Print Friendly and PDF

MARTİN BUBER VE TANRI TUTULMASI /Elis Simson


20 Şubat 2013
“Allah Teâlâ’ya inancını kaybedenlerin ve ateistlerin okuması gereken bir yazı”
Geçtiğimiz kasım ayında dünyaca ünlü bir yoga eğitmeni olan Seane Corn’dan iki günlük bir eğitim alma şansım oldu.
Off the mat and into the world” (“Minderden in ve dünyaya dal” diye çevirebiliriz) adlı aktivist organizasyonun kurucusu olan bu harika kadın eğitim sırasında bize bir hikâye anlattı.
Afrika’da mültecilerle çalışmaya gittiği bir seyahatinde, yokluğun ve açlığın ta kendisiyle karşılaşmış. Küçük yaşta hamile kalan kızlar, Batılı ailelere satılan çocuklar, AIDS, kendilerini satmaya hazır genç kadınlar ve kendilerini satmaktan bitap olmuş bedenler, çöple, pislikle, hastalıkla iç içe hayatlar, açlığa, susuzluğa ve yokluğa teslim olmuş ruhlar görmüş… Bu hayat mı gerçekten, bu nasıl bir adalet diye sorgulamaya başlamış. İnsanlara destek olmak için orada olduğunu unutup sıkışan nefesine, kararan kalbine ve onu aniden terk eden umutlarına odaklanmış… Utanmış, gitmek istemiş. İnsanlarla göz göze gelmekten kaçınarak hızlıca yürürken, küçük bir kız çocuğu elini tutmuş ve onun hızına yetişmeye çalışarak onunla beraber yürümüş bir süre. Bir an bakışları buluşmuş, kız çocuğu hafifçe gülümsemiş ve arkasına bakmadan uzaklaşmış.
“Ve o çöplükte, yaşamın sıfır noktasında bile Tanrı oradaydı. Ben nasıl bakacağımı unutmuştum sadece. O kız çocuğunun gülümsemesi Tanrı’nın kendisini hatırlatışıydı” diyerek bitirmişti Seane Corn hikâyesini.
Burada nasıl bir Tanrı’yı kastettiği pek de önemli değil aslında, neye inanıyorsanız inanın, bu hikâyenin hepimize verdiği mesaj aynı aslında… İnanç çok kırılgan bir şey, bazen kaybedersiniz ve bulamazsınız. Bazen, bakmayı hatırladığınızda kolayca geri gelir. Bazen de zorlu bir arayışa çıkmak zorunda kalırsınız, hiç geri gelmeyecek bir şeyi arar gibi sanki…
Hayatın adaletsizliği karşısında hepimiz isyan etmişizdir. Suçlayacak birini, bir şeyi aramışızdır, telafi için yalvarmışızdır. Ve bize cevap veren sessizlik olmuştur.
Bu sessizlik anlarında bile inancını yitirmemek nasıl bir şeydir peki?
Zor zamanlarda, büyük felâketlerde, tarifsiz acılarda Tanrı nerde diye sormak ikiyüzlü bir kolaycılık değil de nedir?
Asıl inanç Tanrı’yı bu zor zamanlarda da olduğu gibi kabul edip ona inanmaya devam etmektir belki de?
İbrahim ve Eyüp’ün inançları gibi… Başlarına gelen onca felâkete rağmen inançlarını yitirmemek; tüm kederlerine rağmen inanabilmek…
Holokost, Yahudi teolojisini ‘bundan sonra nasıl bir Tanrı’ya inanmalı veya Tanrı’ya nasıl inanmalı?’ sorularıyla sarsmıştır, hiç şüphesiz. Bu soruyla doğrudan hesaplaşan birçok düşünür ve teolog olmasına rağmen ben bu yazıda Martin Buber’den bahsetmek istiyorum.
1878’de Viyana’da doğan Yahudi düşünür, 1938’de Avrupa’yı terk edip bugünkü İsrail topraklarına yerleşerek Holokost dehşetinden sağ kurtulmayı başarmıştır. Kimilerine göre Buber, bu tarihten sonra yazdığı her şeyde bu olayla yüzleşmeye çalışmıştır, kimilerine göre ise Buber’in asıl meselesi, Holokost’a yol açan daha büyük bir sorunla, modern çağdan beri süregelen ama 20. yüzyılda zirveye ulaşan inanç krizi iledir.
Buber’in en önemli eserlerinden biri Ben ve Sen (Ich und Du) adlı kitabıdır.
Bu ben-sen ilişkisi Buber’e göre üç çeşittir:
(a) İnsanlar arasındaki ben-sen ilişkisi,
(b) İnsan ile şey arasındaki ilişkisi
(c)  Her ilişkinin temelinde yatan insan ile tanrı arasındaki ben-ebedi sen ilişkisi.
Buber insanın özünü oluşturan şeyin, diyaloga dayanan ilişkiye açıklığı olduğunu söyler. İnsan ilişkisel bir varlıktır, her daim ilişki kurmaya, diyaloga girmeye açıktır, hep bir ilişkiler ağı içindedir. İnsanlar arasındaki bu ebedi ilişkinin temel modeli insanın Tanrı’yla kurduğu ben-sen ilişkisidir. Şöyle der Buber:
‘Her Sen dediğimizde aslında Ebedi Sen’e de hitap etmiş oluruz.’ İnsanlar arasındaki ben-sen ilişkisi, ebedi sen’le olan ilişkisinden doğar ve nihayetinde ona varır, onda toplanır. İnsan, Tanrı’yla bir dostuyla konuşur gibi konuşur, insan Tanrı’yla diyalog kurmaya açık bir varlıktır. Tanrı’nın bu diyalogdaki yanıtı ise tüm evrendir; Tanrı konuşur ve tüm evren konuşur. Bu durumda ‘sen’ hem tek tek insanları, hem de kocaman bir dünyayı ifade eder. Ve ben, her ‘sen’ deyişimde bu dünyanın bir parçası haline gelirim. Dolayısıyla diyalog varlığımın devamıdır; ilişkiler ağının ve insanlığın temel koşuludur. Bu diyalog ise, her ‘sen’de ‘ebedi sen’i bulduğum bir diyalogdur.
Buber 1951’de Tanrı Tutulması adlı bir kitap yazar. Bu ifadeyi Holokost’tan önce de kullanmıştır aslında ama 1950’lerden sonra bu konuya daha çok eğilir. Bu ifadeyi 20. yüzyılda yaşanan inanç krizini tartışmak için kullanır. ‘Dünyanın içinden geçmekte olduğu tarihsel çağ, tanrı tutulması çağıdır’ der ve bunu Kopernik Devrimi ile başlayan bir sürece, yaratan ile yaratıcının yer değiştirmesi sürecine bağlar. Yaratıcı aşkınlığını yitirmiş, içkinliğe hapsedilmiştir. Ebedi-sen’le diyalog kurma şekli bir ‘şey’ ile ilişki kurma şeklini almıştır. Ebedi-sen bilinemezliğini, kavranamazlığını, dolayımsızlığını kaybetmiş; bilinebilir, kuramsallaştırılabilir, akılcılaştırılabilir bir şey haline gelmiştir. Aslında bu çok da yeni bir tespit değildir, felsefe tarihinde birçok farklı şekilde adlandırılır bu teşhis: dünyanın büyüsünün bozulması, akılcılaşma, şeyleşme, araçsallaşma, yabancılaşma, aşkın Öteki’nin bastırılması gibi... Modern çağ, Tanrı’yı insan tarafında yeniden yaratmıştır. Tanrı’nın sadece bir fikir olduğunu, varolup olmadığının bilinemeyeceğini öne süren Kant’tan, insanın yarattığı tek tanrılı kültürün yaratıcı enerjiyi baskıladığını ve bu Tanrı’yı öldürmek gerektiğini söyleyen Nietzsche’ye kadar tüm modern çağ, Tanrı’yı insanlaştırmaya, rasyonalize etmeye, dolayımlamaya çalışmıştır; oysa Buber’e göre Tanrı yaşayan bir varlıktır ve onun yaşama şekli bizim kavrayışımızın çok ötesinde olmasına rağmen Tanrı, insanın diyalog kuracağı bir ‘sen’dir.
Peki, Buber’e göre Tanrı, insanın ebedi diyalog içinde bulunduğu bir varlıksa, Tanrı’nın Holokost sırasındaki sessizliği ve eylemsizliği nasıl açıklanabilir?
İşte bu aşamada Buber’in kullandığı ‘Tanrı tutulması’ metaforu devreye giriyor: Bildiğimiz gibi, güneş tutulmasında güneşe bir şey olmaz; güneşte bir şey gerçekleşmez. Tutulma dediğimiz şey dünya ile güneş arasında gerçekleşir. Aralarındaki ilişki kesintiye uğrar ve güneşin ışığı dünyaya ulaşamaz. Tanrı tutulmasında da aslında Tanrı olduğu yerde durur, bir yere kaybolmamıştır; araya başka bir şey girmiş ve bizim onu görmemizi geçici olarak engellemiştir. Yani tutulma ben ve ebedi sen arasındaki diyalogda gerçekleşmiştir. TANRI VARLIĞINI ÇEKMEMİŞTİR, SADECE ÖYLE GÖRÜNMEKTEDİR; ÇÜNKÜ TANRI’YLA DİYALOGA YANAŞMAYAN BİR ÇAĞDA TANRI’NIN CEVABI, SESSİZLİK, YOKLUK, VARLIĞINI ÇEKİP ALMASI VE SAKLANMASI ŞEKLİNDE TEZAHÜR EDER. Tanrı’nın yaşayan bir varlık olduğuna inanan bir kişi için, Tanrı’nın kendini gizlemesine ve sessizliğine tanık olmak ne büyük kederdir...
Buber’in ‘Holokost’tan sonra Tanrı’ya nasıl inanacağız?’ sorusunu doğrudan ve açıkça ele aldığı iki metin vardır. Bunların ikisi de 1950 yılında kaleme alınmıştır. İlki
“Cennet ve Dünya Arasındaki Diyalog”dur; diğeri ise Buber’in Ernsz Szilagyi adlı genç Macar meslektaşına cevaben yazdığı bir mektuptur. Bu mektupta Buber tüm samimiyetiyle Tanrı’yı, sevdiğimiz ve güvendiğimiz bir dosta benzetir. Fakat sonradan işaretleri takip etmeye başladığımızda, tüm bu işaretlerle bizi aslında yanlış yönlendirdiğini ve kandırdığını fark ettiğimiz kötü yürekli bir kişiye dönüşmüştür. Peki, şimdi neye inanmalıyız diye sorar Buber; işaretlere mi, kalbimize mi? Buber ısrarla şunu söyler:
Tanrı yaşayan bir varlıktır, bizim yaratımız değildir. İnsan aklının oluşturduğu bir fikir, bir tasavvur veya toplumsal hayatı düzenlemek için geliştirdiği etik bir ideal değildir. Buber’e göre İbrahim ve Eyüp bunun farkındaydı; bu yüzden de Tanrı’yı olduğu gibi kabul etmişlerdi (Zaten Tanrı da Exodus 3:14’te ‘Ben benim’ demez mi?),  başlarına gelen felaketlere rağmen (ki zaten bunların kaynağı da Tanrı’dır) Tanrı’ya olan inançlarını kaybetmemişlerdi. Eğer Tanrı’nın sadece insan yapımı bir fikir veya etik bir ideal olduğunu düşünselerdi, inanmak çok daha ‘kolay’ olurdu. İbrahim ve Eyüp çok kederliydi; çünkü Tanrı, etik ideallerle çelişir gibi görünmekteydi. İyi bir Tanrı değil gibiydi. Bu Tanrı’ya inanmak zaten başlı başına zordu. Tanrı ne İbrahim’e ne de Eyüp’e bir şey söyledi; yaptıklarının ardındaki mantığı anlatmadı, adaletinden bahsetmedi, sadece oradaydı ve konuştu. Bu ise, İbrahim için de Eyüp için de yeterliydi. BUBER’E GÖRE TANRI ARTIK YALNIZCA KENDİNİ-GÖSTEREN BİR TANRI DEĞİLDİ, AYNI ZAMANDA KENDİNİ-GİZLEYEN DE BİR TANRI’YDI. Kendini-gizlemesi de kendini-göstermesinin bir biçimiydi: sessizlik, tepkisizlik, eylemsizlik de bir ifşa türüydü. Tanrı’nın kendisini ifşa etmesi ve gizlemesi aynı bütüne ait, birbirinden ayrılmaz iki veçheydi. Şöyle der Buber:
“Tanrı, insanların onun vahiylerini, kendisini açtığı şekliyle, kendi ifşa yöntemleriyle takip etmesini arzular; fakat aynı zamanda kendini gizlediği zamanlarda da sevilmek ister.”
Tanrı artık gizlenerek gösterecektir kendini, susarak katılacaktır diyaloga ve eylemsizliğiyle açılacaktır insanoğluna. İşte bu yüzden de inanç artık kederi de içinde taşıyacaktır.
Buber, Szilagyi’ye yazdığı mektubun sonlarında, Auschwitz’den sonra Tanrı’yla diyalog şeklinde ilişkiye girmemizin artık mümkün olup olmadığını sorgulama cesareti bulur. Yanıtı olumludur:
Her tür rasyonel yetimizi bir kenara bırakıp, kalpteki hisse teslim olmalıyız ve ne olursa olsun, Tanrı’nın yeniden kendisini göstermesi, sözünü duyurması, bizi işaretleriyle yönlendirmesi ihtimali için Tanrı’yla iletişim kanallarımızı açık tutmalı ve onunla diyalog kurmaya çekinmemeliyiz. Korkarak da olsa, kederli de olsa Tanrı’ya yaklaşmayı, onunla konuşmayı durdurmamak gerektiğine inanır Buber. Ebedi diyaloga açıklık ve  Ebedi-senle kurulan diyalog insanlığın devamı için gereklidir; ve işte Holokost’un zora soktuğu da tam budur. Fakat inanmak isteyen için, Tanrı bazen bir kız çocuğunun o belli belirsiz gülümsemesine de saklanabilir. İşaretleri okumaya açık olan herkes Tanrı’nın saklandığı yeri hissedebilir belki de... Peki ya O orada mıdır, değil midir? Bu sorunun önemi var mıdır? 
Kaynak:
Holokost:  (Yunanca: Holókauston), Nazi Soykırımı, Yahudi Soykırımı, ya da Ha-Shoa (İbranice: השואה Felaket); Almanya'nın Nazi döneminde yaklaşık 6 milyon kişinin sistemli bir şekilde öldürüldükleri katliama verilen isimdir. Yahudiler başta olmak üzere Sinti, Roman, Yenişler ve diğer “Çingene” denilen insanlar, Nazi aleyhtarı Almanlar, özürlüler, homoseksüeller, Yehova'nın Şahitleri, savaş tutsakları, Lehler ve diğer Slavlar da bu katliamın kurbanları olmuşlardır. Birçok akademisyen ise bu grupları Holokost'a dahil etmeyerek, Holokost'u sadece Yahudi Soykırımı olarak, Naziler olayları zaman zaman “Yahudi problemine nihaî çözüm” olarak tanımlamışlardır. Tüm Holokost kurbanları hesaba katılınca, hayatını kaybedenlerin sayısı, bazı akademisyenlere göre 17 milyon kişiye kadar çıkabilir.

Daniel Schmid’in filmi üzerine, Meleklerin Gölgesi (L'Ombre des Anges) Le Mondé’da yayımlanan makale, 18 Şubat 1977.1976 yılı içerisinde pek çok fil­min ve 13 Şubat 1977’de Daniel Schmid’in filminin gösteriminin Kültür Ba­kanlığı tarafından yasaklanması üzerine içlerinde Deleuze’ün de olduğu elli kadar kişi “bir filmin yapısını analiz edememekten ileri gelen sorumsuzluğa” ve “bir filmin gösterimini engelleyen şiddet hareketlerine” karşı ortak bir bil­diri imzalarlar.
[D. Schmid’in söyleşisi, Le Monde, 3 Şubat 1977]
Daniel Schmid’in Paris’te iki salonda vizyona giren Melek­lerin Gölgesi isimli filmi antisemitizmle [Yahudi düşmanlığı] suçlanıyor. Bildiğimiz kurumlar sansürlenmesini, yasaklanma­sını isterken, anonim başka gruplar tehditler yağdırıp, bomba ihbarları verdiğine göre, her zaman olduğu gibi iki taraflı bir saldırı söz konusu. Bu nedenle filmin öneminden, yeniliğin­den, güzelliğinden söz edebilmek çok zor bir hale geliyor. Sanki diyoruz ki: film öylesine güzel ki bir miktar antisemitizmi bağışlayabiliriz... Bu baskı sisteminin ilk etkisi filmin sadece ortadan kaybolması değil, aynı zamanda, yanlış bir soru ile zihinlerden silinmesidir.
Zira, elbette antisemit filmler vardır. Belirli nedenlerle şu ya da bu grubun hoşuna gitmeyen filmler de mevcuttur. Bura­da ise tam tersine eşiğe aşan şey suçlamanın radikal boşluğu. İnsan bazen acaba rüyada mıyız diye düşünüyor. Şu bir gerçek ki kimi kelimeler, “zengin Yahudi” gibi, bir kahramanı tarif etmek için kullanımla geliyor. Bu kahramandan, film tarafından açıkça “istendiği” gösterilen, bir çekicilik fışkırıyor, bu hiç de önemsiz değil. Schmid filminin temel karakterlerinden birini harika bir şekilde ifade etti: yüzler sanki aktörlerin yanında ve söyledikleri ise yüzlerin yanında. Öylesine ki zengin Yahudi kendisine “zengin Yahudi” diyebilir. Aktörler bir dizi dönüşü­mü örgütleyen bir sözce ve yüzler bütününden besleniyorlar. “Bodur, cüce” gibi kelimeler, bir cücenin jestlerine ve fonksi­yonuna sahip endişe verici bir devi tarif ediyor. Nazi sözceleri, antisemit açıklamalar bir yatak üzerinde uzanmış bir şekilde onları tutan anonim bir kahramana sarmalanıyor; ya da eski bir Nazi olan travesti bir şarkıcının ağzına takılıyor.
Antisemitizm suçlamasının neye dayandığını araştırmak gerektiğine göre sormak gerekecek kim bu kahramanlar? Ön­celikle şu fahişe var, Nazi olanın kızı. Zenginliği emlaktan ge­len ve yaptığı işten söz eden, kovma, yıkma, spekülasyon, “zengin Yahudi” var. İkisi arasında kurulan ilişki şuradan geli­yor: büyük bir korku duygusu, dünyanın ne hale geleceğine ilişkin bir korku. Kadın bu korkudan irade dışı bir şekilde ken­disine yaklaşan herkesi şaşkınlığa uğratacak bir kuvvet sağlı­yor, öylesine ki, ne yaparsa yapsın, ne kadar nazik olursa ol­sun, onun tarafından aşağılandığımızı hissediyoruz. Zengin Yahudi ise daha çok, tıpkı kendisini kat eden bir lütuf gibi, kendisini hali hazırda başka bir dünyada bulduran gibi, bir kadere kayıtsızlığı ediniyor. Meleklerin gölgesi. Her ikisi de dönüştürme gücüne sahip, zira bu kuvvete ve lütufa sahipler (hatta destek olanın dönüşümü). “Zengin Yahudi” zenginliğini hiçbir zaman Yahudi olarak değil fakat şehrin, belediyenin, polisin sistemi olarak sunulana borçlu; buna karşılık lütfu ise başka bir yerden sağlıyor.
Fahişe ise durumunu Nazizm’in çöküşüne borçlu, fakat kuvveti başka bir yerden geliyor. Necropolis’teki, şehirdeki tek “yaşayan” bu ikisi. Kadın tarafından aşağılanmadığını ve gü­cünün onu tehdit etmediğini sadece Yahudi biliyor. Sonuçta Yahudi’den kendisini öldürmesini istiyor, çünkü yorgun ve hiçbir işe yaramadığını düşündüğü bu gücü artık istemiyor. O ise polise gidiyor, emlak sistemi adına kendini korutmak, fakat artık bu lütufu istemiyor, garip bir şekilde sakar ve kesinlikten

uzaklaşan bu lütufu istemiyor. İşte ekranda görülenler bunlar, filmin tüm açık içeriği bu.
O halde antisemitizm nerededir, nerede olabilir? Gözlerimi­zi ovuşturuyoruz ve arıyoruz. Acaba “zengin Yahudi” sözü mü? Elbette bu ifadenin çok büyük bir önemi var filmde. Eski aile­lerde “Yahudi” kelimesi telaffuz edilmemeliydi, onun yerine “İsrailli” deniyordu. Fakat bunlar tam da antisemit ailelerdi.
Ne İsrailli ne de Siyonist olan bir Yahudi’ye ne diyeceğiz?
Ne diyeceğiz Spinoza’ya, Yahudi felsefeci, sinagogdan kovulma, zengin bir tüccarın oğlu, ve tüm dâhiliği, gücü, çekiciliği Yahudi olma olgusundan ya da kendisine Yahudi diyor olmasından bağımsız mıydı?
Sanki sözlüğe bir kelime yasaklanıyormuş gibi: Antisemitizm cephesi “Yahudi” kelimesini telaffuz eden herkesi antisemit ilan ediyor (tabii ölülere çekilen bir söylevin ritüeli söz konusu değilse). Bu cephe kamuoyunun bu konuyu tartışmasını ret mi ediyor, hiçbir açıklama yapmadan kimin antisemit olup kimin olmadığının karar verme hakkını kendine mi saklıyor?
Schmid kendi politik niyetini açıkça ifade etti, ve filmi en ba­sit ve en açık biçimiyle bunu gösteriyor. Eski faşizm, birçok ül­kede ne kadar aktüel, ne kadar güçlü olursa olsun, yeni ve ak­tüel bir problem değildir. Bizlere başka faşizmler hazırlanıyor. Eskisinin artık folklorik bir figür haline geldiği tüm bir neo- faşizm yerleşiyor (filmdeki travesti şarkıcı). Neo-faşizm, bir sa­vaş ekonomisi ve politikası olmak yerine, güvenlik için küresel bir anlaşma, daha az kötü olmayan bir “barış” idaresidir. Küçük korkulardan tertiplenen organizasyonlarla, hepimizden mikro- faşistler yapan kaygılarla, sokağımızda, mahallemizde, sine­mamızda çıkabilecek her yüksek sesi, her yüzü, her şeyi boğa­cak hale geldik.
“Otuzlu yılların faşizmini konu alan filmleri sevmiyorum. Yeni faşizm öylesine ince, öylesine gizli ki. Belki de, tıpkı filmde olduğu gibi, sosyal problemlerin hallolduğu fakat kaygıların sadece boğulduğu bir toplumun harekete geçireni”. [D. Schmid’in söyleşisi, Le Monde, 3 Şubat 1977. 144]
Eğer Schmid’in filmi yasaklanır ya da engellenirse bu anti- semitizme karşı savaşta bir zafer olmayacak. Fakat neo-faşizm için bir zafer olacak. Kendi kendimize diyeceğiz ki: sonuçta, neredeydi, sadece bir bahaneydi, bir bahanenin gölgesi değil miydi? Bir kaç kişi filmin güzelliğini, politik önemini ve nasıl bertaraf edildiğini hatırlayacak.

Kaynak:
GILLES DELEUZE, İKİ DELİLİK REJİMİ-Metinler ve Söyleşiler- 1975-1995, Yayına Hazırlayan: David LAPOUJADE Çeviren: Mahir Ender KESKİN, Mayıs, 2009, İstanbul
(Not: Ne yazık ki bu filmi bir bütün olarak seyretme imkânına kavuşamadık. İnternet üzerinde hala sansürlü gibi görünüyor.)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar