâlâ’nın, husûsî ıstıfâ kanunlarından geçirdiği nebiler istisnâ edilirse hiç kimsede öyle istenen tam kemâli bulmamıza imkân yoktur. Böyleyken onlar bile kendilerine kâmil gözüyle bakmazlar, nefislerinde bir kemâl gözetmezlerdi. Hepsi nefislerinin noksanlarını sayar ve görürdü. İster bu noksanlık hakîki olsun, ister izâfî. İşte bundan dolayı kemâle erme ümidini terketme vâcibtir. Yalnız derecei kemâli ihraz etmek için gösterilen sa’y ü gayrette recâ hatta bu hususta azm ü sebat sâlik üzerine vâcibtir. Bir hastanın başında bulunan hastabakıcılar ve yakınları, ister hastadan ümid kessinler ister kesmesinler, tedaviyi terketmeleri ve yakında iyileşeceğine dair şimdiye kadar verdikleri telkini bırakıvermeleri nasıl doğru değilse sâlikin de sa’yü gayreti bırakması doğru değildir. Şu kat’î olarak bilinmelidir ki necât, hattâ kurbiyyet kemâl derecesini ihraz etmeğe mütevakkıf değildir. Belki bu necât ve kurbiyyet kemâlin tekmiline uğraşmakla mevcuttur. Şâirin dediği gibi:
(İster meydana gelsin, ister gelmesin, asla temenniyi bırakmayacağım. Bulayım bulmayayım her iki halde de aramağı ve istemeği terk etmeyeceğim.)
Şeyh Tehânevî merhum, sa’y’ü gayrette ve matlûbu arama bâbında üzerine düşen herşeyi yaptığı halde ümit ettiği kurtuluş ve neticeye eremeyen kimselerin iki defa ecre nâil olacağını söylerdi.
Bir adam sordu: İki kişi herhangi bir iş tutmak istedi ve o işte gayret gösterdiler. Fakat birisi istenilen neticeyi elde etti, kazandı; diğeri kazanamadı ve hüsrana uğradı.
Şimdi bunların ikisi de müsavi ecre nâil olabilir mi?
Yoksa biri çok, diğeri az mı ecir alır?
Nasıl ki iki arkadaş Kur’ânı Kerim’i öğrenmeğe çalışır, bunlardan biri çalışmasının kısa zamanda semeresini görür, Kur’ânı hem kendi okur, hem de başkalarına okutur. Ama diğeri zayıflık, hastalık gibi sebeplerle veya geri zekâlı olduğundan dolayı Kur’ânı Kerim’i kolayca okuyamaz, fakat bununla beraber (ben bunu okuyamadım diye) çalışmayı bırakmaz, ömrü boyunca öğrenmek, okumak için çırpınır durur.
Şimdi bunların nâil olacakları ecir ne olacak?
Şeyh Tehânevî bu soruyu şöyle cevaplandırdı: «İkiside müsavi ecre nâil olacaklardır. Bununla beraber hayret edilecek bir şey değildir ki umduğuna az zamanda nâilolan kimseden, çok çalıştığı halde isteğine eremeyen kimsenin ecri daha çok olacaktır. Çünkü Allah Resulü Hadîsi Şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
«.Kur’ân-ı Hakimi okumakta mahir olan kimseler.Allah Teâlâ nezdinde muazzez, mükerrem kâtiplerle beraberdir. Fakat kendisine Kur'ânı Kerîm’i okumak çok zor geldiği halde onu kekeliyerek okumaya çalışan kimselere iki kat ecir vardır.»
Sonra Şeyh devamla dedi ki: «Kimin alâkası daha büyük, kimin ilgisi daha sağlam olduğu mülâhaza edilecek ve nazarı dikkata alınacaktır. Bunun için amelde istimrar devamlılık şarttır. İsterse sâlik ömrü boyunca zafere ulaşmasın!..
Çalışıp çabalayan insanlara, gördükleri işlerde nice kerreler itmi’nan (vicdan huzûru) ve kolaylık bulduklarını bir sor! Sakın hiçbir işi denemeden zor gören, vicdan huzurundan nasibini almamış bedbahtlara sorma!.. Şeyhimizin üstâdı, Şeyh Muhammed Ya’kûb (Allah rahmet eylesin) şu sözleriyle bu hakikatin perdesini kaldırdı:
Şüphesiz namaz, kıyam  kuud, rükû’ sücûd, zikir ve kırâet gibi muhtelif kısımları içine alan mürekkeb bir ibâdettir. Kalbi hazırlamak ise, namaz gibi bir ibâdeti yalnız hâfızana dayanarak edâ etmek, ruhsuz bir hareket olarak kabul etmek değil, belki, şu anda dilimle bu ibâdeti edâ ediyorum, şimdi rükû’a varıyorum, şu anda secdeye kapanıyorum, diyerek kalbini tam manasiyle ibâdete rabdetmen ve onu azimle sebatla edâ etmendir. Böylece her rükünde, her lâfızda iradeni yenilemen, ne yaptığının şuûruna varman lâzımdır. Sende kalb huzurunun hâsıl olması için bu yolu seçmen şart. Biz, bu ifadeyi te’yid eder mahiyette bir Hadîsi Şerif buluyoruz:
“Men salla rek’ateyni mukîlen aleyh abi kalbihî”
 «Kim ki bütün kalbiyle yönelerek iki rek’at namaz kılar»
bu Hadisi Şerifte vârid olan (aleyha  ) zamirinin mercii iki rek’at olarak kılınan namazdır. Velhasıl, musallî namaza bütün kalbiyle teveccüh etmelidir ki namaz mürekkeb bir fiil, olsun. Zira teveccüh ve ikbal, şeyhin yukarda zikrettiği gibi ihtiyarî bir iştir. İhtiyarî olduğu için de azîmet ve amel ile onu elde etmeğe uğraşmak lâzımdır. İşte insanın irade ve ihtiyarında bulunan kâlb huzuru da budur. Yani, umumiyetle sâliklerin tama’ edip durdukları kâlb huzuru derecesi çok zaman, insanın iradesinde olan bir şey değil, belki iradesinin dışında olan bir şeydir. Yalnız şu kadar var ki insanın ihtiyarından doğup ve ciddî bir hazırlık safhasına bağlı olan bir derece vardır ki ihtiyari olan da budur. Bunun azalıp çoğalmasında yalnız ve yalnız duâ müessirdir. Zevk ve iştiyak denilen vicdanî hasletler de böyledir. Onlar da insanın irâdesi dışındadır. Bu gibi vicdanî zevklerin artmasında da mücâhede değil, duâ müessirdir. Öyleyse duâya koyulmak icabeder. Nasıl ki Hadîsi Şerifte buna duâdan başka bir ilâç tavsiye edilmemiştir :
«Yâ Rabbî likana ermek için senden şevk istiyorum.»
Durum böyle olunca şevki elde etmek için mücâhedeye falan başlayıverme sakın ve şeyhinden buna çare istemeğe yeltenme!
Ruhunda şevk meydana gelmedi diye şeyhine dert yanmaya kalkma!
Yalnız ve yalnız O’na duâ ve niyazda bulunma kâfidir. İhtiyari olanla ihtiyari olmayan şeyleri birbirinden ayıramama, evet bu hatâ o kadar yaygın hale geldi ki havasstan çoğu da bu vartaya düşmekten kurtulamadı ve bunların arasını tefrik edemedi. Bundan dolayı Şeyh Tehâ nevı merhum, bu mevzuda vâki’ olan her türlü şübheyi izâle etti ve bunları bir risâlede yazdı.
Seyr ü sülûke hass engelerden bilhassa ikisi vardır ki' çok vuku’ bulur ve sâliklerden bu vartaya hemen hemen düşmeyen kalmaz. Hattâ erbâbı ilimden birçok zevat bile bu engellerin ibtilâsına uğramışlardır. Bu mani’lerin birincisi sülük erbâbının, zevk, şevk, istiğrak, faydayâb olmak, kalb ve hayal yalnızlığı, tehlikeleri bertaraf etme, teellüm, incizab ve cibilli aşk gibi kendi irade ve ihtiyarında olmayan şeyleri elde etme özentisine düşmüş olmalarıdır. Halbuki onlar zikir, evrad ve mücahede için bu gibi gayri iradî işlerde bir takım semere ve neticeler görüyordu. Bunların kolayca husûl bulmadığını, kendileri için bir mahrumiyyet sayıyorlardı. Meselâ inkıbaz ve inbisat devreleri, bir takım tehlikelerin hücumu, mal ve insan sevgisi, tabiî olan şehvet ve gadab kuvvetinin galebesi, kalbin katılaşması, gözyaşı dökememe, dünyevî keder ve korkunun galebe etmesi gibi şeyleri bir nasibsizlik telâkki ediyorlardı. Onlar, bu sayılanları tarikata ve tarikat esaslarına zarar verici maksûdı asliden alakoyucu görüyorlardı. Bunlardan sâlikin arzu ettiği hasletlerin kalbte bulunmaması; arzu etmediklerinin de kalbden bertaraf edilmemesini Allahtan uzak bulunmanın icablarından biliyorlardı.
Ihtiyâri ve gayri ihtiyari olan şeylerin müşterek noktasına gelince: Seyr ü sülûke giren kimseler ya ihtiyari olmayan hususları tahsil etmeğe uğraşırlar ya da bunların izâlesine özenirler. Halbuki bunda sayısız mefsedet mevcuttur. Bu kötülüklerden bir tanesi i’tikadîdir. Zira sâlikin bu hâli Allah (Tesbih ve tenzih O’na)’ın =Allah kimseye takat yetiremeyeceği şeyleri yüklemez.'» [Bakara sûresi, 266.] Kavli Kerimine gizlice muhalefettir. Allah Teâlâ’nın bu âyetine muârazadır. Zira ihtiyara kudret, iki zıt şeye tealluk eder. Madem ki bir iş insanın irade ve ihtiyarında değildir, öyleyse onun izalesi, bertaraf edilmesi de insanın ihtiyar ve iradesinde değildir. Sâlik, maksûdunun, ihtiyari olmayan şeylerin husûlü ve zevaline mütevakkıf olduğuna inanırsa sanki bu adam, maksûd ve me’mûrun bih olan hususların insanın istitâat ve vüsun de (insan takatinde) bulunduğunun şart olmadığına inanıyor demektir. Bu da Allah Teâlâ’’nın (Allah kimseye takat yetiremeyeceği şeyleri yüklemez.) kavline sarih bir muhalefettir. Ne büyük hatâdır bu!..
Bu hususta diğer amelî bir mefsedet de, bu işler ihtiyari olarak baki kalmazlarsa bunlar çalışmakla didinmekle elde edilemez ve mahvedilemezler. Yalnız şunu söyleyelim ki hüsran ve mahrumiyyetle ıztırab daha da artacak ve büyüyecektir. Ama bu türlü ıztırab ve devamlı rahatsızlık insanın huzurunu kaçırır ve insanı rahatsız eder de çok defa tâat ve evrâddan mahrum bırakır. İkinci olarak da çok kere hüzün ve rahatsızlığın çokluğu sebebiyle can daralır. Bununla da başkaları ezâya ma’ruz kalırlar. Bâzan da gam ve kederin çokluğundan nâşî, insanın ehl ü ayaline karşı yapmağa mükellef olduğu vazifenin ifasında bazı kusur ve noksanlar ortaya çıkar. Bu hal insanı masiyete sürükler ve çok defa ıztırab hâdd bir safhaya ulaşır ki insan bu safhada duyduğu teessürden dolayı intihara ramak kalır ve Allahın
= «Bunlar dünyayı da âhireti de kaybetmişlerdir. Bu, apaçık bir hüsrandır.» (Hacc, 11) âyetine masadak olurlar. Bazan da içine düştüğü ümitsizlikten dolayı, faydasız olduğu vehmine kapılarak ibâdet ve tâatı terkeder, tembelliğe verir kendini, işten güçten kalır. Bâzan şeyhine sûi zann besler ve kendisine maksûda giden yolu göstermediğine kail olur. Çök defa «Bu zamana kadar çalıştım, bu hadde kadar geldim. Hâlâ kurtuluşa eremedim, umduğumu bulamadım» şeklinde hatırına gelen ığvalarla kulluk ölçüsünü aşarak Allaha kafa tutar; neûzu billah,
( وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ) Ankebut 69 [Bizim uğrumuzda cihat edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz, iyi davrananlarla beraberdir.] Âyeti Celîlesinde ve (Bana karış yaklaşana ben birzira’ gelirim] Hadisi Kudsîsinde sâbit olan bütün vaadler nereye gitti ? diye ileri geri söylenmeğe başlar.
«Maksadımız bunu, küfür ve ma’siyet nevi’nden dinî, vicdânî veya bünyevî büyük bir zarar ihtiva eden mefsedetlere bir misâl olarak göstermek olduğundan her iki işin (insanın irade ve ihtiyarında olmayan şeyleri elde etme ve gayri ihtiyari olan şeylerin izâlesine çalışma) ortaya serilişinde, henüz ilk satırda seyr ü sülük için iki mani' iki engel var demiştim. Her asırda, cemiyetin kalb yaralarını sarmağa me’mur büyük insanlar, talihlerin isti’dat ve salâhiyetlerine göre bu mânialara çare aramışlar ve tedâvi etmişlerdir. Tarikat ehli kâmil insanların bulduğu bu ilâçların bazısı, zaman zaman içinde yaşanan asrın karakterine uygun olarak sâlikin terbiyesinde müessir olan esaslar meyanına girmiş ve onların bir cüz'ü sayılmıştır.»
Halk, tasavvufun engin ruh muhtevasına inemeyen satıhcı [yüzeysel]  şeyhlerin eline düşerse (müridlerden birinin mektubunda görüleceği gibi) kendilerini dinî ve dünyevi bir çok mefsedetlerin ve kargaşalığın içine atmış olurlar. Zira onlar iradelerinde olmayan işleri başarmağa özenir ve ihtiyarlarının dışında cereyan edecek hâdiseleri kendi arzularına râmetmek için iradelerini zorlarlar. Onların bu hareketlerinden yukarıda bahsi geçen türlü mefsedetler doğar. Hattâ irâde ve ihtiyarı, himmet ve azimeti kullanmadıkları için bu bid’atlardan, bu karışıklıklardan daha büyüğü de meydana gelebilir.
«Senelerden beri unutulmaz dertlere düştüm, türlü türlü hastalık ve illetlere giriftâr oldum. Bu hususta tavsiye edilen ilâçlar bana fayda vermiyor. Halbuki ma’siyet çokluğunun, bu derûni hastalığın sebeplerinden olduğunu yakînen biliyorum. İşlediğim günahlar ve yanlış tutumlar benim hâlimi yaşayışımı altüst ediyor. Ben şimdi Allah Teâlâ’dan hidâyet dileniyorum, fakat bir türlü bu hidâyet yolunu bulamıyorum. Altı sene kadar önce Kâdiriyye tarikatına intisab etmiştim. Sonra bu bey’atı, mürşidlik vazifesi gören şeyhte gördüğüm yüz kızartıcı haller sebebiyle bozdum. Çünkü bu rezâlet sahnelenin görünce bu tarikattan tiksindim. Fakat sonra bu rezâletlerin tâ ortasına kendim düştüm. O hâle geldim ki hiçbir ibâdete i’tina etmez, hattâ namaza, oruca bile değer vermez oldum. İnancım tam, îmânım sağlam, fakat amelden günden güne uzaklaşıyorum. Bütün bunlar sıhhatimin bozulması için yetti arttı. Şimdi, içine düştüğüm bu elem verici hallerden, belâlardan kurtulmam için Cenâbı Hakka hayır duâ etmenizi umar, emirlerinizi beklerim. Ben, günahı günah olarak görüyorum ve Allaha tevbe ü istiğfar ediyorum. Bu ma’siyetlerden yakayı kurtarmayı çok arzu ediyorum. Fakat ne hikmet bilmem, hiçbir çare ve tedbir bana kâr etmiyor.»
Bu mektuba üstâd Tehânevî şu cevabı verdi:
<İnsandan, irade ve ihtiyarını kullanmaksızm ihtiyarî amellerin sâdır olacağı yolları —yalnız ben— bilirim.;'
<Sana vesvese veren şeyler, şeyhin sûi tasarrufundan ileri gelmektedir. Tasarrufun bu şekilde kendini gösteren menfi te’sirinde ilk defa şübhepe düşmüş bulunuyorum. Ne olursa olsun benim kemâl sahibi olmak gibi bir iddiam yoktur. Ben bunlardan beriyim.»
«Şüphesiz ki halkın, dünya işlerinin tahakkuku için gayret sarfetmeleri, bu hususta hiçbir çalışmayı arkaya atmamaları ve bu çalışmalarda kusur etmemeleri onların mübtelâ olduğu bir beliyyedir. Yalnız Dünya işlerine bu kadar tehalükle sarılanlar, dinî ihtiyaçlarını yerine getirme hususunda, irade ve himmet derecesinde amel etmeden sadece düâ ile işi geçiştirmek isterler.»
«Şeyh Hacı İmdâdullah Hz. (Allah, yattığı yeri nur etsin) Bombay’a gittiği vakit zengin bir tâcir kendisine müracaat etmiş ve hazretinizden, Allah Teâlâ’nın beni, Beyti Şerifini haccetme mutluluğuna erdirmesi için bana duâ etmenizi rica ederim, demiş. O da senin için bir şartla duâ ederim, buyurmuş;
Vapur hareket edeceği gün işini bana bırakacaksın, ben elinden tutacağım ve seni vapura bindireceğim. Zîra bu olmadan benim duâmın sana faydası dokunmaz.
Sen, hacca azimli olduğunu ve bu azminde sâbit kadem olduğunu izhar etmeden asla işini gücünü terkedemezsin. Halbuki bu işler, bu meşguliyetler kendiliğinden azalmaz ki.
Vaziyet böyle olunca benim, senin haccetmen için yapacağım duâ neye yarar!..
Beyti Şerif kendiliğinden sana gelmez. Bugüne kadar Beyti Şerifi haccetme bahtiyarlığına eren kimseler, oraya kadar gitme zahmetine katlanmışlar ve Allah Teâlâ’nın eviyle öyle teşerrüf etmişlerdir. Zahmetler ihtiyar edilmeden nimetler elde edilemez.»
«Muhakkak ki insanın, irade ve ihtiyarında olmayan şeylere özenmemesi, bütün himmetini ihtiyari olan meselelere hasretmesi gerekir. Şayet bir şeyi eksik yapar, noksan bırakırsa, geçmişi istiğfar ile gözönüne getirir, telâfi etmeğe çalışır. Azm ü himmetini yenilemek suretiyle geleceğine öyle başlar Tazarru’ ve huşû’da bulunmak, azmU himmet göstermekle beraber duâ ve niyazı da dilden koymaz.»
Ustâd Eşref Ali ElTehânevî merhum, gerçeği, Tasavvufun rûhunu, bir bilgine verdiği cevapta iki cümlede hülâsa etmiş ve demiştir ki:
(Seyr ü siilûk ta nihâi gâye bir takım hissi infialler değil, ancak amel ve fiillerdir.)
Sübhanallah, ne güzel izahtır bu!.. Evet bu mücmel izah maksudun özcevherini maksu dolmayandan; insanın ihtiyarında olanı, irade ve ithiyarında olmayandan iki cümlede kısaca telhis ediyor.
İnsanın hilkat ve tabiatıyla ilgili hususlar da irade ve ihtiyarımız altında bulunan şeylerden değildir. Böyle olduğu halde halkın bunları izâle ve kökünden söküp atmak için gösterdikleri gayret, çektikleri zahmet boşa gitmekte; vakıtlarını ve kuvvetlerini heder etmektedirler. Bu uğraşmaların neticesinde de istenilen sonuç elde edilemediği için kendilerini hüsrana kaptırır, sükûtı hayâle uğrarlar. Meselâ onlar, riyâzât ve mücâhede ile, hayatın zevklerine karşı perhizkâr olmak suretiyle insanda kötülüğe ve şerre karşı cibilli olan meyilleri izâle ve imha etmek isterler. Ve mezmûm olan huylan tâ kökünden söküp atmak arzusuna düşerler. Halbuki:
«Riyâzât ve mücâhede, ahlâkı zemîmenin kökünü bertaraf edemez, belki onu tehzib eder, güzelleştirir ve ona .istikamet verir. Bu izahtan anlaşılan mânâ şudur ki: Bu kötü huyların aslı yok edilemez, fakat tahavvül eder. Yani bunların vazife sahalan ve yöneliş istikâmetleri değişir. Bir insan Gadab ve bahillikle mecbûl ise riyâzât ve perhizkârlık, sureti kat’iyyede bu iki mezmum huyu kökünden söküp atamaz, belki bu riyâzât ve perhizkârlık vasıtasıyla bu huylar temizlenir de dün hayır yapılacak yerlerde, cimrilik gösterip hayır işlerine koşmayan adam, bugün infak ve bezlin halâl olmadığı sahalarda ba hillik göstermeğe başlar. Dün iyi, sâlih kimselere karşı öfkeden içi yanarken bugün şirretlere müfsit lere, baş düşmanı nefsine kızmağa, Allah’a buğzedenlere karşı köpürmeğe, öfkelenmeğe başlar. Ve bu sebeple ahlâkı zemîme, bundan önce Allah’tan uzaklaşma vasıtasıyken, şimdi takarrube, yakınlığa bir vesiyle olmuş olur.» (Mürşidim Hacı İmdâdullah da böyle söylerdi.)
«Ahlâkın değişmesi mümkün mü, değil mi? şeklinde öteden beri devam edegelen meşhur ihtilâf da böylece halledilmiş olur. Zira biz biliyoruz ki cibilli olan herhangi bir huyun değişmesi bizim vüs’ümüzde değildir. Hadisi Şerifte
«Bir adamın huyundan vazgeçtiğini duyarsanız, ona inanmayınız» diye vârid olmuştur. Ancak, şu var ki bu huyların eserleri, vazife sahaları ve bu vazifelerin yollarının değişmesi o kimse için müm'kündür. İşte Tasavvufta riyâzât ve mücâhede ile, perhizkârlıkla emir bunun için gelmiştir.»
Esasen insanda şerre, m asiye te olan mücerred meyil ve bunları işleme arzusu, isyan ve günah sayılmaz. Unutmamak lâzım ki amel ve fiil bu taleb ve meyle refakat etmez, şer ve ma’siyyet kuvveden fiile çıkmazsa insan taşıdığı kötü niyetlerden sorumlu değildir. Ancak:
«İnsan, bayağı huyların isteklerini yerine getirmemeğe çalışmalıdır. Ama insan tabiatının icabı olan şeylere ve hayatın bizzat rağbet ettiği hususları yok etmeğe gelince, doğrusu insan bunlarla mükellef değildir. Esasen bunlara nâil olmak da kolay birşey değildir. Yalnız şurasını unutmamak lâzımdır ki, riyâzât ve mücâhede ile nefis, pisliklerden arınır ve temizlenir. Zira nefis riyâzât ve mücâhede sebebiyle kolaylıkla (iradeye) râm olur ve kuvvetle iti mad eder. Şeyh Tehânevî buna şu misâli getirmiştir.» Riyâzât ve mücâhede ile iradeye râm olan nefis ürküp şahlanan, ileri geri eşinen fakat kolaylıkla süvarisine teslim olan ve zabtı mümkün olan terbiye görmüş cins ata benzer. Bununla beraber halk, umumiyetle tabiî arzuların ve nefsâni meyillerin büsbütün yok olmasını istiyor. Nasıl ki bir tâlib Tehâne vîye şöyle yazıyor:
«Şübhelerin bir sur gibi etrafımı kuşatmamasını temenni ediyorum.»
Üstâd buna şu cevabı verdi:
«Bunun mânâsı, yarın üzerine çökecek olan ateşli sıtmanın gelmemesini temenni etmekten farksızdır.»
Halbuki Üstâd, bundan önce, nefsin ihtiyarı olmadan gelen şübhelerin Allah ve Resûlullahı tasdike münâfi olmadığını, îmân esaslarıyla muteârız bulunmadığını yazmıştı.»
Bir adam üstâd Tehânevîye sakalı bıyığı bitmemiş genç delikanlılara karşı nefsinin duyduğu meyilden şikâyette bulundu. Halbuki kendisi, himmeti bol, azmi sağlam bir adamdı. Ve bu meyline mukavemeti için gücünün yettiği çarelerde kusur etmiyordu. Bu hâlinden şikâyet mahiyetinde üstâda şöyle yazdı :
 «Ben, hiçbir ihtiyaç yok iken nefsimin onlara olan temayülünden bahsetmiyor ve irademle onlara atfı nazar etmiyorum. Icab ettikçe nefsimin bu temayülüne mukavemet etmek için gözlerimi yumuyorum. Böyle yapmakla nefsimin meyli gerçi zayıflıyor, hatta yok denecek hale geliyor, fakat asıl illet iyi olmuyor, bu meyelân başımdan def olup gitmiyor, diye külliyyen nefsani ve tabiî meyillerin yok olmamasından ve bu düşüncenin kökünden sökülüp atılmamasından şikâyet ediyordu.
Üstâd ona şu cevâbı verdi:
«Tabii ve nefsani meyillerin kökünden sökülüp atılması için bir çare yoktur. Gün aşın gelen bir sıtma nöbeti için devâ kullandığın zaman, gelecek senede de sen sıtmaya yakalanmayacaksın diye bir söz söylemek mümkün mü? Hangi çareyle öd kesesindeki kimyevî mâyinin meydana gelmesinden sakınacaksın? Bundan korunmuş olsak bile, bu kimyevî maddenin varlığıyla kaim olan pekçok menfaatler yok olur gider. Keza şehvânî hislerin bulunuşunda da birçok faydalar vardır.»
Bir tâlib de şehevâtı nefsâniyyeden kurtulmak için ondan bir ilâç istedi, ona da şu cevabı verdi: Yarın, haram yemeğe tevbe et, aynı şekilde açlıktan kurtulmak için de Allah’a düâ ve niyâzda bulun, ondan sonra gel, buyurdu.
Seyr ü sülûke giren kimse aklî olanla tabiî olan şeylerin arasını tefrîk edemezse ne kadar çok hataya düşer, kim bilir?
Bir sâlik yazıyor:
Ben, şu günlerde, Allah Resûlünün sevgisini o derece fazla hissediyorum ki şimdiye kadar hiç kimseye böyle bir sevgi beslemiş değilim. Hatta içimde Allah Teâlâ sevgisini bile o’nun sevgisinden fazla hissetmiyorum!.. Üstâd Tehânevî buna şu cevabı verdi:
«Bu söylediğin şey doğru değildir. Akla uygun olan ancak Allah sevgisinin galip gelmesidir. Ama aynı cinsten olanların birbirine karşı besledikleri tabiî mahabbete gelince elbette bu tabiî sevgi gâlip gelecektir. Gerçi ilk bakışta aklî sevgiyi, tabiî sevgiye nisbetle zayıf ve hakîr göreceksin, fakat gerçek, göründüğü gibi değil, zâhirin hilâfınadır. Zîra sen, bu mahbûbı tabiî (tabiî sevgili) den — Allah korusun Sübhân olan Allahın yüce zâtı hakkında çirkin bir söz veya kötü bir iş sâdır olduğunu görsen vicdanın bunu kabullenmez ve ona mutlaka buğz edersin. Bu hal de gösteriyor ki Allah sevgisi her sevgiden üstün, her mahabbete gâlibtir.»
Kur’ânı Kerîm’de ve Hadîsi Şerîf’te ağlamanın faziletine dair pekçok şeylerin vârid olduğunu biliyoruz. Lâkin hilkatları icabı bazı insanlar ince ruhlu, rakik kalblidirler. Yaradılışlarındaki bu hassasiyetten dolayı hemen herşeye ağlarlar. Ama diğer bazısı tabiî olarak rikkatı kalb sahibi değillerdir. Tabiatlarında ince ruhluluk ve hassasiyet yoktur. Bunun için de ağlayamaz, göz yaşı dkkemezler. Şeyh Tehânevî bunun için de çok acîb bir şey haber veriyor bize ve diyor ki: «Rikkati kalbe mâlik olamayan kimseler, eğer akli olarak hallerine teessüf etseler, onların bu teessüf ve gam yeyişleri de ağlamak demektir.»
Bir bilgin kişi, iradeyle ağlamağa «Onlar yüz üstü kapanarak ağlarlar. Bu da onların huşuunu artırır.» (îsra sûresi,: 109) âyeti celilesi işaret ediyor mu?
 diye sordu. O da şöyle esvap verdi: Bu âyeti kerime ağlamayı emretmiyor, ağlamanın faziletine delâlet ediyor. Bu sebeple âyeti celileden maksûd olan şey kasd ve irade ile ağlamak değildir. Bir adam dedi ki ya ağlayamıyan kimse ne olacak?
Dedi ki o da ağlayacak, ağlamağa muktedir olacak!..
Nasıl olur, nasıl ağlayabilir?
Dedi ki ağlamağa gücünün yetmediğine teessüf etmesi, daha doğrusu ağlayamadığına ağlaması da bir ağlayıştır.
Bazı büyüklerin, matlûb olan kemâli, bütün ahvalde zikrullahta mahv ü fenâ olmakta görmeleri doğrusu garibtir. Şöyle ki kendileri, zikrullahı unutmak ve gayyâyı nisyâna gömmek isteseler de onu unutamasınlar ve nefislerine asla Allahtan başka hiçbir hayâl gelmesin. Halbuki bu hâlin, fıtratı insaniyye ve tabiatı umûmiyye aykırı bulunduğu aşikârdır. Müceddit Tehânevînin bu hususta zikrettiği şeyler buna en güzel cevabı reddir: Hikmeti tekvîniyye (yoktan var etmenin sun) nin ve her türlü faziletin medârı ve asıl mebdei olan irade ve ihtiyarın yerine ıztırar ve mecburiyyeti temenni etmekten başka bir şey değildir, bu!..
«Bir zât o’na şöyle bir mektup yazdı: Çoktan beri zikrullah kalbime girsin, iyice nüfuz etsin, öyle ki o’nu unutmak istesem bile unutamayayım ve ruhumda ondan başka ne varsa hepsi kalbime sıkıntı versin diyorum ve bunu taleb ediyorum. Fakat olmuyor. Üstâd Eşref Alî cevap verdi ve dedi ki:
Ben de henüz bu, zikirde mahviyet haliyle merzuk olmadım ve merzuk olmağı da arzu etmiyorum. Zira o hâletle ben irade ve ihtiyar sahibi olarak kalamam, belki iradem elimden gider, mecbur ve muztarr kahrım.»
Daha sonra bu zât, şeyh Müceddid İmamı Rabbânî Ahmet Serhendî’nin mektuplarına dayanarak şunları yazıyor:
«Muhakkak ki bâtınî hastalıkların başı, kalbin Allahtan başkasına bağlanması, mâsi vallaha esir olmasıdır. Bu bağlardan kurtulmanın, bu zincirleri kırmanın alâmeti ise kalbde Allahtan gayri ne varsa hepsini külliyen unutmağa çalışmak ve mâsivâdan tamamen gaflet etmektir. O kadar ki bu eşyayı hatırlamak için insan kendisini zorlaşa da hafıza ve idrâki onları tanımamalı kalbe Allahtan başak şeylerin hutûru adeta muhal olmakdır. Ben, henüz bu sevıyyeden kendimi uzak buluyor ve mücerred hissediyorum. Şuna hamdederim ki Allahtan gayri olan şeyler kalbin derinliğine, mahrem kutuplarına hulûl edemez. Yalnız ne var ki kalbin bazı nahiyesi Allahın gayrisinden ve bunların doğuracağı tehlikelerden de hâli değildir.»
«Makam ehli olan zevâta bâzan içinde bulundukları hâl galebe eder. Bu takdirde onların meseleleri ifade edişlerinde, bulundukları makamın verdiği heyecanın te’sirini müşahede etmek mümkündür. Esasen benim ifade ediş tarzım ve ta’birim daha çetindir. Fakat bu mefhum, nasslardan istifade edilen şeylerin ta kendisidir. Yaklaşık olarak ben, Şeyh Ahmet Serhendi’nin sözlerini şerhedecek hâhiyette kolay bir ta’bir ve ifade tarzı ile ondan bahsedeceğim. Bu bilinen ta’bir ve ifade tarzlarının en açığıdır. O da kalbin bağlılığının ve esaretinin mutlak alâka mânâsını tazammun etmediği hususudur. Zira matlûb olan alâka mezmum değildir. Belki gerdekten maksûd olan alâka, kalbin ve kuvvei kalbiyyenin bağlanmış olduğu bu şeylerin uzaklığı sebebiyle kalbin teessür duymasıdır. O kadar ki kalb, o nesnenin tasavvuruyla ona karşı beslediği tahassürle o bile gelir ki bu meşgûliyyetten dolayı ibâdet ve tâata zaaf gelir. İsterse insan bu dereceye vâsıl olamamış olsun, öyleyse mücerred hüzün hiçbir şeye engel teşkil etmez. Ya’kub Peygamberin mübtelâ olduğu şiddetli hüznü, kimin inkâr etmeğe mecâli vardır? Ya’kûb Aleyhis selâmın içine düştüğü bu vaziyetin, hakka mani’ bir hal olduğunu söylemeğe kimin gücü yeter?
Zikre ve zikrullaha karşı sâlikin beslediği alâkanın veya bunlardan gaflet etmemesinin mânâsı, içinde Sübhân olan Allahın hoşnut ve râzı olduğu şeylere ittiba’ etme hususunda bir noksan ve za’fın meydana gelmemesi için Allahdan başkasını aklına getirmeyi tercih etmemesi ve Sübhân olan Allahtan gayrısına alâka duymaması gerektir. Bu ise, bizim iş ve faaliyet sahamızda Rızâyı Bâriye muhalif bir amel ve hareketin bizden sâdır olmaması mânâsına gelir.
Sh:285-302
Kaynak: ABDU’LBÂRİ ENNEDVÎ, Kur’ân Ve Sünnet Işığında Tasavvuf Ve Hayat, Haydarabad Osmaniye Üniversitesi, Yeni Felsefe Kürsüsü Sâbık Profesörü, Tercüme Eden: MUSTAFA ATEŞ, irfan Yayımcılık, 1996, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar