M.ALİ KILIÇBAY
Komik insani olduğunda, bir süre sonra
acı verir.
ANATOLE FRANCE
Önce
komedi vardı. Dram sonra geldi, daha doğrusu, komiğin içerdiği acı sonradan
ortaya çıktı. İnsan sinemayı ilk gördüğünde güldü, kahkahayla güldü, sonra
kendine güldüğünü anladı(mı?). Komedi sinemasının acımasız bir ayna olduğunu
anladı(mı?). İnsan, derin varoluşsal problemini, yapay bir varoluş alanı
yaratan sinemanın büyülü dünyasına atarak kendinden uzaklaştırırken, kendi varoluşsal
alanını bir sonsuzluğun içine kaydırmaktadır. Bu kaydırma esnasında, filmin
bitimli olması, onun sonsuzluğunun bir kanıtı olarak belirmektedir. İnsan bu
yüzden midir bilinmez, biten filmi alkışlar, film iyi veya kötü olduğundan
değil, onun bitip, kendi filminin bitmemiş olmasından ötürü.
İnsan
önce ilk filmlerdeki hızlı hareketlere gülmüştür, çünkü alışılmamış, her zaman
komik olarak kabul edilmek zorundadır, yoksa alışılmışın ne anlamı kalır! O sıralarda
biri çıkıp da, “de quid rirere,
de te fabula narratur” (Ne gülüyorsun, anlatılan senin hikâyen)
demedi. Sinemanın değil, seyircinin komik olduğunu kimse söylemedi.
Ben
çocukken, Üsküdar’daki yazlık sinemalarda bazı akşamlar İsmail Dümbüllü sahneye
çıkardı. Daha sahneye girmeden, kulisten o boru gibi sesiyle seslenir ve herkes
hemen gülmekten katılmaya başlardı. Hele Dümbüllü, Kel Hasan'dan müdevver
kıyafetiyle sahnede görününce, gülme krize dönüşürdü. Sonra,
Dümbüllü’nün arkadaşlarıyla çok bildik ve yüzlerce yıllık diyalogları başlar ve
ayin öyle gerektirdiği üzere, Dümbüllü’nün her sözüne, ama yalnızca ona
gülünürdü. Dümbüllü’nün
ortalamadan çok farklı olan fizik özellikleri, bu gülme krizlerinin başlıca
harekete geçiricileriydi.
Gülme
acaba, komedi seyrederken, “ben acı çekmiyorum, mutluyum” ve “ben çirkin
değilim, ben herkesten farklı değilim”, öyleyse “ben komik değilim” demenin
ayinsel bir biçimi olarak belli bir rutinin, belli bir şartlı refleksin ürünü
olarak mı belirmektedir? Komiğe mi gülünmektedir, o komik konumda bizzat
olmamanın verdiği rahatlığın sonucu bir gevşeme çığlığı mı atılmaktadır, belirsiz.
Komedi
sineması konusundaki tavrımız da farklı olmadı. Lumière kardeşlerin, dünyanın ilk sinema filmleri
olan ilk eserlerinin oynatılmasına ilişkin bir film görmüştüm. Bir tren, hızla
bir taşra garına giriyor, hareket memuru badi badi, ama çok hızlı geliyor,
tren duruyor ve yolcular aynı hareket memuru gibi badi badi ve çok hızla istasyon
binasından içeri girip kayboluyorlar. Seyirciler ise gülmekten kırılıyorlar.
Burada gülünç olan nedir? Farklılık, yani “öteki”.
Hemen
kocaman bir önerme: Demek ki “ben”, “öteki”ne gülerim. O halde komedi sineması
zorunlu olarak “öteki”ni anlatır. Ortalamadan sapanı, kıyıda kalmışı, herkese
benzemeyeni, marjinali, azınlığı, yani sürüden ayrılanı veya sürü içine
alınmayanı, dışlananı, çoğunluk sultasını kabul etmeme cesaretini göstereni,
muhalifi. Ezcümle komedi sineması, günah keçisini hikâye eden sinemadır.
Komedi
sineması, ibret sineması
En
ilkelinden en gelişmişine her toplum, varoluşunu bir ideolojiler manzumesi
halinde kodlar, şifreler. Bu manzumeye, toplumun gelişmişliğine göre kültür
veya uygarlık diyoruz. Bu kod veya şifrenin çözülmesine de, o uygarlık veya
kültür hakkındaki bilgi diyoruz, bu işi yapan disiplinlere ise bilim adını
veriyor ve bu gibi işlerle uğraşanları da bilgin olarak selamlıyoruz.
Bir
ideolojiler sistematiği halinde örgütlenen uygarlık, eşyanın tabiatı gereği alt
sistemlerden meydana gelir; ekonomi, hukuk, din gibi majör unsurlarla,
bunlardan türeme ve bunlarla uyumlu kıyafet, sofra vb. Bu alt sistemlerin her
biri, birbiriyle ve bütünle eklemleşmesi ölçüsünde uygarlığa renk katar.
Uygarlık bu boyaların muhassalası olarak ortaya çıkar. Ama bu boyalar, zamana
ve mekâna göre, bütünü farklı oranlarda boyarlar. Bazen dinin “yeşili” hâkim
olur, bazen ihtilalin “kırmızısı”. Fakat olgu değişmez, uygarlık sonuçta bir
boyacı küpüdür, insanın amaçlı bir projesi değil -bunlara ütopya adını
veriyoruz-, tarihin kaprislerinin ürünüdür.
Toplumun
biyolojik evrimi doğal kurallara uyar (insani faktörlerin etkisiyle
törpülenmekte veya azmakla birlikte); ama kültürel evrim, bu biyolojik
katkının yontulması, hizaya sokulması, koda ve şifreye uygun hale getirilmesiyle
sağlanır. Buna da eğitim diyoruz.
Eğitim, uygarlık kodunun emrettiği ortalamaya yakın insanlar oluşturmakla
görevlidir.
Bundan sapanlar, yani “anasına babasına pay verenler”, “haylaz
öğrenciler”, “kısmetleriyle evlenmek istemeyen kızlar”, “önüne konulanı
beğenmeyenler”, “kaderine razı olmayanlar”, işsizler (yani iş bulmayı beceremeyenler),
deliler ve her türden marjinaller, toplumun genel uygarlık çizgisinin dışında
kalırlar, işte bunlar günahkârdırlar. Günahkâr oldukları için,
yeni yetişenlere ve sapma olasılığı olan yetişkinlere ibret teşkil etmek üzere
teşhir edilirler. Bu teşhir, herkesin egemen koda minnet duyması içindir. Ve
bu görevi üstlenenler arasında komedi sineması da bulunmaktadır. Ve komedi
içinde komedi, bu sinema, böylesine bir işleve sahip olduğunun bilincine genellikle
sahip değildir.
Toplumsal
eleştiri nasıl taşlama ayinine dönüşür?
Komedi
filmi yapanların çoğu, aslında toplumla ve onun normlarıyla hesaplaşma gayreti
içinde olmuş ve dayatılan uygarlık koduna karşı, bir başkasının mümkün
olabileceğini ileri sürmüştür. Bu alanda çekilen filmlerin büyük çoğunluğu
kendileri olarak ve auteur’ün niyeti itibariyle topluma, uygarlığa, alt
sistemlerin organik eklemleşme tarzlarına yönelik bir itirazdır.
Ancak
film tüketilmeye başlayınca, yani seyredilince, bu başlangıç amacıyla hiçbir
ilgisi olmayan bir durum ortaya çıkmakta, seyirci filmin kahraman(lar)ını
“günah keçisi” olarak kategorize etmektedir. Seyirci, komedi filminin zorunlu
olarak marjinaliteye düşmüş kahramanına sempati duysa da, onu kendi “günah”larının
kefareti olarak kurban etmektedir.
Bu
kurban töreninde kullanılan esas kesici alet gülmedir, kahkahadır. Kendi
başına gelebilecek bir şeyin başkasının başına gelmesine gülmek, hem bir
sapkın olunmadığının teyidi hem de kendi potansiyel sapkınlığının bu “günah
keçisi”ne yüklenerek defedilmesi, uzaklaştırılması, geldiği yere, yani
marjinaliteye kovulmasıdır. Seyirci gülerek, komedi kahramanına taş atarak onu
“haklamakta”, kurban etmekte, katletmektedir. Komedi filmi seyredilen salon ile
ilkel dinlerin kurban ayinlerini yaptıkları meydan arasındaki tek fark,
birincisinin üstünün kapalı olmasıdır.
Uygarlığı
esas olarak ve bazen de yalnızca dinsel bir çerçevede algılayan ve yaşayan
insan, komik sinemayı arınma ritüellerinden biri olarak içselleştirmektedir.
“Sinemaya
eğlenmeye gidilir. Ayin, dinsellik bunun neresinde? Entelektüel gevezeliğin
âlemi yok!” denilebilir. Evet ama, eğlence nedir? Kurallara uymuş, sapmamış olmanın
ödülünden başka bir şey mi? Öyleyse eğlence, en mükemmelinden uyum ayinidir.
Konformizmin ödülüdür, ruhun kurallara uygun şekilde beslenmesidir; diğer kurallara
daha istekle uyulsun diye.
Bütün
bunlardan, komedi sinemasının kendinin ve bütünüyle konformist ve uygarlık
kodlarının temrincisi olduğu sonucu çıkartılmamalıdır. Hatta tersine, bu türün
sinema dilini eleştiri yönünde en fazla ve en yoğun kullananı olduğunun
altının çizilmesi gerekir. Ancak, sinemanın bu eleştirelliği seyirciye tamamen
konformite olarak yansımakta veya başka bir ifadeyle, ortalama seyirci kendi
“uslu çocuk” luğunu bu eleştiri aracılığıyla/içinde yeniden üretmektedir.
Bu
paradoks şu an için aşılabilir/çözülebilir gibi gözükmemektedir; çünkü seyirci
her zaman “öteki”nin hikâyesini izler.
De te fabula
narratur (Ne
gülüyorsun, anlatılan senin hikâyen)
Film
seyretme ritüeli, zorunlu bir yabancılaşma ortamında cereyan eder. Sinema
salonunun nisbi görkemi, ağır perdeler, devasa ekran, karanlık, sıra sıra
oturan insanlar, antrakt vb., her şey alışılmışın, gündeliğin, rutinin
dışındadır. İnsan, farklı bir ortamda olduğunu her an hisseder. Burada bir
“yabancı” olarak bulunmaktadır. Yanındakine bile çoğu zaman yabancı olduğuna
göre, perdedekine hayli hayli yabancıdır. Bu durumda, düz ekrana yansıyan iki
boyutlu ve devasa hayalleri kendinin ikizleri olarak kurgulaması, onlarla
özdeşleşmesi olanaksızdır. Bu da ister istemez, “bu başka bir hikâye” duygusunu
ve giderek bilincini sürekli canlı tutar.
Komedi
sinemasının komiği işte bu noktadan itibaren ortaya çıkmaktadır. Örneğin Charlie
Chaplin Altına Hücum’da,
kulübenin uçurumdan aşağı yuvarlanma tehlikesi karşısında cansiparane bir uğraş
içindeyken, seyircinin biri ağzına bir avuç mısır atarak güler (ağlasa da bir
şey değişmez). Veya Harold Lloyd, vatmansız tramvayın boynuzuna tutunmuş bir
şekilde New York caddelerinde cehennemi bir hızla yol alırken veya bir
gökdelenin tepesinden aşağı yuvarlanırken can havliyle tutunduğu yangın hortumu
hızla açılıp, o da ona sürekli tırmanmaya çalışıp, ama düşüşü (onun düşüşü)
engelleyemezken; frigosuna bir dil darbesi atan seyirci ve çişi gelen çocuk,
içeri yeni birini sokup fenerini fiyakayla sallayan yer gösterici... Bunların
ve diğerlerinin hepsi, seyircinin “ötekinin hikâyesi”ni seyrettiğinin
kanıtlarıdır.
Aslında
kendi hikâyesini seyretmekte ve seyrederken de kendi tiyatrosunu oynamaktadır.
Saf ve asıl anlamıyla gülünç olan bu tiyatrodur; çünkü burada hiçkimse
“öteki”ni oynamamakta, herkes kendi rolünü kesmektedir, herkes kendini
oynamaktadır. Ötekinin kimliğini bürünmüş ben değil de, artık “ben”in(im)
dramını (dramımı) oynayan “ben” söz konusudur. İkizlenme değil, çakışma vardır
ve bu çakışma komiktir.
Komiktir;
“ben”i, “öteki”nin kimliğinin arkasına saklayarak arındırma olanağından mahrum
olan ve “ben”in kahredici darlığının içine hapsolan komedi filmi seyircisinin
kendinden kaçma çabası ve bu çabanın umutsuzluğunu fark edememesi acı
vermektedir.
Tabii, seyredeni seyredip, ona acıyan
da, aslında kendine acıdığı için komiktir.
Sh:15-20
Tarih,
insanın yaratıp, sonra kutsallaştırıp, nihayetinde çoğumuzun tapar hale
geldiği bir kelime ve her kelimenin olduğu gibi arkasında bir kurgu ve koskoca
bir anlaşmazlık yumağı bulunan bir muamma.
Tapını
unsurlarının neredeyse tamamı gibi kendinde bir varlığının olup olmadığı
meçhul; ama insanın bütün kendi yaratıp kendi taptıkları gibi bir arınma alanı,
bir ibadetgâh, bir kırk ambar. Ve tabii her kutsallık gibi, ona yönelik
“saygısız” ifadeler suç. Başka türlüsü nasıl mümkün olurdu ki, eğer tarih
kutsal değilse, bu dünyanın ölümlüleri nasıl tarihin ölümsüzleri olurdu? Eğer
tarih yoksa, biz neyin ürünüyüz? Her kuşak boşluktan mı doğuyor? Biz tarih
içinde oluşmuş bir dili konuşmuyor muyuz, tarihin derinliklerinden gelen
kutsallıklarla ruhumuzu terbiye etmiyor muyuz? Bildiğimiz her şey, geçmişten
kopup gelen dalgalar tarafından taşınmıyor mu?
Tarihin
bir komiğinin olabileceğini düşünmek, bunun üzerinde kafa yormak ve hatta bütün
tarihi komiklik perspektifinden okumaya kalkışmak sapkınlık değil de nedir?
Ama
eğer komik, öyle olması gerektiği düşünülen ve iddia edilenle, gerçekten olan
(bu gerçek bilinsin ya da bilinmesin bir şey değişmez) arasındaki kahredici
çelişkiden kaynaklanıyorsa, tarihin komik olmaktan başka olanağı ve olasılığı
var mıdır?
Aslında
zaten tarih diye bir şeyin olmadığı da rahatlıkla iddia edilebilir. Sonsuz
sayıdaki geçmiş yaşanmışlığın içinden bilebildiklerimizin arasına hiyerarşiler
ve nedensellikler koyarak, bütün olan bitenleri belirli kategorilerin
etrafında tasnif etme işlemine tarih adını takıyoruz. Ama bu, geçmişin kendinin
bütün anları ve unsurları itibariyle “tarihsel” olduğu anlamına her zaman ve de
çoğu zaman gelmez. Bu da yetmez; bütün yaşanmışlıkları bilsek bile, bunu bir
olasılık olarak düşünsek bile, bu yaşanmışlıkları etkileyen cansız doğa katkılarını
bilebilmemize hiçbir zaman olanak olmayacaktır.
Yaşanırken
“tarih” olarak inşa edilmeyen ve edilmesi mümkün olmayan bir sürecin, sağda
solda bıraktığı bazı izlerden hareketle, onun yaşanmışlığının sona ermesinden
itibaren ona yönelik olarak kurgulanan “gerçeklik”, tarihçinin öznel
gerçekliğinden başka bir şey olamaz. Çünkü tarihçiye yansıyan “gerçeklik” hem
kısmidir hem de seçilerek gelmiş ve seçilerek alınmıştır. Tarihin kendi
yığılmasının sonucu değildir; tarihçinin tasnifinin ürünüdür. Bunun yanı
sıra, geçmişten bize kalanlar, bu geçmişi güncellik olarak yaşayanların
önemsemelerinin doğrultusundadır ve bunları bize dayatmaktadırlar. Daha
doğrusu, geçmiş önemlilikler, önemliliklerin hiyerarşisi içinde bizim önemliliklerimizle
kesiştikleri ölçüde “önem” kazanabilmektedirler ve bunların gerçekten önemli
olup olmadıklarının kıstası kendilerinden değil, bizim kategorilerimizden kaynaklanmaktadır.
Ama
işin ilginç yanı, bu “önemsemeler” de, o çağın asıl tercihlerini değil,
egemenlerin o topluma ilişkin projelerini yansıtmaktadır. Eğer geçmişten bir
tek Thomas Morus’un
Utop'ıa’sı veya Jonathan Swift’in Gulliver’s Travels’ı kalsaydı,
İngiltere’yi gene şimdi olduğu gibi inşa eder, İngiliz tarihini aşağı yukarı
şimdi olduğu gibi anlamdırırdık. Yani bizzat yaşayanların tercihleri sandığımız
şeyler de aslında birer kurgudan ibarettir. Biraz daha somut zeminde yer
tutmak üzere, görkemli kiliseler, katedraller, saraylar, şatolar; bu binaların
iç süslemeleri, mimari üslupları, freskolar, saray galerilerinde sergilenen
veya kilise cryptolarında
saklanan tablolar, bütün bunlar bir devrin kendi midirler, yoksa bazı
kesimlerin o devre ilişkin imgeleri mi, idealleri mi? Veya en lüks eşyası iki
tahta tabure olan, masa yerine bir fıçı kullanılan, yatak yerine saman döşekler
serilen ve bütün bu görkemli yapılarla birarada bulunan çoğunluğun, ezici
çoğunluğun (elbette sayısal olarak) yerleri mi o toplumun kendi “öz”
tarihidirler?
İşte
derin bir çelişki ve demek ki çok büyük bir komik unsur. Yaşanmışlığın kendisi
böyle komikken, acaba tarihin kendi mi, yoksa anlatısı mı komiktir sorusu
meşruiyet kazanmaktadır ve buna verilecek “her ikisi birden” cevabı da aynı
derecede geçerli olmaktadır.
Tarih
bir başka nedenden daha komiktir. Elde bulunan verileri itibariyle oluşturulmuş
bir süreci, birbiriyle taban tabana zıt iki yönde de okumak mümkündür. Eski Yunan
şairi Hesiodos,
kendi dönemini demir çağı olarak görürken, ilk dönemlerin altın çağ olduğunu
ve insanlığın gümüş, bakır vb. çağ aşamalarından geçerek gerilediğini
söylemektedir. Hind felsefesi, tarihsel süreci bir gerileme, mükemmellikten
uzaklaşma olarak okumaktadır. Gene bu bağlamda, Batı Orta Çağı kendini bir
gerileme sürecinin sonuncu aşaması, cehennem olarak görmektedir.
Buna
karşılık, ister Hegel’inki, ister Marx’ınki veya bir sonu olduğunu söylese de
isterse Fukuyama’nmki olsun, çok sayıda tarih felsefesi; hem bu zikredilen
dönemleri hem de tarihin bütününü bazı kazalarla birlikte sürekli bir ilerleme
olarak görmektedirler. Tabii buradaki tarihin “bütünü” sözünün ne gibi
komiklikler üretebileceğini gündeme getirmekten şu an için kaçmıyorum.
Ama
tarihe ister ilerleme, ister gerileme açısından bakılsın, ona peşinen bir yön
ve hatta çoğu örnekte bir de amaç biçildiğinden, komik unsur başköşeye
çıkmaktadır.
Tarihin
yönü ve amacı olduğu varsayımı, tarihi tarih olmaktan çıkartır. Çünkü eğer
böyle bir şey varsa, insan tarihin aktörü değil, seyircisidir. Ama öte yandan,
eğer insan yapmıyorsa, oluşan sürece tarih denilebilir mi? Veya şöyle
söyleyeyim, hayvanların neden tarihi yok? Onlarda değişme, savaş vb. olmuyor
mu? Hayvanların tarihi yok, hayvan değişim sürecine değiştirici unsur olarak
değil, maruz kalan özne (ve nesne) olarak katılıyor. İnsana geri döndüğümüzde,
eğer o da önbelirlenmiş bir sürecin çeşitli aşamalarından geçmek zorundaysa,
elbette tarihin öznesi değil nesnesi olur. Ve öznesi olmayan bir süreç de tarih
değil, kader olur. Bu çelişki, komiktir veya başka bir ifadeyle din, bilim
sanılmaktadır. Tarih boyunca çok sayıda insanın buna inanıp, bu süreci hızlandırıp
yavaşlatmak için, kendininki de dahil bir sürü hayatı berbat etmiş olması ise
traji-komiktir.
Geçmişe
bakan gözlemcinin kategorileri, öncelleri ve malzemesi ile geçmişi (ama tümünü
değil, ancak bir kısmını) yaşayanların kategorileri, öncelleri ve malzemesi
arasındaki farklılık da komiktir. Bu noktada, komiklik esas olarak, geçmişte
kısmi olarak duranların total yer tuttuklarının varsayılmasından, bundan başka
olanak bulunamamasından kaynaklanmaktadır. Total bir tarih oluşturmanın
olanaksızlığı (olanaksızdır, çünkü geçmişi bütün unsurları ve anları
itibariyle yeniden yaratmaya dayanır ki, bu abestir), bütün tarihsel
perspektifleri zorunlu olarak kısmi kılmaktadır. Ama bazı istisnaların dışında,
her kısmi tarih kendini total terimler içinde sunmaktadır.
Totalite
olmaya soyunan bir kısmilikten daha komik çok az şey vardır. Çünkü kısmi
olduğu, olmak zorunda olduğu halde, geçmişi bütünsel olarak açıklamaya,
anlatmaya ve tabii sanki böyle bir bütünsellik varmış gibi davranmaya
kalkışan bir tarih, zorunlu olarak kurgusal ve tektonik olacaktır. Kurgu,
aralarında mantıksal bağlarla bağlanan bir hiyerarşiler, bir değerler, bir
“olması gerekenler” piramidi oluşturacak; mimari ise, bu piramidi o anın inşaat
kurallarına oturtacak, bir de üstelik “güzel” olması için uğraşacaktır.
Şimdi
işin içine estetik girmiş bulunmaktadır. “Güzel”! aramak, zaman veya mekân
içinde bir yerlerde duran mutlak Güzel’i, Güzelliğin kıstasını bulmak değildir.
Çok sayıda saf ruh, önlerine kendilerinin bağladığı bu havucun peşinden koşsa
da, estetik çaba belirli kategorizasyonlar doğrultu ve çerçevesindeki bir uyum
arama ve uyumlaştırma uğraşıdır.
O
halde, tarihin estetik yanı, yani mimarisinin güzelliği, her şeyden önce bir
uyum arayışı olarak ve geçmişle bağlantısı içinde bize ulaşırken çeşitli
kaprislerin müdahaleleriyle iyice seyrelen tarihsel malzeme, bu uyum arayışının
istekleri doğrultusunda elenecek, tasnif edilecek, kendi asıl kalıbının
dışındaki kalıpların içine yerleştirilecek ve sonuçta, gerçek yaşanmışlığın sahip
olmadığı bir düzenlilik içinde yeniden yerleştirilecektir. Delinin
akıllıyı oynaması veya akıl hastanesindeki deliyi oynayan akıllının, hekime
akıllı olduğunu kanıtlamaya kalkışması gibi bir durum. Daha da açık olmak
üzere, insanı sadece sapiens sayan, onun demens yanını ihmal eden bir tarihin
acınacak komikliği.
Bir
benzetmenin fazla olmayacağı umuduyla, cansız doğadaki kayalar, taşlarla
yapılan evin düzenliliği, örgütlülüğü ve halta işlevselliğinin, bu malzemenin
durdukları yerde dururkenki konumlarının ifadesi olmadığı son derece açık bir
gerçektir; ama tarih işte aynen böyle inşa edilmekte ve tarihçinin eline
aldığı, belki estetik, ama mutlaka mimari yeni biçimi onun özsel varoluşunun
yansıtılmasının kanıtı sayılmaktadır. Bu büyücü çıraklığı komiktir.
O
zaman tarih nedir?
Elbette
güncel bir konumdur. Hiç de tarafsız olmayan, olması mümkün olmayan, ama
çoğunluk itibariyle kendini öyle sanan bir gözlemcinin kusurlu bakışlarıyla
algıladıklarını sistemleştirmesinden ibarettir. Hangi tarih eseri olursa
olsun, tarihin kendisi hakkında ancak soluk bir yansıma ve fikir sunabilmekte,
ama tarihçinin kendinin ve döneminin imgeleri hakkında paha biçilmez ipuçları
sağlamaktadır. Ve buradan bir paradoks türetmek mümkünmüş gibi gözükmektedir.
Tarih, herhalde hiçbir zaman geçmişin kendinin aynasında tam anlamıyla
yazılamayacak, ama tarihçilerin yazdıklarından bazı kısmi ve kesitsel zihniyet
tarihi taslakları elde edilebilecektir. Buradaki paradoks, tarihçinin geçmişi
inşa etmeye çalışırken, aslında bir başka tarihçinin, ama bu kez zihniyet
tarihçisinin malzemesi, nesnesi haline dönüşmesidir.
Homeros’un
tanrıları sorumlu tutan tarihi, Herodotos’un Yunanlıları (hangisi, kim, hangi
sınıftan, hangi siteden?) merkez alan tarihi, Batı Orta Çağının, parşömen ve
hokkası hep elinin altında olduğu halde hükümdarın yanından hiç ayrılmayan
kronikçinin prens merkezli tarihi, Doğu vakanüvislerinin buna replik veren
vekayiname veya menkıbenameleri. Yeryüzü ideolojilerinin semavi ideolojilerin
yanı sıra belirmesiyle, merkeze ulusu, kahramanı, burjuvayı, işçiyi vb. koyan
bütün diğer tarihler; geçmişin kendinden çok, bunların yazıldıkları dönemlerin
ve yazan kişilerin toplum ve mensubiyet haritalarının bazı engebelerini açık
etmektedirler.
Su
birikintisiyle oynayan çocuğun burayı umman olarak hayal etmesi komik
değildir; o oyun oynamaktadır ve oyun, yapay bir dünya kurarak oynanır. Ama
tarihçinin kendi kurgusunu (kısmi bir tarih yapsa da, hatta bir köy tarihi
yazsa da) total olarak hayal etmesi komiktir; çünkü o, oyun oynamamaktadır. Ama
ciddiyet, oyun kalıp ve kurallarının içinde gurbettedir. Gurbet ise şaşkınlık
alanıdır. Şaşkınlık da hüzün verir, ama komiktir.
Sh:37-43
Friedrich
Engels, 19. yüzyılın ilk yarısı için, “Ingiltere’de
iki ırk yaşıyor; yünlü kumaş giyenler ile pamuklu kumaş giyenler” demişti.
Fizik bir takım farklılıkları tasnif ederek, ırkları sözümona bilimsel bir
şekilde ayıran ve kategorize eden antropologları kızdırma pahasına, insanları
alt dallara bölmenin her yönteminin aynı derecede geçerli veya geçersiz
olduğunu iddia etmek mümkündür. Beyaz ile siyah ırkı nitelik düzeyinde farklı
olarak teşhis edenler, yünlü ile pamuklu giyen ırklara itiraz etmemelidirler.
Çünkü sonuçta beyaz veya siyah olmak seçilemediği gibi, ne giyileceği de
seçilememektedir.
Bu
cins kategorilerin, o anki durumu saptamak ve bunu ebediyete kadar sürdürmek
yönündeki bir adlandırma, buradan giderek bir kavramsallaştırma çabası olduğunu
bilmek işi değiştirmiyor. Eğer bu gibi faaliyetlerden herkes bir şeyler elde
ediyorsa, bu tutuyor ve ebedi kategorilerden biri haline geliyor. Yani gramer
fiziğe galebe çalıyor. Daha doğrusu, dış dünyayı gramer aracılığıyla içselleştirebildiğimiz
için, gramerin yapay gerçekliği, sanal gerçekliği fiziğin hakiki gerçekliğini
örtüyor. O zaman gerçeklik ile hayal yer değiştiriyor ve gerçek kılığına giren
hayal ile idealize edilmiş duruma ayna tutmak ise kutsala hakaret haline geliyor.
Kutsal ise bir şeylerin gizlendiği anlamına geliyor. Yani kutsal da bir gramer
sorunu.
Bu
açıdan, her soyluluğun tabanında ve temelinde bir soysuzluk vardır gibi bir
önermeyle işe başlamak, bir insan halinin komiğini saptamaya soyunmuş bir
yazının bizzat kendini komik hale getirmektedir. Çünkü soysuzluk, ancak
soyluluğa göre tanımlanabilir ve soyluluğun kökenine soysuzluğu oturtmak da bir
abese imza atmak olmaktadır. Yani soysuzluk soylu davranışların olmaması
haliyse, soyluluk buradan nasıl türer dilemması... Ama bu da bir gramer
sorunudur; çünkü bir halin kendinde soylu olması diye bir şeyin olmadığını
artık biliyoruz. Onu öyle tanımlamış ve adlandırmış olmak, varlığına denk
düşmemektedir.
Zaten
bir dilemma da yoktur, bu sadece dilsel bir yanılgıdır; çünkü soyluluk ile
soysuzluk bir ve aynıdır ve zaten onu komik kılan da bu olmaktadır. Herhangi
bir kadından herhangi bir erkeğin dölü olarak doğmakla, ünvanı olan bir
kadından ünvanlı bir babanın sülbü olarak doğmak arasında hiçbir fizik fark
yoktur, yalnızca gramatikal bir fark vardır. Zaten doğada sıfat da yoktur, eğer
gramer bunu icad etmeseydi, doğa bugünkünden farklı olmayacaktı. Hatta
soylunun dar bir çerçeve içinde eşleşme zorunda olması, o sektörde bazı
genetik bozulmalara yol açabilmektedir. Gramerin fiziği etkilemesinin bu
örneği, belki de bir cins uygarlık tanımı olarak alınabilir.
Ama
armalı bir yatakta doğmanın avantajları vardır. Bu avantajların başında,
çalışmama ve dolayısıyla başkalarının emeğinden geçinme hakkı gelmektedir.
Çalışmadan yaşamak ise, ideoloji üretmek anlamına da gelebilir. İdeoloji ise,
doğanın dilinin yerine insanın bir bölümünün dilinin ikame edilmesi demektir.
Veya başka bir söyleyişle, doğanın gramerinin yerine dilin gramerini geçirmek.
Tarih
içinde geriye gidildiği ölçüde güçleşen koşullarda çalışan ve ancak
karınlarını doyurabilecek kadar üreten insanların, bu sofra ortaklarına rıza
göstermeleri için, onların soysuzluklarını gizlemek üzere hem kutsallaşmaları
hem de ihtişama bürünmeleri şarttır. Çalışan insanların soylulara karşı
korkuluk çıkartmamalarının yegâne nedeni, kuşların ihtişamdan ve kutsallıktan
anlamamalarıdır.
Yaşamak
için çalışmak yerine başkasının emeğine ortak olmak gibi ince bir kurnazlığın
koridorlarında dolaşarak oluşan soyluluk, modası geçtikçe soytarılaşacaktır.
Kendini doyuran halka hep daha fazla soytarılık yapacak, buna soylu yaşam
biçimi adını takacak ve velinimeti halkı ölürken bile eğlendirecektir.
Başkalarının lokmalarından çalmak için geliştirilen ve koskoca bir kurallar
bütünü haline gelen bu hayatı yaşarken gösterilen ciddiyet ile bunun altındaki
soysuzluğun pespâyeliği arasındaki çelişki, komiğin ta kendisidir.
Soyluluk dünyanın her yerinde uşaklıktan
çıkmıştır. Bunun en iyi örneklerine sahip olduğumuz Batı Avrupa’da, feodal denilen
dönemin başlangıcında, merkezi devletin un ufak olarak dağılma sürecine girdiği
dönemde, eline silah geçirebilenlerin (elbette devletin silahı), perakende hale
gelmiş halkı koruma bahanesiyle şatolara çekilmesi esnasında soyluluk doğmaya
başlamıştır. Toprakların
ve insanların efendisi haline gelen bu kişiler, silahlarını çoğu zaman
koruduklarını iddia ettikleri halka yönelterek onlardan parsa toplamışlardır.
Ama hikâye böyle devam edemezdi. Manevi yardımlar gerekirdi. Nitekim, başka
bir bedavacı olan Kilise, kader arkadaşının yardımına koşarak, insanların dua
edenler, savaşanlar ve çalışanlar olarak üç tabaka halinde yaratıldıklarını
söyleyerek soysuzluk-soyluluk diyalektiğinin ideolojisini inşa etmiştir. Bunu
yaparken, inandırıcı olabilmek için de kiliseleri çok süslemiştir.
Bunun
arkasından bir dizi kutsallaştırma gelmiş, şövalyelik kutsal kılınmış,
şövalyenin evliliği kutsal hale getirilmiştir (halkınki değil; bu, çok
sonraları olacaktır) vb. Her şeyi kutsal hale gelen soylu, zaten başından itibaren
yaldızlı kıyafetler giyinmiş, her alanda farklılık üretmiştir. Çinli soyluların
çalışmadıklarını göstermek için sonsuza kadar uzattıkları tırnakları veya
halktan üstünlüklerinin simgesi olarak giydikleri çok yüksek topuklu
takunyaları şöyle bir akla getirivermek soylunun dramını ortaya koyacaktır.
Soylu
dünyanın her yerinde farklılığı mesleğinin birinci koşulu haline getirmiştir.
Bu bağlamda, aşkın bir Batı soylu icadı olması şaşırtıcı değildir. Bu arada,
soylu üretemeyen ülkeler de vardır. Bunların başında bizimki gelmektedir.
Ülkenin tek bir kişinin malı sayıldığı Osmanlı yönetimi, soylu üretmekten
şiddetle kaçınmış, sonra saltanatın tasfiyesi sırasında, “saraylı” namı altında
bazı saray uşaklarının bir soyluluk yaratma gayretleri komik bile olamadan
sönmüştür. Ama soylu yaratmamak, yaratamamak olarak belirdiğinden, bir marifet
olarak algılanmamalıdır.
Soylunun
yaşadığı dünya bir tiyatro dekorudur. Siyasetin (yani kim, kimin emek
ürünlerine, ne kadar el koyacak) belirlendiği, aşkların yaşandığı sahnenin
merkezinde saray yer alır. Soylunun konağı olan bu sahneye giriş çıkış yapan
oyuncular, ezberlenmiş replikler söyler, talim edilmiş hareketler yapar,
tasarlanmış kıyafetler giyerler. Bunlara sonradan adabı muaşeret kuralları
veya yüksek sosyete yaşamı da denilecektir. Soyluluğun yapaylığının daha geniş
kitleler tarafından paylaşılır hale gelmesi bir demokratikleşme olarak
yutturulmaya çalışılsa da, aslında burjuvazinin soylu rolüne soyunmasının bir
göstergesidir ve La Fontaine hikâyelerindeki tipler kadar gülünçlükler üretmektedir.
Soylu
tiyatronun düzeni öyle bir şekilde kurulmuştur ki, aslında bu sahneyi ve
müştemilatını çalışmadan yaşamak üzere icad eden soylu ve onun yardakçısı
Kilise de çalışmak zorunda kalmışlardır. Sömürdüğü, üzerlerine basarak
yükseldiği insancıklar, bu tiyatronun daimi ve her zaman meraklı seyircileri
olarak soyludan hep yeni numaralar beklemektedirler. Sonuçta belirleyici olan
halk olmakta; tiyatro onlar için oynanmakta; yüceliği yaşadığını sanan
soylunun acınası soytarılığı, sefaletin, insan sefaletinin diplerini
yoklamaktadır.
Fakat
halk tiyatroyu seyrederken, bunu hakiki sanmak gibi temel bir kusura sahiptir.
Bu başat yanılgı, insanlık komedisinin de çıkış noktasını meydana
getirmektedir. Hakikat ile hayal arasındaki bu ayırımsızlık, komik ile trajik
arasında da aynı türden bir ayırımsızlığa götürmektedir. Daha doğrusu her
komik trajik olmakta, ama her trajediye de gülünmektedir.
1000 yıllarına doğru yaşayan münzevi
evliya Romuald, hayatını aralarında geçirdiği Umbrialı dağlılar tarafından
öldürülme tehlikesi atlatmıştır; aslında dağlılar onu çok sevmekte, ona büyük
saygı duymakta, hatta tapmaktadırlar; ama onun başka yerde ölerek kutsal
kemiklerinden kendilerini mahrum bırakmasını istememişlerdir. Aynı duyguları
taşıyan Fossanova manastırı keşişleri, burada ölen Aquinolu aziz Tommaso’nun
kafasını kesmişler, üstadın etlerini tam anlamıyla kavurma yapmışlardır; amaç
gene, kutsal kemikleri elden kaçırmamak ve paylaşmaktır.
Halk
soyluların düğünlerine nasıl gidiyorsa, idamlarına da öyle gitmiştir. Örneğin
Fransız Devrimi sırasındaki idamlarda, yüzbinlerle ifade edilen kalabalıklar
oluşturan halk, olanı biteni seyrederken bir yandan da piknik yapmakta, dans
etmekte ve burada ayı oynatıcılar, cambazlar, iki idam arasında gösteri
yapmakta, fahişeler icrai sanat etmekteydiler.
Soylunun
bedavacılığının sonucu ağır bir dramdır, soylu kendini içine kapattığı ve
soyluluğunu sayesinde ürettiği tiyatrosunun dışına asla çıkamaz. Yemeğini
yerken, sevişirken, yıkanırken hep seyredilir. Çünkü o seyredilmek için
vardır, nadir olmayı o istemiştir ve nedret merak uyandırır. Çünkü o ebedi bir
palyaçodur, makyajlı ve tuhaf kıyafetli, tuhaf işler yapan, tuhaf yaşayan
birisi. Ama kutsallaştırıldığı için, öldüğünde bile rahat edemez, herkes ondan
bir kemik parçası kapmaya çalışır ve bu yüzden seyircileri soyluyu bir an önce
öldürmeye çalışırlar.
Günümüzde,
halktan da soylu olmaya soyunanlar ve bunu başaranlar çıkıyor. Bazı sporcular,
şarkıcılar vs. Sonra hepsi birden, o kocaman sahnenin üzerinde katlediliyorlar;
kemikleri, saçları, kıyafetleri kutsal emanetler olarak paylaşılıyor. Onlardan
ise en ufak bir şikâyet çığlığı yükselmiyor. Çukulata yaldızına sarılı olarak
herkesin içinde yaşamanın bedeli, tek başına ölememek oluyor.
Bu
yazı, şatafatının karşılığını ödeyen zorunlu ve daimi seyircilerinin
temsilcilerinden kaçarken ölen ve kaçtığı için ağır bir görev kusuru işleyen,
İngiltere saray sahnesinde GaJler prensesi rolüne çıkan Diana’ya ithaf
edilmiştir.
Sh:51-56
İnsan
ölülerini gömmeye bundan herhalde 50.000 yıl kadar önce başladı, belli
belirsiz bir öte dünya fikrini de üreterek. İlk mezar, ilk süs, ilk sanat
eseri sayılabilir, buna bir de avın bereketini artırmaya yönelik olarak mağara
duvarlarına veya av aletlerine çizilen, kazman hayvan figürlerini de eklemek
mümkün. İlk mezar, ilk sanat ama toplumda çalışmasına gerek olmayacak kadar
önemli bir yer edinenlerin öncelikle gömüldüklerini, mezarların ilk önce onlar
için yapıldığını da unutmamak gerekiyor. Çalışmaya katılmamak için bir
marifetlerinin olması gerekiyordu ve marifet de ancak manevi alana egemen
olmaktan geçiyordu. Maneviyatın maddiyata egemen olması, ilk dinin örgütlenmesi
ve ilk din adamlarının ortaya çıkmasıyla olmuştur ve ilk şarkıyı da onlar
söylemişlerdir, tanrılarla temas kurmak için.
Sanat,
her toplumda ve her zaman dinsel bir işleve sahip olmuştur. Daha açıkçası,
sanat büyünün, sihrin, astrolojinin, simyanın, dinin somutlaştığı çizgiye,
renge, biçime, sese... dönüştüğü alan olarak belirmiştir. Sanat insanın
doğaüstünü anlamak, adlandırmak ye evcilleştirmek için yarattığı alternatif
doğadır veya doğaüstünden yılgınlığını yatıştırmak isterken doğadan kaçmasının/kaçınmasının
sürecidir.
İnsanın
macerası paradokslarla doludur ve zaten insanın varoluşu da paradoksaldır.
Sanatı oluştururken ki tutumu da tipik bir insani paradoks oluşturmaktadır.
Tanrının eseri olan doğayı anlamakta zorlanan ve bu uğraşta çoğu zaman yaya
kalan insan, onu yeni baştan ve sanat biçiminde kurgulayarak gerçek doğanın
yaratıcısına saygısını sunduğunu sanırken, onun işlevlerini elinden almaya
kalkıştığını ve bizzat tanrı olmak gibi bir yola döküldüğünü doğrusu fark
edememiştir.
Sanat
bir yakarış, yaratıcıyı bir yüceltme olduğu kadar, yapan insanın ve
benzerlerinin aczinin, korkusunun, çaresizliğinin ifadesidir; ama bu
çaresizlik, çaresizliğin nesnesinin inkârına götürecektir, Tanrıdan yola çıkan
sanat sonunda tanrısız olmak zorunda kalacaktır. Korku şekle, biçime, forma
girerken ortaya sanat çıkmaktadır. Karanlıkta mezarlıktan geçerken çalman
ıslık melodi olmakta, senfoniye doğru yol almaktadır. Resim ve heykel görünmeyeni
görünür kılma çabasıdır, edebiyat ise “önce söz vardı”
nın güzergâhı üzerindedir.
Sanat
dindir ve din sanatta vücut bulur. İster ilkel, ister gelişmiş ve felsefi
boyut kazanmış olsun bütün dinler tanrı veya tanrılarını tecessüm ettirme
ihtiyacı içinde, sanatın şekil verme işlevinden sonuna kadar yararlanmışlardır.
Çarmıha gerilmiş İsa’yı tablo veya heykel halinde görmemiş bir hıristiyan,
hıristiyan olabilir mi? Homo religiosis dans ederken, şarkı söylerken,
kurban keserken, tanrı heykeli ve resmi yaparken ibadet etmekte, tapınmakta ve
ruhunu kurtarabilmek üzere biçim verme becerisini geliştirmektedir; ama her
ibadet mutlaka belli bir form içinde olduğundan, o da bir sanat eseridir ve
böylece ibadet ile sanat iç içedir, biri olmadan öteki olamaz.
Ama
Nietzsche’nin dediği gibi “Tanrı öldü!” nidası yükselince ne olur? Sanat ezeli
sükûnetini ve yararlılığını sağlayan ana kucağından mahrum kalır, ona artık
“git ekmeğini kendin kazan” denilmiştir; bu durumda her bir sanatçının mini
bir tanrıya dönüşmekten başka çaresi kalmaz. Yarattıklarının sorumluluğu
sadece kendine ait olan mini bir tanrı, kullan ise eserlerinin hayranları.
Michelangelo’nun
Sixtine Şapeli’nin tavanına resmettiği melekler onun yaratıları değil,
Tanrının yarattıklarının biz sıradan insanlar için cisimlendirilmiş
suretleriydiler.
Gotik kiliselerin göğe yükselen flecheleri, camilerin kalem gibi ince
uzun minareleri; pagodaların, zigguratların, piramitlerin kat kat yapıları,
yapanların yaratma ihtiyacının değil tanrıyı gösterme, işaret etme tutkusunun
sonucuydular. Sanat eskiden gizli olanı ifşa ederdi. İfşa etme yeteneğine
sahip olanlar seçilmiş kişilerdi, yani açıkçası sanatçılar, tanrının
peygamberleri, insanlara yol göstersinler diye gönderdiği seçilmiş
kullarıydılar.
Sanatçı
tanrıdan mahrum kalırsa, onun eserini ifşa etmek, açıklamak, ululamak değil
de, kendi eserini yapmak, göstermek zorunda kalırsa ve bir de üstelik anlaşılma
sorunlarıyla karşı karşıya kalırsa, sanat gerçek anlamıyla sanat olur; ama
sanatçı da nevrotik bir minik tanrı haline dönüşerek yaratmanın, yaratıcılığın
yükünü sırtlanır.
Ve
bundan beteri, sanat sanat haline gelirken, yani dinsel-tanrısal içeriğini
kaybederken işlevsiz kalır ve böylece kendi olurken kendini yok etmeye başlar.
Biçim
vermek, olmayanı yaratmak, evet sanat bu; ama biçimin hangi biçimde olacağının
ölçüsünü koyan başat bir matrisin artık olanaksız olması (çünkü sanat artık dinden
koptu), her biçim vermenin sanatın yüce kapısından duhul etmesine yol açar.
Sanat
demokratik ve eşitlikçi olamaz, ancak pespâyeleşebilir. Bach’ın Passionlarmdan
en adisinden sokak parçalarına kadar her bestenin artık “sanat” içinde yer alıyor
olması, ölçünün olanaksızlığının sonucudur.
Sanat
methetmezse, yüceltmezse, sanatçı aczini ifade etmezse, yani sanat sanat
olursa, sanat ortadan kalkmaya ve kitlesel olarak üretilen ve tüketilen sıradan
metaların alanı olmaya yönelir.
Yegânelik
değerin kıstasıdır; çoğalan değer kaybeder. Tanrı tek ise, ona yönelen şeyler
bu yegânelikten payını alır; tanrılar çoğalınca işler sarpa sarar.
İbrahim
Erkal adındaki bir arabeskçinin, Savaş Ay adındaki bir master of ceremony'nin
yönetimindeki “A Takımı” adı verilmiş bir sirk eğlencesinde, bir orta oyununda,
“Konservatuardan neden star çıkmıyor?” (Bu, “Konservatuardan star çıkmaz”ın
yumuşatılmış halidir) sorusu, sanatın sanat olurken kendini yoketme sürecinin
artık terminus’una gelindiğini
gösteren en veciz ifade olmaktadır.
“Akademik”
sanatın hiçbir “manâ ve ehemmiyeti” kalmamıştır ve pespâye kurallıyı kovmakta,
kitleselleşebilen, avamileşebilen ayakta kalmaktadır. Tanrılığa
soyunmanın bedeli vardır. Müridi olmayana tanrı denilemez; ama herkes kendine
mürid edinebilir ve insanlar kendilerine daha çok benzeyenlere tapmaya
bayılırlar.
Çalıntı
ve derme çatma bir besteyi, bet bir sesle ve her türlü müzikaliteden nasipsiz
bir şekilde söyleyen baldır bacak bir hanımın veya bıçkın bir beyin
“hanımefendi sanatçı”, “süper star”, “sanat güneşi” ünvanlarını rahatça iktisap
edebilmesi “sanatın sonu”dur.
Çünkü
sanat, sanatı öldürmüştür ve artık sanatçı ile simitçi arasında hiçbir fark
kalmamıştır.
Sh:77-80
Toplum
zorunlu olarak düzen gerektirir. Toplum bizatihi düzen demektir. Bu düzeni
tanımlama ve nasıl olacağına karar verme çabasına siyaset, nasıl işleyeceğini
tanımlama yetkisine de iktidar adı verilir. Ama insan beyni bir şeyi ancak
zıddının (veya zıddı kabul edilenin) aynasında kavrayabilir; bu yüzden her
düzen mutlaka bir düzensizliğe göre tanımlanır. Kozmosa razı olmanın bedeli
kaos korkusudur ve kaosun ne olduğu hiçbir zaman bilinemeyeceğinden, bunun da
içeriği kozmos/düzenin aynasında oluşturulur. Yani düzeni bozan her şey kaos
olarak tanımlanır ve böylece düzen, zamandan ve mekândan azade bir şekilde,
“mutlaka olması gereken” olarak yüceltilir. Bunun içinden çıkmak çok zordur.
Bu
kendini reddeden sarmal, yani düzeni düzensizlik ve düzensizliği de düzenle
açıklayan paradoksal iddia, aslında çok uygun bir alet sayesinde canını
kurtarır ve varlığını sürdürür, üstelik neredeyse tartışılmaz bir şekilde. Bu
alete ben marjinalite adını veriyorum. Yani kıyıda olmak. Ama acaba düzenin
kıyısı mı, yoksa düzensizliğin mi?
Hangisi
olursa olsun, marjinalite de ister istemez bir düzendir ve belki de tam
tutmamış bir yoğurt gibi, düzensizliğin unsurlarını da barındıran bir geçiş
hattı gibi gözükse de, büyük düzenin kıyısında kalan (?) paralel bir düzenden
başka bir şey değildir.
Kıyısallığı
(marjinalliği) düzensizliğinden değil, büyük düzene nazaran türev konumundan
gelir.
Bunun
böyle olduğunu, her toplumun kendi marjinalini tanımlayıp üretmesinden
biliyoruz. Yani marjinalliğin bizatihi bir konum olmadığını, kendi başına bir
varlığının olmadığını/olamayacağını, marjinalliğin düzen tarafından ve bu tanımların düzen
değiştikçe değişmesinden anlıyoruz. Bu durumda marjinal, düzen tarafından öyle
adlandırılan ve
sınıflandırılan, tarihsel ve mekânsal olarak değişken durum ve konumdur.
Örneğin pagan Roma’da, ilk Hristiyanlar düzen açısından marjinal iken, bu dinin
resmiyet kazanmasının ardından bu kez paganlar
marjinalitenin içine düşmüşlerdir. Ancak, söylemimiz açısından asıl marjinalce konumu, bu konumun isteyerek ve bilerek
seçilmesi halinde ortaya çıkanıdır.
O
halde marjinalite, tersi ne kadar iddia edilirse edilsin esas itibariyle
düzenin bir unsurudur ve bundan da beteri
düzenin kendini her gün yeniden üretebilmek üzere ihtiyaç duyduğu bir
aynadır. Malum, ayna nesneleri sağ-sol doğrultusunda ters gösterir. Bizim
sağımız, aynanın solu... Böylece düzen ile marjinalite, tersi ve yüzü olarak
birbirlerine muhtaçtırlar ve aynaya baktıkları zaman kendilerini değil (kendi
realitelerini değil), terslerini (zıtlarını değil virtüalitelerini, ama belki
de bu virtüalite reelin ta kendisi de olabilir) görürler. Bu durumda, bu
ikisinin aynı gerçeğin ters yönlü yansımaları olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır.
Hangi
gerçeğin?
İnsanın,
yalnızca insanın bir uygarlık yaratısı olduğu gerçeğinin. Veya başka bir
söyleyişle, homo erectus olarak doğadan kopmaya başlayanın doğadan
uzaklaştığı ölçüde insan olabilmesi gerçeğinin.
Veyahut,
hayvanlar âleminde marjinallik ve marjinal yoktur. Ekolojik çevrenin besin
zinciri içinde hayvanlar birbirlerini yerler, sonunda da ölüp giderler,
arkalarında herhangi bir iz bırakmadan (belki birkaç fosil hariç). Oysa insan,
besinini ekolojiden değil de ekonomiden (paralel doğa veya doğal doğayı giderek
yokeden düzenlenmiş doğa) sağladığı için, marjinallere de bakabilir ve zaten
uygarlaştığı ölçüde yeni marjinalik tipleri üretir, ama esas gerçek değişmez,
marjinal bir asalaktır. Düzenin sürmesi için ayna olma karşılığında, toplum ona
iktisat aracılığıyla bakar (iktidar tarafından bakmak zorunda bırakılır).
Çoğu
zaman söylenen ve inanılan ama bu yüzden de yanlış olan temel kavrayış,
marjinalin sıkı bir muhalif, hatta düzen karşıtı olduğu yönündedir. Bunun
tamamen tersi geçerlidir. Marjinal, neye nazaran marjinalse, onun sürmesinden,
hatta pekişmesinden en çok yararı olan kişidir. Eğer bir marjinalin
marjinalliği bir tercih sonucu ortaya çıkıyorsa, kendinin marjinal olmasına
olanak/izin veren bir düzenden, belki de vermeyecek bir düzene geçişi istemesi
için hiçbir neden yoktur. Zaten marjinaldir, eğer bunun sürmesini istiyorsa,
düzenin de sürmesini isteyecektir.
Türkiye’nin
ünlü “marjinal”lerinden Neyzen Tevfik genel tipolojinin dışına çıkmamış ve
hicvetmiş, ama değiştirmeye kalkışmamıştır. Zaten değiştirmeye
kalkışsaydı devrimci olurdu ve devrimci de hiçbir koşulda marjinal değildir.
Ağzı
bozuk, alkolik bir ney ustası görüntüsünün bu kadar tutulmasının nedeni,
lâkabına da giren bir sazı çok iyi çalmasından başka bir şey olmalıdır. Çünkü
ülkemiz öz dâhilerini harcama konusunda eline su dökülemeyecek bir konumdadır
çok şükür!
Bana
kalırsa, Neyzen Tevfik bir cins “kralın soytarısı” olduğu için bu kadar geniş
bir ilgi ve korumaya mazhar olmuştur. Katı bir siyasal sistemin içinde,
insanların ruhlarındaki kabarmaları boşaltmaları için bir supap olmasına
olanak verilmiştir. O da, her türlü tehlike geçtikten sonra yaptığı hicivlerle,
insanların anlık ve sanal olarak rahatlamalarına olanak sağlamıştır.
Neyzen
Tevfik nasıl ney çalardı?
Bir
virtüöz muydu? Neyle virtüöz olunur mu? Neyin içerilmiş mistikliği o aleti
çalanlara vehmedilmekte midir? Bilmiyorum. Neyzen Tevfik’in şiirlerinin ise
ahım şahım olmadıklarını biliyorum. Ama kişimizin sanatsal değeri her ne olursa
olsun, onu seçmiş olduğu marjinallik içinde dengede tutanın, bu haliyle
topladığı alkışlar olduğunu biliyorum. Oynamış ve kazanmıştır.
Kraldan
tekme yiyen “resmi” soytarı, gerektiğinde hiç kimsenin yapamayacağı bir şeyi
yapar ve o aynı krala ağzını doldura doldura küfür edebilir. Bu
durumdan kral da, soytarı da memnundur. Halk küfür edeceğine soytarı etsin.
Sokaklarda dileneceğine her an yemek bulabileceğinden emin olan soytarının
küfürü, aslında iktidarın devamının garantisidir.
Nazım’a,
Sabahattin Ali’ye, Mustafa Suphi’ye, onlarca gence... bir gün bile tahammül
edemeyen iktidar Neyzen Tevfik’i baş tacı ettiyse...
Sh:93-96
Siyasetçilik
dünyanın en eski mesleğidir. Bu konuda başka rivayetler varsa da, bunlar tarih
bilgisizliğinden kaynaklanmaktadır. Nerede toplum varsa, orada siyasetçi de olmuştur,
ama siyaset de olmuş mudur? İşte bunu belirlemek dünyanın en kolay işlerinden
biridir. Çünkü bugünkü dünyaya bakıldığında, siyasetçiliğin azgelişmiş ülkelere
özgü bir meslek olduğu ve bu cins ülkelerde siyasetin en küçük bir örneğine
bile rastlanmadığı görülmektedir. Siyasetçi, siyaset yapmaktan çok siyaset
satan kişidir. Aslında
üretilmemiş bir siyaseti sattığı için, bir hayal taciri olarak da kabul
edilebilir. Bu bağlamda Holywood’da bir zamanlar rüya üretip satan film
yapımcılarıyla yakın bir akrabalık içindedir. Daha açıkçası, olmayanı satmak
siyasetçilik mesleğinin özünü meydana getirir.
Arabanın
kıt olduğu yerde şoförlük meslek sayılır, sonra herkesin otomobili olunca, bu
işin musluk açıp kapatmak gibi bir şey olduğu anlaşılır ve meslek olarak kabul
görmekten çıkar. Siyasetçilik de, siyaset yapmasına izin verilmeyen
toplumlarda görülen bu cins kıtlıktan meslek yaratma kurnazlığı ve
fırsatçılığının ürünü olduğundan, siyasetçinin en önemli faaliyeti, herkesin
siyaset yapmasını engelleyen unsurları ve kurumlan korumak ve bunlara yenilerini
ilâve etmektir.
Siyasetçi
mesleğinin vazgeçilmezliğini ve yüceliğini, bu mesleğin etrafında bir kutsallık
halesi yaratarak korumak, güçlendirmek ve sürdürmek ister. Bu nedenle/amaçla
çoğu zaman anlaşılmaz bir dil konuşur; çünkü anlaşılan, hele herkes tarafından
anlaşılan bir şeyin kutsal olması olanaksızdır. Bu
dilin grameri yoktur; çünkü siyasetçinin kutsal söyleminde fiil çekimi, kipler
ve zamanlar bulunmamaktadır. Bu dil tek zamanlı (yani zamansız) olup, yalnızca
geleceğe ilişkin bir vaadler silsilesi halindedir. Kendinin olmayan
zenginlikleri kontrol yetkisini alabilmek için, başkalarının kesesinden rüşvet
vermeye dayalıdır. Siyasetçinin rüşvet almakla suçlanması alışılmış
bir şeydir, ama onun esas itibariyle esaslı bir rüşvet dağıtıcısı olduğu çoğu
zaman gözden kaçmaktadır. Ne şimdisi ne geçmişi olan siyasetçi söylevinin
gelecekte yapılacakları anlatan ana gövdesi, bir ayinin esas duası gibi
söylenmek zorunda olduğundan, siyasetçi yeni şeker yemiş biri gibi ağdalı ve
yapışkan bir şiveyle konuşur.
Tek
zamanlı (zamansız) siyasetçi söylevi, madde dağıtımına ilişkin olduğundan,
manevi bir ortamda ve üslupta sürdürülmelidir. Oyunun kurallarını çok iyi
sökmüş olan seçmenler veya mama dağıtımından paylarını bekleyenler, bu yüzden
onu huşu içinde dinlerler. Bu dinleyişteki heyecan, her canlının hayatta kalma
içgüdüsüyle örtüştüğü/ ondan kaynaklandığı için, siyasetçi dağıtacaklarının
nasıl üretileceğine değil, nasıl daha büyük paylar halinde üleştirileceğine
ağırlık verir.
Siyasetçi
işleri konuşarak halleden kişi olduğu kadar, “gibi yaparak” çözmenin sırrına
varmış kişidir de. Bilgili, cesur, atak, yakışıklı, akıllı... gözükür. Bu “gibi
gözükme” seansları sırasında bir cins allegorik (temsili) oyun oynar, hatta bizzat
allegori olur; ama bunun gerçek olduğuna inanmasa dahi, diğerlerini inandırdığı
ölçüde başarılı olur.
Siyasetçiler türdeş değillerdir.
Cinsleri vardır ve cins olan heryerde olduğu gibi, aralarında hiyerarşi(ler)
bulunur. Siyaset veya
daha doğrusu, siyasetçiyi üreten “izin verilmiş siyaset” alanını meydana
getiren piramidin zirvesinde nelere izin verildiğini, nelere de verilmediğini
bilenler yer almaktadır. Bunlara, yerine göre parti başkanı, akil
adam, devlet adamı veya büyük siyasetçi gibi sıfatlar takılır. Bunların sayısı
bir elin parmaklarını nadiren aşabildiği için çok değerlidirler; bu yüzden
kimse onları yerlerinden etme riskine giremez. Nelerin
izinli olduğunu belirleyen gücün temsilcileri arada bir ölçüyü kaçırıp onları
tatile yollarlarsa da, kısa bir süre sonra geri döner ve daha koltukları
soğumadan tekrar yerlerine otururlar.
Hiyerarşide
bir basamak aşağı inildiğinde, önderin veya “baba”nın veya “padre padrone”nin
etrafında sıkı bir kuşatma hattı meydana getiren kıdemli siyasetçiler grubu
görülür. Bunlar o kadar çok sırra vakıf olmuşlardır ki, toplama yapmaktan aciz
olanları bile maliye bakanı olmayı umud edebilir ve bu umudu rahatlıkla
gerçekleşebilir.
Aşağıya
doğru üçüncü kademede, bazı yasal zorunlulukları yerine getirmek üzere
milletvekili yapılanlar yer almaktadır. Parlamentoda
temsil edilmek ve bazen de fırsat düşerse iktidar olabilmek için bir miktar
mebusa ihtiyaç olduğundan, bu kademedeki siyasetçiler önderin seçtikleri olarak
meclise girerler, ama kendilerine tembih edilmiş olduğu üzere, halk tarafından
seçildiklerini ve onun emrinde olduklarını sürekli söyler dururlar. Baş
görevleri halkın hizmetinde olunduğu izlenimini vermek olduğundan, sürekli
olarak edebi ve hamasi bir üslupla konuşurlar, kapalı kapıların ardındaki
pazarlık ve paylaşımları asla açık etmezler. İçlerinden nadiren böyleleri
çıkarsa, bunların meslek onur ve haysiyetinden nasiplerini almadıklarını düşünür
ve ilân ederler.
Dağıtımdan
daha büyük pay kapmak isteyen insanlar (bunlara bilinçli vatandaşlar
denilebilir), parti üyesi ve Allah yardım ederse delege, belediye meclis üyesi
vb. olurlar. Bunlar da siyasetçi loncasının tabanını, yani aşağıya doğru
dördüncü kademeyi meydana getirirler. Büyük siyasetçiler bunlara “ayak takımı” derlerse
de, onlar kendilerini ülkenin en “vatansever” kesimi olarak görürler. Çok
faaldirler, ekmeklerini haketmek için oy toplarlar, kongrelerde işaret edilen
kişilere veya iyi mama dağıtacaklara oy verirler, gerektiğinde sıkı bir
iskemle savaşma girişirler.
Öte
yandan siyasetçi yaman bir yenilikçidir, yeryüzündeki bütün değişimleri izler
ve hemen uygular, örneğin sarı kravat moda olursa, ilk önce o takar.
Siyasetçinin
en büyük korkusu demokrasidir. Çünkü demokrasi geldiğinde, herkesin
arabası olduğunda şoförlüğün meslek olmaktan çıkmasında olduğu gibi, siyaset
herkesin işi haline geleceğinden, neslinin kuruyacağını bütün bedeni ve
ruhuyla hissetmekte ve kendine can veren kapışma sisteminin asıl demokrasi
olduğu konusunda bizi ikna etmek için canım dişine takmaktadır. Yani devlet
memurlarından bazıları demokrasi uğruna adam öldürmekte, esrar ve silah
kaçakçılığı yapmakta, tutuklulara işkence etmekte, yargısız infazda
bulunmaktadır...
Siyaset
ile siyasetçinin birbirini dışlayan, biri varken diğerinin yok olduğu iki zıt
bizatihilik olduğunu keşfeden toplumlara gelişmiş sıfatını veriyorlar.
Sh:
127-130
Nam-ı
diğer, delikanlı, külhanbeyi, kabadayı veya sadece Erkek. Doğal bir konumu bir
meslek haline dönüştürme beceri ve zekâsına sahip bir tür. Azgelişmiş ülkeler
ile gelişmiş ülkelerin gelişmemiş bölgelerinde bolca yetişir. Kimliğini taştan
çıkartır ve esasen varoşların “devrimci” sesini meydana getirir. Büyük
şehirlerde üreyen türleri uzmanlar tarafından daha önemsenmektedir. Kırsal
bölge “erkek”leri, şehirli “erkek”lere nazaran arkaik ve demode bulunmaktadır.
Üniformalı
gezer. Düğmeleri beline kadar açık gömleğinin içinden mutlaka nazarlık veya
altın künye görülmelidir. İcabında kravat taktığında, bu mutlaka parlak olmalıdır,
tıpkı takım elbise giydiğinde bunun da parlak kumaştan veya cart renklerden
olmasının zorunlu olduğu gibi. Tespih ise, ihmali delikanlılığın raconunu
tümden bozan temel işarettir. Tespihsiz erkek olmaz.
Profesyonel
erkek için kıl da çok önemlidir. Kıl ne kadar fazlaysa o kadar sergilenir ve
bu kıl kantitesi rütbe belirler. Züppe enteller kantiteden kalite çıkmaz
derlerse de, erkeklik hiyerarşisi püsküren kıla göre belirlenir. Bu nedenle,
profesyonel erkekler arasında “ayı” lâkabını elde edenler parmakla gösterilir.
Zaten dinci delikanlılar da aynı yolda olmanın gururu içinde, yüzlerindeki
kılların miktarıyla orantılı hiyerarşileri oturtmanın cehdi içindedirler.
Profesyonel
erkek, adeta tecessüm etmiş bir çizgi roman kahramanıdır. Neler söylüyorum
ben, doğrusu, profesyonel erkeklere bakılarak çizilen çizgi romanlar diyecekken
neler diyorum. Önce erkek vardı. Çizgi roman sonradan geldi. Biraz Zagor,
biraz Tom Miks, ama çokça Robin Hood, bundan da fazlası Al Capone ile Ustura
Kemal karışımı bir şeydir.
Kamusal
hukuka ki takse [Pulu yapıştırılmadan gönderilen mektup için alıcıdan alınan
cezalı posta ücreti.] der, kendi yasalarını uygular. Haracını alır, marazasını
çıkartır. Bunun kamusal hukuka çevrilmiş hali vergisini alır, asayişi
sağlardır. Acı elma, muşta, jilet, Allah ne verdiyse taşır, bunlarla dövüşür;
kazanır, hep kazanır, namı yürür.
Nam
önemlidir; çünkü ekmek parası nama göre pasta parasına doğru terakki eder. Hele
palazlanıp da “it”likten “abi”liğe, sonra “koruma”lığa ve eğer alnına
yazılmışsa “baba”lığa doğru kariyer basamaklarında ilerledikçe, gördüğü
saygıya mütenasip bir gelir elde eder. Bu yüzden namının üzerine
titrer. Kimseye taviz vermez, namı için hayatını ortaya koyar. Ama erkeklikleri
resmen onaylanmışlarla sürtüşmeye girip bunu uzatma gafletinde bulunursa,
“...m yiyeyim abi” veya, “abi bu işin ceremesi kaçadır?” demek racondandır,
namda eksiltme yapmaz.
Profesyonel
erkek, sıradan erkek bile olamamış kadınları elbette hiç ciddiye almaz. Onlara
lâyık oldukları muameleyi gösterir ve erkeğin emrinde naçiz bir varlık olduklarını
gerektiğinde hatırlatır. Ayrıca kadının, onun profesyonelliğindeki mümtaz
yerini çok iyi bilir. Bir şeyin ancak başka bir şeye kıyasen
adlandırılabileceğini fıtri zekâsıyla Profesyonel Erkek hemen
keşfetmiştir. Herkesin erkek olduğu bir dünyada erkekliğin bir değerinin
olamayacağını kavramıştır, bu yüzden mümkün olduğu kadar çok insanı karşı
cepheye itmeye uğraşır, hanım evlâtlarını elbette erkekten saymaz.
Delikanlılığın kanununun dışında yaşama gafletine düşmüşlere “karı gibi”
sıfatını uygun görür. Haklıdır da, kadını adam yerine koyan birine “karı gibi”
denilmez de ne denilir?
Profesyonel
erkek, bütün iyi profesyoneller gibi sadece tek bir mesleği icra eder. Hakiki
bir profesyonel olduğu için işini çok sever. Maymun iştahlı değildir, tek bir
iş yapmaya gayret eder. Erkeklik onun gurur duyduğu mesleğidir. Böylesine zor
elde edilen altın bir bileziğin sahibi olduğundan, gürûh halindeki çoğunluğu
haklı olarak küçümser.
Ama
bazen başka işler de yapmak zorunda kalır. Malûm... enflasyon! Ama bu durumda
racona uygun meslekler seçer, taksi şoförü, futbolcu, bağrı yanık türkücü gibi
essahtan erkek mesleklere girer.
Ah
bir de hapse düştüğünde, “en erkek” koğuş ağasının “iti” olmak olmasaydı,
kendini Allah’ın sevgili kulu sayacaktı.
Sh:
143-145
İşi
başkalarının yazdıkları metinleri okumaktır, ama okuduğunu çaktırmayıp
anlatıyormuş gibi yapmak zorundadır. Meddahtan başka bir şey
bilmeyen sözel bir kültürün has evlâtlarına bir masalcı edasıyla hitap eder.
Televizyona çıkıp da görüntülü haber sunucusu haline gelebilen bir kısım
spiker; haberin kaynağı, yorumcusu ve sonunda küçük dağların yaratıcısı haline
gelir.
Kumkapı’dan Şamdan’a uzanan yol
esnasında bir kısım spikere konuk olan yıldız adayları ile tarikat şeyhlerinden
kaçarken medyanın kucağına düşen dini bütün kızlarla yaptıkları sohbetlerle
tarihe geçen ve aynı zamanda tarih yapan bir kısım spiker, ekrana getirilerek
seyircinin önüne atılan “tüketim malları”na mutlaka “konuğum” diye hitap eder.
Bir
kısım spiker ayaklı kütüphanedir. Konuklarıyla laiklikten trafik canavarına,
çevrecilikten ruh sağlığına kadar her konuyu büyük bir vukufla tartışır. Uzman
konuklarının yanlışlarını halk adına ve halk için düzeltir.
Bir
kısım spikerin jargonunda konuk, halk adına kötü muamele edilecek, acımasızca
sorgulanacak, gerektiğinde ahlâk dersi verilecek ve gerekirse infaz edilecek
kurbanlık kişi demektir. Bir kısım spiker bu görevleri bihakkın yerine getirir
ve işini bitirdikten sonra seyircilerine, kendi seyircilerine (onun
seyircilerine) iç huzuru içinde gülümser. Roma için biri daha feda edilmiştir.
Ebedi Roma için.
Türkçesi
de mükemmeldir. O ne diksiyon, ne konuşma ahengi, ne telaffuzdur yarabbim.
Sıradan insanların söylemekte iyice zorlandıkları bütün kelimeleri tam aslına
uygun şekilde telaffuz eder. Hele yabancı dilden bir şey söylemek gerektiğinde,
Almanca ve Portekizce bir sözü nefis bir İngilizceyle aktarır ve Türkiye’nin
dışında yalnızca İngilizce konuşulduğunu bize öğretir.
Vakit
nakittir ilkesinin sıkı takipçisidir. Telefon bağlantısıyla, “enflasyonu nasıl
düşüreceksiniz?” gibi veciz bir soru sorduktan sonra, “çok kısa rica ediyorum sayın bakan” demeyi ihmal etmez. Bakan
haddini aşarak bir dakikadan fazla konuşursa, “süremiz çok azaldı, teşekkür ederim sayın bakan” der ve izleyen
haberde defalarca gösterilen aynı çekimin eşliğinde yarım saat boyunca
köprüden intihar, tüp yangını veya kurtarma rezaleti haberi okur (anlatır).
Yabancı
medyada üç gün önce yayınlanmış bazı haberler, bir kısım haber müdürlerinin
talimatı doğrultusunda, bir kısım spikerler tarafından “son dakika”
anonsu altında ve dramatik bir sesle aktarılır. Bazen başka bir yerli kanalda
öğle bülteninde geçen bir haber, bir kısım spiker tarafından akşam bülteninde
“son dakika” şovuna dahil edilir.
Bir
kısım spiker esasen şov dünyasına mensuptur. Show business’in ayrılmaz
parçasıdır. Hareketleri ve mimikleriyle bir cins haber şov veya haber
tiyatrosu sergilemektedir (onun dilinde, sunmaktadır). Bu sanatçı kişiliği,
onu diğer sanatçıların dünyasına taşımakta ve böylece kendi de haber
olmaktadır.
Bazıları,
“İyi akşamlar Türkiye” diye başlar, bazıları da “şansınız bol olsun” diye
bitirir. Bu
sözler bir kısım spikerin markasıdır. Bu tescilli markaları başka kimse
kullanamaz. Bir kısım spiker bu markayı iyi bir fiyata kiralar, bir kısım
spikerlerin çok para almalarından yakınanların bilmedikleri şey, onların birer
emekçi değil, marka kiralayan birer sermayedar olduklarıdır.
Sermaye
sadece emek kadar kazansaydı dünyada bu kadar eşitsizlik olur muydu?
Sh:
151-153
Akademik
kariyerin en yüksek noktasıdır. Buraya pek az sayıda insan ulaşabilir. Sonsuz
sayıdaki YÖK ilkelerini ezbere bilmek ve uygulamak ferasetini gösterecek kaç
kişi çıkar ki!
Çok
kadirşinastır; bu yüzden okumaz ve yazmaz. Okumaz, çünkü okunacak bir şey
yoktur; o, her şeyi fıtraten ve ünvanının sayesinde zaten bilir. Yazmaz; çünkü
sözümona aydınların cehaletlerini yüzlerine vurmayacak kadar yüce gönüllüdür.
Öğrencilerini
ise aşkla sever. Onların daha hayatlarının başlangıcında olduklarının bilinciyle,
onları engin bilgi, görgü, tecrübe ve düşünsel derinliğinin labirentlerinde
kaybolmaktan kurtarmak, esirgemek, korumak üzere derslere asistanlarını sokar.
Sınav kâğıtlarını da asistanlarına
okutur; çünkü kendi okursa, onun derinliğine temas bile edemeyen öğrencilerinin
düşük not alacaklarını bilir. Elbette asistanlarını da gözetir. Onları
derslere sokar; ama ders ücretlerini kendi alır. Asistanların daha bu yaşlarda
paraya alışmalarını istemeyen bir baba şefkati gösterir.
Hiç
boş zamanı olmaz. Üniversite-sanayi işbirliğine yüreklen inanır ve hatta
ülkenin kalkınması için kendini feda ederek, sanayi dışı kuruluşlar da dahil
her yere hizmetini sunar, örneğin kıtlığı çok çekildiği için, gider avukatlık
yapar.
Türkiye’yi
karış karış gezer ve bilgi ile görgüsünü panellerde cümle âleme aktarır. “Ya hoca, ben
bu lâfları geçen gün Balıkesir’de de dinlemiştim”
diyenlere aldırmaz ve uygarlaştırma görevini uluslararası platformlara da taşımaktan
hiç çekinmez. Bu
toplantılarda, yabancıların kendini bıyık altından gülümseyerek dinlemelerinin
ve arada bir fısıldaşmalarının kadim Türk düşmanlığından kaynaklandığını bilir
ve “bunlar 50 yıl öncenin bilgileri” gibi itirazların Ermeni, Yunan, PKK
propagandasının maşalarınca yapıldığının bilincine sahip olduğundan, vatan
millet uğruna kahramanca çarpışmaya devam eder. Öylesine
ki, gittiği ülkelerin sıradan halkını da irşad etmek ve Türkiye ile Türkler
hakkında doğru bilgiler aktarmak için, hiç üşenmeden çarşı pazarlarda alış
veriş yapıp, bir sürü para harcayarak onlarla temas kurar.
Bir
üniversite hocasının siyasi görüşünün olmaması gerektiğine dair temel ilkeye
bağlıdır ve bunu her zaman uygular. Refah iktidardayken başörtüsüne aldırmaz, MGK
kararları çıkınca başörtülüyü okula sokmaz. Kişisel ilkelerin değil, yöneticilerin
ilkelerinin önemli olduğunu her zaman savunur.
Çok
eskilerden gelen köklü bir geleneğin soylu sürdürücüsüdür. Ta medrese
müderrisliğinden başlayan bu gelenek içinde, YÖK’ten sonra, hiç eseri olmadığı
halde bir gecede prof yapılıp, UP (bunun ucuz profesör demek olduğu iddia
ediliyorsa da, aslında yukarı demektir) ünvanını alanlarla birlikte,
Türkiye’nin medarı iftiharı bir grubun mümtaz üyesidir. Tiyatrolarda otuz sene
durdu veya orkestra şefi bagetini otuz beş sene salladı diye, haklı olarak
prof yapılanlara, bir de devlet sanatçısı ünvanı verilmesini hiç kıskanmayan
YÖK profu, vatan uğruna atan kalbinde hiçbir hasetlik belirtisi taşımaz.
Çünkü
o YÖK profesörüdür.
Sh:
155-157
Meğer
eski meclis başkanını ne de çok severlermiş! Türbanlısı, MGK hâkim ve savcısı,
üniversite rektörleri, bakanlar... herkes onu kurtarmaya uğraşıyor. Bu ülkede
dünyanın en büyük rezaletlerinden biri meydana geldi; resmi hiyerarşiye göre
Türkiye’nin iki numaralı adamı, sıradan bir memur gibi rüşvet yemekle itham
edildi ve herkes yalnızca kaptırılan paralarla ilgilendi. Kimse ikinci adamın
bile rüşvet batağına dalmasına yol açan bu sistemi sorgulamadı. “Günahı
boynuna” denildi ve suç kişiselleştirilerek, herkesin ruhunu kurtarmasına zemin
yaratıldı. Herkes pijamasını giyip televizyonunu seyretti.
Sonra
kurtarma seansları başladı. En tepelerden gelen ihtarları ciddiye alan daha alt
kademedekiler, ikinciliğe kadar tırmanmış bir kasaba hekiminin bu talihinin
hesabını sormayı başka bir seansa bırakarak seslerini kestiler; çünkü tehlike
çok yakınlara gelmişti ve birileri rüşvetin artık sistemin özü haline geldiğini
farkedebilirdi.
Devrimci
memurlarımız da imdada yetiştiler. Refahı kapattılar, ama kapatana kadar çok
oyalandılar. Sonra Fazilet kuruldu ve her şey, eski hamam eski tas, kaldığı
yerden devam etti. Sistemin başına bir şey gelir gibi olursa, mesela bir
kamyon bir mercedese çarparsa filan, o da kapatılır, ne olacak, partileri
devlete sayıyla vermediler ya!
Halkımız
yardımseverdir; o da Kalemli’nin başına gelen bu nahoş olayı unutturmak için
elinden geleni yaptı, Allah’ı var. Sadece gözlerin görüldüğü resimlerle kimlik
kartı alma dayatmacılığını özgürlük mücadelesi olarak sunmaya uğraştılar,
çoğumuz bunu yedik. Gözler birbirine benzer ve örtünün altında ne olduğu
belirsizdir. Kimlik kartı dinsel tercihleri belirlemek için değil, kişiyi
tanımak için gereklidir. Neyse, bu basit teknik sorun, elbirliğiyle “demokrasi
mücadelesi” haline sokuldu ve rektör bey iyi bir pokerci olduğunu kanıtlamak
üzere, yapılan blöfe karşı saç ve sakalı da yasaklayarak yeri büyütmeye
kalkışınca, ummadıkları bir haklılık unsuru elde edenler, çoraptan kâğıt
çekmişçesine “kontr” deyiverdiler ve Kalemli işi gündemden iyice düştü. Hatta
yapılan bir ankette “Kalemli de kim?” diyenlerin oranı % 90’lara çıktı.
Ama
% 10 da epeyi bir oran olduğundan ve birlik ile beraberliği zedelediğinden, bu
kez DGM savcıları ile hakimlerinden bazıları, rüşvet alarak Kalemli’nin
yaptığı işin normal bir devlet fonksiyonu olduğunu kanıtlamak üzere vatan için
kendilerini feda ettiler. Bu kahraman yargı mensupları, görevden
uzaklaştırılma pahasına rüşvetsiz bir yönetimin olamayacağını gösterdiler.
Sahi Kalemli
de kimdi?
Ama
olayın hafızalardan tamamen kazınması da gerekiyordu. Kimsenin devleti ebed
müdded ve “kutsal devlet” hakkında en küçük bir kuşkusunun bile kalmaması gerekirdi.
O zaman İzmir Emniyet Müdürlüğü, son üç ay içinde adı rüşvete karışan 842
polis memurunu açığa alıverdi. Herkes rahatladı; demek ki rüşvet almak, kamu
kaynaklarım zimmetine geçirmek küçüğünden büyüğüne bütün kamu görevlilerinin
esas refleksiydi. Rüşvet alamayana memur bile denilemez.
Kalemli’yi mi
soruyorsunuz? Duymuştum, ama çıkartamıyorum.
Ve
birden bire öğrenildi ki eski Refahlı, şimdi Fazilet Partisi Ağrı milletvekili
Ziyattin Tokar, Refahyol hükümetinin çevre bakanıyken, lojmanına, devlet
bütçesinden “plastik orta boy kovadan” (ne banal, bari çeliğini aldırsaydı)
“çay kaşığı”na varana (inşallah bunlar da plastik değildir) kadar 2 milyar 121
milyon 997 bin 250 liralık eşya aldırtmış ve bakanlıktan ayrılınca da bunların
hepsini kendi evine götürmüş. Bakan eskisi sorulan sorulara, “olayı
hatırlamıyorum” diye cevap vermiş.
Ben de
Kalemli’yi hatırlamıyorum. Hiç böyle birinin adını duymadım.
Işık
söndürme ayinlerinde Türkiye’yi kurtardıklarına inanan perde gerisi
kahramanlarına, Yahudilerin holokost sonrası şu sözünü akılda tutmalarını
öneriyorum:
“Hatırla!”
Sh:167-169
Konya’nın
Selçuklu ilçesindeki Kalite Derneği, bütün Türklerin bilmesi gereken çok önemli
bir hususu açıklayarak ülkeye büyük bir katkıda bulundu. Kurbanlık koyunlarla
ilgili TSE 384 standardına dair tarihi açıklama, şöylesine bir tanım getiriyor:
“birinci
sınıf koçun canlı ağırlığı 48-60 kilo olmalı. Tam besili koyunun kavrama
noktaları ve butları tam dolgun, adaleleri sert ve elastiki kıvamda, vücudu
tam yağlı, boynu düz, kaim ve gövdesi ile güçlü bir bağlantı yapmış, karnı
sarkmamış olmalıdır.”
Develer
ve boğalar, kendileri de kurban olma şerefine erdikleri, ama bir
standartlarının bile bulunmadığı itirazıyla eyleme giriştiler. Şampiyon deve
kesilme şerefine eremedi ve evlendirilerek cezalandırıldı, damları perişan
eden boğanın akibeti ise bilinmiyor.
Fakat
bu nadir istisnaların dışında, Türkiye’deki 55 milyon koyun ve sığırın onda
biri bu şerefe erdi. Ancak bazı hayvanlar -adı üstünde, hayvan işte kasaplarla
anlamsız bir mücadeleye girişince, daha bayramın ilk gününde 1111 kişi
hastanelik oldu. Bu yıl hayvanlara ne oluyorsa? Herhalde sol propagandanın
etkisi olsa gerek.
Kesin öyle, çünkü türban eylemlerinin
altında da solcuların parmağının bulunduğu ortaya çıktı. Türban eylemleriyle
ilgili olarak tutuklanan 13 öğrenciden 9’unun solcu olmasının başka bir anlamı
olabilir mi? Zaten diğer dördü de bu solcuların dolduruşuna gelip türban takan
vatansever memleket evlatları.
Polisimiz
böylece hiç yanılmayacağını bir kez daha gösterdi. Bütün televizyon
kanallarında oynayan, Emniyet tarafından çekilmiş filmde de zaten bu gerçek
apaçık belli oluyor. Polis “sanıkları yakalayarak” görevini yaptığını söylüyor.
Elhak doğru. Siz, “yakalanan
herkes zaten sanıktır, suçsuz biri de yakalanırsa sanıktır” gibi
sol propagandaya yönelik lâflara aldırmayın.
Zaten
bu münafık propaganda Türkiye’nin üzerine bir kâbus gibi çökmüş durumda. Bütün
iyi şeyleri örtüyor veya çarpıtıyor. Devletimiz Doğu ve Güneydoğu’yu kalkındırmak
için canla başla çalışıyor. Bakın Enerji Bakanlığı, bu bölgelerde kullanılan
elektriğin yarısının bedava olduğunu söylüyor; solcular hemen “kaçak” diyerek
bölücülük yapıyorlar. Veya Fırıncılar odası yılda 13 trilyon
liralık ekmeğin çöpe atıldığını açıklayınca, ilgililer haklı olarak, “ekmek
bulamayanlar alsınlar diye” çöpe ekmek atıldığını söylüyorlar; solcular hemen
gelir dağılımının bozukluğundan dem vuruyorlar. Bunlar vatan haini.
Ama bu
solcuların suyu ısındı; ondan böyle azgınlaştılar. Türkiye’de 6,5 milyon
patron olduğunu duyunca oynattılar. Ülkede çalışan 16 milyon kişiden 6,5
milyonunun patron olması, sonunda herkesin patron olacağı anlamına geliyor, o
zaman solcular da piyango çektirirler. Zaten onlar Türkiye’nin zenginleşmesine
de deli oluyorlar. Bayram dönüşünde otoyol girişlerinde 6-10 kilometrelik araba
kuyruklarının oluşmasına hemen çamur atıyorlar. Bu kadar insanın arabası var
diye sevinecekleri yerde, ne biçim trafik filân diyorlar.
Onların
istediği gibi herkes otobüsle yolculuk yapsa daha mı iyi olacak?
Bakın
işte 100 otobüsten 15’i kaza yapıyor. Oysa kapitalizm ne kadar iyi, herkes
kendi kazasını kendi yapıyor.
Solcuların
devlet düşmanlığı da dayanılır gibi değil. Baleyle iki ay önce tanışan Orman
Bakanı Ersin Taranoğlu’nun bütün personelini baleye taşıyarak adam etmesinden,
GAP illerinde klasik müzik konserleri düzenlenmesinden, Dinar bandosunun
Beethoven’in 9. senfonisini çalacak olmasından hiç
etkilenmiyorlar. Bir de üstelik, “bandoda yaylı çalgı olmaz, 9. senfoniyi çakmazlar, hem koroları da
yok” gibisinden çıkıntılık yapıyorlar. Babadan iyi mi bilecekler, ne demiş?
“Dokuzuncu senfoniyi Dinar bandosu da çalar, Berlin Filarmoni Orkestrası da.”
Elbette
öyle. “Maria”yı Ricky Martin de söyler, Yeliz Yıldırım da. Ama yabancı
kapitalistler bir tuhaf. Billur sesli kızımızın bu şarkıyı söylemesinden
iftihar edecekleri yerde, 25 milyar telif istemezler mi? Bizimkiler bir de para
mı verecekler, elbette Yeliz bu şarkıyı kasetinden çıkartacak.
Diyarbakır
Hint Horozlarını Yaşatma Derneği, bu türü yaşatmak için Hint horozlarını
dövüştürüyormuş. Biz de develeri, boğaları, koyunları yaşatmak için kesiyoruz.
Sh:
187-189
Kaynak:
Mehmet Ali KILIÇBAY, Soytarı Gülmez, Sırıtır, İmge Kitabevi Yayın, 1. Baskı:
Mayıs 2004,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar