Print Friendly and PDF

MEDENİYETİN TEMELLERİ-WILL DURANT

Bunlarada Bakarsınız



Çeviren: Nejat Muallimoğlu
MEDENİYET-KÜLTÜR konusunda yol gösterici bir “kutup yıldızı” mahiyetindeki eserler arasında, büyük Amerikan tarihçisi Will Durant'ın Medeniyetin Temelleri adlı eseri şüphesiz başta yer alır. Belli başlı bütün dünya dillerine çevrilmiş bu eseri nihayet Türk okuyucusuna da tanıtmış olmanın haz ve gururunu duyuyoruz.
Will Durant, göreceğiniz gibi, önce kısaca bir medeniyet için gerekli “şartlar” üzerinde duruyor. Bunların, jeolojik, coğrafi, ırki ve psikolojik şartlar olduklarını anlatan tarihçi, daha sonra, dört ayrı bölüm altında incelediği “medeniyetin temelleri”ne geçiyor.
Medeniyetin ilk “temel”i ekonomik temel. İnsanlar, avcılıktan medeniyete nasıl geçtiiar?
 Hayvanların ehlileştirilmesi ne zaman başladı?
 Yiyeceğin pişirilmesi medeniyet yolunda niye belki kaçınılmaz bir merhale idi?
 Ateş, sanayii nasıl başlattı?
 Özel mülkiyetin orijini nedir?
 Kölelik müessesesi nasıl teşekkül etti?
 Bunlar ve bu tür soruların cevaplarını “medeniyetin ekonomik temelleri”nde etraflıca ve hayret uyandırıcı misâllerle anlatan Will Durant, böylece bilgi kilerimizi de ziyadesiyle arttırıyor.
Hükümetin, devletin, kanunun ve ailenin orijinleri nelerdir?
 Gayri-sosyal içgüdülerin hâkim olduğu ilkel anarşi çağından klan ve kabile vasıtası ile günümüzün devlet kavramına nasıl geçildi?
 Ailenin, medeniyetin gelişmesindeki fonksiyonu ne oldu?
 Kadınların, medeniyete olan büyük katkıları nelerdir?
 Babanın hiç önem taşımadığı anaerkil aile tarzından ataerkil ve günümüzün aile tarzına nasıl gidildi?
 Amerikan tarihçisi, bu suallerin cevaplarını “medeniyetin siyasi temelleri” başlığı altında ele alıyor.
Medeniyetin üçüncü temeli “ahlâk”tan oluşuyor. Ve ahlak da, her şeyden önce, seksüel ahlâkla ilgili olduğundan, yazar, okuyucuyu, evlilik müessesesinin en ilkel tarzından ve seksüel komünizm'den alıyor, asırlar ve asırlar boyunca adım adım yürüterek, cinsi ahlâkın çağlar boyunca ne gibi değişikliklerden geçtiğini gösteriyor ve günümüzün evlilik müessesesine getiriyor.
Cemiyetin ahlâk temelinde, elbette “sosyal ahlak” da var. İnsanlar, hırs, tamah ve şiddetin hâkim olduğu en ilkel topluluklardan başlayarak, günümüzün sosyal ahlâk kavramına ulaşmak için hangi yollardan geçtiler?
 Ve bu yolda ilerlerken, kendilerine “kutup yıldızı” vazifesini hangi müessese gördü?
 Yazar, işte bu noktada, insan ve cemiyetin tekâmülünde dinin oynadığı rolü etraflıca gösteriyor.
Önce, dinin kaynaklarının, korku, hayret, rüya, ruh, ve animizm olduğunu söyleyen tarihçi, ardından, dinin orijinleri olarak şunları veriyor: güneş, yıldızlar, yeryüzü, seks, hayvanlar, totemizm, beşer görünüşündeki tanrılar, hayalete tapınma, ecdada tapma.
Tabiî, din müessesesi gelişirken, dinî inançları yaymak için birtakım yol ve metodlara başvuruldu. Tarihçi Durant, bu metodların, sihir ve büyü, bitki âyinleri, herşeye müsade edilen festivaller, yeniden dirilen tanrıların efsaneleri, büyü ve bâtıl inanışlar, sihir ve ilim ve din adamları olduğunu söylüyor.
Daha sonra, “dinin ahlakî fonksiyonü’nu inceleyen müellif, günümüzün “modern” cemiyetlerinde dinî inançların neden gerilediğinin, sekülarizasyon'un nasıl yerleştiğinin sebepleri üzerinde durarak, bir taraftan bilgi kilerimize yeni yeni bilgiler getirirken, öte yandan da, okuyucuyu düşünmeğe sevkediyor.
Will Durant, medeniyetin dördüncü temelini “zihnî temeller” başlığı altında inceliyor. Dil, edebiyat, ilim ve sanat nasıl ortaya çıktı?
 İlme neler önderlik etti?
 Matematik, astronomi, tıp ve cerrahî nası gelişti?
 “Güzellik” nedir?
 Vücudunu rengarenk boyayan, kesen, dövme yaptıran ilkel insan, resim, dans ve musikiyi nasıl geliştirdi, güzel sanatlara nasıl öncülük etti?
 Mimarlığın orijini nedir?
 Bunların ve bunlar gibi zihnimizi kurcalayan birçok sorunun cevabını Will Durant, berrak ve akıcı üslûbuyla önümüze seriyor.
Medeniyetin Temelleri ni okurken, hemen hemen hepimizin “vahşi” diye dudak büktüğümüz ilkel insanın, medeniyet yolunda ne muazzam başarılar sağladığını görecek, gerçekte o gelmiş olmasaydı, “medeniyet”in de vücut bulamayacağım anlayacaksınız. Will Durant, ilkel insanın günümüzün medeniyetine yaptığı çok büyük katkıyı anlatırken şunları da söylüyor:
“Medeniyet-öncesi adam, medeniyetin form ve temellerini . . . yarattı. İlkel kültür dünyasındaki bu kısa gezintimizde geriye bakınca, yazı ve devlet dışında, medeniyetin her unsurunu görüyoruz. Ekonomik hayatın bütün tarzları orada icad edildi: avcılık ve balıkçılık, çobanlık ve ziraat, taşıt ve inşaat, sanayi ve ticaret ve maliye. Siyasî hayatın bütün basit yolları organize edildi: klan, aile, köy topluluğu ve kabile; hürriyet ve düzen —medeniyetin çevrelerinde döndüğü biribirine muhasım bu iki odak noktası— burada anlaştı ve uzlaştı; kanun ve adalet başladı. Ahlakî inanışların esasları hazırlandı: çocukların eğitimi, şeref ve haysiyet, terbiye ve sadakat hisleri aşılandı. Dinin temelleri orada atıldı ve dinin yarattığı ümit ve dehşet, ahlâk ilkesinin yerleştirilmesi ve grubun kuvvetlendirilmesi yolunda kullanıldı. Konuşma, muğlak diller hâlinde geliştirildi, tıp ve cerrahî göründü ve ilim, edebiyat ve sanatta mütevazi adımlar atıldı. Bir bütün hâlinde ele alındığında, karşımızdaki manzara, hayret uyandırıcı bir yaradılışın, kaos'tan yükselen bir formun hayvandan âkil insana giden yolların biribiri ardından açılışının manzarası. Bu ‘vahşi’ler ve onların yüz binlerce yıllık tecrübe ve el yordamlarıyla ilerleyişleri olmasaydı, medeniyet de olamazdı. Talihli ve muhtemelen dejenereleşmiş biz gençler, okuma-yazma bilmeyen bir ecdadın uzun ve zahmetli çalışmalarla ortaya koyduğu araçları, kültüre, güvenliğe ve rahatlığa götüren vasıtaları, tevarüs ederken, hemen hemen her şeyimizi onlara borçlu olduğumuzu unutmayalım.”
Elinizdeki bu kitap, birinci cildi 1935’te yayınlanan 10 dev ciltlik Medeniyetin Hikayesinin “Önsöz”üdür. Hemen hemen eserin kendi kadar ilgi çeken bu önsöz, Amerika'nın muhtelif üniversitelerinde okunması gereken kitaplar arasına alındığından, Medeniyetin Hikayesi'ni çıkaran yayınevi, bu önsözü de ayrı bir kitap halinde yayınlamıştır.
Nejat Muallimoğlu
Sh: 9-12
EVLİLİK-ÖNCESİ İLİŞKİLER — FUHUŞ — İFFET—BEKÂRET — İKİLİ STANDARD — TEVAZU AH i. AK: İNANIŞLARIN. NİSBÎLİĞİ — TEVAZUUN BİYOLOJİK ROLÜ — ZİNA — BOŞANMA —KÜÇÜK ÇOCUKLARIN ÖLDÜRÜLMESİ —ÇOCUKLUK —FERT
AHLÂK telâkkilerinin en büyük görevi, her zaman için, seksüel ilişkileri düzenlemektir; çünkü insanın kendi kendini çoğaltma içgüdüsü, sadece evlilik yolunda meseleler yaratmaz, evlilikten önce ve sonra da birtakım problemler doğurur, ve bu problemler de, devamlılıkları ile, yoğunluğu ile, kanunlara sırt çevirmeleriyle, ahlâk değerlerini altüst etmeleriyle herhangi bir ânda cemiyet düzenini bozabilir. Birinci mesele, evlilik-öncesi ilişkilerle ilgili; kısıtlanmak mı, yoksa serbest mi bırakılmalı?
 Seks, hayvanlar arasında bile tamamen başıboş değildir; dişilerin, kızışma zamanlan dışında, erkekleri reddetmeleri, hayvanlar âlemindeki seksüel ilişkileri, behimî ihtiraslarını dizginlemesini bilemeyen kendi aramızdaki yaratıklardan çok daha mütevazi bir seviyede tutar. Beabarchais’in dediği gibi, insan hayvandan, karnı acıkmadan yediği, susamadan içtiği, ve her zaman aşk yaptığı için ayrılır. İlkel insanlar arasında, hayvanlardaki kısıtlamanın bir benzerini, veya aksini, âdet gördüğü zaman kadınla ilişki kurulamayacağım belirten tabularda görüyoruz. Bu genel istisna dışında, en basit cemiyetlerde evlilik-öncesi cinsî temaslar, çok defa tamamen serbest bırakıldı. Kuzey Amerikalı Kızıl Derililer’i arasında, genç kız ve erkekler serbestçe çiftleşti, ve bu ilişkiler de evlilik yolunda bir engel teşkil etmedi. Yeni Gine’nin papuanları arasında seks hayatı çok erken yaşta başladı, ve evlenmeden önce başıboş cinsiyet ilişkileri bir kural idi. Siberya’da Soyotlar, Filipinler’deki İgorotlar, Yukarı Burma’da, Afrika’nın Kâfirleri ve Orman Adamları, Nijer, Uganda, Yeni Georgia, Murray Adaları, Andaman Adaları, Tahiti, Polinezya, Assam, ilh. yerlileri arasında da aynı tarz bir evlilik-öncesi hürriyeti görülür.
Fuhuş bu yüzden ilkel cemiyette yaygın değildir. Dünyanın “en eski mesleği,” gerçekte oldukça yeni; ve ancak, mülkiyetin görünmesinden ve evlilik-öncesi hürriyetin kaybolmasından sonra medeniyetle birlikte ortaya çıktı. Şurada burada genç kızların başlık paralarını biriktirmek veya mâbedlere para toplamak için kendilerini sattıkları müşahade edilirse de, mahallî ahlâk anlayışının, tutumlu ebeveynlere veya açgözlü tanrılara yardım yolunda bir vasıta olarak kabul ettiği yerler dışında, pek görülmez.
İffet ve saflık da geç bir gelişme olarak ortaya çıktı. İlkel bir genç kızı korkutan şey, sâfiyetinin bozulması değil, adının kısır çıkmasıydı; evlilik-öncesi gebelik, bir koca bulmak için çok defa bir handikap değil vasıtaydı, zira böylece, hakkındaki bütün şüpheler dağılıyor, ve kâr sağlayacak çocuklar doğuracağı vaadini yerleştiriyordu. Mülkiyetin ortaya çıkışından evvel, daha basit kabileler, genç bir kızın evlenmeden önce bâkire kalmak istemesinden alayla bahsettiler, sâfıyet bir genç kız için arzu edilir bir şey değildi. Kamchdal’da, karısının kız çıktığını gören erkek, kızın anasına çıkışıyor, “kızının yetiştirilmesinde ihmalkâr davrandığını” söylüyordu. Bekâret, birçok yerlerde, evlilik yolunda bir engel olarak kabul edildi. Çünkü erkeği, kendi kabilesinden birinin kanını akıtamayacağını ihtar eden tabuyu çiğnemekle başbaşa bırakıyordu. Genç kızlar bazen, yollarını tıkayan bu tabuyu devirmek için, kendilerini bir yabancıya teslim ettiler. Tibet’te analar, kızlarının çiçeklerini koparacak erkekleri endişe ile aradı; Malabar’da, kızlar, sâfiyetlerini bozmalarını yoldan geçenlerden rica ettiler, “zira bâkire kaldıkları müddetçe koca bulamayacaklardı.” Bazı kabilelerde gelin, kocasının yanma gitmeden önce kendisini, düğün misafirlerine bırakmaya zorlandı; bir diğerlerinde, damat, gelinin bekâretini ortadan kaldırması için birini kiraladı; ve Filipinler’deki bazı kabileler arasında da, koca olacakların bu fonksiyonlarını yerine getirmek üzere yüksek maaşla özel bir görevli tayin edildi.
Bekâreti bir kabahat olmaktan çıkarıp bir fazilet haline getiren, ve onu bütün yüksek medeniyetlerin ahlâk anlayışlarında bir unsur yapan ne idi?
 Hiç şüphesiz, mülkiyet müessesesi idi. Evlilik-öncesi sâfiyet, ataerkil erkeğin, kendi karısı üzerinde hissettiği sahip olma duygusunun kızlarına da uzatılmasıydı. Evliliğin bir alım-satım işi olduğu zamanlarda, bâkire gelinin zayıf kız kardeşinden daha fazla para getirdiği anlaşılınca, bekârete verilen prim arttı; bâkire, malını, nesebi belli olmayan çocuklara bırakmak endişesi içinde yaşayan erkeklere şimdi, kendi mâzisiyle bu çok önemli vaadi veriyordu.
Erkekler, aynı kısıntıları kendi üzerlerinde uygulamayı hiçbir zaman düşünmedi; tarihte hiçbir cemiyet evleninceye kadar erkeğin de saf kalmasında ısrar etmedi; bâkir bir erkek için hiçbir dil kelime yapmadı. Bekâret ruhu sadece kız çocukları için muhafaza edildi, ve binbir yolla kabul ettirildi. Tuareg’ler, bir kız evlâdın veya kız kardeşin gayri-muntazamlığım ölümle cezalandırdı; Nubia, Habeşistan, Somali, ilh. Zencileri, kız çocuklarına zalim bir kilitleme sanatım uyguladı, yâni onların cinsî temasta bulunmalarını engellemek için tenasül uzuvlarına bir halka veya kilit asıldı; bu tür bir teamül Burma ve Siyam’da günümüze kadar uzandı. Bazı aşiretlerde genç kızların, erkeklerin iğvalı tezahürlerine cevap verememeleri veya işveli tavırlarla erkekleri tahrik etmemeleri için, kapalı yerlerde büyütüldüklerini görüyoruz. New Briton’da zengin ebeveynler, kızlarım, tehlikeli beş yıl süresince bir kulübeye kapattı ve kapıya da sadık bir kocakarı diktiler; kızın hiçbir zaman dışarı çıkmasına müsaade edilmedi, sadece akrabaları ziyaret edebilirdi. Borneo’da bazı aşiretler, evlenmemiş kızları tek kişilik hücrelerde muhafaza ettiler. Bu ilkel âdetlerden Müslüman ve Hintlerin purdah’ı [peçe, örtünme, harem] için bir adım yeterli, ve bu da “medeniyet’in, “vahşi”liğe ne kadar yakından temas ettiğini gösterir.
Tevazu, bekâret ve ataerkil aile ile yan yana yürüdü. Bugün bile vücutlarım göstermekten utanmayan aşiretler var; hattâ bazıları vücutlarını örtmekle utanır. Livingstnoe, karısının gelmesinden önce, ev sahiplerinden giyinmelerini rica ettiği vakit bütün Afrika kahkahalarla güldü. Balonda Kraliçesi, Livingstnoe’ı huzuruna kabul ettiği zaman oldukça çıplaktı. İlkel kabilelerden küçük bir azınlığı, zerrece utanma hissi duymaksızın, açık yerlerde cinsî münasebette bulunmaktan çekinmezler. Tevazu başlangıçta, kadının, âdet gördüğü günlerde tabu olduğunun bilinmesinden doğan bir histi. Evliliğin satın alındığı zamanlarda, bâkire kız, babasına kazanç sağlıyor, erkeklerden ayrı tutulması da kızda, sâfiyetini korumak zorunluluğunu uyandırıyordu. Tevazu, yine, alım-satım evliliklerinin yürürlükte olduğu yerlerde, kocasının, kendisi için malî külfete katlandığını bilen kadının, saf kalmakla, ona olan manevî borcunu ödeyebileceği hissini taşımasıdır. Giyim-kuşam, işte burada ortaya çıkar (tabiî, süslenme ve korunma tarzları sâfiyeti tehlikeye düşürmemişse). Birçok aşiretlerde kadınlar, kendilerinin ancak kocalarına ait olduklarının bir işareti, ve diğerlerini muhtemel romantik davranışlarına engel olmak üzere, ancak evlendikten sonra örtündüler; ilkel insanlar, örtünmenin şehvet hislerini kabartacağını söyleyen Penguin Adası romanının yazarlarıyle hemfikir değillerdi, iffetin, maamafîh, giyinme ile ilgisi pek yok; bazı gezginler Afrika ahlâkının, vücudu kaplayan örtü miktanyle ters orantılı olarak değiştiğini söylüyor. Şurası gayet açık: insanların nerelerinden utandıkları tamamen, kendi gruplarının tabu ve âdetlerine bağlı. Son zamanlara kadar, bir Çin kadını ayağını göstermekten utanıyordu. Arap kadını yüzünü saklıyor, Tuareg kadını ise ayağını gizliyordu; fakat kadîm Mısır’ın, ondokuzuncu asır Hindistan’ının ve (“şehvet düşkünü turistlerin istilâsından önce) yirminci yüzyıl Bali’sinin kadınları göğüslerini teşhir etmekle utanma arasında bir bağlantı bulabileceğini hiç düşünmediler.
Buradan, zaman ve mekâna göre değişikliklere uğradığından, ahlâkın değersiz olduğu neticesini çıkarmamalıyız, ancak kendi grubumuzun ahlâkî inanışlarını bir kenara koyduktan sonra tarih bilgimizi gösterirsek, akıllıca bir hareket yapmış oluruz. Azıcık antropoloji bilgisi tehlikelidir. Anatole France’ın, istihzalı bir tarzda ifade ettiği sözünde hakikat payı büyük: “Ahlâk, bir topluluğun peşin hükümlerinin toplamıdır”; ve Anacharsis’in, eski Yunanlar’a söylediği gibi, eğer bir kimse, bir grubun kutsal saydığı bütün âdetleri bir araya getirir, ve daha sonra da, bir diğer grubun gayri-ahlâkî addettiği bütün âdetleri alıp götürürse, geriye hiçbir şey kalmaz. Yalnız, bu, ahlâkın değersizliğini ispat etmez, sadece, sosyal düzenin değişik yollarla nasıl muhafaza edildiğini gösterir. Sosyal düzen gerekli; oyunun bir takım kurallara göre oynanması gerek; insanlar, hayatın normal şartları altında, diğerlerinden neleri bekleyeceklerini bilmeli. Bundan böyle, bir cemiyetteki insanların, kendi ahlâk sistemlerini mutlak bir birlik altında yürütmeleri, sistemin muhtevası kadar önemli. Kendi aşiretimizin ahlâk ve âdetlerini kahramanca reddedişimiz, gençlik çağımızda onların nisbî olduklarını keşfedişimiz, sadece kafalarımızın henüz olgunlaşmadığını gösterir; zira, bir on yıl sonra, kendi grubumuzun —ırkın nesiller boyunca denenmiş tecrübeleri olan— ahlâk sisteminde, bir üniversite devresinde öğrenebileceklerimizden çok daha fazla hikmet bulunduğunu anlayabiliriz. Er veya geç, o rahatsız edici gerçekle karşı karşıya kalacağız: anlayamadıklarımız dahi doğru olabilir. Cemiyetin muğlak yapısını oluşturan müesseseler, teamüller, âdetler, gelenekler ve kanunlar, bir milyar kafanın yüzlerce asırlık çalışmalarla ortaya koyduğu eserlerdir; ve, değil sadece yirmi senede, bir hayat boyunca bile onları anlayabileceğimizi zannetmeyelim. Özet olarak diyeceğiz ki, ahlâk telâkkileri nisbîdir, ve onlardan vazgeçilemez.
Eski ve temel âdetler, yüzlerce senelik tecrübe ve hatâdan sonra grubun, tabiî bir seçme-ayırma işlemini temsil ettiklerinden, tarihî nisbîliklerine, alım-satım evlenmeleriyle olan ilişkilerine rağmen, bekâret ve tevazuda da bazı sosyal yarar, veya cemiyetlerin yürütülmesine yarayan değerler bulabiliriz. Tevazu ve mahcubiyet hisleri, genç bir kıza —imkân verildiği hallerde— eşini daha dikkatle seçmesine, veya erkeğin kendisini kazanmadan önce, kendindeki daha iyi taraflarını göstermesinin gerektiğini anlatan stratejik bir geri çekilme idi; ve erkeğin arzusu önüne çıkarılan bu engellerdir ki, erkekte, romantik aşk hislerini harekete getirdi, ve kızın, kendi gözünde yüceltilmesine hizmet etti. Bekâret kavramının aşılanması, ilkel seks hayatının tabiîliğini ve kolaylığını yıktı; fakat, erken yaşlardaki cinsî gelişmeyi ve çocuk yaşta anne olmayı engellediğinden, İktisadî ve seksüel olgunluk arasındaki —medeniyet geliştikçe daha yıkıcı vasıflar kazanmağa meyleden— gediği de daralttı. Böylece, muhtemel ki, ferdin fizikî ve zihnî bakımlardan güçlenmesine, çocukluk ve eğitim safhasının uzatılmasına, ve neticede, ırkın seviyesinin yükselmesine hizmet etti.
Mülkiyet, müessesesi geliştikçe, evlilik-dışı cinsî ilişkiler, affedilir olmaktan çıktı, affedilmez günahlar sınıfına girdi. Bizce bilinen ilkel insanların yarısı buna büyük önem vermez. Mülkiyetin ortaya çıkışı, kadından sadece mutlak bir sadakat bekleneceği görüşünü yerleştirmekle kalmadı, erkekte, kadının kendi mülkiyetinde bulunduğu davranışını da yarattı: erkek, karısını bir misafirine ödünç verdiği zaman dahi, kadın, ruh ve vücutça erkeğindi. Suttee bu kavramın nihaî şekli oldu: kadın, ölen efendisinin diğer eşyasıyle birlikte gömülmeliydi. Ataerkil ailede, evlilik-dışı ilişkiler hırsızlıkla bir tutuldu; yâni, başka bir ifade ile, patent hakkına tecavüzdü. Bunun cezası, basit aşiretlerdeki ilgisizlikten, bazı California Kızıl Derililer’i arasında evlilik-dışı ilişkiler kuran kadının barsaklarının çıkarılmasına kadar değişti. Asırlar boyunca uygulanan bu cezalardan sonra, kadın sadakatinin yeni bir örneği cemiyette kökleşti, ve kadının kalbinde de sağlam bir vicdan yarattı. Kızıl Derililerle savaşan birçok halklar, mağlûp ettikleri bu ilkel insanların karılarına hiç bir şekilde dokunamadıklarını hayretle gördüler; ve bazı beyaz gezginler de, Avrupalı ve Amerikalı kadınlarda da, Zulu ve Papuanlar’ın karılarında görülen sadakat hissinin bir gün yerleşmesini ümit ettiler.
Papuanlı kadının kocasına sadık kalması daha kolaydı, çünkü onlar arasında, en ilkel insanlar arasında olduğu gibi, erkeğin kadını boşamasını önleyecek engeller pek azdı. Amerikalı Kızıl Derili kabilelerde birleşme, nâdiren bir kaç yıldan fazla sürdü. “Yaşlı ve orta-yaşlı erkeklerin büyük bir kısmının, başka başka yerlerde birçok karıları vardı”, diyor Schoolcraft, “ve kendilerinin dahi tanımadığı çocukları her tarafa dağılmışlardı.” “Sadece, hem de hayat boyunca, bir kadınla evli kalan Avrupalılar’a gülüyorlar; onlar, İyi Ruh’un, kendilerini mutlu bir hayat sürmesi için şekillendirdiğine, ve kadın ve erkeğin huy ve itiyatları uyuşmazsa, birliğin devam ettirilmemesi gerektiğine inanıyorlar.” Cherokee Kızıl Derililer’i karılarını, senede üç veya dört defa değiştirdi; muhafazakâr Samoanlar ise üç sene yanlarında tuttular. Yerleşik ziraatla birlikte birleşmeler daha devamlı oldu. Ataerkil sistemde, erkeğin karısından boşanması İktisadî bir yarar sağlamıyordu, zira kadını boşamak —bir bakıma— kazanç sağlayan bir köleyi kaybetmek olacaktı. Aile, toprağı hep beraber işleyen üretici edici üniteler hâline gelince —diğer faktörlerin eşit olduğu hallerde— büyüklüğüne ve kendi arasındaki bağ ve dayanışmaya göre refaha kavuştu; böylece, en küçük çocuğun da yetiştirilmesine kadar, kadın ve erkek arasındaki bağın koparılmasında fayda bulunmadığı anlaşıldı. O zamana kadar da, yeni bir aşk için ne takat ne enerji kalmış, ve müşterek çalışma ve tecrübeler neticesinde, ebeveynlerin hayatları, bir tek hayat hâlinde birleşmişti. Ancak şehir sanayiinin gelişmesi, ve bunun neticesinde, ailenin küçülmesi ve ekonomik önemin azalmasıyladır ki, boşanmalar yeniden yaygınlaştı.
Tarih boyunca erkekler, genellikle, fazla çocuk sahibi olmak istedi, ve bundan böyle, anneliği kutsal saydılar; kadınlar ise —zürriyet hakkında daha fazla bildiklerinden— kendilerine yükletilen bu ağır görev altında gizliden gizliye isyan etti, ve analık yükünün hafifletilmesi için sayısız yollara başvurdular. İlkel insan, umumiyetle, nüfusu kısıtlama taraftarı değildir; çocuk, normal şartlar altında kâr getirir, ve baba sadece, bütün çocuklarının erkek olmadıklarına üzülür. Çocuk düşürmeyi icad eden kadındı, doğan çocukların öldürülmesini kontraseptiv’leri de [gebelikten koruyucu tedbirler] o buldu —bu sonuncusu, yer yer ilkel insanlar arasında dahi görülür— “Vahşi” ve “medenî” kadının doğumu önleme yolundaki düşüncelerinde hayret uyandırıcı benzerlikler var: çocuk büyütmenin yükünden kurtulmak, genç bir form muhafaza etmek, evlilik-dışı anneliğin lekesini silmek, ölümden kaçınmak, ilh. Hâmile kalmayı azaltmanın en basit yolu, emzikte çocuk varken (çocuğun emzirilmesi, gerektiğinde bir kaç yıl uzatılabilirdi), erkeği reddetmekti. Bazen, Cheyenne Kızıl Derilileri arasında görüldüğü üzere, kadınlar, birinci çocukları on yaşma basmadan, İkincinin reddedilmesi âdetini yerleştirdiler. New Britain’da kadınlar, evliliklerinin ancak iki ilâ dördüncü yıllarında çocuk doğurdular. Brezilya’nın Guaycuru’larının nüfusu gitgide azalıyordu, çünkü kadınlar, otuz yaşına gelmeden çocuk doğurmadılar. Papuanlar arasında sık sık kürtaja başvuruldu; “çocuklar yük oluyor”, dedi bir kadın, “onlar bizi usandırdı, öldürüyor.” Bazı Maori kabilelerinde kadınlar, bitkilerle veya kendilerinin yaptıkları âletlerle gebeliği önlediler.
Kürtajın başarılı olamadığı hallerde, çocuğun öldürüldüğünü görüyoruz. Tabiat insanlarının ekserisi, şayet sakat doğmuşsa, veya hastalıklı ise, veya gayri-meşru dünyaya gelmişse, veya anası doğum sırasında ölmüşse, bebeğin öldürülmesine cevaz verdiler. Eldeki yiyecek imkânlarına göre, nüfusun sınırlandırılması yolunda herhangi bir sebep yetecekmişçesine, birçok kabilelerde, kendilerinin talihsiz saydığı şartlar altında doğan çocuklar öldürüldü; böylece, Bondei yerlileri, dünyaya önce kafasını uza-tarak geren bebekleri boğdular; Kamchdal’lar, fırtınalı günde doğan çocukları öldürdüler! Madagaskar aşiretleri, Mart veya Nisanda, veya bir Çarşamba veya Cuma günü, veyahut ayın son haftasında dünya sahnesine çıkan çocukları ya ölümlerine terkettiler veya suda boğmak veya diri diri gömmek suretiyle ortadan kaldırdılar. Eğer bir kadın ikiz doğurmuşsa, bu, evlilik-dışı cinsî temasın deliliydi, zira hiçbir erkek, aynı ânda iki çocuğun babası olamazdı; şu halde, bu çocukların biri veya her ikisi öldürülmeliydi. Göçebeler de sık sık yeni doğan çocuklarını öldürdüler, çünkü uzun yürüyüşlerde “yük” oluyorlardı. Victoria’da Bangerang kabilesinde, doğan çocukların yarısı öldürüldü; Paraguay’ın Lengua aşireti arasında, her ailenin sadece yedi senede bir çocuk büyütmesine müsaade edildi; Adiponeler, her ailede bir erkek ve bir kız çocuk bulundurmak, ve diğerlerini doğar doğmaz öldürmek suretiyle, nüfus üzerinde bir Fransız ekonomisi kurmasını başardılar. Ekseri aşiretler, açlığın hükmünü yürüttüğü veya açlık tehlikesi başgösterdiği vakit, yeni doğan çocukları öldürdü, veya pişirip yediler. Genellikle, en fazla öldürülenler kız çocuklarıydılar; işkence yapılarak öldürüldüler, böylelikle ruh, ikinci gelişinde, bir erkek şeklinde görünecekti. Yeni doğan çocuğun öldürülmesinde, hiçbir acı ve pişmanlık hissi duyulmadı; çünkü, çocuğun dünyaya gelişinden sonra geçen bir kaç dakika içinde, annesinin, yavrusu için hiçbir içgüdüsel sevgi beslemediği hükmüne varıldı.
Çocuk, şayet birkaç gün yaşamasına müsaade edilmişse, artık öldürülmeyecek demekti; şimdi, kısa bir zaman içinde, ebeveynlerin gayet basitçe dışarı vurulan sevgileri kendini göstermeğe başladı, ve ekseri hallerde ilkel ebeveynleri, daha yüksek ırkların vasat bir çocuğa gösterdikleri sevgiden daha fazla şefkat ve muhabbetle çocuklarını büyütmeğe başladılar. Süt veya yumuşak gıdaların azlığından ötürü, annesi, çocuğunu iki veya dört, bazan oniki yaşına kadar emzirdi; bir gezgin, daha sütten kesilmeden tütün içmesini öğrenen çocuktan bahsediyor; bir diğeri, arkadaşlarıyla oynarken, bir ara oyuna —veya işine— ara vererek, sütünü içmek için anasının kucağına giden çocuktan bahseder. Afrikalı Zenci kadını, işini yaparken çocuğunu sırtında taşıdı, ve zaman zaman, omuzu üzerinden uzattığı göğsü ile doyurdu. İlkel disiplin müsamahakâr, ama şımartıcı değildi; çocuk, daha küçük yaşta, kendi aptallıklarının, kendi küstahlıklarının, veya kendi kavgacılığının neticeleriyle başbaşa kalması için serbest bırakıldı; ve çocuğun hayat bilgisi hızla arttı. İlkel cemiyetlerde, çocuklar ve ebeveynler arasında karşılıklı sevgi ve hürmet fazlasıyla gelişmişti.
İlkel çocukluk yıllarında tehlike ve hastalık fazla, ölüm nisbeti yüksekti. Gençlik kısa sürdü, zira evliliğin ve cengâverliğin mesuliyetleri erken yaşlarda başladı, ve fert, kısa bir zaman sonra, grubun sayısını arttırmak ve korunmasını yüklenmek gibi ağır görevler arasında kayboldu. Kadınların vazifesi çocuklara bakmak, erkeklerin görevi yiyecek temin etmekti. Son çocuk da yetiştirildiği vakit, ebeveynlerin gücü kesilmiş; ferdî hayat için, başlangıçta olduğu kadar sonunda da zaman kalmamıştı. Ferdiyetçilik, hürriyet gibi, medeniyetin bir lüks’üdür. Ancak tarihin şafağında, yeterli sayıda erkek ve kadın, açlık, zürriyet yetiştirme ve harbin yüklerinden kurtulmak imkânını buldu, kendilerini zevk ve eğlencenin, kültür ve sanatın elle tutulamayan değerlerine adamağa başladılar.
Sh: 95-107
FAZİLET ve KÖTÜLÜĞÜN MAHİYETİ — HIRS ve TAMAH — SAMİMİYETSİZLİK — ŞİDDET —
CİNAYET — İNTİHAR — FERDİN SOSYALİZASYONU — DİĞERGÂMLIK — MİSAFİRSEVERLİK —
TAVIR ve HAREKETLER — AHLÂKIN AŞİRETTEKİ SINIRLARI — İLKEL AHLÂK-MODERN AHLÂK —
DİN ve AHLÂK TELÂKKİLERİ
EBEVEYNLİK fonksiyonunun bir parçası, bir ahlâk sistemini iletmektir. Çünkü çocuk, beşerden ziyade hayvandır; ırkın ahlâkî ve zihnî mirasını benimseme yolunda her gün biraz daha beşerî olmağa başlar. Biyolojikçe, medeniyet için kötü teçhiz edilmiştir, çünkü onun içgüdüleri, sadece geleneksel ve temel şartlar altında nasıl hareket edeceğini anlatır, ve onu harekete getiren saikler de, kasaba hayatından ziyade ormandaki yaşayışa uygundur. Her kötü alışkanlık bir zamanlar, varoluş mücadelesinde lüzumlu bir faziletti; ancak kendisini vazgeçilmez yapan şartlar yüzünden de, uzun bir müddet devam ettiği zaman bir kötülük oldu; kötü bir alışkanlık, bir kötülük, şu halde, tavır ve hareketin ilerlemiş şekli değil, genellikle eski ve yerlerini diğerlerine bırakmış usullerdeki atavistik [ecdattan kalan] bir kalıntı. Bir ahlâk sisteminin amacı, değişmemiş —veya yavaş değişen— beşer dürtülerini, sosyal hayatın değişen ihtiyaç ve şartlarına uydurmaktır.
Hırs ve tamah, samimiyetsizlik, zulüm ve şiddet, pekçok nesiller boyunca hayvanlar ve insanlar için faydalı idi, ve bizim bütün kanunlarımızın, eğitim sistemimizin, ahlâkımızın ve dinimizin onları tamamen ortadan kaldıramayacakları gibi, bazıları, şüphesiz günümüz için de tutarlı. Hayvan karnını tıkabasa doldurur, zira tekrar ne zaman yiyeceğini bilemez; ve hırs ve tamahın orijini de yarın ne olacağını bilememektir. Yakutlar’ın günde yirmi kilo et yedikleri biliniyordu; ve sadece biraz daha az kahramanca olan bu tür hikâyeler, Eskimolar ve Avustralya yerlileri için de söylendi. Ekonomik güvenlik, bu tabiî açgözlülüğü tamamıyla ortadan kaldıramayacak kadar çok yeni bir gelişme; haris ve huysuz modern erkek ve kadınların, gerektiğinde yiyeceğe çevrilebilmeleri için, doyurulamayan açgözlülüklerinin dürtüleriyle altın ve diğer eşyayı yığmaları bu sözümüzün bir delilidir. Suya malik olma hırsı, yiyecek hırsı kadar yaygın değildir, çünkü beşer yerleşim merkezleri çok defa su kenarlarında teşekkül etti. Yine de, sarhoş edici maddelerin tüketimi hemen hemen evrensel; insanların açgözlülüğünden değil, üşüdükleri ve ısınmak istedikleri, veya mutsuz olduklarından unutmak istediklerinden veya suyun içilemeyecek kadar kötü olmasından.
Samimiyetsizlik, hırs ve tamah kadar eski değil, çünkü açlık mülkiyetten eskidir. En basit “vahşi”lerin en namuslu insanlar oldukları görülüyor. “Onların sözleri kutsal”, dedi, Hotantolardan bahseden Kolben: “Avrupa’nın dejenereliği ve sahtekârlığı hakkında hiç bir şey bilmiyorlar.” Beynelmilel muhabere geliştikçe, ilkel insanların bu saf samimiliği de kayboldu; Avrupa, bu nazik sanatı Hotentolara öğretti. Genellikle, samimiyetsizlik medeniyetle beraber yükselir, çünkü medeniyette, diplomasinin nimet ve riskleri daha büyüktür, çalınacak daha fazla eşya vardır, ve eğitim de insanları daha kurnaz yapar. İlkel insanlar arasında mülkiyet geliştikçe, yalancılık ve hırsızlık da ardından gelir.
Şiddete başvurularak yürütülen suçlar, hırs ve tamah kadar eski; yiyecek, toprak ve eş bulma mücadelesi, her nesilde toprağı kana buladı, ve medeniyetin düzensiz, gayri-muntazam ışığı için koyu bir fon teşkil etti. İlkel insan zalimdi, çünkü başka yolu yoktu; hayat, elinde her ân için kullanmağa hazır bir silâhı, ve “tabiî” bir şekilde öldürmeğe meyilli bir kalbi olması gerektiğini öğretmişti. Antropolojinin en karanlık sayfaları, ilkel zulüm hikâyelerini, ve pekçok erkek ve kadının biribirlerine acı çektirmekle duydukları sevinci anlatanlardı. Bu zulmün büyük bir kısmı harple ilgiliydi; klan içindeki davranışlar daha az yırtıcıydı, ve ilkel insanlar biribirlerine —ve hattâ kölelerine— oldukça medenî bir şefkat hissiyle muamele ettiler. Fakat harp sırasında şiddetle öldürmek gerektiğinden, barış yıllarında öldürme sanatını öğrendiler; çünkü birçok ilkel kafa için, tartışanlardan biri ölmedikçe mesele çözülmüş olmuyordu. Birçok kabilelerde cinayet, aynı klana mensup birinin öldürülmesi bile, bir vakitler bu tür hâdiselerin bizim kendi cemiyetimizde doğurduğu dehşetten çok daha az dehşet uyandırdı. Fuegian’lar, katili, arkadaşları onun bu suçunu unutana kadar sürgün etmekle cezalandırdılar. Kâfirler, bir katili pis saydı ve onun, yüzünü kömürle boyamasını istediler; ama bir müddet sonra katil yüzünü yıkar, ağzını çalkalar ve kendisini kahverengine boyarsa, yeniden cemiyete kabul edildi. Futuna’nın vahşileri, kendi cemiyetimiz gibi, bir katile kahraman gözüyle baktılar. Müteaddid kabilelerde bir kadın, haklı veya haksızca girişilen bir kavgada bir insan öldürmemiş bir erkekle evlenmedi; ve insanavı’mn bazı yerlerde yerleşmesinin sebebi de bu düşünce. Dyak’lar arasında, insan-avmdan en fazla sayıda kafa ile dönen avcı, köyün en güzel kızlarına sahip olabiliyordu; kızlar da, kendilerini böyle bir cengâvere terketmeğe istekliydiler, zira onun saye-sinde, cesur ve iktidarlı çocukların anneleri olmak mutluluğuna kavuşacaklardı .
Yiyecek maddelerinin pahalı olduğu yerlerde hayat ucuzdur. Ebeveynleri kendi kendilerine bakamayacak kadar yaşlanınca Eskimo çocukları, onları öldürmeğe mecbur kılındı; bu gibi hallerde evlâtların ana-babalarını öldürmemesi, onlara olan sadakat borcunu ödememekle bir tutuldu. İlkel insana, kendi hayatının bile ucuz olduğu anlaşılıyor, çünkü ancak günümüzdeki Japonlar’a özgü bir tarzda şahsına kıymaktan da çekinmez. Eğer hakarete uğrayan biri, intihar eder veya kendini sakatlarsa, hakaret edenin de aynı şeyi yapması beklenir, aksi takdirde, kimsenin yüzüne bakmayacağı bir parya olmaktan kendini kurtaramaz; hara-kiri, işte böylesine eski bir müessese. İntihar için herhangi bir sebep yetebilir: kocalarının, kendilerini azarlayabilecek kadar imtiyaza sahip bulundukları havasına büründüklerinden, Kuzey Amerika Kızıl Derilileri arasında bazı kadınlar intihar etti; ve Trobriand Adası’ndan bir genç de, karısı tütününün hepsini içtiği için kendi canına kıydı.
Hırs ve tamahı tutumluluğa, şiddeti münakaşaya, cinayeti mahkemeye, intihan da felsefeye çevirmek, medeniyetin yüklendiği görevin bir parçası oldu. Kuvvetlinin, zayıfı ancak kanunî yollarla yiyebileceğine ikna edilmesi büyük bir gelişme idi. Bir cemiyet, insanlarının bir grup olarak diğer gruplara karşı kendinin teşvik ettiği davranış tarzını, cemiyeti oluşturan fertlerin biribirleriyle olan karşılıklı ilişkilei’inde de göstermesine müsaade ettiği takdirde, varoluşunu devam ettiremez; haricî rekabetin birinci kanunu dahilî işbirliğidir. Fertlerin biribirlerine karşılıklı yardımlarıyla varoluş mücadelesi sona ermez, mücadele, grubun varoluş mücadelesiyle birleştirilir, veya gruba aktarılmış olur. Diğer faktörlerin eşit olduğu hallerde, rakip gruplarla rekabet edebilme yeteneği, gruptaki fertlerin veya ailelerin biribirleriyle birleşebilme kabiliyetleriyle doğru orantılıdır. Bunun içindir ki, her cemiyet bir ahlâk sistemi aşılar, ve hayatın tabiî harbinin şiddetini azaltmak için, kendisinin gizli müttefik ve yardımcıları olan sosyal düzeni fertlerin kalplerinde yerleştirmeğe çalışır; ferdin, cemiyetin yararına olan mesuliyet ve alışkanlıklarını —onların “faziletler” olduğunu söyleyerek— teşvik eder, ve karşıt yöndeki vasıfları kötülükler diye göstererek ortadan kaldırmağa çalışır. Böylece, fert, zahirî bir ölçü içinde sosyalleşir, ve hayvan artık bir vatandaş olur.
“Vahşi”nin ruhunda sosyal hisler yaratmak, bu tür hisleri günümüzün modern insanının kalbinde yerleştirmekten hiç de daha zor değildi. Ayakta durabilme mücadelesi ferdiyetçiliği pekiştirir. İlkel insan —belki kendi cinsleriyle— çağdaş insanın hemcinsleriyle yaptığından daha fazla işbirliği yaptı; zira, kendi grubuyle müştereken paylaştığı tehlike ve çıkarların daha fazla olmasından ötürü, ve kendisini diğerlerinden ayrı tutacak kadar da mülkiyet sahibi olmadığından, sosyal dayanışma onun için daha kolaydı. Tabiat adamı haris ve zalimdi; fakat elindekileri yabancılarla paylaşacak, ve misafirlerine hediyeler verecek kadar müşfik ve cömertti de. Bu ilkel misafirseverliği her mektep çocuğu bilir, ve ilkel insanların bu misafirseverliği bazı kabilelerde, misafire karısının veya kızının sunulmasına kadar götürüldü. Böyle bir teklifi reddetmek, sadece ev sahibine değil, adamın karısına da ciddî bir hakaret sayıldı; misyonerlerin karşılaştıkları tehlikeler arasında bunlar da vardı. Misafirin daha sonraki ziyaretlerinde, kendisine nasıl muamele edileceği çok defa, bu tür sorumluluklar karşısındaki davranışlarıyla tayin edildi. Medenî olmayan insanın, bir eşyaya sahip olmaktan ötürü kıskançlık duyduğu anlâşılıyor, ama bu seksüel bir kıskançlık değildi; kendisiyle evlenmeden önce karısının başka erkekleri de “tanımış” olması, veya şimdi misafiriyle yatması onu rahatsız etmedi; fakat kadının sevgilisinden ziyade sahibi olduğundan, rızası alınmaksızın başka bir er-kekle cinsî ilişkiler kurması onu gazaba getiriyordu. Bazı Afrikalı erkekler, karılarını, bir saygı belirtisi olarak yabancılara ödünç verdiler.
En basit insanlar arasında nezaket kuralları, ileri milletler arasında olduğu kadar muğlaktı. Her grubun resmî bir selâmlama ve ayrılma usulleri vardı. İki kişi, karşılaştıklarında, burunlarını biribirininkine sürttü, veya biribirini kokladı, veyahut biribirini hafifçe ısırdılar; fakat gördüğümüz gibi, hiç bir zaman öpüşmediler. Dyak insan avcılarının, aile hayatlarında “nazik ve barışçı” oldukları söyleniyor, ve Merkezî Amerika’nın Kızıl Derilileri de, beyaz insanların yüksek sesle konuşmalarını ve haşin tavırlarını iyi yetiştirilmediklerinde ve kültürlerinin ilkel oluşunda buldular.
Hemen hemen her grup kendini diğerlerinden üstün tutar. Amerika’nın Kızıl Derilileri kendilerini, beşeriyetin yüceltilmesinde örnek alınması için, Büyük Ruh tarafından yaratılmış seçkin insanlar olarak gördüler. Bir Kızıl Derili kabilesi kendini, “Yegâne Erkek Kabile” diye adlandırdı, bir diğeri kendisine “Erkeklerin Erkeği” dedi; ve Carib’ler de şunları söyledi: “Sadece biz insanız.” Eskimolar, Avrupalılaşın, Greenland’a fazilet örnekleri ve terbiye öğrenmek için geldiklerine inandı. Bunun içindir ki, ilkel insan, hemcinsleriyle ilişkilerinde kabul ettiği ahlâkî kısıntıları, diğer kabilelerin insanlarına da uzatmayı hiç düşünmedi; ahlâkın fonksiyonunun, diğer gruplar karşısında kendi grubuna kuvvet ve dayanışma vermek olduğuna açıktan açığa inandı. Emir ve tabular, sadece kendi kabilesinin insanlarına uygulandı; kendi misafirleri dışında, diğerleriyle olan ilişkilerinde bu emir ve tabuları sadece, yürüteceğine inandığı noktaya kadar götürdü.
Ahlâkî gelişme, tarih boyunca, ahlâk sisteminin geliştirilmesinden ziyade, ahlâkın uygulandığı sahanın yaygınlığına bağlı kaldı. Modern insanın ahlâk telâkkileri ilkel insanınkine —her iki sistem arasında muhtevada ve uygulamada önemli farklar bulunsa da— kesinlikle üstün değildir; fakat modern ahlâkî inanışlar, son zamanlarda —gitgide azalan yoğunlukta da olsa— önceki devirlere kıyasla daha geniş sayıda insanlara uzatıldı . Aşiretler, adına devlet denen daha büyük üniteler altında birleştikçe, ahlâkî inanışlar aşiret sınırlan dışına taştı; ve muhaberat —veya müşterek tehlike— devletleri birleştirip kaynaştırdıkça, millî sınırların da ötesine geçti, ve bazıları, kendilerince geçerli olan emirleri bütün AvrupalIlara, ve nihayet bütün insanlara uygulamağa başladılar. Belki, bütün insanları kendi komşusu imişcesine sevmek isteyen idealistler geldi geçti, ve belki her nesilde, milliyetçilik ve harp sahralarında nâfile ikaz ve haykırışlarında bulunanlar da geldi geçti. Fakat onların sayıları —hattâ nisbî sayıları— muhtemelen artmakta. Diplomasinin ahlâkı olmadığı, politikanın derinlikler olmadığı (La politique n’a pas d’entrailles) doğru ise de; beynelmilel ticaretin bir ahlâkı vardır, zira böyle bir alış-veriş, bir ölçü dahilinde, kısıtlamanın, düzenin ve güvenin bulunmadığı yer ve zamanlarda yürütülemez. Ticaret korsanlıkla başladı; ahlâkla zirveye erişti.
Kendi ahlâk sistemlerini açıktan açığa böylesine rasyonel [mantıkî] bir İktisadî ve siyasî temel üzerinde kurmakla yetinen pek az cemiyet vardır. Çünkü fert, kendi şahsî çıkarlarını grubun menfaati altında tutmasına zorlayacak, veya görülebilir uygulama vasıtalarından mahrum olmakla beraber, insanı rahatsız eden yönetmeliklere boyun eğmeğe mecbur kılacak tabiî özel yeteneklerle teçhiz edilmemiştir. Tâbir câizse, görünmez bir bekçi hizmetini gör-meleri, güçlü ümit ve korkular yaratmak suretiyle ferdiyetçilik karşısında sosyal dürtüleri kuvvetlendirmek için, cemiyetler, kendilerinin icad etmedikleri dini kullandılar. Kadîm coğrafyacı Strabo, bu konudaki en ileri görüşü ondokuz asır önce belirtti:
Kadınların oluşturduğu bir kalabalığı, veya hiç olmazsa, iplerinden boşanmış bir güruhu kontrol altında tutabilmek için, bir filozof, akıl ve idrake başvurmak suretiyle onları makuliyete zorlayamayacağı gibi, insanlara hürmet beslemek, dindarca davranmak, veya inançlara sağlamca sarılmak gerektiği hissini de onlarda yerleştiremez; dinî korku ihtiyacına da lüzum var, ve efsane ve mucizelere başvurulmaksızın bu korku yerleştirilemez. Çünkü yıldırımlar, kalkanlar, üç dişli gladyatör mızrakları, meşaleler, yılanlar, tanrıların kolları, efsanelerden baş-ka bir şey değildir —kadîm teolojinin de bir efsane olması gibi. Fakat devletin kurucuları, basit fikirli insanları korkutacak umacılar olarak onları takdis ettiler. Artık mitolojinin mahiyeti bu olduğundan, ve hayatın sosyal ve medenî safhalarının olduğu kadar, gerçekten vuku bulmuş hâdiseler tarihinin de yerini almış olduğundan, eski insanlar mitolojiyi, çocuklarının eğitim sistemine koymağa başladı ve onların olgunluk yaşlarına kadar uyguladılar; ve şiir vasıtasıyle de, hayatın her safhasını istedikleri şekilde disiplin altında tutacaklarına inandılar. Fakat şimdi, aradan geçen uzun yıllardan sonra, yazılı tarih ve şimdiki-zaman felsefesi öne geçti. Felsefe, maamafih, ancak küçük sayıda insanlara hitap eder, halbuki şiir halka daha fazla yarar sağlar.
Ahlâkî inanışlar, şu halde, aradan kısa bir zaman geçtikten sonra, dinî yaptırımlarla takdis edilerek sunulur, çünkü sır, gizlilik ve tabiat-üstü’lük, tecrübe ile bilinen ve jenetik bakımdan anlaşılabilen vakıalara hiçbir zaman eklenmeyecek ağırlığı verir; insanları tahayyül yolu ile yönetmek, ilim yolu ile idare etmekten çok daha kolaydır. Fakat dinin kaynağı veya orijini bu ahlâkî ütilite [yararlılık] miydi?

Sh: 107-116
İLKEL ATEİSTLER
EĞER, dini, tabiat-üstü kuvvetlere tapmak, diye tarif edersek, bazı insanların dinleri olmadığının müşahade edildiğini başlangıçta söyleyelim. Afrika’nın bazı Pigmi kabilelerinin görülebilir bir tapınma usul ve âyinleri yoktu; totemleri yoktu, fetiş’leri [eşyada tabiat-üstü kuvvetlerin bulunduğuna inanmak] yoktu, tanrıları yoktu; ölülerini hiçbir tören yapmaksızın gömdüler, ve öyle görülüyor ki, onları bir daha da düşünmediler; ve eğer, bazı gezginlerin inanılması güç sözlerine inanmak gerekirse, hurafeleri de yoktu. Cameroon’un cüceleri, sadece kötü niyetli tanrıları biliyorlardı, ve —fayda vermeyeceğinden— onları yatıştırmak için de hiçbir şey yapmadılar. Seylan’ın Vedda’ları, tanrıların ve lâyemut [ölümsüz] ruhların mevcudiyetinin mümkün olabileceği düşüncesinden ileri gitmedi; ve ne dua ettiler ne de kurban adadılar. Allah hakkındaki düşünceleri sorulduğunda, günümüzün filozofu gibi şaşkın bir tavır takınarak sordular:
“O bir kaya mı?
 Beyaz karıncaların oluşturduğu bir tepecik mi?
 Bir ağaç mı?
 Ben tanrıyı hiç görmedim.”
Kuzey Amerikalı Kazıl Derililer arasında bir tanrı mefhumu vardı, fakat ona tapmadılar; Epikür gibi, onu, kendi işleriyle meşgul olamayacak kadar çok uzaklarda kabul ettiler. Bir Abipone Kızıl Derilisi, kendisine yöneltilen bir soruyu, Konfüçyüs’ü hatırlatan bir davranışla tersledi: “Büyük babalarımızı, büyük-büyük babalarımızı ilgilendiren şeyler, sadece yeryüzünde olup bitenlerdi; onlar, atlarına ot ve su bulup bulamayacaklarını düşündüler. Gökyüzünde olup bitenler ve yıldızları kimin yarattığı ve yönettiği onları hiç ilgilendirmedi.”
Gökyüzünü ve yeryüzünü kimin yarattığı sorulduğu vakit, Eskimolar daima şu cevabı verdiler: “Bilmiyoruz.” Bir Zulu’ya sordular: “Güneşin doğuşunu ve batışını, ve ağaçların büyüyüşünü görüyorsun. Onları kimin yaptığını biliyor musun?
” Cevap verdi: “Hayır, onları görüyoruz, fakat nasıl olduklarını söyleyemeyiz; kim bilir, belki kendiliklerinden oluyor.”
Bunlar istisnaî haller, ve dinin evrensel olduğu hakkındaki düşünceler de esasta doğru. Filozof için, tarih ve psikolojinin bellibaşlı gerçeklerinden biri budur: filozof, bütün dinlerin pekçok saçmalık ihtiva ettiklerini bilmiş olmakla yetinmez, zira onun bilhassa ilgisini çeken şey, çok eski çağların karşılaştıkları meseleler ve inanışın hâlâ devam etmekte olduğudur. Beşeriyetin ortadan kaldırılamayan dindarlığının kaynakları nelerdir?
DİNİN KAYNAKLARI
KORKU — HAYRET — RÜYA — RUH — ANİMİZM.
KORKU, Lucretius’un dediği gibi, tanrıların ilk anasıydı. Korku, hepsinin üstünde, ölüm korkusu. İlkel hayat binbir tehlike ile çevrelenmişti, ve nâdiren tabiî çürüme ile son buldu; yaşlılığın gelip çatmasın
dan çok önce, şiddet veya nasıl geldiği bilinmeyen bir hastalık, insanların büyük bir kısmım alıp götürdü. Bunun içindir ki, ilkel insan, ölümün tabiî bir şey olduğuna hiçbir zaman inanmadı; ölümü, tabiatüstü kuvvetlerin operasyonuna hamletti. New Britain yerlilerinin mitolojisinde, ölüm, insanlara tanrıların hatâları yüzünden geldiği anlatılır. İyi kalpli tanrı Kambinana, ahmak kardeşi Kornouva’ya dedi ki: “Aşağı in ve insanlara ölümden kaçınmaları için, derilerini sıyırıp atmalarım söyle. Aynı zamanda, yılanlara da, artık bundan sonra öleceklerini anlat.” Kornouva, mesajı karıştırdı; ölmezliğin sırrını yılanlara iletti, ve ölüm fermanını da insanlara. Birçok kabilelerin düşüncesine göre, ölümün sebebi, insan vücudunu kaplayan derinin daralıp büzülmesiydi, ve şayet insan deri değiştirebilmiş olsaydı, ölmezliğe kavuşacaktı.
Ölüm korkusu, tesadüfen vuku bulan hâdiseler veya anlaşılamayan vakıalar karşısında hayrete düşmek, İlâhî yardım elinin uzanacağını ummak ve talihin yâver gitmesiyle minnettarlık duyulması, biribirleriyle işbirliği yaparak dinî inanışların ortaya çıkmasında rol oynadılar. Seks ve rüyalar, ve İlâhî varlıkların yeryüzü ve insanlar üzerindeki etkileri, ilkel insanlar için her zaman bir hayret ve sır kaynağı idi. İlkel insan, uyurken gördüğü hayallerle hayrete düştü, ve rüyalarında, ölü olduklarını bildiği insanların formlarını gördüğü vakit dehşet içinde kaldı. Geri gelmelerini engellemek için ölülerini toprağa gömdü; geri dönüp kendisine ağır sözler söylememesi için yiyecek ve kullandığı eşyayı da cesedin yanma koydu, zaman zaman ölünün geldiği evi ölüye bıraktı ve kendisi için başka bir yer buldu; bazı yerlerde, cesedi kapıdan değil, duvarda açtığı bir delikten çıkardı, ve ruhun, eve girdiği yeri hatırlamaması ve bir daha ziyaret etmemesi için de, cesedi, evin çevresine hızla üç defa dolaştırdı.
Bu tecrübeler ilk insanı, her canlı eşyanın içinde bir ruh, veya gizli bir hayat bulunduğuna inandırdı, ve bu da, hastalık sırasında, veya uykuda, veyahut ölüm ânında vücudu terketti. Kadîm Hindistan’ın Upanishar aşireti insanları, “uyuyan bir insanı hiç bir zaman birdenbire uyandırma”, dediler. “Çünkü ruh o insanın vücuduna gireceği yolu bulamazsa, bu kimseyi tedavi etmek zor olur.” Sadece insanın değil, her şeyin ruhu vardı; dışımızdaki dünya hissiz veya ölü değildi, capcanlıydı; aksi takdirde, ilkel filozof tabiatın, güneşin hareketi, veya ölüm getiren şimşek, veya ağaçların fısıldaşmaları gibi izah edilemeceyek vakıalarla dolu olacağını sandı. Objelerin ve hâdiselerin şahsî davranışlarla idrak edilmesi, onlara gayri-şahsîlik veya soyutluk izafe edilmesinden önce idi; din, felsefeden önce geldi. Bu tür animizm, dinin şiiri ve şiirin dinidir. Bu, en alt kademede, rüzgârın gözleri önünde uçuşturduğu bir kâğıt parçasına hayret ve şaşkınlıkla bakan köpeğin gözlerinde görülür; köpek kâğıdı belki, içindeki bir ruhun hareket ettirdiğini zannediyor; ve aynı hissi, en üst kademedeki şairin dilinde de görüyoruz. İlkel insan —ve her çağın şairi— için dağlar, ırmaklar, kayalar, ağaçlar, yıldızlar, güneş, ay ve gökyüzü kutsal şeylerdir, çünkü onlar, içeride ve görünmeyen ruhların, dışarı vurmuş ve görünür işaretleridir. İlk Grekler’in indinde, gökyüzü tanrı Ouranos idi, ay Selene idi, yeryüzü Gaea idi, deniz Poseidon idi, ve ormanın her tarafı Pan idi. Kadîm Almanlar, ilkel ormanların cinler, periler, devler ve cücelerle dolu olduğuna inanıyorlardı; bu orman perileri ve diğer yaratıklar, Wagner’in musikisinde ve İbsen’in şairane dramlarında hayatlarını sürdürür. İrlanda köylüleri arasında basitleri, perilere hâlâ inanır, ve eserlerinde onlara yer vermeyen hiçbir şair ve piyes yazarı popülerite kazanamaz. Bu animizmde hikmet olduğu kadar güzellik de var. Çağdaş yazarların en hissî olanı, hissî ruhlara şunları söylüyor:
Tabiat kendisini, bazıları görünen, bazıları görünmeyen ayrı ayrı canlı varlıkların oluşturduğu vâsi bir yığın hâlinde takdim eder, fakat hepsinde aklı-oluşturan madde bulunur, hepsinde maddeyi oluşturan madde vardır, ve aklı ve maddeyi oluşturan bütün bu maddeler, varoluşun temel sırrı hâlinde birleşirler. . . Dünya tanrılarla dolu. Her gezegen ve her taştan, kuvvetli ve zayıf, büyük ve küçük, tanrınınkini andıran çeşitli güçleriyle, gizli gayeleri uğrunda gökyüzü ve yeryüzü arasında gidip gelen bir varlık çıkar.
DİNİN OBJELERİ
GÜNEŞ — YILDIZLAR — YERYÜZÜ — SEKS —HAYVANLAR — TOTEMİZM — BEŞER GÖRÜNÜŞÜNDEKİ TANRILARA GEÇİŞ — HAYALETE TAPINMA — ECDADA-TAPINMA.
BÜTÜN eşyanın birer ruhu olduğundan, veya tanrıları ihtiva ettiklerinden, dinî ibâdetin objeleri sayısızdır. Bunları altı sınıfta toplayabiliriz: semavî, dünyevî, seksüel, hayvan, beşer [insan], ve İlâhî. Şüphesiz, kâinatımızdaki objelerden ilkin hangisine tapıldığım hiçbir zaman bilemeyeceğiz. İlkin tapılan objelerden biri muhtemel ki ay’dı. Tıpkı bizim folklorumuzun “aydaki adam”dan bahsedişi gibi, ilkel efsane de ay’ı, kadını baştan çıkararak âdet görmesine sebep olan cüretkâr bir erkek olarak gösterdi. Ay, kendilerini koruyan mâbudları olarak, kadınların gözde tanrılarından biri idi. Bu solgun renkli daire, aynı zamanda, zamanın ölçüşüydü; havayı kontrol ettiğine, yağmur ve kar’ı onun yaptığına inanıldı; kurbağalar bile yağmur için ona dua ettiler.
İlkel dinde, güneşin, gökyüzünün hâkimi olarak, ay’ın yerini ne zaman aldığını bilmiyoruz. Belki, ziraatın avcılığın yerini aldığı, ve güneşin geçişinin ekim ve hasad zamanlarını tayin ettiği, ve sıcaklığının toprağın sıcaklığının başlıca sebebi olduğu anlaşıldığı zamandı. Dünya böylece, güneşin sıcak ışınlarıyla döllenen bir tanrıça oldu, ve insanlar, bu büyük daireye yaşayan bütün eşyanın babası olarak bakmağa başladılar. Bu basit başlangıçtan, güneşe-tapma, eski çağların putperest dinlerine geçti, ve daha sonraki birçok tanrılar, sadece güneşin şahıslandırılmış şekilleriydiler. Bilgili Grekler, Arıaxagoras’ı sürdüler, çünkü güneşin bir tanrı olmayıp sadece Pelopones büyüklüğünde bir ateş parçası olduğunu tahmin etmek cüretkârlığını göstermişti. Orta Çağlar, azizlerin başları çevresinde gösterilen hâlelerde güneşe-tapma’nın kalıntısını muhafaza etti; ve günümüzde de Japonlar’m ekserisi, İmparatorlarının, güneş-tanrısı’nın insan şeklinde tecessüm etmiş şekli olduğuna inanır. Çok eski çağların bütün bâtıl itikatlarından bir tanesi yoktur ki, bugün bir yerde hayatiyetini sürdürmüş olmasın. Medeniyet, küçük bir azınlığın ince emekleri ve lüks’üdür; beşeriyetin esas kütleleri, bir bin seneden bir diğer bin seneye geçişlerinde hemen hemen hiçbir değişikliğe uğramazlar.
Güneş ve ay gibi, her yıldızın da içinde bir tanrı vardı veya birer tanrı idiler, ve her biri kendi içindeki ruhun emriyle hareket etti. Hıristiyanlıkta, bu ruhlar yol gösterici melekler, tâbir câizse, yıldız-pilotlar oldular; ve Kepler de onlara inanacak kadar ilmî değildi. Gökyüzü büyük bir tanrı idi, yağmuru aşağıya bırakan ve tutan bir tanrı olarak sadakatle tapıldı. Pekçok ilkel insanlar arasında tanrı kelimesi gökyüzü mânasına idi: Lubari ve Dinkalar’da “yağmur” demekti. Mongollar arasında yüce tanrı Tengri idi: “gökyüzü”; Hindistan’ın Vedik'lerinde Dycıus pitar idi: gökyüzü “baba”; Greklerde Zeüs idi: “gökyüzü, bulutları zorlayan”; İranlılarda Ahura idi: “azur, gökyüzü”; ve bugün de insanlar, “Semavî Varlık”m kendilerini korumasını niyaz ederler. İlkel mitolojinin merkezî noktası, yeryüzü ve gökyüzünün verimli bir tarzda çiftleşmiş olmasıydı.
Çünkü yeryüzü de bir tanrı idi, ve onun her önemli yönü bir mabudun kontrolunda bulunuyordu. insanların olduğu gibi ağaçların da ruhları vardı, ve onları kesmek açıktan açığa cinayetti; Kuzey Amerikalı Kızıl Derililer, kendilerinin mağlûp edilmelerinin sebebini bazan beyaz insanların, ağaçları —ki onların ruhları Kızıl İnsanı koruyordu— kesmelerinde buldular. Moluca Adaları’nda, çiçek açmış ağaçlara hâmile gözüyle baktılar; huzurlarının kaçmaması için civarlarında gürültü yapılmasına, ateş yakılmasına veya diğer huzursuzlukların çıkarılmasına müsaade etmediler; aksi takdirde, ürkmüş bir kadın gibi, meyvalarını vaktinden önce düşürebilirlerdi. Amboyna’da, çiçeklenmiş pirinç tarlaları civarında kimsenin yüksek sesle konuşmasına müsaade edilmedi, yoksa pirinçler kamış haline gelirlerdi. Kadîm Gual’lar, muayyen bazı kutsal ormanlardaki ağaçlara taptılar; ve İngiltere’deki Druid rahipleri ise, meşe ağacının yeşil ince dallarına büyük bir saygı duydular, ki bu da zamanımızın hoş bir âdetini hatırlatıyor. Asya’nın, izleri bilinen en eski dininde, ağaçların, su kaynaklarının, nehir ve dağların büyük yeri vardı. Birçok dağ kutsal yerlerdi, gürleyen tanrıların evleriydi. Depremler, rahatsız edilmiş veya kızgın tanrıların omuz silkmeleriydi: Fijianlar, bu çalkantıyı yeryüzü-tanrı’nın uykusunda dönmesine bağladılar; ve Samoanlar, ayakları altındaki toprak sallanmağa başlayınca, hemen toprağı kemirmeğe başlayarak, gezegeni parça parça edene kadar sallamaması için tanrı Mafuie’ye yalvardılar. Hemen hemen her yerde yeryüzü, Büyük Ana idi; dilimiz —ki çok defa ilkel veya gayri-şuurlu inanışların bir tortusudur— bugün bile matter (materia, madde) ve mother (mater, anne) arasında bir akrabalığın bulunduğunu gösteriyor. İştar ve Sibel, Demeter ve Seres, Afrodit ve Venüs ve Freya, kadîm toprak tanrılarının oldukça son zamanlarda tecessüm ettirilmiş şekilleridir; onların verimliliği toprağm verimliliği idi; onların doğuşları ve evlenmeleri, ölümleri ve yeniden muzafferane dirilmeleri, bütün bitkilerin büyümeğe başlamasının, çürümesinin ve ilkbaharda yeniden canlanmasının sembol ve sebepleri olarak düşünüldü. Bu dişi tanrılar, ilkel insanların, ziraatla kadın arasında bir bağlantı kurduklarını gösterir. Ziraat, beşer hayatının başlıca yaşama tarzı hâline gelince, bitki tanrıçaları üstün bir hâkimiyet kurdular. İlkel tanrıların çoğu lâtif cinstendi; sonraları cemiyet hayatında ataerkil ailenin zafer kazanmasının muhtemel bir semavî refleks’i olarak, yerlerini erkek tanrılara bıraktılar.
İlkel kafanın derin şairane düşüncesi, bir ağacın büyümesinde nasıl gizli bir ilâhîlik gördüyse, çocuğun teşekkülünde veya doğumunda da tabiat-üstü bir vasıtanın rolünü görür. “Vahşi,” yumurta veya sperm hakkında hiçbir şey bilmez; sadece haricî varlıkların rolü bulunduğunu sanır, ve onları tanrılaştırır; bu haricî varlıkların da içerlerinde ruhları vardır, şu halde onlara da tapılmalı, çünkü esrarengizce yaratıcı güçler, bütün güçler arasında en muhte-şem ve hayret uyandırıcı olanları değiller mi?
 Bu haricî güçlerin verimlilikleri ve yetiştirme mucizeleri toprağınkinden fazladır; bundan böyle, ilâhî gücün dolaylı tecessüm ettirilmiş şekli onlar olmalıydı. Hemen hemen bütün kadîm insanlar seks’e taptılar, ve ona tapmayı tam bir şekilde yerine getirenler de, en alt kademelerdeki ilkel insanlar değil en üsttekilerdi; seks’e-tapma’yı, Mısır ve Hindistan’da, Babil ve Asuriler’de, Yunanistan ve Roma’da görüyoruz. İlkel tanrıların seksüel karakterleri ve fonksiyonlarına büyük hürmet gösterildi, kafalarındaki kötü düşüncelerden ötürü değil, kadının ve toprağın verimli olmasının şiddetle arzu edilmesinden ötürü. Zürriyet yetiştirmenin İlâhî gücüne en çok sahip oldukları veya bu gücü en yüksek ölçüde sembolize ettiklerine inanıldığından, boğa ve yılan gibi bazı belirli hayvanlara taptılar. Cennet hikâyesindeki yılan şüphesiz, seksüel uyanışı, iyi ve kötünün başlangıcı olduğunu temsil eden erkeklik uzvunun sembolü, veya belki, zihnî cehalet ve mutluluk arasındaki atasözleşmiş bağlantıyı imâ eden bir sembol.
Mısırlılar’ın mayıs böceğinden Hintlilerin filine kadar, bir yerde tanrı olarak tapılmayan hiçbir hayvan yoktur. Ojibwa Kızıl Derilileri, kendi kutsal hayvanlarına, bu hayvana tapan klana, ve klanın herhangi bir insanına totem adını verdiler; ve bu şaşırtıcı kelime de, herhangi muayyen bir objeye —genellikle, bir grubun kutsal addettiği bir hayvan veya bitkiye— tapıldığını sisli bir tarzda anlatan totemizm şeklinde antropolojiye sızdı. Totemizm’in çeşitleri Kuzey Amerika’nın Kızıl Derili kabilelerinden Afrika’nın yerlilerine, Hindistan’ın Dravidian’larından Avustralya aşiretlerine kadar zâhiren biri birleriyle hiçbir bağlantıları bulunmayan bölgelerin her tarafında görüldü. Totem, dinî bir obje olarak, mensuplarının kendilerini ona bağlı veya ondan dünyaya geldiklerine inanan aşirette dayanışma sağladı; İroquoi’ler, yan-Darwinci bir tarzda, kendilerinin, kadınların çok eski çağlarda ayılar, kurtlar ve geyiklerle çiftleşmeleri neticesinde dünyaya geldiklerine inandılar. Totem —bir obje veya sembol olarak— ilkel insanlar arasında, farklı aşiret insanlarının biribirlerinden ayırd edilmelerine yaradı, ve zamanla sekülerleşme (dinin ikinci plâna atılması) sırasında, milletlerin aslan veya kartalları, çeşitli kardeşlik teşkilâtlarının geyikleri, ve bir zamanlar muazzam hareketsizliği ve kör inatçılığı temsil eden hayvanların (fil ve katır), siyasî partilerimizin sembolleri olmaları gibi, birer maskot veya amblem olarak kullanılmağa başlandı. Doğmakta olan Hıristiyanlığın sembolleri —güvercin, balık ve kuzu— totemik tezyinatın kalıntılarıydı; kendilerinin bugün dokunmadıkları domuz bile, tarihten önceki Yahudiler’in bir totemi idi. Totem hayvan ekseri hallerde tabu idi; yâni dokunulmazdı; bazı hallerde yenebilir, ama sadece tanrının bir âyin sırasında yenildiğini sembolize eden dinî bir hareket olarak. Habeşistan’ın Galla’ları, taptıkları balığı ciddî bir merasimle yedikten sonra dediler ki: “Biz onu yerken, ruhun içimizde hareket ettiğini hissediyoruz.” . Incil’i gallalar’a öğretmeğe çalışan misyonerler, bu basit halk arasında, Katolik inanışının mihrakını teşkil eden Mass âyinine benzer âyinlerin bulunduğunu hayretle görmüşlerdi.
Birçok mezheplerde de olduğu gibi, totemizmin orijini muhtemelen korku idi; insanlar, hayvanlara dua ettiler, zira hayvanlar güçlü idiler, tâviz verilmesi gerekiyordu. Ormanlar hayvanlardan temizlenince nisbeten güvenli bir ziraî hayat başlayınca, hayvanlara daha az tapılmağa başlandıysa da, hiç bir zaman tamamen kaybolmadı; ve ilk beşer tanrılarında görülen vahşet, muhtemelen, yerlerini aldıkları hayvan tanrılarındaki vahşetin kendilerine aktarılmış olmasmdandı. Bu istihale, tanrıların önceleri hayvan oldukları, veya hayvan hâline nasıl geç-tikleri, bütün dillerin efsanelerindeki metamorfoz, veya şekil değiştirme hikâyelerinde görülür. Daha sonraları ahır kokusu ile bazı kırsal Kasanovalar arasında bir bağlantı pek âlâ kurulabileceği gibi, tanrıların da hayvanî özelliklerden kurtulamadıkları söylenebilir: Homer’in muğlâk kafasında bile tanrıça Atina’nın baykuş gözleri vardı, ve Here boöpis’in gözleri de ineğinki gibiydi. İnsan yüzlü ve hayvan vücutlu Mısır ve Babil tanrıları da bu istihaleyi gösterirken, şu itirafta da bulunurlar: Birçok beşer ilâhları, bir zamanlar mâbud hayvani ardılar.
Bununla beraber, beşer tanrılarının ekserisinin, başlangıçta, idealleştirilmiş ölü insanlar oldukları görülüyor. Ölülerin rüyalarda görünmesi, ölüye tapılması için yeterli idi, zira tapınma, korkunun çocuğu olmasa dahi, hiç olmazsa erkek kardeşidir. Hayatta iken güçlü kuvvetli, ve bundan böyle kendilerinden korkulan insanlara, öldükten sonra bilhassa tapıldıkları anlaşılıyor. Müteaddid ilkel gruplar arasında, tanrı kelimesi gerçekte “ölü bir insan” anlamına geliyordu; günümüzde dahi İngilizcedeki spirit kelimesiyle Almancadaki Geist, hem hayalet hem de ruh mânasınadır. Hıristiyanlar nasıl azizlerinden şefaat diliyorlarsa, Grekler de ölülerinden yardım dilediler. Ölülerin hayatlarını devam ettirdiklerine inanılması —ki bu inanış ilkin rüyalarda teşekkül etmeğe başladı— öylesine kuvvetli idi ki, ilkel insanlar en harfi mânasıyle ölülerine mektup gönderdiler: bir aşiret reisi, böyle bir mektupta neler yazıldığını anlatmak için, mektubu özel olarak ulaştırılması için de kölenin kafasını kesti; ve şayet yazmayı unuttuğu noktalar oldu ise, kafası uçurulmuş bir diğer köleyi dipnot olarak ölüye gönderdi.
Hayaletlere bir mezhep kurarcasına bağlanış, zamanla ecdada tapılma şekline büründü. Bütün ölülerden korkuldu, ve gazaba gelerek yaşayanların hayatlarını karanlığa gömmeleri için, onlara tâviz verilmek, teveccühlerini kazanmak gerekiyordu. Ecdada-tapma, sosyal otorite ve cemiyetin devamlılığı, muhafazakârlık ve düzen için öylesine uygundu ki, kısa bir zaman içinde bütün dünyaya yayıldı. Mısır’da, Yunanistan’da ve Roma’da yerleşti, ve günümüzün Çin ve Japonya’sında hararetle muhafaza ediliyor; pekçok insan, tanrıya değil, ecdada tapıyor . Bu müessese, daha sonraki nesillerin husumetini çekmesine rağmen, aileyi güçlü bir şekilde bir arada tuttu, ve birçok eski cemiyetlerin görünmez bir yapısı oldu. Ve tıpkı insanın kendini zorlamasının, bazı arzularını içinde tutmasının zamanla vicdan haline gelmesi gibi, korku da tedricen sevgi hâline geldi; önceleri muhtemelen ölüm karşısında hissedilen dehşetin tesiri altında yapılan ecdada-tapma âyinleri, sonraları huşû hislerini ayaklandırdi, ve nihayet dindarlık ve sadakat hâline gelişti, Tanrıların temayülleri, canavarlar gibi başlamak ve çocuklarını şefkat ve muhabbetle bağrına basan babalar hâline gelmektir; tapınanların barışçılığı, ve kendilerine olan güvenlerin gittikçe artması ve ahlâkî hisleri, bir zamanların vahşi mâbudlarını yumuşatır ve istihaleden geçirir, ve sonunda put bir ideal olur. Medeniyetin yavaş gelişmesi, tanrıların tedricen cana yakın şekillere bürünmelerinde yansır.
Beşerî tanrı fikri, uzun bir tekâmülün sonlarına doğru atılmış bir adımdı: her şeyi çevreleyen ve her şeyi içinde bulunan okyanus dolusu ruhlar ve hayalet kavramından başlayıp birçok safhalardan geçtikten sonra meydana çıkarıldı. Belirsiz ve şekilsiz ruhlardan korkan ve onlara tapan insanın, daha sonra semavî, bitkisel ve seksüel güçlere hayranlık duymağa başladığım, ardından hayvanlara hürmet beslediğini, ve ecdada taptığını görüyoruz. (Hıristiyanlıkta) Allah’ın Baba olduğu kavramı muhtemelen ecdada-tapma’dan çıkarıldı; bu, ilkin, insanın fizikî babasının tanrılar olduğu mânasını taşıdı. İlkel teolojide, tanrılar ve insanlar arasında geniş kapsamlı bir ayırım yoktur; ilk Grekler için, meselâ, tanrılar ecdattı. Ve tanrıların da ecdadı tanrılardı. Pekçok ecdat arasından, bilhassa belirli özel karakteristiklerinden ötürü, bazı erkek ve kadınların seçilerek mâbutlaştırılması ile bir adım daha atıldı; böylece, bazı büyük krallar —zaman zaman henüz ölmeden— tanrı oldular. Ama biz, bu gelişme ile tarihî medeniyete ayak basmış oluyoruz.
SİHİR ve BÜYÜ — BİTKİ ÂYİNLERİ — HERŞEYE MÜSAADE EDİLEN FESTİVALLER — YENİDEN DİRİLEN TANRILARIN EFSANELERİ — BÜYÜ ve BÂTII. İNANIŞLAR — SİHİR ve İLİM —RAHİPLER
NİYE yaratıldıkları ve emellerinin ne olduğu bilinmeyen ruhlardan oluşmuş bir dünyayı tahayyül eden ilkel insan, şimdi onlara tâviz vermeyi ve onlardan yardım istemeyi düşündü. Böylece, ilkel ibâdetin ruhu olan animizm’e sihir de eklenmiş oldu. Polinezyalılar, okyanus büyüklüğünde bir sihirli kudretin mevcudiyetine inandı, ve ona mâna adını verdiler; sihirbazın, sadece bu tükenmez mucizevî kaynaktan yararlandığım sandılar. Ruhların, ve daha sonraları tanrıların, beşerin emelleri uğrunda kullanılışı ekseriya “sempatik sihir”in bir parçasıydı: insanların kısmî veya taklit edici icraatlarıyle, tanrılardan ne beklenildiği anlatılmak istendi. Bazı ilkel sihirbazlar, yağmur yağdırmak için —tercihen bir ağaçtan— yere su döktüler. Kuraklık tehdidine maruz kalan Kâfirler, bir misyonere, açık bir şemsiye ile karlara gitmesini söylediler. Sumatra ‘da kısır kadınlar, bez ve bitki yapraklarından yaptıkları çocukların imajını kucaklarında taşıdı, böylece, hâmile kalmayı ümit ettiler. Babar Takım Adalarında, anne olacak kadın, kırmızı pamuklu kumaştan bir bebek yapıyor, ve sihirli bir söz söyleyerek, bebeği emzirircesine göğsüne götürüyor; daha sonra, köye hâmile olduğu haberini iletiyor, ve arkadaşları da kendisini tebrik etmeğe geliyordu; sadece çok inatçı bir realite, bu tahayyül gücüne gıpta etmeyi reddeder. Borneo’daki Dyaklar arasında sihirbaz, doğum yapmak üzere olan kadının ıstırabını azaltmak için —çocuğu kendisi doğuruyormuş gibi— eziliyor, büzülüyor, kıvranıyor, yavrunun artık dışarı çıkmasını telkin etmek istercesine hareketler yapıyor; bazen karnı üzerine koyduğu bir taşı —bebeğin de aynı işi yapmasını ümit ederek— yuvarlıyor ve yere düşürüyordu. Orta Çağlarda, düşmanına büyü yapmak isteyen biri, onun mumdan bir imajını yapıyor ve üzerine iğneler saplıyordu; Perulu Kızıl Derililer, insanların tasvirlerini, imajlarını yaktılar, ve bu işleme de ruhun yakılması adını verdiler. Günümüzün modern güruhları, bu tür ilkel büyülerin pek ötesinde değiller.
Misâl göstererek teklif ve tavsiye etmenin bu metodları, bilhassa, toprağın tohumlanması, gübrelenmesi için kullanıldı. Zulu’lu hekim-sihirbazlar, hayatının en zinde çağında ölen bir adamın erkeklik uzuvlarını tavada kızartıyor, sonra da bir havanda toz haline getirdikten sonra tarlalara serpiyordu. Bazıları Mayıs ayının Kral ve Kraliçesini seçiyor, ve toprağın da onların yolunda giderek iyi mahsul vermesi için, köyün meydanında evlendiriyorlardı. Bazı yerlerde evlilik, âyin sırasında fiilen gerçekleştiriliyordu; artık tabiat —ne kadar ahmak ve hissiz de olsa— görevinin ne olduğunu anlamamış gibi davranamıyacak, hiçbir mazeret beyan edemeyecekti. Java’da, pirinç tarlalarının verimliliğini garanti altına almak için, köylüler ve karıları başaklar arasında çiftleştiler. Çünkü ilkel insanlar, toprağın mahsul vermesi ile nitrojen arasındaki bağlantıyı bilmiyorlardı; toprağın verimliliğinden —muhtemelen bitkilerdeki döllenmeyi bilmediklerinden— velût bir kadından söz ederken kullandıkları kelimelerle bah-settiler; bugün dilimizdeki bazı kelimeler de onların bu şairane inanışlarını akla getiriyor.
Ekim zamanında yapılan rastgele cinsî ilişkiler festivali (daha önceki çağların oldukça geniş hürriyetini hatırlatırcasına) kısmen, ahlâkta bir moratoryum [geciktirme, durdurma], kısmen, kısır erkeklerin karılarını dölleme, ve kısmen de, soğuk kış havasını artık bırakarak kendisine verilen tohumları kabul etmesini ve iyi bir mahsûl uğrunda kendini hazırlaması için toprağa yapılan bir tavsiye töreni vazifesini gördü. Bu tür festivaller, tabiat insanlarının büyük bir kısmında, bilhassa Kongo’nun Kameron’ları, Kâfirler, Hotontolar ve Bantu’lar arasında görülür. Papaz H. Rowley, Bantu festivallerinden şu kelimelerle bahsediyor:
. . hasad festivalleri, karakterleri itibariyle Baküs şölenlerini hatırlatıyor .... Utanma duygusu hissetmeksizin onları seyretmek mümkün değil .... Gruba katılanlara, sadece seksüel ruhsat verilmekle kalınmıyor, açıktan açığa bu işi yapmaları isteniyor, ve festivali seyreden herhangi bir ziyaretçinin de cinsî ilişkilerde yer alması teşvik ediliyor. Fuhuş tamamen serbest, ve —festival atmosferi göz önünde tutulursa— evlilik-dışı münasebetler de katiyen tiksindirici bir hareket sayılmıyor. Festivale katılan hiç bir insanın, kendi karısı ile cinsî temasta bulunmasına müsaade edilmez.”
Tarihî medeniyetlerde de aynı tür festivalleri görüyoruz: Yunanistan’da Baküs şölenleri, Roma’da Saturnalia, Orta Çağ Fransa’sında Fete des F'ous, İngiltere’de Mayıs Bayramı, ve çağdaş âdetler arasında da Mardi Gras karnavalı.
Zaman zaman Pawnee’ler ve Guayaquil Kızıl Derilileri arasında olduğu gibi, bitki âyinlerinin daha az cazip kisvelere bürünerek karşımıza çıktıklarını görüyoruz. Meselâ, ekim sırasında —kanının toprağı gübrelemesi için— bir insan (veya daha sonraki daha müşfik zamanlarda) bir hayvan kurban edildi. Hasad, bu öldürülen insanın yeniden dirilmesi, canlanması şeklinde yorumlandı; ona tanrılık pâyesi verildi, ve bu orijinden de —binbir şekli ile— bir tanrının kendi halkı için öldüğü, ve sonra muzafferane bir dirilişle yeniden dünyaya döndüğü efsanesi çıktı. Şiir, sihiri süslemiş, ve onu teolojiye dönüştürmüştü. Güneş sistemi ile ilgili efsaneler, bitki âyinleriyle ahenkli bir tarzda birleştirildi, ve öldükten sonra yeniden dirilen bir tanrı etrafında yaratılan efsane sadece, toprağın kışın ölmesine ve baharda yeniden canlanmasına uygulanmadı. İlkbahar ve sonbaharda gün ve gecenin birer kere aynı uzunlukta oluşu, günün kısalması ve uzaması da bu tür efsanelerle izah edildi. Gecenin gelişi, bu stratejik dramın sadece bir parçasıydı; güneş-tanrı, her gün doğuyor ve ölüyordu; güneşin her batışı çarmıha geriliş, her doğuşu yeniden canlanıştı.
İnsanoğlunun tanrılara kurban olarak verilmesi —ki burada birçok çeşitlerinden sadece bir tanesinden bahsettik— hemen hemen her toplulukta zaman zaman âdetti. Meksika Körfezi’ndeki Carolina Adasında, eski bir Meksika mabudunun, içi boş bir madenden yapılmış büyük bir heykeli bulundu, ve heykelin içinde de, tanrıya muhtemelen kurban olarak adanan insanın kalıntıları vardı. Fenikeliler’in, Kartacalılar’ın ve zaman zaman diğer Samî ırklarının, Moloç’a insan kurban ettiklerini herkes bilir. Bu âdet, kendi zamanımızda Rodezya’da uygulanıyordu. İnsanın tanrıya kurban edilmesi âdeti, ihtimal ki yamyamlıkla ilgiliydi; insanlar, tanrıların da, kendilerinin hoşlandıkları şeyden zevk aldıklarını sandılar. Dinî inanışlar diğer inançlardan daha ağır değiştiğinden, ve âyinler inanışlardan da daha ağır değiştiğirden, bu İlâhî yamyamlık, beşer yamyamlığının Kayboluşundan sonra da sürdü. Maamafih, yavaş yavaş gelişen ahlâk telâkkileri, dinî âyinleri dahi değiştirdi; tanrılar, kendilerine tapan beşerî yaratıkların gittikçe artan şefkatini taklit ettiler, insan eti yerine hayvan eti yemekle yetindiler; dişi bir geyik Iphigenia’nın, ve bir koç da İbrahim’in oğlunun yerini aldı. Bir müddet sonra, tanrılara hayvan eti de verilmedi; rahipler, etin lezzetli her tarafını kendilerine ayırdı, yenilebilecek bütün parçaları kendileri yediler, ve mihraba da sadece hayvanın iç uzuvlarım, barsaklarını ve kemiklerini bıraktılar.
İlk insan yediği her organizmadaki kuvvetin kendisine geçtiğine inandığından, tanrının yenilmesi kavramı da tabiî olarak yerleşti. Pek çok hallerde insanlar, kurban etmek için mâbutlaştırdıkları ve özel olarak besledikleri beşer-tanrı’yı kendileri yediler ve kanını da içtiler. Zamanla, yiyecek üretimi arttıkça, ilkel insan da daha beşerî olmağa başladı, kurbanlarının yerine onların imajlarını koydu, ve artık bu imajları yemekle iktifa etti. Kadîm Meksika’da tahıl, çekirdek ve sebzelerden tanrının bir imajı yapılıyor, ve bu maksat için kurban idilen çocuğun kanıyla yoğrulduktan sonra, tanrıyı-yeme töreninde yeniliyordu. Bir çok ilkel aşiretlerde bu tür törenler görüyoruz. Törene katılanlardan, genellikle, kutsal imajı yemeden önce oruç tutmaları istendi; ve tören sırasında da rahip, sihirli duaların gücü ile bu imajı tanrıya çevirdi.
Sihir, hurafelerle başlar, ve ilimle son bulur. Garip inanışlar sahrasını animizm doğurdu, ve pek çok tuhaf formül, dua ve âyinlere yol açtı, Kuki’ler, öldürecekleri her düşmanın öteki dünyada kendilerine köle olarak hizmet edeceklerine inanarak harbe hazırlandılar. Öte yanda, bir Bantu, öldürdüğü düşmanının ruhunun geri gelip kendisini rahatsız etmemesi için, saçlarını kazıdı ve bütün vücudunu keçi pisliğiyle sıvadı. Hemen hemen bütün ilkel insanlar, beddua’mn çok kötü tesirli bir şey olduğuna, ve “nazardan sakınmak” gerektiğine inandılar. AvustralyalI yerliler, güçlü bir sihirbazın okuduğu lânetin, yüz elli kilometredeki bir adamı öldüreceğine inanıyorlardı. İnsanlar, büyü’ye, beşer tarihinin ilk yıllarında inanmağa başladı, ve bu inançlarını hiçbir zaman kaybetmediler. Fetişizm , yani putların ve diğer eşyanın sihirli bir güce sahip olduklarına inanılması ve bundan böyle bu eşyaya tapılması büyü’den de eski ve güçlü. Her yerde ve her hâl için tesirli bir muska olamayacağından, bazı insanlar, âniden ortaya çıkabilecek fevkalâde durumlarda derhal kullanılabilmesi için, beraberlerinde çeşitli muskalar taşırlar. Muska, fetişlerin sihirli güce ship olduklarına inanılmasının daha sonraki ve çağdaş örnekleridir; Avrupa nüfusunun yansı günümüzde, kendilerine tabiat-üstü korunma gücü bahşettiğine inandıkları muska veya pendantifleri her zaman yanlarında taşır. Medeniyet tarihi her adımda, medeniyet yapısının ne kadar sunî ve sathî olduğunu, ve baskı altında tutulan barbarlığın, hurafelerin ve cehaletin oluşturduğu ve hiçbir zaman sönmeyen volkanın zirvesinde nasıl nazik ve sallantılı bir şekilde oturduğumuzu gösteriyor. Modernlik, hiçbir zaman bizi terketmemiş Orta Çağların başına geçirilmiş bir bere.
Filozof, beşerin tabiat-üstü kuvvetlerin yardım ve koruyuculuğuna olan bu ihtiyacını zarafetle kabul eder, ve tıpkı animizm’in şiiri doğurduğu gibi, sihirin de dram ve ilme yol açacağını düşünerek teselli bulur. Frazer, şaheser bir yenilikçiden beklenen olağan bir mübalâğa ile, ilmin zafer ve şaşaasının köklerinde sihirin saçmalıklarının bulunduğunu gösterdi. Çünkü, sihirin tesirsiz kaldığı zamanlarda, sihirbazın, tabiat-üstü kuvvetlerin yardımına başvurarak kendinden beklenen neticeyi istihsal etmesi için, tabiî işlemleri keşfetmesi kendi yararına oldu. Böylece, tıpkı bizim kendi halkımızın, bir hastalığın kendiliğinden, tabiî bir şekilde iyi olmasının sebebini elindeki sihirli reçete ve haplarla bulması gibi sihirbazın da, halk arasındaki mevkiini korumak için, bu tabiî varlıkları halktan gizlemeğe çalışmasına ve ancak kendinin sahip olduğu tabiat-üstü sihir gücü ile neticenin alındığını söylemesine rağmen, tabiî vasıtalar öne geçti. Bu yolla sihir, doktorun, metaluıjist’in, ve ostronom’un doğumuna yol açtı.
Fakat hepsinden önce, sihir rahibi yarattı. Zamanla, dinî âyinler sıklaştıkça ve daha da muğlak kisvelere büründükçe, alelâde bir insanın bilgi ve mahareti buna yetmez oldu, ve vaktinin büyük bir kısmını dinin fonksiyon ve törenlerine ayıran özel bir sınıfın meydana çıkmasına zemin hazırlandı. Rahip, bir sihirbaz olarak, vecd içinde kalıyor, ve kelimelerinin anlaşılması zor bir takını formül ve dualarla ruhların veya tanrıların iradesine giden yolu biliyor, ve bu iradeyi beşerî gayeler uğrunda değiştirebiliyordu. Bu tür bilgi ve maharet, ilkel bir insa-nın indinde en değerli bir şey olduğundan ve tabiatüstü kuvvetlerin her adımda insan kaderini etkilediğine inanıldığından, ruhban sınıfın kudreti devletin gücü kadar büyük oldu; ve en son cemiyetlerden modern çağlara kadar, rahipler, insanlar üzerinde hâkimiyet kurma ve onları disiplin altında tutma yolunda, cengâver sınıfı ile rekabete girişti veya zaman zaman biribiriyle yer değiştirdiler. Misâl olarak Mısır’ı, İbraniler’i ve Orta Çağın Avrupa’sını göstermek yeterli.
Dini yaratan rahip değildi. Bir devlet adamı kendi gayeleri uğrunda, nasıl beşeriyeti harekete getiren saikleri ve beşeriyetin âdetlerini kullanıyorsa, rahip de dini kullandı; din, ruhban sınıfının keşfetmesi veya rahiblerin hile ve sahtekârlıkları neticesinde değil, insanoğlunun devamlı hayret, korku, güvensizlik, ümitsizlik ve yalnızlık içinde bulunmasının neticesinde ortaya çıktı. Rahipler, hurafelere müsaade etmek ve belirli bilgi türlerini inhisarlarında tutmakla zarar husule getirmiş olmadılar; rahipler gerçekte, bâtıl inanışları sınırladı ve çok defa onlara inanılmamasını ikaz etti, halka eğitimin ana hatlarını verdi, ırkın gittikçe büyüyen kültürünün bir kileri ve vasıtası hizmetini gördüler, güçliiler tarafından sömürülmesi mukadder zayıfları teselli ettiler, ve sanatı besleyen ve beşer ahlâkının nazik ve istikrarsız yapısına tabiat-üstü’nııı yardımıyle destek olan dinin bir vasıtası oldular. Eğer rahip mevcut olmasaydı, halk onu icad etmeğe mecbur kalacaktı.
DİN ve HÜKÜMET — TABU — SEKSÜEL TABULAR— DİNİN GERİLEYIŞİ — SEKÜLARİZASYON.
DİN, başlıca iki vasıta ile ahlâka destek olur: mitos [efsane] ve tabu. Mitos, sosyal bakımdan arzu edilir (veya ruhban sınıfının arzu ettiği) form’ları, semavî varlıkların da takdis ettiklerini anlatan tabiat-üstü inanışı yaratır; İlâhî ümit ve korkular insana, efendilerinin ve kendi grubunun empoze ettiği kısıtlamalara boyun eğmesi gerektiğini söyler. İnsan, yaradılışı icabı, uysal, müşfik, veya saf değildir; ve kadîm çağların, sonunda vicdanı harekete getiren zorlayıcı yaptırımlarından sonra, insan tabiatının esas parçalan olmayan bu vasıfların sakin ve devamlı bir tarzda teşekkül etmesinde hiçbir şey tanrı korkusu kadar tesirli olamaz. Mülkiyet ve evlilik müesseseleri, bir dereceye kadar dinî müesseseler üzerine kurulmuştur, ve inanışın zayıfladığı çağlarda da canlılıklarını kaybetme temayüllerini gösterirler. Hükümet bile —ki sosyal mekanizmalar arasında en gayri-tabiî ve en lüzumlu olanıdır— Napoleon ve Mussolini gibi kurnaz heretiklerin [dinin vazettiklerinden farklı düşüncelere sahip olanlar] de kısa bir zaman içinde keşfettikleri gibi, genellikle, dindarların ve rahiplerin desteğine ihtiyaç hissetti; ve bunun içindir ki, “bütün anayasaların teokrasiye meyletme temayülleri vardır.” İlkel kabile reisinin kudreti, sihir ve büyü’nün yardımıyle artar; ve bizim kendi hükümetimiz bile, Şükran Günü’nü her sene kutlamakla, Amerika’ya ilk göç edenlerin taptıkları Allah’ın vâzettiği yaptırımlardan güç alır.
Polinezyalılar, dinin engellediği yasaklara tabu adını verdiler. Bu tabular, oldukça gelişmiş ilkel cemiyetlerde, kanunlar halini alan yasaklar yerine geçtiler. Tabuların şekilleri genellikle negatifti: belirli hareket ve objelerin”kutsal” oldukları veya “temiz olmadıkları” ilan edildi; ve bu iki kelime (kutsal ve temiz olmamak) bir bakıma bir tek ikaz mahiyetinde idi: dokunulamaz. Böylece, Allah’ın İsraillilere hediye ettiği ve Kudüs’teki mabedde bir sandık içinde muhafaza edilen Ark of the Covenant (Mukaddes Emanet) tabu idi, ve onu yere düşmekten korumağa çalışırken eliyle dokunan Uzziah —bize söylendiğine göre— bulunduğu yerde öldü. Diodorus’un dediklerine inanmak gerekirse, açlık yıllarında kadîm Mısırlılar, aşiretin hayvan toteminin yenilemeyeceğini ihtar eden tabuyu çiğnemektense, biribirlerini yediler. İlkel cemiyetlerin ekserisinde pekçok şey tabu idi: bazı kelime ve isimler hiçbir zaman ağıza alınmadı, ve bazı gün ve haftalar da, o günlarde bir iş yapılması men edildiğinden, bir bakıma tabu idiler. İlkel insanların gıda hakkmdaki bütün bilgileri, ve bazı bilgisizlikleri, yiyeceklerde uygulanan tabularda belirtildi; ve temizlik de, ilim veya seküler [dinî olmayan] tıbdan ziyade dinle aşılandı.
İlkel tabunun gözde objelerinden biri kadındı. Onun etrafında binbir bâtıl inanış, kadını, zaman zaman dokunulamaz, tehlikeli ve “temiz olmayan” bir yaratık yaptı. Dünya efsanelerini yaratanlar, aile hayatında başarılı olamayan erkeklerdi, çünkü hepsi, bütün kötülüklerin kaynağının kadın olduğuna inandılar; bu, sadece İbrani ve Hıristiyan geleneklerinin kutsal saydığı bir görüş değil, yüzlerce putperest mitolojinin de görüşü idi. İlkel tabulardan en kesin olanı, âdet gören kadın hakkında idi; ona dokunan herhangi bir erkek veya onun değdiği bir eşya meziyet veya yararlılığını kaybetti. British Gine’nin Makusi aşireti, yıkandıkları suları zehirlememeleri için, kadınların âdet gördüğü günlerde yıkanmalarını yasakladı; ve onların büyüsüne kapılacak yılanların kendilerini ısırmalarına engel olmak için de, âdet gören kadınların ormana gitmeleri yasaklandı. Çocuk doğurmak bile temiz değildi, ve kadın doğumdan sonra, meşakkatli dinî âyinlerle kendisini saflaştırmak zorundaydı. İlkel kabilelerin ekserisine cinsî münabesetler, sadece kadının âdet gördüğü günlerde değil, hâmile olduğu veya çocuğunu emzirdiği zamanlarda da tabu idi. Bu yasaklar muhtemelen, kendi sıhhat ve rahatlıkları için kafalarını kullanan kadınların kendileri tarafından çıkarıldı; ne var ki, orijinler çabuk unutulur, ve kadın da, kendini kısa bir zaman sonra, “gayri-saf” ve “gayritemiz” bir yaratık olarak buldu. Sonunda, erkeğin görüşünü benimsedi, âdet gördüğü zamanlarda, ve hattâ hâmileliği sırasında kendinden utandı. Tevazu ve mahcubiyetin, günah hissinin, seks'in temiz bir şey olmayışının, zâhitliğin, rahiplerin evlenmeyişinin ve kadının baskı altında tutulmasının kısmî sebepleri bunlardı.
Din, ahlâk telâkkilerinin temeli değil, ahlâkın bir yardımcısıdır; ihtimal ki ahlâk, din olmaksızın da varlığını devam ettirebilir, ve pek sık olmasa da, ahlâkî inanışlar, zaman zaman dinin kayıtsızlığına veya inatla direnmesine rağmen gelişti. En önceki cemiyetlerde, ve daha sonraki bazı topluluklarda, ahlâk inanışları, zaman zaman hiç de dine bağlı değildi; dinin sahası o zamanlarda, insanların davranışlarım tanzim etmek değil, sihirdi, âyindi ve kurbandı, ve en iyi insan da, bu törenlerde sadakatla yer alan ve törenlerin finansmanına yardım eden in-sandı. Din, genellikle, mutlak iyiliği değil (zira mutlak iyilik yoktur), ekonomik ve sosyal şartların tesiriyle kendi kendilerini kabul ettiren davranış tarzlarını takdis eder, kanun gibi, hükümlerinde maziden destek arar, ve şartlar değiştikçe, zamanın gerisinde kalabilir, ve dinî müeyyidelerle birlikte ahlâkî inanışlar da değişir. Böylece, Grekler insest’ten (evlilik düşmeyen yakınlarla cinsî münasebet) nefret etmeğe başladı, ama mitolojileri hâlâ insestçı tanrılara hürmet besliyordu: Hıristiyanlar monogamik evlilik yaptılar, ama İncil poligamiyi meşrulaştırıştı; kölelik kaldırılmıştı, ama rahipler Incil'den çürütülemeyecek örnekler göstererek köleliği takdis ettiler; ve günümüzde de kilise, Sanayi İhtilâli’nin ortadan kaldırdığı apaçık olan bir ahlâk sistemini korumak için kahramanca bir mücadele içinde. Sonunda, dünyevî kuvvetler galebe çalar; ahlâkî inanışlar kendilerini yavaş yavaş ekonomik icadlara uydurur, ve din de kendisini tereddütle ahlâk değişikliğine adapte eder . Dinin moral fonksiyonu, yenilerini vücude getirmekten ziyade, yerleşmiş ahlâkî değerleri muhafaza etmektir.
Bunun içindir ki, din ve cemiyet arasındaki belirgin bir gerginlik, her medeniyetin yüksek safhalarında kendini gösterir. Din, ne yapacağını bilemeyen şaşkın insana sihirli yardım elini uzatmakla başlar; devlet adamlığı ve güzel sanatlar için son derece lüzumlu ahlâk birliğini ve inanışları halka aşılamak suretiyle zirveye erişir; mazinin kaybedilmiş harplerini intiharî bir tarzda yeniden savaşmakla son bulur. Çünkü, bilgi devamlıca büyür ve değişikliklere uğrarken (ancak jeolojik bir rahatlıkla değişen) mitoloji ve teoloji ile çatışır. İşte o zaman sanat ve edebiyatın, din adamlarının kontroluna geçmesi heybetli bir zincir veya tiksindirici bir engel olarak hissedilir, ve entellektüel tarih de, “ilim ve din arasındaki bir çatışma” karakterine bürünür. Kanun ve ceza, eğitim ve ahlâk, evlilik ve boşanma gibi, önceleri din adamlarının ellerinde bulunan müesseseler, ruhban sınıfın kontrolundan kaçmağa meyleder, ve sekülerleşir, ve belki de pisleşir. Entellektüel sınıflar, kadîm teolojiyi ve —bir tereddüt devresinden sonra— ona bağlı ahlâk sistemini de terkederler; edebiyat ve felsefe anti-ruhban olur. Kurtuluş hareketi, coşkun bir şekilde akıl ve makuliyete tapılmakla yükselir, ve her doğma ve fikirle felce uğratıcı ümitsizliğe düşer. Dinî kaynaklardan mahrum davranışlar, hayatı sadece bir zevk ve eğlence dünyası olarak gören epıkürcü kaos’a dejenere olur; ve teselli           ve teskin edici inanıştan yoksun hayat, şuurlu bir sefalet ve bezdirici bir zenginlik gibi bir yük haline gelir. Sonunda, cemiyet ve din —ruh ve vücut gibi— beraberce, bir ahenk içinde ölüme yuvarlanır. Bu sıralarda, baskı altındaki insanlar arasından yeni bir mitos çıkar, beşer özlemlerine yeni ümitler, beşer gayretlerine yeni hamleler verir, ve asırlarca devam edecek kaos’tan sonra, yeni bir medeniyet kurar.
Sh: 117-144

Kaynak: Medeniyetin Temelleri , Will DURANT, Çeviren: Nejat Muallimoğlu, Aralık 1996 İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar