MAFYA AHLÂKI VE KAPİTALİZMİN RUHU
PINO ARLACCHI
trc: Bahadır Sina Şener
trc: Bahadır Sina Şener
Geleneksel
Calabria Ve Sicilya’da Mafya Ve Mafiosi
“Ve
kural olarak, dışardan pek belli olmayan ama buna rağmen ekonomik hayatı yeni
bir ruhla doldurduğu son derece kesin olan bu değişikliği yaratanlar, ne
ekonomi tarihinin her döneminde karşılaştığımız türden gözüpek ve vicdan
yoksunu spekülatörler, ekonomik maceracılardı ne de sadece büyük bankerler.
Tersine onlar, sert hayat okulunda yetişmiş, hem cesur olan hem de hesap bilen,
her şeyden önce kendilerini tam anlamıyla burjuva kanaat ve ilkelere, tümüyle
işlerine adamış ölçülü, güvenilir ve zeki insanlardı. ”
Max Weber,
The Protestant Ethic and the Spirit of
Capitalism,
Londra 1984, s. 19
Londra 1984, s. 19
Bu Sonsöz, Birleşmiş
Milletler’in "Suçun Önlenmesi ve Suçlulara Nasıl Davranılacağı” konusunda
düzenlediği yedinci konferansa hazırlık toplantılarından birinde sunulmuş
özgün tebliğe dayanmaktadır.
St. Vincent,
8-10 Mart 1985.
8-10 Mart 1985.
Bugünün
Dünyasında Örgütlü Suçun Yönelimleri
Gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerde “klasik” suç eylemliliğinde gözlenen geniş çaplı bir büyümenin yanında[1],
büyük ölçekli suç (da) son zamanlarda global planda gerçek ve ivedi bir sorun
olarak kendisini gösterdi. “Büyük ölçekli suç” kavramı, gerek meşru
resmi yapılar gerekse yasadışı yöntemlerle siyasal ve ekonomik etkinliklerde
bulunabilecek ve üretici, toplumsal ve kurumsal hayat alanlarını yıkıcı bir
biçimde etkisi altına alabilecek kadar güçlü grupları tanımlamak için
kullanılmaktadır. Büyük ölçekli suç, kendisini, dört temel başlık altında
sınıflandırılabilecek bir çeşitlilik içinde ortaya koymaktadır; Örgütlü suç,
malî ve ekonomik suç, siyasal ve idari yozlaşma ve yasadışı lobi faaliyeti.
Büyük ölçekli suçun dünya
çapında gösterdiği gelişme, kuşkusuz onu engellemekle yükümlü ulusal ve
uluslararası kuramlara meydan okuma anlamına gelmektedir. Bu gelişme aynı
zamanda, toplum bilimlerinin, karşılaştığımız sorunların karmaşıklığı içinde
yönümüzü bulmamıza yardımcı olacak yorumlar sunabilme yetkinliğinin de
sınanabileceği bir fırsattır. Büyük suç dünyası pek çok bakımdan yeni ve
benzersizdir, ayırdedici nitelikleri geleneksel kavramlarla kolayca anlaşılamaz;
suç sosyolojisinden, hukuktan ve kriminolojiden alman kavramların yanında,
ekonomi, antropoloji ve siyasal araştırma tekniklerini de kullanmak zorundayız.
Burada büyük ölçekli suçu
bütün yönleriyle inceleyecek kadar yerimiz olmadığı için kendimi, yasadışı
dünya piyasasının gelişmesi bağlamında uluslararası örgütlü şuçun yeni
yönelimlerinin araştırılması ile sınırlıyorum.
Yasadışı Piyasa
Son birkaç on yıl içinde,
güçlerini özel şiddet yöntemleriyle zorla kabul ettirebilen ve siyasal yapı ile
devlet aygıtlarının çok büyük bir bölümünü yönlendirebilen, ellerinde
olağanüstü ekonomik kaynaklar bulunan gruplarca yürütülen büyük ölçekli
yasadışı faaliyetlerde belirgin bir tırmanma oldu. Bu gruplar örgütsel özellikleri
büyük çeşitlilik gösteren, uzmanlaşmış yapıya ve personele sahip şirketler ya
da girişimler haline geldiler.
Suç ekonomisi, daha geniş çaplı bir
değişim sürecinin parçası olarak gelişti. Savaş sonrasında uluslararası ticari
ve ekonomik hayatın canlanmasına paralel olarak, emek meta ve sermaye alanında,
dünya çapında, son derece büyük bir yasadışı pazar ve suç piyasası oluştu.
Silahlar, uyuşturucu maddeler, sına! ve askeri sırlar, yasadışı yollardan
kazanılan dövizler, profesyonel gangsterler, ajan provokatörler ve ekonomik ya
da cinsel olarak köleleştirilmiş insanlar... bütün bunlar, dünyanın her
yanında, eskiden hiç olmadığı kadar büyük boyutlarda emre amadedir.
Bu tür malların değişimi;
varlığı, büyümekte olan pek çok ülkede genel bir korku ve gerginlik yaratan,
ayrı ve tanımlanabilir bir ekonomik etkinlik alanının doğmasına neden oldu.
Bu yasadışı dünya pazarının
denetimi uğruna, ilan edilmemiş bir yeraltı savaşı patlak verdi. Bu savaşın
tarafları arasında, halkın gözünde kusursuz görünüme sahip işadamları,
askerler ve askerî şefler, siyasi liderler, suç dünyasının patronları ve dünyamızın
her ülkesinden çıkar düşkünleri bulunmaktadır. Yasadışı ekonominin özellikle
kârlı sektörlerindeki bu savaş, uluslararası suç örgütü dünyasında en sağlam savaş
donanımına sahip çok küçük bir grubun lehine çözüme bağlandı.
Suç piyasasının en önemli
kolu olan, Asya ve Latin Amerika’da yetiştirilip Batı’nın tüketimine sunulan
uyuşturucuların ticaretinde bu yasadışı grupların üstünlüğü, GİRİŞİMCİ
MAFYA VE EROİN EKONOMİSİ gibi, kendi içlerinde bir işbölümünün oluşmasına
yol açtı: Bir yandan suç dünyasının dışındaki halk kesimlerine uyuşturucu
sağlayan çok sayıda küçük ve orta büyüklükte ekibin iş gördüğü bir rekabetçi
sektör; öte yandan bu ilk sektörde faaliyet gösterenlere uyuşturucu satan,
çeşitli uluslardan çok az sayıda suç şirketinin/örgütünün meydana getirdiği
bir tekelci (oligopolist) sektör vardır.
Uyuşturucu alanında bir
dünya pazarının ortaya çıkışı çok yeni bir olgudur. Bu pazarın gelişimi (II.
Dünya Savaşı’nın bitiminden 1960’larm sonlarına kadar ABD’de; 1970’li ve 80’li
yıllar boyunca Batı Avrupa ve sosyalist ülkelerde) eroine ve (1970’li yılların
ortalarından günümüze dek Avrupalı ve Amerikalı orta sınıflar arasında) kokaine
olan talebin artması ile bağlantılı olmuştur.
Birleşmiş Milletler
Narkotik Bölümü’nün yayımlamış olduğu, dünya çapında ele geçirilen uyuşturucu
miktarları ile ilgili rakamlar, bu pazarın nasıl bir gelişim gösterdiğini
ortaya koymaktadır.
DÜNYADA ELE GEÇİRİLEN EROİN
VE KOKAİN MİKTARLARI
1947-1982 (yıllık ortalamalar)
1947-1982 (yıllık ortalamalar)
Eroin (kg)
|
Kokain (kg)
|
|
1947-66
|
187
|
41
|
1967-74
|
953
|
625
|
1975
|
1.708
|
2.406
|
1976
|
2.586
|
2.419
|
1977
|
2.377
|
3.977
|
1978
|
2.441
|
5.391
|
1979
|
2.070
|
8.365
|
1980
|
2.510
|
11.820
|
1981
|
5.613
|
9.541
|
1982
|
6.153
|
12.092
|
Kaynak: BM Narkotik Bürosu, Review
of Trends in Drug Abuse and lllicit Traffic, MNAR/I /1984.
1970’li ve 80’li yıllardaki
patlama sırasında ele geçen eroin miktarı yaklaşık olarak bir tondan altı tona
yükselmiştir. Bu sürede dünya çapında
ele geçirilen kokain miktarı da iki tondan on iki tona yükselmektedir. Eğer ele
geçirilen miktarların (bütün dünyayı göz önüne alarak ve kendimizi yakın
dönemle sınırlayarak), piyasada var olan uyuşturucu miktarının görece sabit
bir oranını temsil ettiğini varsayarsak, uyuşturucu arz ve talebinin,
1970’lerin başından itibaren beş kattan fazla artış gösterdiğini
söyleyebiliriz.
Bu tahmin, uyuşturucu
kullananların sayısı, uyuşturucuların fiyatları ve yasadışı piyasadaki sermaye
dolaşımı ile ilgili olarak bazı ülkelerin sunduğu verilere dayanılarak
yapılmıştır. ABD’de, New York piyasasında eroinin toptan satış fiyatı 1970’li
yıllarda kilo başına 15.200 dolardan 30.000 dolara yükselirken; toplam
parakende satış miktarı aynı dönemde[2] yaklaşık
bir milyar dolardan 1980 yılında[3]
8.7 milyar dolara çıkmıştır[4]
Uyuşturucu maddeler kullananların sayısı 1977 ile 79 arasında iki katma
çıkarken[5],
sadece üç yıl gibi bir zamanda ABD kokain piyasasındaki toplam sermaye 1977
yılında 13.4 milyar dolardan 1980 yılında 29.4 milyar dolara yükselerek, iki
katından fazla artış göstermiştir. 1975’den 1980’e, beş yıl içinde Batı
Avrupa’da uyuşturucu bağımlılarının sayısında üç kat bir artış oldu;[6]
daha muhafazakâr tahminler 1975 yılı için 86.000 olan bu rakamın 1980’de
270.000 olarak vermektedirler.[7]
Uyuşturucu piyasasındaki bu
sayısal artışın yanında, arz ve talep arasındaki ilişkide de dönüşüm yaşandı.
1970’îi yıllara kadar böyle bir bağımlılık sorunu bulunmayan Üçüncü Dünyada
uyuşturucu maddelerin kullanılmaya başlanması, Avrupa’da uyuşturucu fiyatlarını
ve uyuşturucuya olan talebi artırarak, arz ile talep arasındaki ilişkinin
sıkılaşmasına yolaçtı. Talepteki her artış, ne üretileceğine ve dağılım
yapısının nasıl olacağına ilişkin kararlara anında yansımaktadır. Pazardaki
uyuşturucu miktarındaki artış da talep yaratmaya başlar, pazar koşullarının
son derece değişken coğrafi ve kültürel ortamlarda yerleşikleşmesinde etkili
bir unsur haline gelir.
1960’lı yıllardan günümüze
tam anlamıyla bir uyuşturucu dünyasının ortaya çıkmasına kadar, afyon, kokain
ve diğer uyuşturucuların arz ile talep koşulları arasında böylesi yakın bir
ilişki söz konusu değildi. Yüzyıllar önce olduğu gibi, Asya ülkelerinde ve
bazı Batı ülkelerinin başkentlerinde yerel uyuşturucu madde piyasaları ile
belli oranlarda uzun mesafeli ticaret mevcuttu. Ama, yakın zamanlarda tanık
olduğumuz türden, kolları her kıtaya uzanan, büyük ticari işlemler gerektiren,
rekabetçi ve karşılıklı bağımlı ulusal pazarlar mevcut değildi. Pek çok insan
için uyuşturucu madde, önceleri, diğer mallar gibi satın alman, satılan ve
değiştirilen bir ticari mal değildi. Haşhaş ve diğer uyuşturucu maddeler gibi
kokain ve afyon da zaman içinde kökleşen ve süreklilik arz eden kültürel
örüntüler içinde ortaya çıktılar.[8]
Yüz binlerce küçük üretici
ve rençber için bu uyuşturucular, gündelik hayatlarının ve dinsel ayinlerin
birer parçasıydı. Uyuşturucu maddeler hayatın sıkıcı angaryalarından -düzenli
olarak ya da zaman zaman kurtulmayı sağlar, rahatlık ve huzur verirdi; bu
maddelerin kullanımının özel bir kültürel bağlam içinde anlamı vardı. Bu
bağlamın dışına çıkıldığında, uyuşturucunun kullanımı da anlamını kaybederdi.
Geleneksel Akdeniz ya da
Doğu toplumlarında kimi bölgelerden yalnızca birkaç yüz mil uzaklaşıldığında,
belli bir uyuşturucu ile belli bir kültür arasındaki ilişki de varlığını ve
geçerliliğini yitirirdi[9]
Uyuşturucu maddelerin el altında olması, istenildiğinde bulunabilir olması,
uyuşturuculara karşı bir talebin doğmasını engelledi.
Bu nedenle, özel bir
kültürel bağlam içinde kalındığı sürece, uyuşturucuların üretim ve dolaşımı son
derece sınırlıydı; -ticari bir mal olmadıkları sürece salt tüketim amaçlı kâr
nesneleri haline gelmediler.
Diğer büyük yasadışı
pazarlar da, dünya uyuşturucu piyasasına paralel bir gelişme gösterdiler.
Örneğin Batılı üreticiler, bu ticaretten büyük kazanç sağlayan kendilerine
bağlı tüccarlar, işadamları ve gizli servis ajanlarının aracılığı ile,[10]
Üçüncü Dünyadaki hükümetlere ve asîlere yasadışı yollardan silah sattılar.[11] Yasadışı dünya pazarının
bu sektörü 1960’lı yıllardan bu yana serpilip gelişti. Soğuk savaşın sona
ermesi ile Asya ve Latin Amerika ülkelerinde geniş çaplı çatışmaların patlak
vermesi, uyuşturucu piyasasındakine benzer bir biçimde, arz ile talep
arasındaki ilişkinin daha sıkılaşmasına yol açtı. Şimdi, gizli silah ticareti
ile bağlantıları olan baskı gruplarının çıkarları öylesine gelişmiştir ki,
savaşların dogmasında ve sürdürülmesinde belirleyici olmakta ve yasadışı
pazarlarda satılan silahların tür ve sayıları, bu işin iyice denetimden çıktığı
yolunda güçlü bir izlenim vermektedir.
Şu anki çözümlemelerimizin
amacı bakımından, gizli silah ticaretinde profesyonel suç örgütlerinin payının
ne olduğu hakkında ayrıntılı bir açıklama yapmak gerekmiyor. Bununla beraber
son derece önemli iki nokta var;
a) Silah pazarındaki ticari
ilişkiler, aynen uyuşturucu ticareti ile diğer yasadışı işlerde geçerli olan
mantığa, haberleşme ve mali altyapı şebekelerine dayanma eğilimi
göstermektedir;[12]
b) geleneksel olarak afyon
ve kokain yetiştiren ya da belli başlı uyuşturucu ticaret yollarına yakın
bölgelerdeki savaş ya da siyasi çatışmalarda taraf olanlar, gittiçe, silah
satın almak için gelir kaynağı olarak uyuşturucuyu daha fazla kullanmak zorunda
kalıyorlar.14
Örgütlü Suç
Yasadışı pazarların
genişlemesinin, örgütlü suç gruplarının yapısı üzerinde olduğu gibi, bu
grupların bir yandan sıradan adi suçlar ve gençlik suçlan ile ve büyük ölçekli
suç dünyasının diğer unsurlarıyla olan ilişkilerinde derin etkileri olmuştur.
Bu gelişme, her şeyden önce
suç elitinin, birikim ve pazar güçleri ile özdeşleşmeleri sürecini
hızlandırmıştır. Bazı durumlarda bu süreç zaten (Kolombiya’daki belli başlı
mafya gruplarında ya da üç Batılı güçle ortak hareket eden gizli Çin cemaatlerinde
olduğu gibi) onyıllardır süregelmekteydi.15 Öte yandan İtalyan mafyası
açısından; -1970’li yıllarda mafyanın, merkezi devlet ile çevre arasındaki
doksan yıllık siyasi, ekonomik ve kültürel aracılık rolünü yerine getirmekten
vazgeçmesinin sonucu olarak girişimci ve kapitalist niteliklerin, cosca’mn
etkinliklerini belirlemede ağırlıklı rol oynamaya başlaması, çok yakın tarihin
olayıdır.
Gerek gizli Çin cemaatleri
gerekse Sicilya mafya cosca’ları zaten geçen yüzyılda da yasal ve yasadışı
ekonomik etkinliklerde bulunmaktaydılar. Mafya, hayvan hırsızlığı, haraç toplama ve kır ile şehir
arasındaki ticaretin denetimi işleriyle uğraşırken 16; Çinlilerin de
bir eli haraç ve kaçakçılık işleri için kentlerde, diğer eli de gizli afyon
kahveleri ile fuhuş üzerindeydi.17Ancak her iki topluluk açısından
da bu uğraş, daha geniş bir roller ve işlevler manzumesinin parçası olmaktan
ibaretti.
Bu iki “mafya” gerek
örgütlenişleri bakımından -gizli Çin cemaatleri, yapı ve değerleri itibarıyla
aileyi kesinlikle dışlayan bir mezhep içi dayanışmaya bağlıyken; Sicilya
mafyası dost ve akrabalardan oluşan bir çekirdek etrafında oluşurdu-; gerekse
siyasal ve kültürel düşünceleri bakımından -Çinliler milliyetçi-devrimci bir
görünüm taşırken, Sicilyalılar bireyci ve tutucuydular tümüyle farklıdırlar.
Ancak özünde her iki topluluk da mükemmel birer çokdeğerlilik örneği
oluştururlar. Kültürel mirasa ve sözkonusu yörelerde yaşayan halkın kollektif
bilincine derinlemesine kök salmış değer ve davranış biçimlerini özetleyen
“toplumsal olgulardır” onlar.
Bazı soyut modernleşme
girişimlerine rağmen, en güçlü uluslararası suç gruplarının faaliyetlerinde
ekonomi hiçbir zaman en belirleyici etken durumuna gelmedi. Geleneksel
değerler safra gibi bir kenara atılmadı; çoğu durumda onlardan ekonomik değişim
ilişkilerini kolaylaştırmak amacıyla “seçici” bir biçimde yararlanıldı.[13]
Kolombiya, Sicilya ve
Güneydoğu Asya’daki suç dünyasının en etkili kişileri (girişimcileri) çifte
kültürel kimliğe sahiptirler. Kişisel temaslar ve iş ilişkilerinin oluşturduğu
çokuluslu dünyayla olan bütünleşmelerine, evrensel davranış ve tüketim kalıplarını
tümüyle benimsemelerine rağmen, kendi kültür dünyalarına -aile, akraba grubu,
köy, mahalle ya da mezhebin oluşturduğu dünyaya sıkı sıkıya bağlı gelenekçiler
olarak kaldılar.
Bu insanlar kendi yerel,
toplumsal ve kültürel dünyalarına müdahale ederken, ister Avrupa’da, ister
ABD’de ya da Latin Amerika’da olsun şaşırtıcı biçimde benzer davranma eğilimi
içindedirler.
Güçlü yerel gelenekleri
simgeleyen ya da büyük ölçüde halkın ilgisini uyandıran kamu etkinliklerine
çoğunlukla eli açık, “çıkar gözetmeyen” katkılarda bulunurlar. Güney İtalya ve
ABD’de ccımorra ve mafya, spor kuruluşlarını ve festivalleri mali yönden
destekler ve örgütler[14];
Kolombiya’da mafya, radyo ve televizyon istasyonları, film şirketleri hattâ
hayvanat bahçeleri kurmaktadır;[15]
gerek Güneydoğu Asya ve ABD’deki[16]
Çinli mezheplerin üyeleri gerekse 1970’li yıllarda New York’un Küçük
İtalya’sındaki (Little Italy) Sicilyalı mafiosi tarafından[17]
göçmenlerin yaşadığı bölgelerde etnik kökenli çıkar gruplan örgütlenmiştir.
Kültürel gelenekçilikleri
ve anavatanlarındaki kökleri, suç dünyasının bu girişimci insanlarının yalnızca
antropolojik kimliklerinin bir kısmını oluşturmakla ve siyasal etkinliklerinin
hazır araçlarını oluşturmakla kalmaz, yasadışı ekonomik faaliyetin başlı başına
temel nitelikli bir koşulunu da teşkil eder.
Akrabalık ile aile
ilişkilerinin ve soy ile mezhep bağlarının akıllıca yönetimi, kendine özgü bir
“ilişki” ağının kurulmasına olanak vermektedir. Büyük göç dalgaları olduğunda,
gördüğümüz gibi bu ilişkiler çok geniş bir coğrafi alanı kapsayacak denli
yaygınlaşmaktadır.
Ancak güvenilirlik
gibi büyük bir sorun vardır. Güven her türden yasadışı ticari faaliyet için
özseldir; daha önce tartıştığımız gibi, yasa ve resmi araçlarla desteklenmiş
garantilerin olmayışı, yasadışı pazarlarda iş yapan girişimcileri,
birbirlerine, sıradan işadamları arasında gerekli olandan çok daha fazla güvenmeye
zorlamaktadır. Gizliliği sürdürme gereksinimi ile birlikte bu etken suç
dünyasındaki girişimcileri, ortaklarını kendi aile ve akraba ilişkileri
içinden, kendi mezheplerinden ve kendi kültürel topluluklarından arayıp bulmaya
itmektedir. Bu türden pek çok işbirliğine; New York polis teşkilatının yakın
zamanlarda hazırladığı bir raporda verilen örnekte, Latin Amerika ile ABD arasındaki
yasadışı kokain ticaretinin, Peru ve Bolivya’da toplanan ham kokainin dağıtımını
örgütleyen suç dünyası içindeki bir düzine Kolombiyalı aile şirketinin
merkezindeki üyelerce denetlendiği belirtilmektedir.[18]
Yasadışı dünya pazarlarının
gösterdiği gelişme sadece mafya etiğinin tam anlamıyla “kapitalizmin ruhu”na
dönüşme sürecini hızlandırmakla kalmadı; aynı zamanda, hem özel suç grupları
içinde hem de her büyük suç birimi ile hasımları arasında yoğun bir
hareketliliğe ve içsel rekabete de yolaçtı. Bu arada uluslararası mafyanın
örgütlü suç eylemliliğini bir yandan sıradan suçlara, öte yandan gençlik
suçlarına bağlayarak, dikey bütünleşme sürecine destek oldu. Bu iki hayat alanı
arasındaki etkileşim, büyük suç gruplarının faaliyet alanlarında görülen genişlemenin
neden olduğu suç emeği talebinin artışı ile daha da şiddetlenmiştir.
Birbirinden farklı herbir ulusal pazarda uyuşturucu dağıtım zincirinin
kurulması, bazıları meşru dünyadan, bazıları -hırsızların, fahişelerin,
kumarbazların, soyguncuların, şantajcıların ve kaçakçıların yaşadığı “yeraltı”
adı verilen dünyadan gelen operatörlerden oluşan bir tabakanın/sınıfın
kurulmasını gerektirdi. Bu zincirin halkaları haline gelinci, herbirinin kendi
“mesleği” ve özgün bir alt-kültürü olan binlerce insan şimdi toptancı,
dağıtıcı, taşıyıcı, eroin ve kokain satıcısı ve bağımlısı gibi daha anonim
roller üstlenmişlerdir.
1970’li yılların
sonlarından itibaren kentsel yapıların feci biçimde yozlaştığı Napoli gibi
yerlerde, suç emeğine olan talep, benzeri görülmemiş büyüklükte suç
topluluklarının doğmasına neden olacak kadar hızlı bir gelişme gösterdi.
Raffaele Cutolo’nun önayak olduğu sözde Nuova Camorra Organizzata (“Yeniden
örgütlenmiş Camorra”) 1978-83 yıllarında iki binden fazla genç gangsteri
bir araya getirmeyi başardı.
ABD’de, Amerika’nın
toplumsal araştırmacıları tarafından 1920’li yıllardan bu yana İncelenmekte
olan gençlik suçlan olgusu, yasadışı pazarların genişlemesi ile birlikte,
değişme işaretleri vermektedir. Los Angeles’ın merkezinde pek çok ırktan genç
suç çeteleri (bu tür çetelerin sayısı dört binden fazladır), uyuşturucu dağıtım
sistemine katılmaktadır. Bu çete üyeleri, onlara uyuşturucu sağlayan, özel
olarak tehlikeli işlerde kullanan ve zaman zaman da polisten koruyan suç
örgütçülerinin kurduğu ve yürüttüğü, ihtiyatlı ama etkili bir hiyerarşik güce
tabidirler.[19]
Kolombiya’da ülkenin
1946’dan 1959’a kadar sabırla katlanmak zorunda kaldığı, la violencia
[şiddet -yılları-] olarak bilinen uzun süreli siyasal ve toplumsal çözülme
dönemi, ardında iki yüz binden fazla ölü bıraktı. La violencia'nın sona
ermesiyle, geleneksel kahve, elektrikli alet ve tüketim mallarındaki kaçak
ticaret, devletin yasalarından habersiz, bazen komşu ülkelerde barınarak
aylak aylak ülkenin her yanını dolaşan kaçakçı ve haydutların, yani
“serserilerin”, Kolombiya’nın kent ve kırlarına doluşmasına yol açtı. 1970’li
yılların başlarında bu yasadışı ordunun pek çok üyesi, Kolombiyalı mafya
ailelerinin insangücü ve askeri ihtiyaçlarını karşılamak üzere uluslararası
kokain -ve marihuanakaçakçılığı işine girdi.[20]
Örgütlü Suç ve Uluslararası Mali Sistem
Örgütlü suç, yasadışı dünya
pazarlarının gelişiminde yerini aldıkça, son derece büyük bir servet birikimi
gerçekleştirdi. Yasadışı ekonomiden olağanüstü kârlar biriktirdiler. Her ne
kadar yasadışı kazançlar hakkında yapılan tahminler gerek güvenilirlik gerekse
ileri sürdükleri rakamlar açısından büyük farkılık arz etseler de, belli
bölgeler için akla yatkın değerlendirmeler yapmak mümkündür.
Örneğin Kolombiya’daki ABD
Elçiliği, 1979 yılında kokain ve marihuana kaçakçılığından elde edilen yaklaşık
üç milyar dolarlık kazancın, Kolombiya ekonomisine “geri döndüğü”
kanısındaydı. Tabloda görüldüğü gibi, bu kârın bir bölümü -altı ile yedi yüz
milyon doları doğrudan ABD’de dolaşıma girerken geri kalanı Kolombiya’da
dolaşıma sokulmuştu.
KOLOMBİYA’DA UYUŞTURUCU
TİCARETİNDEN
KAZANILAN PARA (TAHMİNÎ) VE
BUNUN ÜLKENİN PARA ARZI İÇİNDEKİ ORANI (%)
KAZANILAN PARA (TAHMİNÎ) VE
BUNUN ÜLKENİN PARA ARZI İÇİNDEKİ ORANI (%)
Yıllar
|
Kazanç (milyon $)
|
Para arzı (milyar Pezo)
|
Kolombiya para arzı içindeki oranı
(yüzde olarak)
|
1975
|
150
|
4.6
|
7.9
|
1976
|
400
|
13.6
|
17.5
|
1977
|
450
|
16.6
|
17.0
|
1978
|
500
|
19.0
|
14.5
|
1979
|
600-700
|
25.6-29.8
|
16.4-19.7
|
Kaynak:Kolombiya'daki ABD
Büyükelçisi Diego Asencio, ABD Kongresi Hükümet Sorunları İle İlgili Senato Komisyonu
Daimî Araştırmalar Alt Komitesi’ndeki, Yasadışı Uyuşturucu Ticaretinden
Sağlanan Kazançlarla İlgili Görüşmeler, 96. Kongre, İlk Oturum, 12 Aralık 1979.
1980 yazında Kolombiya
Merkez Bankası Müdürü, ülkenin dış döviz kaynaklarının yaklaşık yansının
kaçakçılık ve uyuşturucu ticaretinden sağlandığını belirtti.[21]
Yukarıda gördük ki (s. 232)
1977 ile 1982 yıllan arasında Palermo civarında eroin imal laboratuvarları
bulunan Sicilya mafya “kartel”i, Kuzey Amerika pazarındaki satışlardan altı yüz
milyon dolar dolayında yıllık net kazanç sağlayabilmekteydi. Amerikalı
bilimadamları Meksikalı örgütlü suç dünyasındaki on-on iki ailenin denetlediği
uyuşturucu ticareti ve 1970’li yılların ortalarında Meksika’ya giren miktar
hakkında da benzeri bir tahminde bulundular.[22]
Yasadışı sektörlerde
biriken servet birkaç kişinin elinde toplandıkça, örgütlü suçun ekonomik,
siyasal ve askeri gücü de bütün 1970’li yıllar boyunca görülmemiş ölçüde
gelişme gösterdi. Bu güçlü ekonomik temel olmaksızın Sicilyalı ve Kolombiyalı
mafya şeflerinin, 1970’lerin ortaları ile 1983 yılı arasında, anti-mafya
kampanyaları düzenleyen siyaset ve adalet dünyasının önde gelen kişilerini
öldürtebilmeleri düşünülemezdi.
Bugün suç gruplarının
ellerinde bulunan yüzmilyonlarca dolar, suç dünyasının patronlarının,
ekonominin en üst düzeylerinde faaliyet gösteren banker ve işadamlarına olan
geleneksel bağımlılık ilişkilerinin de değişmesine neden oldu. Mafya -İtalya
ve ABD’debu adlandırmayı tümüyle hakeden “büyük iş dünyasının” sınırlarına
yaklaşmakla, tarihinde yeni bir sayfa açtı. Aksini gösterecek pek çok efsane
bulunsa da, ABD’de 1970’li yıllardan önce hiçbir mafya şefi ya da örgütlü suç
grubu büyük güç ve büyük zenginlik dünyasına (s. 234) girmeyi
başaramamıştı. Bugün, yasadışı sermaye birikiminin büyük ölçüde tamamlanmasından
on yıl sonra, işler çok farklıdır. Birkaç yıldan bu yana tanınmış mafya
şeflerinin adlan, Amerikanın en zengin insanları arasında görülmeye başlandı.[23]
Mafyayla ilişkisi olan Sicilyalı bir finans grubunun elindeki servetin bir
milyar doları aştığı tahmin edilmektedir. Yeni İtalyan anti-mafya yasaları sayesinde
yapılabilen araştırmalar, duyulmamış bir servet yoğunlaşması yaşandığını
ortaya çıkarmaktadır; Palermo yakınlarındaki küçük bir kasabanın adı sanı
belirsiz bir girişimci mafioso’sunun kişisel servetinin iki yüz elli milyon
dolar olduğu anlaşılmıştır -hattâ Kuzey İtalya’da yapılan araştırmalar
sırasında daha da büyük miktarlar ortaya çıkartılmıştır.
Uluslararası örgütlü suçun
elde ettiği bu kazançlar nasıl kullanılmaktadır? Birkaç yıl öncesine kadar bu
soruyu cevaplamak oldukça zordu. Eldeki bilgiler yetersizdir; bir zamanlar bu
“kirli para”nın İsviçre bankalarının kasalarına aktığı kolaylıkla söylenebilir.
Şimdi ise yakın zamanlarda yapılan ve çok geniş bir alanı içeren kamusal ve
özel araştırmalardan elde edilen sonuçlara dayanılarak, geçici ve kabataslak
bir tablo çizmek mümkündür.
Önceki bölümlerde, yasadışı
servetin birikim hızı ile fiilen var olan yatırım olanakları arasında bir
dengesizlik olduğunu belirtmiştik. Olağanüstü miktarlara varan servetler,
büyük sermaye yatırımları için gerekli beceriden ve ekonomik ve malî altyapı
olanaklarından yoksun insanların elinde son derece hızlı toplandığı için,
yatırım mallarına dönüştürülemediler.
Yukarda gördüğümüz gibi, bu
kârların şimdiye dek üç ana kanala aktığı söylenebilir. Mâkûl kabul
edilebilecek bir oranı, varolan işlerin sürdürülmesi ve genişletilmesinde kullanılmak
üzere, yasadışı sektörlere geri dönmektedir. Çok daha büyük bir bölümü meşru
ekonomiye -ya suç gruplarının anavatanlarına ya da malların gönderildiği
ülkelere yatırılmaktadır. Kural olarak bu para, yatırım için çok az teknolojik
engelin varolduğu, kazancı iyi ya da iç rekabetin yüksek olduğu (inşaat,
tarım, toptan ticaret, modern hizmet sektörü vs.) sektörlere kaymaktadır.
Ancak, bu yasadışı kazancın
en büyük bölümü nakit kaynak olarak kalmakta ve bu kazancın sağlandığı
ülkelerin sınırlan dışına çıkartılmaktadır. ABD Senato tutanaklarına göre, 1979
yılında Kolombiya’ya geri dönen 3 milyar “narco-dolar”, uyuşturucu
kaçakçılarının aynı yıl kazandıkları kârların yansı bile değildi; gri kalanı,
deniz aşın yerlere yatırıldı.[24]
Suç dünyasının patronları
bu sermaye yatırımlarını verimlilik ve güvenlik gereği, bizzat yönetemezler. Bu
iş özel beceriler ister; bu beceriler de, aralarında uluslararası bankaların ve
malî ortaklıkların faaliyetlerini yöneten kişilerin de bulunduğu malî
toplulukların bazı kesimlerindeki insanlara özgüdür.
1970’li yıllarda suç
kökenli sermaye ile malî sermayenin belli bir kesimi arasındaki pek de kolay
kurulduğu söylenemeyecek olan ittifak; yasadışı uluslararası pazarları, dünya
malî piyasalarında görülen olağanüstü büyümeye paralel biçimde geliştiremedi
ve kendi içinde bir Eurodolar piyasası ve “vergi cenneti” yaratamadı.
Bugün Eurodolar piyasası,
özel uluslararası nakit sermaye için en önemli kaynaktır. Bu piyasa 1964
yılında 14 milyar dolardan 1982 yılında 800 milyar dolara yükselerek baş döndürücü
bir gelişme gösterdi.[25]
Bu piyasanın en belirgin ayırdedici özelliği, para değişiminin, bu iş için
gerekli düzenlemelerin pek azma sahip yerlerde, yani “kıyı bankacılığı”
merkezlerinde bile yapılabilir hale gelmesinin yanında, gerçekleştirdiği ticari
işlerin boyutu ile bunları gerçekleştirmede gösterdiği sürattir.
Eurodolar piyasası, sadece
hacmi ile bile, yasadışı sermayeye görülmemiş ölçülerde gizlenme olanakları
sunar. Bir bankaya yatırılan para işletilmek üzere yurtdışına çıktığında,
yasadışı kazançlar kaynağı bilinmeden, telefon ve telekslerle dünyanın dört bir
yanma yayıldığı için ardında belli belirsiz bir iz bırakarak bir para denizine
akar.[26]
Dünyanın çeşitli
bölgelerinde ortaya çıkmış olan ve bütün malî işlemlere resmen gizlilik
garantileri veren “kıyı bankalarının” sayısının yaklaşık otuz olduğunu
söylersek[27]
örgütlü suç ile maceracı malî sermaye arasındaki ittifakın gösterebileceği gelişmeyi
kestirebiliriz. Bugün bu ittifak, her yıl Avrupa’daki, Asya’daki ve
Karaibler’deki vergi cennetlerine oluk oluk akan yasadışı sermayenin -sadece
ABD’deki suç ekonomisinden her yıl ortalama 20 milyar dolar[28]çoğunu
elinde bulundurmaktadır.
Örgütlü Suçun
Kökleri ve Sonuçları
Büyük ölçekli suçun
gösterdiği gelişme, yasadışı dünya ile onun sosyo-ekonomik bağlamı arasındaki
ilişkiyi pek çok bakımdan değiştirmiştir. On yıllardır bilim adamları ve sosyal
reformcular bir yandan yoksulluk ile toplumsal parçalanma, öte yandan suç ve
sapkın/aykırı davranışlar arasındaki neden-sonuç ilişkilerini vurgulamışlardır.
Son iki yüzyıldır Batı
ülkelerinde sanayileşme ile kentleşmenin ortaya çıkardığı yapı ile bugün bazı
büyük Asya ve Latin Amerika ülkelerinde ortaya çıkan sözde “modernleşme” biçimleri
-toplumsal adaletsizliğin, yoksulluğun ve şiddetin büyümesine neden olan bir
“modernleşme”-, sosyo-kültürel parçalanmanın suç artışında önemli bir rol
oynadığını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermiştir.
Gücü, büyük ölçüde terör yaratmaya ve rakipleri ile düşmanlarına
karşı acımasızca fiziksel şiddet kullanmaya dayanan örgütlü suçun önkoşulu,
belli ölçülerde bir toplumsal parçalanmadır.
Bunun yanında şiddet
kullanımı, özel niteliklere sahip bir personelin varlığına bağlıdır tehlikeli
görevleri yerine getirirken kendilerinin ve başkalarının hayatlarını ortaya
atabilecek insanlar. Bu tür insan malzemesinin varlığı, bizzat sosyo-kültürel
değişmenin genel patalojisiyle bağlantılı olan, suç emeği arzının boyutuyla
yakından ilişkilidir. Suç grupları/örgütleri güçlerini, kültürel parçalanma
sürecinin yarattığı suç işleme ve saldırganlık eğilimlerini kullanarak elde
etmektedirler.
İtalyan göçmenlere dayanan
eski tarz Amerikan örgütlü suç dünyasının (New York’taki ünlü “beş aile” ile
bütün olarak ABD’de bulunan 24 aile) bugün yaşadığı düşüş kesinlikle, suç
olgusunu kendi toplumsal konumlarını iyileştirmenin bir yolu olarak gören genç
Italo-Amerikan gangsterlerinden üye kazanmakta karşılaştığı güçlüklerden
doğmaktadır. Italo-Amerikalı genç nesiller, bu yüzyılın başlarından itibaren
ekonomik olarak hızla üst basamaklara tırmandılar ve bu durum, suç gruplarının
örgütlerinin saflarında oluşan boşlukları doldurmalarını iyiden iyiye
zorlaştırdı. Büyük bölümüyle 1920’li ve 1930’lu yıllarda oluşan bu grupların
üyelerinin yaş ortalaması son derece yüksekti 60’ın üstünde.[29]
Sicilya ile Kuzey Amerika
arasındaki uyuşturucu ticaretinden bugün en büyük payı, 1960’lı ve 1970’li
yıllarda ABD’ye geldiklerinde Italo-Amerikan suç emeğindeki açıkla
karşılaşınca, İtalya’nın geri kalmış yörelerinden gizliden gizliye suç için
insangücü “ithalatını” örgütlemek durumunda kalan göçmen aileleri almaktadır.[30]
Sosyo-ekonomik parçalanma
ile örgütlü suçun ortaya çıkışı arasındaki ilişkileri değerlendirirken, ne
geçen yüzyılda var olan yerel ekonomik geri kalmışlığın, toplumsal ve kurumsal
parçalanmanın Çinli “gizli cemaatlerin” ve Güney İtalya mafyasının[31]
gelişiminde oynadığı rolü, ne de Kolombiya’da la violencia’nın
yarattığına benzer etkiyi hafife almalıyız.
Yine de bütün bu
değerlendirmeler, son birkaç yıla damgasını vuran en önemli yeni özelliklerden
birinin, suç olgusu ile sosyo-ekonomik parçalanma arasındaki şu klasik
ilişkinin öne çıkması olduğu gerçeğini gizlememelidir.
En güçlü suç gruplarının,
ekonomik ve toplumsal süreçleri, bu süreçler tarafından belirlendiklerinden
daha büyük ölçüde etkileyebilecekleri görülmüştür (ve görülmektedir). Suç
grupları/örgütleri, şimdiye dek bunlardan uzak kalabilmiş yerlerde bile,
giderek daha çok bölgeyi marjinalleştirmekte ve harabeye çevirmektedir.
Bunu en iyi, 1970’li yıllar
boyunca mafyanın Kuzey İtalya’da gösterdiği yayılma ve genişleme süreci
örneklemektedir. Örgütlü suç Kuzey İtalya’nın ekonomik, toplumsal ve siyasal
yapısı içinde de bilinen şiddet eylemlerini sergileyerek, hatta zengin ve istikrarlı
bölgeleri bile parçalanma tehditine maruz bırakarak ve korku salarak, doğup
büyüdüğü toplumsal zemini yeniden üretebileceğini gösterdi.
Örneğin Verona, bir zamanlar, mafyanın anayurdu olan Güney
İtalya kentleri ile hiç benzerliği olmayan bir yerdi. Gecekonduların pek
büyük bir alanı işgal etmediği, özellikle tehlikeli olabilecek marjinal
mahallelerin bulunmadığı, gelişmiş ve iyi örgütlenmiş bir kentti. Halkının,
sivil ve dinsel hayata katılmak gibi sağlıklı bir geleneği vardı. Ancak,
Verona’da 1970’li yılların ortalarında ortaya çıkan gizli bir eroin dağıtım ve
satış şebekesi, hızla diğer yerlerdekine benzer sonuçların dogmasına yolaçtı.
Toplumsal dokuda
parçalanmalar ortaya çıktı. Gençlik suçları gittikçe daha çok yaygınlaştı. Bazı
mahallelerde siyasal ve dinsel hayattaki kollektif faaliyetlerde azalmalar
görüldü. Verona’da yaşayan insanların geleneklerinde görülmedik biçimde,
düzen güçleri ile işbirliği yapmakta isteksizlik ve onlara karşı bir düşmanlık
duygusu kendini gösterdi. Uyuşturucu pazarı, eroinden kazanılan paranın
değerlendirilmek üzere yeniden dolaşıma sokulduğu yarı resmî “karanlık” yatırım
alanlarının dogmasına neden olarak yerel ekonomiyi etkisi altına almaya
başladı.
Ekonomik Gelişme
Üzerindeki Etkileri
Örgütlü suç, demek ki
köklerinden kendisini özgün çevresi dışında da yeniden üretebilecek kadar
belirgin bir biçimde kopmuştur. Her şey bir yana, ekonomik varlığının gelişmiş
bölgelere nazaran hâlâ çok daha etkin bir güç olduğu azgelişmiş bölgeleri nasıl
etkilemektedir?
Uyuşturucu kaynaklı
ekonomilere ev sahipliği eden Sicilya, Calabria, Türkiye ve diğer on ya da
gelişmekte olan onbeş ülke ve bölgenin, yasadışı yollardan kazanılmış büyük
miktarlardaki sermayenin meşru ekonomi sektörlerine yatırılmasından ekonomik
gelişme bakımından bir kazançları olduğu doğru mudur?
Şimdiye dek bu konuda,
sözünü edebileceğimiz sistematik araştırmalar yapılmamıştır. Ancak, Kolombiya
ve İtalya’nın güneyinde (Mezzogiomo’da) bu konuda varolan verilerden
yola çıkarak durumun genel bir taslağım çizmek mümkündür.
İtalya’da 1970’lerde suçlu
ailelerinin şirketlerinin doğrudan denetimi altındaki etkinliklerin coğrafi
alanını genişletmeleri ve yasadışı lobilerle her zamankinden daha yakın bağlar
oluşturmaları sayesinde mafyanın gücünün bütün İtalya’ya yayıldığı görülmüş
olsa da; hâlâ özellikle Güneyin belli bölgelerinde güçlü olduğu göze
çarpmaktadır.
Şu halde mafyanın varlığı
ile geçen yüzyıldan bu yana İtalya’daki bölgesel ekonomik gelişme
oranları/düzeylerinde görülebilecek farklılıklar arasında bir ilişki kurmak
mümkün müdür? Evet, bu iki olgu arasında negatif bir ilişki vardır.
Güneyin, mafyanın
varlığının en kesin olduğu yöreleri, üretim ve yatırım bakımından en yüksek
büyüme oranlarına sahip yerler değildir. Geçen onbeş yıl içinde güneyin en
yüksek büyüme oranına sahip iki bölgesi (Apulia ve Abruzzo) aynı zamanda
gerek örgütlü gerek sıradansuç oranlarının Mezzogiomo’nun tümü
itibarıyla en düşük olduğu bölgelerdi. Tipik “mafya bölgeleri” -Calabria,
Sicilya ve Campania-, İtalya’nın her yerinde ekonomik bir büyümenin gözlendiği
zamanda ekonomik durgunluk ya da düşüş yaşadılar.[32]
Meşru ekonomideki mafya
şirketleri ve yatırımları, şimdiye dek, mevcut mafya-dışı şirketlerin yanısıra
ortaya çıkmadılar, genellikle onları yerlerinden ettiler: “Kotalar” ödemek, en
kârlı pazarlardan ve kamu ihalelerinden uzak durmak, mafyanın “koruma”
şemsiyesi altında bulunan coğrafi ve ekonomik alanlarla ilgili programlarını
uygulamaktan vazgeçmek suretiyle mafya kapitalizmine malî kaynak sağlamak
zorunda bırakıldılar.
Kolombiya’da yasadışı
yollardan elde edilen servetin ekonomi üzerindeki etkileri daha derin ve
karmaşık olmuştur. 1970’lerin başından 1982’ye kadar neredeyse on yıllık bir
sürede “narco-dolarlar”ın ülke ekonomisine akışı, ödemeler dengesi açısından,
enflasyonun düşmesine ve ülkenin dış borçlarının dengelenmesine yardımcı olan
bir gelir kalemi oluşturmuştur.[33]
Ne var ki bu olumlu
etkiler, yarattığı diğer sonuçların ağırlığı ile dengelendiler; Kolombiya
ekonomisi dış dünyaya gittikçe daha fazla bağımlı duruma geldi; uyuşturucu
kaçakçılarından yüzde alan (yalnızca 1980 yılında 100 milyon dolara yakın
rüşvet dağıttıkları anlaşılan)[34]
siyasal seçkinler yoldan çıktılar, yozlaştılar ve ulusal banka sistemi giderek
daha savunmasız bir hale geldi.
Kolombiya’daki banka
sistemi gerek iç gerekse dış işlemler bakımından son derece hassas bir
konumdadır. Bir yandan ülke ekonomisinin meşru ve gayrı meşru sektörleri
arasında bir köprü oluşturan ve bu nedenle müşterilerinin (ve idari
görevlilerinin) yaptığı işlere özgü son derece ciddi risklerden payına düşeni
üstlenmek zorunda olan bu banka sistemi; öte yandan Kolombiya’nın bellibaşlı
bankalarının Karaibler’deki şubelerinden altısının kurduğu “Panama bağlantısı”
sayesinde, uluslararası malî çevrelerin “en sıcak” bölgesiyle yakın bağlara
sahiptir.
Örgütlü Suçla
Mücadele Yöntemleri
Yasadışı yollardan
kazanılmış servet ile uluslararası finans dünyası arasındaki bu bağlantılar,
yasadışı pazarların ve suç örgütlerinin/şirketlerinin bugün sahip oldukları
karmaşıklık ve bağımsızlık düzeyleri veriliyken, bu gelişmeyi karşılayabilecek
etkin yöntemlerin neler olabileceğini düşündürmektedir. Son onbeş yıldır yaşanan
deneyim, büyük ölçekli suça karşı tek bir ülkeden başlatılacak mücadele ile
anlamlı sonuçlar elde edebilmenin mümkün olmadığını göstermiştir. ABD bunun en
öğretici örneğidir. Türk hükümeti ile diğer Batılı yönetimlerin etkin işbirliği
sayesinde 1970’li yılların başlarında Türkiye’de haşhaş üretimine son verdikten
sonra Amerikalılar kendilerini Güneydoğu Asya’dan yapılan eroin ve Meksika’dan
yapılan eroin ve marihuana ithalinin yarattığı sorunlar ile karşı karşıya buldular.
Meksika hükümetinin
işbirliği sayesinde uyuşturucu akışını azaltmayı -Meksika’nın ABD ulusal eroin
pazarındaki payı 1975 yılında % 90’dan 1980 yılında % 30’a düşmüştür[35]
bir kere daha başardıktan sonra bu kez (Pakistan ve Afganistan’ın çalkantılı
kabile bölgelerinde üretilen Güneybatı Asya eroini ile Latin Amerika ve
Karaiblerden gelen kokain akışıyla uğraşmak zorunda kaldılar.
ABD yetkililerinin çabalan
sadece, 1970’den bugüne kadar ülkedeki eroin arz ve talebini belli bir düzeyde
tutmaya ve yeni öğrenci kuşaklarında marihuana tüketimini azaltmaya yetti.[36]
Bu arada, gördüğümüz gibi
uyuşturucu bağımlılığı sorunu ve örgütlü suç, bütün dünyaya yayıldı. Örgütlü
suç “yatay olarak” malî spekülasyon olgusuyla “dikey olarak” adi suçlar ve
gençlik suçları ile bütünleşti. Yasadışı pazar da giderek bütünleşti.
Bu gelişmeler suç sorununa
tamamen farklı bir boyut kazandırırken, onunla mücadele etmek için yeni
olanaklar da getirmektedir. Çok sayıda ülke bu sorundan doğrudan etkilendikçe,
uluslararası işbirliği yönünde de baskılar olmaktadır. Etkili karşı önlemleri araştırırken
bizi yönlendirecek olan ilkeler, büyük ölçüde, karşımızdaki suç türünü nasıl
çözümlediğimize bağlıdır. Bu Sonsöz’ün amacı, her şeyden önce artık
karşımızdakinin, klasik ceza hukuku araçlarıyla önlenebilecek ve
cezalandırılabilecek saf ve basit bir “yasaları çiğneme” olayı ya da “suç
davranışı” olmadığını göstermektir.
Karşımızdaki sorun suçla
ilgili olmaktan çok, aslında ekonomik bir olgudur. Darbeyi asıl yapılara ve
güç merkezlerine, piyasalara, bankalara, birikmiş sermayeye ve sorunların sürerek
daha ağırlaşmasına yolaçan kurumsal yapılardaki bozulmaya vurmalıyız.
Ulusal yargının yetki
alanını bazı ülkelerde cesaret verici sonuçlar getiren yasa dışı yollardan
kazanılmış servetin haczedilmesini sağlayacak önlemlerin alınabilmesine olanak
verecek kadar genişletmek, doğrudan bir mücadele yöntemi olabilir. Bu tür
önlemlerin neler olabileceği, İtalya’daki anti-mafya yasasının -La Torre
yasası-ilk iki yıldaki uygulamalarından çıkartılabilir. Bugüne dek yasadışı
yollardan kazanılmış 500 milyon dolara el kondu; bu miktarın yarısı, biri
Kuzey’de diğeri İtalya’nın Güneyinde gerçekleştirilen iki operasyonda ele
geçirildi.
Yetkililer, servetlerine el koyma yoluyla suç gruplarının
temel var olma nedenlerine, yani suç konusundaki yasaları çiğneyerek kazanç
sağlama amaçlarına bir darbe indirmektedirler.
ikinci bir yöntem, yasal malî piyasa ile “kirli” para
piyasası arasında daha güçlü barikatlar oluşturmak için uluslararası işbirliği
yapılmasıdır. Son yıllarda bu iki tür para piyasası öncelikle “kıyı bankacılığı”,
İkincisi ise, yasadışı değişim ağının köşe başlarını tutmuş olan Euro-dolar
piyasalarında iş yapan bir dizi banka aracılığıyla birbirlerine bağlanmıştır.
Burada büyük ölçekli suç
dünyasına karşı mücadelede, yeni bir uluslararası malî düzene her zamankinden
daha büyük bir ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü günümüzün devasa malî piyasası
açısından bakıldığında ne denli mütevazı görünürse görünsün, yasadışı piyasanın
varlığı, sonuçlarını kimsenin öngöremeyeceği -ve unsurlarını dünya malî
sistemindeki çelişkilerin oluşturacağı bir zincirleme reaksiyonda katalizör
rolü oynayabilir.
Büyük ölçekli suç dünyası
ile bağlantısı olan girişimcileri sistemin içine katarak maceracılık ve
anarşiden kaynaklanan yeni gerginlikler ve yıkımlar getiren yasadışı sermaye,
dünya malî sistemini çökertecek bir patlamaya yol açacağı korkusunu pek çok
insanın yüreğine salan bir tehdit unsurudur.
Yakın tarihte üç büyük
bankanın (1974’de Franklin
National Bank, 1980’de Nugan Hand Bank ve 1982’de Banco Ambrosiano)
iflas etmesi, uluslararası iş hayatının daha yaygın olarak bilinen “tehlike
hat”larına girmelerinden ya da başka nedenlerden çok yasadışı malî işlemlerine
ve “vergi cenneti” uygulamalarına yoruldu.
(ilk ikisini içerebilecek)
bir üçüncü yöntem de, büyük ölçekli suça karşı uluslararası bir anlaşma
yapılması olabilir. Böyle bir anlaşma, her bir ülkenin üstleneceği eylemlerin
geçerli olacağı alanı ve amaçlarını belirleyebilir ve en az düşmanın kullandığı
kadar hareketli ve çevik güçlerle suça karşı savaşın sürdürülmesini sağlayabilir.
sh:
239-259
Kaynak: PINO ARLACCHI Mafya Ahlâkı Ve
Kapitalizmin Ruhu, Orijinal İsmi: Mafia Business The Mafia Ethic and the Spirit of Capitalism, trc:
Bahadır Sina Şener, 1. BASKI , İletişim Yayınlan, 1991, İstanbul
HANNAH
ARENDT,
The Human Condition,
The Human Condition,
Bir yandan bu dünya
işlerine her türden etkin katılımın öle yandan nihaî vargısı tefekkür olan saf
düşüncenin birbirlerinden tamamen farklı iki merkezî İnsanî ilgi konusunu
oluşturmaları, “düşünce insanları ile eylem insanlarının farklı yollar izlemeye
başlamaların”dan,[37]
yani Sokratik okulda siyasî düşüncenin ortaya çıkışından beridir şu ya da bu
biçimde kendini duyurmaya başlamıştır. Ne var ki filozoflar, siyasetin doğası
gereği insanın daha ulvî nitelikli etkinlikleri için bir alan oluşturmadığını
keşfetmekle -kanıtlanabilir olmasa da bu keşfin ilk kez Sokrates tarafından
yapılmış olması mümkündür-, derhal, bilinene eklenecek yeni bir şey değil,
polis’i yöneten ilkenin yerini alabilecek daha yüksek bir ilke bulmuş
olduklarını düşündüler. Biraz yüzeysel olacak ama bu iki ilke arasındaki
farklılığı, hatta belli ölçülerde birbiriyle çeliştiklerini göstermenin en
kestirme yolu, ölümsüzlük ile ebediyet arasındaki ayrımı hatırlamak olacaktır.
Ölümsüzlük, zaman içinde
kaim olmaktır; bu yeryüzü üzerinde ve bu dünya içinde, Yunanlıların anlayışına
göre doğaya ve Olimpos’un tanrılarına tanınmış, fani olmayan hayattır. Sürekli yinelene gelen doğa
yaşamı ile tanrıların yaşlanmayan ve bitmeyen hayatlarının oluşturduğu bu fonun
önünde duran fani [ölümlü] insanlar, ölümsüz ama ebedi olmayan evrenin bu
yegâne ölümlüleri, tanrılarının ölümsüz hayatlarıyla, ama ebedî bir tanrının
hükmünden yoksun, yüzyüze geldiler. Herodot’a inanacak olursak bu ikisi
arasındaki farklılık Yunanlıların kendileri ile ilgili anlayışlarım,
filozofların kavramsal belirtikleştirmelerinden, dolayısıyla bu
belirtikleştirmenin temelini oluşturan Yunanlıların ebedi olanla ilgili özgül
deneyimlerinden önce celbetmiş görünüyor. Görünmez bir Tanrıya inanç ve ibadetin Asyatik
biçimlerini ele alan Herodot açık bir şekilde; zaman, yaşam ve evren ötesi
olan bu aşkın Tanrıyla (şimdi böyle derdik) karşılaştırıldığında, Yunan
tanrılarının anthropophyeis olduklarından, insanla sadece aynı biçime
değil aynı doğaya da sahip olduklarından sözetmektedir.[38]
Yunanlıların ölümsüzlüğe duyduğu ilgi, ölümlü insanların bireysel hayatlarını
tamamen kuşatmış olan ölümsüz bir doğa ve ölümsüz tanrılarla ilgili
deneyimlerinden ileri gelmekteydi. Herşeyin ölümsüz olduğu bir kosmosa kakılmış,
gömülmüş olan ölümlülük hali, insan! varoluşun ayırıcı özelliği olmuştur.
İnsanlar “ölümlü”dürler, varlıktaki yegâne ölümlü şeydirler; çünkü hayvanlardan
farklı olarak mevcudiyetleri, ölümsüzlüğü sadece döllenme yoluyla garantilenmiş
bir türün fertleri olmalarına dayanmaz.[39]
İnsanların ölümlülüğü, doğumdan ölüme anlaşılır bir hayat hikâyesi olan
bireysel bir yaşamın, biyolojik hayatın bir neticesi olmasında yatar. Bu
bireysel yaşamı diğer bütün şeylerden ayıran, tam söylersek biyolojik yaşamın
dairesel hareketini içinden kesen doğrusal bir hareket çizgisidir. Ölümlülük
budur; eğer çevrimlerini tamamlarlarsa herşeyin dairesel bir düzende hareket
ettiği bir evrende, doğrusal bir hat boyunca hareket ediyor olmak.
Ölümlülerin görevi ve gizil
büyüklükleri, varolmalarını hakettirecek, bu sonsuzluk içinde hiç olmazsa bir
ölçüde kendilerini evlerinde duyumsayacakları birşeyler -işler, edimler,
sözler-[40]
ortaya koyabilme yeteneklerinde yatar; ölümlülerin, kendileri dışında herşeyin
ölümsüz olduğu bir kosmosta kendilerine bir yer bulmaları ürettikleriyle mümkün
olabilirdi. Ölümsüz edimlerde bulunma kapasiteleri ve arkalarında silinmez
izler bırakma yetenekleri ile insanlar, bireysel olarak ölümlü olmalarına
rağmen kendilerini ölümsüz kılabilir, “İlâhi” bir doğadan olduklarını
gösterebilir, kanıtlayabilirlerdi. İnsan ile hayvan arasındaki ayrım, bir tür
olarak insanın kendi içinden kurulur; yalnızca en iyi olan, sürekli olarak en
iyi ol-mak/duğunu (aristeuein [ya da aristos], başka hiçbir dilde
dengi olmayan bir fiil) kanıtlayan ve “ölümsüz bir namı, fani işlere
yeğleyen”dir gerçek anlamda insan; doğanın onlara vereceği zevklerle
yetinenler hayvanlar gibi yaşar ve ölürler. Heraklit de bu kanıdaydı;[41]
Sokrat sonrası filozoflarda ise bu kanaatin bir dengine rastlamak hemen hiç
mümkün olmayacaktır.
Ebediyeti ise, tamamıyla
metafizik bir düşüncenin gerçek merkezi olarak Sokrates’in mi yoksa Platon’un
mu keşfetmiş olduğu konumuz açısından pek büyük bir önem taşımıyor. Ama büyük
düşünürler arasında sadece -pek çok bakımdan olduğu gibi burada da rakipsiz
olan- Sokrates’in düşüncelerini kâğıda dökme konusunda asla titizlenmediği
düşünülecek olursa ibrenin Sokrates’ten yana ağır bastığı söylenebilir; çünkü
açıktır ki bir düşünür kendini ebediyet meselesine ne kadar kaptırmış olursa
olsun, düşüncelerini yazmaya oturduğunda aslında ebediyet sorunuyla olan
alâkasını kesmekte ve dikkatini düşüncelerinden bazı izler bırakmaya
çevirmektedir. Sokrates vita activa’ya [42]dalmış ve
onun süreklilik [kazandırma] tarzını ve potansiyel ölümsüzlüğü seçmiştir. Kesin
olan tek bir şey varsa o da ebediyet ile filozofun yaşamına olan ilginin sadece
Platonda, yurttaşın yaşam tarzıyla, biospolitikos’la, ölümsüzlük
arayışıyla kaçınılmaz olarak çelişkili ve çatışmak olarak göründüğüdür.
Platon’da arrheton (“dillendirilemeyen”), Aristo’da aneu logou
(“söz-süz”) olarak tanımlanan, daha sonraları da paradoksal unne stans (“burada
olmak”) tabiriyle karşılanan, filozofun ebediyetle olan deneyimi; filozofun
[Platon kastedilmiyor ç.n.], onu hemşehrilerine bağlayan boyunduruktan kendini
kurtararak mağarayı tam bir “tek (il)lik” halinde, yani eşliksiz ve müridsiz
terkettiği Platon’un Repub/ic’indeki Mağara meselinden bildiğimiz gibi, olsa
olsa İnsanî meselelerin oluşturduğu bir alanın ötesinde ve insan çoğulluğunun
dışında vaki olabilirdi.
Siyaseten söylersek, eğer
ölmek “insanlar arasında olmaktan çıkmak” anlamına geliyorsa, ebediyetle olan
deneyim de ölmenin bir şekliydi; onu gerçek ölümden ayıran tek şey son
olmayışmdaydı, çünkü hiçbir canlı varlık gerçek ölümü belli bir zaman zarfında
sürdüremez. Ortaçağ düşüncesinde vita contemplativa'yı vita
activa’dan ayıran da kesinlikle budur.[43] Ancak
belirleyici olan şu ki, ölümsüzlükte yaşantılananın tam tersi olan ebediyet
deneyiminin karşılık geldiği hiçbir etkinlik türü bulunmadığı gibi, ne olursa
olsun herhangi bir etkinliğe de tahvil edilebilmesi mümkün değildir; çünkü
kişinin kendi içinde kelimelerle süregelmekte olan düşünme faaliyetinin bile
onu anlatmakta yetersiz kalacağı, bu deneyimi kesintiye uğratmaktan ve iğfal
etmekten başkaca bir işe yaramayacağı açıktır.
Theoria ya da “tefekkür”, çok çok
ölümsüzlüğe yorulabilecek diğer bütün nüfuzlu tutumlardan farklı olarak
ebediyet deneyimine verilen addır. Filozofların ebediyeti keşfetmelerinde, ola
ki polis’in ölümsüzlük ya da hatta kalıcılık açısından bir talih olup olmadığı
konusunda duydukları son derece haklı şüphelerin de yardımı olmuş olsun ve yine
ola ki bu keşfin şoku, filozofların, aksi halde bu sayede Antik-kent devleti
ile onu esinleyen din ile açıktan bir zıtlaşmaya girecekleri kesin ölümsüzlük
peşindekilere gurur ve kibirle tepeden bakamayacakları kadar ezici olmuş
olsun; yine de ebediyetin, ölümsüzlüğe karşı beslenen her türden özlemin
üzerinde sağladığı nihai zaferin müsebbibi, felsefî düşünce değildir. Roma
İmparatorluğunun çöküşü, ölümlülerin elinden çıkma hiçbir işin ölümsüz
olamayacağını açık biçimde göstermiştir. Buna, onun yerini ezelî bir bireysel
hayatın aldığını müjdeleyen, Batı insanlığına has bir din olarak
Hıristiyanlığın doğuşu eşlik etmiştir. İkisi birlikte, bu dünyada ölümsüzlük
arayan her çabayı abes ve gereksiz bir duruma sokmuşlar; ve vita activa ile
bios politikos’u tefekkürün beslemeleri haline getirmeyi öylesine iyi
başarmışlardır ki, modem çağda sekülerin yükselişi ve bunun doğal sonucu olarak
eylem ile tefekkür arasındaki hiyerarşinin tersine dönmesi bile, vita
activa’dan doğmuş olan ve onun merkezini oluşturan ölümsüzlük arayışını unutulmaktan
korumaya yetmemiştir.
Sh: 32-37
Kaynak:
HANNAH ARENDT, İnsanlık Durumu, Orijinal İsmi, The Human Condition, trc:
Bahadır Sina Şener, 1. BASKI İletişim Yayıncılık Kasım 1994, İstanbul
Bu
deneme Eichmann in Jerusalem'in savaş suçlusu Eichmann’ın 1961 yılında
İsrail’de yapılan duruşmasını New Yorker adına izleyen Arendt’in 1963 yılında
basılan kitabı yayınlanmasının ardından ortaya çıkan sözde bir tartışma
vesilesiyle yazılmıştır. Yazının amacı, daha önce farketmediğim ve vesilesini
aşan bir öneme sahip görünen, birbirleriyle alakalı olsalar da farklı iki
konuya açıklık getirmektir. Birinci konu, gerçeği söylemenin her zaman meşru
olup olmadığı sorusu ile ilgilidir -Ben “Fiat veritas, et pereat mundus”a [doğruluk yerine gelsin de isterse dünya
yıkılsın] kayıtsız
şartsız inandım mı?
İkinci konu “tartışma”da söylenen hayret
verici yalanlardır; hem yazdıklarımla hem de bildirdiğim gerçeklerle ilgili
yalanlar. Bu yazıda dile getirilen düşünceler, bu konulan karşılama amacına
yöneliktir. Bu arada belki de bütün düşünümlerin gerçek yurdu olan geçmiş ile
gelecek arasındaki yarığın içine çekildiğinde son derece topik bir mevzunun
başına neler geldiğinin örneği olmak gibi bir yarara da sahip olacaktır. Okur
bu yarık hakkında kısa ve hazırlık niteliğinde bir değerlendirmeyi Önsöz’de
bulabilir.
Bu
yazıda dile getirilen düşünceler malum bir konu hakkındadır. Hakikat ile siyasetin birbiriyle
uyuşmayan kavramlar olduğundan kim senin bir şüphesi yoktur ve bildiğim
kadarıyla hiç kimse “doğruluğu” siyasi
erdemler arasında saymamıştır.
Yalan
sadece siyasetçinin ya da demogogun değil, devlet adamlığı zanaatının da her
zaman için gerekli ve haklı bir gereci olarak kabul edilmiştir. Bu neden
böyledir?
Gerek siyasi alanın, gerekse hakikatin ve
doğruluğun[44]
itibarı açısından bunun anlamı nedir?
Güçsüzlük hakikatin, aldatmak iktidarın özünde
mi vardır?
Doğan ve ölen -yani hiçlikten geldiklerini ve
kısa bir süre sonra tekrar oraya döneceklerini bilen varlıklar olarak-
insanlara, İnsan yaşamının başka alanlarından çok daha fazla varoluş gerçekliği
tanıyan kamu alanında güçsüz kalan bir hakikatin gerçekliği nedir?
Son olarak, güçten yoksun bir hakikat,
hakikate itibar etmeyen bir iktidar kadar alçakça değil midir?
Bunlar rahatsız edici sorular, ama onları
yaratan da konu ile ilgili sahip olduğumuz güncel yargılardır.
Bu
gündelik, beylik yargılara bunca geçerlilik veren şeyi hala şu eski Latince
deyişle özetlemek mümkün gibi görünmektedir; “Fiat justitia, et pereat
mundus”: “Dünya yıkılsa, adalet yerini bulmalıdır”. Bu sözlerin 16.
yüzyılda yaşamış muhtemel sahibi (V Charles’ın halefi I. Ferdinand) bir yana
konulursa, bu vecizeyi şu retorik soru dışında anan çıkmamıştır: Dünyanın
bekası sözkonusu olduğunda, adil[45]
olmak gerekir mi?
Bu
sorudan duyduğu hoşnutsuzluğu gözünü kırpmadan dile getiren yegane büyük
düşünür Kant olmuştur. Şöyle diyor Kant: “Bu darbımeselde kastedileni günlük, sıradan dille ifade
edersek, denilen şudur: Karşılığında dünyadaki bütün namussuzların ortadan
kalkması gerekse bile, adalet hâkim kılınmalıdır”. Adaletten yoksun bir
dünyada yaşamanın hiç bir kıymeti olamayacağına göre, “ilahlar ne kadar kurban
isterse istesinler...fiziki sonuçları ne olursa olsun, (bu, Arendt) insan
hakkının aziz tutulması şarttır”.[46] Fakat bu
cevap saçma değil mi?
Varlığı esirgemek, her şeyin -her erdemin ve
her ilkenin- önünde gelmez mi?
Dünya tehlikede olacak da [erdemler ve
ilkeler] birer boş kuruntu olmayacaklar, mümkün mü?
17. yüzyıl neredeyse oy birliğiyle her
commonwealth’in ödevi, Spinoza’nın kelimeleriyle “kendi güvenliğinden daha
büyük hiç bir yasa”[47]
tanımamak derken haklı değil miydi?
Adaletin yerine yalın varoluşu aşan her ilkeyi
koymak mümkündür ve biz onun yerine hakikati/doğruluğu geçirirsek -“Fiat
veritas, et pereat mundus”- bu eski veciz söz kulağa daha anlaşılır gelecektir.
Şayet siyasi eylemi amaç-araç kategorisine göre anlarsak, sadece görünüşle
paradoksal olan şu sonuca bile varabiliriz: -Acımasız mantığıyla savları,
saçmalıklarını iyiden iyiye belli ettikleri uç noktalara kadar taşımaktan asla
kaçınmamış olan Hobbes’un çok önceleri işaret ettiği gibi- Yalan söylemek pekala
doğruluğu aramanın koşullarını oluşturmaya ya da güvence altına almaya hizmet
edebilir.[48]
Ekseriyetle şiddet araçlarını ikame amacıyla kullanıldığı için yalan, siyasi
eylemin mühimmatında yeralan nispeten zararsız bir araç olarak görülmeye
yatkındır.
Bu
durumda o eski Latince söze yeniden bakıldığında şöyle şaşırtıcı bir şey
görülecektir: Hakikati dünyanın bekasına kurban etmek, başka herhangi bir ilke
ya da erdemi kurban etmekten daha da nafile bir girişimdir. Çünkü pekala
kendimize özgürlük ve adalet gibi nosyonlardan yoksun bir dünyada yaşamaya
değip değmeyeceğini sormaya gerek duymayabiliriz, ama garip olan o ki çok daha
az siyasi bir idea olan hakikat sözkonusu olduğunda, bu mümkün değildir.
Varolmak, mevcudiyeti sürdürmektir sözkonusu olan, ve içindeki ölümlülerin kısa
yaşam sürelerini aşmaya yazgılı insani dünya, Herodot'un ilk kez bilinçli
olarak üzerine aldığı işi, -yani λεγειν τα εοντα, olanı anlatmak-
yapmaya istekli insanlar olmadan payidar kalamazdı. Olduğu gibi olup bitenlere
tanıklık etmek isleyen insanlar olmasaydı kalıcılık, varolma sebatı [diye bir
şey] anlaşılır bile olmazdı.
Hakikat/doğruluk
ile siyaset arasındaki çatışmanın hikayesi, eski ve karmaşık bir hikayedir. Bu
konuda yapılacak basitleştirmelerin ya da ahlaki suçlamaların bize bir faydası
olmaz. Tarih boyunca hakikati arayanlar ve anlatanlar yaptıkları işin ne denli
tehlikeli olduğunun farkındaydılar; dünyanın akışına müdahalede bulunmadıkları
sürece gülünç durumlara düştüler. Hatalarından ve yanılgılarından kurtarmaya
çalıştıkları için hemcinslerinden kendilerini ciddiye almalarını isteyen
kimselerse yaşamlarını tehlikeye attılar: Platon mağara meselinin sonunda
“böyle birini ellerine geçirecek olsalar, derhal öldürürlerdi” diyor. Ne başta
sözünü ettiğimiz Latince deyiş, ne de kentin/devletin bekası sözkonusu
olduğunda başka suçlar arasında yalan söylemeyi de zımmen ya da alanen haklı
gösteren geç döneme ait teorilerden herhangi biri, hakikati anlatan kişi ile
yurttaşları arasında varolan bu Platoncu çatışmayı açıklayamaz. Platon’un
hikayesinde düşman lafı geçmez; yığın mağarada sadece görüntüleri seyrederek
barış içinde yaşamaktadır; ne bir eylemde bulunurlar, ne de bu yüzden binlerinin
tehdidine maruz kalırlar. Topluluk üyelerinin hakikati ve hakikati anlatanları
en belalı düşmanları olarak görmek için bir nedenleri yoktur ve Platon da
onların aldanma ve yalana duydukları bu habis sevgiye dair bir açıklamada
bulunmaz. Şayet Platon’u siyaset felsefesindeki meslektaşlarından biriyle
-örneğin, ancak “hiç kimsenin kazancına veya keyfine ters düşmeyen gerçekler
(in) herkesçe benimseneceğini)” ileri süren Hobbes ile (ki Hobbes bu önermeyi
Leviathan’ın son cümlesi yapacak kadar önemli bulmuştur) -karşılaştırma imkanımız
olsaydı, kazanç ve keyif sözlerine diyecek bir şeyi olmazdı, ama herkes
tarafından benimsenebilecek bir hakikat türünün varolduğu iddiasıyla uyuşması
sözkonusu olamazdı. Kendini tarafsız bir gerçeğin, “insanların ilgi ve
çıkarlarına mazhar olmayan konular”ın varlığıyla -örneğin “kimsenin hevesinin,
kazancının ya da hırsının önüne dikilmeyen, çizgiler ve şekiller doktrini,
matematik gerçek ile- avutan Platon değil Hobbes’tur. Çünkü şöyle yazmaktadır
Hobbes: “Hiç şüphem yoktur ki, bir üçgenin iç açılarının toplamı bir
karenin iki açısına eşit olmalıdır fikri eğer herhangi bir kimsenin
egemenlik hakkına veya egemenlik sahibi insanların çıkarma aykırı bir şey
olsaydı, doğruluğu tartışılmasa bile, ilgili kişinin elinden geldiği ölçüde,
bütün geometri kitaplarının yakılması suretiyle yeryüzünden silinirdi”.[49]
Hobbes’un
matematik aksiyomu ile Platon’un filozofunun idealar göğüne yaptığı seyahatten
dönerken beraberinde getirdiği varsayılan insan davranışları için doğruluk
ölçütleri arasında belirgin bir farklılık bulunduğuna kuşku yoktur ve matematik
gerçeğin aklın gözünü bütün gerçekleri görmeye hazır hale getireceğine inanan
Platon bile bunun farkında değildir. Hobbes’un verdiği örnek bize nispeten
zararsız görünmektedir; insan aklının daima “bir üçgenin iç açılarının toplamı
iki dik açıya eşittir” türünden aksiyomatik önermeler ileri sürebileceğini ve
“bütün geometri kitaplarını yakınanın” bu açıdan bir etkisinin olamayacağını
hepimiz kabul etmeye hazırızdır. Ama bilimsel önermeler sözkonusu olduğunda
tehlike hayli artar; tarih şimdikinden farklı bir gidişat izlemiş olsaydı,
Galile’den Einstein’a dek bütün modern bilimsel gelişme hiç
gerçekleşmeyebilirdi.
Hakikatin
insana verilmediğine ya da açık edilmediğine inanan modern çağ, Leibniz’den bu
yana matematikle, bilimle ve felsefeyle ilgili hakikatleri olgusal
hakikatlerden ayırarak, rasyonel hakikat gibi genel bir başlık altında
toplamıştır. Meşruluğunu tartışmadan, kolaylık olsun diye bu ayrımı aldım. Biz
burada siyasi iktidarın hakikate ne gibi bir zarar verebileceğini
araştırdığımız için meselelere felsefi değil, siyasi nedenlerle bakıyoruz. O
yüzden “hangi hakikat” sorusunu bir yana koyabilir ve kelimeyi herkesin
anladığı anlamıyla almakla yetinebiliriz. Şayet olgusal hakikatleri -örneğin
Sovyet Rusya’nın tarih kitaplarının hiç birinde yer almayan Troçki adlı birinin
Rus Devrimi’nde oynadığı rol gibi son derece mütevazi gerçekleri-
düşündüğümüzde, rasyonel hakikatle karşılaştırıldığında olgusal hakikatlerin ne
denli kırılgan bir yapıya sahip olduklarını farketmemek mümkün değildir. Üstelik
-birlikle yaşayan ve eyleyen insanların kaçınılmaz olarak yarattıkları
sonuçlar olan- olgular ve olaylar, siyasi alanın tam da dokusunu
oluşturduklarına göre, bizim burada daha çok olgusal hakikatle ilgilenmemizden
daha doğal bir şey olamaz. (Hobbes’un diliyle söylersek) Dominion
[iktidar] rasyonel hakikatlere saldırdığında deyim yerindeyse kendi domain’ini
[sınırlarını/alamını] aşmış olur, oysa olguları çarpıttığında ya da yalan
söylediğinde kendi çöplüğünde savaşmaktadır. Olgusal hakikatlerin iktidarın
saldırılarını savuşturma şânsı gerçekten de son derece düşüktür; her zaman için
dalaverelerle sadece bir süre için değil, sonsuza dek dünyanın dışına atılma
tehlikesi vardır. Olgular ve olaylar, insan aklının yarattığı -en kurgusal
olanları da dahil- teorilerden, keşiflerden ve aksiyomlardan sonsuz kere daha
kırılgandırlar; durmadan değişen insan işleri alanında ortaya çıkarlar ve bu
akışta insan zihninin nispeten kalımlı yapısından daha kalıcı başka hiç bir şey
yoktur. Bir kere yitirildiklerinde hiç bir rasyonel çaba onları bir daha geri
getiremez. Şayet failleri gelecek nesillere kalmalarını engellemiş olsaydı
-bırakın Platon'un felsefesini- Öklid matematiği ya da Einstein’ın görecelik
kuramının zaman içinde yeniden ortaya çıkma şansı pek de fazla olmazdı; ama
yine de bu, unutulmuş ya da daha muhtemeli yalanla bertaraf edilmiş önemli bir
olgunun bir gün yeniden keşfedilebilme şansından fersah fersah fazladır.
II
Siyasetle
en fazla ilgisi olan hakikatler, olgusal hakikatlerdir; ancak hakikat ile
siyaset arasındaki çatışma, ilk olarak rasyonel hakikat açısından keşfedilmiş
ve seçikleştirilmiştir. Rasyonel olarak doğru bir önermenin zıttı, bilimlerde
olduğu gibi ya yanlıştır veya bilgisizlikten ileri gelir, ya da felsefede olduğu
gibi yanılsama veya kanı* durumundadır.
(*)
Opinion (doksa): Burada ve sonra Türkçe söyleyişe uygun olarak "görüş,
kanaat, kanı, sam ’dan biriyle karşılanacaktır -çn.
Kasıtlı olarak yapılan yanlışın, yani düpedüz
yalanın sadece olgusal önermeler alanında yeri vardır ve garip olan o ki
Platon’dan Hobbes’a dek hakikat ile siyaset arasındaki bu antagonizm üzerinde
dönüp duran tartışmalarda hiç kimse bugün bildiğimiz şekliyle örgütlü yalanın
hakikate karşı uygun ve elverişli bir silâh olabileceğini aklına bile
getirmemiştir. Platon’da gerçekleri söyleyen kimsenin yaşamı tehlikededir;
artık bir yazar olan Hobbes’da ise kitapları yakılmakla tehdit edilir; ama tek
başına yalancılık gibi bir şey sözkonusu değildir. Platon’un kafasını meşgul
edenler yalancılar değil, sofistler ile bilgisizlerdir ve yalan ile yanılgıyı
-yani “isteyerek ve istemeden yapılan ya da söyleneni; ψευδος’i[50]"-birbirinden
ayırırken, “domuz gibi cehalet içinde yüzenler”e yalancılardan çok daha
sert bir tutum göstermesi anlamlıdır.[51] Bunun
nedeni, kendi çöplüğünde şansım arayan bir yalancının durumundan farklı
biçimde, bütün kamu alanına hakim olan örgütlü yalanın henüz bilinmemesi
olabilir mi?
Yoksa Zerdüştilik dışında büyük dinlerden hiç
birinin “yalan yere tanıklık etmek” haricinde, başlı başına “yalan söylemek” gibi
bir şeyi büyük günahlar listesine almamış olmasının da bunda bir payı var
mıdır?
Yalan söylemek ancak Püriten ahlakın ortaya
çıkmasıyla ciddi suçlar arasına dahil edilmiştir; ve Püriten ahlakı da,
ilerlemesi, bilim-adamlarının sözlerine mutlak itimad edilebilir kişiler olması
gibi sağlam bir temel üzerinde temin edilmiş örgütlü bilimin doğuşuyla
çakışmaktadır.
Her
ne ise, hakikat ile siyaset arasındaki çatışma, tarihsel bakımdan diyametrik
olarak birbirine zıt şu iki yaşam tarzından doğmuştur; ilk olarak Parmenides,
sonra da Platon tarafından yorumlandığı şekliyle filozofun yaşamı ile yurttaşın
yaşam tarzı. Kendisi de sürekli bir akış halinde olan beşeri maslahat hakkında
yurttaşların durmadan değişen görüşlerine karşın filozofun ileri sürdüğü gerçekler
tam da doğaları gereği ebedi olan ve o nedenle beşeri maslahata istikrar
kazandıracak ilkelerin çıkartılmasına kaynaklık edebilecek şeylerle ilgilidir.
Bu anlamda hakikatin karşıtı, yanılgı ile bir tutulan ve bu çatışmaya siyasi
yakıcılığını veren, kanaate/görüşe biçilen işte bu aşağı konum olmuştur; zira
bütün iktidarların vazgeçilmez öngereklilikleri arasında yer alan hakikat
değil, görüştür. James Madison bir zamanlar “bütün hükümetler kanılara dayanır”
demişti ve en otokratik yönetici veya liran bile yandaşlarının desteği olmadan
ne iktidara gelebilir ne de iktidarda kalabilirdi. Aynı mantıkladır ki beşeri
maslahat alanında, geçerli olmak için “görüşler cenahı”ndan desteğe ihtiyaç
duymayan her mutlak hakikat iddiası, bütün siyasi yaşamı ve hükümetleri
kökünden sarsar. Hakikat ile kanı arasındaki bu antagonizma, felsefi hakikat
için en uygun konuşma şekli olan “diyalog” ile, bugün “demagog” diyeceğimiz
kimselerin yığını ikna ederken kullandıkları “retorik” tarzındaki iletişim
biçimleri arasında varolan bir antagonizma olarak (özellikle Gorgias’da)
Platon tarafından daha da geliştirilmiştir.
Geleneğin
kökeninde yeralan bu çatışmanın izlerim modern çağın ilk evrelerinde de
görebiliriz, ama aynı şeyi içinde yaşamakta olduğumuz dünya için söylemek kolay
değildir. Örneğin Hobbes’da hala “iki çelişik yeti” arasında bir karşıtlık
bulunduğunu görürüz: “Sağlam muhakeme” ile “güçlü hitabet”; birincisi, “hakikat
ilkelerine, diğeri ise insanların farklı ve değişken çıkarlarına, duygularına
.... ve kanaatlarına dayanır”.[52]
Yaklaşık yüzyıl kadar sonra Aydınlanma Çağı’nda bu izler tamamen olmasa da
hemen hemen ortadan kalkmış, ama buna rağmen sözkonusU Antik antagonizmanın
yine de varlığını sürdürdüğü yerlerde vurgu başka bir noktaya kaymıştır.
Lessing’in şu sözlerinin “Sage jeder, was ihm Wahrheit
dünkl, und die Wahreit selbst sei Gott empfohlen” (“Bırakın herkes
doğru sandığı şeyi söylesin, asıl hakikati de tanrıya emanet edin”) modern
öncesi felsefe için şöyle bir anlamı olurdu: İnsan hakikati [almaya] muktedir
değildir; demek ki insanın hakikat diye bildiği her şey salt kanılardan (...)
ibarettir. Oysa Lessing için tam tersi bir anlamı vardı: Tanrıya şükürler
olsun ki Hakikati bilmiyoruz; hatta jubilation note'- un
-birlikle yaşayan insanlar için insan söylevinin sahip olduğu bitip tükenmez
zenginliklerin, Tek Bir hakikatten sonsuz kere daha büyük anlam ve önem
taşıdığına dair içgörünün- bulunmadığı yerde bile, insan aklının zayıflığına
duyulan inanç, 18. yüzyıldan itibaren hiç bir şikayet veya yakınma konusu
olmadan her yere hakim olmuştur. Kant’ın görkemli eseri Critique of Purc
Reasonda [Arı Usun Eleştirisi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları.]
bunu görebiliriz; burada akıl kendi sınırları ile yüzyüze gelir. Madison’un
kelimelerini duyar gibiyizdir. Madison pek çok kereler şunu vurgulamıştır:
“Tek başına kaldığında insan aklı da tıpkı insanın kendisi gibi ürkek ve
ihtiyatlıdır; ne kadarı bir araya gelirse, kendine güveni de o ölçüde artar”.[53]
Bu tarz düşünceler, sözlü ve yazılı basında düşünce özgürlüğü uğruna verilen ve
başarılı sayılabilecek mücadelede, bireyin kendini ifade hakkını öne çıkartan
görüşlerden çok daha büyük bir rol oynamışlardır.
İnsan
aklının yanılmazlığına hala inanmakta olan ve ekseriyetle yanlış olarak
düşünce ve konuşma özgürlüğünün şampiyonu ilan edilen Spinoza, “her insan(ın)
kendi düşüncelerinin efendisi olması(nın) geri alınamaz doğal bir hak”
olduğunu, “herkesin zihni(nin) kendine ait” olduğunu ve beyinlerin, damak
zevkleri kadar birbirlerinden farklı olduğunu öne sürmüş ve buradan şöyle bir
sonuca ulaşmıştı: “ortadan kaldırılamayacak olanı tanımak en iyisidir” ve özgür
düşünceyi yasaklayan yasalar olsa olsa “düşündüğü ile söylediği birbirini
tutmayan insanlar” yaratabilir, dolayısıyla “iyi imanın çürümesi”ne yolaçar, “sadakatsizliği....besler”.
Ne var ki Spinoza hiç bir yerde konuşma/ifade özgürlüğü talebinde bulunmaz;
insan aklının başkalarıyla iletişim kurma, bu yüzden kendi uğruna bir açıklık
ihtiyacı içinde olduğu savının da Spinoza’da yeri yoktur. Hatta insanın
iletişim ihtiyacını; düşüncelerini [kendine] saklayamamasını ve sessiz
kakmamasını, filozofta bulunmayan “bayağı zaaflar”dan sayar.[54]
Kant ise tersine “insanı düşüncelerini kamuya anlatma özgürlüğünden yoksun
bırakan bir dış güç(ün), onu aynı zamanda düşünme özgürlüğünden de
mahrum" ettiğini (italikler sonradan eklenmiştir) ve
düşüncelerimizin “doğruluğu”nun yegane garantisinin, “birbirimize karşılıklı
olarak düşüncelerimizi ilettiğimiz kimselerle birlikle deyim yerindeyse bir
topluluk oluşturmamıza” bağlı olduğunu belirtmiştir. Yanılabilir olan insan
aklı, ancak “kamusal olarak kullanabilirse” iş görebilir ve bu, hala “vesayet”
altında bulunup akıllarını “başka birinin yönlendiriciliği” olmadan
kullanamayan kimseler için de, sonuçlarını görmek ve kontrol etmek için “iyi
okuyan bir kamu” ya ihtiyacı olan “alim” için de aynı oranda geçerlidir.[55]
Bu
bağlamda Madison’un sözünü ettiği sayı/çokluk sorunu özel bir önem
taşımaktadır. Rasyonel hakikatten kanılara doğru gerçekleşen kayma, tekil
haldeki insandan çoğul haldeki insana bir kayma anlamına gelir; bu da
Madison’un sözünü ettiği sadece tek bir kişinin aklının “sağlam muhakemesine
itibar edilen bir alandan, birey(ler)in “aynı kanıları taşıdıklarına
inandıkları kimseler”e bel bağlamakla bir “kanı/görüş gücü”nün berkitildiği
bir alana doğru kaymanın olduğu anlamına gelir. (Geçerken belirtelim, bu
sayının ille de kişilerin çağdaşlarıyla sınırlı olması gerekmiyor). Madison
hala yurttaşların yaşantısını oluşturan çokluk halindeki bu yaşamla, bu tarz
düşüncelere “itibar etmemek durumunda olan” filozofun yaşamını birbirinden
ayırır. Ama bu ayrımın pratik hiç bir sonucu yoktur, çünkü “Platon’un ‘felsefi
krallar soyu’ ne kadar mümkünse, filozoflardan oluşan bir ulus da o kadar
mümkündür”.'0 Geçerken şunu da belirtelim ki, bu “filozoflardan
oluşan ulus” anlayışı, Platon için daha terimlerde bir çelişki arzederdi, zira
Platon’un bariz tiranik özelliklerinin yanında bütün siyaset felsefesi,
hakikatin yığın arasında ne elde edilebilir ne de iletilebilir bir şey olabileceği
yargısına dayanmaktadır.
Filozofun
hakikati ile pazar yerinde dillendirilen görüşler arasındaki bu Antik
antagonizmanın son izleri de içinde yaşadığımız dünyada ortadan kalkmıştır.
17. yüzyıl siyaset düşünürlerinin kafasını hala çok fazla meşgul eden vahiy
dininin hakikati ile, yalnız durumdaki insana görünen filozofik hakikatin,
dünya işleri ile artık bir alakası kalmamıştır. Birincisi açısından
bakıldığında kilise-devlet ayrılığı barış getirmişti; İkincisine gelince, o da
uzun zaman önce iktidar iddiasında bulunmaktan vazgeçmiştir -tabii bunu
söylerken, modern ideolojilerin birer felsefe olarak görülmemeleri gerekir;
kaldı ki zaten bu ideolojilerin savunucuları onların birer siyasi silah
olduklarını açıkça ifade etmektedirler ve “hakikat” ve “doğruluk” sorunları
ile bir alıp veremedikleri yoktur. Gelenek çerçevesi içinde düşünen biri bu
durum karşısında şöyle bir sonuca varma hakkını kendinde görebilir: Eski
çatışma sonunda halledilmiş; özellikle de bu çatışmanın kökenindeki neden, yani
rasyonel hakikat ile görüş arasındaki çatışma ortadan kalkmıştır.
Ne
yazık ki bu iş o kadar kolay değil; zira bugün büyük ölçekte tanık olduğumuz
siyaset ile olgusal hakikat arasındaki çatışmada da -en azından bazı
bakımlardan- son derece benzer özellikler olduğu görülüyor. Muhtemelen eskiden
de dini ya da felsefi konularda bunca farklı görüşün varlığına müsamaha
gösterilmezdi, ama bugün belli bir grubun kazancına ya da keyfine ters
düştüğünde, olgusal hakikate daha önceleri olmadığı kadar düşmanlık reva
görülmektedir. Elbette devletlerin her zaman sırları olmuştur; her hükümet
belli bilgileri sınıflamak, bunları kamunun ilgi ve dikkatinden saklamak
durumundadır; ve bu sırları ifşa edenlere her zaman vatan haini muamelesi
yapılmıştır. Beni bunlar ilgilendirmiyor. “Olgular” derken herkesin bilgisi
dahilinde olan şeylerden söz ediyorum, ama ne var ki bu olguların gayet
başarıyla ve ekseriyetle de kendiliğinden bir şekilde kamu önünde
tartışılmalarını tabu addedip, yasaklayanlar ve onlara sır olmadıkları halde
sanki sırmış gibi yaklaşanlar da bu olguları bilen aynı kişiler olabilmektedir.
Bu durumda bu olguların dile getirilmesi, ateizm ya da bir zamanlar garip bir
görüngü olarak görülen başka bir sapkınlığı vazetmek kadar tehlikeli olmaktadır
ve ideolojik bir yönetim tarafından tiranik bir biçimde yönetilmekte olan
ülkelerde de aynı durumla karşılaşmamız olayın önemini arttırmaktadır. (Hit-
ler Almanya’sında ve Stalin Rusya’sında varlıkları hiç de sır olmayan toplama
ve imha kamplarından sözetmek, anti-semitizm, ırkçılık ve komünizm üzerine
“heretik” [sapkın] görüşler ileri sürmekten bile daha tehlikeli bir işti).
Hatta şu daha da rahatsız edicidir: Hür ülkelerde müsamaha ile karşılanan
nahoş olgusal hakikatler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak ekseriyetle kanaat
haline getirilmektedir; Almanya’nın [Alman halkının] Hitler’i desteklemesine,
Fransa’nın 1940’da Alman orduları önünde çökmesine, Vatikan’ın İkinci Dünya
Savaşı sırasında uyguladığı politikalara, bütün bu olgusal hakikatlere sanki
birer yazılı tarih konusu olarak değil de, görüş meselesiymiş gibi
bakılmaktadır. Örnek olarak verdiğimiz bu olgusal doğrular doğrudan siyasal
konularla ilgili olduğundan, buradaki sorun müşterek olan ve müştereken kabul
edilmiş bir gerçeklik çerçevesi içinde iki yaşam tarzı arasında belki de
kaçınılması mümkün olmayan bir gerilimden daha fazlasını içermektedir. Burada
sözkonusu olan şey, bu müşterek ve olgusal gerçekliğin bizatihi kendisidir ve
birinci derecede siyasi bir sorundur. Bu noktada, eski ve modası geçmiş gibi
görünen “görüşlere karşı hakikat” sorununu ele almak yararlı olabilir. Zira
felsefi hakikatle karşılaştırıldığında temellendirmeye çok daha elverişsiz
olmakla ve bunun yanında herkesin kavrayış alanı içinde yer aldığına da kuşku
bulunmamakla beraber, pazar yerinde dillendirilen olgusal gerçeği benzer bir
kader bekliyor gibidir; yani yalan ve kasti yanlışlarla değil, görüşlerle
karşıt düşmek.
Öyle
ki hakikati anlatanın bakış açısından bakıldığında olguyu görüşe dönüştürme,
aralarında varolan ayrım çizgisini flulaştırma eğilimi, hakikati söyleyenin
karşı karşıya olduğu ve en berrak ifadesini mağara meselinde bulan şu eski
belalı çıkmazdan daha az sorunlu değildir: Ebedi fikirler göğüne yalnız
yaptığı seyahatten dönen filozof, bulduğu hakikati yığına aktarmayı dener. Ama
sonuçta olan şudur: Bu hakikat, filozof açısından birer yanılsamadan ibaret
olan çok sayıda farklı bakış açısı arasında silinip gider ve kesinlikten uzak
bir görüş düzeyine düşer. Öyle ki mağaraya geri dönüldüğünde hakikat δοκει μοι
kılığında (“bana öyle geliyor ki”) ortaya çıkar; yani tam da filozofun bir
kerede ve sonsuza dek ardında bırakmayı umduğu o malum kılıkta. Öle yandan
olgusal hakikatin anlatıcısını çok daha vahim bir durum beklemektedir. Beşeri
maslahat alanının dışındaki yerlere yaptığı bir seyahatten dönmez o; kendini bu
dünyada bir yabancı olduğu düşüncesi ile avutamaz; ne de bizlerin eğer hakikat
diye bir şey olacaksa, onun hakikatinin bu dünyaya ait olmadığı fikriyle
kendimizi teselli etmeye hakkımız vardır. Şayet -bedenin gözleriyle görülen ve
tanıklık edilen hakikatler olan- olgular hakkında yaptığı basit açıklamalar
kabul görmezse, her türden hakikati inkar etmenin ya da saptırmanın siyaset
alanının doğasından ileri gelen bir özellik olabileceği kuşkusu doğar. Bu
durumda sanki insanlar, onun boyun eğmez, kaba, iknaya gelmeyen inatçılığı ile
uyuşabilecek durumda değillerdir. Eğer hal böyleyse, işler Platon’un
sandığından bile daha umutsuzdur, zira Platon’un yalnız haldeyken keşfedilen ve
gerçekleştirilen hakikati, tanımı gereği yığının alanını, beşeri maslahatın
dünyasını aşar. (Filozofun, yalıtılmış haldeyken kendi hakikatini beşeri maslahata
dayatacak bir ölçüt olarak kullanma, yani felsefi hakikatle içkin olarak
bulunan aşkınlığı, diğer ölçütleri ölçtükleri nesneler yığınından ayıran
tamamen farklı türde bir “aşkınlık” ile eşitlemek iğvasına, diğer insanlardan
yalıtılmış bir halde olduğu için kapıldığı düşünülebilir. Yine beşeri maslahat
alanına yabancı, dolayısıyla beşeri maslahat alanıyla ilişkisi zihni bir
karışıklık ve şaşkınlık geçirmeden anlaşılamayacak bir alandan türetildiği
için, yığının bu ölçüte bir direniş göstermesi de yine anlaşılır bir durumdur).
Felsefi hakikat alenileştiğinde doğasını değiştirir ve kanı halini alır. Çünkü
sadece doğru bir μετίχβασις εις αλλο γένος.,[56] yani
bir akıl yürütme tarzından bir diğerine
değil, bir insani varoluş tarzından bir başka insani varoluş tarzına geçiş
sözkonusudur.
Oysa
olgusal gerçek her zaman başka insanlarla ilişkilidir: Yığının yer aldığı
olaylarla ve şartlarla bağlantılıdır; olgusal gerçeği tanıklar kurar ve
tanıklığa bağımlıdır; özel alanda ortaya çıksa bile, ancak üzerinde söz
söylendiği ölçüde vardır. Doğası gereği siyasidir. Birbirlerine
karıştırılmaması gerekse bile olgular ile görüşler antagonistik değildir; aynı
alana aittirler. Olgular görüşlere bilgisel dayanaklarını verirler; ve farklı
ilgiler/çıkarlar ile tutkuların telkin ettiği görüşler de birbirlerinden son
derece farklı olabilir. Ama yine de olgusal gerçekliğe saygılı oldukları
müddetçe meşrudurlar. Olgusal bilgilenme olmadığında ve olgular ihtilaf konusu
haline geldiğinde, kanaat [görüş] özgürlüğü de bir tuluattan ibaret kalır.
Demek ki olgusal hakikat, tıpkı rasyonel hakikatin felsefi kurgusal düşünceye
bilgisel dayanağını vermesi gibi siyasi düşünceye bilgisel temelini verir.
Öte
yandan görüşten ve yorumdan bağımsız olgular var mıdır?
Gelmiş geçmiş hemen bütün tarihçiler ve tarih
filozofları, önce yalın oluş ve olayların yarattığı kaos içinden seçme yapmak
(ki elbette bu seçimin ilkeleri olgusal veriler değildir), sonra da olgunun ilk
ortaya çıkışıyla hiç bir alakası olmayan, ancak belli bir bakış açısından
anlatılabilecek bir hikaye yaratmak zorunda olmaları itibarıyla, olguları yorum
yapmadan araştırmanın imkansız olduğunu göstermediler mi?
Tarih bilimlerinde içkin olarak varolan bu ve
benzeri büyük karmaşaların birer gerçek olduğuna hiç şüphe yok. Ancak bunlar,
olgusallık diye bir meselenin varlığına karşı bir sav olma niteliği
taşımadıkları gibi; olgu, kanaat ve yorum arasındaki sınırları flulaştırmayı
haklı kılma aracı ya da tarihçinin olguları istediği gibi manipüle etmesinin
bir özürü olarak da kullanılamazlar. Her kuşağın kendi tarihini yazma hakkı
bulunduğunu teslim etsek bile, bu onların olguları kendi bakış açılarına göre yeniden
düzenlemeye hakları olduğu anlamına gelmez. Gerek bu noktayı örneklemesi açısından
gerekse konuyu daha fazla uzatmamak için bir hikayeyi anmak isterim: 20’li
yıllarda diye başlar bu hikaye, ölümünden kısa bir süre önce Clemenceau,
Birinci Dünya Savaşını kimin başlattığı meselesi üzerine Weimar Cumhuriyetinin
bir temsilcisi ile dostça bir sohbete girer. “Size göre” der Clemenceau
“geleceğin tarihçileri bu netameli ve ihtilaflı konu hakkında ne düşünecekler?
”Temsilci
şöyle cevap verir: “Onu bilmem, ama Belçika’nın Almanya’yı istila ettiğini söylemeyeceklerinden
eminim”. Bizim burada ele aldığımız veriler, tarihsiciliğin en uç ve sofitike
müridleri tarafından bile tahrifi imkansız görülen türde amansız maddi
verilerdir.
4
Ağustos 1914 gecesi Alman birliklerinin Belçika sınırını geçtikleri olgusunu
tarihten silmek için tarihçilerin kaprisinden çok daha fazlasının gerekeceği
kesindir; buna ancak bütün uygar dünya üzerinde kurulacak bir iktidar lekelinin
gücü yetebilir. Ama böyle bir iktidar tekeli anlaşılır olmaktan çok uzaktır ve
bu konularda söylenecek son sözü (ister ulusal ister toplumsal) olsun eğer
iktidarın çıkarları ve ilgileri belirleyecek olursa, olgusal hakikati nasıl
bir kaderin beklediğini hayal bile etmek güçtür. Bu nokta bizi, siyasi alanın
doğası gereği bütün biçimlerinde hakikat [meselesi] ile savaş halinde
olabileceğine dair beslediğimiz şüpheye, dolayısıyla da olgusal hakikate bağlı
kalmanın bile [günümüzde] neden siyaset karşıtı bir tutum olarak düşünüldüğü
sorusuna geri götürmektedir.
III
Rasyonel
hakikatin tersine, olgusal hakikat ile kanaat arasında antagonistik [bir
ilişki] bulunmadığını söylediğimde, gerçeğin yarısı dile getirmiş oldum. Bütün
hakikatler -sadece türlü çeşitleriyle rasyonel hakikat değil, olgusal hakikatler
de- ileri sürdükleri geçerlilik iddiaları bakımından görüşün
karşıtıdırlar. Hakikat kendi içinde “zorlayıcı” bir unsur barındırır ve
kişilik zaafiyetinden ziyade sürekli bir tür zorlama altında yaşamaktan
kaynaklanan gerginlik hali çok zaman profesyonel hikaye anlatıcıları arasında
esef uyandırıcı ölçülerde bariz tiranik eğilimler doğmasına neden
olabilmekledir. “Bir üçgenin iç açılarının toplamı, bir karenin iki açısının
toplamına eşittir”; “dünya güneş etrafında dönmektedir”; “yanlış yapmaktansa,
yapılan bir yanlışa katlanmak evladır”; “1914 Ağustos’unda Almanya Belçika’yı
istila etti”; bunlar tarzları itibarıyla son derece farklı [önermelerdir], ama
doğru olarak kabul edilip, öyle oldukları söylendiğinde, anlaşma, çekişme,
görüş ya da rıza konusu olmamak gibi bir ortak özelliğe sahiptirler. Onları
[doğru olarak] kabul edenlerin gözünde, aynı önermelerde bulunanların sayısına
bağlı olarak değişmezler; iknanın da caydırıcılığın da faydası yoktur, çünkü
önermenin içeriği ikna edici değil, zorlayıcı mahiyettedir. (O yüzden Platon Timaeus
da hakikati algılamaya ehil olanlarla doğru görüşler ileri sürenler
arasına bir çizgi çeker. Birincilerde hakikati algılayan organın (nous) uyanık
olmasını öğrenim sağlar ve elbette burada bir eşitsizlik iması vardır; ılımlı
bir zorlama biçiminin varolduğu da söylenebilir. Oysa İkinciler sadece ikna
edilmişlerdir. Platona göre birincilerin görüşleri değişmez niteliktedir, oysa
İkinciler her zaman için kafalarını değiştirmeye ikna edilebilirler.[57])
Mercier de la Riviere’nitı bir zamanlar matematik gerçekler hakkında ileri
sürdüğü şey bütün hakikat türleri için geçerlidir: “Euclide esi un
veritable despote; et les verites gedmetriques quil nous a transmises, sont
de s lois verİtablement despotiques.”[ Fransızca] Eukledes gerek
bir buyurgandır; bize ilettiği geometri doğruları da gerçekten buyurgan
yasalardır] Buna çok benzer bir biçimde Grotius da yüzlerce yıl önce -mutlak
prensin iktidarını sınırlandırmak arzusuyla- şunu ileri sürmüştü: “Tanrı
bile iki kere ikinin dört etmemesini sağlayamaz”. Siyasi iktidarın
karşısında Grotius hakikatin zorlayıcı gücünden medet ummuştu; yoksa dolaylı
yoldan tanrının kadir-i mutlaklığını sınırlandırmaya çalışmıyordu. Bu iki niteleme
iktidarın bakış açısından hakikatin nasıl salt siyasi bir perspektiften
görüldüğünü ve sorunun sadece, Montesquieu’da “le pouvoir avrete le
pouvoir’’[58]
kelimeleriyle ifade edilen check ve balance sisteminde olduğu gibi [güçler
ayrılığı bağlamında] güçlerin sayısını arttırmak suretiyle, anayasayla ve bir
haklar bildirgesiyle -yani aslında siyasi alana ait olan ve oradan zuhur eden
öğeler ile- değil, siyasal alandan doğmayan, kaynağını bu alanının dışında
bulan ve en kötü tiranın iradesinde olduğu gibi yurttaşların arzu ve
isteklerinden bağımsız bir şey tarafından da kontrol edilip edilemeyeceği ve
kontrol edilmesinin gerekip gerekmediği sorunu olduğunu göstermektedir.
Siyasetin
bakış açısından görüldüğünde, hakikatin despotik bir karakteri vardır. O
nedenle tekelleri altına alamayacakları zorlayıcı bir gücün rekabetinden haklı
olarak korkan tiranlar hakikatten nefret ederler. [Yönetilenlerin] rızasına
dayanan ve zorlamadan hazzetmeyen yönetimlerin gözünde ise hakikatin durumu
oldukça kararsızdır. Olgular, anlaşma ve rızanın dışındadır ve olgular hakkında
konuşan hiç kimsenin -ya da doğru bilgiye dayanan görüş alışverişlerinden hiç
birinin- olguların tespitine bir katkısı olamaz. Nahoş bir görüş öne sürmek ya
da böyle bir görüşü reddetmek veya onunla uzlaşmak mümkündür, ama nahoş
gerçeklerin, düpedüz yalanlar dışında hiç bir şeyin yerinden kımıldatmaya
muvaffak olamayacağı çileden çıkartıcı bir dik başlılığı vardır. Sorun
şuradadır: Diğer bütün hakikatler gibi olgusal hakikat de tanınmayı isterken
mütehakkimdir, tartışmaya meydan vermez. Oysa tartışma, siyasi yaşamın tam da
özünü oluşturur. Siyaset penceresinden bakılacak olursa hakikatle meşgul olan
düşünce ve iletişim tarzları kaçınılmaz olarak mütehakkimdir; başka insanların
görüşlerini dikkate almaz. Oysa görüşlerin dikkate alınması lam anlamıyla siyasi
olan bütün düşüncelerin nişanesidir.
Siyasi
düşünce temsilidir. Belli bir meseleye farklı bakış açılarından bakarak; o
sırada orada bulunmayan kimselerin bakış açılarını kafamda canlandırarak bir
görüş oluştururum; yani onları temsil ederim. Bu temsil süreci, başka bir
yerde duran, dolayısıyla dünyaya farklı bir açıdan bakan kimselerin
görüşlerinin körü körüne benimsenmesi anlamına gelmez; bu ne bir empati, yani
başka biri olmak ya da başka biri gibi hissetmek sorunudur, ne de kafa sayısını
toplayıp, çoğunluğa katılmak. Burada olan şudur: Fiiliyatta “Ben” olmadan ama
kimliğimi/tamlığımı da yitirmeden (var) olmak ve düşünmek. Bir meseleyi
zihnimde tartarken ne kadar çok insanın bakış açısını kafamda canlandırır ve
şayet onların yerinde olsaydım nasıl hissedeceğimi ve düşüneceğimi ne kadar
iyi tahayyül edebilirsem, temsili düşünce yetim de o kadar güçlenecek, nihai
vargılarımın, yani görüşümün geçerliliği de o kadar fazla olacaktır.
(İnsanların yargıda bulunmasını mümkün kılan “genişletilmiş zihniyet”te sözkonusu
olan bu yetidir. Her ne kadar bu keşfinin siyasi ve ahlaki doğurgularım kabul
etmemiş olsa da, bu yetiyi keşfeden, Crilique of Judgement’ın ilk
bölümünde Kant olmuştur.) Görüşün lam da bu oluşma sürecini belirleyen, başka
kişilerin yerini alarak düşünen ve aklını kullanan kimselerdir; muhayyilenin bu
biçimde kullanılabilmesinin yegane koşulu ilgisiz olmaktır, yani kendi özel
çıkarlarından/ilgilerinden kurtulmuş olmak. Bu anlamda bir görüş oluştururken
bütün bağlarımı terketsem, tamamiyle yalıtık bir halde olsam bile, felsefi
düşüncenin o yalnızlık durumunda, yani sadece kendimle değilimdir; kendimi
başka herkesin temsilcisi yapmakla, bu dünyanın evrensel karşılıklı
bağımlılığı içinde durmaktayımdır. Şüphesiz bunu yapmayı reddedebilir ve
yalnızca kendi çıkarlarıma ya da mensubu bulunduğum grubun çıkarlarına dayanan
bir görüş de geliştirebilirim; aslına bakılırsa son derece sofistike kimseler
arasında bile, yargıda bulunma konusunda zaafiyet ve muhayyilesizlik yüzünden
kendini iyiden iyiye belli eden kör bir inattan daha sık rastlanan bir şey
yoktur. Ama tam da görüşün bir niteliği olan “yargıda bulunma”, görüşün tarafsızlık
derecesine bağlıdır.
Hiç
bir görüş kendinden açık ve seçik değildir. Hakikatle değil, görüşle ilgili
konularda düşüncemiz gerçekten de söylemseldir; deyim yerindeyse daldan dala,
dünyanın bir bölümünden diğerine atlar, birbiriyle çatışmak her tür düşünceyi
dolaşır; ta ki sonunda bu özgüllüklerden belli ölçülerde tarafsız bir
genelliğe yükselinceye kadar. İnsan kavrayışının parlaklığına tutulup, tamamen
saydam bir hale getirilinceye kadar belli bir konunun her yandan, olası her
açıdan görülebilecek kadar açığa çıkartıldığı bu süreçle karşılaştırıldığında,
hakikatle ilgili bir önermenin kendine has bir donukluğu vardır. Rasyonel
hakikat insanın zihnini aydınlatır; olgusal hakikat ise görüşlere bilgisel
dayanaklarını vermek zorundadır. Ama bu hakikatler hiç bir surette karanlık
olmasalar da saydam değillerdir ve aydınlanmaya karşı koymak nasıl ışığın
doğasında varsa, daha fazla aydınlatılamamak da olgusal hakikatlerin tam da
doğalarında var olan bir şeydir.
Üstelik
bu donukluk hiç bir yerde, olgularla ve olgusal hakikatlerle karşı karşıya
geldiğimizde olduğundan daha bariz ve daha şaşalatıcı değildir, çünkü
olguların “öyle olmaları” için hiç bir kesin sebepleri yoktur; başka türlü de
olabilirlerdi ve bu can sıkıcı olumsallık, kelimenin tam anlamıyla
sınırsızdır. Olguların bu tesadüfi yapıları yüzündendir ki, nasıl modern öncesi
felsefe, her zerresine olgusallığın nüfuz ettiği beşeri maslahat alanını
ciddiye almaya ya da bu dünyanın seyrini meydana getiren olaylar dizisinin
“kasvetli raslantısallığı’nda herhangi bir anlamlı hakikatin
keşfedilebileceğine inanmaya yanaşmadıysa, herhangi bir modern tarih felsefesi
de yalın olgusallığın zorlu, akla yatkın olmayan dik- başlılığı ile
uzlaşabilmiş değildir. Modern filozoflar, keyfi gibi görünen “acaba başka
türlü olabilir miydi?” [düşüncesinin] (ki özgürlüğün bedelidir bu) son
izlerini de insanların gerçekten özgür oldukları yegane alandan temizlemek
için, bir dünya ruhunun ya da maddi koşulların diyalektik zorunluluğundan,
değişmez olduğu ileri sürülen ve “insan doğası” diye bilinen bir zorunluluğa
dek her çeşit zorunluluktan medet ummuşlardır. Geriye doğru -yani tarihsel bir
perspektiften- bakıldığında her olan dizisinin, sanki başka türlü de
olabilirmiş gibi göründüğü doğrudur; ama bu optik, ya da daha ziyade
varoluşsal bir yanılsamadır: Şayet gerçeklik, herhangi bir verili durumun
başlangıcında tanımı gereği içkin olarak varolan diğer bütün varoluş
ihtimallerini yoketmemiş olsaydı, hiç bir şey varolamazdı.
Başka
bir deyişle olgusal hakikat de tıpkı görüş/kanı gibi kendiliğinden apaçık
değildir. Olgusal gerçeğin “o da bir görüş” denilerek itibarsızlaştırılmasının
görüş sahiplerinin daha kolayına gelmesinin nedenlerinden biri de bu olabilir.
Üstelik olgusal apaçıklığı oluşturan, -güvenilmezliğiyle malul- göz tanıklığı
ile kayıtlar, belgeler ve tarihi anıtlardır; bu tanıklıkların hepsinin de
“sahte”liğinden kuşku duymak mümkündür. İhtilaf halinde üçüncüsü hariç sadece
diğer tanıklara başvurulabilir ve genellikle çoğunluk sağlanarak çözüme
varılır; yani tıpkı kanaate dair ihtilaflarda olduğu gibi. Tutulan bu yol hiç
bir şekilde tatminkar değildir, zira tanıkların çoğunluğunu yanlış tanıklık
etmekten alıkoyacak hiç bir şey yoktur. Aksine belli koşullar altında bir
çoğunluğa ait olma duygusu yanlış tanıklığa bile sevkedebilir. Başka bir
deyişle olgusal hakikat, kanaat sahiplerinin düşmanlığına maruz kaldığı ölçüde,
en az rasyonel felsefi hakikat kadar kırılgandır.
Daha
önce olgusal hakikatleri dile getirenlerin Platon’un filozofundan bile daha
kötü durumda olduklarım belirtmiştim; kökeni itibariyle onun hakikati âşkın
değildir, hatta hepsi de insan eylemine esin kaynağı olabilecek, sonra da bu
eylem içerisinde ete kemiğe bürünecek özgürlük, adalet, onur ve cesaret gibi
siyasi ilkelerin nispeten aşkın niteliklerine bile sahip değildir. Şimdi bu
avantajsız konumun düşündüğümüzden çok daha ciddi sonuçları, yani sadece
hakikat anlatıcısı olarak kişiyi değil, -daha da önemlisi- dile getirdiği hakikatin
varlığını sürdürebilme şansını ilgilendiren sonuçlan olduğunu görebiliriz.
Esinlenme ve esinlenileni eylemde dışlaştırma hakikatin zorlayıcı apaçıklığı
ile yanşamayabilir, ama göreceğimiz gibi görüşte içkin olarak varolan ikna
edicilik öğesiyle rekabet etmesi mümkündür. İnsan davranışını ilgilendiren,
dolayısıyla siyasi anlama sahip felsefi bir önerme örneği olarak şu Sokratik
önermeyi alıyorum: “Yanlış yapmaktansa yanlışa katlanmak evladır”. Bu önermeyi
misal olarak almamın bir nedeni bu cümlenin Batı’nın etik düşüncesine
başlangıç teşkil etmesi, ikinci nedeni de bilebildiğim kadarıyla doğrudan
felsefi bir varoluş tarzından türetilebilecek yegane etik önerme olmasındandır.
(Bu konuda tek rakip olan Kant’ın kategorik imperatifini, basit bir önerme
yerine bir imperatif olarak formüle edilmesine neden olan Yahudi- Hıristiyan
kısımlarından soymak mümkündür. Bu imperatifin temelinde yatan ilke “çelişmeme”
aksiyomudur; hırsız kendiyle çelişki halindedir, çünkü çalınmış eşyaları kendi
mal ı yapmak ister, ve bu aksiyom geçerliliğini, ilk kez Sokrates’in keşfettiği
düşünce koşullarına borçludur).
Bu
Platoncu diyalogda bize tekrar tekrar bu Sokratik önermenin (bir imperatif
değil, önermenin) ne denli paradoksal göründüğü, görüşlerin karşı karşıya
geldiği pazar meydanında nasıl kolayca yanlışlandığı ve Sokrates’in bu konuda
sadece hasımlarına değil, dostlarına ve tilmizlerine de bir türlü tatminkar bir
tanıtlama ve kanıtlama getiremediği anlatılır. (Bu pasajın en dramatik yanı Devlet’in
başında bulunabilir.12 Hasmı Thrasymachus’u “doğruluğun eğrilikten”[59]
daha iyi olduğu”na boş yere ikna etmeye çalışan Sokrates’e tilmizi Glaukon ile
Adeimantus bile kanıtının ikna edici olmaktan çok uzak olduğunu söyler: “eğriliğin
nedenini bunca belagatle savunup da hala kendini eğriliğin doğruluktan daha
iyi olduğuna inandıramazsan, sende gerçekten de ilahi bir yan olmalıdır”.
Başka bir deyişle, daha temellendirme işlemi başlamadan önce ikna olmuş durumdadırlar
ve önermenin doğruluğunu desteklemek üzere söylenecek her şey, ikna olmamışları
ikna etmeyi başaramamakla kalmaz, onların kanılarını teyide bile zorlayamaz.)
Bu önermenin savunusu için söylenebilecek her şeyi muhtelif Platoncu
diyaloglarda bulmaktayız. Asıl sav şudur: Bir (i) olan
insan için, bütün dünya ile ters düşmek, kendiyle ters düşmekten ve çelişmekten
daha iyidir;13 Platon’un düşünme [etkinliğini] kendiyle girilen
sessiz bir diyalog olarak tanımladığı, o nedenle varoluşu kendiyle sürdürdüğü
kesintisiz, belirtik bir etkileşime bağlı olan, ikiye bölünmekle birlikte yine
de “bir” kalan filozof açısından gerçekten zorlayıcı bir savdır bu. Çünkü bir
düşünce diyalogunda bulunan bu eşler arasında temel bir çelişkinin olması, tam
da felsefe yapmanın koşullarını ortadan kaldırabilirdi.[60] Başka bir
deyişle içinde kendisinden asla kurtulamayacağı bir eş taşıyan birinin durumu,
bir katil ya da bir yalancı ile birlikte yaşamaktan evladır. Ya da düşünce ben
ile kendi arasında cereyan eden sessiz bir diyalog olduğu için, bu ortaklığın
bütünlüğünün selameti için dikkat etmek zorundayımdır; aksi halde düşünme
yetisini tümüyle yitireceğim kesindir.
Filozof
-ya da daha doğrusu düşünen bir varlık olarak insan için- yanlış yapmak ya da
yapılan yanlışa katlanmakla ilgili bu etik önerme, matematik hakikatten daha
az zorlayıcı değildir. Ama bir yurttaş için, -örneğin “sıhhati”, bozulabilir
bir bedenin ihtiyaçlarından üstün tutulması gereken “ölümsüz ruhu” da dahil-
kendi esenliğinden ziyade dünya ile vc kamunun esenliği ile ilgili
davranışlarda bulunan biri olan insan için bu Sokratik önerme hiç bir surette
doğru değildir. -Ister Sokratik ister Platoncu isterse Hristiyan olsun- tekil
haldeki insandan çıkartılan etik düsturları bütün içtenliği ile izlemeye
başlayan bir topluluğu bekleyen feci sonuçlara sıkça işaret edilmiştir.
Makyavel’in, siyasi alanın Hıristiyan imanının su katılmamış ilkelerine karşı
korunmasını tavsiye etmesinden çok önce, (kötüye karşı direnmeyi reddedenler,
kötülerin “istedikleri kadar kötülük etmelerine” izin verirler), Aristo
filozofları siyasi konularda ağızlarını açmamaları konusunda uyarmıştı.
(Mesleki nedenlerle “kendileri için iyi olan”a ilgisiz kalmaları gerekenlere,
başkaları için iyi olan hakkında, hele hele “ortak iyi” konusunda, “toplumun
gerçekçi çıkarları” konusunda” güvenilmesi mümkün değildir.)[61]
Felsefi
hakikat tekil haldeki insanla ilgili olduğundan doğası gereği siyaset dışıdır.
Buna rağmen şayet filozof kendi hakikatinin yığının görüşleri üzerinde hakim
olması gibi bir arzuya kapılacak olursa, kendisini yenilgi beklemektedir ve
muhtemelen böyle bir yenilgiden hakikatin güçsüz olduğu gibi bir sonuç
çıkaracaktır; daireyi kare yapamayan bir matematikçinin, dairenin kare
olmaması gerçeğinden üzüntü duyması ne kadar anlamlıysa, bu sonuç da o kadar
anlamlıdır. Bu durumda tıpkı Platon gibi felsefi eğilimleri olan bir tirana
kendini dinletmeye çalışabilir. Allahtan ki başarı şansı son derece azdır; aksi
halde çeşitli siyasi ütopyalardan bildiğimiz ve siyasi bakımdan kuşkusuz diğer
despotizm biçimleri kadar tiranik olan “hakikat” tiranlarından biri kesilebilirdi.
Yine en az bunun kadar az bir ihtimalle de olsa, salt insanlar ona el
verdikleri için hakikati şiddetten destek almadan hakim olacak, bir “Pirus
zaferi” kazanabilecektir. Çünkü bu durumda hakikat hakimiyetini zorlayıcılık
vasfına değil, yarın kafaları estiğinde başka bir şey üzerinde karar kılabilecek
olan yığının mutabakatına borçlu olacaktır; önceleri felsefi hakikat olan [şey]
şimdi salt bir kanaat/görüş haline gelmiş olacaktır.
Bununla
birlikle felsefi hakikat kendi içinde bir zorlayıcı- lık unsuru taşıdığı için,
belli koşullar altında devlet adamını en az görüşün gücünün filozofu
ayartabileceği kadar ayartır. Örneğin Bağımsızlık Bildirgesi’nde
Jefferson bazı “açık ve seçik hakikatler” olduğunu ilan etmişti, çünkü
devrimciler arasında her tür çekişme ve argümanın ötesinde temel bir rıza
oluşturmak istiyordu. Tıpkı matematik aksiyomlar gibi bu hakikatler de, “kendi
iradelerine bağlı olmayan ama önlerine konan delili gayri iradi olarak kabul
eden insanların inançlarını ifade etmeliydi.[62] Ancak “Biz
bu doğruları açık ve seçik olarak tanıyoruz" demekle
Jefferson her ne kadar farkında olmasa da “bütün insanların eşit olarak
yaratıldıkları” önermesinin açık ve seçik bir önerme olmadığını, bir anlaşma
ve rıza gerektirdiğini de itiraf etmiş oluyordu (eğer siyasi anlamı sözkoııusu
edilirse bu eşitlik bir görüş meselesidir, hakikat değil). Öte yandan bu
görüşe tekabül eden -bütün insanların Tanrı önünde ya da ölüm karşısında eşit
olmaları veya herkes aynı rasyonel hayvan türüne mensup olduğu
için bütün insanların eşit olmaları gibi- felsefi ya da dini önermeler vardır,
ama bunların şimdiye dek ne siyasi ne de pratik bir sonucu olmuştur; çünkü
ister Tanrı, ister ölüm isterse doğa olsun, eşitleyici [unsur] insani
etkileşimin ortaya çıktığı alanı aşar ve bu alanın dışında yeralır. Bu tür
hakikatler insanlar arasında değil insanların üstünde bulunur ve modern olsun
antik olsun -özellikle Yunan- eşitliğe gösterilen rızanın ardında bu tür
hakikatlerden hiç biri bulunmamaktadır. “Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır”
önermesi açık ve seçik bir önerme olmadığı gibi kanıtlanabilir bir önerme de
değildir. Bu görüşü öne sürmemizin nedeni, özgürlüğün ancak eşitler arasında
mümkün olmasından ve özgür ortaklıktan alınacak sevinç ve memnuniyetin, [başkaları
üzerinde] tahakküm kurmanın getireceği şüpheli hazla- ra tercih edileceğine
inanmamızdandır. Bu tür tercihlerin siyasi bakımdan önemi vardır ve insanları
bu tür tercihler kadar birbirlerinden köklü bir biçimde ayıran çok az şey bulunur.
Hatla şu bile şöylenebilir; insanların insan olma vasılları (ve bu vasıf
insanlar arasındaki her tür etkileşim tarzının da vasfıdır) bu seçimlere
bağlıdır. Yine de -isteği hilafına Jefferson’ın da kabul edeceği gibi- onlar
görüş konusudur, hakikat değil. Geçerlilikleri özgür anlaşma ve rızaya
bağlıdır; onlara söylemsel, yani temsili düşünce aracılığıyla varılır ve, ikna
etme ve caydırma yöntemleriyle dolaşıma sokulurlar.
“Yanlış
yapmaktansa yanlışa maruz kalmak evladır” Sokratik önermesi bir kanaat
değildir, hakikat iddiası taşıyan bir önermedir ve doğrudan siyasi bir sonucu
olmamış olsa bile, etik bir düstur olarak pratik davranış üzerindeki etkisini
inkar etmek mümkün değildir; inananlar topluluğu için mutlak ölçüde bağlayıcı
olan dini buyruklar bu ölçüde bir tanınma iddiasında bulunabilir ancak. Bu
gerçek felsefi hakikatin genel olarak kabul edilmiş güçsüzlüğü ile açık bir
çelişki arzetmiyor mu?
Öte yandan Platoncu diyaloglardan bildiğimiz
kadarıyla Sokrat önermesini kanıtlamaya kalktığı her seferinde dostuna da
düşmanına da ikna edici gelmediğine göre, bu kadar yüksek bir geçerlilik
düzeyini nasıl elde etliğini kendimize sormamız gerekmektedir. Bu geçerliliği,
oldukça sıra dışı bir ikna tarzından sağladığı kesindir; bu hakikat uğruna
Sokrates yaşamını hiçe saymış; mahkeme önünde değil, ölüm cezasından kaçıp
kurtulmayı reddedişiyle bir örnek ortaya koymuştur. Bu öğretide felsefi hakikatin
[birisini] baştan çıkarmadan ya da bozmadan bir şeylere kadir olduğu, örnek
sunarak erişilen yegane “ikna” biçimi budur;[63] aynı
mantıkla felsefi hakikat, ancak kendini bir örnek tarzında ete kemiğe
büründürmeyi başardığında siyasi alanın kurallarını ihlal etmeden “pratik” hale
gelebilir ve eylemi esinleyebilir. Bir etik ilkenin geçerli olabilmesi kadar
gerçeklenmesinin de yegane imkanı budur. Bu noktada örneğin cesaret nosyonunu
gerçeklemek için de Akhilleus örneğini ve iyilik nosyonunu gerçeklemek için de
Nazarethli İsa’yı ya da Aziz Fransis’i hatırlatabiliriz. Bu örneklerdeki
öğretici ya da ikna edici yan, verdikleri esindedir. Öyle ki cesurca bir iş ya
da iyilik yapmaya çalıştığımız her seferinde sanki başka birini taklit eder
gibiyizdir; imitatio Christi [İsa’ya öykünme], ya da duruma bağlı olarak
başka birinin, Jefferson’ın dediği gibi “oğullarda ve kızlarda evlatlık ödevi
ile ilgili canlı ve sürekli bir duygunun oluşması için Kral Lear
okumak, bugüne dek etik ve ilahiyat konusunda yazılmış bütün kitapları
okumaktan daha etkilidir”[64]
ve Kant’ın dediği gibi “rahiplerin ya da filozofların dizi dibinde öğrenilen
veya kişinin kendi içinden çıkardığı genel düsturlar asla bir erdem ya da
dürüstlük örneği kadar etkili olamaz”.[65] Kant’ın
belirttiği gibi aklın “kavramlarımızın gerçekliğini doğrulamak için .... daima
sezgilere” ihtiyacımız vardır. “Şayet kavramlarımız” örneğin üçgen kavramı
gibi “zihnin saf/arı kavramları ise, sezgiler”, sadece aklın gözüyle
algılanan, ancak bütün gerçek üçgenlerin tanınması için zorunlu olan ideal
üçgen gibi “şemaların adıyla bulunur, ona dayanırlar”; ancak eğer kavramlar
davranışla ilgili, pratik kavramlarsa “bu sezgilere, örnekler
denir”.[66]
Ve bu örnekler, aklımızın imgelem/tahayyül yoluyla kendiliğinden ürettiği
şemalardan farklı olarak, Jefferson’ın da belirttiği gibi “kullanımımıza
sunulmuş” tamamen farklı bir “imgelem/tahayyül” yoluyla tarihten ve şiirden
türerler.
Teorik
ya da spekülatif bir önermenin ibret verici bir hakikate bu dönüşümü -ki bunu
sadece ahlak felsefesi sağlayabilir-, filozof için bir sınır deneyimi
niteliğindedir; yığına örnek olmakla ve yığını elinde kalan bu son seçenekle
“ikna etmek”suretiyle eylemeye başlamıştır. Ne kadar cüretkar olursa olsun
filozofun yaşamım tehlikeye atacak kadar ciddiye alınabilecek bir felsefi
önerme bulmanın çok zor olduğu günümüzde, hatta siyasi geçerliliğe sahip
felsefi bir hakikate sahip olmak gibi nadir bir şans da ortadan kalkmıştır.
Bununla
birlikte bizim bağlamımız açısından böyle bir olasılığın rasyonel hakikatin
anlatıcısı için varolduğunu tespit etmek önemlidir; çünkü diğer açılardan
olduğu gibi bu bakımdan da daha kötü bir durumda bulunan olgusal hakikat
anlatıcısı için hiç bir hal ve şartta böyle bir şey sözkonusu değildir. Olgusal
önermeler, insanların üzerlerine eylemlerini dayandırabilecekleri ve bu sayede
dünya yüzünde ete kemiğe bürünebilirle imkanı bulacak ilkeler içermemekle kalmaz
yalnızca; bu tür bir gerçeklenmeye karşı koyan tam da sahip oldukları
içeriktir. Pek muhtemel olmamakla birlikte belli bir olgu nedeniyle yaşamını
ortaya koymayı göze alacak bir olgusal hakikat anlatıcısının niyetleri suya
düşecektir. Onun eyleminde görünür hale gelecek olan şey ne dile getirmek
durumunda olduğu hakikattir ne de hatta kendi doğruluğu; sadece cesareti,
bilemediniz sebatkarlığıdır. Ama buna karşılık bir yalancıda da siyaset
alanında özellikle yurtseverliğin ya da başka bir meşru grup tarafgirliğinin
güdülemesi altında büyük bir cesaretle ayak diremeyecek midir?
IV
Olgusal
hakikatin göstergesi şudur: Onun karşıtı, hiç biri kişisel doğruluğa halel
getirmeyen hata, yanılgı ya da kanaat değildir. Onun karşıtı kasıtlı yapılan
yanlıştır, ya da yalan söylemektir. Bu tür bir hakikatin bilimsel ya da
rasyonel hakikatten hiç de farklı olmadığı durumlarda olgusal hakikatler
konusunda hata yapmak elbette ki mümkündür, hatta sıradan bir durumdur bu.
Ancak mesele şuradadır: Olgusal konularda başka bir seçenek daha vardır ve bu
seçenek, yani kasıtlı olarak yanlış yapmak, doğru olsun yanlış olsun bir şeyin
ne olduğunu veya o şeyin bana nasıl göründüğünü söylemekten öte bir amacı
bulunmayan önermelerle aynı türe ait değildir. “Almanya Ağustos 1914’de
Belçika’yı istila etti” olgusal önermesinin, ancak yorumlayıcı bir bağlama sokulduğunda
siyasi anlamlan olabilir. Ama tarihi yeniden yazma sanatından hala bihaber olan
Clemenceau’nun saçma bulduğu karşıt önermenin siyasi bir öneme sahip olmak için
bağlama ihtiyacı yoktur. Bu açıkça [tarihsel] kayıtları değiştirmeye yönelik
bir girişimdir ve bu sıfatla bir eylem biçimidir. Yalan söyleme
imkanından yoksun bir yalancının [diyelim] Müjde [incil] ile ilgili bir
önermesinin doğruluğunda ısrar etmeyip bunun kendi “görüş”ü olduğunu, bunun da
anayasal hakkı olduğunu söylemesinde de durum aynıdır. Yıkıcı gruplar bunu sık
sık yaparlar ve neticede siyasi bakımdan kemale ermemiş bir halkın kafasının
önemli ölçüde karışması mümkündür. Olgusal hakikat ile kanaati birbirinden
ayıran çizginin flulaşması, yalanın alabileceği ve hepsi de birer eylem biçimi
olan pek çok biçimden biridir.
Yalancı
bir eylem adamıdır, oysa ister rasyonel isterse olgusal bir hakikatten söz
etsin bir hakikat anlatıcısının bir eylem adamı olmadığı muhakkaktır. Eğer
olgusal hakikati anlatan kişi siyasi bir rol oynamak, dolayısıyla ikna edici olmak
isterse kendi doğrusunun belli bir grubun çıkarlarına ne denli iyi hizmet
ettiğine dair bitip tükenmeyen açıklamalarda bulunacaktır. Ve tıpkı kendi
hakikati görüş sahipleri arasında egemen görüş halini alan filozofun zaferinin
bir Pirus zaferi olması gibi, siyasal alana girdiğinde ve kendini belli bir
tarafın çıkar ve güç oluşumu ile özdeşleştirdiğinde olgusal hakikatin
anlatıcısı da gerçeğinin akla yatkın görünmesini sağlamış yegane niteliği,
yani tarafsızlığı, dürüstlüğü ve bağımsızlığı ile sağladığı kendi kişisel
doğruluğunu diyet olarak öder. Haklı şüpheler yaratmak bakımından, hakikat ile
çıkar arasında belli ölçülerde mutluluk verici bir uylaşım keşfetmiş olan
profesyonel bir hakikat anlatıcısından daha uygun bir siyasi sima bulmak çok
güçtür. Oysa yalancının siyaset sahnesinde boy göstermesi için böyle şüpheli
bir uzlaşmaya ihtiyaç yoktur; deyim yerindeyse onun [siyaset sahnesinin] tam
da ortasında bulunmak gibi büyük bir üstünlüğü vardır. Doğası gereği bir
oyuncudur o; şeylerin olduklarından farklı olmalarını istediği için -yani
dünyayı değiştirmek istediğinden- ne olmadıklarını anlatır. Gürül gürül yağmur
yağarken “güneş parlıyor” diyebilmemizi sağlayan bu gizemli yeti ile, eylemde
bulunma, yani gerçekliği değiştirme yeteneğimiz arasında varolan inkar
götürmez yakınlıktan yararlanır. Şayet kimi felsefelerin olmamızı istedikleri
gibi davranışlarımızda tepeden tırnağa koşullanmış olsaydık en ufak bir
mucizeyi bile gerçekleştirebilecek durumda olamazdık. Başka bir deyişle “olma”
yetimiz -mutlaka gerçeği söyleme yelimiz değil- insan özgürlüğünü olumlayan
açık, kanıtlanabilir çok az veriden biridir. Onlardan nispeten özgür olduğumuz
içindir ki içinde yaşadığımız koşulları değiştirmeye muktediriz ve yalancılık
işte bu özgürlüğün istismarı ve saptırılmasıdır. Meslekten tarihçinin
zorunluluğun tuzağına düşerek eylemin özgürlüğünü zımnen inkar etmesi şayet
karşı konulması neredeyse imkansız bir iğva ise, meslekten siyasetçinin de bu
özgürlüğün imkanlarını abartması ve yalan yoluyla olguların inkarına veya
tahrifine göz yumması da aynı ölçüde karşı konulması olanaksız bir iğvadır.
Elbette
eylem söz konusu olduğunda örgütlü yalan marjinal bir görüngüdür, ama sorun
bunun tersinin, yani olguların yalın şekilde dile getirilmesinin ne türden
olursa olsun bir eyleme yol açmamasındadır; hatta normal koşullarda şeylerin
oldukları gibi kabul edilmesi gibi bir eğilim taşır. (Elbette bu, siyasi
örgütlerin olguları teşhir etmelerinin meşru olmadığı ya da belli koşullarda
kamunun ilgisini çeken olgusal meselelerin, etnik ve toplumsal grupların iddialarına
önemli ölçüde cesaret ve güç kazandırmayacağı anlamına gelmez). Doğruluk hiç
bir zaman siyasi erdemler arasında sayılmamıştır, çünkü en meşru siyasi
faaliyetler arasında yer alan dünyanın ve koşulların değiştirilmesine olan
katkısı gerçekten de yok denecek kadar azdır. Çıkar ve iktidar güçlerinin
bozucu etkilerinden hiç bir destek almayan doğruluk dediğimiz şey, bir
topluluğun sadece belli konularda değil ilke olarak örgütlü yalana kalkıştığı
bir yerde birinci dereceden siyasi bir elken haline gelebilir ancak. Herkesin
önem derecesi ne olursa olsun her konuda yalan söylediği bir yerde hakikat
anlatıcısı farkında olsun olmasın eylemde bulunmaya başlamış [demektir]; o da
kendini siyasi işlere kaptırmıştır, zira hayatta kalması pek mümkün görünmemekle
birlikte dünyayı değiştirme yönünde bir başlangıç yapmıştır.
Ancak
böyle bir durumda hakikat anlatıcısı kendini çok geçmeden bizar edici bir
maluliyet içerisinde bulacaktır. Daha önce olguların olumsal niteliklerinden,
yani her zaman için olduklarından başka türlü de olabilme ihtimallerinin
bulunduğundan ve bu nedenle onlarda insan aklına apaçık ya da akla uygun
gelebilecek en ufak bir izin dahi bulunmadığından sözetmiştim. Kendi
“olguları”nı karşısındaki kişinin yararına, zevkine ya da sadece
beklentilerine uydurduğu için yalancının ikna edici olma şansı hakikat
anlatıcısından daha yüksektir. Gerçekten de kendi açısından akla yatkın bir
yanı vardır; -bütün olayların en belirgin özelliklerinden biri olan-
beklenmedik olma öğesi deyim yerindeyse acınacak biçimde yokedildiği için
yalancının açıklamaları daha mantıki gelecektir. Hegelci deyimle sağduyuyu
kafası üzerine diken sadece rasyonel hakikat değildir; gerçeklik de en az
yarar ve haz kadar sağduyunun sağlam muhakemesini sarsar.
Şimdi
bakışlarımızı nispeten yeni bir görüngü olan ve tarihin yeniden yazımında,
imaj oluşturma işinde ve fiili hükümet politikalarında çok bariz bir hal alan
olgu ve görüşün kitlesel manipülasyonu meselesine çevirmek durumundayız.
Diplomasi ile devlet sanatı tarihinin baş köşesini işgal eden geleneksel siyasi
yalan ya gerçek sırlarla -halka hiç bir zaman açıklanmamış verilerle- ya da
tamamlanmış olgularla hiç bir surette aynı güvenilirlik derecesine sahip
olmayan niyetlerle ilgili olarak söylenmiştir; içimizde cereyan eden her şey gibi
niyetler de sadece potansiyel olarak vardırlar. Oysa modern siyasi yalan sırla
hiç bir ilgisi olmayan, pratikte herkesin bildiği şeyler hakkındadır. Çağdaş
tarihin tanıkların gözüyle yeniden yazıldığı durumlarda bu özellik çok bariz
olarak görülür. Ama yine herkesin bildiği ve [uygulamalarıyla] yerleşmesini
sağladığı bir olgunun, imaja zarar vermesi gibi bir ihtimal söz konusu
olduğunda inkar edilebildiği ya da görmezden gelindiği her tür imaj oluşturma
işi için de geçerli bir özelliktir bu. Çünkü imaj eski moda portreden
farklıdır ve imajın işlevinin gerçekliği olduğundan [farklı] göstermek değil,
gerçekliğin tam teşekküllü bir ikamesini sunmak olduğu varsayılır. Ve modern
teknikler ve kitle iletişim araçları nedeniyle bu ikame orjinalinden çok daha
fazla kamunun gözü önündedir. Son olarak temel politikalarım “Fransa’nın
son savaşın galipleri arasında yer aldığı, dolayısıyla da büyük güçlerden biri
olduğu”, ve “Nasyonal Sosyalizmin barbarlığının ülkenin çok küçük bir
yüzdesini etkilediği” şeklindeki su götürmez yalanların üzerine inşa
edebilen De Gaulle ve Adenauer gibi son derece saygın devlet adamları ile
karşılaşıyoruz.[67]
Failleri tarafından bilinsin ya da bilinmesin bütün bu yalanlar içlerinde bir
şiddet unsuru barındırırlar; yalanı bilinçli olarak sadece totaliter hareketler
kıtal yolunda ilk adım olarak benimsemiş olsalar da, örgütlü yalan yok saymaya
karar verdiği her şeyi ortadan kaldırmaya eğilimlidir her zaman. Troçki Rus
Devriminde hiç bir rol oynamamış olduğunu öğrendiğinde ölüm emrinin de
verilmiş olduğunu biliyor olmalıydı. Ve yine açıktır ki kamusal bir sima aynı
anda yaşayanlar arasından da tasfiye edilebilirse, tarih kayıtlarından çok
kolay çıkartılabilir. Başka bir deyişle geleneksel ile modern yalan arasındaki
fark çoğu zaman örtbas etmekle yoketmek arasındaki farka varabilir.
Üstelik
geleneksel yalan yalnızca özgül durumlarla ilgili olmuş ve asla kelimenin tam
anlamıyla herkesi kandırmayı amaçlamamıştır; doğrudan düşmanı hedef almış ve
aldatılmak istenen sadece düşman olmuştur. Bu iki sınır, hakikat üzerinde
açılan yaranın öylesine kısıtlı olmasına yol açar ki, geriye dönüp baktığımızda
sanki bize [geleneksel yalanın) hiç bir zararı olmamış gibi görünebilir.
Olgular daima belirli bir bağlam içerisinde ortaya çıktıklarından özgül [bir durumla
ilgili] yalan -yani bütün bağlamı değiştirmeye kalkmayan bir yanlış- deyim
yerindeyse olgusallığın dokusunda bir gedik açar. Her tarihçinin bildiği gibi
yalan uyuşmazlıklar, gedikler ya da yamanmış ek yerleri tespit edilerek bulunabilir.
Örgünün bütünü dokunulmadan kaldığı müddetçe yalan da kendini bu örgünün bir
parçası olarak gösterecektir. İkinci sınır, aldatmayı iş edinenler kimselerle
ilgilidir. Onlar, kendi aralarında hakikatin ne olduğunu hala bilen ve muhafaza
edebilecek olan devlet adamları ve diplomatlardan oluşan dar bir muhite
mensuptular. Kendi yanlışlarının kurbanı olmaları pek muhtemel değildi;
kendileri aldanmadan başkalarını aldatabiliyorlardı. Eski yalan söyleme sanatını
n bu iki hafifletici koşulu olguların manipüle edildikleri bugünkü durumda
artık mevcut değildir.
O
halde bu sınırlamaların anlamı nedir ve onlara “hafilletici koşullar” deme
hakkını nereden alıyoruz?
Kendini kandırmak neden imaj oluşturma işinin
ayrılmaz bir gereci haline geldi ve yalancının sadece başkalarını değil
kendini de kendi yalanlan ile aldatması neden kendisi için olduğu kadar dünya
için de daha kötüdür?
Bir yalancı için şundan daha iyi ahlaki bir
özür ileri sürebilir mi?
Yalandan duyduğu tiksinti öylesine büyüktür ki
tıpkı The Tempesl’de Antonio’nun yaptığı gibi başkalarına yalan söyleyebilmesi
için önce kendisini kandırması gerekmiştir (Antonio da kendi yalanım
[başkalarına] saydırmak için belleğine günah” işletmişti). Ve son olarak, ki
en rahatsız edici olan da belki bu- dur, modern siyasi yalanlar bütün bir
olgusal örgünün yeniden düzenlenmesini gerektirecek kadar büyük olduklarında
bile -yani öyle bir başka gerçeklik olsun ki, tıpkı olguların kendi özgün
bağlamlarına uyması gibi yalanlar da ekyersiz, gediksiz ya da yamasız bir şekilde
bu gerçekliğe uysun-, bu yeni hikayeleri, imajları ve olmayan olguları
gerçekliğin ve olgusallığın uygun birer ikamesi olmaktan alıkoyan nedir?
Kendine
yalan söylemeden başkalarına yalan söylemenin ne kadar zor olabileceği şu
ortaçağ anekdotunda da görülür. Bir kasabanın gözcü kulesinde düşmanı haber
vermek üzere nöbet tutmakta olan şakacı bir nöbetçi, kasabalıyı biraz korkutmak
için bir gece çanları çalıverir. Ama umulmadık bir başarı sağlar: Herkes
surlara doğru koşuşmaya başlamıştır, sonunda nöbetçinin kendisi de onlara
katılır. Bu hikâyede gerçeklik kavrayışımızın hemcinslerimizle paylaştığımız
dünyaya bağlı olduğu; doğru olsun, yalan olsun paylaşılmamış bir şeye ısrarla
bağlı kalmanın ne denli güçlü bir kişilik gerektirdiği anlatılır. Başka bir deyişle
bir yalancı [başkaları nezdinde] ne kadar başarılı olursa, kendi
uydurduklarının tuzağına düşmesi de o kadar muhtemeldir. Üstelik kendini
kurbanları ile aynı gemide gören kendini aldatan şakacı bir kimse, yaptığı
oyunu uzaktan seyredip, eğlenen soğukkanlı bir yalancı ile karşılaştırıldığında
çok daha güvenilir görünecektir. Bir şeye doğruymuş görüntüsünü vermek ancak
kendini de aldatmakla mümkündür ve olgular üzerine yaşanan bir çekişmede zaman
zaman zevke, korkuya ve kazanca galebe çalma şansı bulan yegane ikna edici
etken kişisel haller ve tavırlardır.
Soğukkanlılıkla
söylenen yalanlara karşı ahlaki önyargılar çok daha acımasızdır, oysa çok daha
gelişkin bir sanat olan kendini aldatma sanatına genellikle büyük bir müsamaha
ile yaklaşılır. Karamazov Kardeşler'in başında manastırda geçen
sahne bu güncel değer yargısı bağlamında zikredilebilecek, edebiyattaki nadir
örneklerden biridir. Müzmin bir yalancı olan baba Karamazov, Staretz’e, “kurtuluşa ermek için ne yapmam gerekir?” diye
sorar ve Staretz de “her şeyden önce
kendine yalan söylemeyi bırak” diye cevap verir. Dostoyevski buna ne bir
açıklama getirir ne de seçikleştirmeye kalkar. Ancak “başkalarına yalan söylemek kendini aldatmaktan daha iyidir”
önermesini savunmak amacıyla bir temellendirmeye gidilseydi, şunun ortaya
konması gerekirdi: Soğukkanlı bir yalancı doğru ile yalan arasındaki ayrımın
farkındadır, dolayısıyla başkalarından gizlediği hakikat henüz tamamıyla
dünyanın dışına düşmemiştir; son sığınağını yalancıda bulmuştur. Gerçekliğe
verilen zarar tam bir zarar olmadığı gibi nihai de değildir. Aynı mantıkla
yalancının gördüğü zarar da tam ve nihai değildir. Yalan söylemiştir ama henüz
bir yalancı değildir. Staretz’in kelimeleriyle söylersek o ve kandırdığı dünya
henüz “kurtuluş”un dışında değildir.
Gerçekliğe
böylesi lam ve potansiyel manada nihai nitelikte zararı verecek olan
tehlikeler olguların modern manipülasyonundan gelir. (Bu, eskilerin hiç
bilmediği bir şeydir). Hükümetlerin olgusal olarak neyin olup olmadığına karar
verme ve anlatma tekeline sahip olmadığı hür dünyada bile dev çıkar örgütleri,
eskiden dış ilişkilerle ve en kötüsü açık bir tehlikenin söz konusu olduğu
hallerle sınırlı kalan bir tür devlet aklını
genelleştirmişlerdir. Oysa hükümetler düzeyinde sürdürülen ulusal propagandanın
iş hayatı ve Madison Avenue yöntemlerinden aldıkları şeyler bir kaç hile ve
dolapla sınırlı kalmamıştır. Yabancı bir düşmanı hedef alan yalanlardan farklı
olarak iç tüketim için oluşturulan imajlar herkes için olduğu gibi,
“ürünleri”ni hazırlarken potansiyel kurbanlarının salt rakamı altında ezilen
bizzat imaj-oluşturucuların kendileri için de bir gerçeklik halini alabilir.
Gizli iknacılara [da] “ilham kaynağı” olan bu sahte imaj yaratıcılarının her
şeye rağmen şunu bildiklerine şüphe yoktur: Onlar toplumsal ve ulusal düzeyde
bir düşmanı aldatmak, kandırmak istemektedirler. Ama sonuç öyle olabilir ki
bütün bir halk ya da bütün uluslar yönlerini, tam da önderlerinin hasımlarını
içine düşürmek istediği aldatmacalar ağından tayine kalkabilirler.
Daha
sonra neredeyse otomatik olarak şu olur: Gerek aldatılan grup gerekse bizzat
aldatanlar muhtemelen bütün gayretleriyle [söz konusu] propaganda imajının
zarar görmemesine çalışacaklardır ve bu imaj için en büyük tehlike, düşmandan
ve gerçek düşmanlıklardan değil daha çok bizzat grubun içinde olup da
[propaganda edilen] imajın büyüsüne kapılmamayı başaranlar ile imaja uymayan
olgu ve olaylardan söz etmeye kalkanlardan gelir. Çağdaş tarih gerçek
hasımlarla karşılaştırıldığında olgusal hakikat anlatıcılarının çok daha
tehlikeli, hatta çok daha düşman addedildikleri örneklerle doludur. Kendini
aldatmaya yönelik bu argümanların, meziyeti ne olursa olsun “idealistler”in
ilke olarak kötü bir şey olarak yalana ve şu kadim düşmanı aldatma sanatına
karşı yönelttikleri itirazlarla karıştırılmaması gerekir. Siyasi bakımdan
mesele şudur: Modem kendi kendini aldatma sanatı, uluslararası ya da gruplar
arası bir çatışmanın iç politika sahnesinde bumerang etkisi yaratmasına yol
açacak şekilde bir dış konuyu bir iç mesele haline dönüştürecektir.
Soğuk
Savaş döneminde kendini aldatma sanatından her iki cenah da sayılamayacak kadar
çok müstesna örnek sergilemişlerdir. Kitle demokrasilerinin muhafazakar
eleştirmenleri -monarşilere ve oligarşilere özgü tehlikeler hakkında tek söz
etmeden- sık sık bu yönetim tarzının uluslararası ilişkilerde yarattığı
tehlikelere işaret etmişlerdir. Savları gücünü şu inkar götürmek olgudan
almaktadır: Tam demokratik koşullar altında kendini aldatmadan [başkalarını]
aldatmak neredeyse imkansızdır.
Çok
sayıda bağımsız ülkeyi içine alan günümüzün dünya şümul iletişim sistemi
altında mevcut hiç bir devlet kendi “imajı”nı salim kılacak kadar büyük
değildir. O nedenle imajlardan ancak kısa vadede geçerli olmaları beklenebilir;
bu imajların fişler tükendiğinde ve gerçeklik kamu alanında yeniden boy
gösterdiğinde değil sadece, çatışan imajlar arasındaki propaganda savaşma
durmadan çomak sokan, propaganda çarkının dişlilerini tıkayan olgu parçacıkları
yüzünden çok daha önce asılsızlıklarını belli etmeleri muhtemeldir. Ne var ki
bu, gerçekliğin kendini inkara kalkanlardan intikamım almasının ne tek ne de en
önemli yoludur. Bir dünya hükümeti ya da Pax Romananın kimi modern versiyonları
altında bile imajların ömürlerinin hatırı sayılır bir oranda artmasını beklemek
mümkün değildir. İdeolojileri ve imajları gerçeklik ve hakikatin etkisinden
koruyan şimdiye, kadarki en etkili amiller olduklarından kuşku bulunmayan tek
parti diktatörlükleri ve totaliter yönetimler gibi görece kapalı sistemlerin durumu
bunun en iyi örneğidir. (Tarihsel
kayıtların düzeltilmesi işi asla pürüzsüz bir seyir izlemez. Smolensk
Arşivlerinde bulunan 1935 tarihli bir memorandumda bu tarz bir girişimi kuşatan
sayısız güçlükten söz edilmektedir. Örneğin “Zinovyev’in, Kamanev’in,
Buharin’in vs. Parti Kongrelerinde, Merkez Komite toplantılarında, Komintern’de
yaptıkları konuşmalar hakkında; Zinovyev’in Lenin ile birlikte yazdığı ve
yayına hazırladığı .... Marksizm üzerine antolojilere; Kamenev’in yayma
hazırladığı Lenin’in yazılarına” ne yapılacaktır?
“.... Troçki’nin Communist International'in
bir sayısında yazmış olduğu makale ve bu gibi durumlar hakkında ne yapılacak?
Bu sayıya el mi konacak?”[68]
Bu tür sorulara Arşivlerden anlaşıldığı kadarıyla hiçbir yanıt gelmemiştir.)
Karşılarındaki
asıl güçlük gerçek hikayenin yerine geçirmeye çalıştıkları yalanları durmadan
değiştirmek zorunda olmalarıydı; şartlar değiştikçe bir tarih kitabının yerine
bir başkasının konması, ansiklopedi ve referans kitaplarındaki sayfaların
değiştirilmesi, adı sanı belli kimselerin yerlerini daha önceleri hiç
tanınmayan ya da pek az tanınan binlerine bırakması gerekiyordu. Ve her ne
kadar durmadan değişen bu istikrarsız durum hakikatin ne olduğu hakkında en
ufak bir işaret vermese de, bizatihi kendisi başka bir şeyin göstergesiydi:
Olgusal dünya hakkında devlet tarafından yapılan bütün açıklamaların yalan
olduklarının göstergesi. Beyin yıkamanın uzun vadede en kesin sonucunun bir
tür sinizm ne denli sağlam isnat edilmiş olursa olsun hakikat diye bir şeye
inanmayı tamamen reddetmek- olduğu hep söylenmiştir. Başka bir deyişle olgusal
hakikati yalanlarla tamamen ve tutarlı bir biçimde ikame etmenin sonucu, artık
yalanın hakikat olarak kabul edilmesi ve hakikatin de yalan olarak karalanması
değil, gerçek dünyada yönümüzü tayin etmemizi sağlayan duyumuzun -ki bu
bakımdan “yalana karşı doğruluk” kategorisi zihnin araçları arasında yer alır-
tahrip olmasıdır.
Bu
müşkülün çaresi yoktur. Bir diğer yanıyla bu, bütün olgusal gerçekliğin olumsal
yapısını yok etmekten başka bir şey değildir. Beşeri maslahat alanında fiilen
gerçekleşmiş her şey pekala başka türlü de gerçekleşebileceğine göre, [yani
başka türlü de olabilirlerdi], yalanın olanakları sınırsızdır. Kendini
aldatmaya yol açan şey bu sınırsızlıktır. Ancak arada sırada yalan söyleyen
[tutarsız] bir yalancı belli bir yalana kararlı bir tutarlılık kazandırma
olanağını bulacaktır; imajları ve hikâyeleri durmadan değişen şartlara
uydurmaya çalışanlarsa, kendi ima[l ettikleri yalanlardan] bir tekine bile tutunamadan,
bir olasılıktan diğerine sürüklenerek, potansiyeli gereği alabildiğine uzayan
bir ufka karşı yüzerken bulacaklardır kendilerini. Gerçeklik ve olgusallığa
uygun ve yerinde bir ikame bulmaktan çok uzak bu kimseler olguları ve
olayları, gerisin geri, bu olay ve olguların potansiyel olarak varoldukları o
ilk duruma dönüştürmüşlerdir. Ama olgularla olayların inatçı varlıkları en
yanılmaz alametleridir. Bütün bağlayıcı/sonuçlayıcı mahiyetli açıklamalara
nihai olarak karşı koyan şey, içkin olarak burada varolan olumsallık özelliğidir.
Oysa tersine imajları açıklamak ve inandırıcı kılmak her zaman mümkündür
-onlara olgusal hakikâtler üzerindeki anlıksal üstünlüğünü veren budur-, ama
imajlar [olguların] asla başka türlü değil de öyle olmaktaki basitliklerinin
sahip olduğu istikrarla baş edemezler. Bunun nedeni şudur: Bir eğretileme ile
ifade edersek tutarlı yalan ayaklarımızın altından toprağı çektiği gibi bize
üzerine basılabileceğinıiz başka bir zemin de vermez. (Montaigue’nin
kelimeleriyle “Hakikat gibi yalanın da bir yüzü olsaydı nerede olduğumuzu
daha iyi bilirdik, çünkü o zaman yalancının söylediklerinin tam tersini
alırdık”). Yön ve gerçeklik duyumuzun dayandığı her şeyin sallanmakta,
yalpalamakla olduğu hissi, totaliter egemenlik altında yaşayan insanların en
ortak ve en kuvvetle duyumladıkları deneyimler arasındadır.
Bu
anlamda yalan söylemenin eylemle, dünyayı değiştirmekle -kısacası siyasetle-
inkar götürmez yakınlığı tanı da insanın eylemde bulunma yetisine açık olan
şeylerin doğasınca sınırlandırılır. Kendi imajı tarafından ikna edilmiş bir
imaj-oluşturucu herkesin bir şekilde bertaraf etmek istediği olgusal konularda
yalan söyleme[nin neden olacağı değişiklikleri] öngörebileceğini sanırsa, hata
eder. Azgelişmiş ülkelerin siyasetçilerinin ve propagandacıların aziz
tuttukları Potemkin köyleri kurma işinin götüreceği yer gerçek bir şey kurmak
değil, inandırmanın mükemmelliği ve yayılmasıdır. Eyleme açık olan ne geçmiştir
-ki bütün olgusal hakikatler kuşkusuz geçmişle ilgilidirler- ne de geçmişin
ürünü olması ölçüsünde şimdi; bu özellik ancak gelecek için söz konusudur.
Şayet geçmiş ile bugüne geleceğin parçaları olarak bakılırsa -yani gerisin
geri kuvve halde bulundukları o ilk duruma götürülürlerse- siyasi alan
kendisine istikrar kazandıran ana gücünden değil sadece, değiştirilecek, yeni
bir şeye başlanacak olan hareket noktasından da yoksun bırakılmış olur. Bu
durumda kendisine başlangıç verilen, başlatılan şey [başlangıç, kuruluş
noktası], propaganda çağında doğmuş olma talihsizliğine uğramış pek çok yeni
ulusta görüldüğü gibi hiç bir sonuç vermeyen tam bir kısırlık içerisinde durmadan
kayar ve karışır.
Hiç
kuşku yok ki olgular iktidarın elinde güvenlikte değildir. Ama buradaki asıl
mesele iktidarın doğası gereği, olgusal gerçekliğin sahip olduğu o yanılmaz
istikrara ikame olabilecek [bir şey] ortaya koyamamasındadır. Çünkü olgusal
gerçeklik geçmiş demek olduğundan, bizim erimimizin dışında bir boyutta inkişaf
etmiştir. Olgular kendilerini inatçılıklarıyla duyururlar; gariplik, kırılganlıklarının
büyük bir esneklikle bir arada bulunmasındadır. (Aynı “geri almamama” [başa
sarılamama] özelliği, bütün insan eylemlerinin nişanesidir). İnatçılıkları ile
olgular iktidarın üstündedirler; insanlar bir hedef için bir araya
geldiklerinde ortaya çıkan ve hedefe ulaşıldığında ya da hedef uzaklaştığında
ortadan kalkan siyasi oluşumlar gibi fani değildirler. İktidarı, ne olursa
olsun bir kalıcılık/kalımlılık sağlamakta bu denli güvenilmez bir aygıt haline
sokan bu geçicilik/fanilik özelliğidir. O yüzden sadece hakikat ve olgular
değil, hakikat olmayanlar ve olgu olmayanlar da iktidarın elinde güvenlikten
yoksun bir durumdadırlar. Aslına bakılırsa “olgulara karşı alınacak siyasi
tavır”, olguları insanların mani olamayacakları, dolayısıyla haklarında bir
şey yapamayacakları zorunlu bir gelişmenin sonuçları olarak görmek tehlikesi
ile, onları inkar etmek, dünya dışına itmeye çalışmak gibi bir tehlikenin
ortasında kalan o daracık yolda hareket etmek zorunda olmak gibi bir müşkülle
karşı karşıyadır.
V
Son
kısımda tekrar burada dile getirilen düşüncelerin başında sorduğum sorulara
geri dönüyorum. Her ne kadar ne türden olursa olsun iktidarlarla girdiği kafa
kafaya bir çatışmadan her zaman mağlup ayrılsa da, güçten/iktidardan yoksun
olsa da, hakikatin kendine özgü bir kudreti vardır: İktidardakiler her tür
tertibe girebilirler ama hakikatin yerini alabilecek, yaşama şansı olan [bir
şeyi] ne keşfedebilir ne de icad edebilirler. İkna ve şiddet hakikati yok
edebilir ama yerini alamazlar. Bu durum olgusal hakikat için geçerli olduğu
gibi (ki burada durum daha aşikardır), akli ya da dini hakikat için de
geçerlidir. Benim burada yaptığım gibi şiyasete hakikat açısından bakmak,
siyaset alanının dışında durmak demektir. Bu duruş noktası, şayet insan işlerine
doğrudan karışmaya ve iknanın ya da şiddetin dilini kullanmaya kalkarsa bu
konumunu -ve onunla birlikte söyleyeceklerinin geçerliliğini- yitirecek olan
hakikat anlatıcısının duruş noktasıdır. Şimdi bakışlarımızı çevirmemiz gereken
konu bu konum ile bu konumun siyaset alanı için taşıdığı önem ve anlamdır.
Siyaset
alanı dışında -yani ait olduğumuz toplumun ve akran topluluğumuzun dışında-
bir duruş noktasının, çeşitli yalnızlık/tek başınalık biçimlerinden biri olarak
tanımlanacağı açıktır. Mevcut hakikat anlatıcılığı tarzları arasında en
belirtik olanları filozofun yalnızlığı, bilimci ile sanatçının yalılılmışlığı,
tarihçi ile yargıcın tarafsızlığı ve olguyu bulup- çıkaranm, tanığın ve
kaydedenin bağımsızlığıdır. (Bu tarafsızlık, siyaset alanı içinden edinilmemiş
ama [yalnızlık, yalıtılmıştık, tarafsızlık vs. gibi] haller için zorunlu olan
“dışarı- lık konumunda içkin olarak varolan, daha önce sözünü ettiğimiz
süzülmüş, temsili bir nitelik taşıyan kanaatin/görüşün içerdiği tarafsızlıktan
farklıdır). Bu tek başınalık tarzları pek çok bakımdan birbirlerinden farklılık
arzeder, ama şöyle bir ortak yanlan vardır: Var oldukları sürece onlardan ne
bir siyasi taahhüd ne de bir davanın savunuculuğu beklenebilir. Elbette bütün
insanlara açık ve ortak hallerdir bunlar; bu anlamıyla insani varoluş
tarzlarıdırlar. Ancak bunlardan biri bir yaşam tarzı olarak benimsendiğinde -ki
bu durumda bile yaşam asla tam bir yalnızlık, yahtılmışlık ya da bağımsızlık
arzetmeyecektir- siyasal olanın/alanın isterleriyle çatışmaya girmek gibi bir
olasılık vardır.
Hakikatin
gayrı siyasi ve potansiyel olarak siyaset karşıtı doğasının -Fiat
veritas, et percat mundus- ancak böyle bir çatışma durumunda farkına
varmamız son derece doğaldır ve ben de şimdiye kadar meselenin bu tarafı
üzerinde durdum. Ama bu hikayenin tümünü oluşturmaktan uzaktır; bütün siyasi
kuralların tersine hakikati ve doğruluğu her zaman konuşma ve edimin en yüksek
ölçütü olarak tespit eden, iktidarlarca oluşturulmuş ve desteklenmiş belli
kamu kuramlarım açıklamanın dışında bırakmaktadır. Devletin gelecekle yurttaşı
olacak kişilerin eğitilmesi işini kendisine bıraktığı bütün yüksek öğrenim
kuramlarının yanısıra, bilhassa ister yönetimin/hükümetin bir kolu olarak
isterse doğrudan adalet dağıtmak şeklinde olsun toplumsal ve siyasi iktidara
karşı özenle korunmuş olan yargı, bu tür kurumlar arasında yer alır. Academe
[Akademi] kendi antik kökenlerini unutmayacaksa şunu bilmelidir ki, onu
kuranlar Polis’in en kararlı ve etkili muarızlarıydı. Elbette Platon’un hayali
gerçekleşmedi: Akademi asla bir karşı toplum haline gelmedi ve hiç bir yerde
üniversitelerin iktidarı almaya teşebbüs ettiklerini duymadık. Ama Platon’un
asla hayal etmediği bir şey oldu: Siyasal alan adalet dağıtırken gereken
tarafsızlığa ilaveten siyasi mücadele alanı dışında bir kuruma ihtiyaç olduğunu
kabul etti; çünkü bu yüksek öğrenim mekanlarının özel kişilere yahut devlete
ait olmasının büyük bir önemi yoktur; sadece dürüstlükleri değil, tam da
varlıkları her halükarda yönetimin iyi niyetine bağlıdır. Nahoş hakikatlerin
çoğu üniversitelerden çıkmıştır; pek çok nahoş yargı da yargıç kürsülerinden
duyurulmuştur. Ve hakikatin öteki sığınakları gibi bu kurumlar da toplumsal ve
siyasi iktidardan zuhur eden nice tehlikelere maruz kalmışlardır. Ancak bu tür
yerlerin salt mevcudiyeti ve onlarla birlikte bağımsız, bigane oldukları
varsayılan bilim adamlarının örgütlerinin salt varlığı bile hakikatin kamu
alanında yer etme şansını büyük ölçüde arttırmaktadır. Ve en azından
anayasayla idare edilen ülkelerde siyasi alanın, çatışmaya düşseler bile,
üzerlerinde güç sahibi olmadığı insanların ve kurumların varlığında bir yarar
ve menfaat bulduklarını inkar etmek pek de kolay değildir.
Meslek
okullarının öne çıkması ve doğa bilimlerinin gösterdiği gelişme yüzünden (ki
doğa bilimleri alanında saf araştırma beklenmedik şekilde bütün ülke için
hayatiyetini kanıtlayan pek çok ayırdedici sonuç ortaya koymuştur) Akademinin
başlangıçtaki bu siyasi anlamı, bugün kolayca hiçe sayılmaktadır. Bugün hiç
kimsenin üniversitelerin toplumsal ve teknik yararlılığını reddetmesi mümkün
değildir, ama bu önem siyasi bir mahiyet taşımamaktadır. Oysa ki olgusal
hakikatleri ve insanla ilgili belgeleri bulup ortaya çıkardığı, onlara
bekçilik ettiği ve yorumladığı varsayılan tarih ve insan bilimlerinin siyasetle
daha fazla bir ilgisi bulunmaktadır. Her ne kadar onlar olmadan durmadan
değişen bir dünyada yönümüzü asla bulamayacak ve kelimenin tam anlamıyla nerede
olduğumuzu bilemeyecek olsak da, gazetecilerin sağladığı günlük bilgilerle
karşılaştırıldığında olgusal hakikat anlatısı bu günlük bilgilerden çok daha
fazlasını içerir. Kuşkusuz en dolaysız siyasi önemi haiz olan konu budur;
ama basın gerçekten de “hükümetin dördüncü kolu” olacaksa, hükümet gücüne ve
toplumsal baskıya karşı yargıdan bile daha özenle korunması gerekebilir. Zira
bilgi sunmak gibi son derece önemli siyasi bir işlev siyaset alanının dışından
sağlanır; deyim yerindeyse burada ne eylem ne de karar söz konusudur ve
olmalıdır.
Gerçeklik
hiç bir şekilde soruşturma konusu olmayan olguların ve olayların oluşturduğu
toplamdan farklı ve ondan daha fazla [bir şeydir]. Olanı [ne olduğunu] -λεγει
τα εοντα- söyleyen biri daima bir hikaye anlatır ve bu hikayede tekil/özgül
olgular olumsallıklarını yitirip, insan tarafından anlaşılabilir belli bir
anlam kazanırlar. “Hikaye haline getirildiklerinde ya da haklarında bir hikaye
anlatıldığında bütün derdler katlanılır olur”; sadece zamanımızın büyük hikayecilerinden
biri olmakla kalmayıp aynı zamanda ne yaptığını bilen -ve bu bakımdan neredeyse
benzersiz olan- Isak Dinesen’in bu sözleri tamamen doğrudur. Belki Dinesen buna
sevinç ve saadetin de ancak haklarında konuşulabildiğinde ve bir hikaye gibi
anlatılabildiklerinde katlanılır olduklarım ve anlamlı hale geldiklerini ekleyebilirdi.
Olgusal hakikat anlatıcısı aynı zamanda bir hikaye anlatıcısı olduğu ölçüde, par
excellence bir tarih filozofu olan Hegel’in bütün felsefi düşüncenin
nihai amacı olarak anladığı ve aslında salt öğrenilmişliği aşan bütün
historiografinin gizli motoru olan “gerçeklikle uzlaşma”yı sağlar. Sırf
olanlardan mütevellit verili ham madde tarihçi tarafından dönüştürülür ve bu
bakımdan tarihçi bir kurgu yazarına benzer (ve iyi bir roman asla saf hayalden
oluşan bir uydurma değildir); bu dönüştürme işleminin bir şairin kalbin
hallerine ya da hareketlerine şekil vermesiyle -kederi figana, sevinci senaya
dönüştürerek onlara suret kazandırmakla- çok yakın bir ilgisi vardır.
Aristo’ya bakıp şunu söyleyebiliriz: Şairin siyasi işlevi bir arınma [kat-
harsis], bir temizlenme sağlamak, ya da insanı eylemekten alıkoyabilecek bütün
duygulan tasfiye etmektir. Hikaye anlatıcısının -tarihçi ya da romancının-
siyasi işlevi şeylerin oldukları gibi kabulünü sağlamak, öğretmektir. Yargı
yetisi doğruluk da denebilecek bu kabulden doğar -yine Dinesen’in sözleriyle
“sonunda görmek ve gözden geçirmek gibi bir ayrıcalığımız olacaktır- ve yargı
günü denen bu değilse nedir?”.
Bütün
bu siyasetle ilgisi olan ayırdedici özelliklerin siyaset alanının dışından
sağlandığına hiç şüphe yoktur. Bunlar bağlanmamayı ve tarafsız olmayı,
düşüncede ve yargıda kendiyle bağıtlı olmamayı [ilgisiz kalabilmeyi]
gerektirirler. İlgisiz kalarak [ve kendiyle bağıtlı olmadan] hakikat peşinde
koşmanın uzun bir geçmişi vardır; onun başlangıcı, felsefi ve siyasi düşünce
geleneğimiz de dahil bütün teorik ve bilimsel geleneklerimizden evveldir.
Homeros’un en az Akalar kadar Troyalıların da işlerini söylemeye ve en az kendi
halkından biri olan Akhileus’unki kadar düşman ve mağlup biri olan Hektor’un
da azametini övmeye karar verdiği ana kadar götürülebileceği kanısındayım.
Böyle bir şey daha önce görülmüş değildi; ne denli görkemli bile olsa başka hiç
bir uygarlık dosta ve düşmana, zafere ve mağlubiyete böyle eşit gözlerle
bakabilmiş değildi. (Homeros’tan sonraysa insanların yazgılarının nihai
durumları olsalar bile, insanların yargılarının nihai ölçütleri olarak kabul
görmediler. Homerik tarafsızlık Yunan tarihinin her köşesinde yankısını bulmuş
ve tarihin babası haline gelen, ilk büyük olgusal hakikat anlatıcısına esin
kaynağı olmuştur: Herodot hikayelerinin daha ilk cümlesinde bize “Yunanlıların
ve barbarların meydana getirdikleri harikaların hakettikleri görkemi
yitirmeleri”ne mani olmak olduğunu söylemektedir. Nesnellik denen şeyin bütün
kökeni budur; maliyeti ne olursa olsun entellektüel dürüstlüğe duyulan, Batı
uygarlığı dışında bilinmeyen şu tuhaf tutku.
Bu
sayfalarda siyaseti hakikat açısından, dolayısıyla siyaset alanı dışında kalan
bir bakış açısından ele aldığım için söz arasında bile olsa siyaset alanı
içinde olup bitenlerin büyüklüğüne ve değerine değinemedim. Sözlerimden sanki
siyaset alanının haz, kazanç, tarafgirlik [partizanlık] ve tahakküm
arzusundan başka hiç bir şeyin hesaba katılmadığı, bir- birleriyle çatışan
tarafgir [ve kısmi] çıkarlardan oluşan bir savaş alanı olduğu sonucu
çıkmaktadır. Kısacası siyaseti ele alış tarzımdan benim de bütün kamusal işlere
çıkarın ve gücün yön verdiğine, yaşamın zorunluluklarıyla cebelleşmek zorunda
kalmasaydık siyaset alanı diye bir şeyin de olmayacağına inandığım sonucu
çıkmaktadır. Bu yanlış ve yanıltıcı Sonucun nedeni şudur: Tıpkı Platon’un
felsefi hakikatinin siyasal olanla dikkate değer ölçüde yüksek bir kanaat ve anlaşma
düzeyinde çatışmaya girmesi gibi olgusal hakikatler de siyasal olanla insan
işlerinin [beşeri maslahatın] bu en düşük düzeyinde karşı karşıya gelir. Bu
bakış açısında kalındığında siyasi yaşamın -akranlarımızla birlikte olmaktan,
kamu alanında birlikte görünmekten ve eylemekten, kendimizi dünyaya sözle ve
edimle dahil etmekten, böylelikle şahsiyetimizi kazanıp, sürdürmekten ve
tamamen yeni bir şeyin başlatıcısı olmaktan doğan sevinç ve memnuniyetten
oluşan- fiili içeriği hakkında bir bilince varamayız. Bununla birlikle burada
göstermeye çalıştığım şey görkemine rağmen bütün bu [siyasi) alanın sınırlı
olduğudur; yani siyasi alan insanın ve dünyanın varlığının bütününü
kucaklayamaz. insanların iradeleriyle değiştirmeleri mümkün olmayan bu şeyler
tarafından sınırlandırılmıştır. Ve içinde eyleme ve değiştirme özgürlüğüne sahip
olduğumuz bu alan ancak bu sınırlara saygı duyarak, doğruluğunu/dürüstlüğünü
koruyup, vaadediciliğini sürdürerek dokunulmaz varlığını muhafaza edebilir.
Kavramsal olarak ifade edersek değiştiremeyeceğimiz şeye hakikat diyebiliriz;
metaforik olarak ifade edersek de hakikat denen şey ayağımızı bastığımız
toprak, üstümüzde uzanan gökyüzüdür.
Sh:
271-319
Kaynak: Hannah ARENDT, Geçmişle Gelecek Arasında Siyasi Düşünce
Konulu Altı Deneme, Orijinal adı:
Between Past and Future, trc: Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları-1.
BASKI 1996, İstanbul
Hannah ARENDT
“Özgürlük nedir?”
sorusunun cevabını aramak umutsuz bir girişim gibi gelebilir. Sanki o eski
çelişkiler ve antinomiler, aklı tıpkı dörtköşe bir dairenin olabilirliğini
düşünmek gibi, hangi yekesinden yakaladığınıza bağlı olarak ya özgürlüğü ya da
karşıtını kavramayı imkansız hale getiren mantıksal olanaksızlıklarla dolu
ikilemlere sürüklemek üzere pusuda bekliyorlarmış gibidir. En basit biçimiyle
bu güçlüğü, özgür olduğumuz için sorumlu da olduğumuzu söyleyen bilincimiz ve
vicdanımız ile, yönümüzü nedensellik ilkesine göre düşündüğümüz dış dünyadaki
günlük deneyimlerimiz arasındaki çelişki şeklinde özetlemek mümkündür. Bütün
pratik konularda, özellikle siyasi konularda insanın özgürlüğünü
kendiliğinden apaçık bir hakikatmiş gibi düşünürüz ve bu aksiyomatik
varsayımdan yola çıkarak insan toplumları- na yasalar koyar, kararlar alır ve
yargılarda bulunuruz. Bilimsel ve teorik çalışma alanında ise tersine
yukarıdakinden daha az açık olmayan nihil ex nihilo nun [hiç bir şey
yoktan varolmaz], nihil sine causanın [hiç bir şey nedensiz değildir]
gerçeğine göre, yani şu varsayımlara göre harekete ederiz: “Bizim kendi
yaşamlarımız (bile, Arendt) son tahlilde nedenselliğe tabidir” ve bizde nihai
olarak özgür bir ego bulunsa bile, fenomenal dünyada asla tam bir görünüm
edinemez, o nedenle asla teorik soruşturmanın konusu haline gelemez. Bu
durumda psikoloji kendi iç alanı olarak gördüğü şeyi araştırmaya giriştiği anda
özgürlüğün bir serap olduğu anlaşılır; çünkü gücün hareketin nedeni olarak
doğada yerine getirdiği rol, zihinsel alanda davranışın nedeni olan güdüye
düşer”.[69]
-Bütün nedenler bilindiğinde etki de öngörülebilir diyen- nedenselliğin, İnsan
işleri alanında uygulanamayacağı doğrudur; ama pratik alana ilişkin bu
öngörülemezlik niteliği özgürlük için bir sınama (test) oluşturmaz. Olsa olsa,
kısmen işe karışan etkenlerin sayısından ötürü, ama aynı zamanda da doğal
güçlerden farklı olarak insani güdülerin bütün izleyenlere, yani içe bakışa
olduğu kadar hemcinslerimizin gözlemlerine de hala kapalı kalmasından dolayı,
etkide bulunan bütün nedenleri asla tam olarak bilebilecek bir durumda
olmadığımız anlamına gelir.
Bu
karanlık konularda [elde edilebilecek] en büyük açıklığı Kant’a ve onun şu
içgörüsüne borçluyuz: Özgürlük, en az iç duyunun ve iç deneyim alanın olduğu
kadar, dünyayı bilmemizi ve anlamamızı sağlayan duyuların da soruşturmasına
açıktır. Doğada ve evrende işlemsel olsun olmasın nedenselliğin, doğaları ne
olursa olsun bütün duyu verilerine düzen veren ve bu sayede deneyi(mi) mümkün
kılan aklın bir kategorisi olduğu kesindir. Bu anlamda her ikisi de kendi
alanlarında eşit oranda aksiyomatik olan “pratik özgürlük” ile “teorik özgür-
olmayış” arasındaki antinomi, sadece bilim ile etik arasında bir ikilik
meselesi değildir; bu antinomi, etiğe de bilime de kendilerine özgü kalkış
noktalarım sağlayan günlük yaşam deneyimlerimizde vardır. Pratik davranışlarımıza
temel teşkil eden özgürlüğü adeta bir hiç haline getiren bilimsel teori değil,
bilim öncesi ve felsefi kavrayış öncesi haliyle düşüncenin kendisidir. Çünkü
özgür bir fail olduğumuz varsayımıyla yerine getirdiğimiz bir eylem üzerine
düşündüğümüzde, sanki bu eylem, iki tür nedenselliğin; bir yandan içsel
güdülerden kaynaklanan bir nedenselliğin, öte yandan dış dünyayı yöneten
nedensel ilkenin hükmü ve tesiri altına girmektedir. Kant, “saf” teorik akıl
ile merkezinde özgür istemin yer aldığı “pratik akıl” arasında ayrım yaparak
özgürlüğü bu iki yanlı saldırıdan kurtarmıştır. O yüzden pratikte son derece
önem taşıyan “özgür istem sahibi kişinin”, ister beş duyumuzla algıladığımız
dış dünyada, isterse Ben’in kendini duyumladığı iç duyu alanında olsun,
fenomenal dünyada bu biçimde görünmediğini akıldan çıkarmamak gerekir. İstemin
buyruğunu aklın anlama yetisine karşı çıkartan bu çözüm, oldukça ustalık
içeren bir çözümdür ve hatta mantıki tutarlılık bakımından doğa yasalarından
hiç de aşağı kalır yanı olmayan bir ahlak yasası oluşturmaya bile imkan
verebilir; ama başlıca etkinliğini dayatmada, buyruk vermekte bulan isteme
yetisinin özgürlüğe sığınak teşkil etmesi gibi garip bir durum bir yana
bırakılacak olsa bile, en büyük ve en tehlikeli güçlüğü, yani ister teori
öncesi ister teorik biçimiyle olsun düşüncenin özgürlüğü ortadan kaldırmakla
yarattığı güçlüğü yokedemez.
Özgürlük
problemi siyaset sorunu açısından hayati önemi haizdir ve hiç bir siyaset
teorisi bu problemin “felsefeyi içinde yolunu kaybedeceği karanlık bir ormana”[70]
sürüklemesi karşısında uzun süre ilgisiz kalamaz. Bu karanlığın nedeni
konusunda benim iddiam şudur: Özgürlük görüngüsü hiçbir suretle düşünce
alanında yer almaz; özgürlük de karşıtı da büyük felsefi ve metafizik soruların
ortaya çıktığı “ben” ile “kendi” arasındaki diyalogda tecrübe edilmez. Kökenini
bu açıdan daha sonra ele alacağımız felsefi gelenek, özgün alanından, yani
siyasi alandan ve genelde beşeri maslahat alanından çıkarak iç alana, içe
bakışa açık olan istemin alanına kaymakla, insani deneyimde verildiği şekliyle
özgürlük düşüncesini netleştirmek bir yana yok etmektedir. Bu yaklaşımın
birinci haklılaştırması olarak, tarihsel açıdan özgürlük meselesinin -varlık,
hiçlik, ruh, doğa, zaman, ebediyet gibi- felsefi soruşturmanın konusunu
oluşturan büyük metafizik soruların sonuncusu olduğuna işaret edilebilir.
Sokrat öncesinden, son Antik filozof olan Plotinus’a kadar bütün büyük felsefe
tarihinde özgürlük ile ilgilenildiği görülmemiştir. Özgürlük probleminin
felsefi geleneğimizde ilk kez ortaya çıkışı -önce Pavlus’un sonra da Augustus’un-
yaşadığı din değiştirme tecrübesine dayanır.
Özgürlük,
tabii ki bir mesele olarak değil, ama günlük yaşamın bir gerçeği olarak
siyaset alanında her zaman biline- gelmiştir. Hatta bugün bile özgürlük
meselesinden söz ettiğimizde, bilerek ya da bilmeden aklımıza daima bir
siyaset sorusu ve insana eylemde bulunmak gibi bir yetinin bağışlanmış olması
gelir; zira insan yaşamının bütün yetileri ve potansiyelleri arasında eylem ile
siyaset, enazından özgürlüğün varolduğunu varsaymadan kavrayamayacağımız
yegane şeylerdir ve zımnen ya da alenen insanın özgürlükleri meselesine
değinmeden, tek bir siyasi meseleyi bile ele almamız mümkün gözükmemektedir.
Öte yandan özgürlük yalnızca adalet, iktidar ya da eşitlik gibi siyaset
alanının görüngülerinden ve bu alana özgü yığınla meseleden biri değildir; ancak
nadiren -bunalım ya da devrim zamanlarında- siyasi eylemin dolaysız amacı
haline gelen özgürlük, gerçekte insanların siyasi bir örgütlenme içerisinde
birarada yaşamalarının sebebidir. O olmadan siyasi yaşam diye bir şey anlamsız
olurdu. Siyasetin varoluş nedeni özgürlüktür ve özgürlüğün deney [ve tecrübe]
alanı eylemdir.
Siyasetle
ilgili bütün teorilerde bir veri gibi görülen, varlığı “doğal” olarak kabul
edilen, hatta tiranlığı övenlerin bile öyle görmek zorunda oldukları bu
özgürlük, lam da “içsel özgürlük”ün, insanların dış zorlamalardan kaçıp
sığınabilecekleri ve kendilerini içinde özgür hissedebildikleri “iç alanın”
karşıtıdır. Bu iç duygu, dış ifadeden yoksun kalsa bile varlığını sürdürebilir,
dolayısıyla tanımı gereği siyasetle irtibatlı değildir. Nasıl bir meşruiyeti
olursa olsun ve geç dönem Antikitede ne denli belagatla tasvir edilmiş olursa
olsun, aslında tarihsel açıdan daha geç dönemlere ait bir görüngüdür ve ilk
olarak dünyevi deneyimleri kişinin kendi içindeki deneyimlere dönüştüren
dünyadan yabancılaşma olgusunun bir sonucudur. İçsel özgürlükten edinilen deneyimler
türevseldir; her zaman dünyadan, kimsenin giremediği bir içselliğe doğru,
özgürlüğün reddedildiği bir çekilişi önvarsayar. “Kendi”nin dünyadan kaçarak
sığındığı bu iç alanı, her ikisi de ancak dünya ile karşılıklı ilişki içinde varolan
ve etkin olabilen gönül ya da akıl ile karıştırmamalıdır. Gönül ve akıl değil,
kişinin kendi içinde mutlak bir özgürlük alanı olarak içsellik, dünyada
kendilerine ait bir yeri olmayan, o nedenle Antikitenin ilk dönemlerinden
neredeyse 19. yüzyılın ortalarına dek özgürlüğün bir öngereği olarak düşünülen
dünyevi bir koşuldan yoksun olan kişiler tarafından keşfedilmiştir.
Bu
içsel özgürlüğün ya da “insanın özgürlüğü için en uygun alanın,[71]
bilincin iç alanı[72]”[73]
olduğunu ileri süren teorinin türevsel karakteri, kökenlerine bakarsak daha
net olarak anlaşılacaktır. Bu noktada örnek olarak, açılmak, gelişmek ve
yayılmak arzusundaki, toplumun, bireyselliğini galebe çalmasından haklı olarak
korkan, “dehanın (ve özgünlüğün, Arent) önemi”nden yana ısrarlı modern bireyi,
değil de, felsefeyle adından başka pek bir ortak yanı olmayan geç dönem
Antikitenin popüler ve halkçı partilerim almak daha doğru olur. Bu bakımdan
içsel özgürlüğün mutlak üstünlüğünden yana en ikna edici sav, Epictetus’un
“özgür olan odur ki, dilediği gibi yaşar”[74]
sözleriyle başlayan bir denemesinde bulunabilir. Aristo’nun Politikacındaki
“Özgürlük bir insanın istediği şeyi yapmasıdır” cümlesini yansıtan bu tanımın,
özgürlüğün ne olduğunu bilmeyen birinin ağzından dökülmesi gariptir.[75]
Daha sonra Epictetus, kendi kendine
sınırlar koyan (ya da kendini sınırlarken kendi gücüne dayanan), [dışardan]
engellenebileceği bir alana girmeyen kişinin özgür olduğunu göstermeye
koyulur.[76]
“Yaşama ilmi”[77]
insanın üzerinde hiç bir gücünün bulunmadığı yabancı bir dünya ile, uygun
gördüğü gibi düzenleyebileceği “kendi” arasında nasıl ayrım yapacağım bilmekten
ibarettir.[78]
Özgürlük
diye bir meselenin Augustus’un felsefesinde ortaya çıkmasından evvel, özgürlük
nosyonunu siyasi yaşamdan ayırmak, kişiyi bu dünyada hem köle ama hem de özgür
yapacak bir formülasyona varmak yönünde böylesi bir bilinçli girişimin
varlığını görmek, tarihsel açıdan ilgi çekici bir durumdur. Bununla birlikte
Epictetus’un kişinin kendi arzularından kurtulmasından ibaret gördüğü özgürlük
anlayışı, zamanın Antik siyasi nosyonlarının kavramsal olarak ters yüz
edilmesinden başka bir şey değildir. Popüler felsefelerin formüle edildikleri
sırada, Roma imparatorluğunun geç dönemlerinde özgürlükte belirgin bir tavsama
yaşanmaktaydı ve popüler felsefelerin bu siyasi arka planında iktidar,
tahakküm ve mülkiyet gibi nosyonlar başrolü oynamaktaydılar. Antik anlayışa
göre insan kendini zorunluluktan ancak başka insanlar üzerinde güç kullanarak
kurtarabilirdi ve ancak dünya yüzünde bir yere, bir eve sahipse özgür olabilirdi.
Epictetus bu dünyevi ilişkiyi, insanın kendi içinde bir ilişkiye uyarladı ve bu
sayede hiç bir iktidarın insanın kendi üzerinde gerçekleştirdiği iktidar kadar
mutlak olamayacağını ve insanın kendiyle mücadele ettiği, kendisine boyun
eğdirdiği iç alanın, dünya üzerindeki herhangi bir evden/yuvadan çok daha
fazla kendisine ait olduğunu, yani dış müdahalelerden çok daha güvenle korunmuş
olduğunu keşfetti.
Siyasi
olmayan içsel özgürlük kavramının düşünce geleneği(miz) üzerinde yarattığı
büyük etkiye rağmen şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Şayet insan ilk önce
dünyevi, elle tutulur bir gerçeklik olarak bir özgürlük durumunu tatmamış
olsaydı, içsel özgürlük hakkında da bir şey bilmesi mümkün olmayacaktı. Bizler
kendimizle etkileşim içinde değil, önce başkalarıyla etkileşimimiz sırasında
özgürlüğün ya da karşıtının farkına varırız. Düşüncenin bir sıfatı ya da
istemin bir niteliği haline gelmeden önce özgürlük, özgür insanın hareketini,
evden uzaklaşmasını, dünyaya girmesini ve sözle, edimle başka insanlarla bir
araya gelmesini mümkün kılan bir statü/durum biçiminde anlaşılmaktaydı. Bu
özgürlüğün[79]
öncesinde, özgür[80]
olmak için özgürleşmenin[81]
bulunması gerektiği açıktır: Özgür olmak için insanın kendini önce yaşamın
zorunluluklarından özgürleştirmesi gerekmiştir. Ama özgürlük statüsü/durumu,
özgürleşme eyleminden otomatik olarak doğmaz. Özgürleşmenin yanısıra, özgürlüğün
aynı durumda bulunan başka insanların refakatine ve onlarla buluşabileceği
müşterek bir kamusal mekana da -başka bir deyişle her özgür insanın kendini
sözle ve edimle dâhil edebileceği siyasi olarak örgütlenmiş bir dünyaya- ihtiyacı
vardı.
Özgürlüğün
her tür insani etkileşimin ve her tür topluluğun başlıca özelliği olmadığı
açıktır. İnsanların birarada yaşadıkları ama bir siyasi teşekkül oluşturmayan
-örneğin kabile toplumlarında ya da hanenin özel alanında- eylemlere ve
davranışlara hakim olan etken özgürlük değil, yaşamın zorunlulukları ile
yaşamın korunmasına yönelik kaygılar ve ilgilerdir. Öte yandan insan yapısı
dünyanın, -tebasını evin dar sınırlarına süren ve böylelikle bir kamu alanının
ortaya çıkmasına mani olan despotik yönetimler altındaki topluluklarda olduğu
gibi- eylemde bulunmak ve konuşmak için bir sahne haline gelemediği yerlerde,
özgürlük de dünyevi bir gerçekliğe sahip olamaz. Siyaseten temin edilmiş bir kamu
alanı olmadan özgürlük, kendisini görünür hale getirecek dünyevi bir mekândan
yoksundur. Elbette özgürlük bir arzu, istek, ümit ya da özlem şeklinde insanın
gönlünde da yaşayabilir; ama bildiğimiz kadarıyla insan kalbi son derece
karanlık bir yerdir ve bu karanlıkta olup bitenleri kanıtlanabilir olgular
saymak pek mümkün değildir. Kanıtlanabilir bir olgu olarak özgürlük, siyasetle
çakışır ve aynı konunun iki yüzü gibi birbirleriyle ilişkilidirler.
Ne
var ki bugünkü siyasi deneyimlerimizin ışığında baktığımızda, siyaset ile
özgürlük arasında “doğallıkla” kabul edebileceğimiz böyle bir çakışmadan eser
kalmamıştır. Yaşamın bütün alanlarını siyasetin isterlerine tabi kılma iddiası
ve sivil hakları, hepsinden önce özel yaşamın gizliliği ile siyasetten özgür
olma hakkım tanımamaktaki ısrarlı tavrı ile totalitarizmin doğuşu, sadece özgürlük
ile siyasetin çakışması konusunda değil, bunların bağdaşabilirliği noktasında
da bizleri şüpheye sevketmektedir. Sözde siyasi mütalaalar herşeyi
egemenlikleri altına aldığında özgürlüğün ortadan kalktığını gördüğümüz için,
özgürlüğün siyasetin bittiği yerde başladığına inanmak gibi bir eğilim
içindeyiz. “Siyaset azaldıkça özgürlük artar” şeklindeki
liberal amentüde eni konu bir doğruluk yok muydu? Ya da siyasalın işgal ettiği
alan daraldıkça, özgürlük için daha fazla yer açılacağı doğru değil midir?
Herhangi bir toplumdaki özgürlüğün miktarını, görünüşte siyaset dışı olan
faaliyetlere, serbest ekonomik teşebbüse ya da öğretime, dine, kültürel ve
entellektüel etkinliklere tanınan özgürlük alanı ile ölçmeye hakkımız yok
mudur? Herkesin şöyle ya da böyle inandığı gibi, ancak siyasetten ayrı bir
özgürlüğü güvencelediği için ve güvencelediği müddetçe siyasetin özgürlükle
bağdaşabileceği doğru değil midir?
Bizi
siyasetten potansiyel olarak özgür olmak anlamında [siyasetten azade olmak
manasında] bir siyasi özgürlükler tanımına götüren, sadece yakın zaman içinde
yaşadığımız deneyimler değildir; bu tanım, siyaset teorisi tarihinde de büyük
yer işgal etmiştir. Bu konuda siyasi özgürlüğü çoğu zaman basitçe “güvenlik”
konusuyla özdeşleyen 17 ve 18. yüzyıl siyasi düşünürlerini hatırlamak
yeterlidir; burada özgürlüğü mümkün kılan güvenliktir ve “özgürlük” kelimesi,
siyasi alanın dışında kalan etkinliklerin özünü belirtmek amacıyla
kullanılmıştır. Hatta Hobbes ya da Spinoza’ya nazaran siyasetin özüne dair çok
daha yüksek görüşlere sahip olan Montesquieu bile zaman zaman siyasi özgürlüğü
güvenlik ile bir tutabilmiştir.[82]
19 ve 20. yüzyıllarda siyaset bilimlerinin ve sosyal bilimlerin ortaya çıkması,
özgürlük ile siyasi yaşam arasındaki açıklığı daha da büyütmüştür; zira modern
çağm başlarından itibaren siyasi alan ile bir tutulan yönetim olgusuna,
özgürlüğe yaşam süreci kadar, yani toplumun ve bireylerinin çıkarı kadar bile
değer vermeyen atanmış hami gözüyle bakılmıştır. Güvenlik konusu tayin edici
bir ölçüt olma özelliğini sürdürdü, ama (korkudan özgür olmayı bütün
özgürlüklerin koşulu olarak gören) Hobbes’da olduğu gibi “şiddetle öldürülme”ye
karşı bireyin güvenliğinin sağlanması değil, bir bütün olarak toplumun yaşam
sürecinin sakin ve rahat gelişmesine imkan veren bir güvenlikti bu. Bu yaşam
süreci özgürlüğe bağlı değildir, ama özgürlük onu içkin bir zorunluluk olarak
takip eder; ve bu yaşam sürecine, özgürce akan bir ırmaktan söz ederken kastettiğimiz
anlamda özgür demek mümkündür ancak. Burada özgürlük, siyasi yaşamın siyaset
dışı amacını bile oluşturmaz, -şayet yaşam ve yaşamın dolaysız çıkarları ve
zorunlulukları bir tehlike altında değilse, yönetimin aşmaması gereken sınırı
oluşturan- marjinal bir görüngüdür.
Şu
halde özgürlük pahasına siyasete güven duymamak için nedenleri olan bizler
değil, sadece bütün bir Orta Çağ da özgürlük ile siyasi yaşamı birbirinden
ayırmaktaydı. Dolayısıyla daha da geçmişe inmek ve eski hatıralarla gelenekleri
canlandırmak kabildir. Modern öncesi seküler özgürlük kavramı, yönetimde
doğrudan yer almak ile öznenin özgürlüğünü birbirinden ayrı tutmaktan yanaydı;
-I. Charles’ın darağacında yaptığı
konuşmada dediği gibi- halkın “özgürlüğü, canları ve malları için en hayırlı
olacak yasalar tarafından yönetilmekten ibarettir: Hiç bir şey onlara yönetime
katılmak kadar uzak değildir”, ilerde halktan gelen yönetime katılma ya da
siyasi alana giriş izninin verilmesi talebi, özgürlüğe duyulan bir istekten
değil, kendi canları ve mallan üzerinde yetki ve iktidar sahibi olanlara besledikleri
güvensizlikten kaynaklanmıştı. Üstelik Hıristiyan siyasi özgürlük düşüncesi,
ilk Hıristiyanların özgür olmak için aflarını istedikleri kamu alanı denen
şeye karşı besledikleri şüphe ve husumet hislerinden doğmuştur. [Manevi]
kurtuluş uğruna vaz’edilen bu Hıristiyan özgürlük anlayışından önce, daha evvel
de gördüğümüz gibi filozoflar, en yüksek ve en özgür yaşam tarzını oluşturan vita
contemplativa için bir öngerekli- lik olarak siyasetten çekilmişlerdir.
Gerek
üzerimizde muazzam bir ağırlığı olan bu geleneğin, gerekse -belki de ondan da
çok- kendi geçirdiğimiz tecrübelerin, özgürlüğü siyasi yaşamdan ayırma yönünde
yarattığı baskılara rağmen siyasi yaşamın varoluş nedeni özgürlüktür ve
bu özgürlük esas olarak eylemde tecrübe edilir; dediğimi duyduğunda sanıyorum
okur sadece malum bir eski hakikatin terennüm edildiğine inanacaktır.
Aşağıdaki satırlarda yapılan da zaten bu eski malum hakikat üzerinde düşünmekten
fazlası değildir.
II
Siyasi
yaşamla ilişkisi bakımından özgürlük, istemin bir görüngüsü değildir. Biz
burada liberum arbitrium (seçme özgürlüğü) ile, biri iyi diğeri kötü
olan verili iki şey arasında tercihte bulunan ve karar veren; kararın önceden
işlemi başlatmak için sadece temellendirilmesi gereken bir güdü ile belirlendiği
seçme özgürlüğü ile uğraşmıyoruz -”Ve o nedenle, iyi bir aşık olamadığımdan
günlerimi tatlı sohbetlerle geçirmek için bir köylü olmaya karar verdim. Şimdi
bu günlerin tembel hazlarından nefret ediyorum”. Eğer Shakespeare ile devam
edersek, bu daha çok
Brutus’un özgürlüğüne benzer: “Ya bu iş
[kendiliğinden] olur, ya da biz bu işe baş koyarız”; yani daha önce
varolmayan, verilmemiş, hatta ne bilmenin ne de muhayyilenin konusu olan,
dolayısıyla bilinmesi hiçbir surette mümkün olmayan bir şeyi ortaya çıkarma
özgürlüğü. Eylem, özgür olmak; bir yandan güdülerden, öte yandan eylemin
başta konulmuş ve etkisi öngörülebilir olan amacından özgür olmak demektir. Bu,
güdülerin ve amaçların, tek tek eylemlerde önemli etkenler olmadığını ve eylemin
bunları aşabildiği oranda özgür olacağını söylemek demek değildir. Belirlenme
boyutundan bakıldığında, arzu konusu olan gelecekle ilgili bir amaç eyleme yön
verir. Bu amaç, irade onu istemeden önce zihin tarafından kavranır; bu durumda
ancak istem eyleme buyruk verebileceği için, istemi göreve çağıran zihindir.
(Buradaki açıklama, Duns Scotus’un bu sürece ilişkin yaptığı betimlemenin bir
yorumudur).[83]
Eylemin amacı değişebilir ve dünyanın şartlarındaki değişmelere bağımlıdır;
amacı kabul edip etmemek, özgürlüğü değil, doğru ya da yanlış yargısını
ilgilendiren bir konudur. Ayrı ve farklı bir insani yeti olarak görülen
isteme, bir yargı hükmünü takip eder; yani önce doğru amacın bilinmesi ve
sonra da bu amacın gerçekleştirilmesi için buyruk verilmesi. Buyruk vermek ve
eylemi dikte etmek selahiyeti özgürlük ile değil, güçlü ya da zayıf olmakla
ilgili bir konudur.
Oysa
özgür olma boyutundan bakıldığında eyleme, -herhangi özgül bir amacın
gerçekleştirilmesinde her ikisine de ihtiyacı olmakla birlikte- ne zihin yol
gösterir ne de istemenin buyruğu altındadır; (Montesquieu’nun yönetim biçimleri
ile ilgili ünlü çözümlemesinden hareketle) bir ilke diyebileceğim tamamen
farklı bir şeyden doğar. İlkelerin işleyiş şekli, [kişinin] “kendi’nde varolan
güdüler gibi değildir; deyim yerindeyse dışardan esinde bulunurlar. Her özgül
amacın, eylem başladığında kendi ilkesi ışığında yargılanması mümkünse de, bu
ilkeler özgül amaçlan tarif etmek bakımından çok geneldirler. Çünkü eylemi
önceleyen zihnin yargısından ve eylemi başlatan istemin buyruğundan farklı
olarak, bu esinleyici ilke kendini tam haliyle ancak bizzat eylemin icrası
sırasında duyurur; bununla birlikte, işbirliği etseler de eylemin icraası
sırasında yargının hükümleri geçerliliğini yitirir, buyruk veren istemin gücü
tükenirken, eylemi esinleyen ilke bu gerçekleşme esnasında ne geçerliliğinden
ne de gücünden bir şey kaybeder. Eylemin amacından farklı olarak eylemin
ilkesi tüketilemez olduğundan, onu zaman içinde tekrarlamak mümkündür; eylemin
güdüsünden farkı ise ilkenin evrensel geçerliliğe sahip olmasındadır.
Herhangi bir özel kişi ya da belli bir grupla sınırlı değildir. Ancak bu
ilkeler yalnızca eylem sırasında vücut bulurlar; eylem devam ettiği sürece bu
dünyada duyulurlar, yoksa dışavurumdan yoksun kalırlar. Bu ilkeler onur ya da
şeref, Montesquieu’nun “erdem” dediği eşitlik sevgisi veya üstünlük,
mükemmellik -
αει
αριστευειν (“her zaman elinden gelenin
en iyisini yap, herkesten üstün ol”)- ama aynı zamanda korku ya da
güvensizlik veya nefrettir. Bu ilkeler ne zaman hayata geçerse özgürlük veya
karşıtı da dünyevi bir görünüm kazanır; ilkelerin vücut bulmasında olduğu gibi
özgürlüğün görünmesi de eylemin yerine getirilmesiyle çakışır. Ne daha önce ne
de daha sonra - insanlar eylemde bulundukları sürece özgürdürler; bir özgürlük
yetisine sahip olmak ise bundan apayrı bir şeydir.
Özgürlüğün
eylemde içkin olarak varolduğunu belki de en iyi anlatan ifade, Makyavelin virtu,
yani dünyanın insanın önüne fortuna (talih) kılığında çıkardığı
fırsatlara karşılık vermesini sağlayan mükemmellik kavramında bulunmaktadır.
Kelimenin anlamını en iyi “virtüöz” karşılar; yani başarımın, kendisini vareden
etkinlik bittikten sonra da varlığını sürdüren ve bu etkinlikten bağımsız hale
gelen nihai/amaç üründe değil, bizatihi icra anında yattığı, icracı sanatlara
[gösteri sanatlarına] atfettiğimiz bir mükemmellik. Makyavel’in virtu- sundaki
virtüöz-lük, her ne kadar Makyavel’in bundan haberdar olması pek mümkün
gözükmese de, bize biraz Yunanlıların siyaseti öteki etkinliklerden ayırdederken
kullandıkları metaforları ve benzeşim öğelerini “flüt çalmak, dans etmek,
hastalıkları iyileştirmek ve denizcilik” gibi icrası virtüözlük gerektiren
sanatlardan almalarını hatırlatmaktadır.
Eylemin
bütününde bir virtüözlük unsuru bulunduğu için, ye virtüözlük icracı sanatlara
atfettiğimiz bir mükemmelliği ifade ettiği için, siyaset de çoğu zaman bir
sanat olarak tanımlanmıştır. Tabii bu bir tanım değil, metafordur ve şayet
devleti veya yönelimi bir sanat eseri, bir tür kollektif şahaser olarak görmek
gibi amiyane bir hataya düşülürse, metafor tümüyle yanlış olur. Elle tutulur
bir şey ortaya koyan ve insan düşüncesini, üretilen şeyin kendi başına bir
varlığa sahip olması nispetinde şeyleştiren yaratıcı sanatlarla
karşılaştırıldığında, siyaset sanatın tam tersidir (geçerken söyleyelim, bu,
siyasetin bir bilim olduğu anlamına da gelmez). Ne kadar iyi ya da kötü
tasarlanmış olurlarsa olsunlar siyasi kurumlar varlıklarının devamı için
eyleyen insanlara bağımlıdırlar; muhafazaları, onları ortaya çıkartan araçlarla
sağlanır. Bir sanat eserinin, onun “yapma”nın bir ürünü olduğunu gösteren
özelliği bağımsız varlığıdır; devletin bir eylem ürünü olduğunu kanıtlayan
özellik ise, varlığını sürdürmesi için yeni ve başka eylemlere bağımlı
olmasıdır.
Buradaki
asıl mesele yaratıcı sanatçının yaratım sürecinde özgür olup olmaması değil,
yaratım sürecinin alenen sergilenmemesidir; dünyada görünmek nasibinden
yoksundur. O yüzden yaratıcı sanatlarda varolduğuna hiç kuşku olmayan özgürlük
öğesi, gizli kalır; sonunda dünyada görünecek ve dünya için önem taşıyacak olan
şey özgür yaratım süreci değil, sanat eserinin kendisi, sürecin nihai/amaç
ürünüdür.
Oysa
tersine icra sanatlarının siyasi yaşamla çok yakın bir ilişkisi vardır.
Dansçılar, oyuncular, müzisyenler vb. gibi icracı sanatçıların
virtüözlüklerini sergileyebilecekleri bir izleyici topluluğuna ihtiyaçları
vardır; aynı şekilde eylemde bulunanlar da, kendilerini görecek olan
başkalarının varlığına gerek duyarlar. Her iki grup da “iş”leri için kamusal
olarak düzenlenmiş bir mekana ihtiyaç duyar ve her iki grup da icra/gösteri
için başkalarının varlığına bağımlıdır. İnsanların bir topluluk halinde
birarada yaşadıkları her yerde böyle bir tezahür mekanının da varolacağı
sanılmamak Bir zamanların Yunan polisi tam da böyle, insanlara eylemde
bulunabilecekleri bir tezahür mekanı, özgürlüğün göze görünebileceği bir tür
tiyatro sahnesi sağlayan bir “yönetim biçimi”ydi.
“Siyasal
olan” kelimesini Yunan Polis’i anlamında kullanmak ne keyfi ne de zoraki bir
seçimdir. Bütün Avrupa dillerinin hala tarihsel açıdan benzersiz bir
örgütlenme olan Yunan kent-devletinden türettikleri bu kelime [“polity”], siyasal
olanın alanım ve özünü ilk keşfeden olan bu toplumun deneyimlerini
aksettirmektedir, yoksa ne sadece etimolojik bakımdan, ne de sadece
öğrenimliler için bir anlam taşır. Gerçekten de Yunan ve Roma Antikitesinin
deneyimlerine belli ölçülerde dayanmadan siyasal olan ile siyasetin derindeki
ilkeleri üzerine konuşmak hem zordur, hem de yanıltıcı olacaktır. Tek bir
nedenle bu böyledir: İnsanlar Antik Polis’ten ne önce ne de sonra siyasi
etkinlik üzerine bu kadar kafa yormuşlar, siyasi alana bu denli itibar
etmişlerdir. Özgürlüğün siyasi olan ile münasebetine gelince, burada şöyle bir
ek neden vardır: Sadece Antik siyasi topluluklar -başkalarının zorlamasına
konu olan köleler ya da yaşamın zorunluluklarınca sevkedilen ve güdülenen
çalışanlar değil- özel olarak özgür insanlara hizmet amacıyla kurulmuşlardır.
Bu durumda Polis anlamında alırsak siyasi olanın amacı ya da varoluş nedeni,
özgürlüğün virtüözlük olarak görünebileceği bir mekan oluşturmak ve bu mekanı
muhafaza etmektir. Bu alanda özgürlük, başkalarınca duyulabilecek sözlerle,
başkalarınca görülebilecek edimlerle ve sonunda insanlık tarihinin büyük
hikâye kitabının sayfaları arasına katılmadan önce hakkında konuşulacak,
hatırlanacak ve öykülere dönüştürülecek olaylarla, dünyaya ait, elle tutulur
bir gerçeklik olur. Bu görünümler, tezahür mekanında boy gösteren her şey,
eylemin doğrudan sonucu olmasalar bile, tanım gereği siyasidir. Bu alanın
dışında kalanlar, örneğin Barbar imparatorlukların büyük kahramanlıkları,
etkileyici ve dikkate değer bile olsalar, kesinlikle siyasi değildirler.
Özgürlük
kavramını siyasi alanda yaşanan deneyimlerden türetme gayretlerinde şaşırtıcı,
yabancılayıcı bir tını vardır. Çünkü bu konularla ilgili bütün teoriler,
özgürlüğü eylemden ziyade istemenin ve düşüncenin bir niteliği olarak gören
bir anlayışın hakimiyeti altındadırlar. Ve bu öncelik, sadece her eylemin
öncesinde mutlaka zihnin bilme ediminde bulunduğunu ve zihnin kararlarının
iradenin buyruğuyla gerçekleştirildiğini ileri süren psikolojik bir anlayıştan
değil; hatla daha da önemlisi “eksiksiz bir özgürlüğün toplumun varlığıyla
bağdaşmayacağımın, tamlığı içinde özgürlüğün ancak beşeri maslahat alanı
dışında hoş görülebileceğinin düşünülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu güncel
argümanda, düşüncenin doğası gereği diğer bütün insani etkinliklerden daha
fazla özgürlüğe ihtiyacı olduğu değil (belki bu doğru olurdu), daha çok kendi
başına düşüncenin bir tehlike oluşturmadığı, dolayısıyla yalnızca eylemin
kısıtlanması gerektiği ileri sürülmektedir: “Kimse eylemlerin de görüşler kadar özgür bırakılmaları gerektiğini
iddia etmemektedir”." Elbette bu, adına ve ününe rağmen özgürlükler
nosyonunun siyaset alanından sürülmesinde payı bulunan liberalizmin temel
akidelerinden biridir; çünkü aynı felsefeye göre siyasi yaşamın neredeyse
sadece yaşamın idamesi ve çıkarların korunmasıyla ilgili olması gerekmektedir.
Yaşamdan başka hiç bir şeyin söz konusu olmadığı bugün, bütün eylemler tanım
gereği zorunluluğun hükmü altındadırlar; yaşamın zorunlulukları ile ilgili olan
özel alan devasa boyutlara varmıştır ve modern çağdan beri idaresi siyasi
alanı gölgede bırakan toplumsal ve ekonomik yaşam alanı durmadan genişlemektedir.
Ülkeler arasındaki ilişkiler henüz ekonomik etkenlere indirgenmesi mümkün
olmayan düşmanlıklar ve yakınlıklar barındırdığı için, saf siyasi bir alan
olarak kala kala sadece dış ilişkiler kalmıştır. Ama burada bile hakim eğilim,
uluslararası güç ilişkilerinden doğan sorunların ve çekişmelerin, nihai olarak
ekonomik etkenler ve çıkarlardan kaynaklandığı şeklindedir.
Bununla
birlikte bütün teorilere ve “izm”lere rağmen, “Özgürlük, siyasetin varoluş
nedenidir" sözlerinin malumu ilan olduğuna hâlâ nasıl inanıyorsak,
aynı şekilde görünüşte yaşamın üzerine titriyor olmamıza karşın, cesareti
aptallıkla, hatta yaşama ve yaşamın çıkarlarına karşı, yani bütün metalar
arasında en değerli olduğu iddia edilen metaya karşı yöneltilebilecek en kötü
aşağılama olmakla suçlayan ilk kişiler bizler olmamıza rağmen yine de cesaretin
önde gelen siyasi erdemlerden biri olduğunu doğal bir şeymiş gibi kabul ediyoruz.
(Eğer meseleye tamamen tutarlılık çerçevesinden bakılsaydı burada hiç bir
tutarlılığın olmadığı görülecektir). Cesaret, ağır laftır; ben cesaret derken,
ölümcül bir tehlike karşısında yaşamın güle oynaya riske atıldığı bir
cüretkarlığı kastetmiyorum. Cüretkarlık/ataklık da, en az korkaklık kadar
yaşamak kaygısıyla bağlantılı bir şeydir. Siyasi eylem için hala vazgeçilmez
olduğuna inandığımız ve Churchill’in bir zamanlar “ötekilerini de güvenceleyen
bir nitelik olduğundan, insanın vasıfları arasında en başta geleni” diye tarif
ettiği cesaret, bireysel hayatiyet/canlılık duygumuza karşılık gelmez; onu
bizden talep eden tam da kamu alanının doğasıdır. Zira bizlerin eseri olan bu
dünya, bizden önce de varolduğu ve içinde yaşayan bizlerden çok daha uzun
ömürlü olduğu için zaten asıl ilgiyi bireysel yaşamlara ve onlarla bağlantılı
çıkarlara gösteremez; bu anlamda kamu alanı, ailenin ve evin himayesinde her
şeyin yaşam sürecinin güvenliğine hizmet ettiği ve hizmet etmek zorunda olduğu
özel alanımızla akla gelebilecek en sert karşıtlık içinde bulunmaktadır. Hatta
evimizin dört duvarı ile korunmuş güvenlik alanından çıkmak ve kamu* alanına
girmek bile, bizi dışarda bekleyebilecek belli tehlikelerin varlığından ötürü
değil, yaşam ilgisinin geçerliliğini yitirdiği bir alana girmiş olmamızdan
dolayı cesaret gerektirir. Cesaret, insanları dünyanın özgürlüğü uğruna,
yaşamla ilgili endişelerinden kurtarır. Siyasette yaşam değil dünya söz konusu
olduğundan, siyasi yaşamda cesaret vazgeçilmezdir.
III
Özgürlük
ile siyasi olan arasındaki bu karşılıklı bağımlılık anlayışının, modern çağın
toplum teorileri ile karşıtlık içinde olduğu kesindir. Ne yazık ki bu noktada,
sadece eski, modern öncesi geleneklere ve teorilere geri dönmemiz ye- terlidir
diyemiyoruz. Aslında özgürlüğün ne olduğuna dair bir anlayışa giden yolda
karşımıza çıkan en büyük güçlük, geleneğe, özellikle de “büyük gelenek” demeye
alıştığımız şeye basit bir geri dönüşün bize yardıma yetmemesinden doğmaktadır.
İlk olarak, özgürlüğü bir düşünce görüngüsü haline getiren ve böylelikle
insanın deyim yerindeyse kendini dünyanın dışına koymasını mümkün kılan geç
dönem Antikitede ortaya çıktığı şekliyle felsefi özgürlük kavramının da,
Hıristiyan ve modern “özgür istem” görüşlerinin de siyasi deneyim içerisinde
tek bir dayanak noktaları yoktur. Felsefi geleneğimiz özgürlüğün, yığının yer
aldığı siyasi yaşam alanının bittiği yerde başladığını ve özgürlüğün başkalarıyla
birlikte değil -ister Sokrates’den bu yana “düşünmek” adını verdiğimiz bir iç
diyalog şeklinde olsun, isterse ölümcül diyalektikleriyle önce Pavlus’un sonra
da Augustus’un önüne insan yüreğindeki ikirciklikleri ve basiretsizlikleri seren
“isteyen ben” ile “yapan ben” arasındaki iç çatışma, “kendi” içindeki bir
çekişme biçiminde olsun- kişinin “kendi” ile etkileşimi içinde tecrübe
edildiğini neredeyse oybirliği ile kabul etmektedir.
Özgürlük
probleminin tarihi açısından bakıldığında, Hıristiyan geleneğinin gerçekten de
tayin edici önemde bir etkisi olduğu görülür. Bizler özgürlüğü neredeyse
otomatik olarak özgür istem ile, yani klasik Antikitenin hiç bir biçimde
tanımadığı bir yetiyle eşitleriz. Öyle ki Hıristiyanlığın keşfettiği biçimiyle
istem olgusunun istemek, niyet etmek ve amaçlamak gibi iyi bilinen yetilerle
ortak o kadar az yanı vardı ki, ancak onlarla bir çatışma içine girmekle ilgi
ve dikkat konusu olabilmişti. Şayet özgürlük gerçekte istemin görüngüsünden
başka bir şey değilse, bu durumda Antiklerin özgürlüğü bilmediği sonucuna
varmamız gerekir. Tabii bu son derece saçma olur; ama biri kalkıp da bu fikri
ileri sürecek olursa, daha önce sözünü ettiğim hususu, yani Augustus’dan önce
özgürlük ideasının felsefede hiç bir rol oynamadığını hatırlatırım. Bu dikkat
çekici gerçeğin nedeni, gerek Yunan gerekse Roma Antikitesinde özgürlüğün,
kent devletinin ve yurttaşlığın özünü oluşturan münhasıran siyasi bir kavram
olmasında yatmaktaydı. Parmenides ve Platoridan başlayarak bizim felsefi siyasi
düşünce geleneğimiz ise tam da bu Polis ve yurttaşlık olgularına karşıtlık
üzerine kurulmuştur. Filozofun seçtiği yaşam tarzı, βιοσ πολιτι- κος’un, yani siyasi yaşam tarzının tam tersi
olarak anlaşılmaktaydı. O nedenle Yunanlıların anladığı anlamda siyasi yaşamın
tam da merkezinde yer alan özgürlük, neredeyse tanımı gereği Yunan felsefesinin
yapısına dahil edilmesi mümkün olmayan bir fikirdi. Ancak ilk Hıristiyanlar,
özellikle de Pavlus, siyasi yaşamla hiç bir ilgisi bulunmayan bir özgürlük
tarzı keşfettiğinde, özgürlük kavramı da felsefe tarihine girmiş oldu.
Özgürlük, İnsanlar arasındaki etkileşimin dışında, “ben” ile “kendi” arasında
geçen etkileşimde ortaya çıkan bir şey olarak tecrübe edildiğinde, felsefenin
başlıca problemlerinden biri haline geldi. Özgür istem ile özgürlük eşanlamlı
kavramlar oldular.[84]
Özgürlük artık tam bir yalnızlık* içinde tecrübe edilen bir şeydi. Bu tam
yalnızlık hali içinde “hiç bir insan, Ben’in Kendi ile geçirdiği sert
mücadeleye”, ruhun “iç mekanı”nda ve “yüreğin karanlık dehlizleri”nde[85]
ortaya çıkan ölümcül çatışmaya mani olamazdı.
Klasik
Antikite de yalnızlık görüngüsünün tecrübesinden yoksun değildi; yalnız insanın
“Bir” olmaktan çıkıp, “bir içinde iki” haline geldiğini, Ben ile hemcinsleri
arasındaki etkileşimde hangi nedenle olursa olsun bir kesinti ortaya
çıktığında, Ben ile Kendi arasında bir etkileşimin başladığını iyi biliyordu.
Platon’dan itibaren klasik felsefe, düşüncenin varlık koşulunu oluşturan bu
ikiliğin yanısıra bir de insanın devinim yetisini, kendi kadar bedeni de
devindirdiği varsayılan ruha veren, beden ile ruh arasında bir ikilik üzerinde
durmuştur; ve yine Platonik düşünce geleneği içerisinde bu yeti ruhun beden
üzerindeki egemenliği şeklinde yorumlanmaklaydı. Bununla birlikle ruhunda
“sert mücadeleler” yaşayan Augustusçu “yalnız kişi” imgesi [Antikler
tarafından] hiç bir suretle bilinmiyordu, çünkü Augustus’un içine sürüklendiği
kavga akıl ile tutku arasında, yani zihin ile θυμός[86] gibi
insanın iki farklı yetisi arasında değil, bizzat istemin içinde geçen bir
çatışmaydı. Aynı yeti içinde varolan ikilik düşüncenin bir niteliği olarak,
Ben’in Kendi ile girdiği diyalog olarak bilinmekteydi. Oysa düşünce sürecine
devinimini veren, “yalnız kişi”nin bu “bir içindeki iki olma” hali, istemi tam
tersi şekilde etkilemekteydi: İstemi felç etmekte ve kendi içinde kalmaya
mahkum kılmaktaydı; yalnız kimsenin istemi daima hem velle hem de
nolIedir, yani aynı anda hem isteyendir hem de istemeyen.
İstemin
bütün varlığını buyurmakta ve boyun eğdirmekte bulduğu düşünülürse, maruz
kaldığı bu felç edici etki çok daha şaşırtıcı bir görünüm kazanmaktadır. Öyle
ki insan kendine buyruk veren ama o buyruğa itaat etmeyen bir “ucube”; ancak
bir “isteyen ben” ile “istemeyen ben”in aynı anda bulunmasıyla açıklanabilecek
bir ucube gibi görünmektedir.[87]
Ancak_ Augustus’un da yorumu zaten bu yöndedir; isleme görüngüsünün köken
olarak Ben’in istediğini yapmaması deneyiminde, “isteyen ben” ile “muktedir
olmayan ben” gibi bir şeyin sözkonusu olduğu bir deneyimde kendini ortaya
koyması, tarihsel bir olgudur. Antikitenin bilmediği husus, “bilen ama
istemeyen ben” gibi mümkün bir durum değil, “isteyen ben” ile “muktedir olan
ben”in ayrı şeyler olmasıdır -non hoc est velle, quod posse-.[88]
Zira Antikler elbette “isteyen ben ile muktedir olan ben”e son derece
aşinaydılar. Bunun için yalnızca kendilerini nasıl yöneteceğini bilenlere
başkalarını yönetme hakkı tanıyan ve sadece onların itaat etme yükümlülüğünden
özgür olduklarını belirten Platon’u hatırlamak yeter. Şu da doğrudur; isteyen
ben ile muktedir olan ben arasında pratikte birbirleriyle çakışacakları bir
uyumun sağlanması gerekir ve bu uyumu ifade eden virtüözlüğün seçkin bir
görüngüsü olduğu için “öz-denetim” olgusu siyasi erdemlerden biri olarak
kalmaya devam etmiştir.
Şayet
Antik felsefe “muktedir olmak” ile “istemek” arasında bir çatışmanın varlığını
mümkün görseydi, özgürlük görüngüsünü kesinlikle “muktedir olan ben”e içkin
bir nitelik olarak anlardı, ya da onu kavramsal olarak “isteyen ben” ile
“muktadir olan ben”in çakıştığı bir durum olarak tarif ederdi. Bu sav içi boş
bir spekülasyon değildir; hatta her ikisi de aynı anda ruhta mevcut olan akıl
ile θυμός arasındaki Euripidvari çatışma nispeten geç döneme ait bir
görüngüdür. Tutkuların insanın aklını kör edebileceği, ama akıl kendini
dinletmeyi başardığında, hiç bir tutkunun insanı doğru “bildiğini” yapmaktan
alıkoyamayacağı inancı daha tipiktir ve bizim açımızdan daha büyük önem
taşımaktadır. Bu inanç hala Sokrates’in erdemin bir tür bilgi olduğunu söyleyen
öğretisinin temelini oluşturmaktadır. Ve bir vakitler birinin çıkıp da
erdemin “rasyonel” bir şey, öğrenilebilir ve öğretilebilir bir şey olduğunu
düşünebilmiş olmasına hayret edişimizin nedeni, aklın sözde iktidarsızlığına
ilişkin herhangi bir ulvi içgörüden çok, kendi içinde bölünmüş, aynı anda hem
isteyen hem de istemeyen bir isteme yakınlığımızdan ileri gelmektedir.
Başka
bir deyişle istem, istem gücü ve güç istemi, bizim için neredeyse aynı
kavramlardır; bize göre güç, insanın kendiyle etkileşimi sırasında tanıdığı ve
tecrübe ettiği isteme yetisinde mevcuttur. Bu istem gücü uğrunadır ki sadece
akli ve bilişsel yetilerimizi değil, daha “pratik” başka yetilerimizi de hadım
ettik. Ama bizim için bile şu çok açık değil midir: Pindar’ın sözleriyle, “en
büyük keder, zorunluluk yüzünden doğru ve güzel olduğunu bildiğin şeyin dışında
bir başına kalmaktır”.[89]
Beni bildiğimi ve istediğimi yapmaktan alıkoyan zorunluluk, dış dünyadan da,
kendi bedenimden de, insana doğumla bahşedilen ve üzerinde, başka şartlar
üstünde sahip olduğundan daha fazla bir güce asla sahip olmadığı yetenek, lütuf
ve niteliklerin yetersizliğinden gelebilir; “isteyen ben” ile “bilen ben”,
yani ego sözkonusu olduğunda, psikolojik nitelikli olanları da dahil bütün bu
öğeler kişiyi dışardan koşullamaktadır. Bu şartları yerine getiren, deyim
yerindeyse “istemek” ile “bilmek”i zorunluluğa boyun eğmekten kurtaran güç
“muktedir olan ben”dir. Özgürlük an- cak “isteyen ben” ile “muktedir
olan ben”in çakıştığı yerde ortaya çıkar.
Özgürlüğün
siyasi nitelikli eski deneyimleri karşısında dinsel bir müşkülden doğan ve
felsefi bir dille formüle edilmiş olan bugünkü “özgür istem” anlayışımızı
sorgulamanın başka bir yolu daha vardır. Modern çağın doğuşuyla birlikte
canlanan siyasi düşüncede, ipuçlarını doğa bilimlerinin yeni keşiflerinden
aldıkları için gerçekten de siyaset “bilimi”nin babası denebilecek düşünürler
ile -ki en büyük temsilcisi Hobbes'tur-; bu modern gelişmelerden nispeten rahatsızlık
duyan, geçmiş denen şeyi tercih ettiklerinden ötürü değil, sadece kilise-
devlet, din-siyaset ayrılığı Roma imparatorluğunun yıkılmasından beri
bilinmeyen bağımsız seküler bir siyasi alanın ortaya çıkışma/sebebiyet verdiği
için kulağını Antikitenin siyasi düşüncelerine çevirmiş kimseler arasında bir
ayrım yapabiliriz. Bu siyasi sekülarizmin en büyük temsilcisi de, felsefi
nitelikli problemlere kayıtsız kalmakla birlikte, Hıristiyanlığın ve
filozofların özgürlük kavramının siyasi amaçlar açısından taşıdığı
elverişsizliğin tamamen farkında olan Montesquieu idi. Bu kavramdan kurtulmak
için Montesquieu felsefi ve siyasi özgürlük arasında ayrım yaptı. Fark
şuradaydı: Felsefenin özgürlükten istediği, koşullardan ve istemin koyduğu
amaçlara ulaşılmasından bağımsız olarak istemin tatbikinden (l’exercice de
la volonte) başka bir şey değildir. Siyasi özgürlük ise tersine kişinin
istemek durumunda olduğu şeyi yapabilecek güçte olmasından ibarettir (la liberte
mı pcut consister qu a poııvoir faire ce que l’on cloit vouloir; vurgu, pouvoir
[güç] üzerinedir).[90]
Antikler için olduğu gibi Montesquieıı için de, “yapma yeteneği”ni yitirdiğinde
kişiye artık “özgür” denemeyeceği çok açıktır. Bu başarısızlığa iç koşulların
mı yoksa dış koşulların mı yol açtığı, bu noktada önemli değildir.
Öz-denetim
olgusunu örnek olarak almamın nedeni, bizim için istemin ve isteme gücünün bir
görüngüsü olmasından ötürüdür. Yunanlılar ılımlı olmak ve ruhun dizginlerini
sıkmak gereği üzerinde belki de her halktan çok daha fazla kafa yormuşlardır.
Ne var ki istemi, diğer insani güçlerden ayrı, farklı bir yeti olarak asla
düşünmemişlerdir. Tarihsel olarak insanlar, “istem’i ilk kez Pavlus’a ait
olduğu söylenen şu sözlerde, istemin gücünü değil güçsüzlüğünü gördüklerinde
keşfetmişlerdir: “İstemek benim elimdedir; bulamadığım, iyi olanı nasıl
gerçekleştireceğimdir”. Augustus da aynı “istem”den şöyle yakınıyordu: “(istem)
kısmen istemektir, kısmen istememek”; ve bunun bir “akıl hastalığı” olduğunu
söylese de,,bu hastalığın deyim yerindeyse istem sahibi her akıl için doğal
olduğunu kabul ediyordu: “İstem, bir istem olmayı buyurur; öyleyken başka hiç
bir şeye değil, yalnızca kendine buyruk verir .... istem [kendiyle] doluysa
kendine olmayı buyurmaz, çünkü zaten olmaktadır”.[91] Başka bir
deyişle insanda “istem” denen bir şey varsa, bunun her zaman sanki aynı kişide
iki istem varmış ve bunlar o kişinin aklı üzerinde güç sahibi olmak için
birbiriyle savaşıyorlarmış gibi görünmesi gerekir. Bu yüzden istem hem güçle
doludur hem de güçten yoksundur; hem özgürdür, hem de özgür değildir.
Güçsüzlükten
ve istem gücünün sınırlandırıldığından sözederken, o insanın çevresindeki dünya
karşısında güçsüz olduğunu düşünürüz. O nedenle bu ilk yazılarda istemin,
doğanın ezici gücü karşısında ya da şartlardan dolayı yenilgiye uğramamış
olmasına dikkat etmek gerekir; istemin bir çekişme içinde görünmesi, ne bir ile
çok arasındaki bir çatışmadandır, ne de beden ile akıl arasında bir
mücadeleden. Tersine Augustus için aklın beden ile ilişkisi, istemde devasa bir
gücün içkin olarak varolduğunun en bariz örneği idi: “Akıl bedene buyurur, beden de bu buyruğa derhal boyun eğer; akıl
kendine buyruk verdiğinde, mukavemet görür”.[92] Beden
burada dış dünyayı temsil etmektedir, hiç bir şekilde kişinin “kendi” ile özdeş
değildir. Kişi ile kendi arasında çatışma, Epictetus’a göre insanın hala
mutlak efendi olduğu kendi içinde, “iç ikametgahı”nda (interior domus)
patlak verir ve istem bu çatışmada yenilgiye uğrar. Hıristiyan “istem gücü”,
“kendi”yi özgürleştirmenin bir aracı olarak keşfedilmiş, ama derhal kusurlu
bulunmuştur. Sanki “isteyen ben” hemen “muktedir ben”i felç etmiş, sanki insan
özgürlüğü istemde bulunduğu anda, özgür olma yeteneğini yitirmiştir. İstem
gücünün “kendi”yi onlardan kurtaracağı varsayılan dünyevi arzular ve amaçlar
ile girilen bu ölümcül çatışmada başarı şansı en fazla olan “baskı” olgusuydu.
İstemin basiretsizliği, gerçek bir güç yaratma yeteneksizliği, “kendi” ile girdiği
ve “muktedir olan ben”in gücünü tüketen mücadeleden her zaman mağlup çıkması yüzünden,
“güç istemi” bir anda “baskı istemi”ne dönüşmüştü. Burada ancak özgürlük ile insanın
isteme yetisi arasında kurulan bu denkliğin siyaset kuramı açısından doğurduğu
vahim sonuçlara değinebileceğim. Bugün bile gücü baskı ile ya da en azından
başkaları üzerinde egemenlik tesisi ile neredeyse otomatik olarak aynı
görmemizin nedenlerinden biri budur.
Her
ne olursa olsun, bugün “istem”den ve “istem gücünden anladığımız şey, “istemde
bulunmak” ile “kendi”yi gerçekleştirmek arasındaki bu çatışmadan; istenen ne
olursa olsun “isteyen ben”in “kendi”ye tabi olması, sırtını ona dayaması, onun
tarafından mahmuzlanması, onun tarafından ileri itilmesi, ya da onun tarafından
mahvedilmesi anlamına gelen “isteyen ben ile muktedir olmayan ben”
deneyiminden doğmuştur. Bununla birlikte güç isteminin erimi çok daha ötelere
varabilir; hatta onun çekimine kapılan biri bütün dünyayı fethe de kalkabilir,
ama “isteyen ben”in “kendi”den kurtulması asla mümkün olamaz; her zaman ona
bağlı kalır, hatta esiri olur. “Kendi”ye olan bu esaret “istemde bulunan ben”i
“düşünen ben”den ayırır. Bu ayrım “ben” ile “kendi” arasında da vardır, ama bu
diyalogda “kendi”, düşünce etkinliğinin nesnesi değildir. “İstemde bulunan
ben”in böylesine güce doymaz hale gelmesinin, istem ile güç isteminin pratikte
özdeş hale gelmelerinin nedeni, belki de önce istemin güçsüzlüğünün tecrübe
edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Her halükarda doğrudan “istemde bulunan
ben”den doğan yegane yönetim biçimi olan tiranlık, doymak bilmez zalimliğini,
filozofların insanları zorlarken başvurdukları ve “düşünen ben” modeline göre
kavradıkları aklın ütopik tiranlıklarından bir nebze olsun nasibini almamış bir
egotizme borçludur.
Filozofların
özgürlük meselesine ilk olarak, özgürlük artık eylemde, başkalarıyla
birlikteyken değil de, istemde, kişinin “kendi” ile girdiği etkileşimde
yaşanmaya başlandığında, özetle özgürlük “özgür istem” haline geldiğinde ilgi
duymaya başladıklarını söylemiştim. O zamandan beridir özgürlük, öncelikle
siyasi bir mesele olmuştur; siyasi alana bu anlamda uygulanmış ve böylelikle
siyasi bir mesele halini almıştır. Eylemden istem gücüne, eylemde dışlaşan bir
durum olarak özgürlükten seçme özgürlüğüne (liberum arbitrium) bu
filozofik kaymadan dolayı özgürlük ideali, daha önce değindiğimiz anlamda bir
“virtüözlük” olmaktan çıkmış, bir “egemenlik”, bir “özgür irade” ideali; [önce]
başkalarından bağımsızlık, [sonra] başkaları üzerinde hâkimiyet tesisi haline
gelmiştir. Bizim bugünkü siyasi özgürlük anlayışımızın soy felsefesi, 18. yüzyıl
siyaset yazarlarında da tam haliyle mevcuttu; örneğin Thomas Paine şöyle diyor:
“Bir insanın özgür olması için onu islemesi yeterlidir. Lafayette de bu cümleyi
ulus devlete uygulamıştır: “Pour qu’une nation soit libre, il suffit qu’elle
veuille l’etre”.[93]
Bu
sözlerin, “egemenlik” teorisinin en tutarlı temsilcisi olan Jean-Jacques
Rousseau’nun siyaset felsefesini yansıladığı açıktır. Rousseau bu teoriyi
doğrudan “istem”den türetmiş, ancak o sayede siyasi iktidarı tamamen bireysel
“istem gücü” imgesine göre kavrayabilmiştir. Montesquieu’ya karşı bir
iddiasında, gücün/iktidarın egemen, yani bölünmez olması gerektiğini; çünkü
“bölünmüş bir istemin, anlaşılabilir bir şey olmadı”ğını söyler.[94]
Rousseau bu uç bireyciliği sonuna kadar götürmekten kaçınmadı ve ideal
bir devletle “yurttaşların birbirleriyle hiç bir iletişiminin olmayaca”ğını,
hiziplerden ve gruplardan kaçınmak için “her yurttaşın düşüncesinin kendine
ait olması gerekti”ğini savundu. Gerçekte Rousseau’nun teorisi şu basit
nedenden dolayı çürütülmeye karşı dirençli olmuştur: “istem için gelecekle
kayıtlanmak saçmadır”;[95]
böyle bir egemen istem üzerine kurulmuş bir topluluk sağlam bir toprak değil,
bataklık üzerine inşa edilmiş demektir. Oysaki bütün siyasi hayat, hepsi de son
tahlilde geleceğin belirsizliklerine karşı söz verme ve sözünde durma
yetisinden kaynaklanan - yasalar ve kurumlar, muameleler ve ittifaklar gibi-,
gelecek hakkında açıkça belirlenmiş bağlardan ve kayıtlardan oluşma bir
çerçeve içinde yürütülmüştür ve yürütülmektedir. Üstelik yurttaşlar arasında
hiç bir iletişimin bulunmadığı ve herkesin sadece kendi düşünceleriyle iktifa
ettiği bir devlet, tanımı gereği bir uranlıktır. Diğer yetilerle hiç bir
alakası bulunmayan kendinde bir isteme yetisi ile isteme gücünün özünde siyaset
dışı, hatta siyaset karşıtı yetenekler olması; belki de hiç bir yerde,
Rousseau’yu içine sürüklediği saçmalıklar ve bu saçmalıkları kabul ederken
gösterdiği garip neşeli hal kadar açık olmamıştır.
Siyasi
açıdan bakıldığında felsefenin özgürlük ile özgür istem arasında kurduğu
eşitliğin belki de en zararlı ve tehlikeli sonucu özgürlüğün egemenlik ile
özdeşleştirilmesi olmuştur. Çünkü ya -hangi insan olursa olsun asla “egemen”
olamayacağı düşünülürse- insani özgürlüğün inkarına ya da bir insanın, bir grubun
ya da bir siyasi teşekkülün özgürlüğünü ancak başka herkesin özgürlüğü
pahasına, yani egemenlik pahasına satın alabileceği görüşüne götürmektedir.
Geleneksel felsefenin kavramsal çerçevesi içinde kalarak özgürlük ile egemen
olamama[96]
hallerinin nasıl birlikle varolabildiklerini, ya da başka bir şekilde ifade
edersek, egemen olamama durumunda insanlara nasıl olup da özgürlük
verilebileceğini anlamak gerçekten son derece güçtür. Aslında insanın egemen
olamama gerçeği yüzünden özgürlüğü reddetmek, sadece egemen olunduğunda -bir
birey ya da grup olarak- özgür olunabileceğine inanmak kadar gerçek dışıdır.
Siyasi teşekküllerin o malum egemenlik ilkeleri daima, üstelik ancak şiddet
araçları sayesinde, yani özünde siyaset dışı araçların yardımıyla sürdürülebilecek
bir hayal olmuştur. İnsanın değil insanların bu yeryüzünde yaşadıkları
gerçeğinin belirlediği insanlık durumunda, özgürlük ile egemenlik özdeş
olmaktan o kadar uzaktırlar ki, birlikte varolmaları bile mümkün değildir.
İster bireyler ister örgütlü gruplar şeklinde olsun insanın birer egemen olmak
islediği her yerde istemin baskısına boyun eğilmek zorunda kalınır. Bu istem
örgütlü bir grubun “genel istemi” olabileceği gibi, kendime karşı zor
kullandığım bireysel istem de olabilir. Şayet insanlar özgür olmak
istiyorlarsa, reddetmeleri ve tanımamaları gereken şey lam da bu egemenliktir.
IV
Özgürlük
meselesi bir yandan Hıristiyan geleneğinin, öte yandan da köken olarak siyaset
karşıtı bir felsefi geleneğin ufkundan doğduğu için, özgürlüğü istem in bir
niteliği olarak değil de, yapmanın ve eylem enin bir eklentisi olarak düşünmek
bizim için çok güç olmaktadır. O nedenle bir kere daha Antikiteye, yani
Antikitenin felsefe öncesi ve siyasi geleneklerine dönelim. Bunu allamelik
olsun diye değil, hatta geleneğimizin sürekliliğinden ötürü de değil, sadece
eylem süreci dışında başka hiç bir yerde tecrübe edilmemiş bir özgürlüğün -her
ne kadar insanlık bu deneyimi tümden yitirmemiş olsa bile- aynı klasik
açıklıkla bir daha asla seçikleştirilememiş olmasından ötürü yapıyoruz.
Bununla
birlikte daha önce sözünü ettiğimiz ve burada ele alınmayacak nedenlerden ötürü
bu seçikliği filozofların yazılarından çıkarmak hepsinden daha zordur.
Şüphesiz bu durum bizi, içinde kavramsal düşünceye yer olmayan ve bütün berraklığı
ile bu deneyimleri “şahane”nin alanına yükselten şiirden, dramatik, tarihsel
ve siyasi yazılardan, ezcümle felsefe dışı edebiyattan uygun kavramlar
damıtmaya çalışmak gibi uzak işlere de götürebilir. Ama buradaki amaçlarımız
açısından bu gerekli değil. Gerek Yunani gerekse Romalı olsun Antik edebiyatın
bu meseleler hakkında bize bütün söyledikleri nihai olarak şu tuhaf olgudan
kaynaklanmaktadır: Yunan ve Latin dillerinin her ikisinde de bizim tek bir
kelimeyle “eylemek” diyeceğimiz şeyi anlatmak üzere iki fiil bulunmaktadır.[97]
Yunanca kelimeler, “başlamak, baş çekmek ve son olarak hâkim olmak” anlamına
gelen αρχειν ile “kotarmak”, “erişmek”, “bitirmek” anlamına gelen
πραττειν’’dir. Bunlara karşılık gelen Latince kelimeler ise, “harekete geçirmek
anlamına gelen agere ile, çevrilmesi oldukça zor olan ve bir bakıma
geçmiş olayların sürekliliğini sağlamak, kalıcı kılmak anlamına gelen ve böyle
olmakla re s gestae’ya, yani “tarihsel” nitelikli diyebileceğimiz vakalara ve
edimlere yolaçan gerere'dir. Her iki halde de eylem iki farklı evrede
tecelli eder: ilk evresinde yeni bir şeylerin dünyaya girmesine bağlı bir
başlangıç sözkonusudur. Özgür insanların belli başlı niteliklerinden olan
“başlatmak, baş çekmek, hakim olmak” anlamlarına gelen Yunanca αρχειν kelimesi
özgür olmak ile yeni bir şeye başlama yeteneğinin çakıştığı bir deneyimi ifade
eder. Bugün bunu şöyle dile getirirdik: “özgürlük, kendiliğindenlik içinde
tecrübe edilmektedir”. Αρχειν kelimesinin çok katlı anlamı şunu gösterir: Yeni
bir şeye başlayabilecek olanlar zaten hakim olanlar (yani kölelerini ve
ailelerini yöneten hane reisleri), dolayısıyla kendilerini yaşamın
zorunluluklarından kurtarmış, uzak ülkelere seferlere ya da Polis içerisinde
yurttaşlığa hazır hale gelmiş olanlardır; her iki halde de artık yöneten
konumundan çıkmış, yeni bir şeye başlamak, yeni bir girişimde bulunmak üzere
öncüler olarak yardımlarına gerek duydukları akranları ile düşen kalkan,
egemenler arasında egemenler olmuşlardır; çünkü başkalarının yardımı olmadan
αρχειν , egemen, başlatıcı ve öncü olunamayacağı gibi, gerçek bir πράττειν yani
başlatılan şeyin kotarılması, eriştirilmesi olan eylem de varolamaz.
Latincede
özgür olmak ile başla(t)mak, (Yunancadan) farklı bir biçimde de olsa
birbirleriyle ilintilidir. Roma özgürlüğü, Roma’nın kurucularının Roma halkına
bıraktıkları bir mirastı. Özgürlükleri sıkı sıkıya, atalarının kenti kurmakla
gerçekleştirdikleri “başlangıç”a bağlıydı; ahfad, bu kuruluşun meselelerini
çözüme kavuşturmak, sonuçlarına göğüs germek ve temellerini “çoklaştırmak”
zorundaydı. Bütün bunlar Roma cumhuriyetinin rcs gestae'sı idi. Bu
yüzden özünde Yunan historiografisi kadar siyasi olan Roma historiografisi asla
büyük işlerin ve edimlerin salt anlatımıyla yetinmedi; Tukidides ya da Herodot’dan
farklı olarak Romalı tarihçiler daima Roma tarihinin başlangıcına bağlılık
hissi duymuşlardır, çünkü bu başlangıç Romalı özgürlük anlayışının sahici
unsurunu içermekte, dolayısıyla tarihi siyasi kılmaktaydı. Anlatmaları gerektiğinde
ise söze ab urbe condita ile, yani Kentin kuruluşuyla ve Romalı
özgürlüğün teminatıyla başlarlardı.
Münhasıran
siyasi bir kökene sahip olduğundan Antik özgürlük kavramının Yunan
felsefesinde hiç bir rol oynamadığını belirtmiştim. Romalı yazarların zaman
zaman Sokratik okulun siyaset karşıtı eğilimlerine başkaldırdıkları doğrudur.
Ama görüldüğü kadarıyla o tuhaf felsefi kabiliyet noksanlıkları, kendi
deneyimlerine ve Roma res publicasında varolan o büyük özgür kurumlara
uygun düşecek bir teorik özgürlük kavramı bulmalarına mani olmuştur. Şayet
fikirler tarihi zaman zaman tarihçilerin hayal ettiği kadar tutarlı olsaydı,
aslında yaptığı iş bütün karmaşalarıyla birlikle Pavlus’un özgür istemini
felsefe tarihine sokmak olan büyük Hıristiyan düşünür Augustus’da geçerli bir
siyasi özgürlük düşüncesi bulmak bile hayal olurdu. Ne var ki, bu değerlendirmenin
gelenek açısından tayin edici bir önemi olmuşsa da, Augustus’da sadece liberum
arbitrium (seçme özgürlüğü) olarak bir özgürlük değerlendirmesinin değil,
aynı zamanda yegane siyasi risalesi olan De Civitate Dei’de, tamamen
farklı bir biçimde anlaşılmış bir özgürlük anlayışının da varlığına lanık
oluyoruz. Öteki yazılarıyla karşılaştırıldığında Augustus City of God'da,
sadece Roma’ya özgü deneyimlerin arkaplanına daha çok yer ayırır (bu çok tabii
bir durumdur). Özgürlük burada insanın içsel bir eğilimi olarak değil, insanın
dünyadaki varoluşunun bir özelliği olarak anlaşılmakladır. Özgürlük insanın
sahip olduğu bir şey değildir. O, daha doğrusu insanın dünyaya gelişi, özgürlüğün
evrende ortaya çıkışıyla eştir; insan özgürdür, çünkü o bir başlangıçtır ve o
yaratıldığında evren zaten vardır: (Initium) ut essel, crealus est homo,
ante quem nemo fuit.[98]
Bu ilk başlangıç, her bir insanın doğuşuyla yeniden olumlanır, çünkü her seferinde,
bireylerin ölümünden sonra da varolmaya devam edecek olan, halihazırda mevcut
bir dünyaya yeni bir şey gelmekledir. İnsan bir başlangıç olduğu için
başlamaya muktedirdir; insani olmak ve özgür olmak bir ve aynı şeydir. Tanrı
insanı dünyaya başlama yetisini, özgürlüğü sokmak için yaratmıştır.
İlk
Hıristiyanlığın siyaset karşıtı sert eğilimlerini öylesine kanıksadık ki, Antik
siyasi özgürlük düşüncesinin felsefi kapsamını ilk kez formüle eden kişinin bir
Hıristiyan düşünürü olması bize neredeyse bir paradoks gibi geliyor. Bu paradoksa
bulabildiğimiz yegane açıklama, Augustus’un hem Hıristiyan hem de Romalı olması
ve Roma Antikitesinin şu merkezi siyasi deneyimini eserinin bu bölümünde
formüle etmiş olmasıdır: Başlama niteliği olarak özgürlük, [Roma kentinin]
kuruluş eyleminde kendini göstermiştir. Ancak Nazarethli İsa’nın söylediklerini
felsefi imaları açısından ciddiye alacak olursak, bu izlenimin önemli ölçüde
değişeceğine kaniyim. Yeni Ahid’in bu kısımlarında olağan olmayan bir özgürlük
ve özellikle insan özgürlüğünde içkin olarak varolan bir güç anlayışı
bulmaktayız; ama bu güce karşılık gelen, Müjde’nin lafzıyla “dağlan yerinden
oynatmaya muktedir” olan bu güç, istemin değil, imanın gücüdür. İman eseri
olan, imanın fiili sonucu olan şey müjdenin “mucize” dediği şeydir ve Yeni
Ahid’de pek çok anlama gelen bu kelimeyi anlamak pek kolay değildir. Bu
güçlükleri şimdilik bir yana koyalım ve mucizelerden sadece doğaüstü olaylar
olarak değil de, en az tanrının elçisi kadar sıradan insanlarca da icra edilen
ve her zaman için de böyle olması gereken şeyler olarak, yani doğal olayların,
otomatik süreçlerin akışını kesintiye uğratan ve bu bağlamda hiç beklenmedik
olanı meydana getiren şeyler olarak bahseden bölümlerine bakalım.
Yeryüzüne
konan insan yaşamı hiç şüphesiz -kendileri de kozmik süreçlerle çevrelenmiş-
otomatik süreçlerce kuşatılmıştır ve bizler organik doğanın bir parçası
olduğumuza göre aynı güçlere tabiyizdir. Üstelik onun eylem alanı olmasına
rağmen siyasi yaşamımız da “tarihsel” dediğimiz ve insanlar tarafından harekete
geçirilmiş olsalar bile doğal ya da kozmik süreçler kadar otomatik hale gelme
temayülü gösteren süreçlerin ortasında vuku bulur. Otomatizmin, kökenleri ne
olursa olsun bütün süreçlerde içkin olarak varolduğu bir gerçektir; şimdiye dek
tek bir edimin ve tek bir vakanın, bir insanı, bir ulusu ya da bütün insanlığı
bir kerede ve sonsuza dek kurtaramamasının ve bağışlayamamasının nedeni budun
İnsanın bu süreçlere tabi olması, ama kendini eylem aracılığıyla bu süreçlerin
içinden ve bu süreçlere karşı çıkarabilmesi; onların ise insan yaşamı için
sadece bir yıkım anlamı taşıması otomatik süreçlerin doğası gereğidir. İnsan
yapısı tarihsel süreçler otomatik hale geldiklerinde, en az organizmamızı
yöneten ve biyolojik olarak varlıktan varlık-dışı- lığa, doğumdan ölüme, doğru
ilerleyen doğal yaşam süreci kadar yıkıcı olurlar. Tarih bilimleri, sanki böyle
bir akıbet mukaddermiş gibi taşlaşmış, hiç bir umut kalmamış uygarlıkların
içine düştüğü bu durumu gayet iyi bilirler. Bu tür tarihsel durgunluk anları
yüzyıllar boyu sürebileceği ve etkisini ağır ağır duyuracağı için, yazılı
tarihin büyük bir kısmını işgal ederler; onunla karşılaştırıldığında insanlık
tarihinde özgür olunan dönemler her zaman çok kısa sürmüştür.
Kaderin
bir tecellisi olan bu taşlaşma dönemleri genellikle özgürlük yetisine, bütün
insani etkinliklere ilham ve canlılık veren ve üretilen bütün büyük ve güzel
şeylerin gizli kaynağı olan saf başlama yeteneğine halel getirmezler. Ama bu
kaynak saklı kaldığı sürece de özgürlük dünyevi, elle tutulur bir gerçeklik
haline gelemez; yani siyasi olamaz. Siyasi yaşam taşlaştığı ve siyasi eylem
otomatik süreçlere müdahalede bulunma gücünü yitirmeye başladığı için,
özgürlük kolaylıkla ve yanlış bir biçimde özünde siyaset dışı bir görüngü
olarak anlaşılabilir; bu şartlarda özgürlük, kendine özgü bir “erdem” i ve
virtüözlüğü olan bir varoluş tarzı olarak değil, yeryüzündeki bütün yaratıklar
arasında sadece insanın layık olduğu, neredeyse bütün etkinliklerinde izine ve
belirtilerine rastlayabileceğimiz, ama buna rağmen ancak eylem kendi dünyevi
mekanını yarattığında ve özgürlük gizlendiği yerden çıkarak bu mekanda kendini
görünür kıldığında tam anlamıyla gelişme imkanı bulan yüce bir bağış olarak
tecrübe edilir.
Eylemler
sürecin oluşturduğu bir çerçevede vuku bulurlar ve sürecin otomatizmini
kesintiye uğratırlar; onun için failin değil, sürecin bakış açısından
bakıldığında her eylem bir “mucize”dir, yani beklenmedik bir şeydir. Şayet
eylem ile başlamanın/başlangıcın özünde aynı oldukları doğruysa, buradan şu
çıkar: Mucizeler ortaya koyma [99]
yetisinin de insani yetiler dahilinde bir şey olması gerekir. Bu kulağa
gerçekte olduğundan daha tuhaf geliyor. Her yeni başlangıç doğası gereği
dünyaya [bir durum olarak] “sonsuz ihtimallik'i sokar; ancak “gerçek”
dediğimiz şeyin tam da dokusunu oluşturan bu sonsuz ihtimallik durumundan
başkası da değildir. Yeryüzünün ortaya çıkması, üzerinde organik yaşamın doğması,
hayvan türleri arasından insanın evrimi vs. düşünüldüğünde, bütün varoluşumuz
her şeyden önce deyim yerindeyse bir mucizeler zincirine bağlıdır. Evrendeki
ve doğadaki süreçler ve bunların istatistiki olarak içerdiği olasılıklar
gözönüne alındığında, kozmik süreçlerden yeryüzünün ortaya çıkışı, inorganik
süreçlerden organik yaşamın oluşumu ve en sonunda organik yaşam süreçlerinden
insanın evrimi; bütün bunlar “sonsuz ihtimaller” olarak göründüğünden, gündelik
dille gerçek birer “mucize”dirler. Bu “mucizevilik” öğesi tepeden tırnağa bütün
gerçeklikte varolduğu için, umutla ya da korkuyla beklenmiş bile olsalar,
meydana geldiklerimle bütün olaylar bizi bilinmeyen şeyler karşısında duyulan
bir şaşkınlık hissine sürüklerler. Bir olay bütün etkisini, tamamen beklenen
bir şey olmama özelliğinde bulur; olgusallaşması ilke olarak bütün öngörüleri
aşar. Bize olayların birer mucize olduklarını öğreten bu tecrübede ne keyfi ne
de sofistike bir yan vardır; aksine o en doğal, ve günlük yaşam içerisindeki en
sıradan şeydir. Bu sıradan şey olmadan, dinin doğaüstü mucizelere verdiği yeri
anlamak mümkün olamazdı.
“Sonsuz
ihtimal”in devreye girmesiyle kesintiye uğrayan doğal süreçler örneğini
seçmemin nedeni, günlük deneyim içerisinde “gerçek” dediğimiz şeylerin,
kurgudan bile daha garip tesadüfler sayesinde meydana geldiklerini göstermekti.
Elbette bu örneğin de sınırları vardır ve beşeri maslahat alanına kolayca
uygulanması mümkün değildir. Otomatik tarihsel ya da siyasi süreçlerde mucize,
“sonsuz ihtimal” beklentisine girmek düpedüz bir hurafe olarak görülecektir
(hoş, bu beklentiyi tümden dışlamak da mümkün değildir ya!). Doğanın tersine
tarih olaylarla doludur; burada olumsallık ve sonsuz ihtimal mucizesi öylesine
sık vuku bulur ki, mucizenin adının bile ağıza alınması insana tuhaf gelir. Ama
bu sıklığın nedeni sadece şudur: tarihsel süreçler, insan eyleyen bir varlık
olduğu ölçüde, insanın başlatan, inisyatif alan özelliği, yani initium
tarafından sürekli olarak yaratılır ve kesintiye uğratılır. O yüzden burada
zerre kadar hurafe yoktur; halta [siyaset alanında] önceden görülemeyeni ve
tahmin edilemeyeni aramak, siyaset alanında “mucizeler” hazırlamak ve beklemek
gerçekçiliğin elifbasıdır; ve terazinin kefesi felaketten yana ağır bastıkça,
özgürlüğün kendini gösterebilmesi için yapılması gereken işler de o denli mucizevi
olur. Çünkü otomatik olarak meydana gelen ve o nedenle de karşı konulmazmış
gibi görünen, her zaman için felakettir, kurtuluş değil.
Nesnel
olarak, yani dışardan ve insanın hem bir başlangıç hem de bir başlatan olduğu
dikkate alınmadan bakıldığında, yarının düne benzeme olasılığı, ezici bir
olasılıktır. Kozmik oluşumlardan bir daha bir başka yerkürenin çıkmaması,
inorganik süreçlerden bir başka yaşamın daha gelişmemesi ve hayvan
hayatının evriminden bir daha hiç bir insanın doğmaması olasılığına
gelince; elbette bu kadar baskın olmamakla beraber son derece yakın bir
olasılıktır.
Yeryüzündeki
yaşamımıza ait gerçekliğin üzerine dayandığı “sonsuz ihtimal” ile, tarihsel
gerçekliği oluşturan olaylarda içkin olarak varolan mucizevi karakter
arasındaki tayin edici farklılık, beşeri maslahat alanında bu “mucizeler”in
faillerinin kim olduğunu bilmemizde yatar. Mucizeleri gerçekleştirenler
insanlardır; özgürlük ve eylemde bulunma yetisi gibi bir çifte ihsan
sayesindedir ki insanlar kendilerine ait bir gerçekliği kurmaya muktedirlerdir.
Sh:195-231
Kaynak:
Hannah ARENDT, Geçmişle Gelecek Arasında
Siyasi Düşünce Konulu Altı Deneme, Orijinal adı: Between Past and Future, trc: Bahadır Sina
Şener, İletişim Yayınları-1. BASKI 1996, İstanbul
[1] BM Genel Konseyi, Crime Prevention and Control: Repon ot the Secretary General (A/32/199), 22 Eylül 1977.
Dealing with Drug Abuse: A Reportto Ihe Ford Foundation, New York 1972, s.291.
[3] The Supply
ol Drugs to the US lllcit Market Irom Foreign and Domestic Sources, NNICG'nın
(Uyuşturucu Kullanımı İle İlgili Uluslararası İstihbarat Komitesi) raporu,
Hükümet matbaası, Washington DC 1987, s.77.
[4] A.g.k., s.30
ve M. Moore, Policy Conceming Drug Abuse in Ne w York State, cilt III, 20 temmuz 1970,
Hudson Enstitüsü, NewYork, 1970.
[5] Uyuşturucu ile Mücadele
Örgütü (DEA), Southest
Asian Heroin: a Historicaland Current Assessment, Hükümet
matbaası, Washington DC 1980, s.20.
[6] J. S. Russell ve A.
McNicoll, The British
Experience with Narcotics Dependency, Ingiltere Sağlık Bakanlığı
Alkol ve Uyuşturucu Madde Komisyonu, Vancouver, 1978, s.9.
[8] Uyuşturucu Bağımlılığı
İle İlgili Ulusal Enstitü (NİDA), Perspective
on the History of Psychoaaive Substance, Hükümet Matbaası,
Washington DC 1979,
[10] A. Monti'ye göre
("Economia e politica dell’autio pubblico allo sviluppo", Ispe Oua- derni (serie studi e
ricerche). Aralık 1983), gelişrr ekte olan ülkeler, savunmalarına
ve silah harcamalarına yaklaşık 129 milyar dolar-OECD ülkelerinin yardım olarak
verdiği 22.8 milyar doların neredeyse altı katı- ödediler.
[11] Bkz. Yargıç Carlo
Palermo'nun sentenza
istruttoriâsı, (emsal teşkil eden hüküm) To- ronto mahkemesi
1984.
[12] A.g.k.,
ve bkz. Readers'Digestm
Kasım 1983 İtalyanca baskısında M. Adams'ın “Armi e droge: il mercato
bulgaro" adlı makalesi.
[18] New York Şehir Polis
Teşkilatı'nın ABD Senatosu Adalet Komisyonuna raporu: Reporton
Organized Crime in New York City.
1983, s.251.
[19] Bkz. "Increase in Gang
Killings on Coast is Traced To Narcotics Trafficking", New York Times, 29
Ekim 1984.
[21] Yabancı Yayınları Dinleme
Servisi, Latin Amerika, 3 Haziran 1980, "(Bir) Banka müfettişinin La
Ventanilla Siniestra'daki konuşması".
[26] Bkz. A. R.Abboud,
"Eurodolars in Today s World Markets”, L. C. Nehrt'in yayına hazırladığı International Finance tor Multinational
Business içinde, Ders Dışı Eğitim Yayınları, Scranton 1972; ABD
Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu Suç ve Suçlular ile ilgili Daimi Alt Komitesi:
The Use ol Offshore Banks and
Companies, Hükümet Matbaası Personel İnceleme yayınları, Washington
DC, 1983, s.25.
[27] R. Gordon, Tax Havens and Their Use by United
States Taxpayers: An Overwiev (ABD Adalet Bakanlığı, Maliye
Bakanlığı ve İç Vergi Gelirleri Dairesinin isteği üzerine yapılan bir çalışma),
1981.
[32] G. Beccatini ve G. Bianchi, "Sulla multiregionalitâ dello
sviluppo economica Italiano". Note
economiche, 5-6,1982, s.27-28.
[34] Bkz. P. Lernoux.
"Corrupting Colombia", İnquiry,
30 Eylül 1979. s. 14-17 ve Ne w York
Times, 30 Nisan 1980.
[36] Ulusal Uyuşturucu Kullanımı
Enstitüsü, National
Survey on Drug Abuse: Main Findings. Hükümet Matbaası, Washington
DC 1982.
[37] Bakın; FM. Cornford,
“Platonun Devlet’i”, Unwritten Philosoplıy (1950) içinde, s. 54; “Perikles’n ölümü ve Peloponness Savaşı
ile, düşünce insanları ile eylem insanları arasında bir yol ayrımına gelinmiş
ve ayrılık gittikçe artarak Stoik bilgenin, kendi ülkesinin yurttaşı olmaktan
çıkıp evrenin yurttaşı haline gelişiyle neticelenmiştir”.
[38] Herodot, Perslilerin
“tanrılar hakkında hiçbir tahayyüllerinin bulunmadığı[nı 1, ne tapınakları
[nınl ne de sunakları [nın]” olduğunu “böyle şeyler yapmayı da aptallık olarak
gördükleri”ııi anlattıktan sonra bu durumun, Perslileriıı “Yunanlılar gibi,
tanrıların anthropophyeis, insanla aynı hamurdan olduklarına (ya da tanrılarla insanların
aynı doğaya sahip olduklarına diye ekleyebiliriz) inanmadıkları”m gösterdiğini
söyleyerek açıklamasını sürdürür. Yine Pindar’ın Carmina
Nemaea'sına (vi.) bakın.
[39] Bakın Ps. Aristo Economics 1343b24; Doğa, tekerrür (periodos) yoluyla türün sonsuzluğunu garantiler, ama bireyin sonsuzluğunu
garantilemesi mümkün değildir. Aynı düşünceye On
the Soul 415bl3’de rastlamaktayız; “Canlılar için yaşam, varolmaktır”.
[40] Yunancada “iş” ile
“edim" kelimeleri arasında bir ayrım yapılmaz; yeterince devamlılık
arzediyor ve hatırlanacak kadar da azametli iseler her ikisine de cıgıı
denmektedir. Ne zaman ki filozoflar, ya da daha ziyade sofistler "sonsuz
ayrımlar" da bulunmaya, yapmak ile eylemeyi (poiein ile prattein) birbirinden ayırmaya başladılar, bu fiillerin isim halleri olan poicmata ile pıag/nata daha yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Homer, Platon’da
(Platon, Charmides s. 16 Ye bakın) “insanı meseleler'i en iyi ifade eden ve zahmet
ile boşunahk gibi anlamsal bağlaşıkları olan pragmata kelimesini bilmiyordu. Herodot’ta da pragmata kelimesinin aynı anlamsal bağlaşıklara sahip olması mümkündür
(örneğin karşılaştırın i. 155).
[42] Vita
Activa terimini, üç temel İnsanî etkinliği, emek,
iş ve eylemi ifade etmek amacıyla
öneriyorum. Bunların her biri, yeryüzündeki hayatın insana içinde [o şartla]
verildiği temel durumlardan birine karşılık geldiği için aslîdirler.
Emek;
büyümesi, metabolizması ve mukadder çöküşü, yaşam süreci içerisinde emek
yoluyla aynı anda üretilen ve beslenen hayatî zorunluluklara bağlı, insan
bedeninin biyolojik [yaşam] sürecine karşılık gelen bir etkinliktir. İnsanın
emek harcama/çalışma durumu hayatın kendisidir.
İş; İnsanî
varoluşun, türün sürekli yinelenegelen hayat döngüsüne kakılmamış, ölümlülüğü
bu döngüyle telâfi edilemeyen doğa dışı oluşuna karşılık gelen bir etkinliktir.
İş, doğal çevrenin tümünden tamamen farklı, “yapay” bir şeyler dünyası
oluşturur. Her bireysel hayat, bu dünyanın sınırları içinde kaimdir; oysa bu
dünyanın kendisi bütün bu sınırların aşılması ve geride bırakılması anlamını
taşır. İnsanın iş durumu dünyasallıktır.
Şeylerin veya maddenin
aracılığı olmadan, doğrudan insanlar arasında geçen yegâne etkinlik olan eylem,
insanın çoğulluk durumuna, yeryüzünde İnsan’ın değil insanların yaşadıkları ve
bu dünyadan oldukları gerçeğine karşılık gelir. İnsanlık durumunun bütün bu
saydığımız yanları siyaset ile belli ölçülerde rabıtalı olmakla birlikte, bütün
siyasî hayatın koşulunu özellikle bu çoğulluk durumu oluşturmaktadır -sadece
conditiosine quanon [olmazsa olmaz] değil, ama conditio per quam’dır da [onu olanaklı kılan ya da ancak onunla
olanaklı olduğu koşul], Ondandır ki, belki de bildiğimiz en siyasî halk olan
Romalıların dilinde, “yaşamak” ve “insanlar arasında olmak” (inter homines
esse) ile “ölmek” ve “insanlar arasında olmaktan çıkmak” (inter homines esse
desinere) sözcükleri eşanlamlı olarak kullanılmaktaydı. Ama insanın eylem
durumu, en temel haliyle Kitab-ı Mukaddes’in Yaradılış bölümünde zımnen
bulunmaktadır (“Tanrı onları kadın ve erkek olarak yarattı”). Velev ki insanın
yaratılışı hakkındaki bu hikâyenin, Tanrı ilk olarak Erkeği (Adam), “onları”
değil “onu” yarattı diyen, dolayısıyla insanoğlunun çokluğunu, çoğalma[sı]na
bağlayan hikâyeden ilke bakımından ayrı olduğunu anlayalım. (Bu eserin [HANNAH
ARENDT, İnsanlık Durumu] sh: 17-18
[44] Hakikat (ve) doğruluk, “truth, truthfulness"; gerçek ve
gerçeklik, “real, reality” kavramlarının karşılığıdır. Bu kavramlar ve
karşılıkları hakkında bk: Harun Tepe, Doğruluk
ya da Hakikat, Ark Yayınları.
[45] Justice. Platonun Devi el çevirisindeki “doğruluk ve
eğrilik", kavramlarının İngilizceleri "justice ve unjustice’dir.
Konuyu Platonun Türkçe çevirilerinden takip etmek isteyecek okurun bu durumu
gözönünde bulundurması kanımızca uygun olur -çn.
[47] Burada Spinoza’nın Polilical İrecıfise'mdan alıntı yapıyorum, zira libertas
philo sophandi’yi yönetimin gerçek hedefi yapan Spinoza bile böylesine radikal bir
görüş
ileri sürmek zorunda kalmıştır
[48] Leviathan'da
(bölüm 4 6 ) Hobbes şu açıklamayı yapıyor: “Zira, doğru felsefeyi bile yasalar
aleyhine öğretenlerin itaatsizliği meşru biçim de cezalandırılabilir" (Yapı
Kredi Yayınları, çev. Semih Lim, s .4 7 4). Peki, “serbest zaman felsefenin
anası ve Commowealth de barışın ve serbest zam anın anası değil midir”? Ve bundan commonwealth 'in, barışın temelini
oyan bir hakikati/doğruyu bastırdığında felsefenin çıkarına [uygun] davranmış
olacağı son ucu çıkmaz mı?
Bu anlamda hakikat anlatıcısı kendi ruhunun ve
bedeninin selam eti için son derece elzem olan bir girişime elvermek üzere
“yanlış felsefe olduğunu” bildiği şeyleri yazmaya karar verir. Bu yüzden
Hobbes, ona göre “Sokrates’in yazgısının kendi başına da gelebileceği
korkusunun “ (Yunanlıların, Arendt] dinine uyan ve dinen de doğrulanan hır şey
olduğuna hükmeden" herkesi Aristocu olarak görmüştür. Koşullarını sadece
kasıtlı söylenen yalanlanıl oluşturduğu her hakikat araştırmasının/arayışının
kendi yenilgisiyle neticelenebileceğim Hobbes bir an olsun düşünmüş değildir.
Gerçekten de o zam an herkes Hobbes’un Aristosu gibi bir yalancıya dönüşebilir,
Hobbes’un mantıksal fantazilerinden doğan bu hayal bir yana, elbette gerçek
Aristo, Sokrates’in kaderiyle karşılaşma tehlikesi hasıl olduğunda Atina’yı
terkedecek kadar bir duyarlılığa sahipti; Aristo yanlış olduğunu bildiği bir
şeyi yazacak kadar adi biri olmadığı gibi, bayatta kalma sorununu savunageldiği
her şeyi yok ederek de çözecek kadar aptal değildi.
[49] Age., bölüm 11.
[50] [Yunanca] (Bilerek ya da bilmeden yapılan, söylenen) yanlış
(dolayısıyla hem “yalan" hem “yanılgı".
[51] Kimsenin bana bir daha Platon un “soylu yalan”ın mucidi
olduğunu söylemeye kalkmayacağım umuyorum. Bu inanç, Platon’un mitlerinden
birinden - ψευδος - ke masalı- ψευδος olarak söz ettiği Devlet’deki hayati
öneme sahip bir pasajın (4140 yanlış okunmasına dayanmaktaydı. Bu Yunanca
kelime yerine göre -Platon hata/yanlış ile yalanı birbirinden ayırmak
istediğinde, Yunancanın özelliklerinden dolayı “iradi" ve “iradi olmayan”
ψευδος dan söz etmek zorunda kalıyordu- “faraziye”, “hata/yanlış” ve
“yalan” anlamlarına geldiği için, söz konusu metin Comford’da “cesur bir icad
hamlesi” halini almış ya da Eric Voegelin tarafından (.Orda
and History: Plato and Aristotle, Louisiaııa State
University, 1957, cilt 3, s. 106) hicvi bir icad olarak okunmuştur; bunun hiç
bir hal ve şartta bizim anladığımız manada yalan söylemenin tavsiye edilmesi
şeklinde anlaşılması mümkün değildir. Şüphesiz Platon düşmanların ve delilerin
kandırılması için zaman zaman yalan söylenmesinden yanaydı; örneğin Devlet 382’de şöyle diyor; Onlar “sadece hekimin elinde ... tıb alanında
... yararlıdır” ve hakim/egemen de polisin hekimidir (388). Ama mağara
metaforunun aksine bu pasajlarda herhangi bir ilke bulunmamaktadır.
(*) |Fransızca] Eukledes
gerek bir buyurgandır; bize ilettiği geometri doğruları da gerçekten buyurgan
yasalardır
12 Bakın; Devlet 367. Yine, Crito 49D’deki şu sözlerle karşılaştırın; "Çünkü
biliyorum ki bu fikri ancak bir kaç kişi savunmuş ya da savunacaktır. Böyle yapanlar
ile yapmayanlar arasında ortak bir görüş olması mümkün değildir;
amaçladıklarının farklı olmasından dolayı birbirlerine zorunlu olarak tepeden
bakarlar”.
13 Corgias 482'ye bakın. Burada Sokrates, hasmı Callicles’e, "bütün
yaşamı boyunca kendiyle barışı olamayacağını, kendiyle sürekli çelişeceğini”
söyler ve ekler; "Biri olarak ben kendimle uyuşmazlığa düşmekten ve
kendimle çelişkili konuşmaktansa varsın bütün dünya benimle anlaşmazlık içinde
olsun ve bana karşı konuşsun”.
[60] Düşünmenin ben ile kendi
arasında sessiz bir diyalog olarak tanımlanması için özellikle bakın: Theaetetus 189-190 ve Sofist 263-264. Aristo'nun bir diyalog halinde kendisiyle konuştuğu
"öteki kendi”ye ((αυτος αλλυς)) arkadaş demesi bu geleneğe gayet uygun
düşer.
[63] Nictzschc’nin “eğitici
olarak Schopenhaur’daki şu sözlerinin nedeni budur: “Ben bir filozofa, örnek
oluşturduğu ölçüde değer veririm”.
[67] Fransa konusunda, Temmuz
1965 tarihinde Foreign
Affairs'ıle yayınlanan “De Gaullc: Poz ve Politika" isimli mükemmel
makaleye bakın. Adenauer'den yapılan alıntı kendisinin Memoris 1945-1953
isimli kitabından (Chicago, 1966. s.89) yapılmıştır. Ancak bu anlayışı işgal
güçlerinin kafasına sokan Adenauer'dur. Ama Şansölyeliği döneminde bu ana fikri
defalarca tekrarlamıştır.
[68] Bu arşivin bazı bölümleri
şurada yayınlanmıştır: Merle Fainsod, Smolensk
Under Soviet Rule, Cambridge, Mass., 1958. Bakın; s.374.
[69] Bir bilim adamının
bakış açısından yazılan bu iki denemede, berraklıkları ve sadelikleri
basitleştirilemeyecek klasik bir güzellik bulunduğu için Max Planck'ın “nedensellik
ve Özgür İrade" (The New Science, New York, 1959) adlı yazısını takip ediyorum.
[82] Bkz. Esprit des
Lois, XII, 2: "Felsefi özgürlük istencin uygulanması demektir
...siyasal özgürlük güvenlik demektir".
[83] Inlellectus apprehendit agibile cmtequam vuluntas illud velit; sed
non apprehendit determinate hoc esse agendıım quod apprelıendere dicitur
dictare. Oxon IV, d.
46, qu. 1, no. 10.
[84] Su sözleriyle Leibniz
hristiyan geleneğini olsa olsa özetlemekte ve seçikleştirmektedir: "istemimize
özgürlüğün karşılık gelip gelmediği sorusu, ona bir istemin karşılık gelip
gelmediği (sorusu] ile aynı anlamdadır. “Özgür” ve "isteme uygun”
ifadeleri aynı şeyi söylerler”. (Schriften
zur Metaphysik I, “Bemerkun- gen zu den cartesisclıen Prinzipien”. Zu Artikel
39.)
(*) Solitude/lonely karşılıkları olarak yalnızlık ve
terkedilmişlik için bakınız İnsanlık Durumu -çn.
[86] Euripides’de hu çatışma sık
sık karşımıza çıkmaktadır. Örneğin çocuklarını öldürmeden önce Medea şöyle der:
kötü bir iş yapmak üzere olduğumu biliyorum, ama θυμός benim düşüncelerimden
daha güçlü” (1078 ve devamında); ve Phaedra da (Hipploytus, 376 ve devamında) aynı şekilde konuşur. Meselenin özü daima şudur: akıl, bilgi, içgörü vs. arzunun saldırıları
karşısında durmak için çok zayıftırlar ve çatışmanın, mantığın etkisine
erkeklere nazaran daha daha kapalı olan kadınların ruhunda parlak vermesi bir
tesadüf olmamalı.
[87] “Augustus’un, Conjfessions'ın (itiraflar) “istem” ile “istemenin gücü” konularını ele aldığı
ünlü VIII. kitap, VII. Kitap 9.bölümünde dediği gibi “buyruk verdiği ölçüde
akıl istemde bulunur; buyrulan şey yapılmadığı ölçüde, akıl yapılmamasını istemiş
demektir. Augustus için “istemek” ile “buyurma”nın aynı şey olması doğal bir
durumdur.
[95]
Toplum Sözlesmesi'ınn ikinci
kitabının ilk dört bölümüne bakın. Modern siyaset kuramcıları arasında Cari
Selimin "egemenlik" kavramının en güçlü savunucusudur. Schmitt
açıkça egemenliğin kökünün irade olduğunu kabul etmekledir: Egemen odur ki
ister ve buyurur. Özellikle Verfassungslehre’ye bakın (Münih, 1928, s.7
ve devamında, ve s.146.
[96] Non-sovercignty. Sovereignly ve non-sovereignty kavramları insanlık
Durumu'nda da buradaki bağlamlarında kullanılmıştır.
[99] Arendt burada “performing”, yani “icra etmek” fiili kullanıyor;
dolayısıyla “mucizede bulunmayı" daha önce virtüözlüğü anlatırken saydığı
“icra/gösteri sanatlarından biri olarak kabul eliyor -çn.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar