‘LACAN’IN ÇEKİCİYLE PUT KIRMAK’ -Slavoj ZİZEK
Hzl: Prof.
Dr. Nurdoğan Rigel,
İ.Ü. İletişim Fak.
İ.Ü. İletişim Fak.
Slavoj Zizek, 1949
yılında, bugün Slovenya’nın başkenti olan Ljubljana’da doğdu. Zizek, bir sosyal
bilimci olarak kendisine kurduğu matriksi bu coğrafyaya borçludur. Üniversite
eğitimine sosyoloji ve felsefe alanında başladı. Yüksek lisansını (1975)
felsefe alanında, doktora derecesini de (1981) yine felsefe alanında Ljubljana
Sanat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde tamamladı. İkinci doktorasınıysa Paris VIII
Üniversitesi’nde psikanaliz alanında 1985 yılında tamamladı. Bu dönemde Jacques
Lacan’ın asistanı olan Jacques Alain Miller ile çalıştı. 1970’lerin ilk
yarısında düşüncelerini şekillendiren Fransız düşünürler Lacan, Derrida ve
Foucault oldu. 1970’lerde Slovenya’da Kuramsal Psikanaliz Derneği’ni kurdu.
Slovenya Lacan ekolünün
öncüsü olan Zizek, Lacancı psikanaliz konusunda Slovenyalı bilim adamları Miram
Bozoviç, Zdravko Kobe, Mladen Dolar, Renata Salecl ve Alenka Zupancic ile
oluşturdukları grupla çalışmalarını sürdürmektedir. Grup incelemelerini üç
temel alanda şekillendirmektedir:
1. Klasik (özellikle
Alman idealistler) ve modern felsefede Lacan çözümlemeleri.
2. Güç ve ideoloji
alanında Lacan teorisinin ayrıntılarına girme çabalan.
3. Kültür ve sanatta
(özellikle sinemada) Lacan analizleri.
Yurtdışı deneyimlerini
kazandığı süreçse 1982 yılında Paris VIII Üniversitesi’nde ikinci doktorası
olan psikanaliz alanında çalışmaları ile başladı. 1986 eğitim dönemine kadar bu
üniversitedeki psikanaliz bölümünde çalışmalarını sürdürdü.
1991 yılında Buffalo’da
Sanat ve Psikanaliz Çalışmaları Merkezi’nde, 1992’de Minnesota Üniversitesi
Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde, 1993 yılında New Orleans Tu- lane
Üniversitesi’nde, 1994’te New York Cardozo Hukuk Okulu’nda, 1995’te Columbia
Üniversitesi’nde, 1996’da Princeton Üniversitesi’nde ve 1997’de New York New
School Sosyal Araştırmalar Bölümü’nde ve 1998’de Michigan Üniversitesi’nde
konuk öğretim üyesi olarak çalıştı.
Son 15 yıl içinde
felsefe, psikanaliz ve kültürel eleştiri konularında, ABD, Fransa, İngiltere,
İrlanda, Almanya, Belçika, Hollanda, Avusturya, Avustralya, İsviçre, Norveç,
Danimarka, İsveç, Finlandiya, İspanya, Brezilya, Meksika, İsrail, Romanya,
Macaristan ve Japonya’da düzenlenen 250 uluslararası sempozyuma katıldı. Eserleri,
temel olarak yazdığı iki dil olan İngilizce ve Fransızca’nın yanı sıra,
Almanca, Japonca, Portekizce, İspanyolca ve İsveç diline çevrilmektedir.[1]
Yugoslavya’nın
parçalanması sırasında Zizek ve arkadaşlarından oluşan Ljublyana Okulu,
Slovenya’nın bağımsızlığı ve totaliter rejimin yıkılması süreçlerine aktif
katılarak, liberallerle işbirliği yapan ancak bağımsızlığını koruyabilen
Marksist bir çekirdek oluşturdu. Zizek bir söyleşisinde, politikanın içinde
bir akademisyen olmasını Balkan coğrafyası içindeki konumuyla şöyle açıklıyor:
“Doğu Avrupalı aydınların bir tür mesihlik kompleksleri
var. Buna karşı değilim. Ne var ki aydınların bu kurtarıcı hayalleri, sağcılar
arasında pek sevilen bir tutum olan kaba Amerika karşıtlığıyla birleştiğinde
Slovenya’da son derece tehlikeli oluyor. Onlar için Amerika, milli dayanışmanın olmaması, kirli
liberalizm, çok kültürlülük, bireycilik ve piyasayı temsil ediyor. Çoğulcu
demokrasiden korkuyorlar ve bence bu, içinde proto-faşist bir potansiyel
taşıyor. Ben öyle bir şey yaptım ki, karşılığında neredeyse tüm dostlarımı
yitirdim, iyi bir solcunun asla yapmayacağı bir şeyi yaptım: Slovenya’da
iktidardaki partiyi destekledim. Bundan dolayı tüm solcu dostlarım ve kuşkusuz
sağcılar da benden nefret ediyorlar. Liberal demokratik partinin yaptığı şey
bir mucizeydi. Beş yıl önce bizler, feminist ve çevreci gruplar gibi toplumsal
hareketlerin artıklarıydık. O dönemde herkes bizim silinip gidecek
arabulucular olduğumuzu düşünüyordu. Şimdi en güçlü partiyiz. Bu durumun bana
karşı muazzam bir nefret uyandırmasını hiç şaşırtıcı bulmuyorum. Slovenya
medyası beni tamamen görmezden gelir, benim hakkımda hiç makale çıkmaz. Kötü,
uğursuz, komplocu, politik açıdan manipüle edici biri olarak algılanıyorum: Bu
benim çok hoşuma giden ve son derece keyif aldığım bir rol. Sorulması gereken
soru; küçük, ahmak, milliyetçi devletlerden biri mi olacağız, yoksa ilk çoğulcu
başlangıcı mı sürdüreceğiz? Bu amaç tüm tavizlere değer. Benim yüreğime
bakarsanız, eski kafalı bir solcu olduğumu görürsünüz.” [2]
Batılı entelektüel
çevrede bilimsel olarak akademik yetkinliğini güçlendiren Zizek, Fransa ya da
ABD’de bilimsel yaşamını sürdürmeyi neden hiçbir zaman düşünmediğini de şöyle
açıklar: “Komünist yönetim yıllarca devrimci entelektüelleri
yalıtmak için bizleri öğrencilerden uzak tutmaya çalıştı. Görünen en iyi
seçenek ülkemde kalmak. Burada popüler kültürün, diğer yanda siyasetin
tarafında oynayabilirim; ama inandığım bir şey dc bu ikisinin bağdaşmış
olduğudur. Eski Yugoslavya’da, popüler kültüre, özellikle de underground
kültüre göndermeler oldukça kesin ve iddia ediyorum, son derece ilerici bir siyasal
güce sahip. Birkaç yıl önce, ‘Tanrım,
ülkeniz alevler içinde yok olup giderken siz tutmuş Hitchcock’tan söz
ediyorsunuz’, diyen Amerikan akademisyenlerin eleştirilerine maruz
kaldığımda şöyle diyordum: ‘Evet,
alevler içindeyiz, çünkü yeterince Hitchcock’umuz yok’. Bu ulusçuluğa
karşı en iyi panzehirdir. Öte yandan yeni liberal demokratik düzenin sonsuza
kadar süremeyeceği, büyük olasılıkla çevrel kriz türü bir nedenden ötürü bir
patlama anının olacağı, kendimizi o an için hazırlamamız gerektiği yollu bir
hayli geleneksel Marksçı bir inancım da var.”
Zizek, sosyoloji,
felsefe ve psikanaliz yardımıyla neredeyse “Lacan’ın çekici” olarak tüm putları
kırarak yoluna devam ediyor. Bu arada 1979 dan bu yana, kendisine ders
verilmemesine, çalışmalarına yardım etmesi ve yetiştirmesi için araştırma
asistanı bile olmamasına rağmen, Ljublyana Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nde öğretim üyeliğini araştırmalarıyla sürdürüyor.
Slavoj Zizek’in
İngilizce’de yayınlanan eserlerinden bir bölümü şöyle:
•
The Sublime Object of Ideology, (İdeolojinin
Yüce Nesnesi) London and New York, Verso, 1989.
•
For They Know Not What They Do: Enjoyment as a
Political Factor, (Biliyorlar Ama Yapmıyorlar: Siyasi Etmen Olarak Eğlence)
London andNew York,Verso, 1991.
•
Looking Awry: An Introduction to Jacques Lacan
Through Popular Culture, (Yamuk Bakmak: Popüler Kültürden Lacan’a Giriş)
Cambridge Mass., and London, MIT Press, 1991.
• Everything You Alvvays
Wanted To Know about Lacan (but were Afraid to Ask Hitchcock), (Lacan Hakkında
Bilmek İstediğiniz Herşey: Ama Hitchcock’a Sormaya Korktuğunuz) ed. Slavoj
Zizek, London and New York,Verso,1992.
•
Enjoy Your Symptom! Jacques Lacan in Hollyvvood
and Out. (Semptom’unla Eğlen! Hollywood’un İçinde ve Dışında Lacan) New York
and London, Routledge, 1992.
• Tarrying with the
Negative: Kant, Hegel, and the Critique of Ideology. (Olumsuzu Ertelemek:
Kant,Hegel ve İdeolojinin Eleştirisi), Durham,NC,Duke University Press, 1993.
•
Mapping Ideology, (İdeolojiyi Haritalamak) ed.
Slavoj Zizek, London and New York, Verso, 1994.
•
The Metastasis of Enjoyment: Six Essays on Women
and Causality. (Keyfin Çoğalması: Kadınlar ve Nedensellik Üzerine Altı Deneme)
London and New York, Verso, 1994.
•
The Indivisible Remainder: An Essay on Schelling
and Related Matters. (Bölünemeyen Artık: Schelling ve Bağlantılı Konular
Üzerine Bir Deneme) London and New York, Verso, 1996.
•
Gaze and Voice as Love Objects, (Aşkın Nesneleri
Olarak Bakış ve Ses) ed. Renata Salecl and Slavoj Zizek. Durham, NC, Duke
Univesity Press, 1996.
•
The Plague of Fantasies, (Fantezilerin
Sıkıntısı) London and New York, Verso. 1997.
• The Abyss of
Freedom/Ages of the World. (Özgürlük Uçurumu / Dünyanın Evreleri) Slavoj Zizek/F.
W. J. von Schelling. Schelling’s Die Weltalter, trans. Judith Norman. Ann
Arbor, Mich., Michigan Universiy Press, 1997.
•
Cogito and the Unconscious (Cogito ve Şuursuz)
(ed. Slavoj Zizek, Durham, NC, Duke University Press, 1998.
• The Ticklish Subject: A
Treatise in Political Ontology. (Nazik Konu: Siyasi Gerçekliğin içinde Bilimsel
bir Eser)London and New York, Verso, 1998.[3]
İletişim alanında Zizek,
özellikle film analizleri ile tanınıyor. 1970’lerden bu yana film analizlerine
egemen olan göstergebilimsel yöntemin tek katmanlı çözümleme yarattığından
hareketle, filmin yüksek metin (hipertext) kurgusu nedeniyle çok katmanlı
yapısına dikkat çekiyor. Filmin görüntüleri ve diyalogları birleştirerek
neredeyse ikinci el bir yaşam olduğundan hareketle, psikanalizi bir film
çözümleme yöntemi olarak kullanıyor.
Psikanalizin babası Sigmund Freud, bu yöntemi bir klinik
metod olarak rüyalara uygulayan ilk düşünürdü. Bir post-freudyen olan Jacques
Lacan ise psikanalizi dil üzerinden çözümlemelere kattı. Lacan, 1951’den itibaren
yine Freud’un yol göstericiliğinde, dil kullanımı ve dil sürçmeleri üzerinde
çalışarak, “Freud’a Dönüş” seminerleri başlattı Freud’un daha 1895’te sözünü
ettiği “konuşmaya katılan belirtiler” den hareketle, belirtilerin ve
eylemlerin, nasıl sözcüğün tam anlamıyla bedenin içinde tuzağa düşmüş kelimeler
olabileceğinden yola çıkan Freud’un ayak izlerinden giden Lacan, psikanalizi
dile uygulayan ilk bilimadamı oldu. Lacan film çözümlemelerinde de psikanalizi
kullandı. Hitchcock filmlerinde sıklıkla psikanalitik çözümlemelere giden
Lacan, İspanyol yönetmen L. Bunuel’in El Bruto-1952 filmini meslektaşları ile
izleyerek psikanalitik yöntemle karşılıklı fikir alışverişi içinde incelemeye
alır. Lacan’ın geliştirdiği metodu Zizek klinik çalışmaların dışına alarak,
popüler kültüre ve sinemaya uyguladı.
Zizek, Freud’un rüya
çözümlemelerini, sinemanın da bir rüya endüstrisi, (Spielberg’in film
şirketinin isminin Dreamworks “rüya çalışmaları” olduğuna dikkat) bu kez
yönetmenin bakışıyla toplumun bilinçaltını deşen bir endüstri olduğundan
hareketle, buradaki görüntüler kadar diyalogların da (Matrix filminde
Morfeus’un, Neo’ya Chicago’nun son halini, neredeyse 11 Eylül 2001 tarihini,
1999’dan öngören bir kurguyla ‘gerçeğin çölüne hoşgeldiniz’ diye takdim
etmesi) analize tabii tutulması gerektiğini görerek, film analizlerini
başlattı. Ancak Zizek, bu yöntemi, daha çok popüler kültür ve toplumsal çalışmalarının
içinde birer anektot gibi dağıtmayı uygun gördü.
Zizek’in psikanalitik
film çözümleme yöntemini anlamak için öncelikle Freud’dan, Lacan’dan aldığı
kavramları düşünsel dönüşümlere nasıl uğrattığını görmekte yarar var. Bakış
kavramı üzerinde ilk olarak bu dönüşümleri irdeleyelim.
Bakmak, akıp giden
sürekli bir eylemlilik halidir. Bakışsa bu devamlılığın içindeki, aklın
sessizliğinin gözün müziğine dönüştüğü andır. Bu an’ı yakalayan bir ressamın,
bir fotoğrafçının ya da bir sinemaçının gözü olabilir. Bir anlık bakış (gaze)
bazen çok katmanlı anlam yükünü beraberinde taşır. “Çünkü görüntülerin
türdeşleşme yönündeki eğilimi aynı zamanda gizli bir körleşmenin
başlangıcıdır. ” [4]
Maurice Merleau Ponty, “görmek sahip
olmaktır” diyor.[5]
Bu çok şey ifade eden nazarı yakalayan, beraberinde Guy Debord’un deyişiyle, “bu altüst edilmiş
dünyada, yanlışlığı bir doğruluk anı” olarak ele geçiriyor.[6]
1984 yılında National
Geographic’in fotoğrafçısı Steve McCurry’nin Pakistan’daki bir Afgan mülteci
kampında fotoğrafladığı Afganlı genç kızın büyüleyici güzelliğiyle tezat
oluşturan korkak, korkak olduğu kadar da yırtıcı delici bakışı, Debord’un
sözünü ettiği “doğruluk anı’na en güzel örneklerden biridir. Afgan
kızının neredeyse tüm Afganlılar’ın acısını anlatan bakışı, derginin klasikleri
arasına girdi. Fotoğrafçı Mc Curry’yi de dünya çapında bir sanatçı yaptı.
Dünya, tarihi savaş ve yoksunluklarla örülmüş bir halkın acılarını Afgan kızının
gözlerindeki yansımada gördü. Bu portre insanın yüreğine işleyen o imgelerden
biri haline geldi ve derginin Haziran 1985 sayısına kapak oldu. Kızın gözleri
görenin aklından bir daha çıkmıyordu. Bu gözlerde savaşın tükettiği bir ülkenin
trajedisini okuyabilirdiniz.[7]
Afgan kızının
tasarımlanmamış, ruhundakini yansıtan bakışını yakalayan Steve Mc Curry, tarihi
fotoğrafıyla ilgili olarak, “Filmi gördüğümde görüntünün bu derece dingin
bir duygu vermesi beni şaşırttı. O dönümde Sovyetler beş yıldır
Afganistan’daydı. Yani tarihin özel bir anıydı bu. Ama o an aynı zamanda
sonsuz bir andı. Fotoğrafın Afganistan’da olup bitenleri simgelediği
düşünüldü. Ama pek çok insan fotoğrafın Afganistan ile ilgili olduğundan
habersiz olsa da bu bakıştan etkileniyor ”diyor.[8]
Herhangi bir dolayımdan
geçmemiş, taşarmışız, Lacan’ın dediği gibi, kişinin kendisinin bile göremediği,
çoğu zaman da kontrolsuz olduğu için daha değerli ve gerçeğe ilişkin veriler
taşıyan, ruhun yansıması olan bakış, Coelho’nun ‘Simyacı’sında, çöl
bedevilerinin komutanının, yardımcısının başını vurdurtmasına neden olur. Komutan,
yardımcısının başını vurdurtmasına gerekçe olarak, savaş esnasında gözlerinden
bir anlığına geçen korkuyu gördüğünü söyler ve “bu bakışı asker
gördüğü zaman zaten komutanlığın bitmiştir” der. Bu da ruhun bakışlardaki yansımasının nasıl
fıltrelenemediğinin, bir başka göstergesidir.
Yönetmenliğini Peter
Weir’in üstlendiği 1998 yapımı The Truman Show filminde başroldeki Jim Carrey’nin (Truman Burbank) yaşamında,
dolayısıyla da filmin örgüsünde “dolayımsız bakış” neredeyse anahtar rol
üstlenir. Burada Truman’ın kendi onayı ve bilgisi dışında yaşamının ilk
gününden bu yana bir TV dizisi içinde olduğunu anlamasına neden olan
sevgilisinin bakışıdır. Çevresindeki herkesin, annesinin, eşinin bile kurgusal
dünyaya uygun bakışlarına maruz kaldığını sevdiği kadının dolayımsız, kurgusuz
bakışları ile anlayan Truman, beyhude bir çaba ile dergilerdeki fotoğrafların
gözlerinde sevgilisinin bakışını arar. Bu arayış, kendi dünyasının yapaylığını
bulmasına neden olur.
İtalyan düşünür, Umberto
Eco, “güzelde nesnel bir nitelik vardır ama bu niteliğin göstergesi bizim
bakışımızla verdiğimiz onaydır” diyor.[9] Eco’nun
sözünün ettiği onaylanma sürecine bakışla gelen son noktayı, bir şampuan
markası’nın “hep bakacaklar” sloganıyla hazırladığı TV reklamında da
görüyoruz. Reklam filminde genç kızların saçlarının güzelliğine bir pekiştirme
yapılarak, nazar boncukları serpiştirilmiş. Bu reklamda iki bakış türü istenen
ve istenmeyen bakışlar karşımıza çıkıyor. İstenen bakış: Genç kızların
saçlarının güzelliğiyle birer arzu nesnesine dönüşmelerinin sonucu elde
edecekleri erkeklerin hayranlık dolu nazarlarıyken, istenmeyen bakış, nazar
boncuğuyla simgeleştiriliyor. İstenmeyen bakışlar (genellikle saçları o kadar
da güzel olmayan diğer genç kızların kıskançlık dolu nazarları) aynı zamanda
bir kadının güzelliğinden emin olmasının tek garantisi olan hemcinsinin haset
dolu bakışı, nazar boncuğu imgesiyle bertaraf ediliyor. Dolayısıyla bir
şampuanla iki tür bakışı aynı anda üzerinize çekebiliyorsunuz. Bu reklamda,
arzu dolu bakışın elde edilmesi için gösterilen çabaya da tanık oluyoruz.
Sartre “Varlık ve Hiçlik” adlı eserinin “Bakış” başlıklı bölümünde,
Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde iki küçük değişiklik yapar. Birincisi
Sartre, mücadeleyi açıkça aynalaştırır. Sartre’a göre, birbiriyle rekabet
halindeki bakışların mücadelesinde göz merkezi bir konum edinir. İkincisi, bakışın
yalnızca tek öznesi olabilir, öteki nesnedir. Bakışlar arasındaki iktidar
mücadelesi, bakışın öznesi konumunu elde etmek uğraşma girişilen bir
mücadeledir. Sartre’ın efendi-köle mücadelesine ilişkin açıklamasının odak
noktasında şu paradoks yer alır: Benlik bir yandan Ötekinin bakışına
bağımlıyken, diğer yandan da bu bakış benlik açısından temel bir tehdittir.
Sartre, “Beni gören bir öznenin benim tarafımdan görülen nesneyle ikame
edilmesi imkânı sürekli gündemdedir. Öteki tarafından görülüyor olma. O halde
Öteki, ilke olarak, bana bakandır. Ben bakışa bağımlıyımdır. Ama bu bakış beni
nesneleştirir, imkânlarımı sabitler, özgürlüğümü yadsır. Mücadele bu nedenle
doğar; aşkınlık isteniyorsa, bakışa direnmek gerekir ve bakışa özgür bir özne
olmam ölçüsünde direnebilirim. Bu (uyku, aşk ve ayna karşısında olma durumları
hariç) kaçınılamayacak bir mücadeledir; bakışın potansiyel tehditinden kaçış
yolu yoktur. O nedenle benlik, Ötekinin nesneleştirici bakışına karşı
girişilmiş sürekli bir mücadeledir” diyerek, ben-öteki ilişkisini “bakış”
üzerinden bir özne-nesne mücadelesi olarak açımlar.[10]
Bakış kavramı bir
sorunsal olarak Foucault ve Lacan’da ayrı ayrı incelenir. Michel Foucault,
bakışı panoptik kavramıyla ele alır. Panoptik, görülmeden gören, hükmedici
iktidarın bakışıdır. Dindeki görülmeden gören tanrının bakışı ile aynı
anlamdadır. Panoptik bakıştaki iktidar, baktığını nesneye dönüştürür. Bakışın
sahibi öznedir. Çünkü iktidar, güç ondadır. Erkeğin bakışı da panoptiktir ve
baktığını nesneye çevirir. Feminizm düşüncesinin odağında da buna karşı çıkış
vardır.
Oysa Lacancı bakış
kavramında durum tam tersidir. Bakış nesnedir. Bakılan bakışı üzerine alan,
üstlenen öznedir, bakan ise nesnedir. Lacan için bakış konumunu sahiplenen
kadındır.
Lacan’a yabancı olan bir
şey varsa, o da erkeğin konumunun kadını nesneleştiren bakış olduğu
anlayışıdır.[11]
Lacan’a göre, göz sadece
bir duyu organı değil, aynı zamanda bir haz organıdır. İzleme dürtüsüne
tabi olmalarından, imgesel fanteziyle simgesel olanın talepleri, Öteki’nin
arzusu arasındaki çatışmaya katılmalarından dolayı bütün nesneler için bir “göz ve bakış
diyalektiği” (göz simgesel bir
düzene kısılıp kalmıştır, bakışsa narsist bir fantezinin peşinden koşar) söz
konusudur. Lacan’a göre, yanlış tanıma (yamuk bakmak) öznenin kurulması
sürecinden ayrılamaz, çünkü özne asla kendisini bakan noktasına yerleştiremez.
Görsel alan bir ayna olmaktan çıkıp bir ekrana dönüşür. Bu yüzden kastrasyonun
belirmesi, nesne ile özne, “neye baktığım ile ne olduğum” arasındaki ayrımı
bozduğundan, izleyicinin imgesel tanımlamalarına yoğunlaşmak kuramsal olarak
yetersizdir. Bu nedenle, ekran ya da perde, öznenin bakışıyla karşılaşan ve
buna karşı çıkan yabancı bir geçirimsiz unsur haline gelir.[12]
Bakış, Hegel’den
başlayarak, Sartre’da, ve Foucault’da “iktidar- mücadele alanı” olarak incelenir. Aslında dinlerde de “tanrının görülmeyen bakışı” inancı
nedeniyle “bakış” hep bir iktidar, denetim, gözetim, yönetim özelliğini
üzerinde taşımıştır. İktidarın görülmeyen bakışında bir tahayyül vardır.
Örneğin hükümdar, tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak görev yaptığı için
yönetilenlerden kimse, hükümdarın gözleri ile karşılaşamaz. Yönetilenlerin
bakışı yerdeyken, hükümdarın bakışı onları birer nesneye dönüştürerek tarar.
Yönetilenler de hükümdarın bakışını tahayyül ederek, kendilerini bir
otokontrol içine alırlar.
Bu aktarımlar ışığında
bakışı iki temel üzerinden ele alabiliriz: Tasarımlanmış (kurgulanmış) bakış ve
tasarımlanmamış (kurgusuz) bakış. Tasarımlanmış bakış kavramı içindeki temel
değişkenler; iktidar, mücadele, denetim, gözetim ve yönetim iken,
tasarımlanmamış bakış’taki temel değişkenler; anlık olması, ruh yansıması ve
içeriğinin gerçeği barındırmasıdır.
Zizek’in psikanalitik
yöntemle film çözümleme örneklerine başlamadan önce, bakış üzerine
temellendirdiği anamorfoz kavramını açıklamakta yarar var: “Görme duyusuyla
dolaysız olarak algılanamayan, belirli bir biçime sahip değilmiş gibi görünen
nesnelerin özel bir bakış açısından algılanabilir olması anlamına gelir.
Anamorfık cisimler, ancak belirli (ve sıradan olmayan aykırı) bir bakış
açısından, ‘yamuk bakarak’ algılanabilir, ancak bu sayede simgesel düzende bir
yere oturtulabilir. Lacan’ın bakış/nazar anlayışına göre ancak belirli bir
konumdan ve belirli bir açıdan bakıldığında (gözucuyla) görünebilir gibi olan
anamorfık nesnenin en iyi örneği Holbein’ın ‘Sefirler’ tablosudur. Bu tabloda
iki sefirin önünde, yerde duran ve anlamsız bir döşeme deseniymiş gibi görünen
şey, tabloya yandan ve hafifçe başımızı eğerek (yamuk) baktığımızda bir
kafatası olarak algılanır.[13]
Lacan’ın sık sık
seminerlerinde bahsettiği Holbein’in bu tablosundaki ideolojik anamorfozu John
Berger ise ünlü eseri “Görme Biçimlerimde,
tablodaki elçilerin bakışlarından hareketle, şöyle anlatıyor:
“Tablodaki iki adam
kendilerinden emin ve resmidirler: Aralarındaki ilişki açısından bakıldığında
rahattırlar. Peki, ressama -ya da bize- bakışları nasıldır? Gözlerinden
duruşlarından, kimse onları tanımasa da olurmuş gibi bir şey okunmaktadır:
Sanki başkaları onların değerlerini anlayamazmış gibi bir bakış. Adamların ait
olmadıkları bir şeye bakar gibi bir halleri vardır. Onları çevreleyen ama
adamların dışında kalmak istedikleri birşeydir bu. En iyisini düşünürsek onları
çevreleyen, onları alkışlayan bir kalabalık, en kötüsünü düşünürsek, rahatlarını
kaçıran insanlar olabilir bunlar. Bu adamların dünyanın geri kalan kesimiyle
ilişkileri nelerdir? Resimde adamların arkasındaki rafta görülen nesneler-
imleri çözebilen birkaç kişiye- bu adamların dünyadaki yeri hakkında belli bir
bilgi vermek amacıyla konmuştur oraya. Dört yüzyıl sonra biz bu bilgiyi kendi
görüşümüze göre yorumlayabiliriz artık. Üst raftaki bilimsel araçlar
denizcilikte kullanılıyordu. Deniz yollarının tutsak ticaretine, ticaret
gemilerine açıldığı sıralardaydı bu. Öbür kıtaların zenginlikleri bu gemilerle
Avrupa’ya aktarılıyordu. Bu zenginliklerle sanayi devriminin çıkış noktası olan
kapital birikimi sağlandı. Alt raftaki kürenin yanında bir aritmetik kitabı,
bir ilahi kitabı, bir de ud vardır. Bir ülkeyi sömürgeleştirebilmek için
insanlarını Hıristiyan yapmak, onlara hesap öğretmek gerekiyordu: Böylece onlara
dünyada en ileri uygarlığın Avrupa uygarlığı olduğu kanıtlanıyordu. Elbette
Avrupa sanatı bunun dışında değildi. Burada bizi ilgilendiren onların dünyaya
karşı takındıkları tutumdur. Bu da bir sınıfın genel tutumudur. İki elçi
dünyanın kendilerine hizmet etmek için var olduğuna inanan bir sınıfın
insanlarıdır. En aşırı biçimiyle bu inanç sömürgecilerle sömürgeleştirilenler
arasındaki ilişkileri haklı göstermeye yaramıştır.”[14]
Bu eski bir İngiliz
ilkesidir: “Might is right” (güçlü olan haklıdır). Elçilerdeki güçlü
olanın tepeden bakışıdır. Sağdaki elçinin neredeyse gölgesi gibi döşemeye düşen
ve yamuk bir bakış ile görülebilen kafatası ise elçinin sorumluluk
bölgesindeki sömürgeleştirme işlerinin hızla devam ettiğinin de bir
yansımasıdır.
Zizek, “yamuk bakmak”
kavramı ile tasarımlanmış bakış’la gelen, iktidarın önbelirlenilmiş iletisini
çözümlemeyi, “ruh yansımasına”, kurgusuz bakışa çevirmenin yolunu
açıyor. Bir anlamda sizi gerçeğe götüren “semptom”u yakalama şansı tanıyor.
“Yamuk bakmak” kavramını “gerçeği görmek” anlamında kullanıyor.
“Bakış” konusunu
iletişim süreci içinde incelediğimizde ise; klasik iletişim sürecinde kaynak
kendini hedef kitleye göre ileti tasarımlayan durumda tuttuğu için, kendi
hakkında da ipucu, semptom bırakmıyor. Kaynak örtülü olduğu için ileti
çözümlemesi hedef kitleye göre yapılıyor. Kitle iletişim sürecinde de
neredeyse geri besleme kullanılmadan bir işleyiş sürdürülmek istendiğinden
iletişim; kaynak, ileti, hedef kitle olarak linear (çizgisel) olarak devreye
giriyor.
Oysa kaynağın bakışını
(Lacancı yaklaşımla kendisinin bile görmediği) hedef kitleye göre değil,
kendini yansıttığı ileti tasarımından geçirdiğinde ise ileti çözümlemesi
kaynağın “bilinçaltı” ile başlıyor. Bu iletişim sürecinde geri dönüşüm,
kaynağın şeffaf bir şekilde ortaya çıkmasını sağlıyor ve circular (döngüsel)
iletişim oluşuyor.
Zizek, psikanalitik film
çözümlemelerinde ilk adım olarak “yamuk bakmak”la başlıyor. Ancak burada, her
tür analizin temelinde duran, ileti çözümlemesinde, dairesel iletişimi kullanan
kaynağın bilinçaltı kurgusuna yöneliyor. Örneğin Charlie Chaplin filmlerinde
canalıcı özelliğin, çocuklara karşı takınılan kötü, sadistçe, aşağılayıcı tutum
olduğundan söz ediyor. “Chaplin’in filmlerinde çocuklara o alışılmış
tatlılıkla davranılmaz: Başarısız olduklarında onlarla dalga geçilir, alay
edilir, gülünür, onlara sanki tavukmuşlar gibi yemek dağıtılır, vb. Gelgelelim,
burada sorulması gereken soru, bize korunmaya muhtaç yumuşak yaratıklar gibi
değil de alay etme ve dalga geçme nesneleri olarak görünmeleri için çocuklara
hangi noktadan bakmamız gerektiğidir. Bunun cevabı tabii ki çocukların
kendilerinin bakışıdır. Yalnızca çocuklar çocuklara bu şekilde davranır;
nitekim çocuklara karşı alınan sadistçe mesafe çocukların kendilerinin
bakışıyla simgesel özdeşleşme kurulduğunu ima eder.”[15]
Zizek’e göre, Chaplin,
çocukluğunun geçtiği sokakların etkisini üzerinde taşıyor. Bilinçaltında
yaşayan sokak çocuğunu,[16]
Charlie Chaplin film kamerasında, çocuğun bakışı ile izleyiciye yansıtıyor.
Öteki uçta, “sıradan iyi
insanlara” duyulan Dickensvari hayranlık, onların yoksul ama mutlu, yakın,
bozulmamış, iktidar ve para için verilen acımasız mücadeleden arınmış
hayatlarıyla kurulan imgesel özdeşleşme vardır. Ama (ki Dickens’ın sahteliği
buradadır) Dickensvari bakış, hoş görünebilmeleri için “sıradan iyi insanlara”
yozlaşmış para ve iktidar dünyasının bakış açısından değilse nereden bakmaktadır?
Brueghel’in köylülerin hayatından sahnelerle (kır şenlikleri, öğle molası
vermiş orakçılar, vb.) dolu son dönem pastoral resimlerinde de aynı mesafeyi
görürüz: Amold Hauser bu resimlerin gerçek bir pleb (Eski Roma’da ikinci sınıf
vatandaş) tavrından, emekçi sınıfla gerçek bir kaynaşmadan fena halde uzak
olduklarına işaret eder. Bu resimlerin bakışı tam tersine, aristokrasinin köy
hayatının kırsal şiirselliğine yönelik dışsal bakışıdır, köylülerin
kendilerinin kendi hayatlarına bakışı değil.
Aynı şey sosyalist “sıradan
işçilerin” vakarını dilinden düşürmeyen Stalinizm için de geçerlidir tabii ki:
Bu idealize edilmiş işçi sınıfı imgesi, egemen Parti bürokrasisinin bakışı
için sahnelenir. Onların egemenliğini meşrulaştırmaya hizmet eder. Milos
Forman’ın Çekoslovakya dönemi filmleri işte bu yüzden, küçük, sıradan
insanlarla dalga geçtikleri, onların hiç de vakur olmayan hallerini, düşlerinin
boşunalığını, vb. gösterdikleri için o denli yıkıcıydılar... Bu jest egemen
bürokrasiyle alay etmekten çok daha tehlikeliydi. Forman bürokratın imgesel
özdeşleşmesini ortadan kaldırmak istemiyordu; akıllıca bir tavırla kendi bakışı
için oynanan gösterinin maskesini indirerek, kendi imgesel özdeşleşmesini
yıkmayı tercih etmişti.[17]
“İmgesel ve simgesel
özdeşleşme arasındaki ideal ego ile ego-ide- ali arasındaki ilişki,
Jacques-Alain Miller’in (yayınlanmamış seminerinde) yaptığı ayrımı kullanacak
olursak, “kurulmuş” özdeşleşme ile “kurucu” özdeşleşme arasındaki ilişkidir:
Basit bir biçimde ifade edersek, imgesel özdeşleşme, içinde kendi kendimize
hoş göründüğümüz imgeyle, “olmak istediğimiz şeyi” temsil eden imgeyle
özdeşleşmedir; simgesel özdeşleşme ise, tam da gözlediğimiz yerle, kendi
kendimize hoş, sevilmeye değer görünecek şekilde baktığımız yerle
özdeşleşmedir.
Başat, yaygın özdeşleşme
anlayışımız, modelleri, idealleri, image-maker’ları taklit etmeye dayalı
özdeşleşmedir; (Çoğunlukla tepeden bakan bir “yetişkin” perspektifinden)
gençlerin popüler kahramanlarla, pop şarkıcılarıyla, sinema yıldızlarıyla,
sporcularla, vb, özdeşleştikleri söylenir. Bu yaygın anlayış iki kere
yanıltıcıdır. Bir kere, biriyle özdeşleşmemizin temelinde yatan özellik
çoğunlukla gizlidir. Bunun ille de şahane bir özellik olması gerekmez. Bu
paradoksu ihmal etmek siyasi olarak ciddi yanlış hesaplar yapmaya yol açabilir;
burada sadece, merkezinde tartışmalı Waldeim figürünün bulunduğu 1986 Avusturya
başkanlık seçimini hatırlamamız yeterli olacaktır. Waldheim’ın seçmenlere büyük
devlet adamı imajı yüzünden cazip geldiği varsayımından yola çıkan solcular,
kampanyalarında, Waldheim’ın yalnızca şaibeli bir geçmişi olan (muhtemelen
savaş suçlarına bulaşmıştı) biri olmakla kalmayıp, bu geçmişiyle hesaplaşmaya
hazır olmayan, onunla ilgili önemli sorulardan kaçan biri -kısacası, en
belirgin özelliği travmatik geçmişi “işlemeyi” reddetmek olan biri- olduğu
üzerinde durdular. Ama merkezde yer alan seçmenlerin çoğunluğunun tam da bu
özellikle özdeşleştiklerini gözden kaçırmışlardı. Savaş sonrasının
Avusturyası, varoluşu travmatik Nazi geçmişini “işlemeyi” reddetme üzerine
kurulu olan bir ülkedir. Bu da Waldeim’ın geçmişiyle hesaplaşmaktan
kaçınmasının, seçmenlerin çoğunluğu için özdeşleşilecek bir özellik olduğunu
gösterir.
Bundan çıkarılacak
teorik ders, özdeşleşilecek özelliğin ötekinin belli bir başarısızlığı, zaafı,
suçluluk hissi de olabileceğidir, öyle ki başarısızlığa işaret ederek
özdeşleşmeyi istemeden pekiştiriyor olabiliriz. Özellikle sağcı ideoloji
insanlara özdeşleşilecek özellik olarak zaaf ya da suçluluk hissi sunmakta çok
beceriklidir: Hitler’de bile bunun izlerini görürüz. Hitler halk önüne
çıktığında, insanlar kendilerini özellikle onun histerik, iktidarsız öfke
patlamalarıyla özdeşleştiriyorlardı. Yani bu histerik poz kesmede kendilerini
buluyorlardı.
Ama daha da ciddi ikinci
hata, imgesel özdeşleşmenin her zaman Öteki’deki belli bir bakış (gaze) adına
yapılan bir özdeşleşme olduğunu gözden kaçırmaktır. Nitekim, bir model imgenin
her taklidinde, her “poz kesme”de sorulacak soru şudur: Özne bu rolü kimin için
yapıyor? Özne kendini belli bir imgeyle özdeşleştirirken hangi bakış dikkate
alınıyor? Kendimi görme tarzım ile kendi kendime hoş görünebilmek için kendime
baktığım nokta arasındaki bu mesafe, histeriyi anlamak için elzemdir.”[18]
Kendimizi görme
tarzımıza bir örnek olarak Frank Kapra’nın “It’s a Wonderful Life” filmindeki karakteri gösterebiliriz: Kahraman, bir Amerikan
kasabasında yaşayan ve kasaba halkının acımasız, vahşi kapitalist karşısında
ayakta kalması için mücadele eden bir kişidir. Sürekli isteklerini erteleyerek kasabanın
ihtiyaçları ile kendi ihtiyaçlarını uyumlu hale getirmeye çabalar. Tüm kasaba
onun kendisine bakmakta (gaze) olduğu büyük Öteki’dir. Ne zaman ki bu bakışı
yitirir, mevcut gerçekliği ayakta tutan bağlantıyı kaybeder. İşte o zaman
intihar etmeye karar verir. Bu “bir” şeyi seçmek yerine hiçbir şeyi seçmektir,
gerçeklikten kaçmak ve “gerçek”in acımasızlığına boyun eğmektir. Böylesi bir
boyun eğmenin üstesinden gelmek için kendisine bir fantezi inşa eder; eğer o
olmasaydı kasaba ne hale gelirdi: Bu fantezi sayesindedir ki, Öteki için ne
anlama geldiği sorusuna cevap bulur, simgesel evrene bir dayanak oluşturur.[19]
Bir başka deyişle kendisini görmek istediği simgesel aynayı, fantezi dünyasının
yardımıyla yaratır ve izleyiciyi de aynadaki imgesine yöneltilen bakışa ortak
eder.
Zizek’te “yamuk bakmak”
aynı zamanda Lacan’ın bastırılmış olanın geri dönüşü olarak kullandığı Semptom
kavramını da açıklar. Semptom kavramını ilk ortaya atan Marx’tır. Marx, Lacan’a
göre, burjuva “haklar ve görevler’in evrenselciliğini yalanlayan bir asimetri,
belli bir patolojik dengesizlik olduğunu saptaması sayesinde ‘semptomu icat
etmiş’ti.[20]
Bu dengesizlik, bu
evrensel ilkelerin ‘eksik biçimde gerçekleştirildiği’ni -yani bu yetersizliğin
ilerideki gelişmelerle ortadan kaldırılacağını ilan etmek şöyle dursun, bu
ilkelerin kurucu uğrağı işlevini görür: Semptom, kendi evrensel temelini yıkan
tikel bir unsur, ait olduğu takımı yıkan bir türdür. Tam olarak Semptom’u
bulma işlemi, verili bir ideolojik alanda hem heterojen olan hem de aynı
zamanda bu alanın kapanımını tamamlaması, son biçimine ulaşması için zorunlu
olan bir bozulma noktası saptamaktan ibarettir.[21]
Bu işlem belli bir
istisna mantığını gerektirir: Her türlü evrensel ideolojik kavram -örneğin
özgürlük, eşitlik- zorunlu olarak bütünlüğünü bozan, yanlışlığını açığa
çıkaran özgül bir durum içerdiği sürece “yanlış”tır. Örneğin özgürlük, bir dizi
türden oluşan (ifade ve basın özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, ticaret özgürlüğü,
siyasi özgürlük vb.) evrensel bir anlayıştır. Ama aynı zamanda yapısal bir
zorunluluk sayesinde, bu evrensel anlayışı yıkan özgül bir özgürlüktür de
(işçinin piyasada kendi emeğini özgürce satabilme özgürlüğü). Yani bu özgürlük
fiili özgürlüğün tam zıttıdır: İşçi emeğini “özgürce” satarak, özgürlüğünü
kaybeder. Bu özgür satış ediminin
gerçek içeriği, işçinin sermayeye köle olmasıdır. Buradaki can alıcı nokta
şüphesiz, burjuva özgürlükleri çemberini kapatan, tam da bu paradoksal
özgürlüktür, kendi zıttının biçimidir. Bu paradoks aynı zamanda özgürlük
ideolojisinin içindeki semptomdur.[22]
Semptom’u “bastırılmış
olanın geri dönüşü” diye tanımlayan Lacan ilk seminerinde Weiener’in zamanın
yönünün tersine çevrilmesi metaforunu semptomu açıklamada kullanır:
“Wiener, ikisinin de
zaman boyutları birbirlerine zıt yönde hareket eden iki varlık soyutlar. Tabii
ki bu hiçbir anlama gelmez ve hiçbir anlama gelmeyen şeyler birdenbire, ama
gayet farklı bir alanda işte böyle bir anlam ifade ediverirler. Eğer bunlardan
biri diğerine bir mesaj, söz gelimi bir kare gönderirse zıt yönde hareket eden
varlık, kareyi görmeden önce karenin ortadan kalkışını görecektir. İşte biz de
böyle görürüz. Semptom başlangıçta bize, analiz epey uzun bir yol kat edene
kadar, biz anlamını fark edene kadar anlaşılmamayı sürdürecek bir iz olarak
görünür.’[23]
“Bastırılmış olanın
dönüşü” olarak semptom tam da, nedeninden (gizli çekirdeğinden, anlamından)
önce gelen bir sonuçtur ve semptomu işlerken tam da geçmişi yaratmaktayız.
Geçmişin, uzun zaman önce unutulmuş travmatik olayların simgesel gerçekliğini
üretmekteyiz.[24]
Gerçeği ortaya çıkaran
“Bit yeniği,” olan semptomu yakalamak için Lacan “gözden kaçırılanları”
incelemek gerektiğini söyler. Eylemimizin bakmakta olduğumuz durumun çoktan
bir parçası olduğunu, yanlışımızın Doğru’nun kendisinin bir parçası olduğunu
gözden kaçırırız. Doğru’nun/Hakikat’in “yanlış tanımadan” çıktığı bu paradoksal
yapı bize şu sorunun cevabını verir: Aktarım neden zorunludur, analiz neden
ondan geçmek zorundadır? Aktarım, sayesinde nihai Doğru’nun (bir semptomun
anlamının) üretildiği temel yanılsama ortaya çıkar.
Zizek, doğruyu ele
geçirmemizi sağlayan semptom’un “yanlış tanıma”nın içinde saklı olduğunu
göstermek için Jane Austen’in “Gurur ve Önyargı” adlı eserini örnek olarak
verir:
“Elizabeth ve Darcy,
farklı toplumsal sınıflara ait olmalarına rağmen (Darcy son derece zengin bir
aristokrat aileden, Elizabeth ise yoksullaşmış orta sınıftandır) güçlü bir
karşılıklı çekim hissederler: Darcy, gururu yüzünden, duyduğu aşkı değersiz bir
şey olarak görür: Elizabeth’e evlenme teklif ettiğinde onun ait olduğu dünyaya
duyduğu horgörüyü açıkça itiraf eder ve Elizabeth’in onun teklifini eşsiz bir
onur olarak kabul etmesini bekler. Ama Elizabeth, önyargısı yüzünden, Darcy’yi
gösterişçi, ukala ve kendini beğenmiş biri olarak görür: Darcy’nin ona tepeden
bakan bir eda ile evlenme teklif etmesinden incinir ve onu reddeder. Bu çifte
başarısızlık, bu karşılıklı yanlış -tanıma, her öznenin kendi mesajını
ötekinden tersine çevrilmiş biçimde aldığı çifte bir iletişim hareketi yapısına
sahiptir: Elizabeth kendini Darcy’ye görgülü, zeki bir genç kadın olarak sunmak
ister ve ondan “sen sahte incelikler
yapan, zavallı, boş kafalı bir yaratıktan başka bir şey değilsin” mesajını alır: Darcy
kendini Elizabeth’e gururlu bir centilmen olarak sunmak ister ve ondan “senin
gururun aşağılık bir kendini beğenmişlikten başka bir şey değil” mesajını
alır. Aralarındaki ilişkinin kopmasından sonra, ikisi de bir dizi rastlantı
sayesinde, ötekinin gerçek mizacını-Elizabeth, Darcy’nin duyarlı ve hassas
mizacını, o da onun gerçek onur ve zekâsını- keşfederler ve roman, -bitmesi
gerektiği gibi- mutlu sonla biter.”[25]
Bu örnekteki
karakterlerin her biri, ötekinin kusurunu algılarken- farkında olmadan- kendi
öznel konumunun sahteliğini de algılar; ötekinin kusuru kendi bakış açımızın
çarpıtmasının nesneleştirilmesin- den ibarettir.
Semptom, kusursuz bir
simgesel oluşum, kendisi de bir gösteren olduğu için yorumlama yoluyla
feshedilebilen şifreli, kodlanmış bir mesajdır. Semptom kavramını, Lacan’ın
teorik gelişiminin ana aşamalarını ayırt etmemizi sağlayan bir tür ipucu ya da
işaret olarak kullanabiliriz. Başlangıçta, 1950’lerin başlarında, semptom
simgesel, anlamlandırıcı bir oluşum olarak, bir tür şifre, sonradan ona gerçek
anlamını kazandırdığı varsayılan büyük Öteki’ye yöneltilen kodlanmış bir mesaj
olarak kavranıyordu. Semptom dünyanın başarısız kaldığı yerde simgesel iletişim
devresinin koptuğu yerde ortaya çıkar. “İletişimin başka araçlarla
sürdürülmesi”dir bir tür; başarısız, bastırılmış söz kendini kodlanmış,
şifrelenmiş bir biçimde ifade eder. Semptom, deyim yerindeyse, yorumuna doğru
giderken “kendi kendini sollayan”- yani analiz edebilen- bir anlamlandırın
oluşumdur: Fantezi, analiz edilemeyen, yoruma direnen atıl bir inşadır. Semptom,
ona geri dönüşlü olarak anlamını yükleyecek, engellenmemiş, tutarlı bir büyük
Öteki’yi içerir ve onu muhatap alır; fantezi engellenmiş, bütünleşmemiş, tutarsız
bir Öteki’yi içerir-yani Öteki’deki bir boşluğu doldurur. Semptom (örneğin bir
dil sürçmesi) ortaya çıktığında rahatsızlık ve hoşnutsuzluğa neden olur ama
yorumunu hazla kucaklarız; sürçmelerimizin anlamını başkalarına memnuniyetle
açıklarız; bunların “öznelerarası tanın ması” genellikle bir entelektüel tatmin
kaynağıdır. Son tahlilde semptom, iletişime ve yoruma direnen atıl bir leke,
söylemin, toplumsal sağlığının dolaşıma dahil edilemeyen ama aynı zamanda da
onun pozitif koşulu olan bir leke.[26]
Lacan, üç düzeni;
gerçek, simgesel ve imgesel düzenleri bir araya getirme işlevi görebilecek
unsura yeni bir isim verdi. Fransızca’da bir kelime oyunu yaparak, bu unsuru
“Saint” (Aziz) ve “Saint Thomas”a gönderme yapan “Sinthome” olarak adlandırdı.[27]
Lacan’ın kuramında bu kavram bir yönüyle Baba’nın Adı’nın yerini alır; Babanın
Adı özellikle simgesel düzen açısından büyük öneme sahiptir, oysaki Sinthome
kavramı üç düzeni belirlemektedir ve “düğüm yapıları” tarafından belirlenir.[28]
Düğümler: Bu formülasyon
kişiye, (sözcüğün tam anlamıyla) bir psikozdaki sabuklama ve kuruntu
yapılanmalarını anlama olanağı verdiği için klinik açıdan çok önemlidir. Bu
yapılanmalar gerçek simgesel ve imgeseli bir araya getirmeye yarayabilirler.
Dolayısıyla bazı psikoz hastalarında makineler, bilgisayarlar ve bilimsel
ürünlerle ilgili temaların bu denli yaygın oluşu, yeni bir yoldan
açıklanabilir. Nesneler beden imgesini (imgelemsel), dilsel ya da bilgisayar
döngü- selliğini (simgesel) ve aşın uyarma ya da acıyı (gerçek) bir araya getirmek
için kullanılabilir. Bu anlamda psikozun hastada yarattığı sistem başarılıysa
üç düzeni bir araya getiren bir düğüm ya da daha çok bir özel isim işlevi
görür.[29]
Sinthome olarak
semptomla özdeşleşme konumu, özellikle Lacancı psikanalizin en temel noktasıdır
ve aslında bu öznenin de mutlak dayanağıdır. Çünkü üç düzeni bir araya getiren
ve tüm belirtileri olmasına karşın, özneyi bir psikoz durumuna düşmekten
alıkoyan sinthome’dur.[30]
Zizek ise sinthome’u
şöyle tanımlar: Bir ağa/şebekeye bağlanmış olmayan ama hemen keyif tarafından
doldurulan, nüfuz edilen belli bir gösterge olduğu için statüsü tanım gereği
“psikosomatik”tir, hiçbir şeyi ya da kimseyi temsil etmeden iğrenç bir keyfe
tanıklık eden dilsiz bir şahadetten başka bir şeyi olmayan korkunç bir bedensel
işaretten ibarettir.
Franz Kafka’nın “Köy
Hekimi” hikâyesi, en saf biçimiyle bir sinthome hikâyesidir. Çocuğun bedeni
üzerinde büyüdükçe büyüyen açık yara, bu bulantı verici, haşaratvari açıklık,
canlılığın kendisinin, anlamsız keyfin en radikal boyutu içinde yaşam-tözünün
cisimleşmesidir.[31]
Lacan, simgesel ve
imgesele ek olarak, araştırmalarının çeşitli evrelerinde gerçeği yeniden
formüle ettiği bir kategori olarak öne sürer. 1953’te Lacan, “gerçek, sadece
simgeleştirilemeyen, simgeselin dışında bırakılandır” der. Lacan’ın söylediği
gibi, gerçek “simgeselleştirilmeye mutlak anlamda direnendir. Gerçek, simgesel
ve imgelemseli, insan gerçekliğinin üç kaydı” olarak adlandırırın Dolayısıyla
günlük dilde “gerçeklik” olarak söz ettiğimiz şey, simgesel ve imgelemselin bir
bileşimidir. Gerçek, tam olarak bizim gerçekliğimizin dışında bırakılanı,
anlamsız olanın sınırını ve yerleştirmekte ya da keşfetmekte başarısız
olduğumuz noktayı temsil eder.[32]
Gerçek, Lacan’ın ardışık
üç düzeninde (Gerçek, İmgesel, Simgesel) ilk yeri işgal etmesine rağmen,
Lacan’ın düşünsel gelişiminde en son ortaya çıkan, önemi giderek artan bir
kavramdır. Tanımı ancak olumsuz yoldan yapılabilir ki, bu olumsuzluk tanımının
kendisinde de içkindir. Lacan’a göre, Gerçek, Simgesel tarafından içerilemeyen
sert bir çekirdektir. Gerçek’i Simgesel’e olan bu dışsallığı ile tanımlamak,
onu her şeyden önce, dil öncesi, yani insan öncesi bir konuma yerleştirmektir.
Dolayısıyla ontogenetik açıdan, henüz konuşamayan ve imgeler oluşturamayan
bebeğin tüm deneyimi Gerçek’in alanına girdiği gibi, fılogenetik açıdan da, insan
öncesi olan herşey, dolayısıyla “Doğa” dediğimiz şey de “Gerçek”tir. Doğal
nesne ve olguları her ne kadar “kontrol altına alarak” Simgesel’in alanına
çeksek de, “Gerçek her zaman aynı yere döner”. Dolayısıyla tanımlanamayan bir
salgın hastalık (örneğin Orta Çağ’da veba, 20. yüzyılın sonunda AİDS) deprem,
fırtına, yıldırım, daima Gerçek’in gen dönüp kendi simgeselleştirilemeyen
çekirdeğini ortaya koymasıdır. Lacan’ın deyişiyle, ‘İmkânsız olan Gerçek’. Bu
anlamda ölüm deneyimi, aktarılamaz, yani simgeselleştirilemez olmasıyla daima
Gerçek’tir. Simgesel sistem, bir eksik’in ihtiyaca dönüşerek kendini bir talep
biçiminde ifade etme zorunluluğu sonucu ortaya çıkar. Simgesel’in nedeni ve
amacı olan bu eksik, aslında Gerçek’in ta kendisidir. Felsefede ve insan
bilimlerinde kullandığımız temel kavramlardan biri olan ‘Gerçeklik’in Lacan’ın
Gerçek’iyle örtüşmediğini belirtmek gerekir. Gerçeklik, Gerçek’in
simgeselleştirilebilen kadarıdır: Felsefe ve insan bilimlerinin
anlamlandırılmayı (dilin alanına çekmeyi) başaramadığı bir artık, bir fazla her
zaman varolacaktır ki, Lacan’ın Gerçek’i tam da bu fazladır.[33]
Zizek ise gerçeği, “aynı
anda hem simgeselleştirmeye direnen sert, nüfuz edilmez çekirdek hem de kendi
içinde hiçbir ontolojik tutarlılığa sahip olmayan saf hayali bir kendiliktir.” diye
tanımlar. Gerçek, Zizek’in tanımlamalarında, düşünürün zengin
kavramsallaştırmalarıyla da şöyle irdelenir:
“Gerçek, her
simgeselleştirme girişiminin karşısına dikilen kaya, olası bütün dünyalarda
aynı kalan sert çekirdektir; ama aynı zamanda adamakıllı istikrarsız bir
statüsü de vardır; ancak başarısız, ıskalanmış olarak, bir gölgede kalarak varlığını
sürdüren ve onu pozitif doğası içinde kavramaya çalıştığımız anda dağılan
birşeydir de. Daha önce de gördüğümüz gibi, bu tam da travmatik olay kavramını
tanımlayan şeydir: Simgeselleştirmenin başarısız olduğu, ama hiçbir zaman
pozitifliği içinde verili olmayan bir nokta. Bu nokta ancak geriye doğru, yapısal
sonuçlarından kalkarak inşa edilebilir. Bütün etkililiği, öznenin simgesel
evreninde yarattığı çarpıtmalardadır. Travmatik olay nihai olarak, bir simgesel
yapıdaki belli bir boşluğu dolduran bir fantezi inşasıdır ve bu haliyle bu
yapının geri dönüşlü bir sonucundan ibarettir.”[34]
Lacancı Gerçek kavramını
tanımlayan bir dizi başka karşıtlık daha vardır: Simgeselleştirme sürecinin
kalkış noktası, temeli olarak Gerçek, yani bir anlamda simgesel düzenden önce
gelen ve sonuçta onun ağına yakalandığı zaman onun tarafından yapılanan Gerçek
çıkıyor karşımıza ilk olarak. Ama Gerçek aynı zamanda bu simgeselleştirme
sürecinin ürünü, artığı, kalıntısıdır, simgeselleştirmeden kaçan aşırılıktır
ve bu haliyle simgeselleştirme tarafından üretilir. Gerçeğin çekirdeği
keyiftir. Jouissance “keyif’ simgeselleştirmenin üzerinde işlediği temel,
simgeselleştirme tarafından boşaltılan, cisimsizleştirilen, yapılanan temeldir,
ama bu süreç aynı zamanda bir artık, bir kalıntı üretir ki bu da artı-keyiftir.
-Gerçek, atıl
mevcudiyetin, pozitifliğin doluluğudur. Gerçek’te hiçbirşey eksik değildir-
yani eksiği yalnızca simgeselleştirme getirir. Eksik, Gerçek’te bir boşluk, bir
yokluk açan bir gösterendir. Ama aynı zamanda Gerçek kendi başına simgesel
düzenin ortasında bir delik, bir boşluk, bir açıktır; Simgesel düzenin
etrafında yapılandığı eksiktir. Bir kalkış noktası olarak, bir temel olarak
Gerçek eksiksiz bir pozitif doluluktur; oysa simgeselleştirmenin bir ürünü bir
artığı olarak simgesel yapı tarafından yaratılan, kuşatılan boşluktur da. Aynı
karşıtlar çiftine negatiflik perspektifinden de yaklaşabiliriz: Gerçek,
olumsuzlanamayan bir şey, olumsuzlanmaya duyarsız, negatiflik diyalektiği
içinde yakalanamayan pozitif, atıl bir başlangıç noktasıdır. Ama hemen şunu da
eklememiz gerekir ki bunun nedeni Gerçek’in kendisinin, pozitifliği içinde,
belli bir boşluğun eksiğin, radikal negatifliğin cisimleşmesinden başka bir
şey olmayışıdır. Gerçek olumsuzlanamaz çünkü zaten kendi içinde, pozitifliği
içinde, saf bir negatifliğin, boşluğun cisimleşmesinden başka bir şey
değildir. Bu yüzden de gerçek nesne kelimenin Lacancı anlamıyla yüce bir
nesnedir. Öteki’deki, simgesel düzendeki eksiğin cisimleşmesinden ibaret olan
bir nesnedir. Yüce nesne, fazla yaklaşılamayan bir nesnedir: Eğer ona fazla
yaklaşırsak, yüce özelliklerini kaybeder ve sıradan, bayağı bir nesne haline
gelir. Ancak bir ara mekânda, bir ara durumda, belli bir perspektiften
bakıldığında, yan görülür yarı görülmez bir halde ayakta kalabilir. Onu gün
ışığında görmek istersek, gündelik bir nesneye dönüşür, kendi kendini dağıtır. Fellini’nin Roma filminden ünlü bir sahneyi ele alalım: Metro inşaatı için
tünel kazan işçiler eski Roma binalarından bazı kalıntılar bulurlar,
arkeologlar çağınrlar, arkeologlar hep birlikte binalara girdiklerinde muhteşem
bir manzara beklemektedir onlan: Hareketsiz, melankolik figürlerin resmedildiği
fresklerle dolu duvarlar- ama resimler çok narindir, açık havaya dayanamaz ve
hemen dağılmaya başlar, seyircilerini boş duvarlarla baş başa bırakırlar.
-Jacques - Alain
Miller’in (yayınlanmamış seminerinde) belirttiği gibi, Gerçek’in statüsü aynı
zamanda hem bedensel olumsallığın hem de mantıksal tutarlılığın statüsüdür. Bir
ilk yaklaşımla şunu söyleyebiliriz ki, Gerçek, simgesel mekânizmanın otomatik
dolaşımını bozan bir olumsal karşılaşmanın yarattığı şoktur. Bu mekânizmanın
düzgün işlemesini önleyen bir kum tanesidir; öznenin simgesel evreninin
dengesini mahveden travmatik bir karşılaşmadır. Ama travmada da gördüğümüz
gibi, tam da bütünsel olumsallığın istilası olarak travmatik olay hiçbir
noktada pozitifliği içinde verilmez; simgeselleştirme- den kaçan bir nokta
olarak mantıksal inşası ancak daha sonra yapılır.
Lacancı Gerçek’i
tanımlayan şey, karşıt, hatta çelişkili belirlenimlerin böyle dolaysızca
örtüşmeleridir. Böylece karşıtlık çiftlerinin imgesel, simgesel ve gerçek
statüleri arasında bir ayrıma gidebiliriz. İmgesel ilişkide, karşıtlığın iki
kutbu birbirini tamamlar, bir arada uyumlu bir bütünlük oluşturur, her biri
ötekine onda eksik olanı verir. Her biri ötekindeki eksiği doldurur. Simgesel
ilişki içindeki karşıtların, kutupların herbiri ötekine kendi eksiğini iade
eder: ortak eksikleri temelinde birleşirler. Bu aynı zamanda simgesel
iletişimin de tanımı olabilir: Özneler arasında dolaşan şey, öncelikle bir
boşluktur. Özneler birbirlerine ortak bir eksiği iletirler. Bu perspektifte
kadın erkeğin tamamlayıcısı değildir, erkeğin eksiğini cisimleştirir. (Bu
yüzden Lacan güzel bir kadının, erkeğin kastrasyonunun -eksikliğinin- mükemmel
bir cisimleşmesi olduğunu söyler.)
Lacan, Encore
seminerinde “Gerçek ancak biçimselleştirmenin çıkmaza girmesi sayesinde
kaydedilebilir” dediğinde, karşıtların bu paradoksal örtüşmesine ilişkin
bir ipucu verir. Gerçek şüphesiz kaydedilemeyen, “kendini kaydetmemeyi hiç
bırakmayan” şeydir. Her türlü biçimselleştirmenin takılıp sendelediği
kayadır. Ama Gerçek’in boş yerini bir biçimde kuşatmayı, tespit etmeyi tam da
bu başarısızlık sayesinde başarabiliriz. Başka bir deyişle, Gerçek
kaydedilemez, ama bu imkânsızlığın kendisini kaydedebiliriz, yerini tespit
edebiliriz: Bir dizi başarısızlığa neden olan travmatik bir yerdir bu. Lacan’ın
bütün söylemek istediği, Gerçek’in, kaydedilmesine dair bu “imkânsızlık”tan
başka bir şey olmadığıdır.
Lacancı perspektifte,
Gerçek olarak nesne, son analizde belli bir sınırdan ibarettir, demek ki: Onu
sollayabiliriz, ardımızda bırakabiliriz, ama ona ulaşamayız. Klasik Akhilleus
ve kaplumbağa paradoksunun Lacancı okuması şöyledir: Akhilleus kaplumbağayı
tabii ki sollayabilir ama ona ulaşamaz, ona yetişemez. Brecht’in Üç Kuruşluk
Operası’nda tanımladığı mutluluk paradoksuna benzer bir durum söz konusudur.
Mutluğun peşinden öyle çok fazla koşmamak gerekir, çünkü onu
sollayabilirsiniz, o zaman da mutluluk arkada kalacaktır. Lacancı Gerçek budur
işte: Her zaman ıskalanan belli bir sınır-her zaman ya çok erken ya da çok geç
geliriz.[35]
Lacancı Gerçek üzerinden
medyanın içeriklerine baktığımızda da kurgusal yapının oluşmasıyla birlikte ilk
vazgeçilenin Gerçek olduğunu daha kolay algılayabiliriz. Çünkü medyanın
içeriklerindeki temel iddiası Gerçek'tir. Oysa Gerçeğin peşinden çok fazla
koştuğu için onu sollamaktadır. Bu nedenle medyada Gerçeğin yerini
Baudrillardcı deyişle hipergerçeklik almaktadır.
“İdeoloji”, toplumsal
gerçekliğe bağımlılığını yanlış-tamyan düşünümcü bir tavırdan, eylem odaklı bir
inançlar kümesine, bireylerin toplumsal bir yapıyla aralarındaki ilişkiyi
yaşamalarını sağlayan vazgeçilmez mecradan hakim bir siyasi iktidarı
meşrulaştıran yanlış fikirlere kadar herşeyi adlandırabilir. Tam da ondan uzak
durmaya çalıştığımızda ortaya çıkı veriyor gibidir. İdeoloji içsel bir
zorunluluğun sonucunun dışsallaştırılmasında yatar. Benzer bir tersine çevirmenin
en son örneği, Batı medyasının Bosna savaşı hakkındaki haberlerinde
görülmüştür. İlk göze çarpan, standart ideolojik kişileştirmenin yaşandığı 1991
’deki Körfez Savaşı haberleri ile bunlar arasındaki karşıtlıktır:
“Medya, Irak’taki
toplumsal, siyasi ya da dini eğitim ve antagonizmalar hakkında bilgi vermek
yerine, çatışmayı son kertede Kişileşmiş Kötülük ile kendi kendini medeni
uluslararası topluluktan dışlamış kanun kaçağı Saddam Hüseyin’le verilen bir
kavgaya indirgemişti. Gerçek amaç, Irak’ın askeri kuvvetlerinin imhasından bile
önce psikolojik bir şey olarak “itibarını kaybedecek” olan Saddam’ın
küçük düşürülmesi olarak sunuluyordu. Ancak Bosna savaşında, Sırp devlet
başkanı Miloseviç de ara sıra şeytanlaştırılmış olmasına rağmen, hakim tavır
yarı-antropolojik bir gözlemci tavrıydı. Medya, bize çarpıtmanın etnik ve dini
arka planı hakkında ders vermek için birbiriyle yarışıyordu; yüzlerce yıllık
travmalar yeniden sahneye konmaktaydı, öyle ki çatışmanın kökenlerini anlamak
için sadece Yugoslavya’nın tarihini değil, Orta Çağdan beri bütün Balkanlar’ın
tarihini anlamak gerekiyordu. Dolayısıyla Bosna çatışmasında, taraf tutmak
açıkça imkânsızdı, tek yapılabilecek şey, bizim medeni değerler sistemimize
yabancı bu vahşi gösterinin arka planını sabırla kavramaya çalışmaktı... Ama bu
ters yöndeki işlem, Saddam Hüseyin’in şeytanlaştırılmasından bile daha kurnazca
bir ideolojik mistifıkasyon içerir.”[36]
İdeoloji, bizi
kendisinin “doğruluğuna” ikna etmesi amaçlanan, ama aslında ikrar edilmemiş,
tikel bir gücün çıkarlarına hizmet eden bir öğreti, bir fikirler, inançlar,
kavramlar topluluğudur. Habernas’a göre ideoloji sistematik olarak çarpıtılan
bir iletişimdir. İkrar edilmeyen toplumsal çıkarların etkisiyle “resmi” kamusal
anlamını gerçek niyetinden ayıran bir mesafenin bulunduğu bir metin; yani
metnin açık sözcelenmiş içeriği ile pragmatik önvarsayımları arasında üzerinde
düşünülmemiş bir gerilimle karşı karşıya olduğumuz bir metin.[37]
İdeolojinin en temel
tanımı herhalde Marx’ın Kapital’deki şu cümlesidir: “Bilmiyorlar, ama
yapıyorlar”. İdeoloji kavramının kendisi bir tür temel, kurucu naifliği
içerir. Kendi önvarsayımlarını, kendi fiili koşullarını yanlış-tanımayı,
toplumsal gerçeklik denilenle bizim ona ilişkin çarpıtılmış tasarımımız,
yanlış bilincimiz arasındaki bir mesafeyi, bir ayrılığı içerir. Bu tür bir
“naif bilinç”in eleştirel-ideolojik bir işleme tabi tutulabilmesinin nedeni
budur. Bu işlemin amacı, naif ideolojik bilinci kendi etkin koşullarını,
çarpıtmakta olduğu toplumsal gerçekliği tanıyabileceği ve tam da bu sayede
kendi kendini feshedeceği bir noktaya götürmektir. İdeoloji eleştirisini daha
incelikli versiyonlarında-örneğin Frankfurt Okulu’nun geliştirmiş olduğu
eleştiride- mesele sadece şeyleri (yani toplumsal gerçekliği) gerçekte oldukları
gibi görme, ideolojinin çarpıtıcı gözlüğünü çıkarıp atma meselesi değildir:
Aslolan gerçekliğin kendisini bu ideolojik mistifıkasyon denen şey olmadan
yeniden üretemeyeceğini görmektir. Maske sadece şeylerin gerçek durumunu
saklamamaktadır: ideolojik çarpıtma tam da bu durumun özüne yazılmıştır.[38]
İdeolojinin bu klasik
açıklamasının halen geçerli olup olmadığını sorgulayan Zizek, Peter
Sloterdjik’in çok satan kitabı “Sinik Aklın Eleştirisi”nde savunduğu tezi şöyle
aktarıyor:
“Ne yaptıklarını gayet
iyi biliyorlar, ama yine de yapıyorlar. Sinik akıl artık naif değildir;
Aydınlanmış yanlış bilinç gibi bir paradokstur. Kişi yanlışlığı gayet iyi
bilmektedir, ideolojik bir evrenselliğin ardındaki tikel çıkann gayet iyi
farkındadır, ama onu yine de reddetmez.[39]
Sinizmi, Sloterdjik’in
kinizm adını erdiği kavramdan ayıran Zizek, bu kavramları ideoloji bağlamında
şöyle tanımlar:
“Kinizm halkın, alt
tabakaların, resmi kültürün ironi ve alay yoluyla reddetmesini temsil eder:
Klasik kinik işlem, egemen resmi ideolojinin ağırbaşlı, ciddi havalarının
karşısına gündelik sıradanlığı çıkartmak ve bunlarla alay etmek, böylelikle de
ideolojik lafların yüce soyluluğunun ardında gizlenen bencil çıkarları,
şiddeti, kaba iktidar hırsını teşhir etmektir. Bu işlem argümana dayalı
olmaktan çok pragmatiktir: Resmi önermeyi, onun karşısına sözcelendiği durumu
çıkararak altüst eder; kişiye yönelik davranır. (Örneğin bir politikacı
kendini vatan için feda etmenin kutsal bir görev olduğunu vaazederken, kinizm
onun başkalarının fedakarlığından elde ettiği kişisel kazancı teşhir eder.)
Sinizm ise egemen
kültürün bu kinik bozuşturmaya verdiği cevaptır: İdeolojik evrenselliğin
ardındaki tikel çıkarı, ideolojik maske ile gerçeklik arasındaki mesafeyi
tanır, hesaba katar, ama yine de maskeyi korumak için nedenler bulur. Bu
sinizm dolaysız bir ahlaksızlık konumu değildir, daha çok ahlaksızlığın
hizmetine koşulmuş bir ahlaktır. Sinik hikmetin modeli, doğruluğu, dürüstlüğü
en üst namussuzluk biçimi olarak, ahlakı en üst utanmazlık biçimi olarak,
doğruyu da en etkili yalan biçimi olarak kavramaktadır. Bu yüzdendir ki, sinik
bir akıl karşısında geleneksel ideoloji eleştirisi artık işe yaramaz. Artık
ideolojik metni “semptomatik okuma”ya tabi tutarak, onun karşısına boş
noktalarını, kendini düzenlemek, tutarlılığını korumak için bastırmak zorunda
olduğu şeyleri çıkartamayız. Sinik akıl bu mesafeyi daha en baştan hesaba
katmıştır zaten. O zaman bize sadece, sinik aklın egemenliğiyle birlikte,
kendimizi ideoloji sonrası denen bir dünyada bulduğumuzu olumlamak mı
kalmaktadır? Adomo bile, ideolojinin bir doğruluk iddiasında -yani basitçe bir
yalan değil, doğru diye yaşanan bir yalan- olduğu sonucuna varmıştır.[40]
Böylece Adorno ideolojiye eleştirel bakışta sinizmi düşünsel boyutta önceleyen
isim olmuştur.
Zizek, ideoloji, sinizm,
kinizim üçlemesine Michael Anderson’un
İngiliz kolejlerindeki yaşamı betimlediği filmi “If’te yaptığı çözümleme ile
açıklık getirir: “Bu kolejlerdeki günlük
yaşamın, uygar, açık görüşlü ve liberal yüzeyinin altında, küçük ve büyük
öğrenciler arasında acımasız güç ilişkilerinin egemen olduğu başka bir dünya
yatmaktadır. Bir dizi ayrıntılı yazısız kural, büyük öğrencilerin küçükleri sömürme
ve aşağılamasının çeşitli yollarını gösterir. Burada yer altı isyan
tarzlarının zayıflattığı (otorite ile alay etmek vs.) kamu ve düzenin
baskılayıcı yönetimiyle değil, tam tersiyle karşı karşıyayız: kamusal otorite
sivil, nazik bir görüntüyü sürdürürken, onun acımasız güç kullanımının gölgeli
bir âlemi vardır. Hiç kuşkusuz, buradaki hayati nokta, bu gölgeli âlemin
kamusal gücün uygar görüntüsünü zayıflatmaktan çok, onun temel dayanağı olarak
işlev görmesidir. Bir öğrenci ancak bu âlemin yazısız kurallarına dâhil olarak
okul hayatının sağladığı olanaklardan yararlanabilir. Bu yazısız kuralları
çiğnemenin cezası resmi kuralları çiğnemeninkinden çok daha ağırdır.
Kamusal-yazılı yasa ve onun süper-ego bütünleyicisi arasındaki bu uzaklık, geç
kapitalizmin öznelerinin egemen ideolojik tutumu olarak kinik uzaklığın nerede
yetersiz kaldığını göstermemizi de sağlıyor: Bir kinik kamusal yasayla, gizli
konumundan alay eder ve böylece onu sağlam bırakır. Bu gizli yöne nüfuz eden
haz fantezilerde kurulduğu ölçüde, kişi kiniğin dokunmadan bıraktığı şeyin
fantezinin kendisi, kamusal yazılı ideolojik metnin arka planı olduğunu
söyleyebilir. Kinik uzaklık ve fantezi arasında kuvvetli bir karşılıklı
bağımlılık vardır. Günümüzün tipik öznesi, bir yandan her tür toplumsal-
ideolojiye kinik bir güvensizlik gösterirken, bir yandan da kendini hiç kısıtlamaksızın
Ötekinin komploları, tehditleri ve hazzın aşın formları hakkında paranoyak
fanteziler kuran kişidir.”[41]
İdeoloji sonrası bir
toplumda yaşadığımız fikrinin biraz fazla hızlı gittiğini göstermek için işte
burada, bu noktada, semptom ile fantezi arasındaki ayrımı devreye sokmak
gerekir: Sinik akıl, bütün o ironik mesafesine rağmen, temel ideolojik fantezi
düzeyine, ideolojinin, üzerine toplumsal gerçekliğin kendisini yapılaştırdığı
düzeye dokunmamaktadır. Eğer bu fantezi boyutunu kavramak istiyorsak Marx’ın “bilmiyorlar
ama yapıyorlar” formülüne
dönmemiz ve çok basit bir soru sormamız gerekir: İdeolojik yanılsamanın yeri
neresidir, gerçekliğin kendisi “bilmek”te mi yoksa “yapmak”ta mı? Cevap
ilk bakışta bariz görünür: İdeolojik yanılsama “bilmek”te yatar. İnsanların
fiilen yaptıkları şey ile yaptıklarını düşündükleri şey arasındaki uyumsuzlukla
ilgili bir mesele söz konusudur-ideoloji, tam da insanların “insanların aslında
ne yaptıklarını bilmemeleri”nden, ait oldukları toplumsal gerçekliğe ilişkin
yanlış bir tasarıma (Şüphesiz aynı gerçekliğe ilişkin çarpıtma yüzünden) sahip
olmalarından ibarettir. İnsanların bilmedikleri şey, faaliyetlerinin,
toplumsal gerçekliklerinin kendisinin, bir yanılsama, fetişist bir tersine
çevirme tarafından yönlendirildiğidir. Gözden kaçırdıkları, yanlış-tanıdıkları
şey gerçeklik değil, kendi gerçekliklerini, kendi gerçek toplumsal
faaliyetlerini yapılaştıran yanılsamadır. Şeylerin gerçekte nasıl olduğunu
gayet iyi bilirler ama yine de bilmiyormuş gibi davranırlar. Dolayısıyla bir
çifte yanılsama söz konusudur. O da gerçeklikle kurduğumuz gerçek, fiili
ilişkimizi yapılaştıran yanılsamayı gözden kaçırmayı içerir. Bu gözden
kaçırılan, bilinç- dışı yanılsamaya da “ideolojik fantezi” adı verilebilir.
Eğer ideoloji anlamışımız, yanılsamanın bilgiye yerleştirildiği klasik anlayış
olarak kalırsa, o zaman günümüz toplumu ideoloji sonrası bir toplum olarak
görünecektir: Yaygın ideoloji sinizm ideolojisidir, insanlar ideolojik doğruya
artık inanmazlar: ideolojik önermeleri ciddiye almazlar. Gelgeldim,
ideolojinin temel düzeyi, şeylerin gerçek durumun maskeleyen bir yanılsama
düzeyi değil, bizatihi toplumsal gerçekliğimizi yapı- laştıran (bilinçdışı) bir
fantezi düzeyidir.[42]
Bir ideolojide “değişmez
adlandırıcı”, “gösterilensiz bir gösterendir”. Nitekim ideolojik bir yapının
analizindeki canalıcı adım, onu bir arada tutan unsurun (Tanrı, Ülke, Parti,
Sınıf) göz kamaştırıcı ihtişamının ardında, bu kendi kendine gönderme yapan
permormatif işlemi teşhis etmektir. Örneğin, bir Yahudi son analizde “Yahudi”
gösterinin damgaladığı biridir, Yahudileri karakterize ettiği varsayılan
özelliklerin (açgözlülük, dolapçılık vb.) bütün fantazmik zenginliği burada,
“Yahudilerin aslında böyle olmadıkları”nı, Yahudilerin ampirik gerçekliğini
değil, antisemitik bir “Yahudi” inşasında, salt yapısal bir işlevle karşı
karşıya olduğumuzu gizlemeye yarar. Demek ki has “İdeolojik” boyut, belli bir
“Perspektif hatası”nın sonucudur: Anlam alanı içine saf göstereni temsil eden
unsur-Anlam’ın ortasında gösterenin anlamsızlığının fışkırmasını sağlayan
unsur-Anlam’ın aşın bir doygunluğa ulaştığı bir nokta olarak, bütün diğerlerine
“anlam veren” ve böylece (ideolojik) anlam alanını totalize eden nokta olarak
algılanır. Yalnızca belli bir eksiğin yerini işgal eden, nedensel mevcudiyeti
belli bir eksiğin cisimleşmiş halinden başka bir şey olmayan unsur, en üst
tamlık noktası olarak algılanır. Bu perspektif hatasına “ideolojik anamorfoz”
diyebiliriz.[43]
Lacan’ın öğrencisi
olarak Zizek’in tüm metinlerinde sık sık kullandığı Lacan’ın jouissance
kavramını açıklarken, bu terimin yalnızca Türkçe’ye değil, diğer dillere de
çevrilmesinin son derece güç olduğunu eklemekte yarar var. “İngilizceye bliss
ve son zamanlarda da enjoyment olarak çevrilse de, çoğu kez bu terimler
jouissance’in anlamını tam olarak karşılamakta yetersiz kaldığı için terim
İngilizce metinlerde de zaman zaman Fransızca olarak bırakılır. Jouissance
Lacan’ın Freud’un “haz ilkesinin” ötesine yerleştirdiği bir kavramdır. Freud’da
haz bedensel/ruhsal bir gerilimin boşalmasından ibarettir. Dolayısıyla haz, bir
tatmin ve rahatlama duygusuyla birlikte anılmalıdır. Oysa jouissance basit
bir tatminin ötesinde, bir “dürtü tatmini”dir; dolayısıyla imkânsızdır. Örneğin ilksel eksiğin
(anneden koparılmış olmanın) giderilmesi arzusunun gerçek bir tatmini yoktur;
ancak psikotik bir durumda mümkündür bu tatmin. Oysa jouissance bu eksiğin
giderilmesi fantezisini yaratarak kendini Gerçek’te temellendirir. Haz,
benliğin iç dengesini kurmaya / korumaya yöneliktir; jouissance ise bu dengeyi
daima bozarak “haz ilkesinin ötesine” geçer. Acıda, ölümde, semptomların
sürdürülmesinde bulunduğu farzedilen paradoksal haz, aslında haz değil
jouissance’ın ta kendisidir. Zizek jouissance’ı yer yer olduğu gibi bırakarak,
yer yer ise enjoyment ile karşılayarak kullanır.”[44]
1960’larda Lacan’ın
çalışmaları Jouissance kavramının mantığını formüle etmeye çalışmak üzerinde
yoğunlaştı. Bu sözcük, Edmund Spencer’ın 16. yüzyıldaki Faerie Queene ve diğer
yapıtlarında kendini göstermesi nedeniyle aslında İngiliz edebiyat mirasının
bir parçasıdır. Genellikle tercüme edildiği şekliyle “tad alma” anlamına
gelebilir, ancak Lacan’ın kullandığı anlamda, ‘organizmanın kaldıramayacağı
kadar fazla olan herşey’ demektir. Jouissance, örneklerin yüzde 99’unda
dayanılmaz acı olarak hissedilir. Sözcüğün Lacancı anlamıyla bu, gerçek bir
acıdır; simgeleştirme ve anlamın dışında, size acıyı getirmek üzere, sürekli
ve her defasında aynı yere dönen bir şeydir. Asıl sorun bizim dayanılmaz acı
olarak yaşadığımız şeyin bilinçdışı dürtüler tarafından tam tersine bir doyum
olarak yaşanmasıdır. Bedenimizde jouissance ile birlikte doğarız: Bu
organizmanın kendisini kurtarması gereken aşın bir tahrik ya da uyan
bombardımanıdır. Büyüdükçe, sütten kesilme, eğitim, toplumsal dünyanın
kuralları ve düzenlemeleri ile bedenimizden akıp gider. Lacan 1970’lerden
itibaren de dilin bir jouissance biçimi olduğunu ileri sürüyordu.[45]
Zizek’e göre jouissance,
simgeselleştirmenin üzerinde işlediği temel, simgeselleştirme tarafından
boşaltılan cisimsizleştirilen, yapılanan temeldir, ama bu süreç aynı zamanda
bir artık, bir kalıntı üretir ki bu da artı keyiftir. Lacan’a göre ise bilgiye
ulaşmanın bedeli, keyfin kaybedilmesiyle ödenir, keyif bütün o aptallığıyla
ancak belli bir bilgisizlik temelinde mümkündür.[46]
Bu noktada medyanın
içerikleri anlamında bilgi ve enformasyon arasındaki farktan hareketle,
enformasyonun temel etkisinin keyif, dolayısıyla eğlence olduğunu
söyleyebiliriz. Medya içeriklerinden bilgiden kaçışın temel nedeni ise keyfin
kaybedilmesi olarak açıklanabilir.
Jouissance tam olarak
kastre edilemez daima bilinçaltında bir artı bırakır. Bu simgesele giriş
işleminden geriye kalan bir artık, bir kırıntıdır; ve dürtüler sayesinde bir
kimlik oluşturmayı vaadeden bu nesne Lacan’ın ünlü objet petit a’sıdır. Bu
gerçek bir resne değildir ama öznenin fantezisinin nesnesidir; (öznenin arzu
nesnesidir) diğer bir söyleyişle Öteki’ne tutarlılığını veren, sahip olduğu
varsayılan nesnedir: Küçük öteki nesnesi.[47]
Nesnenin kimliğine
dayanak olan şey gösterendir. Olası bütün dünyalarda aynı kalan nesnedeki bu
“artı/fazla” Lacan’ın objet petit a’sı “kendinde kendinden fazla olan
birşeydir.[48]
Sözlük anlamı ile
verirsek, Lacan’ın diğer dillere yapılan çevirilerinde Fransızca olarak
korunmasında ısrar ettiği bu kavram Türkçe’ye kabaca “küçük öteki nesnesi”
olarak çevrilebilir (Buradaki “a”, Fransızca’da “öteki” anlamına gelen autre
kelimesinin baş harfidir). Objet petit a, gerçek bir nesne değildir, bir
fantezi nesnesidir. Özne, simgesel sistemin bir türlü sınırları içinde
alamadığı Gerçek’in açıklanamayan, adlandırılamayan bu “fazla”sı ile başa çıkabilmek
için, daha bir “ben” olarak ilk oluştuğu yıllardan başlayarak bir fantezi
nesnesi yaratır. Bu nesne, arzu nesnesi aslında “yok”tur, öznenin ne olduğunu
bilmediği, sadece göz ucuyla görebildiği ilksel eksik’in fantazmik eşdeğeridir.
Ancak özne bir yandan da bu nesnenin fantazmik özelliğini, gerçekten
varolmadığını bilir. Tam da bu nedenle bilinçsiz olarak objet petit a’ya
ulaşmaktan kaçınır; yolu uzatır, çıkmaza sokar. Aramaktan vazgeçemez, ama asla
bulmak istemez.566
Zizek, Lacancı küçük
öteki nesnesi ya da arzu nesnesi objet petit a’yı açıklarken Coca-Cola
örneğinden hareket eder: Cola’nın ilk önce bir ilaç olarak sunulması hiç de
şaşırtıcı değildir. Garip tadı herhangi
özel bir tatmin sağlamadığı gibi üstelik hoş ve cazip de değildir: Fakat, tam
da böyle olduğu için mevcut herhangi bir kullanım değerini (susuzluğumuzu
gerçekten gideren ya da arzulanan tatmin edilmiş dinginlik etkisini sağlayan
su, bira ve şarabın aksine) aşan bir şey olarak Cola, O’nun, yani, sıradan
tatminlerin üstündeki hazzın katışıksız fazlalığının, malı tüketme tiryakiliği
içinde hepimizin peşinden koştuğu gizemli, anlaşılmaz X’in doğrudan
somutlaşması işlevini görür. Bu özelliğin umulmadık sonucu, Cola hiçbir somut
ihtiyacı tatmin etmediğinden, ihtiyacımızı başka bir içecekle giderdikten
sonra onu sadece bir ek olarak tüketmemiz değil, fakat bu gereksiz karakteri
dolayısıyla Cola’nın susuzluğumuzu daha da çok doyumsuz hale getirmesidir:
Jacques Alain Miller’in özlü biçimde belirttiği gibi, Cola paradoksal özelliğe
sahip olduğundan onu içtiğin kadar çok susarsın ve aynı zamanda susuzluğunu
söndürmediği ölçüde bu garip, buruk-tatlı lezzete ihtiyacın o kadar da artar.
Öyle ki, birkaç yıl öncesinde Cola’nın reklam sloganı “Cola odur!”u reklamın muğlaklığıyla
almamız gerekir: “İşte o” tam da gerçekten hiçbir zaman o olmadığından dolayı,
tam da her tatmin “daha fazla isterim!” boşluğu açtığından dolayı “İşte o” dur.
Paradoks, dolayısıyla, Cola’nın kullanım değeri onun saf (değişim) değeri ’nin
özgün atmosferik boyutunun ifadesiyle yer değiştirmiş (ya da ifadesiyle
tamamlanmış) sıradan bir mal olmasından değil, onun tuhaf kullanım -değerinin
ifade edilemez tinsel artığın olağanüstü atmosferinin zaten onda doğrudan
cisimleştiği, maddi niteliklerini zaten mal oluşundan alan bir mal
olmasındadır. Fakat bu süreç kafeinsiz diet Cola ile sona erdirilmiştir. Niçin?
Cola’yı -ya da herhangi bir içeceği- iki nedenle içeriz: susuzluk gidermesi ve
besin değeri ya da tadı için. Kafeinsiz diet Cola’da besin değeri askıya alındığı
gibi Cola’nın tadının temel maddesi kafein de kullanılmaz. Geriye kalan saf dış
görünüş, bir maddenin hiçbir zaman gerçekleştirilemez sahte vaatleridir. Bu
anlamda, kafeinsiz diet Cola ile adeta “bir şey kılığında hiçbirşey içtiğimiz”
doğru değil midir? Bu örnek üç düşünce arasındaki doğal ilişkiyi ortaya koyar:
Marksist artı-değer, artı-haz olarak Lacancı objet petit a (Lacan’ın doğrudan
Marksçı artı-değeri referans alarak kullandığı kavram) ve de Freud tarafından
çok önceden algılanan süperego paradoksu: Ne kadar çok Cola içersen o kadar
çok susarsın: ne kadar çok kâr yaparsan daha fazlasını istersin: Süperego’nun
emirlerine ne kadar çok uyarsan kendini daha çok suçlu hissedersin- her üç
durumda da dengeli değişim mantığı; ne kadar çok verirsen o kadar çok
borçlanırsın, ya da arzuladığına ne kadar çok sahip olursan, o kadar özlem
duyarsın; ya da tüketicilik versiyonu, ne kadar çok satın alırsan daha çok
harcaman gerekir. Bu dengenin bozulmasına anahtar, kuşkusuz ki, bir çeşit
kavisli alan olarak var olan (ya da daha iyisi, ısrar eden) artı haz, objet
petit a ne kadar yakınına gelirsen kavranması o kadar güç olan bir alandır.[49]
Fantezide de benzer bir
mekânizma yürürlüktedir: Ampirik, pozitif olarak verili bir nesne nasıl bir
arzu nesnesi haline gelir; bir X, bilinmeyen bir nitelik, “onda ondan daha
fazla olan” ve onu arzumuza değer hale getiren bir şeyi içermeye nasıl başlar? Fantezi çerçevesine
girerek, öznenin arzusuna tutarlılık kazandıran bir fantezi-sahnesine dahil
edilerek. Bu süreci çok net bir şekilde kurgulayan Hitchcock’un “Arka Pencere”
filmini ele alalım: Sakatlanıp tekerlekli
sandalyeye mahkum olan James Stevvart’ın sürekli olarak dışarıya baktığı pencere,
açıkça bir fantezi penceresidir. Arzusu pencereden görebildiği şeylerin büyüsü
altındadır. Ve talihsiz Grace Kelly’nin sorunu, ona evlenme teklif ettiğinde,
onu güzelliğiyle büyülemek yerine, pencereden görünüşü bozan bir engel, bir
leke olarak davranmasıdır. Sonuçta. Stewart’ın arzusuna layık olmayı nasıl
başarır? Sözcüğün düz anlamıyla, onun “arzusunun çerçevesine” girerek; avluyu
geçip onun kendisini pencereden görebileceği “öteki tarafta” görünerek. Stewart
onu caninin apartmanında görünce, bakışı hemen büyülenir, oburlaşır, onu
arzulamaya başlar: Kelly onun fantezi-mekânındaki yerini bulmuştur.[50]
Böylece Grace Kelly,
James Stevvart’ın objet petit a’sına yani arzu nesnesine dönüşür. Çünkü
fantezilerinin içinde, arzu çerçevesinde yerini almıştır. Ridley Scott’ın
(Heinrich Kleist’in bir kısa öyküsünden uyarlanan) olağanüstü ilk filmi
Düellocular’da, iki yüksek rütbeli asker arasında, tam anlamıyla üst sınıftan
bir soylu ile orta sınıf kökenli gözü yukarıda bir subay arasında ömür boyu
süren bir mücadele anlatılır. Bunları birbirinden sonsuza kadar ayrı tutan şey,
her birinin üst sınıfın onur koduyla kurduğu ilişki biçimindeki farktır: Gözü
yukarıda, orta sınıf mensubu subay bu kodu şaşmaz bir biçimde takip eder, bu
yüzden de hep beceriksiz, gülünç biri izlenimi verir; oysa rakibi olan soylu,
resmi kodun açık kurallarını sürekli ihlal ederek gerçekten üst sınıfa mensup
olduğunu gösterir. Gözü yukarıda alt-orta sınıfların sorunu, başarısızlıklarının
gerçek nedenini yanlış algılamalarıdır. Kendilerinde bir şeyin, gizli bir
kuralın eksik olduğunu, o yüzden de bütün kuralları daha da sıkı biçimde takip
etmeyi öğrenmeleri gerektiğini zannederler. Oysa yanlış algıladıkları şey
gerçekten üst sınıftan gelmeyi açıklayan gizemli X’in özgül bir pozitif
simgesel özelliğe bağlanamayacağıdır. Burada, yine objet petit a ile
karşılaşırız: Birbirlerinden açıkça tanımlanmış herhangi bir pozitif simgesel
özellikle ayrılmayan ama yine de ikisi arasındaki farkın gerçek üst sınıfla
onun beceriksizce taklidi arasındaki şaşmaz fark olduğu iki davranış dizisiyle
karşı karşıya geldiğimizde, o farkına vannanın son derece güç olduğu X, söz
konusu mesafeyi açıklayan -kısacası, herhangi bir pozitif farkın
belirlenemediği yerde fark yaratan nesne- tam da arzu nesnesi / nedeni olarak
objet petıt a dır.[51]
Bu kavram, Lacan’ın
simgesel düzenine işaret eder. Örneğin bir yargıç, simgesel görevinin
nişanlarına büründüğü anda, onun aracılığıyla konuşan simgesel kurumun Büyük
Öteki’si olur.[52]
Lacan’a göre, öznenin oluşumu daima “öteki”yi varsayar. Büyük Öteki bir muhatap
değil, hitap edenin içinde varolduğu simgesel sistemin belirleyicilerinin
toplamıdır. Büyük Öteki, bir eksik’i olmadığı varsayılarak (eksik’i gizli
tutularak) tüm arzunun mekânı olarak kurulur; bu mekânı Babanın Adı, devlet,
tanrı, yasa kısaca özne için simgesel düzenin bütünlüğünü temsil eden herhangi
bir şey doldurabilir.[53]
George Orwell’ın
1984’ündeki Big Brother “Büyük Ağabey” kurgusu tam anlamıyla Lacan’ın Büyük
Öteki’sine karşılık gelir. Kavramın İngilizcesinde Brother kelimesinden “B ve
R”yi çıkarttığımız zaman, kavram Big Other’a “Büyük Öteki”ye dönüşür. Ayrıca
kavramın sözlük açıklamasındaki simgesel düzenlerden -baba adı, tanrı, devlet,
yasa- her birini yarattığı boş alan içine alır. Büyük Ağabey, istediğiniz,
hayal ettiğiniz simgesel düzen hangisi ise ona karşılık gelecek kadar “açık”
bırakılmıştır.
Aynı şekilde Kafka’nın
eserlerinde de kurgulanan simgesel düzen, Lacan’ın Büyük Öteki’sinin
temellendirdiği mekânlarda örgüsünü kurar. Franz Kafka’nın yaşamı psikanalitik
incelemeye alındığında ise daha çok Büyük Öteki kendini sanatçının yaşamında
“Baba Adı” olarak temsil eder.
Büyük Öteki simgesel
düzeninde sistem ihlallerine sınırlı da olsa, kendi gücünü yeniden kurmak adına
izin verir. Buna örnek olarak ülkemizde “Yasak İlişki” adı ile gösterilen The
Bridges of Madison County filmi ile “Benden Bu Kadar” As Good As It Gets’i
gösterebiliriz: Yasak İlişki’de Francesca’nın evlilik dışı ilişkisi aslında üç
evliliği kurtarır: kendi evliliğinin (aşk dolu dört günün anısı Francesca’nın
sıkıcı kocasıyla olan evliliğine katlanmasına olanak verir) yanısıra,
Francesca’nın itirafını okuduktan sonra şaşkına dönen, soğudukları eşleriyle
barışan iki çocuğunun evliliğini. Medyanın haberlerine göre, filmin büyük bir
başarı kazandığı Çin’de resmi ideologlar bile aile değerlerinin olumlanması
dolayısıyla filmi övmüş: Francesca ailesiyle kalır, aile görevlerini aşkına
tercih eder. Film trajik olmak üzere tasarlanmıştır; Francesca aşkta hayatının
gerçek mutluluğunu kaçırır; kendisinin gerçekten önem verdiği şey Kinkaid’le
ilişkisidir. Ancak daha derin bir düzeyde, film aile değerlerinin
olumlanmasıdır, ilişkinin kopması gerekmekteydi, zina olsa olsa aileyi
destekleyen, ayrılmaz bir ihlaldir.
İkinci film, Benden Bu
Kadar’a gelince, işler daha da karışır: Filmin püf noktası, Jack Nicholson
karakterinin en sonunda altın bir kalbe sahip olduğunu ve iyi bir adama
dönüşeceğini, yani alaycılığı bırakacağını bildiğimiz için iki saatliğine
sınırsız politik yanlışlıktan hoşlanmamıza izin verilmesi değil midir? Bu
noktada yeniden ayrılmaz ihlal yapısıyla karşı karşıyayız. Alaycılığı
Nicholson’ın objet petit a’sıdır; artık-hazzıdır. Ancak normal olmak için
bundan vazgeçmesi gerekmektedir. Bu anlamda film doğru etik duruşun ihanetinin
hüzünlü bir hikâyesini anlatır: Nicholson “normalleş”tiğinde ve sıcak bir insana
dönüştüğünde, doğru etik duruşu denen, onu çekici de yapan şeyi yitirir:
Sıkıcı, sıradan bir çift çıkar karşımıza.[54]
Büyük Öteki aynı zamanda
toplumsal anlaşmanın nihai bir garantörü olarak da karşımıza çıkar. Eğer
üzerimize yığılan enformasyon bolluğu yeterince ayıklanırsa, Büyük Öteki’nin
çöküşü zaman ve mekân içinde kesin bir noktada (an) sabitlenebilir; Ryszard
Kapuscinki 1979’daki İran devrimi konusunda bunu örnek biçimde yapmıştır: 'Şah
rejiminin “sonun başlangıcı”, Tahran’daki belli bir kavşakta, sıradan bir
yurttaş polisin “bas git” emrine uymayı reddettiği zaman gelmiştir. Haber büyük
bir hızla yayıldı ve birdenbire insanlar “Büyük Öteki”ye inanmamaya başladılar.
Burada tabii ki geri dönüşlü olarak yapılan bir yeniden inşayla karşı
karşıyayız: Söz konusu olay, çığı harekete geçiren o ufak kartopudur.[55]
“Şimdi en önemli an,
ülkenin, Şah’ın ve devriminin kaderini belirleyecek an, bir polisin görev
yerinden çıkıp kalabalığın kenarındaki bir adamın yanına giderek sesini
yükselttiği ve adama evine dönmesini emrettiği andır. Polis ve kalabalığın
kenarındaki adam sıradan, isimleri bilinmeyen insanlardır, ama
karşılaşmalarının tarihsel bir önemi vardır. İkisi de yetişkindir, ikisi de
belli olaylardan geçmişler, ikisi de kendilerine ait deneyimler yaşamıştır.
Polisin deneyimi: eğer birine bağırıp copumu vuracak gibi kaldırırsam, adamın
önce korkudan dili tutulacak, sonra da kaçıp gidecektir. Kalabalığın kenarındaki
adamın deneyimi: Bana doğru yaklaşan polisi görünce korkuya kapılıp koşmaya
başlarım. Ama bu sefer herşey başka türlü olur: Polis bağırır, ama adam koşup
kaçmaz. Orada öylece durup polise bakar. İhtiyatlı bir bakıştır bu, hala korku
emareleri içeren, ama aynı zamanda sert ve küstah bir bakış. Demek böyle!
Kalabalığın kenarındaki adam üniformalı otoriteye küstah küstah bakıyor. Hiç
kımıldamıyor. Etrafına bakıyor ve diğer yüzlerde de aynı bakışı görüyor,
onların yüzleri de, kendisininki gibi ihtiyatlı, hâlâ biraz korkulu, ama çok
sert ve kararlı. Polis bağırmaya devam ettiği halde kimse kaçmıyor, polis en
sonunda duruyor. Bir sessizlik anı oluyor. Adam artık korkmuyor. İşte devrimin
başlangıcı bu andır. Devrim burada başlar”[56]
Burada, sıradan
yurttaşlar ile polisler arasına giren “üçüncü unsur” doğrudan doğruya korku
değil Büyük Öteki’dir: Polisten, sadece kendisi olmadığı, onun eylemleri
iktidarın eylemleri olduğu için, bizim gibi insan olmadığı sürece korkarız,
yani Büyük Öteki’nin, toplumsal düzenin ikamesi olarak deneyimlediği sürece
korkarız. Bu analizi devam ettirip Doğu Avrupa’nın eski Komünist ülkelerinin
her birinin yakın tarihinde Büyük Öteki’nin ortadan kalktığı “görüntünün
parçalandığı” bu anın tam koordinatlarım belirlemek ilginç olurdu. Bu an, bazen
gerçekten de bir iki saniye süren bir andı. Örneğin Romanya’da “büyünün
bozulduğu an”, Timisoara’daki gösterilerden sonra Bükreş’te Çavuşesku
tarafından halkın kendisini hala desteklediğini kanıtlamak için düzenlenen
kitle toplantısında, kalabalığın Çavuşesku’ya bağırmaya başladığı, onun da
trajikomik ve şaşkın, güçsüz düşmüş bir baba edasıyla, adeta hepsini
kucaklamak istercesine ellerini kaldırdığı andı. Bir an önce saygıyla karışık
korku uyandıran şey, şimdi biraz farklı bir karışım gibi gülünç poz kesmeyle
kaba, gayri meşru güç gösterisinin karışımı gibi yaşanmaktadır. Bu toplumsal
bağı kuran simgesel dokudaki bir kaymaya denk düşer.[57]
Andy ve Larry Wachowski
kardeşlerin 1999 yapımı Matrix filmini, “Büyük Öteki” kavramı içinde çözümleyen
Zizek, Matrix’i yabancılaşmış öznelerin kurgusu içinde şöyle okur:
“Matrix, tek kelime ile
Lacancı “Büyük Öteki”, sanal sembolik düzen, gerçekliği bizim için
yapılandıran şebekedir. Bu “Büyük Öteki” boyutu, sembolik düzende öznenin yapılandırıcı
yabancılaştırılmasının boyutudur: Büyük Öteki ipleri elinde tutar, özne
konuşmaz, sembolik yapı tarafından “konuşturulur”. Matrix’in tezi, büyük
Öteki’nin gerçekten var olan bir Mega-Bilgisayarda cisimleştiğidir. Matrix’in
merkezi imgesi, milyonlarca insanın tüpler içinde edilgen bir biçimde yatarak
Matrix’e enerji temin etmesidir. Bu yüzden Matrix’in kontrol ettiği sanal
gerçeklikten uyandıklarında, bu uyanma dış gerçekliğin geniş alanına bir
açılma değildir. Bu mutlak edilgenlik, bilinçli tecrübemizi etkin, kendi
kendini gerçekleştiren özneler olarak sürdüren ipotek altına alınmış
fantezidir. Nihayetinde hayat özümüzü bizler birer yaşayan aküymüşüz gibi
söküp alan Öteki’nin (Matrix’in) jouissance aracı olduğumuz nosyonu mutlak
fantezidir. İlk bakışta, bizim siberuzam tecrübemizin bu evrene uyduğu
düşünülebilir: Siber-uzam Gerçek’in atıllığıyla engellenmemiş, sadece bizim
koyduğumuz kurallarla sınırlı bir evren değil miydi? Matrix’teki Sanal
Gerçeklik’le aynı değil mi? İçinde yaşadığımız ‘gerçeklik’ değiştirilemez
karakterini yitiriyor: bir insanın iradesi yeterince güçlüyse değiştirebileceği
olumsal kuralların yürürlükte olduğu bir alan haline geliyor. Ne var ki,
Lacan’a göre bu standart bakış açısının hesaba katmadığı şey, Öteki ile jouissance
arasındaki ilişkidir. Bunu iç-edilgenliğin, dünyaya etkin müdahelemizin
bedelini ödediğimiz, mükemmel fantezi senaryosu olarak okuyamaz mıyız?”[58]
Bu çalışma Zizek’in
Türkçe’de yayımlanan dört kitabı temel alınarak gerçekleştirilmiştir. Zizek’in
son derece üretken bir düşünür olduğu dikkate alınırsa, dört kitaplık bir
değerlendirme Zizek hakkında sadece temel bir perspektif verebilmektedir.
Zizek’in felsefi yönünün derinliği dikkate alınarak, Marx’tan, Freud’dan
özellikle de Lacan’dan aldığı kavramlarla salt popüler kültür üzerinden sinema
okumaları örneklerine yer verilmiştir. Bu çalışma sadece Zizek’e başlangıç
olarak değerlendirilmelidir.
Sh:295-327
Kaynak:
21. Yüzyıl İletişim Çağını Aydınlatan Kuramcılar, KADİFE KARANLIK, McLuhan •
Foucault • Chomsky • Baudrillard Postman • Lacan • Zizek, Hazırlayanlar: Prof.
Dr. Nurdoğan Rigel, Doç. Dr. Gül Batuş, Yrd. Doç. Dr. Güleda Yücedoğan, Barış
Çoban, SU Yayınları, İkinci Baskı: 2005,
İstanbul
[3] Wright,
a.g.e, s.321-322.
[4] Mehmet
Ergüven, Görmece, Metis Yayınları, İstanbul, 1997, s.93
[10] Aktaran: Ann Game;
Toplumsalın Sökümü, Dost Yayınları, Ankara, 1998, s.l 12 Mimar Jeremy
Bentham’ın hapishane için tasarladığı ve hiçbir zaman gerçek hayata
geçirilememiş olan hapishane dizaynı. Binanın tam ortasında bir gözetleme
kulesi yer alır ve kuleden tüm mahkûmların hücreleri görülebilir. Böylece
amaçlanan, mahkûmların sürekli gözetlendikleri hissi ile hareket etmelerini
sağlamaktır. Foucault panoptik kavramını “iktidarın bakışı” olarak ortaya atar.
[11] Peter
Osbome, a.g.e, s.61
[12]
Elisabeth Wright, Lacan ve Postmodernizm, Everest Yay. İst. 2002, s.55-56
[13] Slavoj
Zizek (a), İdeolojinin Yüce Nesnesi, Metis Yayınları, İstanbul, 2002, s.303.
[15] Slavoj
Zizek(a), a.g.e, s. 123.
[17] Zizek
(a), a.g.e, s.37.
[18]Zizek(a),
a.g.e, s. 121-122.
[19] Burak Bakir, "Filmin
Psikanalitik Çözümlemesinde Temel Kavramlar", Sinemasal Dergisi, Güz 2002,
Sayı:7, İzmir, s.60.
[22] Zizek
(a), a.g.e, s.37.
[23]
Aktaran; Zizek (a), a.g.e, s.70.
[24] Zizek
(a), a.g.e, s.71.
[25] Zizek
(a), a.g.e, s.78.
[27] Darian Leader, Judy Groves,
Yeni Başlayanlar İçin Lacan, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1997, s. 167
[30] Bakır,
a.g.m, s.62.
[35] Zizek
(a), a.g.e, s. 184-188.
[36] Renata Salecl, The Spoils
of Freedom, Londra, Routledge, 1995, s. 13. Aktaran: Zizek (b) Kırılgan Temas,
Çeviren: Tuncay Birkan, Metis Yay., İstanbul, 2002, s.48-49
[38] Zizek
(a),a.g.e, s.43.
[39]
Zizek(a) ,a.g.e, s.44
[41] Slavoj
Zizek, "Müstehcen Efendi," Toplum ve Bilim, Güz 1996, Sayı; 70,
s.64-65.
[42] Zizek
(a), a.g.e, s.47-48.
[51] Zizek
(b), a.g.e, s. 158-159.
[53] Z izek
(b), a.g.e, s.
[54] Slavoj Zizek, (d) Gülünç
Yücenin Sanatı: David Lynch’ın Kayıp Otoban’ı Üzerine, Om Yay. İstanbul, 2001,
s.21-22.
[56] Ryszard Kapuscinki, The
Shahof Shahs, Londra, Picador, 1986, s. 109-110. Türkçesi: Şahların Şahı, Metis
Yay. İst. 1989, s.89-90. Aktaran: Zizek (b), a.g.e, s.254.
[58] Slavoj Zizek, "Matrix
veya Sapıklığın İki Yüzü" William Irwin, Matrix ve Felsefe, Güncel Yay.,
İstanbul, 2003, s-284-308.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar