KUTSAL DUMANDAN, SİHİRLİ DAMLAYA PARFÜM- ‘SACRED İNCENSE TO FRAGRANT ELİXİR’ PERFUME
Hz. Ömer radiyallâhü anhın: “şayet tüccar olsaydım, kokudan
başka bir şey satmazdım, ondan kâr elde etmeseydim, kokusundan yararlanırdım”,
Hz. Ali kerremallâhü vechenin: “Yılda bir defada olsa, nergis kokusunu koklayın,
zira insanın kalbinde öyle bir hal vardır ki, onu ancak nergis kokusu giderir”,
UYGARLIK VE
PARFÜM: BİR YOLCULUĞUN TARİHÇESİ
Hzl.
Aybala Yentürk
Evrim açısından
insanoğlunun en eski ve en gelişmiş duyuları koku ve tat alma duyularıdır. İlk
insanlar, çevresini ve diğer varlıkları tanıyabilmek ve her şeyden önemlisi
hayatta kalabilmek için koku alma duyularını bugünün insanına göre daha fazla
kullanmak zorundaydılar.
Parfümün tarihi,
insanoğlunun ateşi keşfettiği ve bazı ağaçlar ile reçinelerin yanınca
diğerlerine göre daha güzel kokular yaydıklarını ayırt edebildiği ilk günden
itibaren başlamıştır. İlk kokulu merhemlerin Neolitik Çağ’da, MÖ 7000 — 4000
yılları arasında, zeytin ve susam yağı ile kokulu bitkilerin karıştırılmasından
elde edildiği düşünülmektedir.
İlerleyen çağlar ve değişik
uygarlıklar boyunca insanın güzel kokular ile beraberliği, kendi varlığını ve
gücünü yüceltmek ve göklerdeki tanrılara ulaşabilmek ihtiyacı ile güzel kokulu
maddeleri yakarak onlara armağan etmesi ile devam etti. Dini törenlerde göğe
yükselen güzel kokular ile tanrılarına yakınlaşmaya, zaman zaman da tanrıların
kızgınlığını yatıştırmaya çalıştılar.
Doğa, binlerce yıl boyunca
baharat, çiçekler, ağaçlar ya da hayvansal maddeler yoluyla insanoğluna zengin
ve geniş bir koku yelpazesi sunarken, bu güzel kokular çağlar boyunca
insanoğlunun dinden tıbba, hijyenden güzelliğe uzanan yaşamının ayrılmaz bir
parçası, hatta arzularının, rüyalarının ve anılarının en önemli tanıkları oldu.
Kokulu hammaddeler,
uygarlıklar, devletler için bir güç ve zenginlik vesilesiydi. Kokulu hammaddelerin
kaynakları, elde ediliş ve ticaret yolları ile üretim teknikleri sır gibi
saklanıyordu. Güzel kokulara ulaşabilme ve ticaretinde tekel olabilme çabası
insanoğlunu uzun yolculuklara, keşiflere, sonu belirsiz maceralara kadar
sürükledi. Hatta zaman zaman daha ileri giderek, ticaretini yaptıkları değerli
kokuların istilacıların eline geçmesini önlemek amacıyla, dünya üzerinden
tamamen silmek pahasına bazı bitki türlerini yok ettiler. Fakat her şeye
rağmen, çağlar boyunca uygarlıklar arasındaki kültürel ve ticari ilişkiler,
kokulu maddelerin, kullanım âdetlerinin ve üretim tekniklerinin yayılmasına
aracılık etti.
Beden temizliği
alışkanlıklarının yaygınlaşmasından, şehirlerde kanalizasyon sistemlerinin
kurulmasına dek uzanan bir dizi gelişme sonucunda, mesleklere ve kentlere ait
rahatsız edici kokuların neredeyse ortadan kaybolduğu görülür. Yiyeceklerin
bile kokularının algılanmasını engelleyecek şekilde ambalajlandığı günümüzün
koku algısı yoksullaşmış modern insanına kıyasla insanların mesleklerinin ve
toplumsal konumlarının beden kokularından anlaşılabildiği, her türlü kötü
kokunun yoğun ve dolu dolu hissedildiği antik çağlarda, elbette güzel kokular
da bu kötü kokuları bastıracak derecede yoğun ve güçlü olmalıydı.
Antikçağ insanı için güzel
kokular öncelikle tanrısallığın imgesi idi. Sümer, Mısır, Yunan, Arap ve Roma
gibi önemli uygarlıklarda parfümlerin birincil kullanım alanını dini törenler
ve çeşitli tıbbi tedaviler oluşturuyordu. Kokuların zevk için bedende,
yemeklerde ve mekânlarda kullanımı ise ikincil alanlardı. En önemlisi Antikçağ
toplumlarında bugün bildiğimiz anlamda parfüm —yani uçucu yağ içeren alkollü
çözelti- bilinmiyordu.
ESKİ MISIR
Eski ya da yeni birçok
kaynakta güzel koku kullanımının ve üretiminin Eski Mısır’da başladığı kabul
edilir. Mısır kral mezarlarında MÖ 5000 yıllarından daha gerilere
tarihlendirilen kokulu yağ izleri, Tutankamon’un mezarında ise MÖ 14. yüzyıla
ait lavanta ve akgünlük içeren kaplar bulunmuştur.
Eski Mısır’da parfüm
üretimi öncelikle din ile ilintili idi. Mısır uygarlığında güzel koku tanrılara
sunulan değerli bir hediye, bir yakarış idi. Rahipler
her gün tanrıların heykellerini kokulu merhemlerle, tütsülerle kokulandırırlar;
tanrılara sabah reçine, öğlen mür, akşam ise Kyphi sunarlardı. Binlerce
yıllık uygarlıkları boyunca Mısırlılar hiçbir zaman parfümü tanrısallıktan ayrı
düşünmediler. Eski Mısır’da rahipler tarafından vücudu kokulu yağlarla
ovulmadan taç giyen firavun olmamıştır.
Mısır’da her türlü parfüm
ve yağlar, rahipler tarafından büyük bir gizlilik içerisinde tapınaklarda
üretiliyordu. Edfu Tapınağı’nda bulunan laboratuvarın duvarları sayısız parfüm
reçeteleri ile doludur. Bu parfümlerden Kyphi, bilinen en eski parfüm
terkiplerinden biridir. Çiçeksi ve şekerli bir koku olan Kyphi hem tütsü olarak
yakılıyor, hem de ilaç olarak şaraba katılarak kullanılıyordu. Mısır’da
arındırıcı ve saflaştırıcı etkisi olduğu kabul edilen tütsülerin, hastalık
taşıyan kötü ruhları uzaklaştıracağına da inanılıyordu.
Kuru ve sıcak bir iklime
sahip olan Mısır’da, MÖ 3000’lerden başlayarak insanların saçlarını ve
tenlerini yağlar, merhemler ve parfümler ile yumuşattıkları bilinmektedir. Eski
Mısır’da sabun bilinmediği için kokulu yağlar ve merhemler aynı zamanda bir
temizlenme gereci olarak kullanılıyordu. Ter kokmamak ve parazitleri uzak
tutmak için saçlar da dahil olmak üzere tüm vücutlarını tıraş eden Mısırlılar,
akgünlük bazlı merhemlerle vücutlarım ovuyorlardı. Nefertiti, yasemin suyunda
banyo yaptıktan sonra vücudu sandal, amber ve nadir çiçek ekstrelerinden oluşan
yağlar ile ovulurdu. Kleopatra’nın ise kullandığı Metapion parfümü ile Jules
Sezar ve Marcus Antonius’u baştan çıkardığı söylenir.
İlk
zamanlarda kullanılan merhemler aşırı sıcakta, oksidasyonun da etkisi ile kısa
sürede bozulmaya başlıyordu. Mısırlıların, bazı maddeler eklendiğinde
merhemlerin daha uzun süre korunabildiğini ve güzel koktuğunu rastlantısal
olarak keşfetmiş olabilecekleri düşünülmektedir.
Eski Mısır’da alkol ve
damıtma bilinmediği için, çiçek ya da kokulu reçineler bir katı ya da sıvı yağ
içerisinde uzun süre bekletilerek (maserasyon yöntemi) yağ kokulandırılıyor ve
bu kokulu yağ kullanılıyordu. Parfümlerin bileşimine süsen, lotüs, zambak,
portakal çiçeği, Çin sümbülü gibi sayısız çiçeğin yanı sıra mür (mürrüsafi),
amber, misk, akgünlük, sedir ağacı, kakule, asilbent, kasnı otu, Çin tarçını,
sedir ağacı, gibi maddeler de giriyordu.
Eski Mısır parfümcülüğünde
kullanılan hammaddeleri birkaç grupta özetlemek mümkündür: Birinci grupta, hint
yağı, keten yağı, marul yağı, meşe yağı, susam yağı, zeytin yağı gibi uçucu
yağları absorbe etmekte kullanılan bitkisel sıvı yağlar yer alıyordu. Yağlı
taneler önce kavruluyor daha sonra öğütülüyordu. Bu işlem sırasında açığa çıkan
yağlar birinci kalite olarak kabul ediliyordu.
İkinci grupta hayvansal
yağlar yer almaktaydı ve sığır iç yağı, güvercin de dahil olmak üzere kümes
hayvanlarının yağları ve bazı balıkların yağları kullanılıyordu. Hayvansal
yağlar hayvanların kesilmesinden hemen sonra yıkanarak, küçük parçalara
ayrılıyor ve arka arkaya birçok kez suda ve şarapta pişiriliyordu.
Üçüncü grupta reçine ve
balsamlar; dördüncü grupta gül, zambak gibi çiçekler ile tohumlar, kökler ve
yapraklar yer alırken, beşinci grubu şarap, altıncı grubu renklendirici olarak
kullanılan bitkisel maddeler oluşturuyordu. Eski
Mısır parfümlerinin üretiminde limon, tuz ya da karbonat da kullanılan maddeler
arasındaydı.
Güzel kokular ve tütsüler,
Mısır’da mumyalama işlerinde de çok miktarda kullanılmaktaydı. Hatta bu amaçla
kullanılacak maddeleri elde etmek için güneye, Afrika’nın içlerine askeri
seferler düzenliyorlardı. Mısırlılara göre nadir aromatik maddeler tanrıların
ülkesinden ya da efsanevi Pount ülkesinden ( Kızıldeniz’e kıyısı olan topraklar
) geliyordu. Koku çeşitlerinin üretiminde yerli hammaddelerin yanı sıra
Arabistan, Hindistan ve Çin’den ithal edilen kokulu maddeler de kullanılıyor,
Asurlular, Babilliler, Giritliler ve Perslerle ticaret yapıyorlardı. Bu
ilişkiler sadece ticaretle sınırlı kalmıyor, yeni alışkanlık ve geleneklerin
paylaşımına da ortam sağlıyordu.
Ruhların ölümsüzlüğüne,
bedenin bir gün yeniden hayat bulacağına inanan eski Mısırlılar için mumyalama
işlemi büyük önem taşıyordu. Mumyalanacak ölünün kafatası, göğüs ve karın
boşlukları tamamen boşaltıldıktan sonra, ceset 70 gün boyunca ilaçlı sularda
bekletilir, sonra hurma şarabından geçirilip kokular püskürtülür; karnına saf
mür ve çeşitli kokular doldurulur ve sonra dikilip zamklı sargılarla sarılırdı.
Yeni imparatorluk
döneminden itibaren ziyafetlerde konukların başına konmak üzere hint- sümbülü
esaslı bir çeşit katı parfüm olan merhem konilerim ikram etmek âdet haline
gelmişti. Ziyafet boyunca vücut sıcaklığıyla yavaş yavaş eriyen bu merhemler
peruktan ve giysilerden aşağıya güzel kokular yayarak inerdi.
MÖ I. yüzyıla gelindiğinde
Mısır, parfümeri alanında hâlâ önemli bir merkezdir ve Metapion gibi meşhur parfümlerini diğer
ülkelere ihraç etmektedir. Binlerce yıllık geleneğe dayanan Mısır parfüm
sanatı, İbranilere, Asurlulara, Babillilere, Perslere ve ardından Yunanlara
geçmiştir.
ORTADOĞU
Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki
bölge olan Mezopotamya’da üç değişik toplumun (Sümerler, Babilliler ve
Asurlular) oluşturduğu uygarlık, MÖ 3000 yıllarında başlar ve İsa'nın doğumuna
kadar sürer. Ninova’da MÖ 7. yüzyılda kurulan ve geçmişleri MÖ 21. yüzyıla
kadar uzanan kil tabletleri barındıran kütüphaneden günümüze ulaşanlarından,
Sümerlerin rezene, mür, sığla yağı, styrax, gül, nane, defne gibi bitkisel ve
castoreum gibi hayvansal aromatik maddeleri bildikleri ve kullandıkları
anlaşılıyor. Sümerlerin gül suyu ve başka çiçek suları elde etmeyi bildiğini de
aynı tabletlerden öğreniyoruz.
MÖ 7. yüzyılda Ninova ve
Babil, Doğu kokularının ticaretinin ve parfüm üretiminin merkezidir.
Arabistan’ın kokulu reçineleri, Çin’in kâfuru, Hindistan’ın tarçını bu bölgede
kazançlı bir ticari hareketlilik yaratıyor; Baat ve Astarte, en nadir
kokuların, kurban kanı kokularına karıştığı törenlerle kutsanıyordu. Bu
kokulara Persepolis, Palmira ve Anadolu’nun sedir, mimoza, zambak, yasemin, gül
ve safran kokulan eşlik ediyordu.
Asurlular güzel kokuları
büyük miktarlarda tüketirlerdi. Nabukadnezzar’ın, karısı Amytes için yaptırdığı
Babil’in asma bahçelerinde Amytes’in kokusunu çok sevdiği gül ve zambağın yanı
sıra daha birçok güzel kokulu çiçek ve bitkilerin yetiştirildiği bilinmektedir
ve Gılgameş, tanrıları memnun etmek için mür gibi güzel kokular yakar. Mür,
özellikle Asur ve Babil tabletlerinde adı sık geçen ve diğer aromalarla
birlikte hasta insanların vücudundan kötü ruhları kovmak için yaygın olarak
kullanılan bir reçinedir. Asurlular kendileri çok miktarda parfüm üretmekle
birlikte Arabistan’dan da azımsanmayacak miktarlarda tütsü için akgünlük ithal
ediyorlardı. Safran ve tarçın ise Asurluların şölenlerinde müsrifçe
kullandıkları diğer kokular arasındaydı. Herodotos, Asurluların selvi, sedir, alyasemin
gibi ağaçların parçalarını belli bir kıvama gelinceye kadar suda ezerek
hazırladıkları karışımı bedenlerine ve vücutlarına sürdüklerini yazmıştır.
Ortadoğu’ya MÖ 600 lerden
400’lere kadar hâkim olmuş olan antik Perslerde ise kokulu maddelerin kullanımı
öncelikli olarak dinsel inançlarla ilgiliydi. Ancak Persler de Asurlular gibi
zevklerine düşkündüler ve kokulu maddeleri bolca tüketiyorlardı.
Antikçağda, kokulu
maddelerin anavatanı olarak bilinen Güney Arabistan, bütün ülkelerin en
şanslısı kabul edilirdi. Özellikle Yunanlılar ve Romalılar bu topraklarda
yetişen ürünlerle ilgili sayısız öykü ve masallar anlattılar... Öyle ki, bir
yerden sonra tarih ve efsaneler iç içe geçmiştir. Herodot, Arabistan’dan söz
ederken, “tütsü, mür, cassia, tarçın ve laden çıkaran tek ülke burasıdır. Mür
dışında bütün bu ürünleri devşirmek için Arapiar oldukça eziyet çekerler” der.1
Strabon ise Güney Arabistan’ı güzel kokular ve ıtriyat ülkesi olarak tanıtır.
Gerçekten de bu topraklar o günlerin en önemli baharat ve kokulu maddeler
ülkesiydi. Ancak Eski Yunanlılar ve Romalılar, Arapların ticaretiyle
uğraştıkları bütün kokulu maddelerin bizzat onların ülkelerinde üretildiğini
sanıyorlardı. Bu da Arap tüccarların ticarette tekeli ellerinde bulundurmak
amacıyla Hindistan ve Habeşistan gibi diğer kaynaklarını gizli tutmalarından
kaynaklanmaktaydı.
Bugünkü Yemen olarak
bilinen topraklarda Saba diyarının sakinleri, Ortadoğu’nun mür ve ak-günlüğünün
önemli kısmını üretiyorlardı; ancak aynı zamanda, Hindistan ve Uzakdoğu’dan
gelen baharat ve kokulu maddelerin ticaret yolunun da üzerindeydiler. Sandal,
akgünlük, misk, reçine, kına çiçeği, yasemin, lotüs ve gül, bu diyarın
insanları için öncelikle ticari ürünlerdi; geçim kaynağı ve zenginlik
vesilesiydiler. Saba melikesi Belkıs’ın Hz. Süleyman’a götürdüğü hediyelerin
büyük bir kısmını kokulu maddelerin oluşturmasından da anlaşılacağı gibi bu
maddeler kıymetliydi. Bu ülkede kokulu maddelerin dinsel kullanımlarının yanı
sıra başka alanlarda da kullanımları söz konusuydu. Hatta kokulu maddeler
neredeyse antikçağ toplumlarında en fazla bu coğrafyada kullanılıyorlardı.
Şüphesiz bunda en büyük etken bolluktu. Banyodan sonra vücuda kokulu merhemler
sürmek, konuklar ve aile büyükleri karşılandığında başlarına veya ayaklarına
kokulu sular ve yağlar dökmek âdetler arasındaydı. Kokulu maddeler aynı zamanda
kadınlar tarafından güzelleşmek ve çekici olmak amacı ile kullanılıyordu.
Ester, Asurlu kral Ahasureus’a sunulmadan önce on iki ay boyunca vücuduna ilk
altı ay mür, ikinci altı diğer kokulu merhemler sürülmüştü. MÖ 6. yüzyılda
Kudüs’te parfümcülük, daha çok kadınların icra ettiği ayrı bir meslek grubuydu.
Aynı coğrafyada yeşeren
tektanrılı dinlerde de parfümün koruyucu ve günahlardan arındırıcı etkisi devam
etti. Mısır’dan ayrılırken sanatını öğrendikleri aromatik bileşiklerin
formüllerini de yanlarında taşıyan İsrailoğulları’nda da kokuların öncelikle
dinsel amaçlı kullanımları söz konusuydu.
Tevrat’ın
Çıkış bölümünde Tanrı, Hz. Musa’ya üzerinde her sabah ve akşam tütsü yakacağı
akasya ağacından bir sunak yapmasını emreder.
Daha
sonra zeytin yağında mür, tarçın, kokulu kamış gibi maddeler ile yapılacak olan
kutsal yağın ve tütsünün ayrıntılı tarifi verilmiştir. Bu yağın ve tütsünün
kutsal amaçların dışında başka bir amaç için kullanılması ise kesinlikle
yasaktır. Dinsel ve resmi törenlerde tütsüler kullanan İbraniler, vücutlarına
kokulu merhemler de sürüyorlardı.
Kokulu maddelerin
kullanımına İncil’de de rastlanır. Hz. İsa dünyaya geldiğinde, Doğunun Uç Bilge
Kralı, Gaspar, Baltazar ve Melkior hediye olarak altının yanı sıra ona mür ve
akgünlük sunmuşlardı. Hıristiyanlar da, tıpkı Musevilikte ya da çoktanrılı
dinlerde olduğu gibi, kokulu yağları ve tütsüleri dini törenlerde, kutsal
emanetlerin yağlanmasında ve mekânların kokulandırılmasında kullanıyorlardı.
ESKİ YUNAN
Yunanlılar parfümlerin
tanrıların armağanı olduğuna inanırlardı. Eski Yunan parfümcülüğünde Doğu
etkisi çok belirgindir. Anadolu’nun Persler tarafından istilası ve İskender’in
Libya çölünden Hazar Denizi’ne dek uzanan fetihlerinin sonucunda Hindistan,
Babil ve Mısır parfümcülüğü daha sonra Yunan parfümcülüğünü etkileyecek ve
zenginleştirecektir. Bu dönemlerde koku tüketimi artmış, zaman içerisinde
Atina’da koku satan dükkânlar çoğalmıştır. Parfümleri hem dini törenlerde, hem
de gündelik yaşamın diğer alanlarında kullanan Yunanlılar, geniş bir kokulu
madde çeşitliliği oluşturmuşlardır. Parfümcülük bu dönemde daha çok kadınlar
tarafından icra edilen bir sanattı.
Varlıklı Atinalılar,
aromatik maddeleri şölenlerde aşırı miktarlarda kullanıyorlardı. Öncelikle
köleler tarafından konuklara ellerini temizlemeleri için kokulu yağlarla iyice
karıştırılmış kil ikram ediliyordu. Daha sonra eller kurulanıyor ve kokulu
merhemlerle ovuluyordu. Şölenlerde odalara kokulu zamklar yerleştiriliyordu.
Yunanlılarda, hem erkekler
hem de kadınlar arasında, vücudun farklı yerlerine farklı kokular sürmek gibi
yaygın ve ilginç bir parfüm kullanma alışkanlığı vardı. Antiphanes’in bir
şiirinden, bir erkeğin ayaklarına ve bacaklarına Mısır merhemleri, boğazına ve
bacaklarına hurma yağı, kollarına nane yağı, kaşlarına ve saçlarına mercanköşk,
dizlerine ve boynuna ise kekik yağı sürdüğünü öğreniyoruz. Aynı biçimde kadın
ve erkekler saçlarına da kokulu yağlar sürüyorlardı; yatmadan önce yataklara da
güzel kokular serpilirdi.
İlk botanikçilerden olan
Theophrastus’un (doğumu MÖ 370) çalışmalarından Yunan parfümleri ve üretim
teknikleri konusunda önemli ve ayrıntılı bilgiler elde etmek mümkün olmaktadır.
Theophrastus’un verdiği
bilgilere göre, Yunan parfümleri arasında, tıpkı Mısır parfümleri gibi değişik
bileşenler kullanılarak özel olarak tasarlanan parfümler de yer almaktaydı.
Üreticiler, parfümlerini katiyı katı, sıvıyı sıvı ya da en yaygın olarak katıyı
sıvı ile karıştırarak üretiyor, kokunun taşınabilmesi ve uzun süre korunabilmesi
için yağlar kullanıyorlardı.
Theophrastus bütün
parfümlerin üretiminde baharatların kullanıldığını ve bunlardan bazılarının
yağın kıvamını artırmak, bazılarının ise koku vermek amacıyla kullanıldığını
anlatır. Parfüme sahip olması arzu edilen kokuyu verecek olan baharat, karışıma
en son katılmalıdır. Bu nedenle miktarı az bile olsa son katılan baharat
parfümün dominant kokusu olacaktır. Theophrastus ayrıca parfümlerin
hazırlandığı hammaddeleri de tanımlamıştır. Parfümler çiçekler, yapraklar,
sürgünler, kökler, ağaç kabukları, meyve ve zamklar gibi bitkilerin farklı
bölümlerinden, hatta çoğunlukla değişik bitkilerin farklı bölümlerinin
karıştırılması ile elde edilmektedir.
Yunan parfümlerinden
Kypros, bergamot, nane ve kekik; Egyptian, birçok bileşenin yanı sıra tarçın ve
mür; yapımı oldukça zor olan TAegaleion ise reçine, balanos yağı, Çin tarçını,
tarçın ve mür içeriyordu.
Antik Yunan’da kokuların
bir diğer önemli kullanım alanı dinsel törenlerdi. Bütün dini törenlerde aşırı
miktarlarda kokulu madde tüketiliyor, kurbanlar akgünlük ve şarap ile birlikte
yakılıyordu. Yunanlılarda ölülerin yakılması bir gelenekti. Cenazelerde ölünün
akraba ve arkadaşları ölünün yakıldığı odun yığını üzerine akgünlük serper,
şarap dökerlerdi. Daha sonra kemikler ve küller şarap ile yıkanır, parfümlü
merhemlerle karıştırılarak dekoratif kavanozlarda saklanırdı. Bu kavanozların
konduğu mezarlara ölüye saygının bir ifadesi olarak kokulu çiçek ve parfümler
yerleştirilirdi.
ROMA ve BİZANS
Roma parfümcülüğü üzerinde
üç unsurun etkisi olduğunu söylemek mümkündür. Bunlardan ilki Etrüsk-Latin
döneminin etkileri, İkincisi ele geçirdikleri topraklardaki Yunan kültürü ve
son olarak da Yakındoğu ile ilişkilerdir.
Roma İmparatorluğu nun
öncesinde de Roma’ya MÖ 675-475 yılları arasında hâkim olan Etrüskler’de
parfümlerin ve kokulu maddelerin yoğun olarak kullanıldığına dair veriler
bulunmaktadır.
Doğu bilgisi ile
şekillenmiş Yunan parfümcülük sanatının Romalılara geçmesi, Yunan topraklarının
Roma İmparatorluğu’na katılması ile gerçekleşmiştir. Kokulu maddeler,
Yunanlılarda olduğu gibi dinsel gerekçelerle, soyluların ölü yakma ve cenaze
törenlerinde kullanılmaya başlamış, kokulu maddelerin parfüm olarak gündelik
yaşamda kullanımı daha sonra gelişmiştir. Neron’un karısı Poppea’nın cenaze
töreninde Arabistan’ın on yılda üreteceği miktardan fazla akgünlük kullandığı
ve cenazede yakılan tütsülerin buharının haftalarca Roma semalarını ağır bir
bulut gibi kapladığı söylenir.
Roma İmparatorluğu’nda
parfümler ve aromatik maddeler, uzunca bir süre, lüks ve pahalı ürünler olarak
sadece mutlu azınlıklara hitap etmiştir. Plinius’un verdiği bir örneğe göre 32
cl kokulu yağın fiyatı, bir tarım işçisinin 40 günlük ücretine eşittir. Söz
konusu dönemde Roma, kokulu madde ve baharatların ithalatı için inanılmaz ölçüde
paralar sarf etmiştir, ta ki Anadolu, Suriye, Mısır ve Arabistan’daki
kaynakların kontrolü kendi eline geçene kadar.
Roma uygarlığında parfüm
düşkünlüğü inanılmaz boyutlardaydı ve neredeyse tepeden tırnağa her şey
parfümlüydü. Banyolar, kıyafetler, ayakkabılar, şaraplar, hatta köpekler ve
atlar bile... Romalı askerler kasklarının altına parfüm koyarak savaşa gidiyor
ve Romalı ahlakçıların, imparatorluğun gücünü kaybedeceği konusunda endişe
duymalarına neden oluyorlardı.
Roma’da koku
kullanımını ifrat boyutuna vardıran iki imparator, kuşkusuz Caligula ve
Neron’du. Caligula cinsel gücünü artırmak için kokulu sularla banyo yapıyor;
bir parfüm çılgını olan Neron’un “Altın Ev” olarak bilinen sarayının tavanında,
düzenlenen şölenlerde konukların başlarına çiçeklerin yağdırıldığı fildişi
paneller bulunuyordu. Neron’un
çevresindeki her şey parfümlü olmalıydı. Köleler hiç durmadan onu, konuklarını
ve hayvanlarını kokulandırmakla görevliydiler. Sarayın her odasına, parfüm
püskürtecek şekilde karmaşık gümüş borucuklar yerleştirilmişti. Şölen boyunca
bu borulardan etrafa güzel kokular püskürtülüyor ve yerlere gül yaprakları
döşeniyordu. Güller, zambaklar, menekşeler, nergisler, pahalı reçineler, nadir
baharatlar ve amber, Neron’un imparatorluğu boyunca her gün kullanılan
kokulardı.
MS 1. yüzyılda Roma’da
imparatorluğun değişik bölgelerinden gelen çok sayıda ve zenginlikte parfüm
çeşitleri bulunmaktaydı. Süsenli, safranlı, mercanköşklü, kınalı ve zambaklı
parfümlerin yanı sıra gül parfümü en çok tercih edilendi. Gül parfümü, gülün
yanı sıra safran çiçeği, kokulu kamış, tuz, şarap ve baldan üretiliyordu ve
cıva sülfür nedeniyle kırmızı bir renge sahipti. Zengin
kadınların kullandığı Foliatum ise ferahlatıcı ve gül kokulu bir parfümdü.
Roma’da mür, reçine, bal,
sedir yağı, akgünlük ve tarçın gibi kokulu maddeler de parfüm yapımında
kullanılıyordu. Üretilen parfümler alkolsüzdüler, damıtma olmadan elde
ediliyorlardı ve yağ bazlıydılar. Koyu kıvamlı, keskin, bol baharatlıydılar ve
bugün kullanılan kokulu maddelerden çok farklı karakterde idiler.
Roma banyolarında
temizlenmek için de kokulu yağlar kullanılırdı. Banyonun sonunda masörler
tarafından müşterilerin bedenleri kokulu yağlarla ovulduğu için banyoların
yakınlarında kokulu yağlar satan dükkânlar açılmıştı. Romalıların en çok
kullandıkları kokulu yağlar gül, biberiye, portakal çiçeği, nane, adaçayı,
zambak, mür, bal, hint sümbülü, anason ve lavantadan üretiliyordu.
Roma’daki
parfümler üç gruba ayrılıyordu: Katı
merhemler: Hedysmata. Sıvı merhemler: Stymmata ve Toz parfümler: Diapasmata.
Katı parfümler ya da
merhemler badem, gül veya ayva gibi tek bir parfümden oluşurdu. Sıvı olanlar
daha çok çiçekler, baharatlar ve zamklardan üretilirdi. Sıvı parfümlerin
üretiminde susam, zeytin ya da ben yağı kullanılırdı. Plinius, katı parfümlere
kokuları sabitlemek için reçine ya da zamklar eklendiğini söyler. Merhemlerin
kurşun kaplarda saklandığı ve eskidikçe daha güzel koktuğunu belirten Plinius,
sıcağın merhemler üzerinde kötü etkisi olduğunu ve bu yüzden kokuların avuç içi
yerine elin tersi üzerinde denenmesi gerektiğini belirtir.
Roma gerilerken Doğu
Akdeniz, Bizans İmparatorluğu’na miras kalmıştı. Bizans İmparatorluğu kokulu
maddeler bakımından Roma kadar zengin ve cömertti. Gözlemciler, Mısır’dan
İstanbul’a düzenli olarak “misk, baharat ve şeker” gönderildiğini belirtirler.
Bizans döneminde
İstanbul’da eczacılar, ilaç satıcıları, kökçüler ve merhemcilerin dışında,
kozmetik preparatları hazırlayıp satan meslek grupları da vardı: Kokulu
maddeler satanlara, Aromatarius, renkli kozmetik preparatlar, bitki usareleri
ve merhemler hazırlayan ve satanlara Pigmentarius: merhemler yapıp satanlara
ise Unguentarius adı verilmekteydi.
Kokulu ve boyar maddeleri
satan esnaf, bugünkü Sultanahmet meydanı çevresinde bulunuyordu. Bizans
döneminde, bugünkü Mısır Çarşısı’nın yerinde bulunan Makron Envalos adı verilen
bir kapalıçarşı, uzak yerlere yapılan ticaretin merkeziydi; o günlerde baharat
ve kokulu maddeler, en önemli ve en pahalı ticari mallar arasındaydı. 900’den
hemen önce imparator 6. Leon, Konstantinapolis’in perakendeci loncaları için
bir yönetmelik çıkardı; kokulu madde ticareti, yönetmelik kitabında aktarlarla
ilgili bölümde yer alıyordu. Bu tüccarlar koku ve boyanın yanı sıra yiyecek,
içecek, ilaç ve tütsülerde kullanılan baharatın da ticaretini yapıyorlardı.2
Özellikle Bizans
İmparatoriçesi Zoe güzel kokular ile yakından ilgiliydi ve imparatoriçe (MS
1042-55) olduktan sonra bile günlerinin büyük bölümünü parfüm yapmakla
geçiriyordu. Psellus’a göre yatak odasına mangallar koyarak orayı bir imalathaneye
çevirmişti. Her hizmetkâra belli bir iş verilmişti. Bazıları kokuları
şişeliyor, bazıları karıştırıyor ve diğerleri de damıtıyordu.^ İmparatoriçe Zoe
ve kardeşi Theodora’nın döneminde kadınlar vücutlarını amber ve misk bazlı
kokular ile ovuyorlardı. Soylu hanımlar sandastrum doldurulmuş küçük altın
çıngıraklar taşıyorlardı. Bizans’ta aromatik pastiller ve kokulu şekerler bolca
tüketilmekteydi.
ORTAÇAĞ İSLAM DÜNYASI
Araplar, İslamiyet öncesi
dönemlerde de kokulu yağları, baharatı, reçineleri biliyor ve kullanıyorlardı.
En önemlisi, bu alandaki ticari tekeli, yüzyıllar boyunca ellerinde tutmayı
başarmışlardı. Arap tüccarlar, Güney Çin’e kadar uzanan bir coğrafya ile ticari
ilişki içerisindeydiler; bu, birçok deneyimin ve alışkanlığın aktarılması için
iyi bir olanaktı.
Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin güzel kokulara ve özellikle miske çok
düşkün olması nedeniyle, İslam dini güzel kokuların kullanımını sünnet olarak
kabul eder: Arap kadınları ve erkekleri özellikle misk, amber, kâfur gibi kokulara
çok düşkündüler.
Ortaçağ İslam dünyası parfümcülüğünde kadın ve erkekler için ayrı ayrı kokular
üretmek gibi çok öncü bir tutumu izlemek oldukça şaşırtıcıdır. Bu dönemde en
çok rağbet gören kokuların başında, bileşimine birçok kokulu madde giren ve her
biri başlı başına birer kompozisyon olan macun kıvamındaki gâliyeler gelir.
Gâliyeler, çok pahalı ve özellikle zenginlerce tercih edilen parfümlerdi.
Zenginler için üretilmiş gâliye çeşitlerinin yanında, az masraflı yani ucuz
olan türleri de bulunmaktaydı: bugünün modern parfümcülüğünden tanıdık gelen bu
uygulamaların daha Ortaçağ’da keşfedilmiş olması dikkate değerdir. Bu dönemde
macun kıvamındaki parfümlerin yanı sıra çiçeklerden ve çeşitli bitki ve
meyvelerden elde edilen kokulu sular, kokulu yağlar ve tütsüler
kullanılmaktadır. Bunların yanı sıra masaj yaparken kullanılan kokular ve
duvarlara sürmek için üretilen kokular da mevcuttur. Bu dönemde özellikle İran,
ıtriyat alanındaki en ünlü ülke konumundadır. Arabistan yarımadası ile birlikte
bu bölgede parfüm kültürü, İslamiyet öncesi ve sonrası dönemler boyunca, büyük
ölçüde gelişmiştir: Avrupa yaşayışı, bu ürün zenginliğine ancak 17. ve 18.
yüzyıllarda ulaşacaktır.
İslamiyetin parlak
döneminde Hint tıp ve eczacılık metinlerinin yanı sıra Plinius, Galenos,
Dioskorides ve birçokları Arapçaya tercüme edilmişti; Mezopotamya’nın ve
Mısır’ın birikimlerinin İslam dünyasına kazandırıldığı bu ortamda özellikle
Bağdat ve İskenderiye’nin çekim alanına giren bilim adamlarının da katkılarıyla
tıp, botanik ve eczacılıkta önemli atılımlar gerçekleşmiştir.
8. ve 9- yüzyıllar boyunca
aromatik yağ ve kokuların damıtılması alanındaki deneylerde önemli ilerlemeler
meydana gelmiştir. Damıtma konusunda ve uzun süre dayanabilen kokulu suların
elde edilmesi yolunda önemli çalışmalar yapan Câbir ibn Hayyan (720-813),
Kitab-ı Kimya el-Itr ve’l-Tas’idat (Güzel Kokunun Kimyası ve Damıtma
Kitabı)’nda uçucu yağların damıtılması, ekstraksiyonu ve pomat yapılmasına
ilişkin bilgilere yer veren El-Kindî (803-873) önemli isimlerdir.
11. yüzyılda İslam tıbbının
büyük ismi İbni Sina (980-1037) çiçekleri su buharı ile damıtarak esans elde
etme yolunda önemli gelişmeler sağladı. Çok geçmeden İslam toplumlarının önemli
bir ticari metası olan gül yağı ve gül suyu üretimi geniş boyutlara ulaştı,
imbikten geçirmek, yani damıtma yoluyla esans eldesi, bugün hâlâ geçerli olan
bir yöntemdir.
Batı dillerinde distilasyon
(damıtma) aparatını karşılayan sözcük olan alembik (al-inbîk) Arapçadan
alınmıştır. Aynı biçimde alkol (al-kuhl) sözcüğü de Arapçadan alınmıştır ve göz
çevresine sürülen sürme tozunu (kohl) adlandırmaktan öteye gitmeyen bir
sözcüktür. Rönesansın önemli ismi, fizikçi ve simyacı Paracelsus (1493-1541)
distilasyon ile yüksek konsantrasyonlarda elde edilebilen maddelere isim vermek
için alkol terimini ilk kullanan ve ayrıştırdığı şarap ruhu’na bu adı takan
kişi olacaktır. Ancak bu adlandırmadan daha önce Raymundus Lullus (1232-1316)
ve onun izleyicileri alkol yardımıyla bitkilerin esanslarını ekstrakte etmeyi
başarmışlardı.
Etil alkolü
Müslümanların keşfettiği tartışmalı olsa bile, Kuran’ın alkollü içki
kullanımına getirdiği yasağa karşın Ortaçağ İslam dünyasında alkollü içki
üretiminin yaygın olduğu ve kimi zaman da tıbbi anlamda kullanıldığına dair
bulgular mevcuttur. Müslüman
hekim, eczacı ve kimyacılar pek çok şeyi damıtmışlarken şarabın damıtılmasıyla
ilgilenmemiş olmaları bu yüzden pek akla yatkın gelmemektedir. Ancak alkolün 78
°C olan düşük kaynama noktası ile kolay uçabilmesi; damıtılacak hammadde olan
şaraptaki düşük alkol içeriği ve o zamana dek hava ile soğutulan imbik
içerisinde sıcak iklim kuşağında ancak zayıf bir biçimde yoğunlaştırılabiliyor
olması ve sızdırmazlığı iyi sağlanmamış kaplarda uçucu bileşenin (burada
alkolün) erken buharlaşması nedeniyle oluşan kayıplar yüzünden alkol eldesi
başarılamamış olmalıdır. Bu gerekçelerle, İslam dünyasında kullanılan
parfümleri daha çok macunlar, kokulu yağlar ve kokulu sular olarak kabul etmek
gerekir; kokulu maddeler, alkol içinde değil, su veya bitki esaslı yağlarda
çözündürülebiliyorlardı. Bu yöntemler, kokuların saklanmasını ve uzun süre
dayanmasını engelliyordu; alkolde çözündürülmüş olanların aksine, aromatik
bileşiklerin algılanması da yetersiz oluyordu. Çünkü aromatik bileşikler,
kendilerini alkol içerisinde daha güçlü duyurabiliyorlar; bu da daha sınırlı
hammadde ile daha çok miktarda parfüm imal edilebilmesine, parfümlerin
ucuzlamasına ve yaygın kullanılmasına imkân sağlıyordu.
MO 1700’lerden itibaren üç
bin yıl boyunca bu topraklar, Portekizliler başka yollar keşfedene kadar, kokulu
maddelerin geçtiği ve ticaretin son derece yoğun olduğu yolların kesişme
noktası olacaktır.
AVRUPA
Avrupa parfüm tarihinde,
seferlerinden dönen Haçlıların Batıya taşıdıkları yeni alışkanlıkların önemli
bir yeri vardır. Haçlılar, su ile temizlenme hazzını yeniden keşfetmelerinin
yanı sıra, özellikle Fransa’da parfüm kullanımı ile ilgili yeni alışkanlıklar
da kazandırdılar. Doğunun parfümlerini ve tuvalet malzemelerini Batıya taşıyan
senyörler, şatolarında bizzat kendi kokulu yağ ve esanslarını hazırlıyorlardı.
Daha önce Arapların
ellerinde bulunan İspanya’daki bazı bölgelerin 11. yüzyılda Hıristiyanlar
tarafından ele geçirilmesinden sonra Arapça kitaplar düzenli olarak Latinceye
çevrilmiş ve 12. yüzyılda Antikçağ, Arap ve diğer kültürlere ait bilgilerin bir
arada eritildiği bir süreç başlamıştır.
Ortaçağ’da Avrupa’da
manastırlarda da birçok bitkinin tıp ve diğer kullanım alanları üzerine
çalışmalar yapılıyordu. 12. yüzyılda krallar, aristokrat ve rahipler Avrupa’da
yeni şehirler kurmak, yeni ticaret yolları ve pazarlar oluşturmak için
birbirleri ile yarışıyorlar ve özellikle çok kârlı olan parfüm ve kozmetik
madde satışlarını artırmaya çalışıyorlardı. Her geçen gün daha zengin ve
nüfuzlu hale gelerek moda ve alışkanlıkların üzerinde etkili olmaya başladılar.
Bu dönemde hem sanat, hem
de el sanatlarında gelişmeler yaşandı. Parfümeri tarihinde önemli bir yeri olan
dericilik öncelikle İspanya’da gelişti ve daha sonra İtalya ve Fransa’ya geçti.
12. yüzyılda parfümcülük henüz ayrı bir meslek grubu değildi. Daha çok başka
meslek gruplarının icra ettiği bir yan koldu. Parfümeri alanındaki çalışmalar
aynı zamanda eczacılık ile de çok bağlantılı idi.
1190 yılında kral Phillippe
Auguste deri eldivenleri kokulandırmak için bir yöntem geliştiren
eldivencilerin birleşerek esnaflar arasında ayrı bir sınıf oluşturmalarına ve
parfüm sanatı ile ilgilenmelerine izin veren ilk yönetici oldu. Parfüm sanatı
ve parfüm kültüründeki geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan Doğu uygarlıkları
ile karşılaştırıldığında Avrupa parfümcülüğü, bu tarihten itibaren yeni yeni
emeklemeye başlayacaktır.
Ortaçağ’da Avrupa
parfümcülüğünde bir başka önemli gelişme daha gerçekleşti. 1370 yılında alkol
içerisinde kokulu yağların çözülmesi ile elde edilen Eau d’Hongrie, yani
Macaristan Suyu daha çok bir güzellik suyu olmakla birlikte, ilk modern parfüm
olarak kabul edilir.
14. yüzyılın yaygın
kullanılan parfümleri koyu kıvamlı idi ve daha çok yuvarlak ya da barillet adı
verilen özel bir forma sahip silindirik kutularda saklanıyordu. Şekli ve daha
çok misk ya da amber saklanması nedeniyle pomme d’amber (amber elma’sı) ve daha
sonra pomander olarak adlandırılacak parfüm kapları da bu dönemde üretildi ve
14. yüzyıldan 16.yüzyıla kadar, kralların ve aristokratların en gözde mücevheri
oldu.
1453’te İstanbul’un fethi
ve Roma İmparatorluğu’nun sona erdiği döneme dek baharat ve kokulu maddelerin
ticaret yollarının Batı dünyasındaki varış noktaları İstanbul, İskenderiye ve
Venedik’ti. Bu döneme kadar doğudan gelen baharat ve kokulu maddeleri Fransa ve
İngiltere’ye ulaştıran deniz ticareti Venedikli ve diğer İtalyan şehir
devletlerinin elindeydi.
Venedik’te depoların
aromatik maddeler ile dolu olması, eczacılık gibi kozmetik alanında
çalışmaların yapılmasına elverişli bir ortam yaratmıştı. Kokulu maddeler,
dinsel amaçların yanı sıra güzellik alanında da kullanılıyordu. O yıllarda
Venedik, Avrupa parfümcülüğünün merkezi idi. Saçlar için menekşe, zambak, süsen
ve gül kokulu pudralar; tarçınlı, kâfurlu, limonlu güzellik suları; miskli,
zambaklı, amberli, portakal çiçeği kokulu sular; nefesleri güzel kokutmak için
zencefil, sakız ve karanfilli ağız suları ve güzel kokulu daha birçok yağ ve
pomat, Venedik parfümcülüğünün ürünleri arasında yer alıyordu. 16. yüzyılın
sonunda Venedik ticaret üzerindeki egemenliğini yavaş yavaş kaybetmeye başladı.
Bu tarihlerden itibaren parfümcülükte Fransa ön plana geçecektir.
Vasco da Gama’nın Hindistan
yolunu Portekizlilere açarak baharat ve kokulu maddelere ait ticaret tekelinin
Araplar ve Venediklilerin elinden çıkmasını sağlaması ile Avrupa’da yeni bir
dönem başlayacaktır. Ümit Burnu’nun etrafından dolaşan yeni yolu izleyerek
doğuya doğru ilerleyen Portekizliler, geleneksel baharatı ve kokulu maddeleri
yerel tüketicilerden, son derece düşük fiyatlarla satın almayı öğrendiler.
Avrupa’da 17. ve 18. yüzyıllara, baharat ve kokulu madde fiyatlarının şaşırtıcı
derecede düşük olması, çok çeşitli kullanıma damgasını vurdu. Bu devir, kokulu
eldivenler, üzerine parfüm dökülmüş şekerlemeler, kokulu su ya da içkinin bol
olduğu bir devirdi.
1500 yılında Strasbourg’da
geçmişten itibaren tüm alkol ve damıtma üzerine yapılan çalışmaları içeren bir
kitap yayınlandı. Kitap, her türlü damıtma aparatının çizimleri ve çiçeklerden
uçucu yağ elde etme tekniklerini içeriyordu ve 16. yüzyıl boyunca
genişletilerek birçok kez basıldı.
Parfümeri sanatının
İtalya’dan Fransa’ya taşınmasında 1533 yılında II. Henry ile evlenerek
Fransa’ya gelen Catherine de Medici’nin önemli bir etkisi olduğu söylenir.
Catherine de Medici, yanında parfümcüsü Renato Bianco’yu da getirmiş ve çok
geçmeden, “Rene the Florentine” olarak tanınan Renato, Paris’in en ünlü ve
başarılı parfümörü olmuştur. Catherine de Medici ile gelen bir başka İtalyan
olan Tomborelli’nin Grasse’a yerleşerek esanslar elde etmek üzere çiçek
yetiştirmeye başlamasının, Fransız parfümcülüğüne olan katkısını da unutmamak
gerekir.
16. yüzyılın
ilk yarısında metinlerde o güne kadar kullanılmamış olan bir sözcüğe
rastlanmaya başlandı: perfunıar (güzel koku saçmak)... Latince duman yolu ile
anlamına gelen “per” ve “fumare” sözcüklerinden türetilen perfumare, parfüm
sözcüğünün kökenini oluşturacaktır.
İngiltere’de parfümeri
sanatına ilgi, I. Elisabeth’in döneminde artmaya başlamıştır. Bunda Oxford
Kontu Edward Vere’nin kraliçeye İtalya’dan getirdiği kokulu deri eldivenler ve
yeleğin büyük etkisi olduğu söylenir. Kraliçenin de teşvikiyle, soylu hanımlar
bizzat kendileri pomanderlerde ya da kokulu saşelerde kullanmak üzere evlerinde
çiçek yetiştiriyorlardı. Gül suyu, asilbent, amber, misk ve zibet o dönemlerde
İngiltere’de en fazla tercih edilen kokulu maddeler arasındaydı.
16. ve 17. yüzyıllarda
Avrupa’da parfüm kullanımının farklı bir boyut kazanmasında kilisenin ahlaksal
itirazları ile, veba ve diğer salgın hastalıklarla mücadelede devrin yanlış
sağlık bilgilerinin büyük etkisi olmuştur: halka açık banyolar kapatılmıştır.
Bu yüzyıllarda vücut temizliğinde suyun yeri reddedilmiş, yıkanma eylemi
çeşitli sebeplerle suçlanmıştır. Bu yüzyıllarda sağlık bilimindeki yanlış
kanılar doğrultusunda, yıkanırken suyun insan vücudunun içine sızdığı, dolaşımı
bozup organları dayanıksız kıldığı sanılmıştır. Banyo suyunun, basıncı ve
sıcaklığı ile derinin gözeneklerini açtığı, çatlaklar meydana getirdiği, bu
çatlaklardan hastalık kapıldığı endişesi yaygındı. Kötü kokuları yok etmek için
beden parfüm emdirilmiş bezlerle ovuluyor; silinmek, her türlü yıkanmadan üstün
tutuluyordu. Bu dönemde doğal olarak örtücü ve güçlü parfümler revaçtaydı.
Parfüm artık temizlenme ve kötü kokulardan arınma aracı haline gelmişti.
Yıkanmayan saçları temizlemek için kokulu pudralar serpip taramak öneriliyor,
pudralanmış perukalar kullanılıyordu. Elbise plileri arasına kokulu saşeler
dikiliyordu.
16. yüzyılda Güney
Fransa’daki Grass ve Montpellier kentleri çiçek üretimindeki zenginlikleri ve
uçucu yağ üretim teknikleri konusunda özelleşmiş laboratuvarları ile parfüm
üretiminin merkezi haline geldi.
Bu dönemde Avrupa'daki
parfüm talebi, Dominiken rahiplerinin manastırlarda parfüm üretmeye
başlamalarına da yol açmıştı. Örneğin, Fra Angelo Paladini'nin ürettiği krem ve
tuvalet sirkesi, Toscana sarayındaki hanımlar tarafından özellikle aranıyordu.
Parfümlerin temizlenme
amaçlı kullanımlarının yanı sıra, veba gibi salgın hastalıklara karşı koruyucu
ve tedavi amaçlı kullanımı da yaygındı. Salgın hastalıklara karşı evlerde ya da
hastanelerde buhurdanlar yakılıyor, salgın zamanı ağzı korumak için asilbent,
günlük, sakız ve gülden yapılmış pastiller kullanılıyordu. Parfümlerin, solunan
havanın bozulmasını düzelttiğine ve hastalığın bulaşıcılığını engellediğine
inanılıyordu. Kötü kokan Paris sokaklarında elde kokulu çiçek buketleri ve
amber toplan olmadan gezinmek mümkün değildi. Parfüm kullanımı lüks ya da moda
olmaktan öte bir gereklilikti...
Paris’te ilk parfümeri
evleri 1774 yılında L.T.Piver tarafından, arkasından 1775 yılında Houbigant
tarafından kuruldu. Neredeyse Rusya’ya kadar tüm Avrupa saraylarının ve
soylularının parfüm ihtiyacını karşılayan Houbigant müşterilerine özel
karışımlar da üretiyordu. Onu, 1798 yılında kurulan bir başka parfüm evi, Lubin
takip etti. Ancak, Fransız ihtilali ile parfümcüleri şanssız bir dönem
bekliyordu.
Kullanılan parfüm,
ihtilalciler karşısında politik tercihleri açığa vurmak için yeterli bir
göstergeydi. Göğüs danteline ya da mendile zambak esansı ya da Eau de la Reine
sürmek, sürgüne gönderilmek ya da giyotine meydan okumak anlamına geliyordu. Bu
dönemden 20. yüzyıl başına kadar François Coty’nin parfüm kompozisyonlarına
kadar geçen süreç içerisinde koku beğenileri çiçeksi ve hafif kokular yönünde
bir gelişme gösterecektir. İhtilal sonrasında 19- yüzyıl boyunca değişik
dönemlerde tekrar gündeme gelseler de misk ve amber gibi ağır kokular bir daha
geri dönülmemek üzere terk edilecektir.
Burjuvazi, özellikle genç
kızların parfüm kullanmasını ve parfümlerin tene sürülmelerini hoş
karşılamamaktadır. Hoş kokular sadece mendillerde ve yelpaze, balo buketlerinin
dantelleri, eldivenler gibi bazı aksesuarlarda kullanılabilir ve gül gibi bazı
çiçek suları ile Eau de Cologne nun kullanılmasına izin verilir. Uzunca bir
süre tedavi edici özelliğinden yararlanılan Eau de Cologne tuvalet amacıyla
kullanılmaya başlandıktan sonra bir devrim yüzyılı olan 18. yüzyılda başlı
başına bir çığır açar. Eau de Cologne gibi hafif ve ferahlatıcı kokular
sadeliğin ve saflığın simgesi haline gelir ve burjuvazinin gözdesi olur.
Yeni dönemde, birden fazla
hammadde kullanılarak hazırlanan parfümlerin kullanımı gözden düşer ve yalnızca
çiçeklerden yapılan parfümlerin kullanılması uygun görülür. Doktorlar hayvansal
hammaddelerden üretilen parfümleri çürümüş ve kokuşmuş maddeler olarak tanımlarlar.
Psikiyatri de parfümlerin aşırı kullanımının her türlü nevrozun çıkmasına neden
olduklarını iddia eder: güçlü ve sarhoş edici, sinirler üzerinde zararlı
etkileri olan kokulardan uzak durmak ve masum kokular kullanmak gereklidir.
Hayvansal hammaddeler
kullanılarak üretilen güçlü kokulara Directoire ve İkinci İmparatorluk
dönemlerinde bir süre için de olsa geri dönülür. Aristokrasinin varlığı ve
yeniden kraliyet asaletinin yaratılması parfümeriyi tekrar canlandırarak ve
gündeme getirecektir. Napolyon döneminde Tuileries Sarayı 16. Louis döneminde
olduğundan daha yoğun parfümlüydü. İmparatoriçe Josephine vanilya, misk, amber
ve zibet gibi egzotik kokulara çok düşkündü ve Lubin ile Houbigant’ın en iyi
müşterisiydi. Malmaison’daki yatak odasının 60 yıl sonra bile misk koktuğu
söylenir. Fakat Napolyon’un zevkleri Josephine ile aynı değildi. O, dönemin en
büyük keşfi olan Eau de Cologne'u tercih ediyor, her sabah başına ve omuzlarına
bir şişe Eau de Cologne döktürüyordu. Hatta savaş sırasında zihnini açmak için
sabahları bir yudum içiyordu. Ağır ve egzotik kokuların bu dönemdeki geriye
dönüşleri kalıcı olmayacaktır. Romantizm ve güçlenen burjuvazi ile koku
beğenisi bir daha geri dönülmemek üzere hafif ve yumuşak kokulardan yana
gelişecektir.
19. yüzyılda değişen koku zevkleri ve kimya alanında yaşanan
yenilikler, modern parfümcülüğün temelini oluşturan gelişmelerdi. 1830'lardan
başlayarak doğal kokular üzerinde araştırma yapan bazı kimyagerler ilk olarak,
bitkilerden elde edilen uçucu yağlar içindeki maddeleri izole ettiler. Bu, koku
moleküllerinin sentetik olarak üretilebilmelerini sağladı. Örneğin sitronel,
palmaroza, geranium ve gül yağında bulunan geraniol’ün izole edilmesi bu
çabaların ürünüdür. Geraniol, citronellol ile karıştırıldığında daha pahalı olan
gül esansının yerine kullanılabiliyordu. Gelinen nokta, kimyagerleri bu
esansları bitkiler yerine petrol ve kömür türevlerini kullanarak yaratmak
konusunda gayretlendirdi. Bu çabalar sonucunda, örneğin gül esansının bileşeni
ve bir benzen türevi olan fenil etil alkol ile yasemin kokusuna sahip toluen
türevi benzen asetat’ elde etmeyi başardılar.
Böylece, görece daha ucuz
bitkilerdeki uçucu yağları ya da sentetik yağları kullanarak, pahalı kokuları
daha ucuza mal etmenin yolu açılmış oluyordu; bu da fiyatlara yansıyarak
parfümleri dar bir zümrenin lüksü olmaktan kurtarıyordu. Bu aşamaya
erişildiğinde kimyagerler, bu yöntemi her doğal esansa uygulamanın ya-rarlı
olmayacağını fark ettiler: örneğin, vanilya içindeki vanilin’de olduğu gibi
ayrıştırma işlemi çok pahalıya mal olmaktaydı.
Doğadaki bilinen kokuları
taklit edecek moleküllerle yetinmeyen kimyagerler, o güne dek bilinmeyen ve
doğada bulunmayan yepyeni kokular meydana getirerek parfüm üreticilerini daha
da sevindirdiler. Bu yapay koku moleküllerinin keşfi, gerçek bir devrimdi. 20.
yüzyılın başında yağ asitlerinin indirgenmesiyle aldehitler elde edildi.
L.T.Pİver’nin Floramye ve Reve d’Or parfümleri ile, bugün hâlâ en çok
kullanılan parfümler arasında yer alan Chanel No.5 ve Mitsouko gibi kokuların
yaratılması, aldehitlerin elde edilmesi ile mümkün olabildi.
1868 yılında Perkin’in
kumarin’i bulması, Houbigant tarafından Fougere Royale adlı parfümün
yaratılmasını sağladı ve böylece Fougeres koku ailesi ortaya çıktı. 1889’da
Guerlain tarafından geliştirilen Jiky adlı parfüm, içerdiği vanilya, kumarin ve
linalol ile parfüm tarihinin en ünlü fujerlerinden olacaktır.
Kokuların
sentetik olarak üretilebilmeleri ve aldehitlerin keşfi, doğada olmayan
karışımları yaratabilmek üzere hayal gücünü harekete geçirecek bir ortam
yaratmıştı ve böylece 19. yüzyıldan itibaren parfümerinin altın çağı başladı.
19.
yüzyılda parfüm evlerine yenileri eklenmeye devam etti. Bunlardan en önemlisi
1828 yılında Paris’te Pierre François Pascal Guerlain tarafından kuruldu.
Guerlain’in ürettiği Eau de Cologne Imperiale kraliçe Eugenie tarafından o
kadar beğenildi ki kendisi saray parfümcüsü unvanı ile onurlandırıldı.
19- yüzyılda özellikle
Fransa’da Turqueri ve Perseri gibi iki yeni kelimenin doğmasına neden olacak
yoğunlukta Türk ve İran tarzı moda oldu. Balzac’ın parfümcü kahramanı Cesar
Birotteau’nun da söylediği gibi “Doğu”dan başka bir şeyden bahsedilmeyen bu
devirdeki modadan parfümcüler de etkilenerek parfümlerine doğu esintileri
taşıyan adlar koymuşlardır. Dönemin değişken siyasal yapısı, insanların ruhunda
çalkantılara neden olmuştu: bir yandan egzotik ve uzakta olana aşırı ilgi ve
merak duymak şeklinde ortaya çıkan toplumdan kaçış hali, diğer yandan eski
rejime karşı duyulan özlem parfümlerin adlarına yansırken, etiket tasarımlarına
da esin kaynağı oldu. Parfümlerin içerikleri ne kadar sade olsa da adları bir o
kadar şaşaalıydı.
1834 yılında bir başka
önemli parfümcü Londra’da faaliyete geçti: Eugene Rimmel... Rimmel 1865’te
parfümeri tarih yazımının bir klasiği olarak kabul edilen The Book of Perfumes
kitabını yayımladı.
19.yüzyıl, bugün de
üretimleri devam eden çok sayıda parfüm üreticisinin kuruluşuna tanık olmaya
devam etti. 1828 yılında kurulan Guerlain firmasını 1839 yılında Pinaud,
1862’de Roger&Gallet ve 1869’da da Bourjois firması takip etti.
1855 yılında düzenlenen
Paris Uluslararası Sergisi’nde parfümler hâlâ “hijyen” başlığı altında
eczacılık ve kimya ürünleri ile birlikte sergilenmekteydi. Bu dönemde parfüm
şişeleri sıradan ve eczacılık gibi diğer alanlarda kullanılan şişeler ile
aynıydı. Şık hanımlar parfümlerini hâlâ, yanlarında taşıdıkları şık ve pahalı
flakonlara doldurtuyorlardı. Parfümeri ürünleri, ilk kez 1867 yılında
düzenlenen Paris Uluslararası Sergisi'nde ayrı bir başlık olarak yer aldı. 1868
yılında düzenlenen sergide, Londra ve Paris’teki parfümerinin dev isimleri
Atkinson, Lubin, Chardin, Violet, Legrand, Piess ve Guerlain, Paris ve Londra
parfümcülüğüne dünya çapında zafer kazandırdılar.
Bu yüzyılda yaşanan diğer
sosyal ve ekonomik değişimler de parfüm endüstrisinin gelişmesine ve büyümesine
ivme kazandırmıştır. Viktorya devrinin katı ahlakçı kurallarının yıkılmaya
başlaması, 1880 yılında sınırlı da olsa yasal haklarım kazanmaya başlayan “yeni
kadın” tipinin ortaya çıkması, orta sınıfın gelişmesi ve büyümesi ile daha önce
sadece aristokrasiye özgü olan parfümler toplumun diğer kesimleri tarafından da
talep edilir olmuşlardır.
19. yüzyılda parfümeri ayrı bir sanayi kolu haline geldi: yüzyıl
sonuna doğru özellikle Fransız parfüm endüstrisi, uluslararası boyutta oldukça
başarılı ve prestijli bir noktaya ulaşmıştır. 1860
yılında sadece Paris’te 197 tane kayıtlı parfüm üreticisi bulunmaktaydı ve 1862
yılında Fransa’nın parfüm ihracatı 20 milyon franka ulaşmıştı. Fransız hükümeti
parfümeri sanayisini bizzat destekliyordu. Avrupa’da, özellikle
Fransa’daki parfümeri sanayisindeki bu büyüme ve rekabet ortamı, parfüm
üreticilerini yeni pazarlar arama, mümkün olduğunca uzak bölgelere kadar satış
yapma konusunda harekete geçirdi. Fransız parfümleri özellikle Kuzey ve Güney
Amerika’da kendilerine büyük pazarlar bulmuşlardı. Diğer önemli iki pazar da
Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu’ydu.
19- yüzyılda kimya
alanındaki yeniliklere ek olarak şişe üretiminin de endüstrileşmesiyle,
parfümler daha düşük fiyatlarla daha geniş kitlelere ulaşmaya başlamış,
toplumun her tabakasındaki insanın günlük yaşamının bir parçası haline
gelebilmişlerdir.
Yüzyıl sonlarında ilk kez
bir parfümle aynı koku ve markaya sahip, pudra, tuvalet sabunu gibi diğer
kozmetik ürünlerinin yer aldığı ürün hatları satışa sunulmaya başlanmıştır. 19-
yüzyılın ikinci yarısında parfümlerin sunumları, artan rekabet ortamı
nedeniyle, daha sofistike ve yaratıcıdır ve bu dönemden itibaren parfümler,
isimleri, şişeleri, etiketleri ve kutularıyla, sanatsal tasarımların endüstriyel
ürünleri olarak tüketicilerin karşısına çıkacaktır.
20. yüzyıla gelindiğinde
parfüm artık, kokusunun yanı sıra şişesi, ambalajı ve reklamı ile bir bütün
olarak değerlendirilen bir ürün haline gelecektir. Bu durum kısa süre
içerisinde parfüm üreticilerini cam sanatının, grafik tasarım ve reklam
dünyasının büyük isimleri ile birlikte çalışmaya itecektir. Sanatın endüstri
ile birlikte çalışmasının en güzel örneği, cam ustası Rene Lalique ile Coty
arasında gerçekleşmiştir. Lalique gibi Julien Viard ve Baccarat firması da
Guerlain, Houbigant, ve Caron gibi firmalara şişe tasarlamıştır.
20. yüzyılda parfümler içerik anlamında da
gelişmeye, çeşitlenmeye devam etti. François Coty’nin 1905 yılında yarattığı
“L’Origan”, doğal ve sentetik maddeler karıştırılarak üretilen ilk modern
parfüm oldu. 1917
yılında satışa sunduğu Chypre ise kendi adı ile anılan koku ailesinin
başlangıcı ve referans noktasıydı.
20. yüzyıl, parfümeri sektörüne yeni bir soluğun girmesine
tanıklık edecektir: modacılar... Moda evlerinin parfümeri dünyasına girmesi,
parfümleri modanın bir parçası haline getirecektir. Yarattığı giysi
tasarımlarının tamamlayıcısı olarak ilk kez parfüm üretmeye başlayan modacı
Paul Poire dir. Büyük kızının adım verdiği Les Parfums de Rosine adı altında
çok sayıda parfüme imzasını atan Poiret, bu parfümler ile giysilerinin daha
yaygın tanıtımının yapılmasını hedeflemişti.
20. yüzyıl başlarında Avrupa’ya ve özellikle Paris’e yeni bir doğu
modası hâkimdir. Bunda Paris’te temsiller sergileyen Rus balesinin büyük etkisi
bulunmaktaydı. Giysilerden parfümlere kadar gözlenen bu doğu esintisi,
1910’larda Orient Ekspresi’nin seferleri ile Anadolu’ya ve Ortadoğu’ya yeniden
doğan ilgi ile birlikte uzun süre Avrupa’da etkili olacaktır. 1919 yılında
Konya şehri, İkonia parfümünün yaratılmasında Silka firmasına esin kaynağıdır.
Bu dönemde Suriye, Mısır gibi ülkelerden parfümörler Paris’e gelerek faaliyet
göstermeye başlarlar. Özellikle, oyun yazarı Edmond Rostand’ın “Parfümün şairi”
olarak tanımladığı Suriyeli Bichara Malhame ve Colette’in arkadaşı Henriette
Gabilla oldukça başarılı ve ünlüydüler. Napolyon’un Mısır seferi ile başlayan
ve 20. yüzyılda devam eden Mısır’a ve Mısır kültürüne duyulan hayranlık,
Mısırlı parfüm üreticilerini de Paris’e çekti. Bunlardan Ahmet Süleyman (Ahmed
Soliman) özellikle Eski Mısır motiflerini kullanarak hazırlattığı özel
şişelerde satışa sunduğu parfümleri ile büyük ilgi topladı.
1920’lere 1. Dünya
Savaşı’nın olumsuz etkileri ile girilmiş olsa da, bu dönemde parfümeride bir
yaratıcılık patlaması oldu. Bu durum parfümeri sanayisine bir daha asla
ulaşılamayacak bir zenginlik ve çeşitlilik getirdi. Özellikle Paris’te yeni
modacıların yanı sıra iç çamaşır, kürk, eldiven, valiz ve ayakkabı
üreticilerinin de parfüm üretimine başlaması parfümeri sanayiine inanılmaz bir
ürün çeşitliliği ve zenginlik getirdi. 1921 yılında Chanel, 1922’de Boue Sœurs,
1923’de Callot Sœurs, Lanvin, Louis Boulanger, 1924’de Lelong, Martial ve
Armand, Vionnet ve Worth, 1925’te Patou ve Louis Vuitton, 1928’de Elsa
Schiaparelli parfüm üretmeye başladılar.
1921 yılında Ernest Beaux,
Chanel için aldehitlerin ilk kez yoğun olarak kullanıldığı bir parfüm yarattı.
Bu şaşkınlık verici karakterdeki, bilinen hiçbir kokuya benzemeyen, soyut ve
güç anlaşılabilir parfümün adı da kendisine yaraşacak gibiydi: Chanel No.5.
Karışıma, kokuları ile hâkim olan aldehitler parfümü aynı zamanda daha kalıcı
hale getiriyorlardı. Aldehitleri yoğun olarak daha sonra Arpege parfümünde
Lanvin kullandı.
1925 yılında Guerlain
tarafından yaratılan Shalimar ise sıcak ve amberimsi bir parfümdü. Shalimar,
balsamik ve vanilyalı notalar üzerine inşa edilen yeni bir koku ailesinin
doğmasına yol açtı.
1930’lu yıllarda,
1920’lerin umut dolu ve kaygısız havasının yerine tüm dünyaya genel bir buhran
hali hâkimdi. Tüm dünyada ve özellikle de Amerika’da yaşanan ekonomik kriz
herkesi etkisi altına aldı. Bu durum özellikle lüks sunumlu ürünleri ile
özelleşmiş olan Fransız parfümcülerini olumsuz etkiledi. Fransa’da Lubin,
Guerlain, Bourjois, Roger&Gallet gibi belli başlı büyük ve eski parfüm
üreticileri dışında sektöre yeni giren üreticiler bir bir iflas ederek pazardan
çekilmeye başladılar. Geride kalanlar ise büyük buhran ile birlikte ortaya
çıkan yeni gerçekler ile yüzleşmek zorunda kaldılar. Bu gerçekler pratiklik ve
sadeliği gerektiriyordu. Bu dönemde doğu esintileri ve süslemelerden
uzaklaşılmaya başlandı. Yaratıcıların esin kaynağı artık doğuda değil, batıda
yani Amerika’daydı. Parfümler artık, pratik, basit, lineer ve daha çok
makineler tarafından üretilen şişe ve ambalajlar içinde satışa sunulmaya
başlandı. Parfüm ilhamını doğadan değil metropol hayallerinden ve Hollywood’un
fantastik filmlerinden alıyordu. Moda yaratıcıları artık
Hollywood ve Broadway ve
Amerikan moda dergileri için çalışıyorlardı. 1930’ların sonunda Amerikan parfümleri
romantizmi yaşarken Paris gerçeküstücülüğe yakındı.
1936’dan 1938 yılına
kadarki dönemde Paris, modacı Elsa Schiaparelli'nin yaratıcı ürünlerine sahne
oldu. Jean Cocteau, Picasso ve Salvador Dali’nin yer aldığı bir arkadaş grubu
ile çevrili olan Schiaparelli’nin parfümlerinin şişe tasarımları gerçeküstücü
izler taşıyordu.
30’larda, 20’lerin sonunda
geliştirilen deri grubu kokular kullanılmaya başlandı. Lanvin’in Scandal’ı ve
Chanel’in Cuir de Russie si deri kokusu ile birlikte çiçeksi üst notalar taşıyorlardı.
1940’ların ilk yarısı, 2.
Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkımlara sahne olurken, parfüm üretimi de, tüketimi
de sekteye uğramıştı. Bu yüzden Fransız parfümlerinin bir çoğunun üretimi,
Amerika ve diğer ülkelerin taleplerini karşılayabilmek amacıyla, Amerika’ya
kaydırılmıştı. Parfümeri sanayisi savaştan her anlamda olumsuz etkilendi.
Malzeme sıkıntısı, ambalajların kalitesinde bir düşüş yaşanmasına neden oldu.
Klasik cam kapakların yerini metal ya da plastik vidalı kapaklar almaya
başladı. Savaşın hemen ardından gelen ekonomik sorunlar yeni bir kategori
gelişmesine yol açtı ve böylece küçük ambalajlı parfümler popüler oldu.
40’lı yıllarda parfümeri
sektörüne Cbristian Dior ve Ninna Ricci gibi yeni modacılar girmeye devam etti.
Savaştan sonra Chypre koku ailesi 1944 yılında Rochas’ın Femme, 1947’de
Carven’in Ma Griffe ve Dior’un Miss Dior parfümleri ile daha bir gelişerek
zenginleşti. 1947 yılında Ninna Ricci tarafından satışa sunulan L'Air du Ternps
ve Balmairiin Vent Vert parfümleri ise çiçeksi kokulara yeni bir boyut
kazandırdılar.
1950’lerden itibaren parfüm
üreticilerinden bazıları hâlâ kendi adları ile üretime devam ederken önemli bir
kısmı büyük holdinglerin eline geçmeye başladı. Usta ve sanatçıların eksikliği
ve el yapımı ürünlerin artan maliyetleri, parfüm şişe ve ambalajlarının mekanik
olarak üretilmesini gerektiriyordu. Bazı firmalar ürünlerinde endüstriyel ve
tek tip görüntüyü tercih ediyorlardı. Özel şişe tasarımları ancak sınırlı
sayıda üretilir oldu. 50’lerde Avrupa’da savaş sonrası koşullar sürse de bu
dönemde romantizm ön plandaydı.
50’lerde neredeyse
modacıların tümü parfümeri dünyasına adım atmıştı ve ardı adına yeni parfümler
satışa sunuluyordu. Fransız parfümerisi bu dönemde Edmond Roudniska gibi önemli
parfüm yaratıcıları yetiştirdi. 50’li yıllar, çok sayıda erkek parfümünün
satışa sunulmasına tanıklık ederken okyanusun diğer tarafından gelen parfümler
uluslararası düzeyde yeni bir rekabet ortamı yaratmaya başlamıştı.
60’ların en önemli
gelişmelerinden biri, 1966 yılında Dior için Edmond Roudniska tarafından
yaratılmış olan Eau Sauvage adlı erkek parfümünün satışa sunulması oldu. Eau
Savage sadeliği ve keskinliği ile döneme damgasını vurdu. Dünya çapında sayısız
taklidi üretilen bu parfüm feminen, maskülen ve androjen olmak üzere sayısız
“Eau”nun yaratılmasını tetiklemiştir.
Genel çizgileriyle 60’lı ve
70’li yıllarda parfümeri dünyası orijinal tasarımların yaratılmasında bir
durgunluk dönemine girecektir. Lancöme’dan 0 de Lancöme ve Magie Noire, Yves
Saint Laurent’dan Rive Gauche ve Opium, Revlon’dan Charli”, Lagerfeld’den
Chloe, Guerlain’den Chamade, Rochas’dan Eau de Rocbas öO’lı ve 70’li yıllara
damgasını vuran parfümler oldu.
Notlar:
1 Herodot Tarihi, 3: 107,
Çev. Müntekim Ökmen, İstanbul, 1991, s. 176 Andrew Dalby, Bizans’ın Damak Tadı,
Çev. A.Ozdamar, İstanbul, 2004, s. 35
3Tamara Talbot Rice,
Bizans’ta Günlük Yaşam, Çev. Bilgi Altınok, İstanbul, Tarihsiz, s. 122
4 Dalby, s.204,205
5 Nejat Yentürk -Aybala
Yentürk, “Eau de Cologne ya da Kolonya”, Collection, Sayı: 1, 2000
Kaynakça
Jean Marie Perinet, La
Femme, La Beaute et L’Amour Dans L’Egypte Ancienne, Paris, 2003 Herodot Tarihi,
Çev. Müntekim Ökmen, İstanbul, 1991 Kutsal Kitap, İstanbul, 2003
Annick Le Guerer, Sur Les
Route de L’Encens, Paris, 2001 Annick Le Guerer, Les Pouvoirs de L'odeur,
Paris, 1998
Jaques Briend, Michel
Quesnel, La Vie Quotidienne aux Temps Biblique, Paris, 2001
Abdulhalik Bakır, Ortaçağ
İslam Dünyasında Itriyat. Gıda, ilaç Üretimi ve Tağşişi, Ankara, 2000
Georges Vigarello, Le
Propre et le Sale, L’hygiene du corps depuis le Moyen Age, Paris, 1985
Eric Pier Sperandio,
L’Encens, Quebec, 2002
Fabienne Pavia, The World
of Perfume, Paris, 1995
Elisabeth Barille,
Catherine Laroze, The Book of Perfume, Paris, 1995
Felix Cola, Le Livre du
Parfumeur, Paris, 1931
Alain Corbin, Le Miasme et
La Jonquille, L’odorat et l’imaginaire social de XVIII.-XIX.siecles, Paris,
1986
Andrew Dalby, Tehlikeli
Tatlar, Tarih Boyunca Baharat, İstanbul, 2004
Andrew Dalby, Bizans'ın
Damak Tadı, Kokular, Şaraplar, Yemekler, İstanbul, 2004
L’Art du Parfüm, Paris,
1993
Marco Polo, Dünyanın Hikaye
Edilişi, Harikalar Kitabı I, İstanbul, 2003
M en Fashion Scent, Drom, Münih,
1985
Zeki Tez, Bilimde ve
Sanayide Kimya Tarihi, Ankara, 2000
Sh: 7-39
Aybala
Yentürk
1967 yılında İzmir’de
dünyaya geldi. Babasının görevi nedeniyle iki yıllık Paris yaşamı dışında
İzmir’den hiç ayrılmadı. 1990 yılında Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi,
Gıda Mühendisliği Bölümü'nden mezun oldu. 10 yıl sektörde çalıştıktan sonra,
eşi Nejat Yentürk ile birlikte hayatının büyük bir bölümünü adadığı koleksiyon
ve araştırmalarına daha fazla vakit ayırabilmek için 2003 yılında çalışma hayatına
son verdi. Birçok TV belgesel, sergi danışmanlıklarının yanı sıra
araştırmalarını değişik dergilerde yayınladı. Osmanlı kozmetolojisi, İzmir kent
tarihi ve yeme içme kültürü başlıklarında koleksiyon ve araştırmaları bulunan
yazar antikacılık ile uğraşıyor.
Giriş
Eskiçağda parfümcülüğün ana
hammaddelerinden bir bölümünü oluşturan bitkisel hammaddelerin büyük bir
bölümü, Güney Afrika, Güney Arabistan (Özellikle Yemen ve Hadremevt bölgeleri)
ve Güney Hindistan’da üretiliyordu. O çağda Eski Mısır, Mezopotamya ve Eski
Anadolu’da kurulan devletler ise daha çok koku tüketicisi durumundaydılar;
örneğin Eski Mısırlılar tapınaklarda ve mumyalama işlerinde bol miktarda güzel
kokular ve buhur tüketiyorlardı. Bu nedenle de Mısır hükümdarları sarı sakız ve
çam sakızı da dahil, her çeşit kokulu sakızları ve kokulu ağaçları ele geçirmek
için Güney Afrika’nın içlerine kadar askerî seferler düzenliyorlardı. Antikçağ
tarihçilerinden Herodot ve Strabon Güney Arabistan’ı buhur, günlük, güzel
kokular ve baharat üreten bir bölge olarak tanıtmaktadırlar. Antikçağda güney
Arabistan bölgesi, parfümcülükte kullanılan ham maddelerin sadece üretimini
gerçekleştirmiyor, bir de geniş çapta bunların ticaretiyle uğraşıyordu. Arap
tüccarların, bu ürünlerin Habeşistan ve Hindistan'daki kaynaklarını gizli
tutmaları sebebiyle veya o dönemde çeşitli ekonomik nedenlerden dolayı tekel
çok sıkı tutulduğundan, Eski Yunanlılarla Romalılar, Arabistanlıların
ticaretiyle uğraştıkları bütün tüketim mallarının bizzat onların ülkelerinden
çıkan yerli ürün olduğunu sanıyorlardı.
A. Ortaçağda Parfüm Kullanımı
Eskiçağda çiçek esansından
parfümler bilinmiyordu; yalnız günlük, misk, sümbül esansı, mir- safî, doğudan
gelen ve tütsü için kullanılan diğer kokular yaygın olarak kullanılmaktaydı.
Türlü çiçeklerin esanslarını çıkartmak ve onları şişelere kapatmak ince sanatı
Sasanîler zamanında Zerdüştler tarafından icat edildi. Zira Ahuramazda’ya
tapmada parfümler büyük rol oynamaktaydı. Sasanî kralı II. Husrev’in (590-628)
uşağı Kuş-Arzuk tarafından verilen bilgiye göre, Erken Ortaçağda kullanılan en
hoş kokular şöyle sıralanır: Yasemin, İran gülü, nergis, kâfûrî, menekşe,
fesleğen, Hint gülü, merzengûş. Ayrıca kral gülü, İran gülü, Semerkant
fesleğeni, Taberistan ağaç kavunu çiçeği, Arnavutluk nilüferi, Hint sabrı’nın
üçlü esansı, Tibet miski ve Şihr amberinden yapılan ve “göksel parfüm” olarak
adlandırılan karışım da aristokrat tabakaya mensup insanlar tarafından çok
aranmaktaydı. Bu çağda nergis kokusunun ilk gençliği, gülünkinin aşkı,
fesleğeninkinin çocuk sevgisini, şebboyunkinin dostluğu vb. sembolize ettiğini
de unutmamak gerekir.
Ortaçağda Müslümanlar
kültür ve inançlarından kaynaklanan geleneksel alışkanlıkları sonucu aşırı
derecede koku tüketiyorlardı. İslam öncesi dönemdeki koku tüketimi, İslam
çağında daha da artarak devam etti. Bu çağda insanlar, özellikle de siyaset ve
bilim adamları, edebiyatçılar, aristokrat tabakaya mensup erkek ve kadınlar ve
varlıklı Gayr-ı Müslim vatandaşlar aşırı derecede koku kullanmaktaydılar. Anlatılanlara göre, Hz. Peygamber’in sahabilerinden İbn
Mes’ud’un, evinden mescide gittiğini, komşuları geçmiş olduğu yola yayılan
kokusundan anlarlardı. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, eskimiş öd’le kâfûr’u
birbirine karıştırarak her gün tütsülenir ve şöyle derdi: ‘Allah’ın Elçisi bu
şekilde tütsülenirdi.” Hz. Abbas’ın oğlu
Abdullah, bütün vücudunu misk kokusu ile yağlardı ve o şekilde yoldan
geçtiğinde, insanlar birbirlerine, Abdullah mı, yoksa misk kokusu mu geçti diye
sorarlardı. Zeyd’in oğlu Abdullah, halûk denilen parfümü kullandıktan sonra,
mecliste otururdu. Ebu’d-Duha’nın şöyle söylediği anlatılır: “Avvâm’ın oğlu
Zübeyr’in kafasında öyle bol miktarda misk kokusu gördüm ki, benim olsaydı, her
halde ticaret yapmak için sermayem olurdu.”.
Ortaçağda koku ve esanslar
Müslümanların hayatında öyle yer tutmaktaydı ki, onlarla ilgili övgüler,
formüller, sağlık reçeteleri, hadisler, söz ve darb-ı meseller ve şiirler dile
getirilmekteydi. Örneğin, Galinos’un: “Misk kalbi, amber beyini, kâfûr akciğerleri, öd, mideyi güçlendirir,
galiye nezleyi ve sandal yaraları tedavi eder”,
Hz. Ömer radiyallâhü anhın:
“şayet tüccar olsaydım,
kokudan başka bir şey satmazdım, ondan kâr elde etmeseydim, kokusundan
yararlanırdım”,
Hz. Ali kerremallâhü vechenin: “Yılda bir defada olsa, nergis kokusunu koklayın, zira
insanın kalbinde öyle bir hal vardır ki, onu ancak nergis kokusu giderir”,
eş-Şa’bî’nin:
“Güzel koku aklı artırır, gül suyu gelince, soğuk
algınlığı gider”, Abbasî halifesi el-Me’mun’un veziri ve kayınbabası
el-Hasan b. Sehl’in: en iyi reyhanlar, en iyi kokularla güçlendirilir; nergis
gül’le, gül misk’le, menekşe amber’le, reyhan kâfûr’la ve nesrin ise, öd’le
karıştırılmalıdır” ve Mekhul eş-Şâmî’nin: “Koku
kullanın! Zira kimin kokusu güzel olursa, aklı artar ve kim ki, elbisesini
temiz tutarsa, sıkıntısı azalır” şeklinde
değerli sözler söyledikleri rivayet edilmektedir.
Misk konusunda Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin şu hadisi nakledilir: “Kokuların en güzeli ve en iyisi misktir”.
Hz.
Aişe’den gelen bir sözde şöyle denilir. “Ben sanki ihram içerisindeki
Resûlüllah’ın saçlarındaki koku parıltısına bakar gibiyim”. Sa’d oğlu Sehl
tarafından nakledilen bir hadis de ise şu bilgiye yer verilir: "Bilin ki, Cennet’te bu hayvanlarınızın meraları
gibi, misk keçilerinin meraları bulunmaktadır”.
Abbasî halifesi
Hârûnu’r-Reşid, yaz mevsiminin sıcak günlerinde, gümüşten yapılmış bir kaba
koku, safran, buhur ve gül suyu konulmasını emreder, sonra da öyle vakti
dinlenmesi için ayrılan evine girerek, reşidî denilen kumaştan yapılmış yedi
tane kadın entarisini, hazırlanan koku kabına sokturduktan sonra yedi cariyeye
giydirirdi. Sonra da bu cariyeler, birer kürsü üzerine oturtulur ve
üzerlerindeki entariler kuruyana kadar kürsülerin altında öd ve amber
karışımından meydana gelen bir nevi buhur kaynatılırdı. Onun bu uygulaması
sonucunda bulunduğu evin, her köşesi buhur ve kokularla dolardı.
Yine Abbasî halifelerinden
el-Mütevekkil, güllerin açtığı mevsimlerde, gül suyu ile yıkanmış elbiseler
giyer, oturduğu yerlere gül döşer ve kullanmış olduğu bütün eşyalara gül suyu
sürerdi.
Ortaçağda hükümdarlar,
saray mensupları, devletin yüksek rütbeli memurları ve zengin tabakaya mensup
varlıklı insanlar, bayramlarda ve özel günlerde sevdiklerine bol miktarda koku
armağan ederlerdi.
B. Ortaçağ İslam Dünyasında Parfüm Üretimi ve Parfüm Çeşitleri
Ortaçağda macun türünden
parfümler insanlar tarafından büyük rağbet görüyordu ve her yerde yaygın olarak
kullanılıyordu. Abbasî dönemi yazarlarından el-Câhız, bu parfümlerle ilgili
olarak şunu yazmaktadır: "Bütün koku macunları Arap kaynaklıdır; galiye,
Şâhiriye, halûk, lahlaha, yağmur öd’ü olan kutr ve zerîre.”.
1. Amber Parfümü
Macun türünden parfümlerin
başında amber parfümü yer alır. Bu parfüm çeşidi şöyle yapılıyordu: amberin en
kalitelisinden üçte biri arduvaz taşında orta biçimde dövülür, sonra küçük
hacimli, fakat ağır çeken bir kazana konurdu. Sonra üzerine gül suyu dökülerek
yumuşayıp eriyinceye kadar ateş üzerinde kaynatılırdı. Bu esnada karışım bir
kaşıkla hiç ara vermeden karıştırılırdı. Arkasından amber miktarınca öd konulur
ve her ikisi birlikte karıştırılırdı. Sonra arduvaz taşı ısıtılır ve elde
edilen bileşim, üzerinde iyice ezdirilirdi. Son olarak da karma edilmiş misk'in
üçte biri, hazırlanan bileşime eklenirdi. Bu yöntemle elde edilen amber
parfümünde kullanılan hammaddelerin eşit miktarda olmasından dolayı, ona
“müselles” yani üçgen adı veriliyordu.
Ortaçağda amber parfümünün
yapımında, yukarıda belirtmeye çalıştığımız yöntemlerden farklı yöntemler de
kullanılıyordu. Hazırlanan amber parfümü bazen bir kağıt üzerine konarak cebe
ve koltuk altına yerleştirilirdi.
2. Gâliye Parfümü
Ortaçağda gavâlî (tekili
gâliye’dir, bu kelime Arapça'da pahalı demektir) olarak adlandırılan parfümler
varlıklı insanların yaygın olarak kullandıkları ve önemli günlerde birbirlerine
hediye ettikleri parfümlerin başında yer almaktaydı. Anlatılanlara göre, bir
defasında, Hz. Ca’fer’in oğlu Abdullah, Emevî hükümdarı Muaviye’ye, içinde
parfüm bulunan bir şişe hediye etmiş, fiyatı ile ilgili sorulan bir soru
üzerine, o da çok yüksek bir parayla satın alındığını söylemiştir. Bunu duyan
Muaviye, “bu gâliye’dir’' yani çok pahalı bir şeydir söylemiştir. İşte o günden
beri bu parfüm türüne gâliye adı verilmiştir.
Ortaçağda sunî galiye türü
de dahil bu parfümün, karma galiye, misk gâliyesi, bân gâliyesi, az masraflı
kadın gâliyesi adlarında beş çeşidi yapılıyordu. Bu çeşitler arasında karma
gâliye ilk sırada yer alıyordu. Abbasî halifeleri için yapılan bir gâliye
türünün 100 miskal amber’le 100 miskal miskin birbirine karıştırılarak
hazırlandığı anlatılır.
Ortaçağda
masrafsız bir gâliye türü de şöyle yapılmaktaydı: 2 miskal sümbül, 2 miskal öd
ayrı ayrı öğütüldükten sonra, sık dokulu bir bez parçasında elenmiş ve cam
kavanozda zambak suyu ile ıslatılmış 2 miskal karanfil (eğer zambak suyunun
bulunması mümkün değilse, eski şarap kullanılabilir), 2 miskal tuz haline
getirilmiş misk ve birazcık turunç, elma ve hoş kokulu ayva kavutları ezilip
elenirdi. Sonra
bu nesneler, bir yerde birbirine karıştırılarak hamur haline getirilir ve bir
kumaş içine konurdu. Sonra bu kumaş, keklik otu, merzengûş ve nergis çiçeği ile
kapatılırdı. Mayalanması için, bir süre öylece bırakılırdı. Sonra arduvaz
taşında reyhanla ezdirilir ve kuruması için rüzgâr önüne konulurdu. Arkasından,
sık dokunmuş bir bez parçasında elenerek üstü süzülmüş zambak yağıyla
kapatılırdı. Uç defa öd ve kâfur dumanıyla tütsülendikten sonra, amber ve
kâfurla hazırlanırdı. Bu karışıma, bir ölçek bân yağı da eklendikten sonra, çok
güzel, temiz ve son derece hoş kokulu bir kadın parfümü elde edilirdi.
3. Nidd Parfümü
Ortaçağda nidd denilen
parfümler de insanlar tarafından yaygın olarak kullanılıyordu. Bu parfümün üç
çeşidi vardı. Birincisi; müselles (üçgen) olarak adlandırılır ve nidd
çeşitlerinin en kalitelisi, koku bakımından en güçlüsü olarak kabul edilirdi. Bu parfüm, 1 ölçek güzel kokulu amber, 1 ölçek hoş
kokulu Hindistan öd’ü ve 1 ölçek kaliteli misk birbirine karıştırılarak
yapılıyordu. İkincisi daha düşük kalitede olup, 10 miskal güzel kokulu ham
amber, 10 miskal kaliteli bekletilmiş nidd ve 20 miskal iyi öd birbirine
karıştırılmak suretiyle imal edilmekteydi. Üçüncüsü ise, İkinciden daha düşük
kalitede idi ve 10 miskal ham amber, 10 miskal bekletilmiş nidd, 30 miskal öd
ve istenilen miktarda misk konularak üretiliyordu.
Ortaçağda insanların maddi
durumlarına ve mevsimlere göre nidd parfümleri üretiliyordu, örneğin
hükümdarlar taralından büyük rağbet gören en kaliteli nidd çeşitlerinden biri
şöyle üretiliyordu: 5 miskal erimiş amber, 7 miskal öd alınarak her birinin
üzerine bir ölçek ayva eklenirdi. Sonra bu bileşim üzerine, dört ölçek kömür
eklenerek arduvaz taşında ezilerek yumuşatılırdı. Sonra bileşim üzerine, yarım
ölçek misk bileşimi veya daha azı eklenerek tekrar arduvaz taşında ezdirilirdi.
Sonra bu bileşimden tütsüler yapılıp yakılırdı.
4. Müsellesât
(Üçgenler) Denilen Parfümler
Ortaçağda insanlar
tarafından kullanılan macun türünden parfümlerden biri de “müsellesât” yani
üçgenler olarak adlandırılıyordu. Bu çeşit parfüm şöyle yapılıyordu: Bir okka
buğday taneleri gibi öğütülerek elenmiş Hindistan öd’ü, bir okka adı geçen öd
gibi öğütülmüş mor amber, bir okka kamçu nevinden misk birbirine karıştırılarak
bir sandıkta korunurdu. Kullanma esnasında karışım, hoş kokulu gül suyu ile
ıslatılır ve bir kumaşa sarılırdı. Sonra hazırlanan bileşimin bir miktarı,
temiz bir kaşıkla alınarak ılımlı bir ateş üzerine konurdu. Bu yöntemle yapılan
parfüm, son derece iyi ve keskin kokulu olurdu. Şayet parfümü daha da
güçlendirmek maksadıyla kâfur ve safran katmak istenirse, ona, bir okka
ufaltılmış Hindistan öd’ü konulurdu. Sonra onun üzerine yarım miskal kılları
kesilmiş safran, dört ölçek rübâhî türünden kâfur, gül suyu ile ateşte
yumuşatılarak kullanılırdı. Eğer bu parfümün az masraflı olması istenirse, bir
okka Hindistan öd’ü, dört miskal misk, dört miskal amber karıştırılarak
kullanılırdı.
5. Macun Türünden
Diğer Parfümler
Ortaçağda Ma’mûdiye,
Nisâiyyât (Kadınlar için yapılan parfümler), Bermekiyyât (Abbasî veziri Yahya
b. Bermek adına yapılan parfümler), tütsüler, Tatriye, Mücemmirât (Hurma
ağacının başında bulunan ve beyaz renkli bir nesneden çıkarılan bir çeşit
yağdır), Lahlaha, Halûk ve Zerîre türünden macun parfümler de insanlar
tarafından büyük rağbet görüyor ve yaygın biçimde kullanılıyordu. Hele sonuncu
parfümün birçok çeşidi vardı. Bunlardan bazılarının adları şöyledir: Hindistan
ve Kirman zerîresi, Kusbe, Nesrîn zerîresi, Turunç zerîresi, Lüfâhiye zerîresi,
Sandal zerîresi, Karma zerîre, Od zerîresi ve Abir olarak adlandırılan Misk
zerîresi.
6. Mesûhat Denilen
Masaj Merhem ve Yağları
Ortaçağda macun türünden
parfümlerin önemli bir bölümünü de “mesûhât” olarak adlandırılan çeşitli masaj
merhem ve yağları oluşturuyordu. Bu tür merhem ve yağların kaliteli mesûha,
Üşnân mesûhası ve Isfabedî mesûhası adlarında üç çeşidi vardı. Eğer üşnan darı
kabuğundan yapılırsa, buna “Isfahbedî” denilirdi. Bu mesûha şöyle yapılıyordu.
Kabuğu alınmış darı tertemiz yıkanır ve elma suyu ile safran suyunda
ıslatılırdı. Geceli gündüzlü bir gün boyunca, temiz bir soy üzerine yayılır ve
öylece kurutulurdu. Öğütülmüş ve aynı şekilde yaş olarak kalburdan geçirilmiş
öd ve kâfurla daha önce olduğu gibi, buhurlandırılırdı. Buhur doyuma
ulaştığında, ya safran ya da elma suyu ile ıslatılırdı. Buhur yeterli
geldiğinde, kebâbe (kuyruklu biber), kakule, kına ağacı, ceviz ve hoş kokulu
ceviz kabuğu, ihtiyaç oranında karanfil ve sümbül hazırlanırdı. Daha açık bir
deyişle, beş ölçek sandal, bir parça kakule, bir parça kına ağacı, bir parça
karanfil, üç parça hoş kokulu ceviz kabuğu ve bir parça kuyruklu biber alınarak
ayrı ayrı öğütülüp elendikten sonra karıştırılırdı. Sonra, karışımın her
okkası, üç dirhem amberle buhurlamrdı. Sonra bu karışım üzerine, zambak ve
kâfurla öğütülmüş az miktarda maya atılır ve hamamlarda masaj yağı olarak
kullanılırdı.
A. Su Türünden Parfümler
Ortaçağda İslam ülkeleri,
parfümcülüğün önemli bir bölümünü oluşturan gül, çiçek ve çeşitli bitki ve
meyvelerden çıkarılan sıvı türünden parfümlerle şöhret kazanmışlardı. İran ve
Suriye, Anadolu, Mısır ve Yemen’de bol miktarda gül, menekşe, nilüfer, hilâf,
nergis, mensûr (Hiyri), yasemin, turuncân, merzengûş, keklik otu, nesrin,
kaysûm (servi otu, kara pelin otu, civanperçemi), hurma çiçeği, safran, kâride,
zambak, mersin ve bâdernek yetiştirilmekteydi.
İran’da Firuzâbad ve Kuvâr
ve el-Cezîre bölgesinde Nusaybin şehirleri gül suyu üretiminde büyük ün
salmışlardı. Hele ilk iki şehirde üretilen gül suyu dünyaca tanınıyordu ve
buralardan şişeler içinde deniz yolu ile Hüzistan, Horasan, Hindistan, Çin,
Anadolu, Hicâz, Yemen, Suriye, Mısır, Mağrip (Fas), Endülüs ve Avrupa
ülkelerine ihraç edilmekteydi. Firuzâbad şehri, ayrıca hurma çiçeği suyu, portakal
çiçeği suyu, misk karıştırılmış söğüt suyu ve safran suyu ihraç ederdi. Sıvı
parfümlerden kâfûr suyu ise Hindistan’dan, Yemen dolaylarından ve Siraftan
getiriliyordu. Aslında bu güzel kokulu parfüm, çam ağacının
dalına benzeyen bir daldan
elde ediliyordu, kaynağından alındıktan sonra ateşe konuluyor ve bu esnada
içinden kâfur kokusunu andıran katran gibi bir madde çıkıyordu. Ortaçağda kâfur
suyunun en kalitelisi ise, suyu keskin, rengi siyah, ağırlık bakımından
nispeten hafif ve güçlü bir kokuya sahip olanıydı. Bu güzel kokulu sıvı parfüm,
bir kaba boşaltıldığı zaman, hemen köpürür ve 1 dirheminden 60 dirhem beyaz
lahlaha dışarı çıkıverirdi. Bu özelliklere sahip olan bir kâfur suyu,
parfümcülük sektöründe çalışanlarca çok kaliteli bir parfüm olarak kabul
edilmekteydi.
B. Yağ Türünden Parfümler
Ortaçağda yağ türünden sıvı
parfümlerin üretildiği en önemli merkez İran’ın Şapur şehriydi. Hatta bir İran
atasözünde şöyle denilir: “Kim Şapur şehrine girerse, oradan ayrıldığı ana
kadar güzel ve nefis kokular koklar.” Bu şehirde menekşe, nilüfer, nergis,
kâride, zambak, zambak leylâğı, mersin ağacı çiçeği, merzengûş, bâdernek ve
turunç olmak üzere 10 çeşit yağ türünden hoş kokulu parfüm üretilmekteydi.
Anlatılanlara göre Irak’ın Kufe şehrine karanfil parfümü endüstrisini
getirenler de Şapurlu İranlılar olmuştur. İran’ın diğer şehri Firuzâbad’da
söğüt yağından bir çeşit kaliteli parfüm de yapılıyordu, fakat yine de bu
parfüm, Merağa’da üretilen söğüt yağı parfümünden daha kaliteli değildi. Zira
sonuncuda yapılan parfümün, İslam dünyasının hiçbir yerinde eşine rastlamak
mümkün değildi. M. XI. yüzyılda İran’da üretilen söğüt yağı parfümünün 1
menn’ni (3,3 kg) yaklaşık 10 dinara satılıyordu. İran’ın Şirâz şehri ise, gül,
menekşe, nilüfer ve yasemin yağı parfümlerini üretmekle ün kazanmıştı.
İran’ın parfümcülük
alanındaki şöhreti, bütün İslam dünyasının ilgisini çekiyordu ve birçok ülkede
aynı parfümleri yapmak maksadıyla sıkı çalışmalar yapılıyordu. Bu çalışmalar
sonucunda,
Iraklı parfümcüler, Kufe’de
yağ türünden yeni bir parfüm üretmeyi başardılar. Onlar bununla da kalmayarak
“hiyri” olarak adlandırılan bu yeni parfümle birlikte, İran’da üretilen menekşe
parfümünün taklidini de büyük bir maharetle gerçekleştirdiler. Anlatılanlara
göre, ortaçağ da Kufe, bu iki parfümün üretiminde Şapur şehrini bile geride
bırakmıştı.
Parfümlerin en güzeli olan
ve “geceleri koku yayan gül” anlamına gelen hiyri parfümünün üretimine gelince,
şu işlem uygulanıyordu: Susam yağı hiyri yaprağıyla reçel haline getirilirdi.
Sonra bu karışım, amber’le yoğrulmuş kokulu helva ve gül suyu ile yıkanır,
kuruması için, yeni bir bez parçasının üzerine serilirdi. Bu işlem dışında
bileşim bir gece boyunca kızıl seksek ağacı üzerine serilirdi. Gündüzleri ise,
sabahtan yatsıya kadar temiz bir kaba konularak üstü iyice kapatılırdı. İkinci
gece hiyri denilen bu bileşim, hava alan bir yere konur ve renginin değişmesi
için bu işlem elli gün devam ederdi. Bu esnada soğan ve sarmısak yenildiği
günlerde çok dikkat edilirdi. Hatta bu yağı kullananlar, kendilerini temiz
tutmak zorundaydılar. Yağın çıkarılacağı zaman, arduvaz temizlenir ve tokmakla
iyice ezilirdi. Sonra yağın çıkması için, üzerine sıcak su dökerek yoğrulur,
eriyince de camdan yapılmış bir kaba konur ve kabın ağzı sıkıca kapatılırdı.
Tortuların alt kısımlara inmesi için de bir ay boyunca bekletilirdi.
Abbasî dönemi vezirlerinden
Yahya b. Bermek ise, hiyri parfümünü şu yöntemle yapıyordu: Yarım miskal misk,
bir dânek mor amber ve aynı ölçüde Gâliye, Şâhiriye (bir koku çeşididir) ve
Maktûme’yi (saç boyamada ve yazı mürekkebi yapmada kullanılan bir bitki
türüdür) birbirine karıştırarak elde edilen sıvıyı bir cam kavanozda muhafaza
ederdi.
Sonuç
Ortaçağ İslam dünyasında
inanç, kültür, sağlık ve hammaddelerin bol miktarda bulunması gibi önemli
faktörlerden dolayı, parfümcülük büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Bu geniş
coğrafyada yer alan hemen bütün ülkelerde, parfümcülük dalında üretilen
parfümler için hammaddeler bulunmaktaydı. Yemen’in amber’i, zaruv’u ve
lebeni’si; Hindistan’ın misk’i, öd’ü, sümbül’ü, karanfil’i ve kâfuru; İran’ın
safran’ı, gül’ü ve çeşitli çiçekleri, bugünkü Doğu Türkistan’ın zebâd’ı ve
sandal’ı; Sicilya adasının lâden’i ve Arap yarımadası’nın bân’ı, güzel kokulu
baharat’ı ve şifalı bitkileri çok meşhurdu. Bu hammaddelerin büyük bir bölümü,
herhangi bir işleme tâbi tutulmadan insanlar tarafından parfüm ve ilâç olarak
kullanılıyordu. Aynı zamanda bunlardan birkaçını, bazı işlemlerden sonra
birbirine karıştırmak suretiyle parfümler üretilmekteydi. Ayrıca İslam
dünyasının çeşitli bölgelerinde, Müslümanlar tarafından kullanılan veya hediye
edilen büyük miktardaki parfümler göz önünde bulundurulursa, bu endüstri
kolundaki atölye ve imalathanelerin yüksek kapasitede çalıştıklarını, çok
sayıda işçi çalıştırdıklarını ve bu atölye sahiplerinin tatminkâr oranda kazanç
elde ettiklerini tahmin etmek mümkündür. Unutulmamalıdır ki, İslam dünyasının
parfümlere olan aşırı tutkusu, zaman zaman korkunç boyutlara varan aşırı
tüketimi de beraberinde getiriyor ve sonuçta da bu lüks ürünün büyük miktarda
üretilmesini sağlıyordu.
Kaynaklar
Ahmed b. Hanbel, Müsnedu
Ahmed b. Hanbel, İstanbul, 1992.
Bakır, Abdulhalik, Ortaçağ
İslam Dünyasında Taş ve Toprak Mamulleri Sanayi, Ankara, 2001.
Bakır, Abdulhalik, Ortaçağ
İslam Dünyasında Madencilik ve Maden Sanayi, Ankara, 2002.
Câhız, Ebu Osman Amr b.
Bahr, el-Beyân ve’t-Tebyîn, (Thk. Haşan es-Sendûbî), Beyrut, 1993.
Câhız, Ebu Osman Amr b.
Bahr, et-Tabassur bi’t-Ticâre, (Thk. Haşan Hüsni Abdulvehhab), Beyrut, 1983.
Dımaşkî, Ebu’l-Fadl Ca’fer
b. Ali, el-İşâre ilâ Mahâsini’t-Ticâre, (Thk. el-Beşrî eş-Şorbecî),
İskenderiye, 1977.
Ebu Davud, Süleyman b.
el-Eş’as es-Sicistanî el-Ezdî, Sünen Ebu Davud, İstanbul, 1992.
Hitti, Philip K., Siyasî ve
Kültürel İslam Tarihi, (Çev. Salih Tuğ), İstanbul, 1983.
İbn Batuta, Şerefuddin Ebu
Abdullah Muhammed b. Abdillah et-Tancî, Rihletü İbn Batuta, Mısır, 1938.
İbn Havkal, Ebu’l-Kâsım
Muhammed el-Havkalî el-Bağdadî, Suretu’l-Arz, Leiden, 1967.
İbn Hurdazbih, Ebu’l-Kâsım
Ubeydullah b. Abdullah, el-Mesâlik ve’ l-Memâlik, Bağdat, (Trz.).
İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr,
Beyrut, (Trz.).
İbn Sina, Ebu Ali el-Hüseyn
b. Ali, el-Kânun fi’t-Tıb, Beyrut, (Trz.).
İbnu’l-Fakîh, Ebu Bekr
Ahmed b. Muhammed b. el-Hemezânî, Muhtasaru Kitabi’l-Büldân, Leiden, 1967.
İbnu’l-Mucâvir, Cemaleddin Ebu’l-Feth Yusuf b. Ya’kub b. Muhammed, Sıfatu
Bilâdi’l-Yemen el-Müsemmâ bi Tarihi’l- Müstabsir, Leiden, 1951.
İbnu’s-Sâ’î, Tâcuddin Ebu
Talib Ali b. Evceb el-Hâzin el-Bağdadî, Nisâ’u’l-Hulefâ Mine’l-Harâiri
ve’l-İmâ’, (Thk. Mustafa Cevâd), Kahire, 1993.
İbnu’l-Uhuvve, Muhammed b.
Muhammed b. Ahmed el-Kraşî, Ma'âl'ımu'l-Kurbe fi Talebi’l-Hisbe, Cambridge,
1937. İbşihî, Şihâbuddin Ahmed, el-Müstatraf min Külli Fennin Müstazraf, (Thk.
Müfid Muhammed Kamiha), Beyrut, 1986. İdrisî, Ebu Abdullah eş-Şerif, Nüzhetü’
l-Muştâk fi İhtirâki’l-Afâk, Kahire, 1994.
İsfahanî, Mufaddal b. Sa’d
b. el-Hüseyn el-Mâferruhî, Mahâsinu İsfahan, Tahran, 1933.
İstahrî, Ebu İshak İbrahim
b. Muhammed el-Fârisî, el-Mesâlik ve’l-Memâlik, Leiden, 1927.
Kalkaşandî, Ebu’l-Abbas
Ahmed b. Ali b. Ahmed b. Abdullah, Sunhu’l-A’şâ fi Sınâ’ati’l-İnjâ, Beirut,
1987.
Kalkaşandî, Ebu’l-Abbas
Ahmed b. Ali b. Ahmed b. Abdullah, Sunhu’l-A’şâ fi Sınâ’ati’l-İnşâ, Beyrut,
1987.
Kâşânî, Ebu’l-Kâsım
Abdullah, Arâyisu’l-Cevâhir ve Nefâyisu’l- Atâyib, Tahran, 1345.
Kazvinî, Zekeriya b. Muhammed
b. Mahmud, Acâibu’l-Mahlûkât ve Garâibu’l-Mevcûdât, Beyrut, (Trz.).
Kazvinî, Zekeriya b.
Muhammed b. Mahmud, Asâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd, Beyrut, (Trz.).
Kettânî, Abdulhayy,
et-Terâtibu’l-İdâriyye, (Çev. Ahmet Özel), İstanbul, 1991.
Komisyon, Büyük Larousse
Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1986.
Makdisî, Şemseddin Ebu
Abdullah b. Ahmed b. Ebî Bekr el-Beşşârî, Ahsenu’t-Takâsim fi
Ma’rifeti’l-Akâlim, Leiden, 1904.
Mazaherî, Ali, Ortaçağda
Müslümanların Yaşayışları, (Çev. Bahriye Üçok), İstanbul, 1972.
Mesudî, Ebu’l-Hasan Ali b.
el-Hüseyn b. Ali, Mürûcu’z-Zeheb ve Ma’dini’l-Cevher, (Thk. Kâsım e-Şemmâ’î
er-Rifâ’î), Beyrut, 1989-
Metz, Adem, el-Hadâretu’
l-İslâmiyye fi’l-Karni’r-Râbi’ el-Hicri, (Arp. Trc. M. Ebu Ride), Beyrut, 1967.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim
b. el-Haccâ el-Kuşeyrî en-Nisâburî, Sahihu Müslim, İstanbul, 1992.
Nesâ’î, Ebu Abdurrahman
Ahmed b. Şu’ayb, Sünenü’n-Nesâ'î, İstanbul, 1992.
Ömerî, Şihabuddin
Ebu’l-Abbas Ahmed b. Yahya, Mesâliku’l-Absâr fi Memâliki’l-Amsâr, (Thk.
Dorotthea Krawulsky), Beyrut, 1986.
Strange, Guy Le,
Buldânu’l-Hilâfeti’ş-Şarkiyye (Arp. Trc. Beşir Fransis-Gorgis Avvad), Beyrut,
1985.
Suyutî, Celaleddin
Ebu’l-fadl Abdurrahman b. Ebî Bekr, el-Müstazraf min Ahbâri’l-Cevâri, Kahire,
(Trz.).
Şeyzerî, Abdurrahman b.
Nasır b. Abdullah, Nihâyetü’r-Rütbe fi Talebi’l-Hisbe (Haz. Abdullah Tunca),
İstanbul, 1993. Taberî, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerîr b. Rüstem, Tarihu’l-Ümem
ve’l-Mülûk, Kahire, 1939.
Tirmizî, Ebu İsa Muhammed
b. İsa, Sünenü’t-Tirmizî, İstanbul, 1992.
Ya’kubî, Ahmd b. Ebî Ya’kub
b. Ca’fer b. Vehb b. Vâzih el-Kâtibu’l-Ahbârî, Kitâbu’l-Büldân, Leiden, 1892.
Zeydan, Corci,
Tarihu’t-Temeddüni’l-lslami, Beyrut, 1967.
Sh:41-54
Damıtma (destilasyon)
sözcüğü, Latince "destillare"den (“dışarıya damla damla akıtmak”)
türetilmiştir. Bu terim, yoğunlaştırıcıdan (kondensatör) damıtma ürününün
(damıntı, destilat) damla damla akmasını, yani damıtmanın son basamağını
niteler. Damıtmaya ilişkin ilk değinmelerden birine, Romalı yazar Yaşlı
Plinius'ta (MS 23-79) rastlanır. Naturalis bistoria (Doğa Araştırmaları) adlı
yapıtında, ilkel biçimdeki bir damıtma yardımıyla sedir ağacı odunundan eterik
yağ eldesini betimlemiştir. Bunda, sedir ağacı reçinesi su içinde pişiriliyor,
yükselen buharlar, bunun üzerine yerleştirilmiş bulunan koyun yününden yumaklar
tarafından yakalanarak yoğunlaştırılıyor ve en sonunda da yoğunlaşma ürünü,
yumakların sıkılmasıyla ele geçiriliyordu.
Antikçağ'ın yüksek
kültürleri olan Yunanlılar ve Romalılar, daha eski kültürlerin simya
bilgilerini ve ekstraksiyon gibi kimya teknik ve yöntemlerini devraldılarsa da
bunlara kayda değer bir gelişme katmadılar. Roma İmparatorluğu'nun 476'da
yıkılmasıyla Avrupa'da parfüm kullanımı gerilerken Araplar arasında gelişmiş ve
dünyanın parfüm merkezi el değiştirmiştir.
Ptolemeler dönemi
Mısır’ında yaşamış olan kadın simyacı Kleopatra (MÖ 50’ler), damıtma konusunda
“dibikos” adlı aygıtı geliştirmiş olup iki kollu bu düzenekte iki farklı ayrım
(fraksiyon) toplanabilmekteydi (Şekil 1). Eski Mısırlı Yahudi kadın simyacı
Maria (MS 1. yüzyıl) ise hünerli bir deneyci olup çeşitli türlerde fırınlar,
ısıtma ve damıtma düzenekleri geliştirmiştir. Onun “Maria fırını” adıyla da
anılan bir süblimleştirme düzeneğini (“kerotakis”), çağdaş pratikte onun adıyla
anılan ve benmari [Fra. “bain-marie": “Maria banyosu ”] diye bilinen su
banyosunu, ayrıca da sıvıların damıtılarak üç ayrı fraksiyon toplanabilmesi
için “tribikos” adı verilen bir aygıt geliştirdiği bilinmektedir. 28 ciltlik
bir simya ansiklopedisinin yazarı olan Panopolis’li Zosimos (MS 350-420),
damıtma sanatını betimleyen çalışmalarında sürekli olarak Maria’ya başvurmuş ve
yapıtlarında onun adını vermiştir. Çevre havası, nispeten küçük ısı değiş-tokuş
yüzeyi nedeniyle, yalnızca yüksek sıcaklıkta kaynayan maddelerin
yoğunlaştırılmasında uygun olduğundan, bu aygıtlarla pratikçe yalnızca yaklaşık
80°C'ın üzerinde kaynayan maddeler damıtılabiliyordu. Böylece, olasılıkla her
şeyden önce yüksek sıcaklıkta kaynayan eterik (uçucu) yağlar elde ediliyordu.
Her türlü iksir ve kimyasal
karışım elde etmede kullanılan "imbikten geçirme" yani damıtma
yöntemi, belki de Arap kimyagerlerin en önemli keşifleriydi. Arap kimyagerler
imbiği çok geliştirdiler ve bunu, çoğunlukla esans damıtmada kullandılar.
Arapların damıtma işlerinde kullandıkları cam gereçler, Suriyeli ve Mısırlı cam
ustalarının elinden çıkma, gerçek sanat eserleriydi. Cam ürünleri, Arapların
önemli dışsatım malları arasında bulunan Halep'in cam balon ve tüpleri, o dönem
laboratuarlarında en çok aranan gereçlerdi.
Arap yazarlar, Arap
kimyacıların Yunan modellerinden alınma kimya aygıtları kullandıklarından çokça
söz etmişlerdir. Bunlar arasında gül suyunun ve başkaca güzel kokuların
damıtılması için damıtma aygıtları ve damıtma fırınları ayrıntılı olarak
betimlenmiş, ayrıca Arapça metinlerde damıtma gereçlerinin resimleri ve
listeleri de verilmiştir.
İskenderiye MS 640 yılında
Arapların eline geçti ve Araplar Antikçağ'ın bilimsel mirasına büyük ilgi
gösterdiler. Özellikle Bağdat'ta Halife el-Mansur (yön. 754-775), çok sayıda
Suriyeli ve Bizanslı bilgini sarayına davet ederek antik yazmaların Arapçaya
çevrilmesini emretti. Böylece Müslümanlar İskenderiyelilerin damıtma
konusundaki bilgi ve teknikleri de devraldılar.
Arapların Yunan
simyacılardan devraldıkları damıtma aygıtlarının, özellikle soğutma düzenleri
açısından eksiklikleri vardı ve alkol gibi kaynama noktası düşük olan sıvıların
bu aletlerde damıtmayla kazanılması olanaklı değildi. Araplar kolay bozunmayan
kokulu sular üzerindeki önemli çalışmalarıyla parfümcülüğe büyük katkılarda
bulunmuşlardır. Ünlü simyacı Câbir b. Hayyan (720-813) damıtma konusunda
çalışmalar yapmış, İbn Sina (980-1037) gül ve diğer çiçeklerin üzerine sürekli
buhar yollayarak kokulu sular elde etmiştir.
Parfüm hazırlamak için
çiçek, kök, yaprak vb. hammaddeler, yıkanıp kurutulduktan sonra havanda toz
haline getirilip kaynatılmış kaynak suyu içinde bir gün boyunca bekletiliyor,
aralıklı olarak karıştırılmak suretiyle aroma maddelerinin çözeltiye önemli
oranda geçmesi sağlanıyordu. Daha sonra süzülerek katı kısımlar ayrılıyor ve
süzüntü içine sıvı yağ eklenerek yavaşça ısıtılıyordu. Bu sırada koku maddeleri
yağın içine geçiyor, üzeri kapatılıp soğutulduktan sonra üst tabaka halinde
ayrılıyordu. Buna göre bu işlemlerde birbiri ardı sıra katı-sıvı ve sıvı-sıvı
ekstraksiyonu söz konusu idi. Kokulu suların üretilmesi, merhem üretilmesine
göre çok daha fazla masraflı idi. Çünkü çoğu uçucu (eterik) yağ, suda zayıf
çözünüyor ya da hiç çözünmüyordu. Kimi durumlarda yüksekçe bir verime ulaşmak
için, süreci kırka kadar varan sayıda yinelemek gerekiyordu.
Ortaçağ Araplarında damıtma
kapları çoğunlukla camdan ya da sırlanmış çömlektendi. Araplar ilaç ve çok
beğendikleri güzel kokulu sıvılar elde etmeye yönelik olarak damıtma yoluyla
kazanılan madde türünü artırdılar. En önemli parfüm gül yağı idi ve onun
üretimi 8. yüzyılda geniş boyutlara ulaştı. Gül suyu 9- yüzyılda İran’da bir
zanaatsal uğraş içinde üretiliyordu. Ancak bunun özütlemeyle mi yoksa gerçekten
damıtma yoluyla mı üretildiği belli değildir. İlk olarak 13. yüzyılda Şamlı
Şemseddin Ebu Abdullah Muhammed el-Dimeşkî (ölm. 1327), kozmografya konulu
Nuhbet el-Dahr fî Acâib el-Barr ve’l-Bahr (Kara ve Denizin Mucizelerinden
Ölümsüz Seçme Konular) başlıklı eserinde, Şam’da gülün, portakal çiçeğinin vb.
nasıl işlendiğini gösteren aygıt resmi ile birlikte ilkel bir damıtma yöntemini
betimlemiş ve ham petrolün damıtılmasından da söz etmiştir. Bu amaçla gül
yaprakları suda yumuşatılıyor, karışım daha sonra damıtılıyordu. Çok sayıda
damıtma balonunu aynı anda ısıtabilmek için özel ocaklar inşa edildi. Şekil
3’te böyle bir ocağa ilişkin taslak çizim yer almaktadır. Burada yükselen yanma
gazları bir şömine içinden geçerken çok sayıda balonu ısıtmaktadır.
Bu kurgulamanın nedeni, o zamanlar daha büyük damıtma balonlarının henüz
üretilememesiydi. Gül yağının yanı sıra terebentin yağı da damıtmayla benzer
şekilde elde ediliyordu.
Gül yağı elde edilişine
ilişkin ilk bilgilere Ortaçağ'da Dioskorides'in (MS -20-79) yazılarında
rastlanmaktadır. Gül yağı Ortaçağ boyunca “oleum rosarum”, "okum
rosatum" gibi adlar altında kullanılmıştır. Gülün damıtılması ve damıtık
gül yağının kullanılması konusunda ilk açık bilgileri Arap tarihçisi
Abdurrahman bin Haldun (1332-1406) vermektedir. Buna göre gül suyu 8. ve 9-
yüzyıllarda Çin ve Hindistan'a dek ulaşan önemli bir ticari madde idi. O
çağlarda İran, gülsuyu üretiminde önde gidiyordu.
Arapların en önemli simya
aleti, çoğu risalede resmedilen simya ocağı "tennur"dur (Arapça’da
"at-tannur", Batı'da "athanor", Türkçede “tandır”). Diğer
bir ünlü simya aleti, damıtma balonu ile imbiğin tek parça halinde birleştirilmişi
olan ve Arapça "al-inbik"ten türetilen boynuzlu imbiktir
("al-inbik" ? “alembic" ? “ambix”).
Suriye'nin Trablusşam
kentinde doğmuş olan Şihabeddin el-Nüveyrî (1279-1332) Nihayet el- Erab fîFünun
el-Adâb (Edebî Bilgiler Konusunda İnsan Aklının Son Buluşları) adlı eserinde
taze halde kokulu olan ve damıtmaya tâbi tutulan bitkiler (gül, nilüfer, ban
ağacı, vb.), taze halde kokulu olan ve damıtılmayan bitkiler (menekşe, nergis,
yasemin, mersin ağacı, safran, reyhan, vb.), çeşitli reçineler (kâfur, mastika
çeşitleri, terebentin reçinesi, günlük, sütleğen reçinesi, sarısabır reçinesi,
mür, enginar reçinesi, kasnı, şeytantersi, kardeşkanı, asilbent, arapsakızı,
katran, zift, vb.), manna (kudret helvası) çeşitleri üzerine, ayrıca da
parfümler (misk, amber, sarısabır, hint- sümbülü, kuru karanfilden yapılanlar),
tütsüler, yağlar, sulu müstahzarlar (gül suyu, elma suyu, vb.) konusunda
bilgiler vermektedir.
Ortaçağ Batı Dünyasında Damıtma
(700-1400 Yılları Arası)
476 yılında Batı Roma
İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra Antikçağ'ın doğabilimsel bilgilerinin çok
azı Hıristiyan Batı dünyası tarafından devralındı. İskenderiyeli simyacıların
bilgilerinin Batı dünyasına aktarılması Araplarca sağlandı. Her iki kültürün
temasını kuvvetlendiren olay Haçlı Seferleri, bu aktarımın belirleyici etkeni
ise, Arapça yazmaların Latinceye çevrilmesi oldu. Arap bilgilerinin en önemli
aktarım merkezlerinden biri, Güney İtalya’da olasılıkla 9- yüzyılda Benedikten
rahipleri tarafından kurulan ve 1213 yılında üniversiteye dönüştürülen Salerno
Tıp Okulu idi.
Salerno Tıp Okulu'nun ünlü
hekimleri alkol damıtımına dört elle sarıldılar. 1160'larda ortaya çıkan
Compendium salerni'dt Salernus Aequivocus, gül suyu üretimindekine benzer
şekilde damıtma yöntemiyle “aqua ardens” (alkol) eldesinden ilk kez söz
etmiştir, askerî cerrah ve kent hekimi Hieronymus Brunschwig (1430-1512),
Almanca iki adet damıtma kitabı kaleme almıştır: Liber de arte distillandi de
simpliribus (1500; Nüw Destillierbuch ya da kısaca Kleines Destillierbuch) ve
Liber de arte distillandi de compositis (1507; Destillierbuch über die zusammen
gethane Ding ya da kısaca Gro,es Destillierbuch). İkinci kitapta damıtma
aygıtlarını, gösteren çok sayıda resim yer almakta olup kimyasal aygıt
resimlerini içeren ilk kitap ve damıtma işlemini açıklayan ilk büyük eserlerden
biridir. Aynı zamanda bitkilerin ve onların uçucu yağlarının kimyasını
betimleyen en eski eserdir. Damıtma düzeneği, kendi geleneksel biçiminde
damıtma balonu (Lat. “cucurbit"su kabağı" anlamına), damıtma külahı (“alembic”)
ve toplama kabı Çreceptaculum”) olarak üç parçadan oluşuyordu. Damıntı,
çoğunlukla yalnızca hava ile soğutuluyordu. Su ile soğutma işlemi Latin
Ortaçağı'nda keşfedilmiş olup çok ender uygulanıyordu. Simyacılar damıtma
sırasında uzun süre (birkaç gün ya da hafta) boyunca düşük sıcaklıkta ısıtma
işlemi uyguluyorlardı. Bu amaçla düşük sıcaklık banyosu olarak, uzun süre
yaklaşık 50°C’ta sabit sıcaklıkta kalan içi gübre dolu kasalar uygun
düşmekteydi.
Damıtma aygıtlarında ısıtma
işlemi çok az değişikliğe uğramış, yalnızca çeşitli sıcaklıklara ısıtma
işlemine daha fazla dikkat edilmiştir. Henüz sıcaklık ölçümü bilinmediğinden,
farklı sıcaklık düzeyleri için farklı ısıtma türleri uygulanmıştır. O dönemde
dört farklı ısıtma türü ayırt ediliyordu: En düşük, yani birinci derece ısıtma
kül banyosuyla; ikinci derece ısıtma kor halindeki odun ateşiyle; üçüncü ve
dördüncü derece ısıtmalar ise damıtma balonunun ateşle doğrudan ısıtılması ve
onun ateş şiddetinin bir körükle artırılmasıyla elde ediliyordu.
Her ne kadar Araplar pek
çok doğal ürünü damıtmışlarsa da, alkolün geç bir tarihte keşfedilmiş olması,
ilk bakışta şaşırtıcı görünmektedir.
Kur'an’da alkollü içki
kullanımı yasaklanmış olduğundan Müslümanlar, şarabın damıtılmasıyla
ilgilenmemişlerdir. Başka nedenler, alkolün 78°C olan düşük kaynama noktası ve
hammaddedeki düşük alkol içeriği (beyaz şarapta % 8, kırmızı şarapta ise % 15’e
erişen alkol içeriği) olabilir. Kolay uçucu madde, o zamana değin hava ile
soğutulan imbik içinde, ancak zayıf bir şekilde yoğuşturulabiliyordu. Durum,
özellikle damıtmanın ilk kez gerçekleştirildiği sıcak iklimli bu gibi ülkelerde
böyle idi.
Ortaçağ'da buharın
yoğunlaştırılmasında üç yeni yoğuşturma yöntemi ayırt edilir oldu:
1) “Rosenhut” (“gül şapkası”) adı verilen türde imbik, koni
şeklindeki başlık haline getirilerek büyütüldü. Soğutma yine hava ile sağlandı,
ancak daha büyük olan soğutma yüzeyi, kolay kaynayan maddelerin de
yoğunlaşmasına elverdi (Şekil 4).
2) “Mohrenkopf’ (“Mağripli kafası”) adı verilen ve yukarıdakine
göre daha geç geliştirilen düzenekte ise bir su havuzu, imbiğe bağlandı. Bunda
soğutma kesikli ya da sürekli olarak yenilenebiliyordu (Şekil 5, Şekil 6).
3) 12. yüzyılda gerçekleştirilen sistemde ise yoğuşturma,
toplama kabı ile imbik arasında uzanan boruda olmaktadır. Bu boru su dolu bir
fıçı içinden ve yatay şekilde geçmektedir (Şekil 7).
İlk iki yöntem zamanla
ortadan kalkmış ve üçüncüsü devam edegelmiştir.
1) L. Deibele, “Die Entwicklung der Destillationstechnik von
ihren Anfângen bis zum Jahre 1800”, Chm.-lng.-Tech.,
63,458- 470 (1991).
2) Z. Tez, “Başlangıcından İtibaren Damıtma Tekniğinin
Gelişimi”, Bilim Tarihi, 11, 18-26 (1992).
3) G. Hammer, Geschichte der âtherischen Öle und Terpene bis
1881 unter Berücksichtigung des industriellen Einsatzes, Institut
für Geschichte der
Naturwissenschaften, Münih (2000).
4) Z. Tez, "Sosyal ve Teknik Boyutlarıyla Antikçağ ve
Ortaçağ'da Parfüm, Krem ve Kozmetik",
IV. Türk Eczacılık Tarihi
Toplantısı Bildirileri (4-5 Haziran 1998, Marmara Üniversitesi Eczacılık
Fakültesi, İstanbul) (Ed.: E. Dölen), İstanbul, 2000, s. 423-438.
5) O. Küçüker, Tıbbi Biyologlar için Botanik Ders Kitabı, İ. Ü.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yay., İstanbul (2000).
sh: 55-65
Kaynak:
“Kutsal Dumandan Sihirli Damlaya” Parfüm, “Sacred incense to Fragrant Elixir”
Perfume Yapı Kredi Yayınları - 2188 , Yayına Hazırlayan: Şennur Şentürk-14
Nisan -30 Temmuz 2005 tarihleri arasında Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi'nde
yer alan “K utsal Dumandan, Sihirli Damlaya: Parfüm ” Sergisi dolayısıyla, Yapı
ve Kredi Bankası A.Ş. için hazırlanmıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar