Print Friendly and PDF

KUTSAL DUMANDAN, SİHİRLİ DAMLAYA PARFÜM- ‘SACRED İNCENSE TO FRAGRANT ELİXİR’ PERFUME



Hz. Ömer radiyallâhü anhın: “şayet tüccar olsaydım, kokudan başka bir şey satmazdım, ondan kâr elde etmeseydim, kokusundan yararlanırdım”, Hz. Ali kerremallâhü vechenin: “Yılda bir defada olsa, nergis kokusunu koklayın, zira insanın kalbinde öyle bir hal vardır ki, onu ancak nergis kokusu giderir”,
UYGARLIK VE PARFÜM: BİR YOLCULUĞUN TARİHÇESİ
Hzl. Aybala Yentürk
Evrim açısından insanoğlunun en eski ve en gelişmiş duyuları koku ve tat alma duyularıdır. İlk insanlar, çevresini ve diğer varlıkları tanıyabilmek ve her şeyden önemlisi hayatta kalabilmek için koku alma duyularını bugünün insanına göre daha fazla kullanmak zorundaydılar.
Parfümün tarihi, insanoğlunun ateşi keşfettiği ve bazı ağaçlar ile reçinelerin yanınca diğerlerine göre daha güzel kokular yaydıklarını ayırt edebildiği ilk günden itibaren başlamıştır. İlk kokulu merhemlerin Neolitik Çağ’da, MÖ 7000 — 4000 yılları arasında, zeytin ve susam yağı ile kokulu bitkilerin karıştırılmasından elde edildiği düşünülmektedir.
İlerleyen çağlar ve değişik uygarlıklar boyunca insanın güzel kokular ile beraberliği, kendi varlığını ve gücünü yüceltmek ve göklerdeki tanrılara ulaşabilmek ihtiyacı ile güzel kokulu maddeleri yakarak onlara armağan etmesi ile devam etti. Dini törenlerde göğe yükselen güzel kokular ile tanrılarına yakınlaşmaya, zaman zaman da tanrıların kızgınlığını yatıştırmaya çalıştılar.
Doğa, binlerce yıl boyunca baharat, çiçekler, ağaçlar ya da hayvansal maddeler yoluyla insanoğluna zengin ve geniş bir koku yelpazesi sunarken, bu güzel kokular çağlar boyunca insanoğlunun dinden tıbba, hijyenden güzelliğe uzanan yaşamının ayrılmaz bir parçası, hatta arzularının, rüyalarının ve anılarının en önemli tanıkları oldu.
Kokulu hammaddeler, uygarlıklar, devletler için bir güç ve zenginlik vesilesiydi. Kokulu hammaddelerin kaynakları, elde ediliş ve ticaret yolları ile üretim teknikleri sır gibi saklanıyordu. Güzel kokulara ulaşabilme ve ticaretinde tekel olabilme çabası insanoğlunu uzun yolculuklara, keşiflere, sonu belirsiz maceralara kadar sürükledi. Hatta zaman zaman daha ileri giderek, ticaretini yaptıkları değerli kokuların istilacıların eline geçmesini önlemek amacıyla, dünya üzerinden tamamen silmek pahasına bazı bitki türlerini yok ettiler. Fakat her şeye rağmen, çağlar boyunca uygarlıklar arasındaki kültürel ve ticari ilişkiler, kokulu maddelerin, kullanım âdetlerinin ve üretim tekniklerinin yayılmasına aracılık etti.
Beden temizliği alışkanlıklarının yaygınlaşmasından, şehirlerde kanalizasyon sistemlerinin kurulmasına dek uzanan bir dizi gelişme sonucunda, mesleklere ve kentlere ait rahatsız edici kokuların neredeyse ortadan kaybolduğu görülür. Yiyeceklerin bile kokularının algılanmasını engelleyecek şekilde ambalajlandığı günümüzün koku algısı yoksullaşmış modern insanına kıyasla insanların mesleklerinin ve toplumsal konumlarının beden kokularından anlaşılabildiği, her türlü kötü kokunun yoğun ve dolu dolu hissedildiği antik çağlarda, elbette güzel kokular da bu kötü kokuları bastıracak derecede yoğun ve güçlü olmalıydı.
Antikçağ insanı için güzel kokular öncelikle tanrısallığın imgesi idi. Sümer, Mısır, Yunan, Arap ve Roma gibi önemli uygarlıklarda parfümlerin birincil kullanım alanını dini törenler ve çeşitli tıbbi tedaviler oluşturuyordu. Kokuların zevk için bedende, yemeklerde ve mekânlarda kullanımı ise ikincil alanlardı. En önemlisi Antikçağ toplumlarında bugün bildiğimiz anlamda parfüm —yani uçucu yağ içeren alkollü çözelti- bilinmiyordu.
ESKİ MISIR
Eski ya da yeni birçok kaynakta güzel koku kullanımının ve üretiminin Eski Mısır’da başladığı kabul edilir. Mısır kral mezarlarında MÖ 5000 yıllarından daha gerilere tarihlendirilen kokulu yağ izleri, Tutankamon’un mezarında ise MÖ 14. yüzyıla ait lavanta ve akgünlük içeren kaplar bulunmuştur.
Eski Mısır’da parfüm üretimi öncelikle din ile ilintili idi. Mısır uygarlığında güzel koku tanrılara sunulan değerli bir hediye, bir yakarış idi. Rahipler her gün tanrıların heykellerini kokulu merhemlerle, tütsülerle kokulandırırlar; tanrılara sabah reçine, öğlen mür, akşam ise Kyphi sunarlardı. Binlerce yıllık uygarlıkları boyunca Mısırlılar hiçbir zaman parfümü tanrısallıktan ayrı düşünmediler. Eski Mısır’da rahipler tarafından vücudu kokulu yağlarla ovulmadan taç giyen firavun olmamıştır.
Mısır’da her türlü parfüm ve yağlar, rahipler tarafından büyük bir gizlilik içerisinde tapınaklarda üretiliyordu. Edfu Tapınağı’nda bulunan laboratuvarın duvarları sayısız parfüm reçeteleri ile doludur. Bu parfümlerden Kyphi, bilinen en eski parfüm terkiplerinden biridir. Çiçeksi ve şekerli bir koku olan Kyphi hem tütsü olarak yakılıyor, hem de ilaç olarak şaraba katılarak kullanılıyordu. Mısır’da arındırıcı ve saflaştırıcı etkisi olduğu kabul edilen tütsülerin, hastalık taşıyan kötü ruhları uzaklaştıracağına da inanılıyordu.
Kuru ve sıcak bir iklime sahip olan Mısır’da, MÖ 3000’lerden başlayarak insanların saçlarını ve tenlerini yağlar, merhemler ve parfümler ile yumuşattıkları bilinmektedir. Eski Mısır’da sabun bilinmediği için kokulu yağlar ve merhemler aynı zamanda bir temizlenme gereci olarak kullanılıyordu. Ter kokmamak ve parazitleri uzak tutmak için saçlar da dahil olmak üzere tüm vücutlarını tıraş eden Mısırlılar, akgünlük bazlı merhemlerle vücutlarım ovuyorlardı. Nefertiti, yasemin suyunda banyo yaptıktan sonra vücudu sandal, amber ve nadir çiçek ekstrelerinden oluşan yağlar ile ovulurdu. Kleopatra’nın ise kullandığı Metapion parfümü ile Jules Sezar ve Marcus Antonius’u baştan çıkardığı söylenir.
İlk zamanlarda kullanılan merhemler aşırı sıcakta, oksidasyonun da etkisi ile kısa sürede bozulmaya başlıyordu. Mısırlıların, bazı maddeler eklendiğinde merhemlerin daha uzun süre korunabildiğini ve güzel koktuğunu rastlantısal olarak keşfetmiş olabilecekleri düşünülmektedir.
Eski Mısır’da alkol ve damıtma bilinmediği için, çiçek ya da kokulu reçineler bir katı ya da sıvı yağ içerisinde uzun süre bekletilerek (maserasyon yöntemi) yağ kokulandırılıyor ve bu kokulu yağ kullanılıyordu. Parfümlerin bileşimine süsen, lotüs, zambak, portakal çiçeği, Çin sümbülü gibi sayısız çiçeğin yanı sıra mür (mürrüsafi), amber, misk, akgünlük, sedir ağacı, kakule, asilbent, kasnı otu, Çin tarçını, sedir ağacı, gibi maddeler de giriyordu.
Eski Mısır parfümcülüğünde kullanılan hammaddeleri birkaç grupta özetlemek mümkündür: Birinci grupta, hint yağı, keten yağı, marul yağı, meşe yağı, susam yağı, zeytin yağı gibi uçucu yağları absorbe etmekte kullanılan bitkisel sıvı yağlar yer alıyordu. Yağlı taneler önce kavruluyor daha sonra öğütülüyordu. Bu işlem sırasında açığa çıkan yağlar birinci kalite olarak kabul ediliyordu.
İkinci grupta hayvansal yağlar yer almaktaydı ve sığır iç yağı, güvercin de dahil olmak üzere kümes hayvanlarının yağları ve bazı balıkların yağları kullanılıyordu. Hayvansal yağlar hayvanların kesilmesinden hemen sonra yıkanarak, küçük parçalara ayrılıyor ve arka arkaya birçok kez suda ve şarapta pişiriliyordu.
Üçüncü grupta reçine ve balsamlar; dördüncü grupta gül, zambak gibi çiçekler ile tohumlar, kökler ve yapraklar yer alırken, beşinci grubu şarap, altıncı grubu renklendirici olarak kullanılan bitkisel maddeler oluşturuyordu. Eski Mısır parfümlerinin üretiminde limon, tuz ya da karbonat da kullanılan maddeler arasındaydı.
Güzel kokular ve tütsüler, Mısır’da mumyalama işlerinde de çok miktarda kullanılmaktaydı. Hatta bu amaçla kullanılacak maddeleri elde etmek için güneye, Afrika’nın içlerine askeri seferler düzenliyorlardı. Mısırlılara göre nadir aromatik maddeler tanrıların ülkesinden ya da efsanevi Pount ülkesinden ( Kızıldeniz’e kıyısı olan topraklar ) geliyordu. Koku çeşitlerinin üretiminde yerli hammaddelerin yanı sıra Arabistan, Hindistan ve Çin’den ithal edilen kokulu maddeler de kullanılıyor, Asurlular, Babilliler, Giritliler ve Perslerle ticaret yapıyorlardı. Bu ilişkiler sadece ticaretle sınırlı kalmıyor, yeni alışkanlık ve geleneklerin paylaşımına da ortam sağlıyordu.
Ruhların ölümsüzlüğüne, bedenin bir gün yeniden hayat bulacağına inanan eski Mısırlılar için mumyalama işlemi büyük önem taşıyordu. Mumyalanacak ölünün kafatası, göğüs ve karın boşlukları tamamen boşaltıldıktan sonra, ceset 70 gün boyunca ilaçlı sularda bekletilir, sonra hurma şarabından geçirilip kokular püskürtülür; karnına saf mür ve çeşitli kokular doldurulur ve sonra dikilip zamklı sargılarla sarılırdı.
Yeni imparatorluk döneminden itibaren ziyafetlerde konukların başına konmak üzere hint- sümbülü esaslı bir çeşit katı parfüm olan merhem konilerim ikram etmek âdet haline gelmişti. Ziyafet boyunca vücut sıcaklığıyla yavaş yavaş eriyen bu merhemler peruktan ve giysilerden aşağıya güzel kokular yayarak inerdi.
MÖ I. yüzyıla gelindiğinde Mısır, parfümeri alanında hâlâ önemli bir merkezdir ve Metapion gibi meşhur parfümlerini diğer ülkelere ihraç etmektedir. Binlerce yıllık geleneğe dayanan Mısır parfüm sanatı, İbranilere, Asurlulara, Babillilere, Perslere ve ardından Yunanlara geçmiştir. 
ORTADOĞU
Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki bölge olan Mezopotamya’da üç değişik toplumun (Sümerler, Babilliler ve Asurlular) oluşturduğu uygarlık, MÖ 3000 yıllarında başlar ve İsa'nın doğumuna kadar sürer. Ninova’da MÖ 7. yüzyılda kurulan ve geçmişleri MÖ 21. yüzyıla kadar uzanan kil tabletleri barındıran kütüphaneden günümüze ulaşanlarından, Sümerlerin rezene, mür, sığla yağı, styrax, gül, nane, defne gibi bitkisel ve castoreum gibi hayvansal aromatik maddeleri bildikleri ve kullandıkları anlaşılıyor. Sümerlerin gül suyu ve başka çiçek suları elde etmeyi bildiğini de aynı tabletlerden öğreniyoruz.
MÖ 7. yüzyılda Ninova ve Babil, Doğu kokularının ticaretinin ve parfüm üretiminin merkezidir. Arabistan’ın kokulu reçineleri, Çin’in kâfuru, Hindistan’ın tarçını bu bölgede kazançlı bir ticari hareketlilik yaratıyor; Baat ve Astarte, en nadir kokuların, kurban kanı kokularına karıştığı törenlerle kutsanıyordu. Bu kokulara Persepolis, Palmira ve Anadolu’nun sedir, mimoza, zambak, yasemin, gül ve safran kokulan eşlik ediyordu.
Asurlular güzel kokuları büyük miktarlarda tüketirlerdi. Nabukadnezzar’ın, karısı Amytes için yaptırdığı Babil’in asma bahçelerinde Amytes’in kokusunu çok sevdiği gül ve zambağın yanı sıra daha birçok güzel kokulu çiçek ve bitkilerin yetiştirildiği bilinmektedir ve Gılgameş, tanrıları memnun etmek için mür gibi güzel kokular yakar. Mür, özellikle Asur ve Babil tabletlerinde adı sık geçen ve diğer aromalarla birlikte hasta insanların vücudundan kötü ruhları kovmak için yaygın olarak kullanılan bir reçinedir. Asurlular kendileri çok miktarda parfüm üretmekle birlikte Arabistan’dan da azımsanmayacak miktarlarda tütsü için akgünlük ithal ediyorlardı. Safran ve tarçın ise Asurluların şölenlerinde müsrifçe kullandıkları diğer kokular arasındaydı. Herodotos, Asurluların selvi, sedir, alyasemin gibi ağaçların parçalarını belli bir kıvama gelinceye kadar suda ezerek hazırladıkları karışımı bedenlerine ve vücutlarına sürdüklerini yazmıştır.
Ortadoğu’ya MÖ 600 lerden 400’lere kadar hâkim olmuş olan antik Perslerde ise kokulu maddelerin kullanımı öncelikli olarak dinsel inançlarla ilgiliydi. Ancak Persler de Asurlular gibi zevklerine düşkündüler ve kokulu maddeleri bolca tüketiyorlardı.
Antikçağda, kokulu maddelerin anavatanı olarak bilinen Güney Arabistan, bütün ülkelerin en şanslısı kabul edilirdi. Özellikle Yunanlılar ve Romalılar bu topraklarda yetişen ürünlerle ilgili sayısız öykü ve masallar anlattılar... Öyle ki, bir yerden sonra tarih ve efsaneler iç içe geçmiştir. Herodot, Arabistan’dan söz ederken, “tütsü, mür, cassia, tarçın ve laden çıkaran tek ülke burasıdır. Mür dışında bütün bu ürünleri devşirmek için Arapiar oldukça eziyet çekerler” der.1 Strabon ise Güney Arabistan’ı güzel kokular ve ıtriyat ülkesi olarak tanıtır. Gerçekten de bu topraklar o günlerin en önemli baharat ve kokulu maddeler ülkesiydi. Ancak Eski Yunanlılar ve Romalılar, Arapların ticaretiyle uğraştıkları bütün kokulu maddelerin bizzat onların ülkelerinde üretildiğini sanıyorlardı. Bu da Arap tüccarların ticarette tekeli ellerinde bulundurmak amacıyla Hindistan ve Habeşistan gibi diğer kaynaklarını gizli tutmalarından kaynaklanmaktaydı.
Bugünkü Yemen olarak bilinen topraklarda Saba diyarının sakinleri, Ortadoğu’nun mür ve ak-günlüğünün önemli kısmını üretiyorlardı; ancak aynı zamanda, Hindistan ve Uzakdoğu’dan gelen baharat ve kokulu maddelerin ticaret yolunun da üzerindeydiler. Sandal, akgünlük, misk, reçine, kına çiçeği, yasemin, lotüs ve gül, bu diyarın insanları için öncelikle ticari ürünlerdi; geçim kaynağı ve zenginlik vesilesiydiler. Saba melikesi Belkıs’ın Hz. Süleyman’a götürdüğü hediyelerin büyük bir kısmını kokulu maddelerin oluşturmasından da anlaşılacağı gibi bu maddeler kıymetliydi. Bu ülkede kokulu maddelerin dinsel kullanımlarının yanı sıra başka alanlarda da kullanımları söz konusuydu. Hatta kokulu maddeler neredeyse antikçağ toplumlarında en fazla bu coğrafyada kullanılıyorlardı. Şüphesiz bunda en büyük etken bolluktu. Banyodan sonra vücuda kokulu merhemler sürmek, konuklar ve aile büyükleri karşılandığında başlarına veya ayaklarına kokulu sular ve yağlar dökmek âdetler arasındaydı. Kokulu maddeler aynı zamanda kadınlar tarafından güzelleşmek ve çekici olmak amacı ile kullanılıyordu. Ester, Asurlu kral Ahasureus’a sunulmadan önce on iki ay boyunca vücuduna ilk altı ay mür, ikinci altı diğer kokulu merhemler sürülmüştü. MÖ 6. yüzyılda Kudüs’te parfümcülük, daha çok kadınların icra ettiği ayrı bir meslek grubuydu.
Aynı coğrafyada yeşeren tektanrılı dinlerde de parfümün koruyucu ve günahlardan arındırıcı etkisi devam etti. Mısır’dan ayrılırken sanatını öğrendikleri aromatik bileşiklerin formüllerini de yanlarında taşıyan İsrailoğulları’nda da kokuların öncelikle dinsel amaçlı kullanımları söz konusuydu.
Tevrat’ın Çıkış bölümünde Tanrı, Hz. Musa’ya üzerinde her sabah ve akşam tütsü yakacağı akasya ağacından bir sunak yapmasını emreder. Daha sonra zeytin yağında mür, tarçın, kokulu kamış gibi maddeler ile yapılacak olan kutsal yağın ve tütsünün ayrıntılı tarifi verilmiştir. Bu yağın ve tütsünün kutsal amaçların dışında başka bir amaç için kullanılması ise kesinlikle yasaktır. Dinsel ve resmi törenlerde tütsüler kullanan İbraniler, vücutlarına kokulu merhemler de sürüyorlardı.
Kokulu maddelerin kullanımına İncil’de de rastlanır. Hz. İsa dünyaya geldiğinde, Doğunun Uç Bilge Kralı, Gaspar, Baltazar ve Melkior hediye olarak altının yanı sıra ona mür ve akgünlük sunmuşlardı. Hıristiyanlar da, tıpkı Musevilikte ya da çoktanrılı dinlerde olduğu gibi, kokulu yağları ve tütsüleri dini törenlerde, kutsal emanetlerin yağlanmasında ve mekânların kokulandırılmasında kullanıyorlardı.
ESKİ YUNAN
Yunanlılar parfümlerin tanrıların armağanı olduğuna inanırlardı. Eski Yunan parfümcülüğünde Doğu etkisi çok belirgindir. Anadolu’nun Persler tarafından istilası ve İskender’in Libya çölünden Hazar Denizi’ne dek uzanan fetihlerinin sonucunda Hindistan, Babil ve Mısır parfümcülüğü daha sonra Yunan parfümcülüğünü etkileyecek ve zenginleştirecektir. Bu dönemlerde koku tüketimi artmış, zaman içerisinde Atina’da koku satan dükkânlar çoğalmıştır. Parfümleri hem dini törenlerde, hem de gündelik yaşamın diğer alanlarında kullanan Yunanlılar, geniş bir kokulu madde çeşitliliği oluşturmuşlardır. Parfümcülük bu dönemde daha çok kadınlar tarafından icra edilen bir sanattı.
Varlıklı Atinalılar, aromatik maddeleri şölenlerde aşırı miktarlarda kullanıyorlardı. Öncelikle köleler tarafından konuklara ellerini temizlemeleri için kokulu yağlarla iyice karıştırılmış kil ikram ediliyordu. Daha sonra eller kurulanıyor ve kokulu merhemlerle ovuluyordu. Şölenlerde odalara kokulu zamklar yerleştiriliyordu.
Yunanlılarda, hem erkekler hem de kadınlar arasında, vücudun farklı yerlerine farklı kokular sürmek gibi yaygın ve ilginç bir parfüm kullanma alışkanlığı vardı. Antiphanes’in bir şiirinden, bir erkeğin ayaklarına ve bacaklarına Mısır merhemleri, boğazına ve bacaklarına hurma yağı, kollarına nane yağı, kaşlarına ve saçlarına mercanköşk, dizlerine ve boynuna ise kekik yağı sürdüğünü öğreniyoruz. Aynı biçimde kadın ve erkekler saçlarına da kokulu yağlar sürüyorlardı; yatmadan önce yataklara da güzel kokular serpilirdi.
İlk botanikçilerden olan Theophrastus’un (doğumu MÖ 370) çalışmalarından Yunan parfümleri ve üretim teknikleri konusunda önemli ve ayrıntılı bilgiler elde etmek mümkün olmaktadır.
Theophrastus’un verdiği bilgilere göre, Yunan parfümleri arasında, tıpkı Mısır parfümleri gibi değişik bileşenler kullanılarak özel olarak tasarlanan parfümler de yer almaktaydı. Üreticiler, parfümlerini katiyı katı, sıvıyı sıvı ya da en yaygın olarak katıyı sıvı ile karıştırarak üretiyor, kokunun taşınabilmesi ve uzun süre korunabilmesi için yağlar kullanıyorlardı.
Theophrastus bütün parfümlerin üretiminde baharatların kullanıldığını ve bunlardan bazılarının yağın kıvamını artırmak, bazılarının ise koku vermek amacıyla kullanıldığını anlatır. Parfüme sahip olması arzu edilen kokuyu verecek olan baharat, karışıma en son katılmalıdır. Bu nedenle miktarı az bile olsa son katılan baharat parfümün dominant kokusu olacaktır. Theophrastus ayrıca parfümlerin hazırlandığı hammaddeleri de tanımlamıştır. Parfümler çiçekler, yapraklar, sürgünler, kökler, ağaç kabukları, meyve ve zamklar gibi bitkilerin farklı bölümlerinden, hatta çoğunlukla değişik bitkilerin farklı bölümlerinin karıştırılması ile elde edilmektedir.
Yunan parfümlerinden Kypros, bergamot, nane ve kekik; Egyptian, birçok bileşenin yanı sıra tarçın ve mür; yapımı oldukça zor olan TAegaleion ise reçine, balanos yağı, Çin tarçını, tarçın ve mür içeriyordu.
Antik Yunan’da kokuların bir diğer önemli kullanım alanı dinsel törenlerdi. Bütün dini törenlerde aşırı miktarlarda kokulu madde tüketiliyor, kurbanlar akgünlük ve şarap ile birlikte yakılıyordu. Yunanlılarda ölülerin yakılması bir gelenekti. Cenazelerde ölünün akraba ve arkadaşları ölünün yakıldığı odun yığını üzerine akgünlük serper, şarap dökerlerdi. Daha sonra kemikler ve küller şarap ile yıkanır, parfümlü merhemlerle karıştırılarak dekoratif kavanozlarda saklanırdı. Bu kavanozların konduğu mezarlara ölüye saygının bir ifadesi olarak kokulu çiçek ve parfümler yerleştirilirdi.
ROMA ve BİZANS
Roma parfümcülüğü üzerinde üç unsurun etkisi olduğunu söylemek mümkündür. Bunlardan ilki Etrüsk-Latin döneminin etkileri, İkincisi ele geçirdikleri topraklardaki Yunan kültürü ve son olarak da Yakındoğu ile ilişkilerdir.
Roma İmparatorluğu nun öncesinde de Roma’ya MÖ 675-475 yılları arasında hâkim olan Etrüskler’de parfümlerin ve kokulu maddelerin yoğun olarak kullanıldığına dair veriler bulunmaktadır.
Doğu bilgisi ile şekillenmiş Yunan parfümcülük sanatının Romalılara geçmesi, Yunan topraklarının Roma İmparatorluğu’na katılması ile gerçekleşmiştir. Kokulu maddeler, Yunanlılarda olduğu gibi dinsel gerekçelerle, soyluların ölü yakma ve cenaze törenlerinde kullanılmaya başlamış, kokulu maddelerin parfüm olarak gündelik yaşamda kullanımı daha sonra gelişmiştir. Neron’un karısı Poppea’nın cenaze töreninde Arabistan’ın on yılda üreteceği miktardan fazla akgünlük kullandığı ve cenazede yakılan tütsülerin buharının haftalarca Roma semalarını ağır bir bulut gibi kapladığı söylenir.
Roma İmparatorluğu’nda parfümler ve aromatik maddeler, uzunca bir süre, lüks ve pahalı ürünler olarak sadece mutlu azınlıklara hitap etmiştir. Plinius’un verdiği bir örneğe göre 32 cl kokulu yağın fiyatı, bir tarım işçisinin 40 günlük ücretine eşittir. Söz konusu dönemde Roma, kokulu madde ve baharatların ithalatı için inanılmaz ölçüde paralar sarf etmiştir, ta ki Anadolu, Suriye, Mısır ve Arabistan’daki kaynakların kontrolü kendi eline geçene kadar.
Roma uygarlığında parfüm düşkünlüğü inanılmaz boyutlardaydı ve neredeyse tepeden tırnağa her şey parfümlüydü. Banyolar, kıyafetler, ayakkabılar, şaraplar, hatta köpekler ve atlar bile... Romalı askerler kasklarının altına parfüm koyarak savaşa gidiyor ve Romalı ahlakçıların, imparatorluğun gücünü kaybedeceği konusunda endişe duymalarına neden oluyorlardı.
Roma’da koku kullanımını ifrat boyutuna vardıran iki imparator, kuşkusuz Caligula ve Neron’du. Caligula cinsel gücünü artırmak için kokulu sularla banyo yapıyor; bir parfüm çılgını olan Neron’un “Altın Ev” olarak bilinen sarayının tavanında, düzenlenen şölenlerde konukların başlarına çiçeklerin yağdırıldığı fildişi paneller bulunuyordu. Neron’un çevresindeki her şey parfümlü olmalıydı. Köleler hiç durmadan onu, konuklarını ve hayvanlarını kokulandırmakla görevliydiler. Sarayın her odasına, parfüm püskürtecek şekilde karmaşık gümüş borucuklar yerleştirilmişti. Şölen boyunca bu borulardan etrafa güzel kokular püskürtülüyor ve yerlere gül yaprakları döşeniyordu. Güller, zambaklar, menekşeler, nergisler, pahalı reçineler, nadir baharatlar ve amber, Neron’un imparatorluğu boyunca her gün kullanılan kokulardı.
MS 1. yüzyılda Roma’da imparatorluğun değişik bölgelerinden gelen çok sayıda ve zenginlikte parfüm çeşitleri bulunmaktaydı. Süsenli, safranlı, mercanköşklü, kınalı ve zambaklı parfümlerin yanı sıra gül parfümü en çok tercih edilendi. Gül parfümü, gülün yanı sıra safran çiçeği, kokulu kamış, tuz, şarap ve baldan üretiliyordu ve cıva sülfür nedeniyle kırmızı bir renge sahipti. Zengin kadınların kullandığı Foliatum ise ferahlatıcı ve gül kokulu bir parfümdü.
Roma’da mür, reçine, bal, sedir yağı, akgünlük ve tarçın gibi kokulu maddeler de parfüm yapımında kullanılıyordu. Üretilen parfümler alkolsüzdüler, damıtma olmadan elde ediliyorlardı ve yağ bazlıydılar. Koyu kıvamlı, keskin, bol baharatlıydılar ve bugün kullanılan kokulu maddelerden çok farklı karakterde idiler.
Roma banyolarında temizlenmek için de kokulu yağlar kullanılırdı. Banyonun sonunda masörler tarafından müşterilerin bedenleri kokulu yağlarla ovulduğu için banyoların yakınlarında kokulu yağlar satan dükkânlar açılmıştı. Romalıların en çok kullandıkları kokulu yağlar gül, biberiye, portakal çiçeği, nane, adaçayı, zambak, mür, bal, hint sümbülü, anason ve lavantadan üretiliyordu.
Roma’daki parfümler üç gruba ayrılıyordu: Katı merhemler: Hedysmata. Sıvı merhemler: Stymmata ve Toz parfümler: Diapasmata.
Katı parfümler ya da merhemler badem, gül veya ayva gibi tek bir parfümden oluşurdu. Sıvı olanlar daha çok çiçekler, baharatlar ve zamklardan üretilirdi. Sıvı parfümlerin üretiminde susam, zeytin ya da ben yağı kullanılırdı. Plinius, katı parfümlere kokuları sabitlemek için reçine ya da zamklar eklendiğini söyler. Merhemlerin kurşun kaplarda saklandığı ve eskidikçe daha güzel koktuğunu belirten Plinius, sıcağın merhemler üzerinde kötü etkisi olduğunu ve bu yüzden kokuların avuç içi yerine elin tersi üzerinde denenmesi gerektiğini belirtir.
Roma gerilerken Doğu Akdeniz, Bizans İmparatorluğu’na miras kalmıştı. Bizans İmparatorluğu kokulu maddeler bakımından Roma kadar zengin ve cömertti. Gözlemciler, Mısır’dan İstanbul’a düzenli olarak “misk, baharat ve şeker” gönderildiğini belirtirler.
Bizans döneminde İstanbul’da eczacılar, ilaç satıcıları, kökçüler ve merhemcilerin dışında, kozmetik preparatları hazırlayıp satan meslek grupları da vardı: Kokulu maddeler satanlara, Aromatarius, renkli kozmetik preparatlar, bitki usareleri ve merhemler hazırlayan ve satanlara Pigmentarius: merhemler yapıp satanlara ise Unguentarius adı verilmekteydi.
Kokulu ve boyar maddeleri satan esnaf, bugünkü Sultanahmet meydanı çevresinde bulunuyordu. Bizans döneminde, bugünkü Mısır Çarşısı’nın yerinde bulunan Makron Envalos adı verilen bir kapalıçarşı, uzak yerlere yapılan ticaretin merkeziydi; o günlerde baharat ve kokulu maddeler, en önemli ve en pahalı ticari mallar arasındaydı. 900’den hemen önce imparator 6. Leon, Konstantinapolis’in perakendeci loncaları için bir yönetmelik çıkardı; kokulu madde ticareti, yönetmelik kitabında aktarlarla ilgili bölümde yer alıyordu. Bu tüccarlar koku ve boyanın yanı sıra yiyecek, içecek, ilaç ve tütsülerde kullanılan baharatın da ticaretini yapıyorlardı.2
Özellikle Bizans İmparatoriçesi Zoe güzel kokular ile yakından ilgiliydi ve imparatoriçe (MS 1042-55) olduktan sonra bile günlerinin büyük bölümünü parfüm yapmakla geçiriyordu. Psellus’a göre yatak odasına mangallar koyarak orayı bir imalathaneye çevirmişti. Her hizmetkâra belli bir iş verilmişti. Bazıları kokuları şişeliyor, bazıları karıştırıyor ve diğerleri de damıtıyordu.^ İmparatoriçe Zoe ve kardeşi Theodora’nın döneminde kadınlar vücutlarını amber ve misk bazlı kokular ile ovuyorlardı. Soylu hanımlar sandastrum doldurulmuş küçük altın çıngıraklar taşıyorlardı. Bizans’ta aromatik pastiller ve kokulu şekerler bolca tüketilmekteydi.
ORTAÇAĞ İSLAM DÜNYASI
Araplar, İslamiyet öncesi dönemlerde de kokulu yağları, baharatı, reçineleri biliyor ve kullanıyorlardı. En önemlisi, bu alandaki ticari tekeli, yüzyıllar boyunca ellerinde tutmayı başarmışlardı. Arap tüccarlar, Güney Çin’e kadar uzanan bir coğrafya ile ticari ilişki içerisindeydiler; bu, birçok deneyimin ve alışkanlığın aktarılması için iyi bir olanaktı.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin güzel kokulara ve özellikle miske çok düşkün olması nedeniyle, İslam dini güzel kokuların kullanımını sünnet olarak kabul eder: Arap kadınları ve erkekleri özellikle misk, amber, kâfur gibi kokulara çok düşkündüler. Ortaçağ İslam dünyası parfümcülüğünde kadın ve erkekler için ayrı ayrı kokular üretmek gibi çok öncü bir tutumu izlemek oldukça şaşırtıcıdır. Bu dönemde en çok rağbet gören kokuların başında, bileşimine birçok kokulu madde giren ve her biri başlı başına birer kompozisyon olan macun kıvamındaki gâliyeler gelir. Gâliyeler, çok pahalı ve özellikle zenginlerce tercih edilen parfümlerdi. Zenginler için üretilmiş gâliye çeşitlerinin yanında, az masraflı yani ucuz olan türleri de bulunmaktaydı: bugünün modern parfümcülüğünden tanıdık gelen bu uygulamaların daha Ortaçağ’da keşfedilmiş olması dikkate değerdir. Bu dönemde macun kıvamındaki parfümlerin yanı sıra çiçeklerden ve çeşitli bitki ve meyvelerden elde edilen kokulu sular, kokulu yağlar ve tütsüler kullanılmaktadır. Bunların yanı sıra masaj yaparken kullanılan kokular ve duvarlara sürmek için üretilen kokular da mevcuttur. Bu dönemde özellikle İran, ıtriyat alanındaki en ünlü ülke konumundadır. Arabistan yarımadası ile birlikte bu bölgede parfüm kültürü, İslamiyet öncesi ve sonrası dönemler boyunca, büyük ölçüde gelişmiştir: Avrupa yaşayışı, bu ürün zenginliğine ancak 17. ve 18. yüzyıllarda ulaşacaktır.
İslamiyetin parlak döneminde Hint tıp ve eczacılık metinlerinin yanı sıra Plinius, Galenos, Dioskorides ve birçokları Arapçaya tercüme edilmişti; Mezopotamya’nın ve Mısır’ın birikimlerinin İslam dünyasına kazandırıldığı bu ortamda özellikle Bağdat ve İskenderiye’nin çekim alanına giren bilim adamlarının da katkılarıyla tıp, botanik ve eczacılıkta önemli atılımlar gerçekleşmiştir.
8. ve 9- yüzyıllar boyunca aromatik yağ ve kokuların damıtılması alanındaki deneylerde önemli ilerlemeler meydana gelmiştir. Damıtma konusunda ve uzun süre dayanabilen kokulu suların elde edilmesi yolunda önemli çalışmalar yapan Câbir ibn Hayyan (720-813), Kitab-ı Kimya el-Itr ve’l-Tas’idat (Güzel Kokunun Kimyası ve Damıtma Kitabı)’nda uçucu yağların damıtılması, ekstraksiyonu ve pomat yapılmasına ilişkin bilgilere yer veren El-Kindî (803-873) önemli isimlerdir.
11. yüzyılda İslam tıbbının büyük ismi İbni Sina (980-1037) çiçekleri su buharı ile damıtarak esans elde etme yolunda önemli gelişmeler sağladı. Çok geçmeden İslam toplumlarının önemli bir ticari metası olan gül yağı ve gül suyu üretimi geniş boyutlara ulaştı, imbikten geçirmek, yani damıtma yoluyla esans eldesi, bugün hâlâ geçerli olan bir yöntemdir.
Batı dillerinde distilasyon (damıtma) aparatını karşılayan sözcük olan alembik (al-inbîk) Arapçadan alınmıştır. Aynı biçimde alkol (al-kuhl) sözcüğü de Arapçadan alınmıştır ve göz çevresine sürülen sürme tozunu (kohl) adlandırmaktan öteye gitmeyen bir sözcüktür. Rönesansın önemli ismi, fizikçi ve simyacı Paracelsus (1493-1541) distilasyon ile yüksek konsantrasyonlarda elde edilebilen maddelere isim vermek için alkol terimini ilk kullanan ve ayrıştırdığı şarap ruhu’na bu adı takan kişi olacaktır. Ancak bu adlandırmadan daha önce Raymundus Lullus (1232-1316) ve onun izleyicileri alkol yardımıyla bitkilerin esanslarını ekstrakte etmeyi başarmışlardı.
Etil alkolü Müslümanların keşfettiği tartışmalı olsa bile, Kuran’ın alkollü içki kullanımına getirdiği yasağa karşın Ortaçağ İslam dünyasında alkollü içki üretiminin yaygın olduğu ve kimi zaman da tıbbi anlamda kullanıldığına dair bulgular mevcuttur. Müslüman hekim, eczacı ve kimyacılar pek çok şeyi damıtmışlarken şarabın damıtılmasıyla ilgilenmemiş olmaları bu yüzden pek akla yatkın gelmemektedir. Ancak alkolün 78 °C olan düşük kaynama noktası ile kolay uçabilmesi; damıtılacak hammadde olan şaraptaki düşük alkol içeriği ve o zamana dek hava ile soğutulan imbik içerisinde sıcak iklim kuşağında ancak zayıf bir biçimde yoğunlaştırılabiliyor olması ve sızdırmazlığı iyi sağlanmamış kaplarda uçucu bileşenin (burada alkolün) erken buharlaşması nedeniyle oluşan kayıplar yüzünden alkol eldesi başarılamamış olmalıdır. Bu gerekçelerle, İslam dünyasında kullanılan parfümleri daha çok macunlar, kokulu yağlar ve kokulu sular olarak kabul etmek gerekir; kokulu maddeler, alkol içinde değil, su veya bitki esaslı yağlarda çözündürülebiliyorlardı. Bu yöntemler, kokuların saklanmasını ve uzun süre dayanmasını engelliyordu; alkolde çözündürülmüş olanların aksine, aromatik bileşiklerin algılanması da yetersiz oluyordu. Çünkü aromatik bileşikler, kendilerini alkol içerisinde daha güçlü duyurabiliyorlar; bu da daha sınırlı hammadde ile daha çok miktarda parfüm imal edilebilmesine, parfümlerin ucuzlamasına ve yaygın kullanılmasına imkân sağlıyordu.
MO 1700’lerden itibaren üç bin yıl boyunca bu topraklar, Portekizliler başka yollar keşfedene kadar, kokulu maddelerin geçtiği ve ticaretin son derece yoğun olduğu yolların kesişme noktası olacaktır.
AVRUPA
Avrupa parfüm tarihinde, seferlerinden dönen Haçlıların Batıya taşıdıkları yeni alışkanlıkların önemli bir yeri vardır. Haçlılar, su ile temizlenme hazzını yeniden keşfetmelerinin yanı sıra, özellikle Fransa’da parfüm kullanımı ile ilgili yeni alışkanlıklar da kazandırdılar. Doğunun parfümlerini ve tuvalet malzemelerini Batıya taşıyan senyörler, şatolarında bizzat kendi kokulu yağ ve esanslarını hazırlıyorlardı.
Daha önce Arapların ellerinde bulunan İspanya’daki bazı bölgelerin 11. yüzyılda Hıristiyanlar tarafından ele geçirilmesinden sonra Arapça kitaplar düzenli olarak Latinceye çevrilmiş ve 12. yüzyılda Antikçağ, Arap ve diğer kültürlere ait bilgilerin bir arada eritildiği bir süreç başlamıştır.
Ortaçağ’da Avrupa’da manastırlarda da birçok bitkinin tıp ve diğer kullanım alanları üzerine çalışmalar yapılıyordu. 12. yüzyılda krallar, aristokrat ve rahipler Avrupa’da yeni şehirler kurmak, yeni ticaret yolları ve pazarlar oluşturmak için birbirleri ile yarışıyorlar ve özellikle çok kârlı olan parfüm ve kozmetik madde satışlarını artırmaya çalışıyorlardı. Her geçen gün daha zengin ve nüfuzlu hale gelerek moda ve alışkanlıkların üzerinde etkili olmaya başladılar.
Bu dönemde hem sanat, hem de el sanatlarında gelişmeler yaşandı. Parfümeri tarihinde önemli bir yeri olan dericilik öncelikle İspanya’da gelişti ve daha sonra İtalya ve Fransa’ya geçti. 12. yüzyılda parfümcülük henüz ayrı bir meslek grubu değildi. Daha çok başka meslek gruplarının icra ettiği bir yan koldu. Parfümeri alanındaki çalışmalar aynı zamanda eczacılık ile de çok bağlantılı idi.
1190 yılında kral Phillippe Auguste deri eldivenleri kokulandırmak için bir yöntem geliştiren eldivencilerin birleşerek esnaflar arasında ayrı bir sınıf oluşturmalarına ve parfüm sanatı ile ilgilenmelerine izin veren ilk yönetici oldu. Parfüm sanatı ve parfüm kültüründeki geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan Doğu uygarlıkları ile karşılaştırıldığında Avrupa parfümcülüğü, bu tarihten itibaren yeni yeni emeklemeye başlayacaktır.
Ortaçağ’da Avrupa parfümcülüğünde bir başka önemli gelişme daha gerçekleşti. 1370 yılında alkol içerisinde kokulu yağların çözülmesi ile elde edilen Eau d’Hongrie, yani Macaristan Suyu daha çok bir güzellik suyu olmakla birlikte, ilk modern parfüm olarak kabul edilir.
14. yüzyılın yaygın kullanılan parfümleri koyu kıvamlı idi ve daha çok yuvarlak ya da barillet adı verilen özel bir forma sahip silindirik kutularda saklanıyordu. Şekli ve daha çok misk ya da amber saklanması nedeniyle pomme d’amber (amber elma’sı) ve daha sonra pomander olarak adlandırılacak parfüm kapları da bu dönemde üretildi ve 14. yüzyıldan 16.yüzyıla kadar, kralların ve aristokratların en gözde mücevheri oldu.
1453’te İstanbul’un fethi ve Roma İmparatorluğu’nun sona erdiği döneme dek baharat ve kokulu maddelerin ticaret yollarının Batı dünyasındaki varış noktaları İstanbul, İskenderiye ve Venedik’ti. Bu döneme kadar doğudan gelen baharat ve kokulu maddeleri Fransa ve İngiltere’ye ulaştıran deniz ticareti Venedikli ve diğer İtalyan şehir devletlerinin elindeydi.
Venedik’te depoların aromatik maddeler ile dolu olması, eczacılık gibi kozmetik alanında çalışmaların yapılmasına elverişli bir ortam yaratmıştı. Kokulu maddeler, dinsel amaçların yanı sıra güzellik alanında da kullanılıyordu. O yıllarda Venedik, Avrupa parfümcülüğünün merkezi idi. Saçlar için menekşe, zambak, süsen ve gül kokulu pudralar; tarçınlı, kâfurlu, limonlu güzellik suları; miskli, zambaklı, amberli, portakal çiçeği kokulu sular; nefesleri güzel kokutmak için zencefil, sakız ve karanfilli ağız suları ve güzel kokulu daha birçok yağ ve pomat, Venedik parfümcülüğünün ürünleri arasında yer alıyordu. 16. yüzyılın sonunda Venedik ticaret üzerindeki egemenliğini yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Bu tarihlerden itibaren parfümcülükte Fransa ön plana geçecektir.
Vasco da Gama’nın Hindistan yolunu Portekizlilere açarak baharat ve kokulu maddelere ait ticaret tekelinin Araplar ve Venediklilerin elinden çıkmasını sağlaması ile Avrupa’da yeni bir dönem başlayacaktır. Ümit Burnu’nun etrafından dolaşan yeni yolu izleyerek doğuya doğru ilerleyen Portekizliler, geleneksel baharatı ve kokulu maddeleri yerel tüketicilerden, son derece düşük fiyatlarla satın almayı öğrendiler. Avrupa’da 17. ve 18. yüzyıllara, baharat ve kokulu madde fiyatlarının şaşırtıcı derecede düşük olması, çok çeşitli kullanıma damgasını vurdu. Bu devir, kokulu eldivenler, üzerine parfüm dökülmüş şekerlemeler, kokulu su ya da içkinin bol olduğu bir devirdi.
1500 yılında Strasbourg’da geçmişten itibaren tüm alkol ve damıtma üzerine yapılan çalışmaları içeren bir kitap yayınlandı. Kitap, her türlü damıtma aparatının çizimleri ve çiçeklerden uçucu yağ elde etme tekniklerini içeriyordu ve 16. yüzyıl boyunca genişletilerek birçok kez basıldı.
Parfümeri sanatının İtalya’dan Fransa’ya taşınmasında 1533 yılında II. Henry ile evlenerek Fransa’ya gelen Catherine de Medici’nin önemli bir etkisi olduğu söylenir. Catherine de Medici, yanında parfümcüsü Renato Bianco’yu da getirmiş ve çok geçmeden, “Rene the Florentine” olarak tanınan Renato, Paris’in en ünlü ve başarılı parfümörü olmuştur. Catherine de Medici ile gelen bir başka İtalyan olan Tomborelli’nin Grasse’a yerleşerek esanslar elde etmek üzere çiçek yetiştirmeye başlamasının, Fransız parfümcülüğüne olan katkısını da unutmamak gerekir.
16. yüzyılın ilk yarısında metinlerde o güne kadar kullanılmamış olan bir sözcüğe rastlanmaya başlandı: perfunıar (güzel koku saçmak)... Latince duman yolu ile anlamına gelen “per” ve “fumare” sözcüklerinden türetilen perfumare, parfüm sözcüğünün kökenini oluşturacaktır.
İngiltere’de parfümeri sanatına ilgi, I. Elisabeth’in döneminde artmaya başlamıştır. Bunda Oxford Kontu Edward Vere’nin kraliçeye İtalya’dan getirdiği kokulu deri eldivenler ve yeleğin büyük etkisi olduğu söylenir. Kraliçenin de teşvikiyle, soylu hanımlar bizzat kendileri pomanderlerde ya da kokulu saşelerde kullanmak üzere evlerinde çiçek yetiştiriyorlardı. Gül suyu, asilbent, amber, misk ve zibet o dönemlerde İngiltere’de en fazla tercih edilen kokulu maddeler arasındaydı.
16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da parfüm kullanımının farklı bir boyut kazanmasında kilisenin ahlaksal itirazları ile, veba ve diğer salgın hastalıklarla mücadelede devrin yanlış sağlık bilgilerinin büyük etkisi olmuştur: halka açık banyolar kapatılmıştır. Bu yüzyıllarda vücut temizliğinde suyun yeri reddedilmiş, yıkanma eylemi çeşitli sebeplerle suçlanmıştır. Bu yüzyıllarda sağlık bilimindeki yanlış kanılar doğrultusunda, yıkanırken suyun insan vücudunun içine sızdığı, dolaşımı bozup organları dayanıksız kıldığı sanılmıştır. Banyo suyunun, basıncı ve sıcaklığı ile derinin gözeneklerini açtığı, çatlaklar meydana getirdiği, bu çatlaklardan hastalık kapıldığı endişesi yaygındı. Kötü kokuları yok etmek için beden parfüm emdirilmiş bezlerle ovuluyor; silinmek, her türlü yıkanmadan üstün tutuluyordu. Bu dönemde doğal olarak örtücü ve güçlü parfümler revaçtaydı. Parfüm artık temizlenme ve kötü kokulardan arınma aracı haline gelmişti. Yıkanmayan saçları temizlemek için kokulu pudralar serpip taramak öneriliyor, pudralanmış perukalar kullanılıyordu. Elbise plileri arasına kokulu saşeler dikiliyordu.
16. yüzyılda Güney Fransa’daki Grass ve Montpellier kentleri çiçek üretimindeki zenginlikleri ve uçucu yağ üretim teknikleri konusunda özelleşmiş laboratuvarları ile parfüm üretiminin merkezi haline geldi.
Bu dönemde Avrupa'daki parfüm talebi, Dominiken rahiplerinin manastırlarda parfüm üretmeye başlamalarına da yol açmıştı. Örneğin, Fra Angelo Paladini'nin ürettiği krem ve tuvalet sirkesi, Toscana sarayındaki hanımlar tarafından özellikle aranıyordu.
Parfümlerin temizlenme amaçlı kullanımlarının yanı sıra, veba gibi salgın hastalıklara karşı koruyucu ve tedavi amaçlı kullanımı da yaygındı. Salgın hastalıklara karşı evlerde ya da hastanelerde buhurdanlar yakılıyor, salgın zamanı ağzı korumak için asilbent, günlük, sakız ve gülden yapılmış pastiller kullanılıyordu. Parfümlerin, solunan havanın bozulmasını düzelttiğine ve hastalığın bulaşıcılığını engellediğine inanılıyordu. Kötü kokan Paris sokaklarında elde kokulu çiçek buketleri ve amber toplan olmadan gezinmek mümkün değildi. Parfüm kullanımı lüks ya da moda olmaktan öte bir gereklilikti...
Paris’te ilk parfümeri evleri 1774 yılında L.T.Piver tarafından, arkasından 1775 yılında Houbigant tarafından kuruldu. Neredeyse Rusya’ya kadar tüm Avrupa saraylarının ve soylularının parfüm ihtiyacını karşılayan Houbigant müşterilerine özel karışımlar da üretiyordu. Onu, 1798 yılında kurulan bir başka parfüm evi, Lubin takip etti. Ancak, Fransız ihtilali ile parfümcüleri şanssız bir dönem bekliyordu.
Kullanılan parfüm, ihtilalciler karşısında politik tercihleri açığa vurmak için yeterli bir göstergeydi. Göğüs danteline ya da mendile zambak esansı ya da Eau de la Reine sürmek, sürgüne gönderilmek ya da giyotine meydan okumak anlamına geliyordu. Bu dönemden 20. yüzyıl başına kadar François Coty’nin parfüm kompozisyonlarına kadar geçen süreç içerisinde koku beğenileri çiçeksi ve hafif kokular yönünde bir gelişme gösterecektir. İhtilal sonrasında 19- yüzyıl boyunca değişik dönemlerde tekrar gündeme gelseler de misk ve amber gibi ağır kokular bir daha geri dönülmemek üzere terk edilecektir.
Burjuvazi, özellikle genç kızların parfüm kullanmasını ve parfümlerin tene sürülmelerini hoş karşılamamaktadır. Hoş kokular sadece mendillerde ve yelpaze, balo buketlerinin dantelleri, eldivenler gibi bazı aksesuarlarda kullanılabilir ve gül gibi bazı çiçek suları ile Eau de Cologne nun kullanılmasına izin verilir. Uzunca bir süre tedavi edici özelliğinden yararlanılan Eau de Cologne tuvalet amacıyla kullanılmaya başlandıktan sonra bir devrim yüzyılı olan 18. yüzyılda başlı başına bir çığır açar. Eau de Cologne gibi hafif ve ferahlatıcı kokular sadeliğin ve saflığın simgesi haline gelir ve burjuvazinin gözdesi olur.
Yeni dönemde, birden fazla hammadde kullanılarak hazırlanan parfümlerin kullanımı gözden düşer ve yalnızca çiçeklerden yapılan parfümlerin kullanılması uygun görülür. Doktorlar hayvansal hammaddelerden üretilen parfümleri çürümüş ve kokuşmuş maddeler olarak tanımlarlar. Psikiyatri de parfümlerin aşırı kullanımının her türlü nevrozun çıkmasına neden olduklarını iddia eder: güçlü ve sarhoş edici, sinirler üzerinde zararlı etkileri olan kokulardan uzak durmak ve masum kokular kullanmak gereklidir.
Hayvansal hammaddeler kullanılarak üretilen güçlü kokulara Directoire ve İkinci İmparatorluk dönemlerinde bir süre için de olsa geri dönülür. Aristokrasinin varlığı ve yeniden kraliyet asaletinin yaratılması parfümeriyi tekrar canlandırarak ve gündeme getirecektir. Napolyon döneminde Tuileries Sarayı 16. Louis döneminde olduğundan daha yoğun parfümlüydü. İmparatoriçe Josephine vanilya, misk, amber ve zibet gibi egzotik kokulara çok düşkündü ve Lubin ile Houbigant’ın en iyi müşterisiydi. Malmaison’daki yatak odasının 60 yıl sonra bile misk koktuğu söylenir. Fakat Napolyon’un zevkleri Josephine ile aynı değildi. O, dönemin en büyük keşfi olan Eau de Cologne'u tercih ediyor, her sabah başına ve omuzlarına bir şişe Eau de Cologne döktürüyordu. Hatta savaş sırasında zihnini açmak için sabahları bir yudum içiyordu. Ağır ve egzotik kokuların bu dönemdeki geriye dönüşleri kalıcı olmayacaktır. Romantizm ve güçlenen burjuvazi ile koku beğenisi bir daha geri dönülmemek üzere hafif ve yumuşak kokulardan yana gelişecektir.
19.       yüzyılda değişen koku zevkleri ve kimya alanında yaşanan yenilikler, modern parfümcülüğün temelini oluşturan gelişmelerdi. 1830'lardan başlayarak doğal kokular üzerinde araştırma yapan bazı kimyagerler ilk olarak, bitkilerden elde edilen uçucu yağlar içindeki maddeleri izole ettiler. Bu, koku moleküllerinin sentetik olarak üretilebilmelerini sağladı. Örneğin sitronel, palmaroza, geranium ve gül yağında bulunan geraniol’ün izole edilmesi bu çabaların ürünüdür. Geraniol, citronellol ile karıştırıldığında daha pahalı olan gül esansının yerine kullanılabiliyordu. Gelinen nokta, kimyagerleri bu esansları bitkiler yerine petrol ve kömür türevlerini kullanarak yaratmak konusunda gayretlendirdi. Bu çabalar sonucunda, örneğin gül esansının bileşeni ve bir benzen türevi olan fenil etil alkol ile yasemin kokusuna sahip toluen türevi benzen asetat’ elde etmeyi başardılar.
Böylece, görece daha ucuz bitkilerdeki uçucu yağları ya da sentetik yağları kullanarak, pahalı kokuları daha ucuza mal etmenin yolu açılmış oluyordu; bu da fiyatlara yansıyarak parfümleri dar bir zümrenin lüksü olmaktan kurtarıyordu. Bu aşamaya erişildiğinde kimyagerler, bu yöntemi her doğal esansa uygulamanın ya-rarlı olmayacağını fark ettiler: örneğin, vanilya içindeki vanilin’de olduğu gibi ayrıştırma işlemi çok pahalıya mal olmaktaydı.
Doğadaki bilinen kokuları taklit edecek moleküllerle yetinmeyen kimyagerler, o güne dek bilinmeyen ve doğada bulunmayan yepyeni kokular meydana getirerek parfüm üreticilerini daha da sevindirdiler. Bu yapay koku moleküllerinin keşfi, gerçek bir devrimdi. 20. yüzyılın başında yağ asitlerinin indirgenmesiyle aldehitler elde edildi. L.T.Pİver’nin Floramye ve Reve d’Or parfümleri ile, bugün hâlâ en çok kullanılan parfümler arasında yer alan Chanel No.5 ve Mitsouko gibi kokuların yaratılması, aldehitlerin elde edilmesi ile mümkün olabildi.
1868 yılında Perkin’in kumarin’i bulması, Houbigant tarafından Fougere Royale adlı parfümün yaratılmasını sağladı ve böylece Fougeres koku ailesi ortaya çıktı. 1889’da Guerlain tarafından geliştirilen Jiky adlı parfüm, içerdiği vanilya, kumarin ve linalol ile parfüm tarihinin en ünlü fujerlerinden olacaktır.
Kokuların sentetik olarak üretilebilmeleri ve aldehitlerin keşfi, doğada olmayan karışımları yaratabilmek üzere hayal gücünü harekete geçirecek bir ortam yaratmıştı ve böylece 19. yüzyıldan itibaren parfümerinin altın çağı başladı. 19. yüzyılda parfüm evlerine yenileri eklenmeye devam etti. Bunlardan en önemlisi 1828 yılında Paris’te Pierre François Pascal Guerlain tarafından kuruldu. Guerlain’in ürettiği Eau de Cologne Imperiale kraliçe Eugenie tarafından o kadar beğenildi ki kendisi saray parfümcüsü unvanı ile onurlandırıldı.
19- yüzyılda özellikle Fransa’da Turqueri ve Perseri gibi iki yeni kelimenin doğmasına neden olacak yoğunlukta Türk ve İran tarzı moda oldu. Balzac’ın parfümcü kahramanı Cesar Birotteau’nun da söylediği gibi “Doğu”dan başka bir şeyden bahsedilmeyen bu devirdeki modadan parfümcüler de etkilenerek parfümlerine doğu esintileri taşıyan adlar koymuşlardır. Dönemin değişken siyasal yapısı, insanların ruhunda çalkantılara neden olmuştu: bir yandan egzotik ve uzakta olana aşırı ilgi ve merak duymak şeklinde ortaya çıkan toplumdan kaçış hali, diğer yandan eski rejime karşı duyulan özlem parfümlerin adlarına yansırken, etiket tasarımlarına da esin kaynağı oldu. Parfümlerin içerikleri ne kadar sade olsa da adları bir o kadar şaşaalıydı.
1834 yılında bir başka önemli parfümcü Londra’da faaliyete geçti: Eugene Rimmel... Rimmel 1865’te parfümeri tarih yazımının bir klasiği olarak kabul edilen The Book of Perfumes kitabını yayımladı.
19.yüzyıl, bugün de üretimleri devam eden çok sayıda parfüm üreticisinin kuruluşuna tanık olmaya devam etti. 1828 yılında kurulan Guerlain firmasını 1839 yılında Pinaud, 1862’de Roger&Gallet ve 1869’da da Bourjois firması takip etti.
1855 yılında düzenlenen Paris Uluslararası Sergisi’nde parfümler hâlâ “hijyen” başlığı altında eczacılık ve kimya ürünleri ile birlikte sergilenmekteydi. Bu dönemde parfüm şişeleri sıradan ve eczacılık gibi diğer alanlarda kullanılan şişeler ile aynıydı. Şık hanımlar parfümlerini hâlâ, yanlarında taşıdıkları şık ve pahalı flakonlara doldurtuyorlardı. Parfümeri ürünleri, ilk kez 1867 yılında düzenlenen Paris Uluslararası Sergisi'nde ayrı bir başlık olarak yer aldı. 1868 yılında düzenlenen sergide, Londra ve Paris’teki parfümerinin dev isimleri Atkinson, Lubin, Chardin, Violet, Legrand, Piess ve Guerlain, Paris ve Londra parfümcülüğüne dünya çapında zafer kazandırdılar.
Bu yüzyılda yaşanan diğer sosyal ve ekonomik değişimler de parfüm endüstrisinin gelişmesine ve büyümesine ivme kazandırmıştır. Viktorya devrinin katı ahlakçı kurallarının yıkılmaya başlaması, 1880 yılında sınırlı da olsa yasal haklarım kazanmaya başlayan “yeni kadın” tipinin ortaya çıkması, orta sınıfın gelişmesi ve büyümesi ile daha önce sadece aristokrasiye özgü olan parfümler toplumun diğer kesimleri tarafından da talep edilir olmuşlardır.
19.       yüzyılda parfümeri ayrı bir sanayi kolu haline geldi: yüzyıl sonuna doğru özellikle Fransız parfüm endüstrisi, uluslararası boyutta oldukça başarılı ve prestijli bir noktaya ulaşmıştır. 1860 yılında sadece Paris’te 197 tane kayıtlı parfüm üreticisi bulunmaktaydı ve 1862 yılında Fransa’nın parfüm ihracatı 20 milyon franka ulaşmıştı. Fransız hükümeti parfümeri sanayisini bizzat destekliyordu. Avrupa’da, özellikle Fransa’daki parfümeri sanayisindeki bu büyüme ve rekabet ortamı, parfüm üreticilerini yeni pazarlar arama, mümkün olduğunca uzak bölgelere kadar satış yapma konusunda harekete geçirdi. Fransız parfümleri özellikle Kuzey ve Güney Amerika’da kendilerine büyük pazarlar bulmuşlardı. Diğer önemli iki pazar da Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu’ydu.
19- yüzyılda kimya alanındaki yeniliklere ek olarak şişe üretiminin de endüstrileşmesiyle, parfümler daha düşük fiyatlarla daha geniş kitlelere ulaşmaya başlamış, toplumun her tabakasındaki insanın günlük yaşamının bir parçası haline gelebilmişlerdir.
Yüzyıl sonlarında ilk kez bir parfümle aynı koku ve markaya sahip, pudra, tuvalet sabunu gibi diğer kozmetik ürünlerinin yer aldığı ürün hatları satışa sunulmaya başlanmıştır. 19- yüzyılın ikinci yarısında parfümlerin sunumları, artan rekabet ortamı nedeniyle, daha sofistike ve yaratıcıdır ve bu dönemden itibaren parfümler, isimleri, şişeleri, etiketleri ve kutularıyla, sanatsal tasarımların endüstriyel ürünleri olarak tüketicilerin karşısına çıkacaktır.
20. yüzyıla gelindiğinde parfüm artık, kokusunun yanı sıra şişesi, ambalajı ve reklamı ile bir bütün olarak değerlendirilen bir ürün haline gelecektir. Bu durum kısa süre içerisinde parfüm üreticilerini cam sanatının, grafik tasarım ve reklam dünyasının büyük isimleri ile birlikte çalışmaya itecektir. Sanatın endüstri ile birlikte çalışmasının en güzel örneği, cam ustası Rene Lalique ile Coty arasında gerçekleşmiştir. Lalique gibi Julien Viard ve Baccarat firması da Guerlain, Houbigant, ve Caron gibi firmalara şişe tasarlamıştır.
20.       yüzyılda parfümler içerik anlamında da gelişmeye, çeşitlenmeye devam etti. François Coty’nin 1905 yılında yarattığı “L’Origan”, doğal ve sentetik maddeler karıştırılarak üretilen ilk modern parfüm oldu. 1917 yılında satışa sunduğu Chypre ise kendi adı ile anılan koku ailesinin başlangıcı ve referans noktasıydı.
20.       yüzyıl, parfümeri sektörüne yeni bir soluğun girmesine tanıklık edecektir: modacılar... Moda evlerinin parfümeri dünyasına girmesi, parfümleri modanın bir parçası haline getirecektir. Yarattığı giysi tasarımlarının tamamlayıcısı olarak ilk kez parfüm üretmeye başlayan modacı Paul Poire dir. Büyük kızının adım verdiği Les Parfums de Rosine adı altında çok sayıda parfüme imzasını atan Poiret, bu parfümler ile giysilerinin daha yaygın tanıtımının yapılmasını hedeflemişti.
20.       yüzyıl başlarında Avrupa’ya ve özellikle Paris’e yeni bir doğu modası hâkimdir. Bunda Paris’te temsiller sergileyen Rus balesinin büyük etkisi bulunmaktaydı. Giysilerden parfümlere kadar gözlenen bu doğu esintisi, 1910’larda Orient Ekspresi’nin seferleri ile Anadolu’ya ve Ortadoğu’ya yeniden doğan ilgi ile birlikte uzun süre Avrupa’da etkili olacaktır. 1919 yılında Konya şehri, İkonia parfümünün yaratılmasında Silka firmasına esin kaynağıdır. Bu dönemde Suriye, Mısır gibi ülkelerden parfümörler Paris’e gelerek faaliyet göstermeye başlarlar. Özellikle, oyun yazarı Edmond Rostand’ın “Parfümün şairi” olarak tanımladığı Suriyeli Bichara Malhame ve Colette’in arkadaşı Henriette Gabilla oldukça başarılı ve ünlüydüler. Napolyon’un Mısır seferi ile başlayan ve 20. yüzyılda devam eden Mısır’a ve Mısır kültürüne duyulan hayranlık, Mısırlı parfüm üreticilerini de Paris’e çekti. Bunlardan Ahmet Süleyman (Ahmed Soliman) özellikle Eski Mısır motiflerini kullanarak hazırlattığı özel şişelerde satışa sunduğu parfümleri ile büyük ilgi topladı.
1920’lere 1. Dünya Savaşı’nın olumsuz etkileri ile girilmiş olsa da, bu dönemde parfümeride bir yaratıcılık patlaması oldu. Bu durum parfümeri sanayisine bir daha asla ulaşılamayacak bir zenginlik ve çeşitlilik getirdi. Özellikle Paris’te yeni modacıların yanı sıra iç çamaşır, kürk, eldiven, valiz ve ayakkabı üreticilerinin de parfüm üretimine başlaması parfümeri sanayiine inanılmaz bir ürün çeşitliliği ve zenginlik getirdi. 1921 yılında Chanel, 1922’de Boue Sœurs, 1923’de Callot Sœurs, Lanvin, Louis Boulanger, 1924’de Lelong, Martial ve Armand, Vionnet ve Worth, 1925’te Patou ve Louis Vuitton, 1928’de Elsa Schiaparelli parfüm üretmeye başladılar.
1921 yılında Ernest Beaux, Chanel için aldehitlerin ilk kez yoğun olarak kullanıldığı bir parfüm yarattı. Bu şaşkınlık verici karakterdeki, bilinen hiçbir kokuya benzemeyen, soyut ve güç anlaşılabilir parfümün adı da kendisine yaraşacak gibiydi: Chanel No.5. Karışıma, kokuları ile hâkim olan aldehitler parfümü aynı zamanda daha kalıcı hale getiriyorlardı. Aldehitleri yoğun olarak daha sonra Arpege parfümünde Lanvin kullandı.
1925 yılında Guerlain tarafından yaratılan Shalimar ise sıcak ve amberimsi bir parfümdü. Shalimar, balsamik ve vanilyalı notalar üzerine inşa edilen yeni bir koku ailesinin doğmasına yol açtı.
1930’lu yıllarda, 1920’lerin umut dolu ve kaygısız havasının yerine tüm dünyaya genel bir buhran hali hâkimdi. Tüm dünyada ve özellikle de Amerika’da yaşanan ekonomik kriz herkesi etkisi altına aldı. Bu durum özellikle lüks sunumlu ürünleri ile özelleşmiş olan Fransız parfümcülerini olumsuz etkiledi. Fransa’da Lubin, Guerlain, Bourjois, Roger&Gallet gibi belli başlı büyük ve eski parfüm üreticileri dışında sektöre yeni giren üreticiler bir bir iflas ederek pazardan çekilmeye başladılar. Geride kalanlar ise büyük buhran ile birlikte ortaya çıkan yeni gerçekler ile yüzleşmek zorunda kaldılar. Bu gerçekler pratiklik ve sadeliği gerektiriyordu. Bu dönemde doğu esintileri ve süslemelerden uzaklaşılmaya başlandı. Yaratıcıların esin kaynağı artık doğuda değil, batıda yani Amerika’daydı. Parfümler artık, pratik, basit, lineer ve daha çok makineler tarafından üretilen şişe ve ambalajlar içinde satışa sunulmaya başlandı. Parfüm ilhamını doğadan değil metropol hayallerinden ve Hollywood’un fantastik filmlerinden alıyordu. Moda yaratıcıları artık
Hollywood ve Broadway ve Amerikan moda dergileri için çalışıyorlardı. 1930’ların sonunda Amerikan parfümleri romantizmi yaşarken Paris gerçeküstücülüğe yakındı.
1936’dan 1938 yılına kadarki dönemde Paris, modacı Elsa Schiaparelli'nin yaratıcı ürünlerine sahne oldu. Jean Cocteau, Picasso ve Salvador Dali’nin yer aldığı bir arkadaş grubu ile çevrili olan Schiaparelli’nin parfümlerinin şişe tasarımları gerçeküstücü izler taşıyordu.
30’larda, 20’lerin sonunda geliştirilen deri grubu kokular kullanılmaya başlandı. Lanvin’in Scandal’ı ve Chanel’in Cuir de Russie si deri kokusu ile birlikte çiçeksi üst notalar taşıyorlardı.
1940’ların ilk yarısı, 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkımlara sahne olurken, parfüm üretimi de, tüketimi de sekteye uğramıştı. Bu yüzden Fransız parfümlerinin bir çoğunun üretimi, Amerika ve diğer ülkelerin taleplerini karşılayabilmek amacıyla, Amerika’ya kaydırılmıştı. Parfümeri sanayisi savaştan her anlamda olumsuz etkilendi. Malzeme sıkıntısı, ambalajların kalitesinde bir düşüş yaşanmasına neden oldu. Klasik cam kapakların yerini metal ya da plastik vidalı kapaklar almaya başladı. Savaşın hemen ardından gelen ekonomik sorunlar yeni bir kategori gelişmesine yol açtı ve böylece küçük ambalajlı parfümler popüler oldu.
40’lı yıllarda parfümeri sektörüne Cbristian Dior ve Ninna Ricci gibi yeni modacılar girmeye devam etti. Savaştan sonra Chypre koku ailesi 1944 yılında Rochas’ın Femme, 1947’de Carven’in Ma Griffe ve Dior’un Miss Dior parfümleri ile daha bir gelişerek zenginleşti. 1947 yılında Ninna Ricci tarafından satışa sunulan L'Air du Ternps ve Balmairiin Vent Vert parfümleri ise çiçeksi kokulara yeni bir boyut kazandırdılar.
1950’lerden itibaren parfüm üreticilerinden bazıları hâlâ kendi adları ile üretime devam ederken önemli bir kısmı büyük holdinglerin eline geçmeye başladı. Usta ve sanatçıların eksikliği ve el yapımı ürünlerin artan maliyetleri, parfüm şişe ve ambalajlarının mekanik olarak üretilmesini gerektiriyordu. Bazı firmalar ürünlerinde endüstriyel ve tek tip görüntüyü tercih ediyorlardı. Özel şişe tasarımları ancak sınırlı sayıda üretilir oldu. 50’lerde Avrupa’da savaş sonrası koşullar sürse de bu dönemde romantizm ön plandaydı.
50’lerde neredeyse modacıların tümü parfümeri dünyasına adım atmıştı ve ardı adına yeni parfümler satışa sunuluyordu. Fransız parfümerisi bu dönemde Edmond Roudniska gibi önemli parfüm yaratıcıları yetiştirdi. 50’li yıllar, çok sayıda erkek parfümünün satışa sunulmasına tanıklık ederken okyanusun diğer tarafından gelen parfümler uluslararası düzeyde yeni bir rekabet ortamı yaratmaya başlamıştı.
60’ların en önemli gelişmelerinden biri, 1966 yılında Dior için Edmond Roudniska tarafından yaratılmış olan Eau Sauvage adlı erkek parfümünün satışa sunulması oldu. Eau Savage sadeliği ve keskinliği ile döneme damgasını vurdu. Dünya çapında sayısız taklidi üretilen bu parfüm feminen, maskülen ve androjen olmak üzere sayısız “Eau”nun yaratılmasını tetiklemiştir.
Genel çizgileriyle 60’lı ve 70’li yıllarda parfümeri dünyası orijinal tasarımların yaratılmasında bir durgunluk dönemine girecektir. Lancöme’dan 0 de Lancöme ve Magie Noire, Yves Saint Laurent’dan Rive Gauche ve Opium, Revlon’dan Charli”, Lagerfeld’den Chloe, Guerlain’den Chamade, Rochas’dan Eau de Rocbas öO’lı ve 70’li yıllara damgasını vuran parfümler oldu.
Notlar:
1 Herodot Tarihi, 3: 107, Çev. Müntekim Ökmen, İstanbul, 1991, s. 176 Andrew Dalby, Bizans’ın Damak Tadı, Çev. A.Ozdamar, İstanbul, 2004, s. 35
3Tamara Talbot Rice, Bizans’ta Günlük Yaşam, Çev. Bilgi Altınok, İstanbul, Tarihsiz, s. 122
4 Dalby, s.204,205
5 Nejat Yentürk -Aybala Yentürk, “Eau de Cologne ya da Kolonya”, Collection, Sayı: 1, 2000

Kaynakça
Jean Marie Perinet, La Femme, La Beaute et L’Amour Dans L’Egypte Ancienne, Paris, 2003 Herodot Tarihi, Çev. Müntekim Ökmen, İstanbul, 1991 Kutsal Kitap, İstanbul, 2003
Annick Le Guerer, Sur Les Route de L’Encens, Paris, 2001 Annick Le Guerer, Les Pouvoirs de L'odeur, Paris, 1998
Jaques Briend, Michel Quesnel, La Vie Quotidienne aux Temps Biblique, Paris, 2001
Abdulhalik Bakır, Ortaçağ İslam Dünyasında Itriyat. Gıda, ilaç Üretimi ve Tağşişi, Ankara, 2000
Georges Vigarello, Le Propre et le Sale, L’hygiene du corps depuis le Moyen Age, Paris, 1985
Eric Pier Sperandio, L’Encens, Quebec, 2002
Fabienne Pavia, The World of Perfume, Paris, 1995
Elisabeth Barille, Catherine Laroze, The Book of Perfume, Paris, 1995
Felix Cola, Le Livre du Parfumeur, Paris, 1931
Alain Corbin, Le Miasme et La Jonquille, L’odorat et l’imaginaire social de XVIII.-XIX.siecles, Paris, 1986
Andrew Dalby, Tehlikeli Tatlar, Tarih Boyunca Baharat, İstanbul, 2004
Andrew Dalby, Bizans'ın Damak Tadı, Kokular, Şaraplar, Yemekler, İstanbul, 2004
L’Art du Parfüm, Paris, 1993
Marco Polo, Dünyanın Hikaye Edilişi, Harikalar Kitabı I, İstanbul, 2003
M en Fashion Scent, Drom, Münih, 1985
Zeki Tez, Bilimde ve Sanayide Kimya Tarihi, Ankara, 2000


Sh: 7-39
           
Aybala Yentürk
1967 yılında İzmir’de dünyaya geldi. Babasının görevi nedeniyle iki yıllık Paris yaşamı dışında İzmir’den hiç ayrılmadı. 1990 yılında Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Gıda Mühendisliği Bölümü'nden mezun oldu. 10 yıl sektörde çalıştıktan sonra, eşi Nejat Yentürk ile birlikte hayatının büyük bir bölümünü adadığı koleksiyon ve araştırmalarına daha fazla vakit ayırabilmek için 2003 yılında çalışma hayatına son verdi. Birçok TV belgesel, sergi danışmanlıklarının yanı sıra araştırmalarını değişik dergilerde yayınladı. Osmanlı kozmetolojisi, İzmir kent tarihi ve yeme içme kültürü başlıklarında koleksiyon ve araştırmaları bulunan yazar antikacılık ile uğraşıyor.

Giriş
Eskiçağda parfümcülüğün ana hammaddelerinden bir bölümünü oluşturan bitkisel hammaddelerin büyük bir bölümü, Güney Afrika, Güney Arabistan (Özellikle Yemen ve Hadremevt bölgeleri) ve Güney Hindistan’da üretiliyordu. O çağda Eski Mısır, Mezopotamya ve Eski Anadolu’da kurulan devletler ise daha çok koku tüketicisi durumundaydılar; örneğin Eski Mısırlılar tapınaklarda ve mumyalama işlerinde bol miktarda güzel kokular ve buhur tüketiyorlardı. Bu nedenle de Mısır hükümdarları sarı sakız ve çam sakızı da dahil, her çeşit kokulu sakızları ve kokulu ağaçları ele geçirmek için Güney Afrika’nın içlerine kadar askerî seferler düzenliyorlardı. Antikçağ tarihçilerinden Herodot ve Strabon Güney Arabistan’ı buhur, günlük, güzel kokular ve baharat üreten bir bölge olarak tanıtmaktadırlar. Antikçağda güney Arabistan bölgesi, parfümcülükte kullanılan ham maddelerin sadece üretimini gerçekleştirmiyor, bir de geniş çapta bunların ticaretiyle uğraşıyordu. Arap tüccarların, bu ürünlerin Habeşistan ve Hindistan'daki kaynaklarını gizli tutmaları sebebiyle veya o dönemde çeşitli ekonomik nedenlerden dolayı tekel çok sıkı tutulduğundan, Eski Yunanlılarla Romalılar, Arabistanlıların ticaretiyle uğraştıkları bütün tüketim mallarının bizzat onların ülkelerinden çıkan yerli ürün olduğunu sanıyorlardı.
A.       Ortaçağda Parfüm Kullanımı
Eskiçağda çiçek esansından parfümler bilinmiyordu; yalnız günlük, misk, sümbül esansı, mir- safî, doğudan gelen ve tütsü için kullanılan diğer kokular yaygın olarak kullanılmaktaydı. Türlü çiçeklerin esanslarını çıkartmak ve onları şişelere kapatmak ince sanatı Sasanîler zamanında Zerdüştler tarafından icat edildi. Zira Ahuramazda’ya tapmada parfümler büyük rol oynamaktaydı. Sasanî kralı II. Husrev’in (590-628) uşağı Kuş-Arzuk tarafından verilen bilgiye göre, Erken Ortaçağda kullanılan en hoş kokular şöyle sıralanır: Yasemin, İran gülü, nergis, kâfûrî, menekşe, fesleğen, Hint gülü, merzengûş. Ayrıca kral gülü, İran gülü, Semerkant fesleğeni, Taberistan ağaç kavunu çiçeği, Arnavutluk nilüferi, Hint sabrı’nın üçlü esansı, Tibet miski ve Şihr amberinden yapılan ve “göksel parfüm” olarak adlandırılan karışım da aristokrat tabakaya mensup insanlar tarafından çok aranmaktaydı. Bu çağda nergis kokusunun ilk gençliği, gülünkinin aşkı, fesleğeninkinin çocuk sevgisini, şebboyunkinin dostluğu vb. sembolize ettiğini de unutmamak gerekir.
Ortaçağda Müslümanlar kültür ve inançlarından kaynaklanan geleneksel alışkanlıkları sonucu aşırı derecede koku tüketiyorlardı. İslam öncesi dönemdeki koku tüketimi, İslam çağında daha da artarak devam etti. Bu çağda insanlar, özellikle de siyaset ve bilim adamları, edebiyatçılar, aristokrat tabakaya mensup erkek ve kadınlar ve varlıklı Gayr-ı Müslim vatandaşlar aşırı derecede koku kullanmaktaydılar. Anlatılanlara göre, Hz. Peygamber’in sahabilerinden İbn Mes’ud’un, evinden mescide gittiğini, komşuları geçmiş olduğu yola yayılan kokusundan anlarlardı. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, eskimiş öd’le kâfûr’u birbirine karıştırarak her gün tütsülenir ve şöyle derdi: ‘Allah’ın Elçisi bu şekilde tütsülenirdi.” Hz. Abbas’ın oğlu Abdullah, bütün vücudunu misk kokusu ile yağlardı ve o şekilde yoldan geçtiğinde, insanlar birbirlerine, Abdullah mı, yoksa misk kokusu mu geçti diye sorarlardı. Zeyd’in oğlu Abdullah, halûk denilen parfümü kullandıktan sonra, mecliste otururdu. Ebu’d-Duha’nın şöyle söylediği anlatılır: “Avvâm’ın oğlu Zübeyr’in kafasında öyle bol miktarda misk kokusu gördüm ki, benim olsaydı, her halde ticaret yapmak için sermayem olurdu.”.
Ortaçağda koku ve esanslar Müslümanların hayatında öyle yer tutmaktaydı ki, onlarla ilgili övgüler, formüller, sağlık reçeteleri, hadisler, söz ve darb-ı meseller ve şiirler dile getirilmekteydi. Örneğin, Galinos’un: “Misk kalbi, amber beyini, kâfûr akciğerleri, öd, mideyi güçlendirir, galiye nezleyi ve sandal yaraları tedavi eder”, Hz. Ömer radiyallâhü anhın: “şayet tüccar olsaydım, kokudan başka bir şey satmazdım, ondan kâr elde etmeseydim, kokusundan yararlanırdım”, Hz. Ali kerremallâhü vechenin: “Yılda bir defada olsa, nergis kokusunu koklayın, zira insanın kalbinde öyle bir hal vardır ki, onu ancak nergis kokusu giderir”, eş-Şa’bî’nin: “Güzel koku aklı artırır, gül suyu gelince, soğuk algınlığı gider”, Abbasî halifesi el-Me’mun’un veziri ve kayınbabası el-Hasan b. Sehl’in: en iyi reyhanlar, en iyi kokularla güçlendirilir; nergis gül’le, gül misk’le, menekşe amber’le, reyhan kâfûr’la ve nesrin ise, öd’le karıştırılmalıdır” ve Mekhul eş-Şâmî’nin: “Koku kullanın! Zira kimin kokusu güzel olursa, aklı artar ve kim ki, elbisesini temiz tutarsa, sıkıntısı azalır” şeklinde değerli sözler söyledikleri rivayet edilmektedir.
Misk konusunda Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin şu hadisi nakledilir: “Kokuların en güzeli ve en iyisi misktir”. Hz. Aişe’den gelen bir sözde şöyle denilir. “Ben sanki ihram içerisindeki Resûlüllah’ın saçlarındaki koku parıltısına bakar gibiyim”. Sa’d oğlu Sehl tarafından nakledilen bir hadis de ise şu bilgiye yer verilir: "Bilin ki, Cennet’te bu hayvanlarınızın meraları gibi, misk keçilerinin meraları bulunmaktadır”.
Abbasî halifesi Hârûnu’r-Reşid, yaz mevsiminin sıcak günlerinde, gümüşten yapılmış bir kaba koku, safran, buhur ve gül suyu konulmasını emreder, sonra da öyle vakti dinlenmesi için ayrılan evine girerek, reşidî denilen kumaştan yapılmış yedi tane kadın entarisini, hazırlanan koku kabına sokturduktan sonra yedi cariyeye giydirirdi. Sonra da bu cariyeler, birer kürsü üzerine oturtulur ve üzerlerindeki entariler kuruyana kadar kürsülerin altında öd ve amber karışımından meydana gelen bir nevi buhur kaynatılırdı. Onun bu uygulaması sonucunda bulunduğu evin, her köşesi buhur ve kokularla dolardı.
Yine Abbasî halifelerinden el-Mütevekkil, güllerin açtığı mevsimlerde, gül suyu ile yıkanmış elbiseler giyer, oturduğu yerlere gül döşer ve kullanmış olduğu bütün eşyalara gül suyu sürerdi.
Ortaçağda hükümdarlar, saray mensupları, devletin yüksek rütbeli memurları ve zengin tabakaya mensup varlıklı insanlar, bayramlarda ve özel günlerde sevdiklerine bol miktarda koku armağan ederlerdi.
B.       Ortaçağ İslam Dünyasında Parfüm Üretimi ve Parfüm Çeşitleri
Ortaçağda macun türünden parfümler insanlar tarafından büyük rağbet görüyordu ve her yerde yaygın olarak kullanılıyordu. Abbasî dönemi yazarlarından el-Câhız, bu parfümlerle ilgili olarak şunu yazmaktadır: "Bütün koku macunları Arap kaynaklıdır; galiye, Şâhiriye, halûk, lahlaha, yağmur öd’ü olan kutr ve zerîre.”.
1.         Amber Parfümü
Macun türünden parfümlerin başında amber parfümü yer alır. Bu parfüm çeşidi şöyle yapılıyordu: amberin en kalitelisinden üçte biri arduvaz taşında orta biçimde dövülür, sonra küçük hacimli, fakat ağır çeken bir kazana konurdu. Sonra üzerine gül suyu dökülerek yumuşayıp eriyinceye kadar ateş üzerinde kaynatılırdı. Bu esnada karışım bir kaşıkla hiç ara vermeden karıştırılırdı. Arkasından amber miktarınca öd konulur ve her ikisi birlikte karıştırılırdı. Sonra arduvaz taşı ısıtılır ve elde edilen bileşim, üzerinde iyice ezdirilirdi. Son olarak da karma edilmiş misk'in üçte biri, hazırlanan bileşime eklenirdi. Bu yöntemle elde edilen amber parfümünde kullanılan hammaddelerin eşit miktarda olmasından dolayı, ona “müselles” yani üçgen adı veriliyordu.
Ortaçağda amber parfümünün yapımında, yukarıda belirtmeye çalıştığımız yöntemlerden farklı yöntemler de kullanılıyordu. Hazırlanan amber parfümü bazen bir kağıt üzerine konarak cebe ve koltuk altına yerleştirilirdi.
2.         Gâliye Parfümü
Ortaçağda gavâlî (tekili gâliye’dir, bu kelime Arapça'da pahalı demektir) olarak adlandırılan parfümler varlıklı insanların yaygın olarak kullandıkları ve önemli günlerde birbirlerine hediye ettikleri parfümlerin başında yer almaktaydı. Anlatılanlara göre, bir defasında, Hz. Ca’fer’in oğlu Abdullah, Emevî hükümdarı Muaviye’ye, içinde parfüm bulunan bir şişe hediye etmiş, fiyatı ile ilgili sorulan bir soru üzerine, o da çok yüksek bir parayla satın alındığını söylemiştir. Bunu duyan Muaviye, “bu gâliye’dir’' yani çok pahalı bir şeydir söylemiştir. İşte o günden beri bu parfüm türüne gâliye adı verilmiştir.
Ortaçağda sunî galiye türü de dahil bu parfümün, karma galiye, misk gâliyesi, bân gâliyesi, az masraflı kadın gâliyesi adlarında beş çeşidi yapılıyordu. Bu çeşitler arasında karma gâliye ilk sırada yer alıyordu. Abbasî halifeleri için yapılan bir gâliye türünün 100 miskal amber’le 100 miskal miskin birbirine karıştırılarak hazırlandığı anlatılır.
Ortaçağda masrafsız bir gâliye türü de şöyle yapılmaktaydı: 2 miskal sümbül, 2 miskal öd ayrı ayrı öğütüldükten sonra, sık dokulu bir bez parçasında elenmiş ve cam kavanozda zambak suyu ile ıslatılmış 2 miskal karanfil (eğer zambak suyunun bulunması mümkün değilse, eski şarap kullanılabilir), 2 miskal tuz haline getirilmiş misk ve birazcık turunç, elma ve hoş kokulu ayva kavutları ezilip elenirdi. Sonra bu nesneler, bir yerde birbirine karıştırılarak hamur haline getirilir ve bir kumaş içine konurdu. Sonra bu kumaş, keklik otu, merzengûş ve nergis çiçeği ile kapatılırdı. Mayalanması için, bir süre öylece bırakılırdı. Sonra arduvaz taşında reyhanla ezdirilir ve kuruması için rüzgâr önüne konulurdu. Arkasından, sık dokunmuş bir bez parçasında elenerek üstü süzülmüş zambak yağıyla kapatılırdı. Uç defa öd ve kâfur dumanıyla tütsülendikten sonra, amber ve kâfurla hazırlanırdı. Bu karışıma, bir ölçek bân yağı da eklendikten sonra, çok güzel, temiz ve son derece hoş kokulu bir kadın parfümü elde edilirdi.
3.         Nidd Parfümü
Ortaçağda nidd denilen parfümler de insanlar tarafından yaygın olarak kullanılıyordu. Bu parfümün üç çeşidi vardı. Birincisi; müselles (üçgen) olarak adlandırılır ve nidd çeşitlerinin en kalitelisi, koku bakımından en güçlüsü olarak kabul edilirdi. Bu parfüm, 1 ölçek güzel kokulu amber, 1 ölçek hoş kokulu Hindistan öd’ü ve 1 ölçek kaliteli misk birbirine karıştırılarak yapılıyordu. İkincisi daha düşük kalitede olup, 10 miskal güzel kokulu ham amber, 10 miskal kaliteli bekletilmiş nidd ve 20 miskal iyi öd birbirine karıştırılmak suretiyle imal edilmekteydi. Üçüncüsü ise, İkinciden daha düşük kalitede idi ve 10 miskal ham amber, 10 miskal bekletilmiş nidd, 30 miskal öd ve istenilen miktarda misk konularak üretiliyordu.
Ortaçağda insanların maddi durumlarına ve mevsimlere göre nidd parfümleri üretiliyordu, örneğin hükümdarlar taralından büyük rağbet gören en kaliteli nidd çeşitlerinden biri şöyle üretiliyordu: 5 miskal erimiş amber, 7 miskal öd alınarak her birinin üzerine bir ölçek ayva eklenirdi. Sonra bu bileşim üzerine, dört ölçek kömür eklenerek arduvaz taşında ezilerek yumuşatılırdı. Sonra bileşim üzerine, yarım ölçek misk bileşimi veya daha azı eklenerek tekrar arduvaz taşında ezdirilirdi. Sonra bu bileşimden tütsüler yapılıp yakılırdı.
4.         Müsellesât (Üçgenler) Denilen Parfümler
Ortaçağda insanlar tarafından kullanılan macun türünden parfümlerden biri de “müsellesât” yani üçgenler olarak adlandırılıyordu. Bu çeşit parfüm şöyle yapılıyordu: Bir okka buğday taneleri gibi öğütülerek elenmiş Hindistan öd’ü, bir okka adı geçen öd gibi öğütülmüş mor amber, bir okka kamçu nevinden misk birbirine karıştırılarak bir sandıkta korunurdu. Kullanma esnasında karışım, hoş kokulu gül suyu ile ıslatılır ve bir kumaşa sarılırdı. Sonra hazırlanan bileşimin bir miktarı, temiz bir kaşıkla alınarak ılımlı bir ateş üzerine konurdu. Bu yöntemle yapılan parfüm, son derece iyi ve keskin kokulu olurdu. Şayet parfümü daha da güçlendirmek maksadıyla kâfur ve safran katmak istenirse, ona, bir okka ufaltılmış Hindistan öd’ü konulurdu. Sonra onun üzerine yarım miskal kılları kesilmiş safran, dört ölçek rübâhî türünden kâfur, gül suyu ile ateşte yumuşatılarak kullanılırdı. Eğer bu parfümün az masraflı olması istenirse, bir okka Hindistan öd’ü, dört miskal misk, dört miskal amber karıştırılarak kullanılırdı.
5.         Macun Türünden Diğer Parfümler
Ortaçağda Ma’mûdiye, Nisâiyyât (Kadınlar için yapılan parfümler), Bermekiyyât (Abbasî veziri Yahya b. Bermek adına yapılan parfümler), tütsüler, Tatriye, Mücemmirât (Hurma ağacının başında bulunan ve beyaz renkli bir nesneden çıkarılan bir çeşit yağdır), Lahlaha, Halûk ve Zerîre türünden macun parfümler de insanlar tarafından büyük rağbet görüyor ve yaygın biçimde kullanılıyordu. Hele sonuncu parfümün birçok çeşidi vardı. Bunlardan bazılarının adları şöyledir: Hindistan ve Kirman zerîresi, Kusbe, Nesrîn zerîresi, Turunç zerîresi, Lüfâhiye zerîresi, Sandal zerîresi, Karma zerîre, Od zerîresi ve Abir olarak adlandırılan Misk zerîresi.
6.         Mesûhat Denilen Masaj Merhem ve Yağları
Ortaçağda macun türünden parfümlerin önemli bir bölümünü de “mesûhât” olarak adlandırılan çeşitli masaj merhem ve yağları oluşturuyordu. Bu tür merhem ve yağların kaliteli mesûha, Üşnân mesûhası ve Isfabedî mesûhası adlarında üç çeşidi vardı. Eğer üşnan darı kabuğundan yapılırsa, buna “Isfahbedî” denilirdi. Bu mesûha şöyle yapılıyordu. Kabuğu alınmış darı tertemiz yıkanır ve elma suyu ile safran suyunda ıslatılırdı. Geceli gündüzlü bir gün boyunca, temiz bir soy üzerine yayılır ve öylece kurutulurdu. Öğütülmüş ve aynı şekilde yaş olarak kalburdan geçirilmiş öd ve kâfurla daha önce olduğu gibi, buhurlandırılırdı. Buhur doyuma ulaştığında, ya safran ya da elma suyu ile ıslatılırdı. Buhur yeterli geldiğinde, kebâbe (kuyruklu biber), kakule, kına ağacı, ceviz ve hoş kokulu ceviz kabuğu, ihtiyaç oranında karanfil ve sümbül hazırlanırdı. Daha açık bir deyişle, beş ölçek sandal, bir parça kakule, bir parça kına ağacı, bir parça karanfil, üç parça hoş kokulu ceviz kabuğu ve bir parça kuyruklu biber alınarak ayrı ayrı öğütülüp elendikten sonra karıştırılırdı. Sonra, karışımın her okkası, üç dirhem amberle buhurlamrdı. Sonra bu karışım üzerine, zambak ve kâfurla öğütülmüş az miktarda maya atılır ve hamamlarda masaj yağı olarak kullanılırdı.
A.       Su Türünden Parfümler
Ortaçağda İslam ülkeleri, parfümcülüğün önemli bir bölümünü oluşturan gül, çiçek ve çeşitli bitki ve meyvelerden çıkarılan sıvı türünden parfümlerle şöhret kazanmışlardı. İran ve Suriye, Anadolu, Mısır ve Yemen’de bol miktarda gül, menekşe, nilüfer, hilâf, nergis, mensûr (Hiyri), yasemin, turuncân, merzengûş, keklik otu, nesrin, kaysûm (servi otu, kara pelin otu, civanperçemi), hurma çiçeği, safran, kâride, zambak, mersin ve bâdernek yetiştirilmekteydi.
İran’da Firuzâbad ve Kuvâr ve el-Cezîre bölgesinde Nusaybin şehirleri gül suyu üretiminde büyük ün salmışlardı. Hele ilk iki şehirde üretilen gül suyu dünyaca tanınıyordu ve buralardan şişeler içinde deniz yolu ile Hüzistan, Horasan, Hindistan, Çin, Anadolu, Hicâz, Yemen, Suriye, Mısır, Mağrip (Fas), Endülüs ve Avrupa ülkelerine ihraç edilmekteydi. Firuzâbad şehri, ayrıca hurma çiçeği suyu, portakal çiçeği suyu, misk karıştırılmış söğüt suyu ve safran suyu ihraç ederdi. Sıvı parfümlerden kâfûr suyu ise Hindistan’dan, Yemen dolaylarından ve Siraftan getiriliyordu. Aslında bu güzel kokulu parfüm, çam ağacının
dalına benzeyen bir daldan elde ediliyordu, kaynağından alındıktan sonra ateşe konuluyor ve bu esnada içinden kâfur kokusunu andıran katran gibi bir madde çıkıyordu. Ortaçağda kâfur suyunun en kalitelisi ise, suyu keskin, rengi siyah, ağırlık bakımından nispeten hafif ve güçlü bir kokuya sahip olanıydı. Bu güzel kokulu sıvı parfüm, bir kaba boşaltıldığı zaman, hemen köpürür ve 1 dirheminden 60 dirhem beyaz lahlaha dışarı çıkıverirdi. Bu özelliklere sahip olan bir kâfur suyu, parfümcülük sektöründe çalışanlarca çok kaliteli bir parfüm olarak kabul edilmekteydi.
B.       Yağ Türünden Parfümler
Ortaçağda yağ türünden sıvı parfümlerin üretildiği en önemli merkez İran’ın Şapur şehriydi. Hatta bir İran atasözünde şöyle denilir: “Kim Şapur şehrine girerse, oradan ayrıldığı ana kadar güzel ve nefis kokular koklar.” Bu şehirde menekşe, nilüfer, nergis, kâride, zambak, zambak leylâğı, mersin ağacı çiçeği, merzengûş, bâdernek ve turunç olmak üzere 10 çeşit yağ türünden hoş kokulu parfüm üretilmekteydi. Anlatılanlara göre Irak’ın Kufe şehrine karanfil parfümü endüstrisini getirenler de Şapurlu İranlılar olmuştur. İran’ın diğer şehri Firuzâbad’da söğüt yağından bir çeşit kaliteli parfüm de yapılıyordu, fakat yine de bu parfüm, Merağa’da üretilen söğüt yağı parfümünden daha kaliteli değildi. Zira sonuncuda yapılan parfümün, İslam dünyasının hiçbir yerinde eşine rastlamak mümkün değildi. M. XI. yüzyılda İran’da üretilen söğüt yağı parfümünün 1 menn’ni (3,3 kg) yaklaşık 10 dinara satılıyordu. İran’ın Şirâz şehri ise, gül, menekşe, nilüfer ve yasemin yağı parfümlerini üretmekle ün kazanmıştı.
İran’ın parfümcülük alanındaki şöhreti, bütün İslam dünyasının ilgisini çekiyordu ve birçok ülkede aynı parfümleri yapmak maksadıyla sıkı çalışmalar yapılıyordu. Bu çalışmalar sonucunda,
Iraklı parfümcüler, Kufe’de yağ türünden yeni bir parfüm üretmeyi başardılar. Onlar bununla da kalmayarak “hiyri” olarak adlandırılan bu yeni parfümle birlikte, İran’da üretilen menekşe parfümünün taklidini de büyük bir maharetle gerçekleştirdiler. Anlatılanlara göre, ortaçağ da Kufe, bu iki parfümün üretiminde Şapur şehrini bile geride bırakmıştı.
Parfümlerin en güzeli olan ve “geceleri koku yayan gül” anlamına gelen hiyri parfümünün üretimine gelince, şu işlem uygulanıyordu: Susam yağı hiyri yaprağıyla reçel haline getirilirdi. Sonra bu karışım, amber’le yoğrulmuş kokulu helva ve gül suyu ile yıkanır, kuruması için, yeni bir bez parçasının üzerine serilirdi. Bu işlem dışında bileşim bir gece boyunca kızıl seksek ağacı üzerine serilirdi. Gündüzleri ise, sabahtan yatsıya kadar temiz bir kaba konularak üstü iyice kapatılırdı. İkinci gece hiyri denilen bu bileşim, hava alan bir yere konur ve renginin değişmesi için bu işlem elli gün devam ederdi. Bu esnada soğan ve sarmısak yenildiği günlerde çok dikkat edilirdi. Hatta bu yağı kullananlar, kendilerini temiz tutmak zorundaydılar. Yağın çıkarılacağı zaman, arduvaz temizlenir ve tokmakla iyice ezilirdi. Sonra yağın çıkması için, üzerine sıcak su dökerek yoğrulur, eriyince de camdan yapılmış bir kaba konur ve kabın ağzı sıkıca kapatılırdı. Tortuların alt kısımlara inmesi için de bir ay boyunca bekletilirdi.
Abbasî dönemi vezirlerinden Yahya b. Bermek ise, hiyri parfümünü şu yöntemle yapıyordu: Yarım miskal misk, bir dânek mor amber ve aynı ölçüde Gâliye, Şâhiriye (bir koku çeşididir) ve Maktûme’yi (saç boyamada ve yazı mürekkebi yapmada kullanılan bir bitki türüdür) birbirine karıştırarak elde edilen sıvıyı bir cam kavanozda muhafaza ederdi.
Sonuç
Ortaçağ İslam dünyasında inanç, kültür, sağlık ve hammaddelerin bol miktarda bulunması gibi önemli faktörlerden dolayı, parfümcülük büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Bu geniş coğrafyada yer alan hemen bütün ülkelerde, parfümcülük dalında üretilen parfümler için hammaddeler bulunmaktaydı. Yemen’in amber’i, zaruv’u ve lebeni’si; Hindistan’ın misk’i, öd’ü, sümbül’ü, karanfil’i ve kâfuru; İran’ın safran’ı, gül’ü ve çeşitli çiçekleri, bugünkü Doğu Türkistan’ın zebâd’ı ve sandal’ı; Sicilya adasının lâden’i ve Arap yarımadası’nın bân’ı, güzel kokulu baharat’ı ve şifalı bitkileri çok meşhurdu. Bu hammaddelerin büyük bir bölümü, herhangi bir işleme tâbi tutulmadan insanlar tarafından parfüm ve ilâç olarak kullanılıyordu. Aynı zamanda bunlardan birkaçını, bazı işlemlerden sonra birbirine karıştırmak suretiyle parfümler üretilmekteydi. Ayrıca İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde, Müslümanlar tarafından kullanılan veya hediye edilen büyük miktardaki parfümler göz önünde bulundurulursa, bu endüstri kolundaki atölye ve imalathanelerin yüksek kapasitede çalıştıklarını, çok sayıda işçi çalıştırdıklarını ve bu atölye sahiplerinin tatminkâr oranda kazanç elde ettiklerini tahmin etmek mümkündür. Unutulmamalıdır ki, İslam dünyasının parfümlere olan aşırı tutkusu, zaman zaman korkunç boyutlara varan aşırı tüketimi de beraberinde getiriyor ve sonuçta da bu lüks ürünün büyük miktarda üretilmesini sağlıyordu.
Kaynaklar
Ahmed b. Hanbel, Müsnedu Ahmed b. Hanbel, İstanbul, 1992.
Bakır, Abdulhalik, Ortaçağ İslam Dünyasında Taş ve Toprak Mamulleri Sanayi, Ankara, 2001.
Bakır, Abdulhalik, Ortaçağ İslam Dünyasında Madencilik ve Maden Sanayi, Ankara, 2002.
Câhız, Ebu Osman Amr b. Bahr, el-Beyân ve’t-Tebyîn, (Thk. Haşan es-Sendûbî), Beyrut, 1993.
Câhız, Ebu Osman Amr b. Bahr, et-Tabassur bi’t-Ticâre, (Thk. Haşan Hüsni Abdulvehhab), Beyrut, 1983.
Dımaşkî, Ebu’l-Fadl Ca’fer b. Ali, el-İşâre ilâ Mahâsini’t-Ticâre, (Thk. el-Beşrî eş-Şorbecî), İskenderiye, 1977.
Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistanî el-Ezdî, Sünen Ebu Davud, İstanbul, 1992.
Hitti, Philip K., Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi, (Çev. Salih Tuğ), İstanbul, 1983.
İbn Batuta, Şerefuddin Ebu Abdullah Muhammed b. Abdillah et-Tancî, Rihletü İbn Batuta, Mısır, 1938.
İbn Havkal, Ebu’l-Kâsım Muhammed el-Havkalî el-Bağdadî, Suretu’l-Arz, Leiden, 1967.
İbn Hurdazbih, Ebu’l-Kâsım Ubeydullah b. Abdullah, el-Mesâlik ve’ l-Memâlik, Bağdat, (Trz.).
İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, Beyrut, (Trz.).
İbn Sina, Ebu Ali el-Hüseyn b. Ali, el-Kânun fi’t-Tıb, Beyrut, (Trz.).
İbnu’l-Fakîh, Ebu Bekr Ahmed b. Muhammed b. el-Hemezânî, Muhtasaru Kitabi’l-Büldân, Leiden, 1967. İbnu’l-Mucâvir, Cemaleddin Ebu’l-Feth Yusuf b. Ya’kub b. Muhammed, Sıfatu Bilâdi’l-Yemen el-Müsemmâ bi Tarihi’l- Müstabsir, Leiden, 1951.
İbnu’s-Sâ’î, Tâcuddin Ebu Talib Ali b. Evceb el-Hâzin el-Bağdadî, Nisâ’u’l-Hulefâ Mine’l-Harâiri ve’l-İmâ’, (Thk. Mustafa Cevâd), Kahire, 1993.
İbnu’l-Uhuvve, Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Kraşî, Ma'âl'ımu'l-Kurbe fi Talebi’l-Hisbe, Cambridge, 1937. İbşihî, Şihâbuddin Ahmed, el-Müstatraf min Külli Fennin Müstazraf, (Thk. Müfid Muhammed Kamiha), Beyrut, 1986. İdrisî, Ebu Abdullah eş-Şerif, Nüzhetü’ l-Muştâk fi İhtirâki’l-Afâk, Kahire, 1994.
İsfahanî, Mufaddal b. Sa’d b. el-Hüseyn el-Mâferruhî, Mahâsinu İsfahan, Tahran, 1933.
İstahrî, Ebu İshak İbrahim b. Muhammed el-Fârisî, el-Mesâlik ve’l-Memâlik, Leiden, 1927.
Kalkaşandî, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ali b. Ahmed b. Abdullah, Sunhu’l-A’şâ fi Sınâ’ati’l-İnjâ, Beirut, 1987.
Kalkaşandî, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ali b. Ahmed b. Abdullah, Sunhu’l-A’şâ fi Sınâ’ati’l-İnşâ, Beyrut, 1987.
Kâşânî, Ebu’l-Kâsım Abdullah, Arâyisu’l-Cevâhir ve Nefâyisu’l- Atâyib, Tahran, 1345.
Kazvinî, Zekeriya b. Muhammed b. Mahmud, Acâibu’l-Mahlûkât ve Garâibu’l-Mevcûdât, Beyrut, (Trz.).
Kazvinî, Zekeriya b. Muhammed b. Mahmud, Asâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd, Beyrut, (Trz.).
Kettânî, Abdulhayy, et-Terâtibu’l-İdâriyye, (Çev. Ahmet Özel), İstanbul, 1991.
Komisyon, Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1986.
Makdisî, Şemseddin Ebu Abdullah b. Ahmed b. Ebî Bekr el-Beşşârî, Ahsenu’t-Takâsim fi Ma’rifeti’l-Akâlim, Leiden, 1904.
Mazaherî, Ali, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, (Çev. Bahriye Üçok), İstanbul, 1972.
Mesudî, Ebu’l-Hasan Ali b. el-Hüseyn b. Ali, Mürûcu’z-Zeheb ve Ma’dini’l-Cevher, (Thk. Kâsım e-Şemmâ’î er-Rifâ’î), Beyrut, 1989-
Metz, Adem, el-Hadâretu’ l-İslâmiyye fi’l-Karni’r-Râbi’ el-Hicri, (Arp. Trc. M. Ebu Ride), Beyrut, 1967.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâ el-Kuşeyrî en-Nisâburî, Sahihu Müslim, İstanbul, 1992.
Nesâ’î, Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şu’ayb, Sünenü’n-Nesâ'î, İstanbul, 1992.
Ömerî, Şihabuddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. Yahya, Mesâliku’l-Absâr fi Memâliki’l-Amsâr, (Thk. Dorotthea Krawulsky), Beyrut, 1986.
Strange, Guy Le, Buldânu’l-Hilâfeti’ş-Şarkiyye (Arp. Trc. Beşir Fransis-Gorgis Avvad), Beyrut, 1985.
Suyutî, Celaleddin Ebu’l-fadl Abdurrahman b. Ebî Bekr, el-Müstazraf min Ahbâri’l-Cevâri, Kahire, (Trz.).
Şeyzerî, Abdurrahman b. Nasır b. Abdullah, Nihâyetü’r-Rütbe fi Talebi’l-Hisbe (Haz. Abdullah Tunca), İstanbul, 1993. Taberî, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerîr b. Rüstem, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Kahire, 1939.
Tirmizî, Ebu İsa Muhammed b. İsa, Sünenü’t-Tirmizî, İstanbul, 1992.
Ya’kubî, Ahmd b. Ebî Ya’kub b. Ca’fer b. Vehb b. Vâzih el-Kâtibu’l-Ahbârî, Kitâbu’l-Büldân, Leiden, 1892.
Zeydan, Corci, Tarihu’t-Temeddüni’l-lslami, Beyrut, 1967.
Sh:41-54

Damıtma (destilasyon) sözcüğü, Latince "destillare"den (“dışarıya damla damla akıtmak”) türetilmiştir. Bu terim, yoğunlaştırıcıdan (kondensatör) damıtma ürününün (damıntı, destilat) damla damla akmasını, yani damıtmanın son basamağını niteler. Damıtmaya ilişkin ilk değinmelerden birine, Romalı yazar Yaşlı Plinius'ta (MS 23-79) rastlanır. Naturalis bistoria (Doğa Araştırmaları) adlı yapıtında, ilkel biçimdeki bir damıtma yardımıyla sedir ağacı odunundan eterik yağ eldesini betimlemiştir. Bunda, sedir ağacı reçinesi su içinde pişiriliyor, yükselen buharlar, bunun üzerine yerleştirilmiş bulunan koyun yününden yumaklar tarafından yakalanarak yoğunlaştırılıyor ve en sonunda da yoğunlaşma ürünü, yumakların sıkılmasıyla ele geçiriliyordu.
Antikçağ'ın yüksek kültürleri olan Yunanlılar ve Romalılar, daha eski kültürlerin simya bilgilerini ve ekstraksiyon gibi kimya teknik ve yöntemlerini devraldılarsa da bunlara kayda değer bir gelişme katmadılar. Roma İmparatorluğu'nun 476'da yıkılmasıyla Avrupa'da parfüm kullanımı gerilerken Araplar arasında gelişmiş ve dünyanın parfüm merkezi el değiştirmiştir.
Ptolemeler dönemi Mısır’ında yaşamış olan kadın simyacı Kleopatra (MÖ 50’ler), damıtma konusunda “dibikos” adlı aygıtı geliştirmiş olup iki kollu bu düzenekte iki farklı ayrım (fraksiyon) toplanabilmekteydi (Şekil 1). Eski Mısırlı Yahudi kadın simyacı Maria (MS 1. yüzyıl) ise hünerli bir deneyci olup çeşitli türlerde fırınlar, ısıtma ve damıtma düzenekleri geliştirmiştir. Onun “Maria fırını” adıyla da anılan bir süblimleştirme düzeneğini (“kerotakis”), çağdaş pratikte onun adıyla anılan ve benmari [Fra. “bain-marie": “Maria banyosu ”] diye bilinen su banyosunu, ayrıca da sıvıların damıtılarak üç ayrı fraksiyon toplanabilmesi için “tribikos” adı verilen bir aygıt geliştirdiği bilinmektedir. 28 ciltlik bir simya ansiklopedisinin yazarı olan Panopolis’li Zosimos (MS 350-420), damıtma sanatını betimleyen çalışmalarında sürekli olarak Maria’ya başvurmuş ve yapıtlarında onun adını vermiştir. Çevre havası, nispeten küçük ısı değiş-tokuş yüzeyi nedeniyle, yalnızca yüksek sıcaklıkta kaynayan maddelerin yoğunlaştırılmasında uygun olduğundan, bu aygıtlarla pratikçe yalnızca yaklaşık 80°C'ın üzerinde kaynayan maddeler damıtılabiliyordu. Böylece, olasılıkla her şeyden önce yüksek sıcaklıkta kaynayan eterik (uçucu) yağlar elde ediliyordu.
Her türlü iksir ve kimyasal karışım elde etmede kullanılan "imbikten geçirme" yani damıtma yöntemi, belki de Arap kimyagerlerin en önemli keşifleriydi. Arap kimyagerler imbiği çok geliştirdiler ve bunu, çoğunlukla esans damıtmada kullandılar. Arapların damıtma işlerinde kullandıkları cam gereçler, Suriyeli ve Mısırlı cam ustalarının elinden çıkma, gerçek sanat eserleriydi. Cam ürünleri, Arapların önemli dışsatım malları arasında bulunan Halep'in cam balon ve tüpleri, o dönem laboratuarlarında en çok aranan gereçlerdi.
Arap yazarlar, Arap kimyacıların Yunan modellerinden alınma kimya aygıtları kullandıklarından çokça söz etmişlerdir. Bunlar arasında gül suyunun ve başkaca güzel kokuların damıtılması için damıtma aygıtları ve damıtma fırınları ayrıntılı olarak betimlenmiş, ayrıca Arapça metinlerde damıtma gereçlerinin resimleri ve listeleri de verilmiştir.
İskenderiye MS 640 yılında Arapların eline geçti ve Araplar Antikçağ'ın bilimsel mirasına büyük ilgi gösterdiler. Özellikle Bağdat'ta Halife el-Mansur (yön. 754-775), çok sayıda Suriyeli ve Bizanslı bilgini sarayına davet ederek antik yazmaların Arapçaya çevrilmesini emretti. Böylece Müslümanlar İskenderiyelilerin damıtma konusundaki bilgi ve teknikleri de devraldılar.
Arapların Yunan simyacılardan devraldıkları damıtma aygıtlarının, özellikle soğutma düzenleri açısından eksiklikleri vardı ve alkol gibi kaynama noktası düşük olan sıvıların bu aletlerde damıtmayla kazanılması olanaklı değildi. Araplar kolay bozunmayan kokulu sular üzerindeki önemli çalışmalarıyla parfümcülüğe büyük katkılarda bulunmuşlardır. Ünlü simyacı Câbir b. Hayyan (720-813) damıtma konusunda çalışmalar yapmış, İbn Sina (980-1037) gül ve diğer çiçeklerin üzerine sürekli buhar yollayarak kokulu sular elde etmiştir.
Parfüm hazırlamak için çiçek, kök, yaprak vb. hammaddeler, yıkanıp kurutulduktan sonra havanda toz haline getirilip kaynatılmış kaynak suyu içinde bir gün boyunca bekletiliyor, aralıklı olarak karıştırılmak suretiyle aroma maddelerinin çözeltiye önemli oranda geçmesi sağlanıyordu. Daha sonra süzülerek katı kısımlar ayrılıyor ve süzüntü içine sıvı yağ eklenerek yavaşça ısıtılıyordu. Bu sırada koku maddeleri yağın içine geçiyor, üzeri kapatılıp soğutulduktan sonra üst tabaka halinde ayrılıyordu. Buna göre bu işlemlerde birbiri ardı sıra katı-sıvı ve sıvı-sıvı ekstraksiyonu söz konusu idi. Kokulu suların üretilmesi, merhem üretilmesine göre çok daha fazla masraflı idi. Çünkü çoğu uçucu (eterik) yağ, suda zayıf çözünüyor ya da hiç çözünmüyordu. Kimi durumlarda yüksekçe bir verime ulaşmak için, süreci kırka kadar varan sayıda yinelemek gerekiyordu.
Ortaçağ Araplarında damıtma kapları çoğunlukla camdan ya da sırlanmış çömlektendi. Araplar ilaç ve çok beğendikleri güzel kokulu sıvılar elde etmeye yönelik olarak damıtma yoluyla kazanılan madde türünü artırdılar. En önemli parfüm gül yağı idi ve onun üretimi 8. yüzyılda geniş boyutlara ulaştı. Gül suyu 9- yüzyılda İran’da bir zanaatsal uğraş içinde üretiliyordu. Ancak bunun özütlemeyle mi yoksa gerçekten damıtma yoluyla mı üretildiği belli değildir. İlk olarak 13. yüzyılda Şamlı Şemseddin Ebu Abdullah Muhammed el-Dimeşkî (ölm. 1327), kozmografya konulu Nuhbet el-Dahr fî Acâib el-Barr ve’l-Bahr (Kara ve Denizin Mucizelerinden Ölümsüz Seçme Konular) başlıklı eserinde, Şam’da gülün, portakal çiçeğinin vb. nasıl işlendiğini gösteren aygıt resmi ile birlikte ilkel bir damıtma yöntemini betimlemiş ve ham petrolün damıtılmasından da söz etmiştir. Bu amaçla gül yaprakları suda yumuşatılıyor, karışım daha sonra damıtılıyordu. Çok sayıda damıtma balonunu aynı anda ısıtabilmek için özel ocaklar inşa edildi. Şekil 3’te böyle bir ocağa ilişkin taslak çizim yer almaktadır. Burada yükselen yanma gazları bir şömine içinden geçerken çok sayıda balonu ısıtmaktadır. Bu kurgulamanın nedeni, o zamanlar daha büyük damıtma balonlarının henüz üretilememesiydi. Gül yağının yanı sıra terebentin yağı da damıtmayla benzer şekilde elde ediliyordu. 
Gül yağı elde edilişine ilişkin ilk bilgilere Ortaçağ'da Dioskorides'in (MS -20-79) yazılarında rastlanmaktadır. Gül yağı Ortaçağ boyunca “oleum rosarum”, "okum rosatum" gibi adlar altında kullanılmıştır. Gülün damıtılması ve damıtık gül yağının kullanılması konusunda ilk açık bilgileri Arap tarihçisi Abdurrahman bin Haldun (1332-1406) vermektedir. Buna göre gül suyu 8. ve 9- yüzyıllarda Çin ve Hindistan'a dek ulaşan önemli bir ticari madde idi. O çağlarda İran, gülsuyu üretiminde önde gidiyordu.
Arapların en önemli simya aleti, çoğu risalede resmedilen simya ocağı "tennur"dur (Arapça’da "at-tannur", Batı'da "athanor", Türkçede “tandır”). Diğer bir ünlü simya aleti, damıtma balonu ile imbiğin tek parça halinde birleştirilmişi olan ve Arapça "al-inbik"ten türetilen boynuzlu imbiktir ("al-inbik" ? “alembic" ? “ambix”).
Suriye'nin Trablusşam kentinde doğmuş olan Şihabeddin el-Nüveyrî (1279-1332) Nihayet el- Erab fîFünun el-Adâb (Edebî Bilgiler Konusunda İnsan Aklının Son Buluşları) adlı eserinde taze halde kokulu olan ve damıtmaya tâbi tutulan bitkiler (gül, nilüfer, ban ağacı, vb.), taze halde kokulu olan ve damıtılmayan bitkiler (menekşe, nergis, yasemin, mersin ağacı, safran, reyhan, vb.), çeşitli reçineler (kâfur, mastika çeşitleri, terebentin reçinesi, günlük, sütleğen reçinesi, sarısabır reçinesi, mür, enginar reçinesi, kasnı, şeytantersi, kardeşkanı, asilbent, arapsakızı, katran, zift, vb.), manna (kudret helvası) çeşitleri üzerine, ayrıca da parfümler (misk, amber, sarısabır, hint- sümbülü, kuru karanfilden yapılanlar), tütsüler, yağlar, sulu müstahzarlar (gül suyu, elma suyu, vb.) konusunda bilgiler vermektedir.
Ortaçağ Batı Dünyasında Damıtma (700-1400 Yılları Arası)
476 yılında Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra Antikçağ'ın doğabilimsel bilgilerinin çok azı Hıristiyan Batı dünyası tarafından devralındı. İskenderiyeli simyacıların bilgilerinin Batı dünyasına aktarılması Araplarca sağlandı. Her iki kültürün temasını kuvvetlendiren olay Haçlı Seferleri, bu aktarımın belirleyici etkeni ise, Arapça yazmaların Latinceye çevrilmesi oldu. Arap bilgilerinin en önemli aktarım merkezlerinden biri, Güney İtalya’da olasılıkla 9- yüzyılda Benedikten rahipleri tarafından kurulan ve 1213 yılında üniversiteye dönüştürülen Salerno Tıp Okulu idi.
Salerno Tıp Okulu'nun ünlü hekimleri alkol damıtımına dört elle sarıldılar. 1160'larda ortaya çıkan Compendium salerni'dt Salernus Aequivocus, gül suyu üretimindekine benzer şekilde damıtma yöntemiyle “aqua ardens” (alkol) eldesinden ilk kez söz etmiştir, askerî cerrah ve kent hekimi Hieronymus Brunschwig (1430-1512), Almanca iki adet damıtma kitabı kaleme almıştır: Liber de arte distillandi de simpliribus (1500; Nüw Destillierbuch ya da kısaca Kleines Destillierbuch) ve Liber de arte distillandi de compositis (1507; Destillierbuch über die zusammen gethane Ding ya da kısaca Gro,es Destillierbuch). İkinci kitapta damıtma aygıtlarını, gösteren çok sayıda resim yer almakta olup kimyasal aygıt resimlerini içeren ilk kitap ve damıtma işlemini açıklayan ilk büyük eserlerden biridir. Aynı zamanda bitkilerin ve onların uçucu yağlarının kimyasını betimleyen en eski eserdir. Damıtma düzeneği, kendi geleneksel biçiminde damıtma balonu (Lat. “cucurbit"su kabağı" anlamına), damıtma külahı (“alembic”) ve toplama kabı Çreceptaculum”) olarak üç parçadan oluşuyordu. Damıntı, çoğunlukla yalnızca hava ile soğutuluyordu. Su ile soğutma işlemi Latin Ortaçağı'nda keşfedilmiş olup çok ender uygulanıyordu. Simyacılar damıtma sırasında uzun süre (birkaç gün ya da hafta) boyunca düşük sıcaklıkta ısıtma işlemi uyguluyorlardı. Bu amaçla düşük sıcaklık banyosu olarak, uzun süre yaklaşık 50°C’ta sabit sıcaklıkta kalan içi gübre dolu kasalar uygun düşmekteydi.
Damıtma aygıtlarında ısıtma işlemi çok az değişikliğe uğramış, yalnızca çeşitli sıcaklıklara ısıtma işlemine daha fazla dikkat edilmiştir. Henüz sıcaklık ölçümü bilinmediğinden, farklı sıcaklık düzeyleri için farklı ısıtma türleri uygulanmıştır. O dönemde dört farklı ısıtma türü ayırt ediliyordu: En düşük, yani birinci derece ısıtma kül banyosuyla; ikinci derece ısıtma kor halindeki odun ateşiyle; üçüncü ve dördüncü derece ısıtmalar ise damıtma balonunun ateşle doğrudan ısıtılması ve onun ateş şiddetinin bir körükle artırılmasıyla elde ediliyordu.
Her ne kadar Araplar pek çok doğal ürünü damıtmışlarsa da, alkolün geç bir tarihte keşfedilmiş olması, ilk bakışta şaşırtıcı görünmektedir.
Kur'an’da alkollü içki kullanımı yasaklanmış olduğundan Müslümanlar, şarabın damıtılmasıyla ilgilenmemişlerdir. Başka nedenler, alkolün 78°C olan düşük kaynama noktası ve hammaddedeki düşük alkol içeriği (beyaz şarapta % 8, kırmızı şarapta ise % 15’e erişen alkol içeriği) olabilir. Kolay uçucu madde, o zamana değin hava ile soğutulan imbik içinde, ancak zayıf bir şekilde yoğuşturulabiliyordu. Durum, özellikle damıtmanın ilk kez gerçekleştirildiği sıcak iklimli bu gibi ülkelerde böyle idi.
Ortaçağ'da buharın yoğunlaştırılmasında üç yeni yoğuşturma yöntemi ayırt edilir oldu:
1)         “Rosenhut” (“gül şapkası”) adı verilen türde imbik, koni şeklindeki başlık haline getirilerek büyütüldü. Soğutma yine hava ile sağlandı, ancak daha büyük olan soğutma yüzeyi, kolay kaynayan maddelerin de yoğunlaşmasına elverdi (Şekil 4).
2)         “Mohrenkopf’ (“Mağripli kafası”) adı verilen ve yukarıdakine göre daha geç geliştirilen düzenekte ise bir su havuzu, imbiğe bağlandı. Bunda soğutma kesikli ya da sürekli olarak yenilenebiliyordu (Şekil 5, Şekil 6).
3)         12. yüzyılda gerçekleştirilen sistemde ise yoğuşturma, toplama kabı ile imbik arasında uzanan boruda olmaktadır. Bu boru su dolu bir fıçı içinden ve yatay şekilde geçmektedir (Şekil 7).
İlk iki yöntem zamanla ortadan kalkmış ve üçüncüsü devam edegelmiştir.
1)         L. Deibele, “Die Entwicklung der Destillationstechnik von ihren Anfângen bis zum Jahre 1800”, Chm.-lng.-Tech.,
63,458- 470 (1991).
2)         Z. Tez, “Başlangıcından İtibaren Damıtma Tekniğinin Gelişimi”, Bilim Tarihi, 11, 18-26 (1992).
3)         G. Hammer, Geschichte der âtherischen Öle und Terpene bis 1881 unter Berücksichtigung des industriellen Einsatzes, Institut
für Geschichte der Naturwissenschaften, Münih (2000).
4)         Z. Tez, "Sosyal ve Teknik Boyutlarıyla Antikçağ ve Ortaçağ'da Parfüm, Krem ve Kozmetik",
IV. Türk Eczacılık Tarihi Toplantısı Bildirileri (4-5 Haziran 1998, Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, İstanbul) (Ed.: E. Dölen), İstanbul, 2000, s. 423-438.
5)         O. Küçüker, Tıbbi Biyologlar için Botanik Ders Kitabı, İ. Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yay., İstanbul (2000).
sh: 55-65
Kaynak: “Kutsal Dumandan Sihirli Damlaya” Parfüm, “Sacred incense to Fragrant Elixir” Perfume Yapı Kredi Yayınları - 2188 , Yayına Hazırlayan: Şennur Şentürk-14 Nisan -30 Temmuz 2005 tarihleri arasında Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi'nde yer alan “K utsal Dumandan, Sihirli Damlaya: Parfüm ” Sergisi dolayısıyla, Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. için hazırlanmıştır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar