METATRON DÜNYA KRALLIĞI
Saint Yves
D'Alveydre'in, ölümünden sonra yayınlanan ve ilk baskısı 1910 senesinde
yapılmış olan "Hint Misyonu" adlı eserinde Agarta
ismiyle anılan esrarengiz bir inisiyatik merkezin tanımı yapılmaktadır. Bu
kitabı okuyanların pek çoğu, anlatılanların tamamen hayal ürünü ve hiçbir
gerçeğe dayanmayan bir tür kurgudan ibaret olduğu kanısına vardılar. Aslına
bakılacak olursa, metnin içinde, en azından dış görünümlere önem verenleri
yanıltacak ve böyle bir fikir edinmelerine neden olacak türden, inanılmaz
denebilecek öğeler bulunmaktadır. Ve hiç şüphesiz, Saint Yves'in de, oldukça
uzun bir süre önce yazmış olduğu bu eseri yayınlamamak için birtakım haklı
sebepleri vardı. O zamana kadar Avrupa'da Agarta'dan ve reisi olan Brahmatma'dan,
pek de ciddîye alınamayacak olan Louis Jacolliot (1) isimli bir yazarın dışında
söz eden olmamıştı. Biz bu yazarın, Hindistan'da kaldığı dönemlerde bu
konulardan söz edildiğini duymuş, sonra da bunları kendi zevkine göre
düzenleyip aktarmış olduğunu düşünüyoruz.
Ancak, 1924
senesinde yeni ve beklenmedik bir şey oldu: Ferdinand Ossendowski'nin, içinde
1920 ve 1921 senesinde Orta Asya boyunca yaptığı o son derece hareketli ve
macera dolu yolculuğu anlattığı "Hayvanlar, İnsanlar ve
Tanrılar" adlı kitabı piyasaya çıktı ve kitabın özellikle son kısmında, Saint Yves’in
anlattıklarının hemen hemen tamamen aynısı olan bazı bilgiler aktarılıyordu. Ve
bu kitabın kopardığı gürültü bize göre Agarta sorunu üzerinde süregelen
sessizliğin en sonunda bozulmasına ve konunun üzerine eğilinmesine neden
olmuştur.
Şüpheci veya art
niyetli kişiler Ossendowski'yi Saint Yves’in eserinden çalıntı yapmakla
suçlamakta gecikmediler ve bunun ispatı olarak da, her iki eserdeki benzer
bölümleri öne sürdüler. Aslında, kimi zaman en ince detaylara varıncaya kadar
birtakım şaşırtıcı benzerlikler bulunduğu da bir gerçektir. Saint Yves'in
eserindeki en inanılmaz görünen açıklamalardan biri öncelikle, dünyanın her
noktasına, kıtaların ve hatta okyanusların bile altına uzantıları bulunan ve
bunlar vasıtasıyla yeıyüzünün tüm bölgeleriyle ilişki kuran bir yeraltı
dünyasının mevcut olduğu iddiasıdır. Bizzat Saint Yves'in kendisi bu iddiada
bulunmaktadır; halbuki Ossendowski böyle bir iddiada bulunmamakta, ancak, bunu
kendisine, yolculuğu sırasında karşılaştığı çeşitli insanların söylediklerini
belirtmektedir.
Dikkat çekici
bölümler arasında "Dünyanın Kralı"nın, selefinin mezarı önünde
bulunuşunu tasvir eden bölüm, Bohemyalıların (çingenelerin) kökenleri
hakkındaki ve onların eskiden Agarta'da (2) yaşamış olduklarına ilişkin
bölüm ve daha birçok diğerleri vardır. Saint Yves, yeraltında "Kozmik
Sırlar" ayini yapıldığı zaman çöldeki tüm yolcuların durdukları, hatta
hayvanların bile tamamen sustukları bazı "an"lar olduğundan
bahsetmektedir. (3) Ossendowski ise, bu toplu huşu anlarından birini bizzat
yaşamış olduğunu vurgulamaktadır. Özellikle garip bir rastlantı sonucu, her
iki eserde de, günümüzde artık kayıp olan ve üzerinde olağanüstü insanlar ve
hayvanların yaşadıkları bir adanın hikâyesi yer almaktadır:
Saint Yves,
Sicilyalı Diodor'un İambule yolculuğunun bir özetini verirken, Ossendowski de,
Nepalli eski bir Budist'in yaptığı yolculuktan bahseder; ancak, her ikisinin
aktardıkları nitelikler de birbirlerine çok yakındır. Şayet bu hikâye hakkında
birbirinden çok uzakta bulunan kaynaklardan çıkan iki rivayet var ise, bunları
bulmak ve hassas bir şekilde birbirleriyle kıyaslamak bir hayli enteresan
olacaktır.
Tüm bu yaklaşımları
belirtmeye özen gösterdik; ancak bunların, aktarılanların gerçekliği hakkında
bizi tam anlamıyla ikna ettiklerini söylemek yanlış olur. Kişisel kanaatimizin
de burada bir tartışma konusu olmasına gerek yoktur. Ossendowski’nin bizzat
tanıklığına dayanarak aktardıklarından bağımsız olarak biz de diğer
kaynaklardan biliyoruz ki, bu hikâyeler Moğolistan ve tüm Orta Asya'da gayet
yaygındır. Ayrıca tüm toplumların geleneklerinde de buna benzer unsurların
yer aldığını belirtmek yerinde olur. Diğer taraftan, şayet Ossendowski Hint
Misyonu’ndan bir bölümü kopya etmiş ise, onun, bazı önemli bölümleri niçin
almadığını, ayrıca niçin bazı kelimeleri değiştirmiş, örneğin Agarta yerine
Agarti yazmış olduğunu açıklayabilmek zordur. Kelimelerdeki bu fark,
onun Moğol kaynaklarıyla ilişki kurmuş olduğunu göstermektedir; halbuki 'Saint
Yves'in elde ettiği bilgiler Hint kaynaklıdır (biz bu zatın en azından iki
Hindu ile temas hâlinde bulunmuş olduğunu biliyoruz) (4). Ossendowski'nin,
inisiyatik hiyerarşinin reisini niçin "Dünyanın Kralı" diye
tanımladığını da anlayamıyoruz. Çünkü Saint Yves’in eserinde böyle bir unvana
rastlanmaz. Bazı bölümleri kopya etmiş olduğu, sözgelimi olarak kabul edilse
bile Ossendowski, kimi zaman Hint Misyonunda yer almayan ve kendisinin
de icat etmiş olması imkânsız olan şeyler söylemektedir; çünkü fikirler Ve
doktrinlerden çok politikayla ilgilenmiş ve ezoterizme ilişkin hemen hemen
hiçbir şey bilmeyen bir şahıs olarak kendisi de, aktardığı bilgilerin kıymet
ve önemini kavrayabilmekten uzaktı. Örneğin, eskiden
’’Dünyanın Kralı" tarafından Dalay Lama'ya gönderilmiş, ardından
Moğolistan'da Urga'ya götürülmüş ve bundan yaklaşık yüz sene önce de ortadan
kaybolmuş olan "kara taş"ın hikâyesi gibi... (5). Pek çok
geleneklerde "kara taş"lar önemli bir role sahiptir; Kibele'nin
sembolü olanından Mekke'de Kâbe’ ye yerleştirilmiş olanına varıncaya kadar
(6)... İşte, başka bir örnek daha: Urga'da
ikamet eden Bogdo Han ya da 'Yaşayan Buda", diğer kıymetli şeyler
arasında, Cengiz Han’ın, üzerinde bir svastika işareti kazılı olan
yüzüğünü ve "Dünyanın Kralı"nın mührünü taşıyan bakır bir levhayı da
muhafaza etmektedir. Ossendowski bu iki şeyden yalnızca ilkini görmüşe benzemektedir; ancak
İkincisinin varlığını tasavvur etmek kendisi için hayli zordu; öyle olmasaydı
burada, doğal olarak bir altın levhadan bahsetmek aklına gelmez miydi?
Bu birkaç başlangıç
gözlemi amacımız bakımından yeterlidir, çünkü her türlü polemiğe ve şahsî
meselelere tamamen yabancı kalmak durumundayız. Şayet burada Ossendowski ve
hatta Saint Yves'den söz etmişsek bunun tek sebebi onların, kendilerine ait
olmayan ve kıymeti de, tıpkı şu alanda söz konusu edilemeyecek olan bizim
kişiliğimiz gibi onların da kişiliğini aşıp geçen görüşlere bir hareket noktası
vazifesi görmüş olmalarıdır. Onların eserleri hakkında gereksiz bir "metin
eleştirisi" içine dalmak istemiyoruz. Bizim asıl amacımız, bildiğimiz
kadarıyla henüz hiçbir yerde verilmemiş olan ve Bay Ossendowski'nin
"sırların sırrı" adını verdiği şeyi bir ölçüde aydınlatmaya yardımcı
olacak bilgileri getirmektir (7).
En yüksek, en
eksiksiz ve en katı anlamıyla ele alındığında "Dünya Kralı" unvanı,
adına çeşitli biçimler altında eski toplumların pek çoğunda rastladığımız
ilksel ve evrensel Kanun Yapıcı (Yasa Koyucu) Manu'ya tam uymaktadır. Buna
ilişkin olarak Mısırlılar'da Mina ya da Menes, Keltler'de Menı
ve Yunanlılar'da da Minos (8) ilk akla gelenlerdir. Zaten bu isim, tarihî
bir kişiliği ya da efsanevî bir kahramanı da belirtiyor değildir; onun temsil
ettiği, gerçekte bir prensiptir: Saf ruhsal ışığı ve dünyamızın ya da bizim
varoluş devremizin şartlarına özgü Kanunu (Dharma) yansıtan Kozmik
Zekâ'dır; ve aynı zamanda, düşünen varlık olarak bilhassa saygı görmekte olan
insanın (Sanskritçe'de Manava) arşetipidir.
Diğer taraftan şunu
da öncelikle belirtmek gerekir ki bu prensip; kendisi vasıtasıyla ilksel
bilgeliğin çağlar boyunca onu alabilecek kapasitede olanlara ulaştığı, kökeni
"beşerî olmayan" (apaurusheya) ve kutsal tradisyonun deposunu
bütünüyle muhafaza etmekle görevli bir organizasyonun yeryüzü âleminde kurmuş
bulunduğu bir ruhsal merkez tarafından tezahür ettirilmekte olabilir. Hemen
hemen Manu’nun bizzat kendisini temsil etmekte olan böyle bir organizasyonun
lideri pek tabiî olarak onun unvanım ve niteliklerini de taşıyabilir ve hatta
fonksiyonunu yerine getirebilmesi için ulaşmış olması gereken bilgi seviyesi
açısından o, tıpkı beşerî bir ifadesi gibi olduğu ve karşısında kendi
kişiliğinin ortadan kalktığı o prensip ile özdeşleşmektedir. Saint Yves'in
belirttiği gibi, şayet bu merkez, yani Agarta, eskiden Ayodhya'da (9)
yerleşmiş bulunan ve kökeni de şimdiki devrenin Manu’su olan Vaivasvataya
kadar uzanan antik "güneş hanedanının mirasını devralmış ise, aynı durum
onun için de söz konusudur.
Daha önce de
belirtmiş olduğumuz gibi Saint Yves, Agarta’nın
en yüksek liderini "Dünyanın Kralı" olarak tasarlamayıp onu tıpkı bir
"Papa" gibi takdim eder ve ayrıca, biraz fazlaca batılılaştırılmış
bir anlayış ürünü olarak onu "Brahman Kilisesi"nin başına
yerleştirir (10). Bu son aktardıklarımızı bir tarafa bırakacak olursak;
aslında Saint Yves'in söyledikleri, bu açıdan Ossendowski’nin kendi köşesinde
söylediklerinin bir tamamlayıcısı olmaktadır. Her ikisi de kendilerinde hâkim
olan eğilimlere ve uğraşılara en doğrudan cevap veren görünümleri fark etmişe
benzemektedirler. Çünkü burada gerçekten de aynı zamanda hem krallık hem de
rahiplik gibi bir çifte kudret söz konusudur.
"Yüksek
Rahiplik" (Pontifical: Ruhanî reisliğe, papazlığa ait olan) karakteri,
kelimenin en gerçek anlamıyla inisiyatik hiyerarşinin liderine aittir ve bu da
bir açıklamayı gerektirmektedir: Pontifex (Pontifeks)
sözcüğünün tam karşılığı "köprüler kurucu"dur ve Romalılar tarafından
kullanılan bu unvan, kökeni bakımından bir tür "masonik" (masonluğa
ait) bir unvandır. Ancak sembolik bakımdan, "bu dünya ile yüksek âlemler
arasındaki iletişimi kurarak aracılık fonksiyonunu yerine getiren” anlamına
gelmektedir (11).
"Göksel
Köprü" olan gökkuşağı, "yüksek rahipliğin" doğal bir sembolüdür
ve tüm tradisyonlar (gelenekler) ona birbirleriyle tamamen bağdaşan anlamlar
vermektedirler: İbraniler'de Tanrı'nın, halkı ile birleşmesinin bir
güvencesidir; Çin'de Gök ile Yer'in birleşmesinin bir işaretidir; Yunanistan'da
"Tanrıların Habercisi" İris’i temsil etmektedir; hemen hemen
her yerde, İskandinavyalılar'da olduğu gibi, Persler' de ve Araplar'da, Orta
Afrika'da ve Kuzey Afrika'nın bazı halklarına varıncaya kadar bu, duyularla
algılanabilen âlemi duyularla algılanamayan âleme bağlayan köprü anlamına
gelmektedir.
Diğer taraftan
rahiplik ve krallık gibi iki kudretin birleşmesi, Latinler'de Janus'un
sembolizminin belirli bir görünümü tarafından temsil edilmekteydi. Gerçekte
bu, hayli, karmaşık ve çok çeşitli anlamlara sahip bir sembolizm idi. Altın ve
gümüş anahtarlar, bunların karşılığı olan iki inisiyasyonu temsil ediyorlardı
(12). Hindu terminolojisini kullanmak gerekirse, buna Brahmanlar'ın ve
Kşatriyalar'ın yolu denebilir; ancak, hiyerarşinin en tepesinde her birinin
yetkilerini ve görevlerini karşılıklı olarak çekip aldıkları ortak bir prensip
vardır; demek ki bu, onların dahil oldukları sınıflandırmanın dışında kalan bir
şeydir; Çünkü orası, onların kendi alanlarında uyguladıkları yasal otoritenin
kaynağıdır ve Agarta inisiyeleri de atmamadırlar, yani "kastların
üstündedirler". (13)
Orta Çağ'da,
otoritenin birbirini tamamlayıcı durumdaki iki görünümünün kayda değer biçimde
birleştirilmiş olduğu bir ifade mevcuttu: O devirde sık sık "Rahip Jean
(Jan) Krallığı" adı verilen esrarengiz bir ülkeden söz edilirdi (14). O
zamanlarda, bu söz konusu merkezin "dış örtü" olarak tanımlanabilecek
olan kısmı büyük ölçüde Nasturîler (ya da doğru veya yanlış, böyle tanımlanmış
olanlar) ve Sabiîler (15) tarafından oluşturuluyordu ve bunlardan Sabiîler, kendilerine
Yahya'nın Mendayyeh'i, yani "Jean'ın Müritleri" adını veriyorlardı.
Bu hususta hemen şunu da belirtmeliyiz ki İsmailîler'den ya da diğer bir
ifadesiyle "Dağın İhtiyarı"nın müritlerinden Lübnan'ın Dürzîleri’ne
varıncaya kadar çok kapalı bir karaktere sahip Doğulu grupların pek çoğunun,
tıpkı Batının şövalyelik tarikatları gibi, "Kutsal Toprakların
Muhafızları” unvanını taşımaları da hayli ilginçtir. Bunun ne anlama
gelebileceği ileriki satırlarda daha iyi anlaşılacaktır. Saint Yves, "Agarta'nın
Tampliye Şövalyeleri" ifadesini kullandığı zaman, belki kendisinin de
farkında olmadığı çok doğru bir sözcük bulmuş oluyordu.
Kullanmış olduğumuz
"dış örtü" ifadesinin bir şaşkınlık yaratmaması için, şövalyelere
özgü inisiyasyonun esas itibarıyla bir Kşatriyalar inisiyasyonu olduğuna
dikkat etmenin. gerekliliğini de belirtmeliyiz. Bu da, diğer hususların
yanısıra burada esas rolün, Sevgi'nin sembolizmine ait olduğunu açıklamaktadır
(16).
Aynı zamanda hem
rahip hem de kral olan bir kişi kavramı, Hristiyanlığın kökeninde bulunmasına
ve "Maj-Krallar" tarafından da çarpıcı bir şekilde temsil edilmiş
olmasına rağmen yine de Batı dünyasında pek yaygın değildir. Orta Çağ'da bile,
en yüksek kudret ve egemenlik (en azından dış görünüşlere göre), Papalık ve
İmparatorluk arasında ayrılmıştır (17). Böyle bir ayrılık, üst kısmı eksik
olan bir organizasyon olarak ifade edilebilir; Çünkü burada, her iki kudretin
de kaynaklandığı ve de bağlı bulunduğu bir ortak prensip belirmemektedir; demek
ki gerçek yüksek kudret başka bir yerde bulunmaktadır. Doğuda ise tersine
olarak, hiyerarşinin kendi tepesinde böyle bir ayrılık durumu, oldukça ender
bir olaydır ve bu türden bir şeye ancak, bazı Budist kavramlarda rastlamak
mümkün olabilir. Sakya-Muni'nin, bir an gelip de ikisi arasında bir seçim
yapması gerektiğinde, Buda ile Şakravarti (Chakravarti) ya da
"Evrensel Hükümdar"ın (18) fonksiyonları arasında ortaya çıktığı
iddia edilen uyumsuzluğu ima etmek istiyoruz.
Şunu da belirtmek
yerinde olur ki,/Budizm'e özgü hiçbir özel yanı bulunmayan Şakravarti
terimi, Hindu tradisyonunun verilerine göre Manu'nun ya da
temsilcilerinin fonksiyorlarını ifade etme açısından gayet uygundur: Bu
sözcüğün tam karşılığı "çarkı döndüren"dir; yani her şeyin merkezinde
bulunan ve kendisi harekete katılmaksızın bunların hareketini yöneten ya da
Aristo'nun deyimi ile, "hareketsiz devindirici”dir (19).,
Dikkatleri özellikle
şu nokta üzerine çekmek istiyoruz: Burada söz konusu edilen merkez, bütün
tradisyonların sembolik olarak "Kutup" diye tanımlamada birbirleriyle
tamamen uzlaşmış oldukları sabit noktadır. Çünkü, Keltler'de olduğu gibi,
Kaldeliler'de ve Hindular'da da, genellikle çark (tekerlek) ile temsil edilmiş
olan âlemin dönüşü, onun çevresinde gerçekleşmektedir (20). Bu da, Uzak
Doğu’dan Uzak Batı'ya kadar her tarafa yayılmış olduğu görülen suastika işaretinin
gerçek anlamını oluşturmaktadır (21) ve bu, esas olarak "Kutup
işareti"dir ve onun gerçek anlamı da günümüz Avrupası'nda hiç şüphesiz,
şimdi ilk defa bu satırlarda tanıtılmaktadır. Çağdaş bilginler bu sembolü en
fantaziye dayalı kuramlarla boş yere açıklamaya çalışıp durdular; bunlardan
birçoğu, âdeta bir tür sabit bir fikir tarafından musallat olunmuşçasına,
diğerlerini olduğu gibi onu da "güneşsel" (22) bir işaret olarak
görmek istediler; halbuki kimi zaman böyle bir işaret olmuş olsa bile, bu ancak
kaza eseri olarak ve niteliği saptırıldığında meydana gelmiş bir durumdur.
Diğer bazı kişiler ise, svastika'yı hareketin sembolü olarak
yorumlamakla gerçeğe çok daha fazla yaklaşmış oluyorlardı. Ancak, bu yorum
yanlış olmasa bile yine de epeyce yetersiz kalmaktadır, Çünkü burada söz
konusu olan herhangi bir hareket değil, bir merkezin ya da değişmez bir eksenin
çevresinde gerçekleşen bir dönme hareketidir. Ve şunu yine vurgulamak gerekir
ki, söz konusu olan bu sembolün bağlı olduğu esas unsur bu sabit noktadır (23).
Tüm bu
aktardıklarımızdan da görüldüğü gibi, "Dünyanın Kralı"nın başlıca,
emredici ve düzenleyici (régulatrice) bir görevi olduğu
anlaşılmaktadır (bu régulatrice-düzenleyici
kelimesinin rex ve regere ile aynı köke sahip bulunmasının belli
bir nedene dayandığı görülecektir) ve bu görev, "denge" ya da
"ahenk" gibi bir kelimeyle özetlenebilir; bu da, Sanskritçe'de Dharma
(24) sözcüğü ile tam karşılığını bulur: Bundan anladığımız, Yüce Prensip’in
değişmezliğinin tezahür etmiş âlemdeki yansımasıdır. Bu görüşlerin ışığı
altında "Dünyanın Kralı"nın, "insanın dünyası"nda (manava-loka)
(25) özellikle bu denge ve bu ahenk tarafından kaplanmış biçimlerden ibaret
olan "Adalet" ve "Barış" gibi temel sıfatlara sahip
bulunuşunun nedeni de anlaşılabilir. Bu çok önemli bir noktadır ve genel
öneminin dışında, bunu özellikle birtakım boş korku ve endişelere kapılanlar
için belirtiyoruz. Bay Ossendowski'nin kitabının son satırlarında da bunun bir
yankısını bulmak mümkündür.
Önceden edinmiş oldukları birtakım fikirlerle anlayışları tuhaf bir
biçimde sınırlı hâle gelmiş bazı korkak kişiler, sırf "Dünyanın
Kralı" tanımı ile bile paniğe kapılmışlar ve bunu hemen, İncil'de söz
konusu edilen Prirıceps hujus mundi ("Âlemin Prensi" anlamına gelir.
Hz. İsa’yı kastetmek için kullanılmış bir ifadedir.) ile
kıyaslamışlardır. Böyle bir benzetmenin tamamen yanlış ve temelden yoksun
olduğu meydandadır. Bunu bir kenaıra atmak amacıyla, bu "Dünyanın
Kralı" unvanının İbranice’de ve Arapça'da yaygın biçimde Tanrı’yı
kastetmek için kullanıldığını belirtebiliriz (26). Bu arada, şu noktada birkaç
enteresan gözlem yapma fırsatı doğabileceğinden, bu konuyla ilgili olarak
İbranî Kabalası’nın bu etüdümüzün ana konusu ile doğrudan bağlantılı olan ve
"göksel (semavî) aracılar"a ilişkin kuramlarını incelemeden
geçemeyeceğiz.
Söz konusu olan
"göksel aracılar", Sekinah (Ya da Sekinah.) ve Metatron'dur ve
şunu da hemen belirtmeliyiz ki, en genel anlamıyla Sekinah, Tanrı'nın
"gerçek katı"dır (huzuru). Kutsal Kitap'ın özellikle bundan bahseden
bölümleri, bilhassa ruhsal bir merkezin kuruluşundan söz edilen kısımlardır:
Tabernakl'ın (ahit sandığının korunduğu çadır) yapılması, Süleyman ve
Zerubbabd Tapınaklarının inşa edilmesi gibi... Kurallara uygun olarak saptanmış
şartlarda inşa edilen böyle bir merkez, daima "Işık" olarak temsil
edilmiş olan İlâhî tezahürün yeri olmalıdır. Ve ayrıca, Masonluğun muhafaza
etmiş olduğu şu "çok aydınlatılmış ve çok düzenli yer" ifadesi,
tapınakların yapımına başkanlık eden ve aslında hiç de Yahudiler'e özgü olmayan
antik çağların o rahipliğe ait biliminin bir hatırası gibidir. Bu konuya daha
sonra tekrar geri döneceğiz. "Ruhsal tesirler" kuramım da geliştirmek
niyetinde değiliz. ("Ruhsal tesirler" ifadesini
"takdisler" sözcüğüne tercih ediyoruz; Çünkü bu, İbranice'deki berakot
sözcüğünün bir çevirisi, olmaktadır; Arapça’daki baraka sözcüğü de (27)
bu anlamı gayet belirgin olarak korumuştur.) Ancak, yalnızca bu tek görüş
açısına bağlı kalarak bile M. Vulliaud'nun Yahudi Kabalası hakkındaki
eserinde aktardığı ve Elias Levita'ya ait olan
"Kabala Üstatları bu konuda büyük sırlara sahiptirler" sözünü
açıklayabilmek mümkün olmaktadır.
Sekinah, kendini
sayısız görünümler altında gösterir; bunlar içinde başlıca iki tanesi vardır,
biri içsel, diğeri de dışsal olmak üzere... Diğer taraftan da, Hristiyan
tradisyonunda bu her iki görünümü de olabildiğince açık seçik biçimde
belirleyen bir cümle vardır; "Gloria in excelsis Deo, et in terra Pax hominibus bonae voluntatis." Gloria
ve Pax sözcükleri sırasıyla, Prensip'e göre içsel görünüme, tezahür etmiş âleme
göre de dışsal görünüme ilişkindirler. Ve şayet bu sözler bu şekilde kabul
edilecek olurlarsa, bunların "Tanrı’nın bizimle" veya
"bizde" (Emmanuel) doğuşunu duyurmak için Melekler (Malakim)
tarafından hangi nedenle söylenmiş oldukları derhal anlaşılabilir. Birinci
görünüme ilişkin olarak, Tanrıbilimcilerin, içinde ve aynı zamanda da yine onun
vasıtasıyla mutluluk verici rüyetin (in excelsis) oluştuğu "zafer
ışığı" hakkındaki kuramlarını lıâTIflatmak yerinde olur. Ve İkinciye
gelince, burada bir süre önce değinmiş olduğumuz ve ezoterik anlamı bakımından
da her yerde, bu dünyada (in terra) kurulmuş olan ruhsal merkezlerin temel
niteliklerinden biri olarak gösterilmiş olan "Barış"ı (la Paix) görmekteyiz. Diğer taraftan zaten Arapça
bir terim ve~açıkca İbranice'deki Sekinah'ın aynısı olan Sakînah (Sekene)
terimi "Büyük Barış" olarak tercüme edilir ki, bu da Rozkruvalar'ın
(Rose Croix) Pax Profunda'sının tam karşılığıdır; ve buna dayanarak, bu
kişilerin "Kutsal-Ruh'un Tapınağı" ifadesinden neyi anladıklarını
izah etmek mümkün olmaktadır, tıpkı İncil'de bulunan ve içinde "Barış”tan
(28) söz edilen sayısız metni açıklamanın mümkün hâle gelişi ve hatta "Sekinah’a.
ilişkin gizli tradisyonun Mesih'in ışığı ile herhangi bir bağlantısının
Oluşu" gibi... M. Villaud'nun bu son bilgiyi verirken "Pardes'a (yani
ileride de göreceğimiz gibi, en yüksek ruhsal merkeze) açılan yolu izleyenlere
ayrılmış olan" tradisyondan söz etmesi hiç de amaçsız gibi değildir. (29)
Bu husus, buna bağlı
olan diğer bir açıklamayı getirmektedir: Ardından, M. Villaud "Jübile'ye
(30) ilişkin bir sır" dan söz eder. Bu, bir anlamda "Barış"
(sulh) fikrine de bağlıdır ve bu konuyla alâkalı olarak Zohar'da
bulunan şu metni (III, 52 b): "Aden'den çıkan ırmağın adı Jobel'dir."
ardından da, Yeremya'ya ait olan (XVII, 8):"Köklerini ırmağa doğru salacak."
ifadesini aktarır ve bundan da, "Jübile'nin ana fikrinin, her şeyin ilk
hâline geri dönüşü" olduğu sonucu çıkar. Burada , tüm tradisyonlarda ele
alınmış olan ve bizim de "Dante Ezoterizmi" adlı eserimizde
üzerinde biraz durabilme fırsatını bulmuş olduğumuz şu "ilksel hâl "e
geri dönüşün söz konusu edildiği apaçıktır. Ve eğer 'Tüm şeylerin ilk hâllerine
geri dönüşleri Mesih çağının işareti olacaktır" diye de eklersek, bu
incelemeyi okumuş olanlarımız orada "Dünya Cenneti" ve "Göksel
Kudüs" arasındaki ilişkilere ait olarak söylediklerimizi gayet iyi
anımsayacaklardır. Zaten gerçeği söylemek gerekirse, tüm bunlarda söz konusu
olan şey daima, devresel tezahürün değişik safhalarında, tüm milletlere ait
tradisyonlara bağlı simgeciliğin (sembolizmin) kalp ile, yani varlığın merkezi
ve "Tanrı Evi" (Hindu doktrinindeki Brahma Pura) ile
kıyasladığı, Pardes'dir. Tıpkı, yine bunun bir imajı olan ve bu nedenden
ötürü Ibranice'de kelime kökeni bakımından Sekinah’dan kaynaklanan miskan
ya da 'Tanrı'nın ikametgâhı" olarak isimlendirilen Tabernakl (ahit
sandığının muhafaza edildiği çadır) gibi...
Diğer bir bakış
açısıyla ise, Sekinah, Sejirot'un (Sefirler) bir sentezidir. Sefirot
ağacında, "sağ sütun" Merhametin tarafı, "sol sütun" ise
Sertliğin tarafıdır (31). Demek ki bu her iki
görünümü Sekinah'da da bulmamız gerekir ve şunu da hemen belirtmeliyiz
ki, Sertlik Adalet ile, Merhamet de Barış ile aynıdır (32). "Şayet insan
günah işler ve Sekinah'dan uzaklaşırsa Sertliğe bağlı olan güçlerin (Sârim)
nüfuzları altına girer (33) ve bu durumda Sekinah'a "sertliğin
eli" adı verilir; ve bu da "adaletin eli" (ya da "adaletin
pençesi" ç.n.) sembolünü çağrıştırmaktadır. Ancak bunun tam tersine, şayet
"insan Sekinah'a yaklaşırsa, hürriyetine kavuşur" ve Sekinah bu
durumda Tanrı'nın "sağ eli"dir; yani "adaletin eli" artık
"kutsayan el" hâline dönüşmüştür (34). En yüksek ruhsal merkezin
diğer bir tanımlaması olan "Adalet Evi"nin (Beyt-Din) sırları
burada yatmaktadır (35); ve ele almış bulunduğumuz her iki taraf,
Hristiyanlar’ın "Son Hüküm" tasvirlerinde seçilmişlerin ve
lanetlenmişlerin (cehennem azabına mahkûm edilmişlerin) tasnif edilip sevk
edildikleri taraflardır. Bununla, Fisagorcuların Y harfi ile temsil ettikleri, egzoterik bir biçim altında Herkül'ün Fazilet
ile Rezilet arasındaki mücadelesini anlatan mitin temsil ettiği, Lâtinler'de Janus
sembolizmine dahil olan göksel ve cehennemsel iki kapının temsil ettiği, Hindular'da
ise aynı şekilde, Ganeşa (36) sembolizmine bağlı olan yükselici ve inici
iki devresel safhanın (37) temsil ettikleri iki yol arasında bağlantı kurulabilir
ve son olarak da, "doğru niyet” ve "iyi niyet" (bonne volonté, hüsnüniyet)
("Pax hominibus bonae volunlatis" ve zaman zaman değinmiş
olduğumuz çeşitli semboller hakkında biraz bilgisi olanlar, noel bayramının,
kış gündönümü dönemi ile eşzamana rasgelmesinin sebepsiz olmadığını göreceklerdir)
gibi ifadelerin, Stoacılar'dan Kant'a kadar yol açmış oldukları tüm dışsal,
felsefi ve manevî yorumlar bir tarafa itilerek ele alındıklarında, bu bakış
açısı altında gerçekte neyi söylemek istediklerini anlamak kolay olmaktadır.
('Kabala, Sekinah'a.
kendininkilerle aynı isimleri taşıyan ve dolayısıyla aynı karakterlere sahip
olan bir Paredre ((Fr.) Tanrısal sıfat.) verir" (38) ve bu, doğal olarak, Sekinah'ın
kendisinden bir o kadar farklı görünümlere sahiptir; adı Metatron'dur ve
bu isim sayısal bakımdan Saday'ın sayısal değeririne eşittir (39). Sadau,
"Mutlak Kudret Sahibi" demektir. (Bunun, Hz. İbrahim'in Tanrısı’nın
adı olduğu söylenir.) Metatron sözcüğününün etimolojisi kesinliğe
kavuşamayan bir durum gösterir; bu konuda ortaya konulmuş sayısız kuramlar
arasında en enteresan olanlardan biri, onu Kaldece'deki Mitra'dan türetendir.
Mitra yağmur anlamına
gelir ve ayrıca, kökü bakımından « ışık" ile bir bağlantısı vardır. Böyle olmakla birlikte, Hindu ve Zerdüştî Mitra ile olan benzerliğin, Yahudiliğin bunu yabancı doktrinlerden almış
olduğunu düşünmek için yeterli bir sebep oluşturduğuna inanmamak gerekir;
Çünkü değişik tradisyonlar arasındaki bağları zihnimizde böyle tamamen dışsal
bir açıdan ele alarak canlandırmamız hatalı olur ve hemen hemen tüm
tradisyonlarda yağmur, "ruhsal tesirlerin" Gök'ten Yer'e inişinin
sembolü olarak vasıflandırılmıştır. Bu hususa ilişkin olarak İbranî
doktrininin, "Hayat Ağacı"ndan sâdır olan ve kendisi vasıtasıyla
ölülerin diriltilmesinin gerçekleştirilebildiği bir "ışık çiği"nden
ve semavî (göksel) tesirin tüm âlemlerle temas etmesini temsil eden ve
böylelikle de, özellikle simyagerlerin ve Rozkruvalar'ın sembolizmini anımsatan
bir "çiğ yayılmasından söz ettiğini belirtmemiz gerekir.
"Metatron terimi koruyucu
(hami), Tanrı, gönderilmiş (haberci, resul) ve aracı (mutavassıt) gibi tüm
anlamları içerir"; o, "duyularla algılanan âlemde teofanilerin ((Yun.
Theos: Tanrı, Phaneia: Tezahür, görünüm.) Teofani: Tanrı’nın
tezahürü, görünümü.) failidir" (40); o, "Huzur Meleği"dir
ve aynı zamanda da "Âlemin Prensi"dir (Sâr hâ-olâm) ve bu son tanımla
da, konumuzdan hiç de uzaklaşmamış olduğumuzu görmekteyiz. Daha önceden
açıklamış olduğumuz tradisyonel sembolizmi (geleneksel simgeciliği) kullanmak
amaciyla, irtisiyatik hiyerarşinin liderinin "Dünyasal Kutup" olması
gibi, Metatron da "Göksel Kütup"tur diyebiliriz. Ve bu
sonuncusu kendini ilkinde yansıtır ve onunla "Âlemin Ekseni"
vasıtasıyla doğrudan ilişki hâlindedir. "Onun adı Mikail'dir,
Tanrı'nın önünde kurban ve adak olan Büyük Rahip'tir. Ve Yahudiler'in
yeıyüzünde yaptıkları şeyler göksel âlemde cereyan edenlerin tiplerinden
uyarlanmıştır. Büyük Ruhanî Reis (Grand Pontife) dünyada Mikail'i,
Rahmet Prensi'ni sembolize etmektedir... Kutsal Kitap’ın Mikail'in
belirişinden bahseden tüm bölümlerinde söz konusu olan şey, Sekinah’ın
zaferidir.” (41)
Burada Yahudiler
için söylediklerimiz, gerçekten ortodoks bir tradisyona sahip bulunan tüm
milletler için aynen geçerlidir. Bunlar için, "tüm diğerlerinin
kendisinden türemiş oldukları ve kendisine bağımlı bulundukları o ilksel
tradisyonun temsilcileri" tanımı yerinde olur. Ve bu, daha önceden de
imada bulunmuş olduğumuz, göksel âlemin imajı olan "Kutsal Toprak"
sembolizmi ile de bağlantılıdır. Diğer taraftan, yukanda söylemiş
olduklarımızm ışığı altında, 'Metatron sadece Rahmet görünümüne sahip
değildir; onda Adalet görünümü de vardır; o sadece "Büyük Rahip" (Kohen
ha-gadol) değildir, ayrıca "Büyük Prens" (Sâr ha gadoljye
'’göksel orduların reisi"dir. Yani, onda krallık kudretinin prensibi ve
"aracılık" fonksiyonunun karşılığı olan ruhanî liderlik prensibi
vardır. Şunu da belirtelim ki Melek, yani "kral" ve Meleak,
yani "melek" (Türkçesi) veya "gönderilmiş", aynı
kelimenin iki değişik biçiminden ibarettirler. Ayrıca Malaki, yani
"benim elçim" (Tanrı’nın gönderdiği, habercisi ya da "içinde
Tanrı bulunan melek", Maleak ha Elohim), Mikail’in harfleriyle meydana
getirilmiştir (42).
Eğer Mikail
gördüğümüz gibi Metatron ile bir ise, yine de onun görünümlerinden ancak
bir tanesini temsil etmektedir. Işıklı yüzünün yanısıra onun bir de karanlık
yüzü vardır ve bu da yirte aynı şekilde Sâr-ha olâm adı verilen Samael
tarafından temsil edilmektedir. Burada, bu kavramların çıkış noktasına yeniden
dönmüş bulunuyoruz. Burada, İncil'de sözü edilen Princeps hujus müridi
yani alt bir anlamdaki ifadesiyle "bu dünyanın geniesi" olan,
yalnızca ve yalnızca hâkim ruhu bu son görünümdür. Ve tıpkı, bir gölgesi gibi
olduğu Metatron ile olan bağlan, aynı tanınım iki anlamda birden
kullanıldığını doğrulamakta ve ayrıca Apokalips'de (Yuhanna’nın Vahyi) sözü edilen
"Hayvan’ın sayısı", yani 666'nın niçin aynı zamanda güneşsel sayı
(43) olduğunu da açıklığa kavuşturmaktadır. Diğer taraftan Aziz Hippolyte'e
(44) göre, Mesih'in ve Antichrist'in (Deccal) her ikisi de aslan işaretine
sahiptirler ki, bu da güneşsel bir semboldür. Aynı açıklama yılan (45) ve diğer
birçok sembol için de geçerlidir. Kabalist görüş açısıyla ise, burada söz
konusu olan, Metatron'un yine bu iki karşıt çehresidir. Sembollerin bu çift
anlamı üzerine genel olarak formülleştirilmiş kuramların sahasına daha çok
dalmak niyetinde değiliz, ancak yine de ışıklı görünüm ile karanlık görünüm
arasındaki karışıklık ve belirsizlik durumunun "satanizm"i
oluşturduğunu belirtmeliyiz. Ve "Dünyanın Kralı" tabirinde (46)
cehennemsel bir anlam keşfettiklerini zannedenler, şüphesiz ki, ellerinde
olmadan veya cahilliklerinin eseri olarak bu karışıklığm ve belirsizliğin
içine sürüklenmiş kişilerdir. (Bu ifade onları mazur göstermek için değil,
onlar adına bir özür olarak kabul edilmelidir.)
Saint Yves'in
aktardığı bilgilere göre, Ağartanın en yüksek başkanı Brahatma (Brahmatma
yazmak daha doğru olur) unvanını taşımaktadır. Brahatma, "ruhların
İlâhî Ruh'taki desteği" anlamına gelmektedir. .
İki yardımcısı vardır; bunlar Mahatma,
yani "Evrensel Ruh'un temsilcisi" ve Mahangg. yani
"Kozmos'un tüm maddî organizasyonunun sembolü" (47) unvanlarına
sahiptirler. Bu, Batı doktrinlerinin "ruh, can, beden" üçlemesiyle
temsil ettikleri ve burada makrokozmos ile mikrokozmos arasındaki benzeşime
göre uygulanmış olanhiyerarşik bölünmedir. Bu terimlerin Sanskritçe'de
prensipleri tanımlamak için kullanıldığını, insanlar içinse ancak o kişiler bu
prensiplerin bir temsilcisi olduklarında kullanılabildiğini ve hatta bu durumda
bile kişiliklere değil, esas olarak yerine getirilmekte olan vazifeye bağlı
olduklarını belirtmek gerekir. Ossendowski'ye göre Mahatma
"gelecekte olacakları bilmektedir” ve Mahanga da "bu olayların
sebeplerini yönetmektedir"; Brahatma'ya gelince, o, "Tanrı
ile yüz yüze gelerek konuşabilir". 48) ve şayet onun, yeryüzü âlemi
ile yüksek hâller ve bunlardan geçerek de en yüksek prensip ile doğrudan
ilişkinin gerçekleştirildiği merkezî nokta olduğu anımsanırsa, bunun ne anlama
geldiği kolayca anlaşılabilir. (49)
Zaten, kısıtlı bir
anlamda ve yalnızca yeryüzü dünyasına bağlı olarak değerlendirildiği zaman
"Dünyanın Kralı" ifadesi bir hayli uygunsuz bir havaya
bürünmektedir. Bazı görüşlere bakılırsa Brahatma için "Üç Âlemin
Efendisi" (50) tanımını kullanmak daha doğru olacaktır, Çünkü bütün gerçek
hiyerarşilerde en üst derecenin sahibi, bu nedenden ötürü aynı zamanda kendi
altında olan ve kendisine bağlı diğer tüm seviyelerin de sahibidir ve bu
"üç âlem” (Hindu tradisyonundaki Tribuvana'yı meydana getirirler),
biraz daha ileride açıklayacağımız gibi, sırasıyla biraz evvel saydığımız üç
işlev ile ilişkiİrsahalardır.
"Tapınaktan
çıktığı zaman Dünyanın Kralı İlâhî Işık saçmaktadır." demektedir,
Ossendowski. İbraniler'in Tevrat’ı da, aynı şeyi Musa'nın Sina Dağı'ndan inişi
(51) için söyler ve bu yaklaşımla alâkalı olarak İslâm tradisyonunun Musa'yı
kendi çağının "Kutubu" olarak kabul ettiğini belirtmemiz gerekir (El
-Kulb); Kabala'da da onun bizzat Metatron tarafından eğitilmiş
olduğunun belirtilmesi bu nedenle değil midir zaten? Ayrıca, dünyanın başlıca
ve en önemli ruhsal merkezi ile ona bağımlı olması muhtemel ve onu sadece özel
şekilde belirli milletlere uyarlanmış hususî tradisyonlara bağlı olarak temsil
etmekte olan ikinci derecedeki merkezleri birbirinden ayırt etmemiz yerinde
olur. Bu noktada fazla takılmamaya özen göstererek şunu da belirtelim ki
Musa'ya ait olan "yasa koyucu" (Arapça'da rasûl) işlevi, Manu
isminin belirlediği kudretin bir temsilcisi olma seviyesini gerektirmektedir.
Diğer taraftan bu Manu isminde mevcut bulunan anlamlardan biri de tam
tamına İlâhî Işığın yansımasını belirlemektedir.
Lamalardan biri
Ossendowski'ye, "Dünyanın Kralı, insanlığın kaderini yönetenlerin tümünün
düşünceleriyle bağlantı hâlindedir... Onların niyetlerini ve fikirlerini bilir.
Şayet bunlar Tanrı'nın hoşuna giden nitelikte olursa, Dünyanın Kralı da
bunları görünmez yardımıyla güçlendirir; şayet Tanrı'nın hoşuna gitmeyecek
olurlarsa Dünyanın Kralı bünların başarısız olmalarını sağlar. Bu kudret Ağartı’ya,
tüm dualarımıza başlarken kullandığımız esrarengiz kelime Om 'un ilimi
tarafından verilmiştir." der. Bu ifadenin hemen ardından da, kutsal Om
hecesinin anlamı hakkında sadece belirsiz bir fikre sahip olanları bir hayli
şaşırtacak olan şu cümle gelmektedir: "Om, eski bir azizin, Gorolar’ın
ilkinin (Ossendowski guru yerine, goro yazmıştır), bundan 300 000
sene önce yaşamış ilk Goro'nun adıdır." Bu cümle şayet şu husus üzerinde
düşünülmezse pek anlaşılamayacaktır: Söz konusu edilen ve bize göre hayli
belirsiz biçimde tanımlanmış olan bu çağ, şimdiki Manu’nun çağından çok
önce yer almaktadır; diğer taraftan bizim Kaipa'mızın birinci Manusu ya
da diğer bir deyişle Adi-Manu, Suayambuva olarak isimlendirilmektedir
(yedincisinin adı Vaivasvata'dı. yani "kendi kendine var olan" ya da
ebedî Logos (Kelâm) olan Svayambu’dan çıkmıştır. Logos, ya
da onu doğrudan doğruya temsil eden kişi, Gurular’ın ya da diğer bir
ifadeyle "Ruhsal Efendiler"in ilki olarak tanımlanabilir; ve Om gerçekte Logos'un
bir adıdır. (52)
Diğer taraftan. Om kelimesi daha önce
de belirtmiş olduğumuz gibi Brahatma ile iki yardımcısı arasındaki hiyerarşik
görev dağılımının anahtarını sunmaktadır. Hindu tradisyonuna göre bu kutsal
heceyi meydana getiren üç unsur, sırasıyla biraz önce değinmiş olduğumuz o
"üç âlemi" temsil etmektedir. Tribuuana’nın üç terimi; Toprak (Bu),
Atmosfer (Buuas) ve Gök (Svar) olarak... Diğer bir ifade ile,
sırasıyla, bedensel tezahür âlemi, süptil ya da psişik tezahür âlemi ve
tezahür etmemiş olan âlem ya da diğer bir deyişle prensipler âlemi (53).
Bunlar, tıpkı daha önceki satırlarda unvanlarıyla. ilgili açıklamalara
başvurulduğunda da görüleceği gibi, aşağıdan yukarıya doğru'Mahanga,
Mahatmave Brahatma’nın kendilerine özel alanlarıdır. Ve bu değişik sahalar
arasında mevcut bulunan birbirine tâbi oluş ilişkileri, biraz evvel Brahatma
için kullandığımız "Üç Âlemin Efendisi" tanımını da doğrulamaktadır
(54): "O, her şeyin sahibidir, her şevi bilendir (tüm sonuçları doğrudan
doğruya sebepleri içinde görür), içteki emredicidir (dünyanın merkezinde oturur,
onu içeriden yönetir ve hareketini kendisi ona katılmaksızın idare eder),
kaynaktır (tüm yasal kudretin), tüm varlıkların kökeni ve sonudur (yasasını
temsil ettiği devresel tezahürün)." (55) Doğruluk derecesi en az bununki
kadar olan başka bir sembolizmden yararlanmamız için diyebiliriz ki, Mahanga
inisiyatik üçgenin tabanını, Brahatma da bunun zirvesini temsil ederler.
Mahatma ise etkinliği "aracı uzayda" kendini gösteren,
aracılık eden bir prensibi vücuda getirmektedir. (Bu, hermetistlerin Animal
Mundisi, yarli kozmik hayatiyettir.) Ve tüm bunlar Saint Tves'in vattan,
Ossendowski'nin de vattannan adını verdikleri kutsal alfabenin bunlara
ilişkin harfleri vasıtasıyla gayet açık şekilde temsil edilmişlerdir. Om
hecesini meydana getiren unsurlar olan üç matrahın bağlandıkları geometrik
şekiller (düz çizgi, spiral ve nokta) vasıtasıyla ifadesi de aynı şeydir.
Tüm bunlara daha
belirgin bir açıklama getirelim: Brahatma kudret bolluğuna sahiptir.
Onda, prensipsel bir tür ilgisizlik hâli olarak kabul edilen ruhanî liderlik ve
krallık gibi iki kudret vardır. Ardından bu iki kudret tezahür etmek amacıyla
birbirlerinden ayrılırlar; Mahatma özellikle ruhanî kudreti ve Mahanga
da krallığa ait kudreti temsil ederler. Bu farklılaşma Brahmanlarve
Kşatriya'lar arasındaki farklılığa denktir. Ancak zaten "kastlar
ötesi" olmaları sebebiyle Mahatma ve Mahanga’nın bizzat
kendileri de tıpkı Brahatma gibi aynı zamanda hem ruhanilik hem de
krallığa ait kudrete sahip bulunmaktadırlar. Bu hususla alâkalı olarak şimdiye
dek asla tatminkâr biçimde açıklanamamış, ancak hayli önemli olan bir noktayı
belirginleştirmemiz gerekmektedir: Daha önce, Incil'de sözü geçen ve
kendilerinde her iki kudreti de birleştiren "Maj Krallar"dan söz
etmiştik. Şimdi de diyoruz ki bu esrarengiz kişiler aslında Ağartanın üç
liderini temsil etmektedirler (56). Mahanga, Mesih’e altın sunar ve onu
"Kral" olarak selâmlar; Mahatma ona günlük (tütsü) sunar ve
onu "Rahip" olarak selâmlar; son olarak da Brahatma ona
mürrisafi (57) (bozulmazlık pelesenki, Amrifa’nın (58) imajı) takdim eder ve
onu "Peygamber" ya da en yüksek ruhsal üstat olarak selâmlar. İlksel
tradisyonun otantik (gerçek) temsilcileri tarafından her birinin ayn ayrı
mensup bulundukları kendi yetki alanlarını teşkil eden üç âlemde Mesih'e takdim
etmiş oldukları bu hürmet, fark edildiği gibi, aynı zamanda Hristiyanlığın
kusursuz Ortodoksluğu'nun bunun karşısındaki güvencesini oluşturmaktadır.
Ossendowski doğal
olarak bu kavramları düşünemezdi, ancak yine de şayet bazı şeyleri daha
derinlemesine anlamış olsaydı -ki bunu yapmamıştıren azından Agarta’nın
yüce üçlüsü ile Lamaizm'inki arasındaki büyük benzeşimi belirtmesigerekirdi.
Kendisi Lamaizm'in üçlüsünü şöyle aktarmıştır. Dalay Lama Buda’nın
kutsallığını (ya da saf ruhsallığını) gerçekleştirir"; Taşi Lama,
onu» ilmini (Ossendowski'nin inandığı biçimde""majik" değil,
"teurjik" (59) olmalıdır) gerçekleştirir" ve Bogdo Han,
"onun maddî ve savaşçı gücünü temsil eder"; bu sıralama, "üç
âlem"e göre olan dağılımın tamamen aynısıdır. Ossendowski, kendisine "Agarti’nin
başşehri, tapınaklar ve manastırlarla kaplı bir dağın zirvesinde Dalay Lama'nın
sarayı Potala’nın yer aldığı Lhassa'yı anımsatır" şeklinde yapılan
tanımlamayı daha kolayca açıklayabilirdi. Birtakım şeyleri bu tarzda ifade
etmek, bağlantıları tersine çevirdiği için hatalı olmaktadır; Çünkü' gerçekte,
bir görünümün ancak kendi prototipini anımsattığı söylenebilir ve bunun tersi,
yani prototipin görünümü anımsattığı ifadesi yanlış olur. Lamaizm'in merkezi de gerçek "Dünyanın
Merkezi"nin ancak bir görünümünden ibaret olabilir. Ancak nerede bulunursa
bulunsunlar, bu türden olan tüm merkezlerin topografya bakımından bazı ortak
özellikleri vardır; Çünkü hiç de birbiriyle ilgisiz olmayan bu özelliklerin
tartışılmaz bir sembolik değerleri mevcuttur ve ek olarak da bunlar,
"ruhsal tesirlerin" etkilerini tayin eden yasalar ile ilişki hâlinde
olmak zorundadırlar. Bu noktada, tradisyonel ilmin sahasına giren ve
"kutsal coğrafya" adı verilen bir husus ortaya çıkmaktadır.
Aynı ölçüde dikkati
çeken başka bir uygunluk daha vardır: SaintYves, inisiyatik hiyerarşinin,
bilhassa zaman bölümleriyle bağlantılı olan bazı sembolik sayılar ile ilişki
hâlindeki çeşitli derecelerinin ya da çemberlerinin tanımını yaptığında,
ifadesini "en yüksek nitelikte olan ve esrarengiz merkeze de en yakın
durumdaki çember, en yüksek inisiyasyonu temsil eden ve diğer şeylerin yanısıra
Zodyak kuşağının da bir karşılığı niteliğindeki on iki üyeden oluşuf"
şeklinde bitirmektedir. Bu yapıya, Dalay Lama'nın on iki büyük Namşan’dan
(ya, da Nomkan) oluşan "dairesel konsey"inde yeniden
rastlıyoruz; aynı şeye; başta 'Yuvarlak Masa Şövalyeleri"ne ilişkin olanı
almak üzere bazı Batı tradisyonlarında da rastlanır. Kozmik düzen açısından
bakıldığında, Agarta'nın iç çemberinin on iki üyesi, yalnızca Zodyak’ın
on iki burcunu değil, buna ek olarak Güneş'in bu Zodyak burçları ile ilişki
hâlindeki çeşitli formlarım, yani on iki Aditya'yı da (60) temsil
etmektedir: Ve doğal olarak, tıpkı Manu Vaivasvata’nın "Güneşin
Oğlu" diye adlandırılışı gibi, "Dünyanın Kralı"nm amblemlerinden
biri de Güneş'tir (61).
Bütün bunlardan
ortaya çıkan ilk sonuç, tüm ülkelerdeki az ya da çok saklı, ya da en
azından içine girebilmenin gayet zor olduğu ruhsal merkezlere iliŞKin
tanımlamaların birbirleriyle sıkı bağları bulunduğudur. Bu hususta yapılacak en
akla yakın açıklama; bazı durumlarda da göründüğü gibi bu tanımlamalar, her ne
kadar değişik merkezlere ilişkin olsalar dahi, tüm bunların yine de tek ve en
yüksek bir merkezin sudûrlârı olduklarıdır; tıpkı tüm tradisyonların, büyük
ilksel tradisyonun uyarlamaları oldukları gibi...
Biraz önce 'Yuvarlak
Masa Şövalyeleri"ne değinmiştik. Burada, Kelt kökenli efsanelerde bu
şövalyelerin başlıca uğraşları olarak sunulmuş olan "Graal’ın
aranması’nın ne anlama geldiğini belirtmemiz hiç de konu dışı olmayacaktı.
Belli bir çağdan itibaren kaybolmuş ya da saklanmış herhangi bir şeye ait
imâlara tüm tradisyonlarda rastlanmaktadır: Örneğin Hindular'da Soma,
Persler'de "ölümsüzlük içkisi" Haoma gibi. Haoma'nın Graal
ile güçlü ve doğrudan bir bağlantısı olduğu kesindir; Çünkü Graal, içinde Hz.
İsa'nın kanının bulunduğu kutsal çanaktır ve bu kan da "ölümsüzlük
içkisi" olarak bilinir. Diğer taraflarda ise sembolizm farklıdır; Örneğin
Yahudiler'de, kayıp olan şey büyük ilâhı Ad’ın, telâffuz edilişidir (62); ancak
temel fikir daima aynıdır ve daha ileride bunun tam olarak neyi ifade etmekte
olduğunu göreceğiz.
Kutsal Graal’ın, Hz.
İsa'nın son yemeğinde kullanmış olduğu ve daha sonra da Arimatealı Yusuf un
(Joseph D'Arimathie), Mesih'in böğründe Yüzbaşı Longin'in (63) mızrağı ile
açmış olduğu yaradan akan suyu ve kanı içine topladığı tas (ya da çanak, kupa
veya kadeh) olduğu söylenir. Efsaneye göre bu kupa daha sonraları Arimatealı
Yusuf ve Nikodimos tarafından Büyük Britanya'ya götürülmüştür (64); işte bu
nokta, Kelt tradisyonu ile Hristiyanlık arasında kurulmuş olan bağm bir
göstergesidir. Antik tradisyonların çoğunda kupa önemli bir rol oynamaktadır;
bu, hiç şüphesiz Keltler'de de böyledir; sık sık mızrak ile birleştirilmiştir
ve bu iki sembol birbirlerinin tamamlayıcısı olarak kabul edilmişlerdir; ancak
bu husus bizi şu anda konumuzdan uzaklaştırır (65).
Graal’ın başlıca
anlamının ne olduğunu en belirgin olarak gösteren şey, belki de onun kökeni
ile ilgili olarak şu söylenendir: Bu kupa, başarısızlığa uğrayıp seviye
kaybedişi esnasında Lüsifer'in alnından düşmüş olan bir zümrütüri Melekler
tarafından yontulmasıyla meydana getirilmiştir (66). Bu zümrüt bizlere gayet
çarpıcı bir şekilde Hindu sembolizmindeki (buradan da Budizm'e geçmiştir)
uma'yı, yani sık sık Şiua'nın (ya da Çiva) üçüncü gözünün yerinde bulunan ve
"edebiyet duyusu" diye adlandırabileceğimiz bu duyuyu temsil eden,
alındaki inciyi anımsatmaktadır (67). Bunlardan başka, Graal'ın Dünya Cenneti
içindeki yaşamı sırasında Âdem'e emanet edilmiş olduğu, ancak Aden Bahçesinden
kovulduğunda beraberinde götüremediği için Âdem'in onu kaybettiği söylenmiştir.
Ve biraz önce yaptığımız açıklama neticesinde bu husus da aydınlanmaktadır.
Sonuç olarak aslî merkezinden çıkarılmış olan insan kendini bundan böyle
dünyevî (cismanî, fanî) küreye kapatılmış olarak bulmuştur. Tüm şeylerin
ebediyet görünümü altında seyredilip izlenebildiği (temaşa edildiği) o tek
noktaya asla ulaşamaz duruma gelmiştir. Diğer bir ifade şekliyle, "ebediyet
duyusu", daha önceki satırlarımızda da belirttiğimiz biçimde tüm
tradisyonlarda isimlendirildiği şekliyle, "ilksel hâl"e bağlı
kılınmıştır ki bunun yeniden oluşturulması, "beşerüstü" hâllerin
bilfiil fethedilmesinin ilk şartı olarak gerçek inisiyasyonun birinci
aşamasını oluşturmaktadır (68). Yeryüzü Cenneti, asıl anlamı bakımından
"Dünyanın Merkezi"ni temsil eder ve bundan sonraki satırlarda Cennet
(Paradis) kelimesinin aslî mânâsı hakkında söyleyeceklerimiz, bu hususu
daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
Şu satırlar çok daha
muammalı görünebilir: "Set (Seth) Yeryüzü Cenneti'ne girme hakkını elde
etti ve böylece kıymetli çanağı bulabildi." Set ismi, temel ve istikrar
fikirlerini ifade eder ve ardından da insanın seviye yitirişi (düşüşü,
cennetten kovuluşu) yüzünden tahrip olmuş bulunan ilksel düzenin yeniden
kuruluşunu belirtir (69). Demek ki tüm bunlardan, Set'in ve kendisinden sonra
Graal'a sahip olanların böylece kayıp Cennetin yerini tutacak ve bunun âdeta
bir görünümü (imajı) gibi olan bir ruhsal merkez kurabilmiş olduklarını anlamak
gerekir. O zaman, Graal'a sahip olmak, İlksel tradisyonun aynen böyle bir
ruhsal merkezde eksiksiz bir şekilde korunmasını temsil etmektedir. Zaten efsane
Hz. İsa dönemine dek Graal'ın nerede ve kimin tarafından muhafaza edilmiş
olduğunu söylemez; ancak onun Kelt kökenli olduğu şeklindeki yaklaşım
Druidler'in bu işte pay sahibi olduklarını ve ilksel tradisyonun düzenli
koruyucuları arasında kabul edilmeleri gerektiğini ortaya koymaktadır.
Graal'ın kayboluşu
ya da onunla ilgili ve buna benzer diğer herhangi bir sembolik ifade, sonuç
olarak tüm içerdikleriyle birlikte tradisyonun ortadan kayboluşu anlamına
gelmektedir. Aslında, gerçeği söylemek gerekirse bu tradisyon kaybolmamış, ama
saklanmıştır; ya da en azından ancak bazı ikinci dereceden merkezler açısından
ve bunlar da en yüksek merkez ile olan doğrudan ilişkilerini kestikleri için
kaybolmuş olarak nitelendirilebilir. En yüce merkeze gelince, o, tradisyonun
deposunu daima tam ve bozulmamış hâlde korumakta ve dış dünyada meydana gelen
değişimlerden etkilenmemektedir;' çeşitli Kilise Babalan ve bilhassa Saint
Augustin’e göre tufan "Hanok’un ikametgâhı ve Azizlerin
Ülkesi" olan (70) ve de zirvesi "Ây küresine dokunan", yani değişimler
sahasının ("ay-altı âlem" ile bir tutulmuştur) ötesinde, Dünya ile
Gökler'in temas ettikleri noktada (71) bulunan Yeryüzü Cenneti'ne
ulaşamamıştır. Fakat, tıpkı Yeıyüzü Cenneti’nin girilemez duruma gelmiş olması
gibi, aynı şeyin temelinde bulunan yüce merkez de belli bir dönem süresince
kendini dışanya tezahür ettirmemiş olabilir ve bu durumda da sadece çok sıkı
sıkıya kapatılmış olan bazı merkezlerde saklanmasından dolayı, tradisyonun tüm
insanlık için artık kayıp olduğu ve aslî hâlde iken meydana gelmiş olanın tam
tersine, insanların büyük çoğunluğunun buna artık bilfiil ve şuurlu olarak
katılamadığı söylenebilir (72). Çağımızdaki durum kesinlikle böyledir ve bunun
başlangıcı da şimdilerde insanlık tarihi olarak bilinen alelâde ve "kutsal
olana yabancı" tarih tarafından bilinenlerin çok ötesinde yer almaktadır.
Demek ki tradisyonun yitirilmiş olması bu durumda bu genel anlamıyla
anlaşılmalı ya da özel bir milletin ya da belirli bir uygarlığın kaderlerini az
ya da çok gizlice yönetmekte olan bir ruhsal merkezin giderek karanlığa
çekilmiş olmasına bağlanmalıdır; sonuç olarak buna bağlı bir sembolizm ile her
karşılaşıldığında, bu anlamı ile mi, yoksa diğeri ile mi yorumlanması gerektiği
incelenmelidir.
Bu söylemiş olduklarımızm
ışığında Graal, birbiriyle sıkı sıkıya ortak olan iki şeyi birden temsil
etmektedir: "İlksel tradisyon"a eksiksiz bir şekilde sahip bulunan ve
bu durumun başlıca ve doğal bir neticesi olarak da bilfiil bir bilgi seviyesine
ulaşmış olan, yine aynı şekilde bundan dolayı "ilksel hâl"in
bolluğuna yeniden kavuşmuş durumdadır. Graal kelimesinin içermekte
olduğu iki anlam, bu "ilksel hâl" ve "ilksel tradisyon"
ile bağlantılıdır. Çünkü, sembolizmde önemli sayılacak bir rol oynayan ve ilk
görüşte tahayyül edebilecek olduğumuzdan çok daha derin nedenlere sahip bulunan
bu sözlü benzetmelerden birine göre, Graal aynı zamanda hem bir kap (grasale),
hem de bir kitaptır (gradale veya graduale) ve bu sonuncu görünümü,
açıkça tradisyonu göstermektedir; halbuki diğeri (kap) daha doğrudan bir
şekilde hâlin bizzat kendisi ile alâkalıdır (73).
Burada, her biri
sembolik bir değere sahip bulunmasına rağmen ne Kutsal Graal efsanesi ile
ilgili ikinci dereceden ayrıntılara girmek, ne de "Yuvarlak Masa
Şövalyeleri"nin hikâyesini ve kahramanlıklarını incelemek gibi bir
niyetimiz yoktur. Ancak 'Yuvarlak Masa"nın Merlin'in plânlarına göre Kral
Arthur (74) tarafından yapıldığını ve günün birinde şövalyelerden biri Graal'ı
ele geçirmeyi başardığında ve onu Büyük Britanya'dan Armorik'e (bugünkü
Fransa'da Bretanya adı verilen bölge) getirdiğinde, bu kutsal çanağı üzerine
koymak amacıyla yapılmış olduğunu hatırlatabiliriz. Görünüşe göre bu masa,
tradisyonun muhafızları olan ruhsal merkezler fikrine daima bağlanan o çok eski
sembollerden biridir. Masanın daire biçiminde olması ve çevresine başlıca on
iki kişinin oturması (75) kesin biçimde Zodyak çemberi ile bağlantılıdır ve
daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi bu özellik, söz konusu olan bu
merkezlerin tümünün de yapısında mevcuttur.
Graal efsanesinin
diğer bir görünümüne bağlanan ve özel bir dikkate lâyık başka bir sembol daha
vardır: Bu, Montsalvat ["Mont du Salut" (Fransızca'da
"Kurtuluş Dağı" anlamına gelir)!, "hiçbir ölümlünün
yaklaşamadığı çok uzak sahillerde" yer alan, kimsenin giremediği bir
bölgede bulunan, arkasında Güneş'in doğduğu ve denizin ortasında yükselen
sivri bir tepe olarak temsil edilir. Bu, aynı zamanda, bu incelememizin
devamında tekrar sözünü edecek olduğumuz eş anlamlı iki sembol olan
"kutsal ada" ve "kutupsal dağ"dır; bu doğal olarak Yeryüzü
Cenneti ile aynı anlama gelen "ölümsüzlük ülkesi"dir (76).
Tekrar Graal'a
dönecek olursak, bunun ilk anlamının temelde, kutsal çanağın her yerde
rastlanan anlamı ile aynı olduğunu fark etmek gayet kolaydır. Bilhassa Doğuda,
kutsal çanağın içinde Vedizm’deki adıyla Soma, Mazdeizm'deki adıyla da Haoma
denilen ve kendisini gerekli düzenlemelere uygun şekilde alanlara
"ebediyet duyusu"nu ihsan eden ya da geri veren "ölümsüzlük
içkisi" (ya da "ölümsüzlük şerbeti") bulunur. Kupanın ve
içindekinin sembolizmi hakkında daha derinlere inersek konumuzun dışına çıkmış
olacağız; bunu daha uygun biçimde geliştirmek için özel olarak tüm bir
incelemeyi bu işe ayırmak gerekir. Ancak belirtmiş olduğumuz husus, bizi şimdi
niyetlendiğimizden çok daha önemli başka noktalara ulaştıracaktır..
http://irige.tumblr.com/post/66087653494/ucgen-sembolunun-anlam
Doğu
tradisyonlarında, belirli bir çağda Soma'nın artık meçhul bir duruma geldiği ve
bu yüzden bazı kurban (adak) ayinlerinde, onun yerine sadece ilkel Soma'nın bir
figüründen ibaret olan başka bir içki koymak zorunda kalındığı söylenir (77);
bu rolü belli başlı olarak şarap oynamıştır ve Yunanlılar'da Diyonizos
efsanesinin büyük bölümü buna aittir (78). Şarap sık sık gerçek inisiyatik
tradisyonu temsil etmek için kullanılmıştır: İbranice'de iain sözcüğü
"şarap" (Fr.: "Vin") anlamına gelir ve sod sözcüğü
de "sır" demektir; bunların her ikisi de sayısal bakımdan aynı
değere sahip olduklarından zaman zaman biri diğerinin yerine kullanılır (79). Sufılerde
şarap ezoterik bilgiyi, her insana uygun olmayan ve seçkin kişilere ayrılmış
bulunan doktrini temsil etmektedir; tıpkı herkesin, şarabı cezasız kalmadan
içemeyişi gibi... Bundan da, bir âyinde şarap kullanılmasının bu ayine belirgin
bir inisiyatik karakter verdiği sonucu çıkmaktadır. Melkisedek'in
"öşaristik” (Fr.: eucharistie Ekmek ve şarap ile
yapılan katolik ayini) adağı (80) da özellikle böyledir ve şimdi üzerinde
durmamız gereken başlıca nokta da budur.
Melkisedek (ya da
daha doğru bir biçimde Melki-Sedek ) ismi, Yahudi-Hristiyan
tradisyonunda "Dünyanın Kralı"mn bizzat kendi fonksiyonunun gayet
açıkça altına gizlenmiş olduğu isimdir. İbranî Tevrat'ın en muammalı
bölümlerinden birinin açıklamasını içeren bu olguyu belirtmeye biraz çekindik,
ancak ne zaman ki bu "Dünyanın Kralı" meselesini ele almamız gerekti,
bu durumda sessiz kalabilmemiz gerçekten imkânsızdı.. Bu husus ile alâkalı
olarak Aziz Pavlus tarafından söylenmiş olan şu sözü burada hatırlatabiliriz:
"Bu konu hakkında söyleyecek olduğumuz pek çok şeyler vardır ve bunlar
açıklanması zor olan şeylerdir, Çünkü sîzler bunları anlamakta geç kalan bir
hâle geldiniz.” (81)
İşte, Tevrat'ta söz
konusu olan bölümün metni: "Ve Salem kralı Melkisedek
İMelki-Sedek) ekmek ve şarap getirtti ve En Yüce Tanrı'nın (El Elion)
rahibi idi. Ve Abram'ı (82) kutsadı ve dedi: Göklerin ve Yer'in sahibi Yüce
Tanrı tarafından Abram mübarek olsun ve düşmanlarını senin ellerine düşüren En
Yüce Tanrı mübarek olsun. Ve Abram, tüm almış olduklarının onda birini ona
verdi." (83)
Demek ki Melki-Sedek
aynı zamanda hem kral, hem rahiptir; adı "Adalet Kralı" anlamına
gelmektedir ve o, aynı zamanda Salem, yani "Barış"ın
kralıdır. Görüldüğü gibi burada her şeyden evvel "Adalet'i ve "Barış"ı,
yani tamı tamına "Dünya Kralı"mn başlıca iki sıfatını görmekteyiz.
Şunu da belirtmek gerekir ki Salem sözcüğü, genel kanaatin tam tersine
gerçekte asla bir şehrin adı olmamıştır; ancak şayet Melki-Sedek'in
oturduğu yerin sembolik ismi olarak ele alınırsa, bu durumda Agarta
terimi ile eşdeğerde görülebilir. Her ne olursa olsun, burada ilkel Jerusalem
(Yeruşalim, Kudüs) adını görmek bir hatadır. Çünkü bu isim Jebus idi.
Tam tersine, İbraniler orada bir runfeal merkez kurduklarında bu kente
Jerusalem ismi verilmiş ise, bu onun bundan böyle gerçek Salem'in âdeta
görünür bir imajı gibi olacağını göstermek içindir. Tapınak da Süleyman
(Salomon) tarafından inşa ettirilmişti ve bu isim de (Süleyman Şlomoh) Salem’den
türemiştir ve "Barışsever” anlamına gelmektedir. (84)
Şimdi de Aziz
Pavlus'un Melki-Sedek hakkında söylenmiş olanları hangi sözlerle
yorumlayıp açıkladığını görelim: "Çünkü Salem Kralı, Yüce Tanrı'nın
kâhini, kralları öldürmekten dönen İbrahim'i karşılamış ve ona hayırdua etmiş
olan ve İbrahim'in kendisine her şeyden ondalık verdiği bu Melki-sedek;
önceleri adının anlamına göre Adalet Kralı, sonra Salem Kralı, yani Barış
Kralı; babasız, anasız, nesepsiz olup, hayatının başlangıcı ve sonu da
olamayan, ancak Tanrı Oğlu'na benzer kılınmış olarak daima rahip kalacaktır."
(85)
Melki-Sedek İbrahim'in üstü
olarak temsil edilmiştir, Çünkü onu takdis etmiştir ve "itiraz olunamaz
ki, hayırduayı büyük olan küçüğe eder" (86); ve İbrahim'in kendisi de bu
üstünlüğü tanımıştır, Çünkü ona onda bir vermiştir ki bu da ona bağımlılığının
bir işaretidir. Burada bu kelimenin feodal anlamına yakın biçimde gerçek bir
"rütbe" söz konusudur, ancak şu farkla kİ bu bir ruhsal rütbedir;
şunu da ekleyebiliriz ki işte tam burada İbranî tradisyonunun büyük ilksel
tradisyon ile birleşme noktası bulunmaktadır. Söz konusu edilen
"kutsama" (hayırdua, takdis) asıl anlamı bakımından, bundan böyle
İbrahim'in de katılacak olduğu, bir "ruhsal tesir" ile iletişim
kurulmasını ifade eder; şunu da fark etmek mümkündür ki kullanılan formül
İbrahim'i, "En Yüce Tanrı" ile doğrudan temasa geçirmiştir -ki daha
sonra aynı İbrahim, Yehova ile bir tutarak O'ndan yardım istemiştir
(87). Şayet Melki-Sedek bu şekilde İbrahim'den daha üstün ise, bu, Melki-Sedek’in
Tanrısı olan "En Yüce"nin (Elion) İbrahim'in Tanrısı olan
"En Kudretli'den (Saday) daha üstün olmasından dolayıdır ya da
diğer bir deyTşle bu iki isimden birincisi, İkincisinden daha yüksek bir İlâhî
görünümü temsil etmektedir. Diğer taraftan, çok önemli ve şimdiye kadar hiç
belirtilmemiş olan bir husus da, aynı sayısal değere sahip bulunmasından dolayı
El Elion'un Emmanuel ile eşdeğer olmasıdır (88); ve bu da Melki-Sedek'in
öyküsünü doğrudan doğruya anlamını daha önce açıklamış olduğumuz "Maj
Krallar"m hikâyesine bağlamaktadır. Ek olarak şunu da görebiliriz; Melki-Sedek'in
ruhanîliği El Elion'un ruhanîliğidir; Hristiyan ruhanîliği de Emmanuel’in
ruhanîliğidir. El Elion şayet Emmanuel ise, bu iki ruhanilik de
tek ve aynı demektir ve esas itibarıyla ekmek ve şarabın öşaristik olarak adanmasını
kabul eden Hristiyan ruhanîliği bu durumda gerçekten de
"Melkisedek"in düzenine uygundur. (89)
Yahudi-Hristiyan
tradisyonuna göre biri "Harun'un düzeni" diğeri de
"Melkisedek'in düzeni" olmak üzere iki ruhanilik mevcuttur. Ve bu
İkincisi tıpkı Melkisedek'in bizzat İbrahim'den üstün oluşu gibi, ilkinden
daha üstündür. İbrahim'den Levi aşireti ve dolayısıyla da Harun'un ailesi doğmuştur
(90). Bu üstünlük, Aziz Pavlus tarafından belirgin bir şekilde ifade
edilmiştir: 'Ve denebilir ki ondalık alan (İsrail halkından) Levi dahi İbrahim
vasıtası ile ondalık vermiştir." (91) Bu iki ruhanîliğin anlamı üzerinde
daha fazla duracak değiliz, ancak Aziz Pavlus'un başka bir sözünü daha aktarmakta
yarar vardır: "Burada (Levi ruhaniliğinde) fanı olan adamlar ondalık
alıyorlar; fakat orada, yaşamakta olduğuna şehadet edilen bir zat
alıyor." (92) Melki-Sedek olan bu "yaşayan zat",
"daima" (İbranice'de Le-ölam) durmakta olan, yani devresinin (Manvantara)
ya da özel olarak yönettiği âlemin süresi boyunca hüküm süren Manu'dur. Bu
yüzden onun "soy ağacı yoktur", Çünkü onun kökeni "beşeri
değildir"; Çünkü kendisi bizzat insanın prototipidir ve o, gerçekten de "Tanrı
Oğlu'na benzer yapılmıştır” Çünkü formülleştirdiği Yasa vasıtasıyla o, bu
âlem için İlâhî Kelâm’ın bizzat ifadesi ve görünümüdür. (93)
Belirtilmesi gerekli
olan başka hususlar da vardır ve ilki de şudur; "Maj Krallar"
öyküsünde inisiyatik hiyerarşinin üç lideri olan üç ayn kişilik görmekteyiz;
Melki-Sedekinde yalnızca bir tek olan, ancak kendinde aynı üç fonksiyonun karşılığı
olan görünümleri birleştiren kişiliği görüyoruz. Böylelikle bazıları, hemen
hemen Kohen-Sedek, yani "Adalet Rahibi" ve Melki-Sedek,
yani "Adalet Kralı" olarak ikiye ayrılan "Adaletin Sahibi" Adoni-Sedek'i
ayırt etmişlerdir. Bu üç görünüm sırasıyla Brahatma, Mahatma ve Mahanga'nın
fonksiyonlarına uymaktadır (94). Her ne kadar Melki-Sedek asıl anlamı
bakımından üçüncü görünümün isminden ibaretse de, genel olarak kapsamlı biçimde
üçüne birden uygulanır ve şayet burada görüldüğü şekilde diğerlerine tercih
edilerek kullanılmışsa, bu, ifade ettiği fonksiyonun dış dünyaya en yakın
olanı, yani en doğrudan tezahür etmiş olanını belirtmesinden dolayıdır. Diğer
taraftan "Dünyanın Kralı" ifadesinin tıpkı "Adalet Kralı"
gibi, doğrudan doğruya krallık kudretini imâ etmekte olduğu da fark
edilmektedir; ayrıca Hindistan'da da anlam bakımından Melki-Sedek ile
aynı değerde olan Dharma-Raja ifadesini görüyoruz. (95)
Şimdi eğer Melki-Sedek
ismini en katı anlamıyla ele alacak olursak, "Adalet Kralı"nın
kendine has sıfatlarının terazi ve kılıç olduğunu görürüz ve bu iki sıfat, aynı
zamanda, 'Yargı Meleği" olarak da kabul edilen Mikail'e de aittir (96).
Bu iki amblem sosyal düzende sırasıyla, Kşatriyalar'a ait olan ve
kraliyet kudretini meydana getiren iki unsuru teşkil eden İdarî ve askerî
fonksiyonları (işlevleri) temsil etmektedir. Bunlar, hiyeroglif açıdan
bakıldığında aynı zamanda hem "Adalet" hem de "Hakikat"
(97) anlamlarına gelen ve bazı eski halklarda krallığı belirtmek için
kullanılmış olan, İbranice ve Arapça'daki Hak (Haq) kökünü oluşturan iki
karakterdir (98). Hak (Haq), Adalet'i, yani terazi ile sembolize edilmiş
olan dengeyi egemen kılan kudrettir, hâlbuki kudretin kendisi kılıç ile
sembolize edilmiştir (99) ve krallık kudretinin başlıca rolünü karakterize eden
de budur ve diğer taraftan da bu, ruhsal düzende, Hakikatin gücüdür. Ruhsal
gücün işaretinin, maddî gücün işaretinin yerine geçmesi vasıtasıyla bu Haq
kökünün daha yumuşatılmış bir biçimi elde edilmiştir ve bu Hak biçimi
tıpkı diğerinin, özellikle krallık kudretine uygun oluşu gibi, özellikle
ruhanî otoriteye uygun olmakta ve asıl anlamı bakımından "Bilgeliği''
(İbranice'de Hokmah) tanımlamaktadır. Bu hususu doğrulayan diğer bir
olgu da, birbirinin karşılığı durumundaki bu iki formun benzer anlamlarla çok
çeşitli dillerde "iktidar" ya da "güç" ve "bilgi"
anlamlarına gelen kan kökünde birbirleriyle buluşmalarıdır (100): Kan
bilhassa, Bilgelik ile aynı olan ruhsal ve zihinsel kudret anlamına gelir
(Ibranice'deki "rahip" anlamına gelen Kohen bundan doğmuştur)
ve kan da (Guenon tarafından yazılışı: qan) maddî kudret anlamındadır
(buradan da "sahip oluş" fikrini ifade eden çeşitli kelimeler ve
bilhassa Kain'in ismi doğmuştur) (101). Bu kökler ve türevleri hiç şüphesiz
daha pek çok başka incelemelerin doğmasına neden olabilirler; ancak
çalışmamızı şimdiki etüdümüzün konusu ile doğrudan bağlantısı olanlarla
sınırlandırmayı uygun görüyoruz.
Tüm bunlara
tamamlayıcı bir anlayış getirmesi bakımhıdan İbranî Kabalası’nın Sekinah
hakkında neler söylediğine bir göz atalım: Bu, "aşağı âlem "de on Sejîrot'un
Malkut adı verilen sonuncusu ile temsil edilmiştir; Malkut
"Krallık" anlamına gelir ve bu, onu buraya koyuşumuza neden olan
bakış açısına göre bir hayli dikkat çekici bir seçimdir; bundan da daha
önemlisi, zaman zaman Malkut için verilen eşanlamlı sözcükler arasında Sedek,
yani "Doğru"ya da rastlanmaktadır (102)i Malkut ve Sedek ya da
Kraliyet (Dünyanın Yönetimi) ve Adalet arasındaki bu yakınlık Melki-Sedek
isminde kesin biçimde ortaya çıkmaktadır. Burada, sefirot ağacının
"ortasındaki sütun"da yer alan, pay edici ve tam anlamıyla
dengeleyici olan Adalet söz konusudur. Bunu "soldaki sütun"da yer
alan, Sertlik ile bir tutulan ve Merhamet'in tam zıttı olan Adalet'ten ayırmak
gerekir; Çünkü burada birbirinden farklı iki görünüm söz konusudur (zaten
İbranice'de de bunları tanımlamak için iki ayn kelime kullanılır: Birincisi Sedakah,
İkincisi de Dtn'dir). Başlıca olarak denge ya da ahenk fikrini veren ve Barış'a
kuvvetli şekilde bağlı olan, aynı zamanda hem en kesin hem de en eksiksiz anlamıyla
Adalet, bunlar içinde birinci görünümdür.
Malkut, "içinde
yukarıdaki ırmaktan gelen suların, yani (ruhsal tesirler sayesinde) bol bol
serptiği ve saçtığı tüm sudûrların biriktiği depodur." (103) Bu
"yukarıdaki ırmak" ve ondan inen sular, garip biçimde Hindu
tradisyonundaki Ganga adı verilen Göksel (semavî) İrmağa atfedilen rolu
çağrıştırmaktadır: Görünümlerinden biri Ganga olan Şakti ile Sekinah
arasında bazı benzeşimler mevcuttur ve bunun başlıca nedeni, her ikisinin de
ortak olarak sahip bulundukları "tanrısal" işlevdir. Göksel suların
içinde biriktikleri depo, doğal olarak dünyamızın ruhsal merkezi ile aynıdır:
Buradan Pardes'in dört ırmağı çıkar ve dört ana istikamete yönelirler.
Yahudiler için bu ruhsal merkez, "Dünyanın Kalbi" diye de
tanımladıkları Sion Dağı ile aynı şeydir. Zaten bu tanımlama tüm "Kutsal
Topraklar" için de geçerli ortak bir özelliktir ve Yahudiler'e göre bu,
bir anlamda Hindular’ın Meru'su ya da Persler'in Alborj'u ile
eşdeğerdir. (104) "Yahova Kutsiyetinin Tabernakl'ı (105), Sekinaftırı
ikametgâhı, kendisi de bizzat Sion’un merkezi olan (Kudüs) Tapmağın kalbi
durumundaki Kutsallar Kutsalı'dır; tıpkı Sion'un İsrail Ülkesi'nin merkezi ve
İsrail Ülkesi'nin de dünyanın merkezi oluşu gibi. (106)
İşi daha da ileri
götürebiliriz: Burada bir bir saymış olruklarımızı tersine doğru ele alacak
olursak, sadece tüm bunların hepsi değil, Tapınaktaki Tabernakl'den sonra,
Tabernakl'deki Ahit Sandığı ve Ahit Sandığının bizzat üstünde bulunan Sekinah’ın
tezahür yeri (iki Kerubî arasında); hepsi de "Ruhsal Kutup"a
birbiri peşisıra verilmiş olan değerleri temsil etmektedir.
Daha önce başka bir
yerde de (107) açıklama fırsatını bulduğumuz üzere, Dante'nin Kudüs'ü tamı
tamına "Ruhsal Kutup" olarak takdim edişi de işte bu nedenledir;
ancak bu, Yahudiler'e ait görüş açısının dışma çıkıldığında bilhassa sembolik
bir hâle gelmekte ve bu kelimenin katı anlamı ışığında yalnızca bir yer
belirtmeden ibaret kalmaktadır. İlksel tradisyonu belli şartlara uydurabilmek
amacıyla oluşturulmuş olan ikinci dereceden tüm ruhsal merkezler, daha önce de
açıklamış olduğumuz gibi yüce merkezin görünümleridirler. Gerçekte, Sion da
ancak bu ikincil merkezlerden biri olabilir ve yüce merkez ile bir tutulması da
bu benzerlikten kaynaklanmaktadır. Jerusalem (Yeruşalim: Kudüs) gerçekten de,
adından da anlaşıldığı üzere hakikî Saiem'in bir imajıdır. Yalnızca İsrail
Ülkesi anlamına gelmeyen "Kutsal Ülke" hakkında söylemiş olduklarımız
ve bundan sonra söyleyeceklerimiz, bunun kolayca anlaşılmasını sağlayacaktır.
"Kutsal
Ülke" ile eşanlamlı olan kayda değer diğer bir ifade de 'Yaşayanlar
Ülkesi"dir: Bu, esas ve en katı anlamıyla Yeryüzü Cenneti'ni ve bununla
sembolik bakımından eşanlamlı olan ifadelere de uygulanabileceği şekilde, gayet
açık olarak "ölümsüzlük ülkesi"ni belirtmektedir; ancak bu isim
ikinci derecedeki "Kutsal Topraklar" ve bilhassa İsrail Ülkesi için
kullanılmıştır. 'Yaşayanların Ülkesi yedi ülkeye ayrılır." denmiştir ve
Vulliaud'nun belirttiğine göre: "Bu ülke, içinde yedi milletin
yaşadığı Kenan ülkesidir." (108) Bu asıl anlamı bakımından hiç
şüphesiz ki doğrudur; ancak sembolik açıdan değerlendirildiğinde bu yedi ülke
tıpkı İslâm tradisyonunda da söz konusu olanlar gibi, Hint tradisyonunda yer
alan ve hepsinin de ortak merkezi Meruolan yedi dvipo’ya denk
gelmektedir; bunlara daha sonra yeniden değineceğiz. Aynı şekilde, eski
dünyalar ya da diğer bir ifadeyle bizimkinden daha önceki yaradılışlar
"Edom'un yedi kralı" (Yedi sayısı burada Tekvin'deki yedi
"gün" ile ilişkilidir.) ile temsil edilmişlerdir ve burada, Kalpa’nın
başlangıcından çağımıza kadar sayılmış olan yedi Manu ya ait çağlar ile
bunların arasında rastlantıya bağlı olmanın da çök ötesinde, çarpıcı bir
benzerlik vardır (109).
Dünyamız uluslarının
büyük bir bölümünde "Yeraltı dünyası”na ilişkin tradisyonlara rastlanır;
bunların hepsini burada biraraya getirmek niyetinde değiliz; zaten aralarından
bazılarının bizim şu anda meşgul olduğumuz mesele ile pek doğrudan bir
bağlantıları da yoktur. Bununla beraber, genel bir bakış neticesinde
"mağaralar kültü"nün (110) daima az ya da çok "içteki yer"
ya da "merkezî yer" fikrine bağlı olduğu ve buna göre de mağara ve
kalp (yürek) sembollerinin birbirlerine çok yakın olduklarını gözlemlemek
mümkündür. (111) Diğer taraftan, tıpkı Amerika'da ve belki başka yerlerde
olduğu gibi, Orta Asya’da da içlerinde asırlardan beri bazı inisiyatik
merkezlerin varlıklarını sürdürdüğü mağaralar ve yeraltı geçitleri gerçekten
mevcuttur. Ancak bu olgunun dışında, bu konuyla alâkalı her şeyde, saptanması
hiç de zor olmayan bir sembolizm kısmı da vardır. Ve bu inisiyatik merkezlerin
kurulması için yeraltındaki bölgelerin tercih edilmesinin basit birer tedbir
neticesi olmayıp, kesin olarak sembolik düzenden kaynaklanan nedenlere
dayandığını düşünmekteyiz. Saint Yves belki bu sembolizmi açıklayabilirdi ama
bunu yapmadı ve bu yüzden de kitabın bazı bölümlerinde fantazik bir hava
vardır (112). Ossendowski ise, kendisine söylenen sözlerdeki biçimsel anlamın
ötesini görebilecek ve buna nüfuz edebilecek bir yeterliliğe sahip değildi.
Biraz önce ima etmiş
olduğumuz tradisyonlar içinde bir tanesi özel bir öneme sahiptir; Bu tradisyon
Musevîlik'te yer alır ve Luz adı verilen esrarengiz bir kentle ilgilidir
(113). Bu isim esasolarak Yakup peygamberin rüyet gördüğü ve bunun ardından da
Beyt-El yani "Tanrı Evi" adını verdiği yere aittir. (114) bu
konuya daha ileride yeniden döneceğiz. "Ölüm Meleği”nin bu kente
giremediği ve orada hiçbir kudretinin kalmadığı söylenmiştir. Ve de gayet özel
ve anlamlı bir kıyaslama neticesi, bazıları bu kentin Persler'e göre "Ölümsüzlük
Ülkesi" olan Alborj'un yanında olduğunu ifade ederler.
Luz'un yanında, altında
bir yeraltı geçidine girmeyi sağlayan bir oyuğun bulunduğu bir badem ağacının
(İbranice'de buna da Luz adı verilir) yer aldığı (115) ve bu yeraltı geçidinin
bizzat kente açıldığı söylenmektedir. Değişik anlamları açısından Luz
sözcüğü ilk başta, tüm saklı, üstü örtülü, gizli, suskun olanı tanımlayan bir kökten
türemiştir; Göğü tanımlayan sözcüklerin de başlangıçta aynı anlama geldiklerini
belirtmek yerinde olur. Kölum (coelum) sözcüğü ile Yunanca'daki
"oyuk" anlamına gelen koilon sözcüğü (bunun mağara
"caverne" ile bir bağlantısı olması mümkündür ve Varron bu yakınlığı
şu terimlerle ifade eder: a cavo coelum) arasında bir yakınlık kurarlar;
ancak en eski ve en doğru şeklin kaelum (caelum) olduğunu ve bunun da
"saklamak" (Fr.: cacher) anlamına gelen kaelare'yi (caelare)
çok yakından anımsattığını belirtmek yerinde “olur. Diğer taraftan
Sanskritçe'deki Varuna. "örtmek" anlamına gelen var
kökünden (bu, aynı zamanda kal kökünün de anlamıdır; Latince'de geçen
ve kaelare'nin diğer bir şekli olan celare de buna bağlıdır;
bunun da Yunanca'daki eşanlamlısı kaluptein'dir] (116) ve Yunanca'daki Uranos
da yine bu var isminin kolayca ur'a dönüşmüş olan farklı bir biçiminden
başka bir şey değildir. Bu sözcükler "örten" (117),
"saklayan" (118) ve hatta "saklanmış olan" anlamlarına
gelebilirler ve bu sonuncusunun da çift anlamı vardır: Birincisi, duyulardan
gizlenmiş olandır ve bu duyularüstü sahadır; ikinci olarak da gizleme ya da
karartma devreleri içinde tradisyonun dışsal ya da açık biçimde tezahür
edişinin sona ermesi, "göksel dünya”nın böylece "yeraltı
dünyası"na dönüşmesi anlamına gelir.
Diğer bir
bağlantının ışığında, Gök ile de bir yakınlık kurulabilir: Luz'a
"mavi kent" adı verilir ve safir (119) taşının rengi olan mavi,
göksel (semavî) renktir. Hindistan'da atmosferin mavi renginin, Meru
Dağı'nın safirden yapılmış olan ve Jambu-dvipa'ya bakan güney yüzünde
ışığın yansıması ile oluştuğu söylenir. Bunun da aynı sembolizme bağlı olduğu
kolayca anlaşılmaktadır. Jambu-dvipa herkesin inandığı şekilde sadece
Hindistan demek ctegildir; o gerçekte bugünkü hâlindeki tüm yeryüzü âlemini
temsil etmektedir. Ve bu dünyanın tümüyle Meru'nun güneyinde yer aldığı kabul
edilebilir, Çünkü Meru kuzey kutbu ile bir tutulmaktadır) (120). Yedi dvipa
( 'adalar" ya da "kıtalar" anlamına gelir. bazı devresel
periyotlar esnasında sırayla yükselirler; öyle ki, her biri o periyodun
(devrenin) yeryüzü âlemi olarak kabul edilirler. Bunlar, merkezi Meru olan ve
buna bağlı olarak da uzayın yedi bölgesine göre yönlendirilmiş ve yerlerinin
saptanmış olduğu bir lotüs meydana getirirler (121). Demek ki Meru'nun, yedi duipalar'dan
her birine ayrı ayrı yönelik olan bir yüzü vardır. Şayet bu yüzlerin her biri
gökkuşağının (122) bir rengini taşıyorsa, bu durumda, bu renklerin sentezi
beyazdır, ki bu da her yerde ruhsal otoriteye atfedilen renktir (123). Ayrıca,
Meru'nun bizzat kendi rengi de beyazdır (onun gerçekte "Beyaz Dağ"
olarak tanımlandığını göreceğiz) ve diğerleri ise yalnızca onun değişik dvipalar'a
uygun olarak büründüğü çehreleri tenjsil ederler. Herbir dınpa’nın tezahür
ettiği devre içerisinde Meru farklı bir pozisyona geçiyor gibidir;
ancak gerçekte hareketsizdir ve yerinden oynamaz; Çünkü o, merkezdir ve bir
devreden diğerine değişiklik gösteren şey, yeryüzü dünyasının onun çevresindeki
konumudur.
Çeşitli anlamları
epeyce dikkat çekici olan İbranice Luz sözcüğüne tekrar dönelim: Bu
sözcüğün sıradan anlamı "badem" (ve daha kapsamlı olarak, meyvesinden
çok ağacı tanımlaması bakımından ’badem ağacı") ya da
"çekirdek"tir. Çekirdek daha "içerideki" ve daha
"gizli" olan bir şeydir ve tamamen kapalıdır, ki buradan da
"dokunulmazlık" (124) (masuniyet) fikri ortaya çıkar (aynı şey Ağarla
adında da vardır). Luz sözcüğü aynı zamanda sembolik olarak, ruhun
ölümden sonra tekrar dirilişe kadar bağlı kalacağı çok sert bir kemik olarak
temsil edilen, tahrip edilemezliği olan cismanî bir partiküle verilen isimdir
(125). Nasıl ki çekirdek tohumu içeriyorsa ve nasıl ki kemik iliği içeriyorsa,
bu luz da aynı şekilde, varlığın yeniden eski hâline döndürülebilmesi
(ıslah edilmesi, onarılması) için gerekli gizli mevcut unsurları içermektedir.
Bu ıslah, kurumuş kemiklere yeniden hayat verecek olan "semavî çiğ"in
etkisi altında gerçekleşecektir. Aziz Pavlus un şu sözü de zaten bunu ima eder:
"Çürümede ekilir, şan içinde yeniden dirilecektir." (126) Burada da,
her zaman olduğu gibi "şan", yukan âlemde tasavvur edilen Sekinah'a
aittir ve biraz önce de gördüğümüz gibi, "semavî çiğ" ile bunun
arasında sıkı bir ilişki vardır. Tahrip edilemez olan (mahvolmayan) (127) olan Luz,
insan varlığında mevcut olan "ölümsüzlük çekirdeği"dir. Tıpkı, aynı
isimle tanımlanan bölgenin "ölümsüzlük ülkesi" oluşu gibi: Burada
her iki durumda da "Ölüm Meleğİ'nin kudreti geçersiz kalmaktadır. Bu, bir
tür Ölümsüz un yumurtası ya da tohumudur (128); bunu, içinden kelebeğin çıktığı
krizalit ile de kıyaslamak mümkündür (129); bu karşılaştırma, yeniden diriliş
olgusu ile gerçek anlamını bulmaktadır.
Luz'u omurganın aşağı
ucuna yerleştirirler: Bu biraz garip gelse de Hindu tradisyonunda, insanın
içinde var olduğu kabul edilen Şakti'nin (130) bir şekli olan ve kundalini
(131) adı verilen güç hakkında söylenenler göz önüne alındığında anlam
kazanmaktadır. Bu güç, süptil (seyyal) organizmanın, yine aynı şekilde
omurganın, kesinlikle aşağı ucuna denk gelen bir bölgesinde yer alan ve kendi
üzerine sarılmış olarak gösterilen bir yılan figürü ile temsil edilmiştir.
Âncak bu güç, örneğin Hata-Yoga uygulamalarının etkisiyle uyanmakta,
açılmakta ve değişik pleksuslan ifade eden "çarklar" (tekerlekler
şakralar) ya da "lotüsler"den geçerek "üçüncü göz"e, yani
Şiva'nın alnındaki göze ulaşmaktadır. Bu aşama, insanoğlunun "ebediyet
duyusu"nu ve bunun neticesinde, daha başka bir yerde değinmiş olduğumuz o
gizli ölümsüzlüğü elde ettiği "ilksel hâl"e yeniden kavuşmasını
temsil eder. Buraya kadar hâlâ daha beşer hâlindeyizdir; ancak bir sonraki
aşamada, sonunda kundalini baştaki taça ulaşır (132) ve bu son safha, varlığın
yüksek hâllerinin bilfiil olarak fethedilmesi demektir. Bu yaklaşımdan
çıkarılabilecek olan sonuç, iuz'un organizmanın aşağı kısmında yer alışının yalnızca
"insanın seviye yitirmiş olması" şartlarında geçerli olduğudur. Ve
tüm yeryüzü insanlığı açısından ele alındığında, yüce ruhsal merkezin
"yeraltı dünyası"nda yer alışı da bu nedendendir. (133)
Agarta’nın her zaman
yeraltında bulunmamış olduğu ve bundan sonra da hep orada kalmayacağı
söylenmektedir. Öyle bir zaman gelecektir ki, Ossendowski'nin ifadesiyle, "Agarti
milletleri mağaralarından çıkacaklar ve yeryüzünde görüneceklerdirJ) (134)
Görünen âlemden elini eteğini çekmeden önce bu merkezin başka bir ismi vardı,
Çünkü "ele geçirilemez" ya da "ulaşılamaz" (ve ayrıca
"dokunulamaz" anlamına da gelir, Çünkü bu, "Barış Ülkesi"
Salem'dir) anlamına gelen Ağarta ismi onun bu durumuna hiç de uymazdı.
Ossendowski onun yeraltına geçişinin "altı bin yıldan" bile daha
eskiye dayandığını belirtir ve bu tarihin tahminen, Manvantara’nın (135)
dört devresinden sonuncusu olan ve eski Batıkların "Demirçağı"
dedikleri Kali-Yuga, yani "kara çağ"ın başlangıcı olduğuna
karar verir. Demek ki, onun yeniden ortaya çıkışı, bu çağın sona ermesiyle
aynı zamana rastlayacaktır.
Dana önceki
satırlarda, tüm tradisyonlarda saklı ya da kaybolmuş bir şeye ilişkin bazı
imalar bulunduğundan ve bunun çeşitli sembollerle temsil edildiğinden söz
etmiştik. Bunu geniş anlamında ele aldığımızda, tüm yeıyüzü insanlığı
açısından, Kali-Yuga’nın şartlarına kesin olarak uymaktadır. Demek ki
şimdi yaşadığımız devre tam bir kararma ve karışıklık devridir (136); ve bu
devrenin şartlarının öyle bir niteliği vardır ki, bunlar sürüp gittiği müddetçe
inisiyatik bilgi zorunlu olarak saklı kalmak mecburiyetindedir. Buradan da
"tarihî" denilen (halbuki bu devrenin başlangıcına bile uzanmaz)
(137) antik çağın "Misterlerinin" (Mysteres: Kutsal sırlar) ve tüm
milletlerdeki gizli teşkilâtların karakteri oluşmuştur: Bunlar gerçek bir
tradisyonel (geleneksel) doktrinin hâlâ varlığını sürdürdüğü bir yerde bilfiil
bir inisiyasyon veren, ancak bu doktrinin ruhu yalnızca dışsal bir temsilden
ibaret olan sembolleri canlı tutmayı kestiğinde ise bu inisiyasyonun ancak
gölgesini takdim edebilen organizasyonlardır. Çünkü, çeşitli nedenlerden ötürü
dünyanın ruhsal merkezi ile olan bütün bağlar eninde sonunda kopmuştur ve bu
da tradisyonun kayboluşunun ve ikinci dereceden merkezlerin yüce merkezle olan
doğrudan ve bilfiil ilişkilerinin sona ermesinin nedenini oluşturur.
Biraz önce de sözünü
ettiğimiz gibi, demek ki gerçekten kaybolmuş olan değil de, aslında gizlenmiş
olan bir şeyin varlığından bahsedebiliriz; Çünkü o herkes için kayıp değildir '
ve bazıları onun bütününe, eksiksiz biçimde sahiptirler. Ve eğer durum
böyleyse, o hâlde diğerleri de onu her zaman için yeniden bulma imkânına
sahiptirler, yeter ki onu gerektiği gibi aramasını bilsinler; yani niyetleri
öyle bir yönlenmelidir ki, "birbirine uygun etkiler ve tepkiler"
(138) yasasına göre onlan yüce merkez ile bilfiil ruhsal iletişim hâline
getirebilsin (139). Niyetin bu istikamete doğru yönelişinin tüm tradisyonel
(geleneksel) anlatım biçimlerinde bir sembolik temsil edilişi mevcuttur;
sözünü ettiğimiz husus ibadetler esnasında belirli bir yöne doğru dönüştür:
Bu, aslında ruhsal bir merkeze doğru yöneliştir ve bu ruhsal merkez de daima hakikî
"Dünya Merkezi"nin bir hayali, bir benzeri, bir simgesidir (140).
Ancak, Kali-Yuga içinde ilerlendikçe, giderek kapalı ve saklı bir hâle
gelen bu merkez ile birleşme daha da zorlaşmaktadır ve onu dışsal olarak temsil
etmekte olan ikinci derecedeki merkezler de azalmakta, seyrekleşmektedirler
(141). Bununla birlikte, bu devre sona erdiği zaman tradisyon yine bütün ve
eksiksiz olarak tezahür etmek zorunda kalacaktır, Çünkü her Manuantara’nın,
kendisinden bir öncekinin sonuyla çakışan başlangıç dönemi, yeryüzü insanlığı
açısından doğal olarak "ilksel hâl”e yeniden dönüşü içermektedir (142).
Avrupa'da kurallara
uygun faaliyet gösteren teşkilâtlar vasıtasıyla merkez ile şuurlu bağlantı
bugün için kesilmiş durumdadır ve zaten asırlardan beri de böyledir. Bağın kopuşu
hadisesi öyle birdenbire meydana gelmiş bir olay değildir; bu iş birbirini
takip eden safhalarda gerçekleşmiştir (143). Bu safhalardan ilki 14. yüzyılın
başlangrcına uzanır; şövalye tarikatları hakkında daha önce söylemiş olduklarımız,
bunların esas rollerinin Doğu ile Batı arasında iletişim sağlamak olduğunu
açıklamaya yetmektedir. Burada söz konusu ettiğimiz merkezin, en azından tarihî
çağlarda daima Doğu'da yer almış olarak tanımlanması, bu iletişimin gerçek
önemini ve değerim kavramamızı sağlamaktadır. Bununla beraber Tapınak
Tarikatı'nın (Tampliye -ya da Temple Şövalyeleri Tarikatı) ortadan kaldırılmasından sonra Rozikrüsyanizm
(Rozkruva Tarikatı, Rose Croix -Gül-Haç Tarikatı) ya da kendisine daha sonra bu
adın verildiği o hangi tarikat ise, her ne kadar daha gizli ve saklı şekilde
olsa da aynı bağlantıyı sağlamaya devam etmiştir (144). Rönesans ve Reform, yeni
kritik bir safhaya damgalarını vurmuşlar ve sonunda da Saint Yves'in belirttiğine göre, tam kopuş 1648
yılında Otuz Yıl Savaşları'nı sona erdiren Vestfalya antlaşmaları ile aynı
zamana rastgelmiştir. Birçok yazarın, Otuz Yıl Savaşları'nın ardından gerçek
Rozkruvalar’ın Asya’ya çekilmek amacıyla Avrupa'yı terk ettiklerini iddia
etmeleri de hayli dikkat çekicidir. Yeri gelmişken, rozikrüsyen adeptlerin
(inisiyelerin) *sayılarının da, tıpkı Ağarta’nın iç çemberinin üyeleri
gibi ve bu yüce merkezin imajına uygun olarak oluşturulmuş ruhsal merkezlerin
çoğunun bu ortak özelliği ile bağdaşan bir biçimde, on iki olduğunu
anımsatalım.
*
İnisiyasyon (Süluk) kimi ansiklopedilerde bireyin spiritüel gelişimi için,
‘spiritüel tesir’i alıp aktarabilen bir üstadın sert ve sürekli kontrolü
altında, bir düzen ve disiplin içinde, sınavlara dayalı tarzda, metodlu olarak
eğitimi şeklinde tanımlanmaktadır. İnisiyasyon sözcüğünün kökeni, Latince’de
“bir yere girme, iştirak etme, kabul edilme, başlama” anlamındaki “initium”
sözcüğüdür. Osmanlı tarikat geleneğinde bulunan “süluk” kelimesi de, “iplik,
sıra, dizi, yol, meslek, tutulan yol” anlamlarındaki Arapça “silk” sözcüğünden
gelmektedir. Bir inisiyasyonda üstad (inisiyatör, mürşid) tektir, öğrenci
(inisiye adayı, mürit) ancak inisiyasyonu tamamladığı zaman inisiye olur.
İnisiyasyonu tamamlamamış olanlara inisiye denmez.
Bu son çağdan
itibaren gerçek inisiyatik bilginin deposu, hiçbir Batılı organizasyon
tarafından gerçekte muhafaza edilmemiştir. Swedenborg da "Kayıp
Kelâm”ın maalesef Tibet ve Tataristan bilgelerinde aranması gerektiğini açıklamaktadır.
Ve Anne Catherine Emmerich de
kendisinin "Peygamberler Dağı" adını verdiği ve bu aynı bölgelerde
(Tibet-Tataristan) bulwwunduğunu söylediği esrarengiz bir bölgenin rüyetini
görmüştür. Madam Blavatsky de bu konuda ancak parça parça birtakım bilgiler
toplayabilmiş, bunların mânâsını gerçekte pek anlamamış. Bu bilgilerin
kendisinde "Büyük Beyaz Loca" fikrini uyandırmış
olduğunu da eklemeliyiz. Bu "Büyük Beyaz Loca" ise, Agarta’nın
bir imajı değil, ancak basit biçimde onun bir karikatürü ya da hayalî bir parodisinden
ibarettir (145).
Ossendowski'nin
aktardıklarına göre "Dünyanın Kralı", eskiden Hindistan ve Siyam’da
pek çok defa ortaya çıkmış ve "üstünde bir kuzu duran altın bir küre ile
halkı takdis etmişti"; bu son ayrıntı Saint Yves'in "Kuzu ve Koç
Devri" hakkında söylemiş olduklarıyla bir bağlantı kurulduğunda oldukça
önem kazanmaktadır1. 146).
Diğer taraftan daha da kayda değer bir husus olarak/Hristiyan sembolizminde
Kuzu'yu, kendisinden dört ırmağın indiği bir dağın tepesinde gösteren sayısız
resimler vardır ve buradaki dört ırmak Yeryüzü Cenneti'ndeki dört ırmakla
aynıdır (147). Agarta’nın Kali-Yuga başlamadan önce başka bir adı
olduğunu söylemiştik; bu isim Sanskritçe’de "yüce ülke" anlamına
gelen ve "Dünyanın Kalbi" olarak da tanımlanan ruhsal merkeze gayet
iyi uyari, Paradeşa'dır. Kaideliler Pardes ve Batılılar da Paradis
(cennet) sözcüklerini bundan türetmişlerdir. Bu son sözcüğün aslî anlamı da
işte budur ve bu da, söz konusu olan şeyin şu veya bu biçim altında, İbranî
Kabalasındaki Pardes ile aynı şey olduğuna ilişkin daha önce
söylediklerimizin'cîaha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır.
Diğer taraftan,
"Kutup" sembolizmi hakkında açıklamalarımıza başvurulduğunda Yeryüzü
Cenneti Dağı’nın, çeşitli isimler altında bütün tradisyonlarda geçen
"kutupsal dağ" ile aynı şey olduğu kolayca görülecektir: Hindular'ın Meru,
Persler'in Alborj ve Batı efsanesi olan Graai’daki Montsaluat
(Salvat Dağı) dağlarından daha önce söz ettik. Bunlara Araplar'ın Ka/'Dağı'nı
(148) ve hatta yine aynı anlama sahip olan Yunanlılar’ın Olimpos
Dağı'nı da eklemeliyiz. Söz konusu edilen şey daima, tıpkı Yeryüzü Cenneti
gibi, alelâde beşeriyetin ulaşamayacağr ve devresel periyotların sonunda beşerî
dünyayı alt üst eden doğal afetlerden asla zarar görmeyen bir konumda bulunan
bir bölgedir. Bu bölge gerçekten de "yüce ülke”dir; ayrıca Vedalar'da ve
Zenci Avesta'da yer alan bazı metinlere göre de konumu, ilksel olarak başlangıçta
gerçekten de kutupsal idi (kelimenin en dış anlamıyla bile) ve yeıyüzü
insanlığı tarihinin değişik safhalarına göre yerleşimi her ne kadar
farklılıklar göstermiş olursa olsun, sembolik anlamda daima kutupsal olarak
kalmıştır, Çünkü esas bakımından, çevresinde her şeyin devresel hareketinin
gerçekleştiği sabit ekseni temsil etmektedir.
Dağ, doğal olarak Kali-Yuga'dan
önceki "Dünyanın Merkezi"ni temsil etmektedir; bu onun o devirde açık
bir şekilde ve henüz yeraltına geçmemiş bir durumda olduğunu ifade eder. Demek
ki bu, onun normal konumu idi; tabiî ki özel şartlarının, kurulu düzenin
tamamen tersine dönmesini gerektirdiği o karanlık devir dışındaki konumu.
Devresel yasalara bağlı olan bu hususlar bir yana, dağ ve mağara sembollerinin
her birinin bir sebebi vardır ve her ikisi de birbirlerini gerçekten
tamamlarlar (149); ayrıca, mağaranın, dağın bizzat içinde ya da tam
altında yer aldığı da düşünülebilir.
Antik tradisyonda
"Dünyanın Merkezi”ni temsil eden başka semboller de vardır; bunlardan en
kayda değer bir tanesi de, hemen hemen tüm milletlerde rastlanan Omfalos' tur
(150) . Yunanca olan omfalos sözcüğü "göbek" (ombilic)
anlamına gelir; ancak genel anlamda, merkez olan her şeyi ve özellikle de bir
tekerleğin dingil başlığını (tam göbeğinde yer alan) ifade eder.
Sanskritçe'deki nabhi kelimesi de aynı şekilde bu değişik anlamlara
sahiptir; Kelt ve Cermen dillerinde de nahve nav biçimlerinde, aynı
kökten türemiş sözcükler bulunur (151). Ayrıca, Galya dilinde bunlarla
aynı olan nav ya da naf sözcüğü "lider" (başkan)
anlamına gelir ve hatta Tanrı için de kullanılır; demek ki burada merkezî Prensip
fikri ifade edilmektedir (152). Zaten bu açıdan bakıldığında
"dingil başlığı"nın anlamı tamamen özel bir mânâ kazanmaktadır,
Çünkü tekerlek (ya da çark), dünyanın her yerinde sabit bir nokta çevresinde
dönerek devrini tamamlayan Âlem'in sembolüdür, demek ki svastika sembolü
ile de bir yakınlığı vardır, ancak bunda, doğrudan doğruya merkezin bizzat
kendisi gösterilmiş olduğundan dolayı tezahürü temsil eden dış çember
çizilmemiştir: SvasLika, Âlem'in bir figürü değildir, ancak Âlem'e göre
Prensip'in fiilidir.
Omfalos sembolü belli bir bölgeye vp her ne kadar ikisi zaman zaman
çakışsalar bile coğrafiden çok ruhsal bir merkezde yer alan bir bölgeye
yerleştirilebilir. Ancak coğrafi bir konum söz konusu ediliyorsa, bu noktanın
söz konusu bölgede oturan halk tarafından "Dünyanın Merkezi"nin görünen
bir imajı olarak kabul edilmesinden dolayıdır; tıpkı bu halka mahsus olan
tradisyonun, aslında ilksel tradisyonun onun zihniyetine ve yaşam koşullarına
en uygun bir biçimde uyarlanmasından ibaret oluşu gibi... Sıradan anlamı bakımından
özellikle Delf Tapınağındaki Omfalos bilinmektedir. Bu tapınak gerçekten
de Antik Yunanistan’ın ruhsal merkezi idi (153) ve bu iddiayı doğrulayacak
olan tüm nedenler üzerinde durmamaya özen göstererek sadece, bütün Helen
milletlerinin temsilcilerinden oluşan ve bu milletler arasındaki yegâne
bilfiil gerçek bağı meydana getiren -ki bu bağın kudreti tamamen onun başlıca tradisyonel
(geleneksel) olan karakterinde yatıyordu. Amfiktiyonlar Konseyi’nin yılda iki defa
toplandığı yerin burası olduğunu belirtmekle yetinelim. ;
Omfalos'un maddî şekilde
temsil edilişi, genellikle "betil" adı verilen kutsal bir taş hâlinde
idi. Ve bu son sözcük, Yakup’un, Tanrı'nın kendisine bir rüyetle göründüğü ve Beyt-El
yani 'Tanrı’nın Evi" adını verdiği yeri tanımlayan bu aynı isimden
başka bir şey değildir: 'Ve Yakup uykusundan uyanıp dedi: 'Gerçek RAB bu
yerdedir ve ben O'nu bilmedim.' Ve korkup dedi: 'Bu yer ne heybetli! Bu
başka bir şey değil, ancak Allah'ın Evi'dir ve bu, göklerin kapısıdır.' Ve Yakup
sabahleyin erken kalktı ve başı altına koymuş olduğu taşı aldı ve onu direk
olarak dikti ve tepesine zeytinyağı döktü. Ve o yerin adını Beyt-El
koydu; fakat başlangıçta şehrin adı Luz idi." (154) Daha
yukanda bu Luz sözcüğünün anlamım açıklamıştık. Diğer taraftan Beyt-El,
yani "Tanrı’nın Evi" nin daha sonralan Beyt Lehem, yani
"ekmek evi"ne dönüşmüş olduğu söylenir, ki bilindiği gibi, burası
İsa Mesih'in doğmuş olduğu şehirdir (155). Taş ile ekmek arasındaki
sembolik ilişki de bir hayli kayda değerdir (156). Diğer önemli bir
husus da, Beyt-El adının sadece yer için değil taş için de
kullanılmasıdır: "Ve direk olarak diktiğim bu taş Allah'ın Evi
olacaktır." (157) Daha sonra Sekinah’ın oturduğu yer olan Tabernakl
ile ilgili olarak yapılacak tanımlamaya göre, "ilâhı ev" (Tanrı Evi,
ikametgâhı "miskan"), aslında bu taş olmalıdır; tüm bunlar
doğal olarak "ruhsal tesirler” (berakot) konusuna bağlanmaktadır ve
eski ulusların pek çoğunun ortak biçimde kullandığı "taşlar
kültü"nden söz edildiği zaman, bu kültün aslmda taşların kendisiyle
değil, bunlarda ikamet eden Tanrı ile ilgili olduğunu anlamak gerekir.
Omfalos'u temsil eden taş,
belki de, tıpkı Yakup'un taşı gibi bir direk (ya da sütun) biçiminde idi. Kelt
uluslarında bazı menhirler (büyük dikili taşlar), büyük bir olasılıkla bu
anlama geliyorlardı. Ve orakllar da, tıpkı Delfte olduğu gibi, bu taşların
yakınında alınıyordu. Bu da, bunların o zamandan beri niçin Tanrı'nın
ikametgâhı (ya da Tanrı Evi) olarak kabul edilmiş olduklarını kolayca
açıklamaktadır. Zaten "Tanrı Evi" doğal, olarak "Dünyanın Merkezi" ile
aynı şeydir. Omfalos, tıpkı' Kibele'nin siyah taşı gibi konik ya da
yumurta şeklinde bir taşla da temsil edilebilirdi. Koni, "Kutup"un ya
da "Dünya Ekseni"nin sembolü olan kutsal dağı anımsatıyordu. Yumurta
biçimine gelince, bu da doğrudan doğruya çok önemli başka bir sembole,
"Dünya Yumurtası" (158) sembolüne bağlıdır. Omfalos, genel olarak bir
taş ile temsil edilmişse de, zaman zaman yine kutsal dağın bir sembolü olan bir
tümsek, bir tür tümülüs ile temsil edildiği de olmuştur.
Çin'de her
krallığın ya da feodal devletin merkezinde dört açılı piramit biçiminde,
"beş bölge”nin toprağından yapılan bir tümsek meydana getirilirdi: Bunun
dört yüzü dört ana noktaya, tepesi de merkezin bizzat kendisine karşılık geliyordu
(159). Gariptir, İrlanda'da da bu "beş bölge"yi görürüz ve
"reisin dikili taşı" buna benzer bir şekilde her bölgenin merkezinde
yükselir (160).
Kelt ülkeleri
arasında Omfalos ile alâkalı verilerin en fazla olduğu yer İrlanda'dır.
Bir zamanlar bu ülke beş krallığa bölünmüştü ve bunlardan bir tanesinin adı da
Mide (Mid okunur) idi (İngilizce biçimi olan Meath şeklinde
kalmıştır); bu, eski bir Kelt sözcüğü olan ve Lâtince'deki medius ile
aynı olan, "orta" anlamına gelen mediorCdur (161). Bu Mid
Krallığı diğer dördünün arazilerinden alman parçalardan oluşuyordu ve
İrlanda'nın, diğer krallarını da hâkimiyeti altında tutan en yüksek kralının
kendi özel ikametgâhı hâline gelmişti (162). Bir hayli doğru biçimde ülkenin
merkezini temsil eden Ushnagh’da, "Dünyanın Göbeği" adı verilen ve
ayrıca Mid Krallığı'nın içinde diğer
ilk dört krallığı birbirinden ayıran çizgilerin birbirleriyle
kavuştukları noktayı belirtmesi nedeniyle "bölümler taşı" (ailna-meeran)
olarak da tanımlanan dev bir taş dikilmişti, ‘Orada her yıl Mayıs ayının birinci
günü, tıpkı Kamütler ülkesinde, Galya'da, Druidler'in "merkezî kutsanmış
bölge"de (medio-lanon ya da medio-nemeton) yaptıklarına
benzer şeKMe bir genel toplantı yapılırdı; tabiî ki bu, Delfteki Amfiktiyonlar
toplantısına da benzemekteydi.
İrlanda'nın bu
şekilde dört krallığa ve ek olarak da, yüce liderin ikamet ettiği merkezî bir
bölgeye ayrılmış olması çok eski tradisyonlardan kaynaklanmaktadır. İrlanda'ya
bu yüzden "dört üstadın adası" (163) adı verilmiştir; ancak bu isim
ve hatta "yeşil ada" (Erin) ismi eskiden çok daha kuzeyde yer
alan, günümüzde bilinmeyen, belki de tamamen ortadan kalkmış olan, bir dönemin
başlıca ruhsal merkezlerinden ve hatta en yüce merkezi durumundaki Ogygie
(ojiji) ya da Tule' yi (Thule) tanımlamak için kullanılmaktaydı.
Bu "dört üstat
adası”nın hatırasına Çin tradisyonunda da rastlanmaktadır ve bu hususu şimdiye
kadar fark eden olmamış gibidir. İşte bunu kanıtlayan Taoist bir metin:
"İmparator Yao çok zahmetler çekti ve ülkeyi en iyi şekilde yönetmiş
olduğuna inandı.
Uzaktaki Ku-çe
(Kou-chee) [üzerinde çen-yen (tchennjen), yani "gerçek insanlar”ın,
diğer bir ifadeyle "ilksel hâl”e yeniden kavuşmuş insanların yaşadıkları]
adasında dört üstadı ziyaret ettikten sonra tam tersine, her şeyi bozmuş
olduğuriu kabul etti. İdeal olanı, kozmik çarkı döndüren, beşerüstünün (164)
kayıtsızlığı (ya da alâkasızlığı, 'faal olmayan' etkinlik içinde bulunuşu)
olmalıdır." (165) Diğer taraftan, "dört üstat", Hint ve Tibet
tradisyonlarına göre dört ana noktayı yönetmekte olan dört Maharaja ya
da "büyük kral" ile aynıdır (166). Bunlar aynı zamanda unsurlara da
karşılık gelirler: Yüce Üstat, yani merkezde, kutsal dağda hüküm süren
beşincisi de bu durumda Eter'i (Âkaşa), hermetistlerin
"cevheri"ni ("quintessence"-quinta essentia) diğerlerinin kaynağı
olan ilksel unsuru temsil eder (167). Buna benzeyen tradisyonlara Orta
Amerika'da da rastlanır.
"Yüce
Ülke" ile ilgili olarak birbiriyle uyum gösteren daha başka
tradisyonlardan da söz edebilirdik; özellikle burayı tanımlayan ve muhtemelen Paradeşa'dan
da daha eski olan başka bir isim daha vardır: Bu, Tula’dır; Yunanlılar
bunu Tule (Thule) yapmışlardır. Daha önce de görmüş olduğumuz gibi bu Tule,
büyük olasılıkla, başlangıçtaki "dört üstadın adası" ile aynı şeydi.
Zaten bu Tula adının çeşitli bölgelere verilmiş olduğunu gözden
kaçırmamak gerekir; Çünkü günümüzde bile bu isme Rusya’da ve Orta Amerika'da
rastlanmaktadır. Hiç şüphesiz bu bölgelerin, az ya da çok, eski bir çağda
ilksel Tula’nın kudretinin' bir sudûru gibi olan ruhsal kudretin mevcut
bulunduğu yerler oldukları düşünülebilir. Meksika'daki Tula’nın
kökeninin Toltekler’e bağlı olduğu bilinmektedir. Toltekler'in "suların
ortasındaki ülke" anlamına gelen Azıtlan'dan gelmiş oldukları söylenirdi
ki bu, besbelli ki Atlantis'ten başka bir yer değildi ve bu Tula adını
da oradan, aslî vatanlarından getirmişlerdi. Bu ismi verdikleri merkez büyük
olasılıkla, belli bir ölçüde, kayıp kıtadaki merkezin yerini tutuyor olmalıydı
(168). Ancak, diğer taraftan Atlantis Tula'sını Hiperboreen Tula'
dan, ayırt etmek gerekir ve aslında, şimdiki Manuantara'nın tümünde, ilk ve
yüce merkezin temsilcisi olan bu ikinci Tula'dır. "Kutsal ada"
da aslında odur ve daha önce de söylemiş olduğumuz gibi, bulunduğu mevkii
başlangıçta kutupta yer alıyordu. Dünyanın her yerinde aynı anlama gelen
isimlerle tanımlanmış olan diğer tüm "kutsal adalar", bunun birer
görünümünden ibarettirler. Ve bu durum, Manvantara’ya bağlı ve sadece
ikinci dereceden bir tarihî devreyi yönetmiş olan Atlantis tradisyonundaki
ruhsal merkez için bile aynıdır (169).
Tula sözcüğü,
Sanskritçe'de "terazi" anlamına gelir ve özellikle Zodyak'taki bu adı
taşıyan burcu belirtir. Ancak bir Çin tradisyonuna göre Göksel Terazi, ilk
başlarda Büyük Ayı idi (170). Bu epeyce önemli bir husustur, Çünkü Büyük
Ayı'ya ilişkin sembolizm, doğal olarak Kutup ile ilgili sembolizme sıkı sıkıya
bağlıdır (171). Burada, tamamen özel bir inceleme gerektiren bu konu üstünde
daha fazla durmayacağız (172). Kutupsal Terazi ile Zodyak'taki Terazi
arasındaki olası bir bağlantıyı da tetkik etmek gerekirdi. Terazi zaten
"Adalet işareti" olarak kabul edilmiştir ve daha önce, Melki-Sedek'e
ilişkin olarak, terazinin Adalet in .sıfatı olduğu hakkında söylemiş
olduklarımız, onun adının yüce ruhsal merkezi tanımlamakta olduğunun
anlaşılmasını sağlayacaktır:.
Tula'ya "beyaz
ada" adı da verilmiştir ve bu rengin ruhsal otoriteyi temsil eden renk
olduğunu daha önce de belirtmiştik. Amerikan tradisyonlarında Aztlan'ı
beyaz bir dağ sembolü ile temsil ederler; ancak bu temsil en başta Hiperboreen Tula
ve "kutupsal dağ" için kullanılmaktaydı. Hindistan'da,
genellikle kuzeydeki uzak bölgelerde yer aldığı düşünülen "Beyaz
Ada" (Şveta-dvipa) (173) "Ebedî Mutluluğa Ermişlerin
Ülkesi" olarak kabul edilir ki bu dâ onun açık bir şekilde 'Yaşayanların
Ülkesi" ile aynı olduğunu gösterir (174). Bu arada, gayet belirgin
bir istisna vardır: Kelt tradisyonlan "Azizler Adası" ya da
"Ebedî Mutluluğa Ermişlerin Adası" olarak özellikle "yeşil
ada"dan söz ederler (175); ancak bu adanın ortasında, hiçbir tufan
tarafından batınlamamış (176) ve tepesi de lâl renginde olan (177) "beyaz
dağ" yükselmektedir. Bu "Güneş Dağı" adı da verilen dağ, Meru
ile aynı şeydir: Meni da "beyaz dağ"dır; denizin ortasında
yer almasından dolayı yeşil bir kuşakla çevrelenmiştir (178) ve
zirvesinde de ışık üçgeni parıldamaktadır.
Ruhsal merkezlerin
'beyaz ada" gibi tanımlamalarına (yine hatırlatalım, bu tanımlama yalnızca
en iyi uyduğu yüce merkez için değil, tıpkı diğerleri gibi, ikinci dereceden
merkezlere de uygulanabilmiştir) beyazlık fikrini veren bölgelerin,
memleketlerin veya şehirlerin isimlerini de eklemek gerekir. Bunların sayısı
bir hayli kabarıktır: Albion, Albanie (Arnavutluk), Roma’nın anası olan Uzun
Albe (Albe la Longue) kenti ve aynı adı taşımış olması muhtemel diğer antik
kentler gibi ... (179) Yunanlılar'da Argos kentinin adı aynı
anlama gelir (180). Bu olguların nedenleri, ileride söyleyeceklerimiz
sayesinde daha belirgin olarak ortaya çıkacaktır.
Ruhsal merkezin,
"kutsal dağ"ı da içinde bulunduran bir ada olarak temsil edilişine
ilişkin olarak üzerinde durulması gereken bir husus daha vardır; Çünkü böyle
bir mevkinrn bilfiil mevcut olmasının yanısıra (her ne kadar tüm "Kutsal
Topraklar” ada olmasalar bile), aynı zamanda sembolik bir anlamı da olmalıdır.
Tarihî olaylar ve özellikle de dinler tarihine ait olaylar, sembolizmin
temelini oluşturan ve tüm âlemleri tam ve evrensel ahenk içinde birleştiren
karşılıklı oluş (uygunluk) yasası gereğince, yüksek düzene ait hakikatlerin
birer ifadesidirler. Burada söz konusu olan temsil edişin ortaya koyduğu
başlıca fikir, daha önce de Kutup'un bir karakteristiği olarak belirtmiş
bulunduğumuz "istikrar" fikridir: Ada, sürekli hareket hâlindeki
dalgaların ortasında hiç hareketsiz durmaktadır; dalgaların hareketi burada dış
dünyanın bir imajıdır. Ve "Kurtuluş Dağı"na, "Barış
Mabedi"ne ulaşabilmek için "tutkular denizi"ni aşmak gerekmektedir
(181).
Şimdiye kadar
yaptığımız çalışmada "yüce ülke"nin gerçek yerinin neresi olduğu
konusunu hep bir kenara bırakük. Aslında bu çok karmaşık ve bizim de bu
çalışmadaki asıl hedefimizin yanında ikinci derecede kalan bir husustur. Adına Manvantara
denilen çok daha geniş bir devrenin alt bölümlerini oluşturan çeşitli devrelere
göre, birbirini takip eden değişik yerleştirmelerin yapılmış olduğunu düşünmek
yerinde olacağa benzemektedir. Manvantara’nın bütününü herhangi bir
şekilde zaman dışı olarak ele alacak olursak, bu yerleşimler arasında, tüm Manvantara'ya
hâkim olan esas ve ilksel tradisyonun birer uyarlaması durumundaki tradisyonel
formların oluşturulmasına karşılık gelen bir hiyerarşik düzenin varlığını
müşahede etmek mümkün olur. Diğer taraftan, aynı zamanda esas merkezin dışında,
buna bağlı ve bunun birer imajı niteliğinde olan diğer pek çok merkezlerin de
mevcut olabileceğini bir defa daha hatırlatmamız yerinde olur. Bu durum bir
karışıklık kaynağıdır ve hatta bu ikincil merkezler daha dışta olmalarından
dolayı yüce merkezden çok daha görünür vaziyettedirler (182).
Bu son husus ile
ilgili olarak özellikle Lamaizmin merkezi olan (Lhassa) ile Agarta
arasındaki benzerliği daha önce de belirtmiştik. Batı'da bile hâlâ, en azından
iki kentin varlığı bilinmektedir ki bunların topografya bakımından durumları
birtakım özellikler arz eder ve esas bakımından her ikisinin de varlığı benzer
bir nedene dayanmaktadır: Bu kentler Roma ve Kudüs'tür (ve bu İkincisinin, Melki-Sedek’in
esrarengiz Saîem'inin bilfiil görünür bir imajı olduğunu daha önce
belirtmiştik). Daha önce de söylemiş olduğumuz gibi, antik çağlarda kutsal ya
da ruhanî denebilecek bir coğrafya vardı. Kentlerin ve tapınakların yerleri
öyle keyfe bağlı olarak seçilmezdi; tersine, çok kesin yasalara göre
saptanırdı (183). Bundan da, "ruhanî sanat" ve "krallığa
ait sanat" ile inşaatçıların sanatı arasında (184) bağlar bulunduğu
anlaşılmaktadır; tabiî ki eskiden esnaf loncalarının gerçek bir inisiyatik
tradisyonun hâkimiyetinde oluşlarının sebepleri de açığa çıkmış
olmaktadır (185). Zaten, bir kentin kurulması ile bir doktrinin (ya da zamanın
ve mekânın belli şartlarına uyarlanmış yeni bir tradisyonel biçimin)
oluşturulması arasında bir bağlantı mevcuttu; öyle ki, birincisi genelde bu
İkincisini sembolize etmekte (simgeleştirmekte) idi (186). Doğal olarak,
dünyanın bir bölümünün metropolü durumunda olacak bir kentin kurulması gereken
bölgeyi saptamak söz konusu olduğunda, tamamen özel birtakım önlemlere
başvurmak gerekiyordu. Ve bu kentlerin isimleri ve kuruluşları esnasındaki
mevcut koşullara ilişkin anlatılmış olanlar, bu bakış açısı altında titizlikle
incelenmelidir (187).
Konumuz ile ancak
dolaylı bir bağlantısı olan bu hususlar üzerinde daha fazla durmak istemeyiz;
yine de bu sözünü ettiğimiz türden bir merkezin prehelenik (Helen öncesi)
dönemde Girit'te mevcut olduğunu belirtmek yerinde olur
(188) Ve hiç şüphesiz, Mısır'da, birbirini takip eden çağlar boyunca bunlardan
birçoğu kurulmuştu, tıpkı Memfis ve Teb gibi (189)... Aynı zamanda bir Yunan
sitesinin de adı olan bu İkincisi, ruhsal merkezler bakımından dikkatimizi daha
çok çekmektedir; Çünkü görünürde İbranice'deki Tebah (Thebah), yani
tufandaki Gemi’dir. Bu da yüce merkezin temsillerinden biridir; iki devre
arasındaki, dünyanın yeni bir hâle geçmesini sağlamak için eski hâlini tahrip
eden kozmik bir tufan ile kendini gösteren bir geçiş dönemi içinde
(190) , bir tür sarıp sarmalanmış ve örtülmüş olan tradisyonun muhafaza
edilişinin özel bir sembolüdür (191). Tevrat' takı Nuh’un rolü
(192) Hint tradisyonundaki Satyavrata’nın oynadığı role benzer. Satyavrata
daha sonra Vaivasvata adı altında şimdiki Manu durumuna
gelmiştir. Ancak, bu son tradisyon şimdiki Manvantara'nın başlangıcı ile
ilgilidir; halbuki Tevrat'taki tufan sadece bu Manvantara'ya dahil
bulunan çok daha dar bir başka devrenin başlangıcım işaret eder (193): Burada
söz konusu olan şey aynı olay değil, ancak birbirine benzeyen iki ayrı olaydır
(194).
Kayda değer diğer
bir nokta da Nuh'un Gemisi ile gökkuşağının sembolik anlamlan sırasındaki
ilişkidir. Tevrat' taki metinde bu ilişki, tufan sona erdikten sonra gökkuşağının
Tanrı ile yeryüzü yaratıkları arasındaki birleşmenin bir işareti olarak
belirmesi şeklinde verilmiştir (195). Nuh'un Gemisi tufan sırasında aşağıdaki
sular Okyanusu üzerinde yüzer; gökkuşağı ise, düzenin yeniden kurulması ve her
şeyin yenilenmesi esnasında "bulutlar arasında", yani yukarıdaki
suların bölgesinde belirir. Demek ki, kelimenin en biçimsel anlamıyla bile bir
benzeşim söz konusudur, yani her iki figür de birbirinin tersi ve aynı zamanda
tamamlayıcısı durumundadırlar: Geminin dışbükeyliği aşağı, gökkuşağınınki ise
yukarı doğru dönüktür ve bunların her ikisinin birleşmesi tam bir dairesel ya
da devresel bir figür meydana getirir; her ikisi de bu bütünün bir yarısı
durumundadırlar (196). Bu figür, devrenin, başında gerçekten tamamlanmış
(bütün) durumundaydı: Bu, yatay kesiti Yeryüzü Cennetinin daire biçimindeki
çevresi ile temsil edilen bir kürenin dikey kesitidir (197); ve bu küre de
"kutupsal dağ"dan çıkan dört ırmağın oluşturduğu bir haç tarafından
bölünmüştür.(198)
Yeniden kuruluş aynı devrenin sonunda gerçekleştirilmelidir; ancak bu
durumda, Göksel Kudüs şeklinde bulunan dairenin yerine bir dörtgen konmuştur
(199) ve bu da hermetistlerin sembolik olarak "dairenin karelemesi"
diye tanımladıkları şeyin gerçekleşmesini gösterir: İlksel ve merkezî noktanın
genleşmesi (büyümesi) yoluyla imkânların gelişmesini temsil eden küre, söz
konusu olan devre için bu gelişim tamamlandığında ve amaçlanan denge
kurulduğunda bir küp hâline dönüşür (200).
Tüm tradisyonların
birbirleriyle uygun düşen tanıklıklarından, ortaya gayet belirgin bir sonuç
çıkmaktadır: Bu, diğer tüm "Kutsal
Topraklar"ın prototipi olan ve diğer tüm merkezlerin kendisine bağlı
bulundukları bir ruhsal merkezin, bir "Kutsal Ülke"nin mevcut olduğu
iddiasıdır. "Kutsal Ülke" aynı zamanda "Azizler Ülkesi"dir, "Ebedî
Mutluluğa Erenlerin (Ermişler) Ülkesi"dir, "Yaşayanların
Ülkesi"dir, "Ölümsüzlük Ülkesi"dir; tüm bu deyimlerin anlamlan
aynıdır ve hatta bunlara Eflâtun'un açıkça "Ermişlerin ikametgâhı"
(201) için kullandığı "Arı Ülke" (202) deyimini de
eklemek gerekir. Alışılageldiği üzere, bu ikametgâhın "görünmez
âlem"de yer aldığı ifade edilir; ancak söz konusu edilenin ne olduğu
anlaşılmak isteniyorsa şunu unutmamalıdır ki, aynı şekilde tüm tradisyonların
bahsettiği ve gerçekte inisiyasyon derecelerini temsil eden "ruhsal
hiyerarşiler" için de aynı şey söz konusudur (203).
Şimdiki yeryüzü
devresi içinde, yani Kali-Yuga döneminde, onu kutsallığa saygısı
olmayan bakışlardan gizleyen, ancak bununla birlikte bazı dış ilişkiler
kurmasını da temin eden "muhafızlar" tarafından korunan bu
"Kutsal Ülke", gerçekten de görünmez ve erişilmezdir; fakat bu
nitelikleri, yalnızca oraya girebilmek için gerekli vasıflara sahip olmayanlar
için geçerlidir. Şimdi, belli bir bölgede yer almakta oluşu kelimenin dışsal
anlamıyla mı, yoksa sembolik anlamda mı değerlendirilmelidir, ya da her ikisi
birden mi geçerlidir? Bu soruya karşılık, yalnızca, bize göre coğrafî olguların
ve hatta tarihî olguların da tüm diğerleri gibi sembolik bir değerleri olduğunu
ve bu hususun onların birer olgu olarak gerçekliklerinden de hiçbir şey
eksiltmeyeceğini ve onlara bu gerçekliklerine ilâveten daha yüksek bir anlam
da kazandırdığı yanıtını vermekle yetineceğiz (204).
Bu incelememizin
konusu hakkında söylenebileceklerin tümünü söylemiş olduğumuzu iddia etmiyoruz
ve hatta bazı yaklaşımlarımız diğer pek çok hususların da söz konusu
edilmesini gerektirmiş olabilir. Ancak her şeye rağmen yine de şimdiye kadar
yapılmış olanların tümündekilerden de daha fazlasını söylemiş olduğumuz bir
gerçektir ve belki de bu yüzden bazıları bizi eleştirmiş bile olabilir. Bununla
birlikte yine de bunun fazla olduğunu düşünmüyoruz; bir hayli alışılmış dışı
bir karaktere sahip bazı şeylerin açıkça sergilenmesi söz konusu olduğunda,
bunun-uygun (yerinde, elverişli) düşüp düşmediğinin göz önünde bulundurulması
gerektiğini ileri sürerek itiraz edebilecek herhangi başka birisinden çok daha
titiz düşünmemize rağmen yine de burada, aslında söylenmemesi gerekirken
söylenmiş olan tek bir şeyin bile mevcut olmadığına tamamen inanıyoruz. Şu uygunluk
meselesi hakkında kısa bir gözlemde bulunabiliriz: Şimdi içinde yaşamakta
.olduğumuz koşullarda olaylar öylesine büyük bir hızla cereyan etmektedir ki,
nedenleri henüz doğrudan doğruya ortaya çıkmamış pek çok şeyler, tahmin
edilebilecek olandan da çok daha erken bir şekilde umulmadık ya da önceden
kestirilemeyen uygulamalara yol açabilirler. Uzaktan yakından
"kehanetlere" benzeyecek her türlü ifadeden de kaçınmak niyetindeyiz;
ancak sözlerimizi bitirmeden önce, burada Joseph de Maistre'in (205) bundan
bir asır önce olduğu gibi şimdi de en az bir o kadar geçerli olan şu cümlesini
aktarmak istiyoruz: "İlâhî düzende, kendisine doğru
gittikçe hızlanan ve tüm gözlemcileri şaşırtan bir süratle ilerlemekte
öldüğümüz muazzam bir olayın meydana gelecek olmasına kendimizi hazırlamak
zorundayız. Bunun zamanının artık gelmiş olduğunu, korkunç orakllar da (orakl:
tanrısal esin, vahiy) zaten çoktandır haber vermektedirler."
DİPNOTLAR
(1) Les Fils de Dieu (Tanrı’nın
Oğulları), s. 236, 263-267, 272. Le Spiritisme dans le Monde (Dünyada
Spiritizm, s. 27-28).
(2) En çarpıcı örneklerinden
birini çingenelerin oluşturdukları "felâketlere uğrayan" milletler
konusu, gerçekten de esrarengiz ve dikkatle incelenmesi gereken bir olgudur.
(3) Dr. Artura Reghini bize bunun
eskilerin timor pcınicus'u ile bir bağlantısı olabileceğini belirtmiştir. Bu
yaklaşım bize tamamen olası görünmektedir.
(4) Ossendowski'nin aleyhinde
olanlar,. Onun Hint Misyonu’nun Rusça'ya tercüme edilmiş bir örneğine sahip
olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak, böyle bir tercümenin mevcut olması hayli
imkânsız görünmektedir; Çünkü Saint Yves'in mirasçılarının bile böyle bir
şeyden haberleri yoktur. Ayrıca Ossendowski'yi, Saint Yves'in Aum olarak
yazdığını Om diye değiştirerek hatalı biçimde aktarmış olmakla itham
etmişlerdir. Aum, kutsal hecenin, unsurlarına ayrılmış hâlidir ve esas doğru
olan Om'dur. Çünkü Aum'un gerçek telâffuzu (okunuşu) Om şeklindedir ve bu hem
Hindistan, hem Tibet ve hem de Moğolistan'da böyle uygulanır. Bu ayrıntı bile,
bazı eleştirilerin yetkinlik seviyesinin ne olduğu hakkında fikir vermektedir.
(5) Burada söz konusu olan şeyin
gökten düşmüş bir taş olduğunu bilmeyen Ossendovvski, bazı fenomenleri, örneğin
taşın yüzeyinde harflerin belirmesini, bunun bir arduvaz (kayağantaş) olduğunu
varsayarak açıklamaya çalışmaktadır.
(6) Burada, Wolfram
d’Eschenbach’ın hikâyesinde Graal ile aynı olarak gösterilen ve bazı şartlar
altında kaldığında üzerinde birtakım yazıların belirdiği lapsis exillis, yani
gökten düşmüş olan taş ile bir kıyaslama'yâpmak enteresan olacaktır. Yine aynı
hikâyeye göre, Graal son olarak "Rahip Jean'ın krallığına"
götürülmüştür. Bazıları, buranın aslında Moğolistan olduğunu ifade etmektedirler,
ancak şu aşamada, hiçbir coğrafî konumun tam mânâsıyla kabul edilebilmesi söz
konusu değildir. (Dante Ezoterizmi, 1957 basımı, s. 35-36 ve daha ileri
bölümlere bakınız)
(7) Kısa bir süre önce bazı
kişilerin, bu kitabın, yazmış olduğumuz dönemde dünyadaki varlığından bile
tamamen habersiz olduğumuz bir şahsın lehine bir "tanıklık" olduğunu
iddia ettiklerini öğrenince çok şaşırdık. Ne taraftan gelirse gelsin, böyle bir
iddiayı en kesin şekilde yalanlıyoruz. Çünkü bizim burada amacımız, tradisyonel
(geleneksel) sembolizme ait olan ve herhangi bir "kişiselleştirme"
ile de alâkası bulunmayan bilgileri aktarmaktan ibarettir.
(8) Yunanlılar'da Minos aynı
zamanda hem yaşayanların Kanun Yapıcısı (Yasa Koyucusu) hem de ölülerin Yargıcı
idi. Hint geleneğinde bu iki görev ayn ayrı Manuÿa ve Yama'ya aitti; ancak bu
ikisi ikiz kardeşler olarak temsil edilmişlerdi ki bu, birbirinden farklı iki
görünüm altında tasarlanan tek bir prensibin ikiye ayrılmasının söz konusu
olduğunu göstermektedir.
(9) Sembolik olarak ele alındığında
"Güneş Hanedanı"na ait bu merkez ile Rozkruvalar’ın (Rose Croix)
"Güneş Kalesi" ve hiç şüphesiz Campanella’nın "Güneş Kenti"
arasında bir bağ kurulabilir.
(10) Bu "Brahman
Kilisesi" tanımlaması, 19. yüzyılın başlarında Avrupa’nın ve özellikle de Protestanların
etkileri altında doğmuş olan, kısa bir süre sonra da birbirine rakip birçok
kollara ayrılmış bulunan ve günümüzde de hemen hemen tamamen sönmüş durumdaki
Brahma Samâj’ın çok modem ve heterodoks (genel kurallardan aynlan) mezhebi
haricinde, Hindistan'da başka hiç kimse tarafından kullanılmamıştır. Bu
mezhebin kurucularından birinin, şair Rabindranat Tagor'un büyükbabası olması
da bir diğer ilginç husustur.
(11) Saint Bemard, "Pontife,
adının etimolojisinden de görüldüğüne göre, Tanrı ile insan arasında bir tür
köprüdür. " der (Tractatus de Moribus et Offıcio episcoporum, III, 9).
Hindistan'da Caynalar'a (Jainas) özgü ve Lâtince'deki Pontifex sözcüğünün tam
karşılığı olan bir terim vardır: Tirtankara. Bunun harfi harfine tam anlamı, "ırmak
üzerine köprü ya da bir geçit yapan "dır. Buradaki geçit, Kurtuluş
(Moksha) yoludur. Tirtankaralar’ın sayısı, tıpkı kendileri de bir yüksek
rahiplik kurumu oluşturan Apokalips'in (Yuhanna’nın Vahyi) yaşlılarının sayısı
gibi yirmi dörttür.
(12) Diğer bir bakış açısıyla, bu
anahtarlardan biri "Büyük Sırlar"a, diğeri de "Küçük
Sırlar"a aittir. Bazı Janus tasvirlerinde, her iki kudret bir anahtar ve
bir asa ile sembolize edilmiştir.
(13) Bu hususta şunu belirtmemiz
gerekir ki, Orta Çağ'da Batı dünyasındaki sosyal organizasyon, prensip olarak
kastların (sınıfların) yapısına göre düzenlenmişe benzemektedir: Ruhban
(papazlar) sınıfı Brahmanlara, soylular sınıfı Kşatriyalar’a, papaz ve soylu
sınıfı dışında kalan halk Vaisyalar'a ve seriler de (derebeylik rejiminde derebeyinin
kullan) Sudralar'a karşılık olmaktadır.
(14) "Rahip Jean” özellikle
Saint Louis dönemine doğru Carpin'in ve Rubruquis'nin yolculuklarında söz
konusu edilmiştir. İşleri karıştıran hususlardan biri de, bazılarına göre bu
unvana sahip şahısların sayısının dörde kadar ulaşmasıydı: Tibet'te (ya da
Pamir’de), Moğolistan'da, Hindistan'da ve Etiyopya'da (bu son kelimenin aslında
hayli geniş bir anlamı vardır) olmak üzere... Ancak burada, sadece aynı
kudretin değişik temsilcilerinin söz konusu edilmiş olması da mümkün
gözükmektedir. Ayrıca, Cengiz Han’ın Rahip Jean'ın krallığına saldırdığından ve
onun da Cengiz Han'ın ordulanm, üzerlerine yıldırımlar düşürerek geri
püskürtmüş olduğundan söz edilmektedir. Son olarak da, Müslüman istilâları
döneminden beri Rahip Jean kendini ortaya koymayı bırakmış ve dışsal bakımdan
Dalay lama tarafından temsil edilmekte olmalıdır.
(15) Orta Asya'da ve özellikle de
Türkistan yöresinde Nasturiler'e ait, biçim bakımından şövalyelik haçlarının
tamamen aynısı olan, bazılarının ortasında da svastika figürü bulunan haçlara
rastlanmıştır. Diğer taraftan, Lamaizm ile ilişkileri tartışılmaz olan
Nasturiler' in, İslâm'ın başlangıç döneminde oldukça muammalı görünmesine
rağmen yine de önemli etkileri olmuştur. Sabiîler'e gelince, onlar da Bağdat
Halifeleri döneminde, Arap dünyası üzerinde büyük bir etki sahibi olmuşlardır.
Hatta son Yeni Eflâtuncuların (Neo-Platoncular), Pers ülkesinde (İran) bir süre
kaldıktan sonra Sabiîler'e sığınmış oldukları da iddia edilmektedir.
(16) Bu özelliği daha önce de
Dante Ezoterizmi üzerine yaptığımız incelemede belirtmiştik.
(17) Buna karşılık, eski Roma’da
İmparator aynı zamanda Pontifex Maximus idi. Müslümanlar'daki halifelik de, en
azından belirli bir ölçüde bu iki kudreti birleştirmektedir; Uzak Doğu'nun Wang
kavramı için de aynı şey söylenebilir. (Bkz: Grande Triade, Bölüm: XVII)
(18) Bu konu hakkındaki De
Monarchia isimli eserinin burada hatırlatılması uygun olan Dante'nin şakravarti
kavramı ve imparatorluk fikri arasında kurduğu benzeşime başka bir yazımızda
değinmiştik.
(19) Çin tradisyonu "Değişmez Orta" ifadesini tamamen buna
benzer bir anlamda kullanır. Mason sembolizmine göre de üstatlar "Orta
Odası"nda toplanırlar..
(20) Keltler'e ait çark sembolü
Orta Çağ'da da varlığını sürdürmüştür. Bunun çeşitli örneklerine Roma
kiliselerinde rastlanabilir. Gotik gülbezeğin özellikle ondan türemiş olduğu
görülür; Çünkü çark ile Batı'daki gül ve Doğu'daki lotüs gibi sembolik çiçekler
arasında kesin bir bağlantı vardır.
(21) Bu işaret Hristiyan
hermetizmine da pek yabancı değildir: Loudun'deki Karmlar'a (Carmes:
Mont-Carmel tarikatı rahipleri) ait olan eski manastırda büyük olasılıkla XV.
yüzyılın ikinci yansına ait olan ve içinde svastıka ile birlikte daha ileride
sözünü edeceğimiz ( [XX] ) işaretinin önemli bir yer tuttukları hayli ilginç
semboller gördük. Yeri gelmişken şunu da belirtmek gerekir ki, Doğu'dan gelmiş
olan Karmlar (Carmes), cemiyetlerinin kuruluşunu İlya’ya ve Fısagor'a bağlarlar
(tıpkı, kuruluşunu Süleyman'a ve yine Fisagor'a bağlayan Masonluk gibi; bu
oldukça kayda değer bir benzerliktir) ve diğer taraftan, tıpkı Mercy sofuları
gibi bazıları da, Orta Çağ’da Tampliyelerinkine çok yakın bir inisiyasyona
sahip olduklarını iddia ederler. Mercy tarikatının, İskoç Masonluğu'nun bir
rütbesine adını vermiş olduğu bilinir.
(22) Bu aynı gözlem, gerçek
anlamını yukandaki satırlarda belirtmiş olduğumuz çark için de geçerlidir.
(23) Fanteziye dayalı diğer bir
görüşe göre de, svastika ateş üretmeye yarayan ilkel bir âletin şeması olarak
kabul edilir. Şayet bu sembolün zaman zaman ateş ile herhangi bir bağlantısı
olmuş ise de bu, bambaşka nedenlerden, onun özellikle Agni'nin bir amblemi
olmasından kaynaklanmaktadır.
(24) Dhri kökü, esas olarak
istikrar fikrini ifade etmektedir. Aynı anlama gelen dhru biçimi, kutubun
Sanskritçe adı olan Dhruua’nın köküdür ve bazıları bununla meşenin Yunanca adı
olan drus arasında bir yakınlık kurarlar. Diğer taraftan Latince'de robur
sözcüğü aynı anda hem meşe, hem de kuvvet ya da sarsılmazlık anlamlarına
gelmektedir. Tıpkı Dodon'da olduğu gibi, Druidler'de de (ki onların adının,
belki de kuvvet ve bilgeliğin birleştirilmesi ile dru-vid diye okunması
gerekmektedir) meşe, kutupları birbirine bağlayan sabit eksenin sembolü olan
"Dünya Ağacı"nı temsil etmekteydi.
(25) Burada, içinde Adalet ve
Barış’ın birbirine iyice yaklaştırılmış bulunduğu Tevrat'taki bazı metinleri
hatırlatmak yerinde olur: "Justitia et Pax osculatae sunt" (Ps.,
LXXXTV, 11), "Pax opus Justitiae", vs...
(26) Aslında "Dünya" (le
Monde) ile "bu dünya" (ce monde) sözcükleri arasında büyük bir anlam
farkı vardır; öylesine ki, bazı dillerde bunlar iki ayrı kelime ile ifade
edilir: Örneğin Arapça'da "le Monde" için "el-âlem",
"ce monde" için de, "el-dünya" sözcükleri kullanılır.
(27) Bereket, (ç.n.)
(28) Söz konusu olan Barışın,
inisiyatik bilgilere yabancı olan kitlelerin anladığı mânâda olmadığı, başka
bir anlama geldiği Incil'de de açıklanmaktadır (Yuhanna, XTV, 27).
Ç. n.: Fransızca "la Paix" sözcüğü "barış, sulh, sükûn,
sükûnet, rahat" anlamlarına gelmektedir.
(29) Yahudi Kabalası C. I, s. 503.
(30) Yahudi Kabalası. C. I, s.
506-507.
(31) Bununla tamamen
kıyaslanabilecek türden bir sembolizm, Orta Çağ'a ait "canlılar ve ölüler
ağacı" figüründe bulunur: bu figürün anlamının "ruhsal torunluk” ile
çok belirgin bağları mevcuttur. Sefirot ağacının "Hayat Ağacı" ile
aynı olarak kabul edilmiş olduğunu da belirtmekte yarar vardır.
(32) TaImud'a göre Tanrı’nın, biri Adalet diğeri de
Merhamet olmak üzere, üstünde oturduğu iki unsur vardır. Bunların ikisi de
İslâm tradisyonunda "Taht" ve "İskemle" olarak geçer. İslâm
tradisyonu İlâhî isimleri, sıfatiye'yi, yani Allah'ın sıfatlarım ifade eden
isimleri, "Ululuk isimleri" (celâliye) ve "güzellik
isimleri" olarak ikiye ayırır, ki bu da aynı türden bir ayırt ediştir.
(33) Yahudi Kabalası C. I, s. 507.
(34) St. Augustin'e ve
diğeFçeşltli Kilise Babalarına göre sağ el, Merhametin ve Iyilik'in, sol el
ise, Tanrı için kullanıldığında Adalet'in sembolü olmaktadır. "Adaletin
eli", krallığın alelâde sıfatlarından biridir. "Kutsayan el",
papazlığa ait otoritenin bir işaretidir ve zaman zaman Mesih'in sembolü olarak
da kabul edilmiştir. Bu "kutsayan el" figürü bazı Galya paralarının
üzerinde bulunur; tıpkı, kolları eğri svastika gibi...
(35) Bu merkez ya da onun
suretinde (görünüş ve biçiminde) inşa edilmiş olanlar içinden herhangi bir
diğeri sembolik bakımdan hem bir tapınak (Barış’a karşılık olan, rahipliğe ait
görünüm) ve hem de bir saray ya da bir mahkeme (Adalet'e karşılık olan,
krallığa ait görünüm) olarak tasvir edilebilir.
(36) Burada sayıp döktüğümüz tüm
semboller uzun açıklamaları gerektirmektedir. Bunu, günün birinde belki başka
bir incelememizde yapacağız.
(37) Burada, Orta Çağ
kiliselerinin de kapılarında sık sık rastlanan ve kendisine bu anlamı
kazandıran bir yerleştirmeyle temsil edilmiş bulunan, Zodyak devresinin her iki
yansı söz konusudur.
(38) Yahudi Kabalası. C. I, s.
497-498.
(39) İbranî alfabesindeki
harflerinin değerleri toplanarak elde edildiğinde, bu her iki ismin de sayısal
değeri 314' tür.
(40) Yahudi Kabalası. C. I, s. 492
ve 499.
(41) Yahudi Kabalası. C. I, s.
500-501.
(42) Bu husus, doğal olarak şu
sözleri anımsatmaktadır: "Benedictus qui venit in nomine Domini"
("Tanrı adına gelen, kutsansın. "); bu sözler Hermas’ın Çobanının
(Pasteur) biraz garip biçimde, ancak Mesih ile Sekinah arasındaki bağı
anlayanları şaşırtmayacak olan ve kesin biçimde Mikail ile temsil ettiği
Christ'e (Kurtancı İsa Mesih) de uygulanmaktadır. Mesih’e "Barış
Prensi" de denir. O, aynı zamanda "yaşayanların ve ölülerin
Yargıcı"dır.
(43) Bu sayı bilhassa, Melek
Mikail'in karşıtı olan Güneş'in iblisi Sorath’ın isminden oluşmuştur. Daha
ileride bunun başka bir anlamını da göreceğiz.
(44) M. Villaud tarafından
belirtilmiştir. Yahudi Kabalası. C. I, s. 373.
(45) Bu iki karşıt görünüm,
kadüse'deki (caducée) iki yılan ile belirtilmiştir. Hristiyan ikonografisinde
de bunlar "amfisben"de, biri Mesih'i, diğeri de Şeytan'ı (Satan)
temsil eden iki başı olan yılan tasviriyle ifade edilmiştir.
(46) İmparatorluk kudretinin ya da
evrensel monarşinin işareti olan "Dünya Küresi", genellikle Mesih'in
elinde durur. Ve bu da onun, dünyasal olduğu kadar ruhsal otoritenin de işareti
olduğunu gösterir.
(47) Ossendowski bunları Brahitma,
Mahitma ve Mahinga olarak yazmıştır.
(48) Daha önceki satırlarda
Metatron'un "Huzur Meleği" olduğunu görmüştük.
(49) Uzak Doğu tradisyonuna göre
"Değişmez Merkez". "Göğün Faaliyeti"nin tezahür ettiği
noktadır.
(50) Bu ifadeyi garip
karşılayanlar olursa onlara triregnum, yani anahtarlar ile birlikte Papalığın
başlıca işaretlerinden birini oluşturan üçlü taç hakkında hiç düşünüp
düşünmemiş olduklarını sorarız.
(51) Musa'nın, bu parlaklığa
dayanacak güçte olmayan halkla konuşurken yüzünü bir örtü ile kapadığı da
söylenir (Çıkış, XXXIV, 29-35); sembolik anlamıyla bu, çoğunluk için egzoterik
(dışrak) bir uyarlamanın gerekli olduğunu belirtir. Buna ilişkin olarak
"vahyetmek" (ya da "ifşa etmek") kelimesinin (Fr.: Révéler)
çifte anlamını anımsayabiliriz. Bu hem "örtüyü kaldırmak", hem de
"üstünü örtmek" anlamlarına gelmektedir. Bu da kelâmın, ifade ettiği
düşünceyi hem tezahür ettirdiğini, hem de örttüğünü göstermektedir.
(52) Bu isim, gayet şaşırtıcı
biçimde eski Hristiyan sembolizminde de görülmektedir. Burada, Mesih'i (Christ)
temsil etmeye yarayan işaretler arasında daha sonraları Ave Maria’nın
kısaltılarak yazılması olarak kabul edilmiş olan, ancak ilk zamanlarda Kelâm'ın
her şeyin prensibi ve sonu olduğunu ifade etmek için Yunan alfabesinin iki uç
harfleri olan alfa ve omegayv birleştiren ile eşdeğerde olan bir işarete de
rastlanır. Gerçekte bu işaret daha da eksiksizdir; Çünkü prensip, merkez ve son
anlamlarına gelmektedir. Bu işaret yani ( . ¡XX] ) AVM olarak ayrışır. Bu
harfler Latince'dir ve tek heceli bir kelime olan Om'u meydana getiren üç
unsurdur (O harfi, Sanskritçe'de a ve u harflerinin birleşmesiyle oluşur). Her
biri Mesih'in birer sembolü olarak ele alındıklarında Aum ile svastika
işaretlerinin birbirleri ile olan yakınlıkları, şu andaki bakış açımıza göre
gayet anlamlıdır. Diğer taraftan, bu işaretin biçiminin birbiri-ne zıt yönlerde
yerleştirilmiş durumdaki iki üçlüyü gösterdiğini ve bu açıdan da
"Süleyman'ın Mührü" ile eşdeğerde olduğunu belirtmeliyiz. Bu işaret (
. ) olduğuna göre, ortadaki yatay çizgi
yansıma plânını ya da diğer bir ifadeyle, "Suların yüzeyi"ni
belirtmektedir. Her iki figürün de aynı sayıda çizgiye sahip oldukları ve
yalnızca bunlardan iki tanesinin değişik yerleştirilmesiyle birbirlerinden
ayrıldıkları görülmektedir. Bunlar birinde yatay durumdayken diğerinde dikey
olmuşlardır.
(53) Bu "üç âlem"
kavramı hakkında daha geniş açıklamalara gerek duyanların Dante Ezoterizmi ve
Vedanta'ya Göre İnsan ve Geleceği adlı eserlere başvurmalarını öneririz.
Birinci eserde, aslında çeşitli inisiyasyon seviyelerine göre varlığın durumunu
ifade eden bu âlemler arasındaki karşılıklı oluşlar üzerinde duruluyor.
İkincisinde ise, Mandukya Upanişad’ın bu söz konusu olan sembolizmi bütünüyle
içermekte olan metninin tamamen saf metafizik bakış açısıyla eksiksiz bir
açıklaması sunuluyor. Şu anda ele aldığımız husus bunun özel bir uygulamasıdır.
(54) Evrensel prensipler düzeninde
Brahmatma’nın işlevi İşvara’ya, Mahatma’nınki Hiranyagarba'ya ve Mahanga'nınki
de Virqi’a.bağlanır. Bunların karşılıklı görevleri bu karşılıklı oluşa
bakılarak kolayca ortaya çıkarılabilir.
(55) Mandukya Upanişad; shruti 6.
(56) Saint Yves "Maj
Krallar"ın Agarta'dan gelmiş olduklarını söyler, ancak bu konuda belirgin
bir açıklamada bulunmaz. Onlara verilmiş olan isimler hiç şüphesiz ki fanteziye
dayalıdır, ancak sadece Melki-Or ismi dikkati çekmektedir. Bu, İbranice'de
"Işığın Kralı" anlamına gelir.
(57) Türlü bitkilerden çıkarılan
kokulu bir reçine.
(58) Hindular’ın Amrita'sı ya da
Yunanlılar’ın Ambruvazi'si (Ambroisie) (her iki sözcük etimolojik bakımdan
aynıdır) ölümsüzlük içkisi ya da gıdası olarak bilinir; Vedalar'da Soma ya da
Zerdüşt dininde Haoma olarak yer almıştır. Zamklı ya da reçineli, bozulmaz
yapıdaki ağaçlar sembolizmde önemli bir rol oynarlar; özellikle, zaman zaman
Mesih'in bir amblemi olarak kabul edilmişlerdir.
(59) Teüıji (Theurgie) (Yun.
theos: Tanrı ve ergon: eser. Maji'nin en yüksek uygulaması. Ak büyü de denir.
Semavî güçlerle işbirliği olarak da tanımlanır, (ç.n.)
(60) Adityalar’ın (Aditi ya da diğer bir ifadeyle
"Bölünmez" aen türemişBır sözcüktür) on iki olmadan önce yedi
oldukları ve başkanlarınm Varuna olduğu söylenmiştir. On iki Adityalar
şunlardır: Datri, Mitra, Aıyarnan, Rudra, Varuna, Surya, Baga, Vivasvat, Puşan
(Pushan), Savitri, Tvaştri ve Vişnu. Bunlar, tek bölünmez bir özün,
tezahürleridir. Ayrıca, bu on iki Güneşin bir devre sönâ ererken, ortak
tabiatlarının ilksel ve aslî birliğine geri dönmeleri sırasında hepsinin birden
belirecekleri söylenmiştir. Yunanlılar'da da Olimpos'un on iki büyük Tanrısı,
Zodyak'ın on iki burcu ile bağlantılıdır.
(61) Bu değindiğimiz sembol,
Katolik litürjisiniri (tören ve dualan) İsa Mesih için Sol Justitae
("Adalet Işığı" (ya da "Adalet Güneşi")) terimini
kullandığı zamanki ile tamamen aynıdır. Kelâm, "Ruhsal Gü-neş'tir, yani
gerçek "Dünyanın Merkezi"dir. Ve ayrıca, bu Sol Justitae ifadesi,
Melkisedek'in sıfatlarıyla doğrudan bağlantı oluşturmaktadır. Güneşsel bir
hayvan olan aslan, Antik ve Orta Çağlar'da, adaletin ve kudretin bir sembolü
olarak kullanılırdı. Zodyak'ta da Aslan burcu, Güneş"in kendi has evidir.
On iki ışık huzmeli Güneş, on iki Aditya’nın temsilcisi olarak kabul
edilebilir. Diğer bir görüş açısıyla ise, şayet Güneş İsa Mesih'i temsil
ediyorsa, on iki ışık huzmesi de on iki Havari'yi (Apötres) temsil eder.
[Apostolos sözcüğü "gönderilmiş" anlamına gelir. Işınlar da Güneş
tarafından "gönderilirler".) Zaten Havariler'in bu on iki sayısı,
diğerlerinin yanısıra, Hristiyanlığm ilksel tradisyon ile olan uygunluğunun bir
işaretidir.
(62) Bu hususla alâkalı olarak,
Masonlukta geçen ve gerçek inisiyasyonun sırlarını sembolize eden "Kayıp
Söz" ü de hatırlatabiliriz. "Kayıp Söz'ün aranması",
"Graal’ın aranması"nın diğer bir şeklinden ibarettir. Bu, tarihçi
Henri Martin tarafından Kutsal Graal ile Masonluk arasında mevcut bulunduğu
söylenen ilişkiyi doğrulamaktadır. (Bkz: Dante Ezoterizmi, 1957 baskısı, s.
35-36) Burada yaptığımız açıklamalar Graal sembolizmi ile tüm inisiyatik
organizasyonlardaki "ortak merkez" arasında mevcut olan çok yakın
ilişkiyi de daha iyi anlama imkânı verecektir.
(63) Longin ismi, etimolojik
bakımdan lance (Fransızca'da mızrak anlamına gelir) ile akrabadır. Yunanca'da
logke (lonke diye okunur) olarak geçer. Latince’deki lancea da aynı köktendir.
(64) Bu iki kişilik, burada
sırasıyla krallık gücünü ve ruhanî gücü temsil etmektedirler. Aynı husus
'Yuvarlak Masa”nm kuruluşunda Arthur ve Merlin için de geçerlidir.
(65) Mızrak ile alâkalı
sembolizmin genellikle "Dünya Ekseni" ile bağlantıda olduğunu
söylemeliyiz. Buna göre, mızraktan damlayan kan, "Hayat Ağacı"ndan
yayılan çiğ ile aynı anlama gelmektedir. Tüm tradisyonların da hayatî prensibin
kan ile sıkı sıkıya ilintili olduğu hususunda birleştikleri zaten
bilinmektedir.
(66) Bazıları, bu zümrütün
Lüsifer'in tacından düşmüş olduğunu söylerler. Ancak burada bir karışıklık
olmaktadır ve bu da Lüsifer'in seviye yitirmeden önce "Taç Meleği"
(yani Keter, birinci sefir) olmasından kaynaklanır. İbranice'de buna Hakatriel
denir ve bu adın sayısı 666'dır.
(67) Bkz. Vedania'ya göre İnsan ve
Geleceği, s. 150.
(68) Bu "ilksel hâl” ya da
"Aden hâli" ile ilgili olarak Dante Ezoterizmi (1957 basımı) s. 46-48
ve 68-70'e; Vedanta’ya Göre İnsan ve Geleceği, s. 182’ye bakınız.
(69) Set’in Yeryüzü Cenneti'nde
kırk sene oturmuş olduğu söylenir. Bu 40 sayısı aynı zamanda
"uzlaşmak" ya da "prensibe geri dönüş" anlamına da gelir.
Bu sayı ile ölçülmüş olan devirlere Yahudi-Hristiyan tradisyonunda çok sık
rastlanır: Kırk gün süren tufanı, İsrailliler’in çölde kırk yıl boyunca
dolaşmalarını, Musa'nın Sina Dağı'nda geçirdiği kırk günü* İsa Mesih'in kırk
gün süren orucunu [Hristiyanlar'ın büyük perhiz günleri (Karem) de doğal olarak
aynı anlama gelir] anımsayalım. Hiç şüphesiz daha başkalarını da bulmak
mümkündür.
(70) "... Ve Hanok Allah ile
yürüdü ve gözden kayboldu;
Çünkü Allah onu aldı." [Tekvin, Bab V, 24) Böylelikle Dünya Cenneti'ne
taşınmış olmalıydı; Tostat ve Kajetan gibi bazı tanrıbilimciler de böyle
düşünmektedirler. "Azizlerin Ülkesi" ya da 'Yaşayanların Ülkesi"
hususunda da daha ileri satırlardaki açıklamalara başvurabilirsiniz.
(71) Bu, Yeryüzü Cenneti'ni tüm
tradisyonlardaki "kutupsal dağ!' ile aynı kabul ettiği Araf Dağı’nın
zirvesine yerleştiren Dante’nin kullandığı sembolizme de uygundur.
(72) Hindu tradisyonu, aslî olarak
Hamsa adı verilen tek bir kastın (sınıf) mevcut olduğunu öğretir. Bu, tüm
insanların şimdiki dört kast ile kendini gösteren o farklılaşmanın ötesinde
olarak, normal ve kendiliğinden bir şekilde bu isim ile tanımlanan (Hamsa)
ruhsal seviyeye sahip bulunmuş oldukları anlamına‘gelmektedir.
(73) Kutsal Graal efsanelerinin
bazı uyarlamalarında her iki anlam da birbirleriyle sıkı sıkıya birleşik durumdadır,
Çünkü bunlarda kitap, bizzat çanağın üzerine İsa Mesih ya da bir melek
tarafından yazılmış bir kitabe olarak geçmektedir. Burada "Hayat
Kitabı" ya da apokalips (Yuhanna’nın Vahyi) sembolizminin bazı unsurları
ile kolayca kurulabilecek olan bağlantılar mevcuttur.
(74) Arthur isminin çok kayda
değer ve "kutupsal" sembolizme bağlanan ve belki başka bir fırsatta
açıklayacak olduğumuz bir anlamı da vardır.
(75) "Yuvarlak Masa
Şövalyeleri"nin sayıları bazen ellidir (Bu, İbraniler'de Jübile'nin
sayısıdır ve aynı zamanda "Kutsal Ruh'un saltanatı" ile
bağlantılıdır); ancak daha üstün ve önemli bir rol oynayanlar, daima içlerinden
on iki kişidir. Bu husus üe alâkalı olması bakımından, Orta Çağ'a ait diğer
efsanevî anlatılar içerisinde Charlemagne'nın on iki yardımcısını da
anımsatalım.
(76) Montsalvat ile Meru
arasındaki benzerlik bize Hindular tarafından belirtilmiştir ve bu husus bizi
Graal'a ait Batı efsanesinin anlamını daha yakından incelemeye sevk etmiştir.
(77) Persler'in tradisyonuna göre
iki tür Haoma vardı: Beyaz olanı yalnızca "kutsal dağ"dan
toplanabilirdi ve bu dağa Alborj adını verirlerdi. Sarı olanı ise, İranlı
atalar ilk yaşadıkları yerleri terk ettikleri zaman bu ilkinin yerini aldı,
ancak daha sonraları onu da kaybettiler. Burada, ruhsal kararmanın insanlık
devresinin çeşitli çağlan boyunca derece derece oluşan ve birbiri peşi sıra
meydana gelen safhaları söz konusudur.
(78) Diyonizos ya da Baküsün, her
biri değişik görünümlerine bağlı olan daha birçok adı vardır. Bu
görünümlerinden en azından birinde, tradisyon onun Hindistan’ dan geldiğini
söyler. Onun Zeus'un uyluğundan doğduğunu söyleyen hikâye çok garip bir söz
benzerliğine dayanmaktadır: Yunanca’daki meros kelimesi "uyluk"
anlamına gelir ve bu, fonetik açıdan hemen hemen aynısı olduğu "kutupsal
dağ", yani Meru'nun yerine geçirilmiştir.
(79) Bu sözcüklerin her birinin
sayısı da 70’tir.
(80) Melkisedek’in adağı, genel
olarak Öşaristi’nin (Eucharistie) "önceden temsil edilişi" şeklinde
kabul edilmektedir ve Hristiyan papazlığı, prensip bakımından, Mezmurlar'da
bulunan şu sözün Hz. İsa'ya uygulanmış olması açısından Melkisedek’in papazlığı
ile aynı olmaktadır: "Tu es sacerdos in aetemum secundum ordinem
Melchissedec" (Not: Türkçe'ye "Melkisedek tertibi üzre sen ebediyen
kâhinsin." şeklinde tercüme edilmiştir.) (Mezmurlar CX, 4.)
(81) İbranilere Mektup, V, 11.
(Not: İncil'in Türkçe çevirisinde şöyle yazılmıştır: "Bunun hakkında
söyleyecek çok sözümüz vardır ve kulaklarınız işitmekte ağırlaştığından,
tefsiri güçtür.")
(82) Abram’ın adı henüz İbrahim (Abraham)
olarak değişmemişti: aynı anda (Tekvin, XVII) karısı Saray'ın (Sarai) adı da
Sara (Sarah) olarak değiştirildi; öyle ki bu her iki ismi oluşturan sayıların
toplamı aynı kaldı.
(83) Tekvin, XIV, 19-20.
(84) Aynı köke İslâm ve Müslim
(Müslüman) kelimelerinde rastlanması da kayda değer bir husustur. "İlâhî
İradeye kendini terk" (bu, İslâm kelimesinin esas anlamıdır),
"Barış”ın gerekli şartıdır. Burada ifade edilen fikir ile Hindular’ın
Dharma’sı arasında yakınlık kurulabilir.
(85) İbranilere Mektup, VII, 1-3.
(86) İbranilere Mektup, VII, 7.
(87) Tekvin, XIV, 22.
(88) Bu iki ismin her birinin
sayısı 197'dir.
(89) Bu, daha yu kanda belirtmiş
olduğumuz ayniyeti (aynı oluşu) tamamen haklı çıkarmaktadır. Ancak tradisyona
katılışın her zaman şuurlu olamayacağını da gözlemek gerekir. Bu durumda
"ruhsal tesirlerin" aktarılmasına vasıtalık etmek gibi bir rol
oynadığı gerçektir, ancak inisiyatik hiyerarşinin herhangi bir mevkiinde
bulunduğu anlamına gelmez.
(90) Bu söylenenlerin ışığında, bu
üstünlüğün Yeni Birleşme'nin Eski Yasa'ya olan üstünlüğüne denk geldiği
söylenebilir (İbranilere Mektup, VII, 22). İsa Mesih'in niçin ruhanî Levi
aşiretinden değil de Yahuda kraliyet aşiretinden doğmuş olduğunu açıklamak
gerekir (Bkz: İbranilere Mektup, VII, 11-17.), ancak tüm bunlar, bizi
konumuzdan çok uzaklaştınr. Yakup'un on iki oğlundan gelen on iki aşiretin
organizasyonu, doğal olarak ruhsal merkezlerin on ikili yapısına
bağlanmaktadır.
(91) İbranilere Mektup, VII, 9.
(92) İbranilere Mektup, VII, 8.
(93) İskenderiye Gnostikleri'nin
Pistis Sofyası'nda (Pistis Sophia) Melkisedek, "Ebedî Işığın Büyük
Alıcısı" olarak nitelendirilir. Bu, kendi sahası olan âleme yansıtmak
amacıyla, doğrudan Prensip'ten çıkan bir ışın vasıtasıyla anlaşılabilir Işığı
alan Manu’nun işlevi ile de tam bir uygunluk göstermektedir; zaten işte bu
yüzden Manu için "Güneş'in Oğlu" denilir.
(94) Melki-Sedek ile ilgili başka
tradisyonlar da mevcuttur. Bunlardan birine göre o, Yeryüzü Cenneti'nde elli
iki yaşındayken Melek Mikail tarafından kutsanmıştı.
(95) Bu Dharma-Raja ismi ya da
daha doğrusu unvanı, bilhassa Mahabarata'da Yudiştira'ya uygulanmıştır; ancak o
daha önce, geçmiş satırlanmızda Manu ile olan çok sıkı ilişkisini belirtmiş
olduğumuz "Ölülerin Yargıcı" Yama idi.
(96) Hristiyan ikonografisinde,
"Son Hüküm" tasvirlerinde Melek Mikail bu iki sıfatı ile gözükür.
(97) Aynı şekilde, Eski
Mısırlılar'da da Ma ya da Maat, aynı zamanda hem "Adalet" hem de
"Hakikat" idi. Onu, yargı terazisinin kefelerinden birinde yer almış
şekliyle, diğer kefede ise, kalbin hiyeroglifinin bulunduğu hâliyle temsil
edilmiş görmek mümkündür. İbranice’de hok (hoq) "ferman" anlamına
gelmektedir. (Mezmur, II, 7)
(98) Bu Hak kelimesinin sayısal
değeri 108'dir ve bu, başlıca devresel sayılardan biridir. Hindistan'da Çiva
(Şiva) tespihi 108 tanecikten oluşur; ve tespihin ilk anlamı "âlemler
zinciri"ni, yani devrelerin (siklusların) ya da mevcudiyet hâllerinin illî
(sebepsel) olarak zincirleme gidişini sembolize eder.
(99) Bu anlam şu formül ile
özetlenebilir: "Kudret doğrunun hizmetinde"; tabiî ki çağdaşların,
tamamen dışsal bir anlamda ele alarak bunu istismar etmemeleri koşuluyla.
(100) Bkz: Dante Ezoterizmi, 1957
baskısı, s. 58.
(101) Orta Asya halklarının,
liderlerine verdikleri Han unvanı da belki aynı köke bağlıdır. (Guenon bunu Klıan
olarak yazıyor; Kağan ve bunun değişime uğramış şekli olan Hakan sözcüğü de
muhtemelen aynı köktendir. ç.n.)
(102) Sedek aynı zamanda, meleğinin
ismi Sadkiel-Melek olan Jüpiter gezegeninin de adıdır. Melki-Sedek ismi ile
olan benzerliği (buna sedece tüm melek isimlerinin sonunda bulunan İlâhî isim
El eklenmiştir), üzerinde durulmasını gerektirmektedir. Hindistan'da aynı
gezegene Brihaspati adı verilir ki bu, "Semavî (Göksel) Yüksek Papaz
anlamındadır. Malkut ile eşanlamlı diğer bir kelime de Sabbat'tır. Bunun anlamı
olan "sükûn", gayet belirgin biçimde "sulh" fikrine
bağlanmaktadır. Bu fikir de, daha yukarıda görmüş olduğumuz gibi, Sekinah’ın
"aşağı âlem” ile temas kurmasını sağlayan bizzat kendi dış görünümünü
ifade etmektedir.
(103) P. Vulliaud, Yahudi Kabalası,
C. I, s. 509.
(104) Samiriyeliler'de aynı rolü
üstlenen ve aynı şekilde tanımlanan, Garizim Dağı'dır: O, "Kutsanmış
Dağ"dır, "Ebedî Tepe"dir, "Miras Dağı"dır, 'Tanrı’nın
Evl"dir ve "Meleklerin Tabernakl”ıdır, Sekinah’ın ikametgâhıdır ve
hatta tufan sularının altında kalmamış olan ve içinde Aden'in bulunduğu
"İlksel Dağ"dır (Har Kadim).
(105) Tabernakl: İbraniler'de.
icinde ahit sandığının muhafaza ediliği çadır
(106) S. Vulliaud Kabalası, C. I, s.
509.
(107) Dante Ezoterizmi. 1957
baskısı, s. 64.
(108) Yahudi Kabalası, C. II, s.
116.
(109) (Bir Kalpa on dört Mahvanlara
içerir; Vaivasvata, yani şimdiki Manu, Şri-Şveta-Var aha-Kalpa ya da
"Beyaz Yaban Domuzu Çağı" adı verilen bu Kalpa’nın yedinci Manusu
dur. Diğer bir kayda değer husus da şudur:
Yahudiler Roma'ya Edom adını verirler. Tradisyon da Roma'nın yedi kralı
olduğundan bahseder ve bu kralların İkincisi olan ve kentin yasa koyucusu
olarak kabul edilen Numa'nın adı, Manu isminin hecelerinin yerleri
değiştirilerek elde edilmektedir ve bu, aynı zamanda Yunanca’da
"yasa" anlamına gelen nomos sözcüğü ile de akraba gibidir. Demek ki
diğer bir bakış açısından, Roma'nın bu yedi kralının, yedi Manu'nun belirli bir
uygarlıkta özel bir şekilde temsil edilişinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Aynı şekilde, Yunanistan'ın yedi bilgesi de, benzer şartlarda, kendilerinde
bizden bir önceki devrenin bilgeliğinin bireşimlendiği yedi Rişi'nin birer
temsilidirler.
(110) Kült Tapınca.
(111) Mağara ya da in, varlığın
merkezi ve ayrıca "Dünya Yumurtasının içi olarak kabul edilen kalp
boşluğunu temsil etmektedir.
(112) Buna örnek olarak
"Cehennemlere İniş"ten bahseden bölümü gösterebiliriz, İnceleme
fırsatı bulanlar bunu, aynı konu hakkında "Dante Ezoterizmi" adlı
kitapta yapılan açıklamalarla kıyaslayabilirler.
(113) Burada kullanmakta olduğumuz
bilgilerin bir bölümünü Jeıvish Encyclopedia'dan (VIII, 219) aldık.
(114) Tekvin, XXVIII, 19.
(115) Bazı Kuzey Amerika uluslarının
tradisyonlarında bir ağaçtan ve bu ağaç vasıtasıyla başlangıçta yerin içinde
yaşayan insanların yerin yüzeyine çıktıklarından ve de aynı ırka mensup diğer
bazılarının hâlâ yeraltı dünyasında yaşamakta olduklarından söz edilir.
Bulwer-Lytton'ın Geleceğin Irkı (The Corning Race La Race Future) adlı eserinde
bu tradisyonlardan esinlenmiş olması mümkündür. Bunun yeni bir basımı, Bizi
İmha Edecek Olan Irk adını taşımaktadır.
(116) Bu kal kökünden, Lâtince'deki
kaligo (caligo) ve belki de bileşik bir kelime olan okültûs (occultus) gibi
diğer başka kelimeler de türemiştir. Diğer yandan, kaelare formunun esas
olarak, daha farklı bir kök olan kaed'den (caed) kaynaklanması mümkündür. Bu
kaed kökü, ilk önce "kesmek" veya "bölmek" (buradan kaedere
türemiştir), ardından da "ayırmak" ve "bölmek" anlamlarına
gelir. Ancak, her ne olursa olsun, bu köklerin ifade ettiği fikirler, görüldüğü
gibi birbirlerine çok yakındırlar; buradan da gayet basit olarak anlaşılacağı
gibi, kaelare (caelare) ve celare, her ne kadar etimolojik bakımdan
birbirlerinden bağımsız dahi olsalar biri diğerine benzer ve birbirlerini temsil
edebilirler.
(117) "Dünyanın Çatısı",
"Semavî Ülke"ye ya da ’Yaşayanların Ülkesi"ne benzer ve bunun,
Orta Asya tradisyonlarında, Avaloki-teşvara’nın egemenliği altında bulunan
"Batı Göğü" ile çok sıkı bağlantıları vardır. "Örtmek"
anlamına ilişkin olarak Masonluktaki "örtü altında olmak" deyimini
anımsatalım: Loca’nın yıldızlı tavanı gök kubbeyi temsil eder.
(118) Bu, Mısırlılar'da İsis'in veya
Neit’in örtüsüdür; Uzak Doğu tradisyonunda da, Evrensel Ana’nın "mavi
örtüsü"dür (Tao-te-king, bölüm VI). Bu anlam şayet göze görünen gökyüzüne
uyarlanırsa, o zaman burada astronomik sembolizmin yüce hakikatleri gizleyici
ya da "ifşa edici" rolüne değinilmiş olduğu görülür.
(119) Safir, Tevrat’taki sembolizmde
önemli bir role sahiptir. Peygamberlerin gördükleri vizyonlarda (niyetlerde)
sık sık gözükür.
(120) (Sanskritçe’de kuzeye, en
yüksek bölge anlamında Ut. iara adını
verirler. Güneye ise sağdaki bölge, yani doğuya doğru dönüldüğünde kişinin sağ
tarafında kalan bölge anlamında Dakşina derler. Güneş'in kış başlangıcında
başlayan ve yaz başlangıcında sona eren, Kuzey'e doğru olan ve yükselen
ilerleyişine de Uttarayana adını verirler. Güneş'in, Güney'e doğru olan ve inen
yürüyüşüne de Dakşinayana adını verirler; bu da yaz başlangıcında başlar1ve kış
başlangıcında sona erer.
(121) Hindu sembolizminde (ki Budizm
de bunu "yedi adım" efsanesiyle bizzat muhafaza etmiştir) uzayın yedi
bölgesi dört ana nokta, Zenit ve Nadir ve son olarak da merkezin bizzat
kendisidir. Bunların temsil edilişinin üç boyutlu bir haç meydana getirdiği
fark edilmektedir (merkezden itibaren birbirine ikişer ikişer zıt olan altı
yön). Aynı şekilde Kabala sembolizminde de "Kutsal Saray" ya da
"İçteki Saray", altı yönün merkezinde yer alır ve onunla birlikte
yedili bütün oluşur. İskenderiyeli Clement, "Evrenin Kalbi" olan
Tanrı'dan biri yukan, diğeri aşağı, biri sağa, diğeri sola, biri öne, diğeri de
arkaya doğru yönelen sonsuz uzantılar çıktığını, Tanrı'nın, bakışlarını daima
eşit bir sayıya yöneltircesine bu altı uzantıya doğru bakarak, âlemi tamamladığını
söyler; "O, başlangıç ve sondur (alfa ve omega) ve zamanın altı safhası
O'nda tamamlanır ve sonsuz kapsamlarını (şümullerini) O'ndan alırlar; 7
sayısının sun buradadır." der (P. Vulliaud tarafından Yahudi Kabalası, C.
I, s. 215216'da aktanlmıştır). Bunların tümü, ilksel noktanın zaman ve mekân
içindeki gelişimiyle bağlantılıdır. Zamanın altı safhası sırasıyla uzayın altı
yönüne denk gelir ve bunlar, altı devresel periyotlardır, daha genel bir
periyodun alt bölümleridirler ve zaman zaman, altı adet bin yıllık devir olarak
temsil edilmişlerdir. Bunlar, Tekvin'de sözü edilen ilk altı "gün"
ile de benzeşirler; ki bunlardan yedincisi, yani Sebt (Sabbat) günü Prensip'e,
yani merkeze geri dönüş safhasıdır. Böylece yedi dvipalar’ın da sırasıyla tezahür
ettikleri yedi devre ortaya çıkmaktadır; bu periyotlardan her biri bir
Manvantara’dır, bu durumda Kalpa, eksiksiz olarak iki adet yedili diziyi
içermektedir. Aynı sembolizm, devresel periyotların daha az ya da çok geniş
olmalarına göre çeşitli derecelere uyarlanabilir.
(122) Daha önceki satırlarda
gökkuşağı sembolizmine ilişkin olarak söylenenlere bakınız. Gerçekte birbirini
ikişer ikişer tamamlayan ve birbirine ikişer ikişer zıt olan altı yönün
karşılığı olan altı renk vardır. Yedinci renk beyazın bizzat kendisidir, tıpkı
yedinci bölgenin bizzat merkezin ta kendisi oluşu gibi...
(123) Katolik hiyerarşisinde
Papa'nın beyazlar giymiş olması boşuna değildir.
(124) Bu nedenden dolayı badem ağacı
Bakire'nin (Vierge) sembolü olarak kabul edilmiştir.
(125) Bu Yahudi tradisyonunun büyük
bir olasılıkla Leibnitz'in "animal" (yani canlı varlık), yani sürekli
olarak bir bedenle mevcut olan, ölümden sonra "küçülen" varlık
hakkındaki teorisine ilham kaynağı olduğunu fark etmek hayli ilginçtir.
(126) Korintoslulara I. Mektup, XV,
42. Bu sözlüklerde benzeşim (analoji) yasasının kesin bir uygulanışı vardır:
'Yukarıdaki aşağıdakine, aşağıdaki de yukarıdakine benzer."
(127) Sanskritçe'de akşara sözcüğü
"çözülemez" ve ardından da "mahvolmayan" ya da "tahrip
edilemeyen" anlamlarına gelir. Lisanın ilk unsuru ve tohumu olan heceyi
belirtir ve bu özellik, üçlü Veda'nın özünü içerdiği söylenen tek heceli sözcük
Om'a gayet iyi uymaktadır.
(128) Bunun eşdeğerde olanını
özellikle çok önemli gelişimlerle Taoizm'de olmak üzere, farklı bir biçim
altında değişik tradisyonlarda bulmak mümkündür. Bu, aynı zamanda
"makrokozmik" düzende "Dünya Yumurtası" olanın,
"mikrokozmik" düzendeki benzeridir; Çünkü "gelecekteki
devrenin" imkânlarını kapsamaktadır (Katolik inancının vita venturi
soeculisi' dir).
(129) Bu noktada, Yunan'daki Psişe
sembolizmine başvurulabilir; bu, büyük ölçüde bu benzerliğe dayanmaktadır.
(Bkz: "Psişe", F. Pron.)
(130) Belli bir bağlantının ışığında
bunun ikametgâhı yürek boşluğu ile de bir tutulmuştur; Hindular’ın Şaktisi ile
İbraniler'in Sekinah’ı arasında bir ilişki olduğunu daha önce de ima etmiştik.
(131) Kundali kelimesi (dişisi:
Kundalini), halkaya da spiral (helezon) biçiminde sarılmış anlamına gelir. Bu
sanlmışlık durumu tohum hâlinde ve "henüz gelişmemiş" hâli temsil
eder..
(132) Bu, suşumna ya da "kalp
atardamarı” ile "güneş ışını" mn temas ettikleri nokta olan
Brahma-randra, yani Brahma deliğidir. Bu sembolizmi Vedarıta’ya Göre İnsan ve
Geleceği kitabımızda bütünüyle sergilemiştik.
(133) Tüm bunların, şu gayet iyi
bilinen hermetik (saklı, gizli) cümle ile çok sıkı bir bağlantısı vardır:
"Visita inferiora terrae, rectificando invenies occultum lapidem, veram
medicinam." Bu cümle akrostiş yapıldığında Vitriolum kelimesini verir.
"Felsefe taşı" (ya da Filozof taşı), değişik bir görünüm altında aynı
zamanda "gerçek tıp"tır, yani "uzun hayat iksiri"dir ki, bu
da aslında "ölümsüzlük şerbeti"nden başka bir şey değildir. İnferiora
(aşağı) yerine bazen interiora (iç) yazarlar; ancak, genel anlam değişmez ve
"yeraltı âlemfni, ima eden bir ifade daima kendini gösterir.
(134) Bu sözler 1890 senesinde,
Narabançi Manastırında insanlara görünen "Dünya Kralı”nın bir kehanetinin
son cümlesini oluşturmaktadır.
(135) Manvantara’ya. ya da Manu
çağma Maha-Yuga adı da verilir ve bu da dört Yuga’ya, yani ikincil devreye
ayrılır: Krita-Yuga (ya da Satya-Yuga), Treta-Yuga, Dvapara-Yuga ve Kali-Yuga;
bunlar antik Yunan-Lâtin toplumlarında sırasıyla "Altın Çağ",
"Gümüş Çağ", "Tunç Çağ" ve "Demir Çağ" olarak tanımlanırlar.
Bu devrelerin birbirleri ardından gelişleri sırasında, bir tür giderek
maddîleşme durumu söz konusudur. Bu maddî-leşme, "ilksel hâl'den itibaren
devresel tezahürün cismanî dünyadaki gelişimine eşlik eden, Prensipten
uzaklaşma durumunun bir sonucudur..
(136) Bu çağın başlangıcı, özellikle
Tevrat'taki sembolik ifadelerde "Babil Kulesi" ve "dillerin
karışıklığı" olarak temsil edilmiştir. Cennetten kovuluş ve tufan
hadiselerinin ilk iki çağın sonunda gerçekleştiğini düşünmek mantıklı
gelebilir; ancak gerçekte İbranî tradisyonunun başlangıç noktası
Manvarıtara’nın başlangıcı ile çakışmaz. Şunu da unutmamak gerekir ki devresel
yasalar, değişik derecelerden olmak üzere, birbirleriyle aynı genişliğe sahip
olmayan ve hatta zaman zaman birbirlerinin alanlarına tecavüz eden devirlere
uygulanabilmektedirler. Bu yüzden de, başlangıçta karmakarışık ve içinden
çıkılmaz gibi gözüken ve ancak bu devirlere denk gelen tradisyonel merkezlerin
hiyerarşik silsileye göre birbirlerine tâbi oldukları dikkate alındığında
çözümlenebilen birtakım zorluklar ortaya çıkmaktadır.
(137) Tarihçilerin M.Ö. 6. yüzyıldan
evvel gerçekleşmiş olanlara ilişkin kesin bir kronoloji oluşturmak hususunda
neredeyse genel bir çaresizlik içinde oldukları dikkati çekmektedir.
(138) Bu ifade Taoist doktrinden
alınmadır. Diğer taraftan biz "niyet" (Fr.: intention) sözcüğünü
Arapça'daki niyah’ın tam bir karşılığı olarak kullanıyoruz. Zaten bunun
tercümesi de böyledir ve bu anlam Lâtin etimolojisine (İn-tendere:. Yönelmek)
de uygundur.
(139) Bu söylediklerimiz, İncil’deki
şu sözleri gayet kesin bir anlamda yorumlama imkânı vermektedir: "Arayınız
ve bulacaksınız; isteyiniz ve elde edeceksiniz; kapıyı çalınız ve onu size
açacaklardır." Burada doğal olarak, "doğru niyet" ve "iyi
niyet" (hüsnüniyet) hakkındaki daha önceden yapmış olduğumuz açıklamalara
başvurmak gerekecektir. Bunun sonucunda da şu formülün açıklanması kolayca
tamamlanabilecektir: Pax in terra hominibus bonae voluntatis ("Dünyadaki
iyi iradeli insanlara barış gelsin.").
(140) İslâmiyet'te bu yön (kıble)
âdeta niyetin (niyah) maddi hâle dönüşmesi gibidir. Hristiyan kiliselerinin
yönü de esas olarak aynı fikre dayanan diğer özel bir husustur..
(141) Burada, pek tabiî ki göreceli
bir dışsallık söz konusudur; Çünkü bu ikincil merkezler de Kali-Yuga’nın
başlangıcından beri az ya da çok sıkı sıkıya kapalı bir durumdadırlar.
(142) Bu, yeni başlayan devreye
(siklus) göre Yeryüzü Cenneti neyi ifade ediyorsa, sona ermiş olan devreye göre
aynı şeyi ifade eden Göksel Kudüs'ün (Yerûşalim-Jerusalem) tezahür edişidir.
(Ki bunu Dante Ezoterizmi adındaki kitabımızda daha önce de açıklamıştık.)
(143) Aynı şekilde, daha geniş bir
diğer bakış açısına göre de, insanlık için ilksel merkezden uzaklaşmanın da
çeşitli dereceleri vardır ve değişik Yugalar’ın birbirleri arasındaki farklılık
bu uzaklığa bağlıdır.
(144) Bu iddiayı kanıtlayan türrr
açıklamaların verilmiş olduğu Dante Ezoterizmi hakkındaki incelememize
başvurulması yerinde olur.
(145) Bizim burada sergilemekte
olduğumuz hususları anlayacak olanlar, çağdaş Batı'da ortaya çıkmış olan çok
sayıda sahte inisiyatik teşkilâtlan ciddîye almamızın niçin imkânsız olduğunu
çok iyi kavrayacaklardır. Biraz katı bir sınavdan geçirildiklerinde bunlardan
hiç biri en ufak bir "kurala uygunluk" kanıtı bile sergileyemez.
(146) Başka bir yerde, Vedalar'daki
Agni ile Kuzu (Agneau) sembolü arasındaki bağlantıya değinmiştik. (Dante
Ezoterizmi, 1957 baskısı, s. 69-70; Vedanta'ya Göre İnsan ve Geleceği, s. 43.);
Koç, Hindistan'da Agni’nin bineğini (ya da taşıtını) temsil eder. Diğer
taraftan Ossendowski, Rama kültünün (tapıncasının) Moğolistan'da daima mevcut
olduğunu pek çok defa belirtmiştir. Burada demek ki, Doğu'yu inceleyen
bilginlerin çoğunun iddiasının tersine, Budizm'den daha başka bir şey vardır.
Ayrıca, "Ram Devresi"nin anılarının günümüzde Kamboçya'da hâlâ daha
yaşamakta olduğu şeklinde, bize gayet olağanüstü gelen ve bu yüzden burada
aktaramadığımız bazı bilgiler iletildi; bunu da sadece belleklerde yer etsin
diye söylüyoruz.
(147) Apokalips'de (Yuhanna’nın
Vahyi) sözü geçen yedi mühürlü kitabın üzerindeki kuzu tasvirlerini de
anımsatalım; Tibet Lamaizmi'nde de yedi esrarengiz mühür vardır ve'bu
benzerliğin bir rastlantı eseri öldüğünü düşünmüyoruz..
(148) Kaf Dağı’na ne karadan ne de
denizden asla ulaşılamayacağı söylenmiştir (id bil-barr va lâ bil-bahr; daha
önce Montsalvat için de aynı şey söylenmişti) ve diğer tanımlamaların yamsıra
onun için "Azizler Dağı" (Jabal-el Avliyâ) da denir ve bu,
Anne-Catherine Emmerich'in "Peygamberler Dağı" ile
karşılaştırılabilir.
(149) Bu tamamlayıcılık
"Süleyman'ın Mührü"nü meydana getiren ve birbirine zıt yönlerde iç
içe geçmiş iki üçgenin durumudur. Daha önce sözünü etmiş olduğumuz mızrak ve
kupa (çanak, kâse) ve eşanlamlı diğer pek çok sembol ile de
karşılaştırılabilir.
(150) 1913 yılında yayınlanan
Omfalos adlı bir eserde W. H. Roscher bu olgunun çok çeşitli milletlerde
geçerli olduğunu ortaya koyan kayda değer sayıda belgeyi biraraya getirdi.
Ancak bu milletlerin, bu sembolü dünyanın biçimini ifade etmek için
kullandıklarını iddia etmek yanılgısına düştü; Çünkü burada, en kaba anlamıyla
(tamamen fiziksel) yeryüzü kabuğunun merkezinin söz konusu olduğunu sanıyordu;
onun bu görüşü, sembolizmin derin anlamından tamamen habersiz olduğunu
gösteriyordu. Bundan sonraki satırlarımızda, M.S. Loth'un Revue des Etudes
Anciennes'in (Eski İncelemeler Dergisi) Temmuz Eylül 1915 sayısında yer alan
Keltler'de Omfalos başlıklı incelemesindeki bilgilerin bir kısmını
kullanacağız.
(151) Almanca'da nabe, dingil
başlığı, nabel de göbek (ombilic) anlamına gelir. İngilizce'de de nave ve
nauetTBu anlamlara gelirler; hatta İkincisi, genel olarak merkez ya da orta
anlamında da kullanılır. Yunanca’daki Omfalos ve Lâtince'deki umbilicus, her
ikisi de aynı kökün basit bir değişime uğratılmasından oluşmuşlardır.
(152) Aynı fikre bağlı olarak,
Rig-Vedadaki Agniye "Dünyanın Göbeği" adı verilir. Daha önce de
söylemiş olduğumuz gibi, svastika sık sık Agni'nin bir sembolü olarak
kullanılmıştır.
(153) Yunanistan'da, tıpkı Elözis ve
Samotraki (Semadirek) gibi, özellikle Sırlar (Mister'ler) inisiyasyonuna
ayrılmış olan başka ruhsal merkezler de vardı, ancak Delf, tüm Helen camiasının
bütününe ilişkin sosyal bir role sahipti.
(154) Tekvin, XXXVIII, 16-19.
(155) Beyl-Lehem'in, yine Tekvin'de
yer alan Beyt-Elohim ile arasındaki fonetik benzerlik dikkati çekmektedir.
(156) 'Ve Ayartıcı (İblis) gelip ona
dedi: Eğer sen Allah'ın Oğlu isen, söyle, bu taşlar ekmek olsun." {Matta,
IV, 3; Lukas, IV, 3) Bu sözlerin, bizim burada belirttiklerimizle ilgili olan,
esrarengiz'bir anlamı vardır: İsa Mesih böyle bir dönüşümü gerçekleştirmek
zorundaydı, ancak bu, İblis’in istediği şekilde maddî değil, ruhsal bir
dönüşümdü. Ruhsal düzen maddî düzene benzer, ancak ters yöndedir ve şeytanm
işareti, onun her şeyi tersinden almasmdadır. "Gökten inmiş olan yaşayan
ekmek", Kelâm’ın tezahürü olarak Mesih'in bizzat kendisidir, dolayısıyla
şu yanıtı vermiştir: "İnsan yalnız ekmekle yaşamaz, fakat Allah'ın
ağzından çıkan herbir sözle yaşar." 'Yeni Birleşme"de (Nouvelle
Alliance), "Tanrı Evi" sıfatıyla taşın yerini alacak olan da bu
ekmektir: orakllar da bu nedenden durmuştur. Te-zahür etmiş Kelâm’ın eti ile
aynr şey olan bu ekmek ile ilgili olarak, İbranice'deki lefıem sözcüğü île aynr
olan Arapça'daki lahm sözcüğünün, aslında "ekmek" yerine
"et" anlamına geldiğini belirtmemiz de ilginç olacaktır.
(157) Tekvin, XXVTII, 22.
(158) Bazen, özellikle de kimi Yunan
omfaloilari’nda taş, bir yılanla çevrilmiştir. Bu yılan, Kaideliler'e ait sınır
taşlarının alt ya da tepe kısmında sarılmış olarak da karşımıza çıkar; bu
taşlar gerçek "betiller" olarak kabul edilmelidir. Zaten, taş sembolü
de, tıpkı ağaç sembolü ("Dünya Ekseni"nin diğer bir figürü) gibi
yılan sembolü ile sıkı bir birleşme içindedir. Özellikle Keltler'de ve
Mısırlılar'da da yumurta sembolü ile birleşir. Omfalos'un temsil edilişinin
dikkate değer örneklerinden biri de Kermaria "betili"dir; bunun genel
biçimi, tepesi yuvarlatılmış ve bir yüzünde svastika işareti bulunan, muntazam
olmayan bir koni şeklindedir. Daha yukarıda sözünü etmiş olduğumuz
incelemesinde M. J. Loth bu "betil"in ve aynı türden diğer bazı
taşların fotoğraflarım yayınlamıştı.
(159) Çin tradisyonunda 5 sayısı çok
özel sembolik bir anlama sahiptir.
(160) Brehon Laws; J. Loth
tarafından nakledilmiştir.
(161) Çin'in aynı zamanda
"Ortadaki İmparatorluk" olarak da tanımlanmış olduğu bilinir.
(162) Mid (Mide) Krallığı’nın
başkenti Tara idi; Sanskritçe'de Târâ sözcüğü "yıldız" anlamına gelir
ve özellikle de kutup yıldızını tanımlar.
(163) Lâtinceleştirilmiş şekliyle
bilinen Aziz Patris (Saint Patrice) adı aslında Cothraige'dir ve
"dörtlerin hizmetkârı" anlamına gelmektedir.
(164) Merkezde bulunan "gerçek
insan”, nesnelerin hareketine katılmaz. Ancak esasında, o, sadece varlığıyla
bile bu hareketi yönetir, Çünkü "Göğün Etkinliği" onda yansır.
(165) Tchoang-tseu, Bölüm I;
Tercüme: P. L. Wieger, s. 213. İmparator Yao'nun M.Ö. 2356 senesinde hüküm
sürmüş olduğu söylenir.
(166) Burada, İslâm tradisyonundaki
dört Avtad ile de bir yakınlık görülmektedir.
(167) Svastika gibi haçvari
figürlerde bu ilksel unsur, Kutup olan merkezdeki nokta ile temsil edilmiştir.
Diğer dört unsur, tıpkı dört ana yön gibi, haçın dört koluna karşılık gelirler.
Zaten bu, dörtlüyü tüm uygulamalarıyla birlikte temsil eder.
(168) Aztlan ya da Tufanın
ideografik işareti beyaz balıkçıl kuşu idi. Balıkçıl kuşu ve leylek Batı'da,
ibis (Mısır turnası, kara leylek, kelaynak) kuşunun Doğu’da oynadığı rolün
aynısına sahiptirler ve bu üç kuş da, İsa Mesih'in işaretleri (amblemleri)
arasında yer alırlar. Mısırlılar'da ibis, Tot'un (Thoth) yani Bilgeliğin
sembollerinden biriydi.
(169) Atlantis tradisyonu ile
Hiperbórea tradisyonunun birleştikleri noktayı kesin şekilde saptamak
hususundaki en büyük zorluk, birçok isimlerin birbirleri yerine kullanılmış
olmasından kaynaklanır ve bu da pek çok karışıklıklara yol açar. Ancak, her
şeye rağmen, sorun yine de çözülebilecek bir niteliktedir.
(170) Büyük Ayı "Jade (yeşim
taşı) Terazisi" olarak da adlandırılmıştır; Jade burada mükemmelleşmenin
bir sembolüdür. Diğer milletlerde, Büyük Ayı ile Küçük Ayı, her biri bir
terazinin iki kefesinden birine benzetilmişlerdir. Bu sembolik terazi ile Sifra
di-Tseniuta'da ("Sırrın Kitabı", Zohar’ın bir bölümü) söz konusu olan
terazi arasında bir bağlantı vardır: Bu terazi "mevcut olmayan bir yerde
asılıdır", yani tezahür etmemiş bir yerde; ki bizim dünyamız için burayı
kutup noktası temsil etmektedir. Zaten, bu dünyanın dengesinin Kutup üzerinde
oluştuğu da söylenebilir.
(171) Büyük Ayı'ya Hindistan'da
sapta-rikşa, yani yedi Kişinin sembolik ikametgâhr derler. Bu doğal olarak
Hiperbórea tradisyonuna uygundur; halbuki Atlantis tradisyonunda Büyük Ayının
bu rolü, yine aynı şekilde yedi yıldızdan oluşan Pleiadlar'a verilmiştir.
Yunanlılara göre, Pleiadlar’ın Atlas'ın kızları olduğu ve bu yüzden Atlantidler
adını aldıkları da bilinir.
(172) Daha önceki bölümlerde Meru
ile meros arasındaki okunuş benzerliği ile bağlantılı olarak, Eski
Mısırlılar’ın Büyük Ayıya But (Oyluk) Takımyıldızı adım vermiş olduklarını
görmek ilginçtir.
(173) Şveta-dvipa, Jambu-dvipa'nın
on sekiz alt bölümünden biridir.
(174) Bu, aynı şekilde antik Batı’nın
"Zengin Adaları"nı anımsatmaktadır. Ancak bu adalar Batı'da yer
alıyorlardı ("Hesperidler Bahçesi": Yunanca'da hesper, Lâtince'de
vesper akşam anlamına gelirler, yani Batı demektir.); bu da Atlantis kökenli
bir tradisyonun söz konusu olduğunu gösterir. Bu aynı zamanda Tibet
tradisyonunda geçen "Batı Göğü"nü de düşündürmektedir.
(175) "Azizler Adası"
ismi, tıpkı "yeşil ada" ismi gibi daha sonraları İrlanda'da ve hatta
İngiltere'de de kullanılmıştır. Heligoland Adası’nın isminin de aynı anlama
geldiğini belirtelim.
(176) Yeryüzü Cenneti'ne ilişkin
benzer tradisyonlardan daha önce bahsetmiştik. İslâm ezoterizminde "yeşil
ada" (eljezirah, el kadrah) ve "beyaz dağ" (el-jabal, el-abiod)
da gayet iyi tanınırlar; ancak dışanda bunlardan pek söz edilmez.
(177) Burada, Dante Ezoterizminde de
bahsedilen üç hermetik renge rastlıyoruz: Yeşil, beyaz ve kırmızı.
(178) Diğer taraftan zaman zaman,
gökkuşağının renklerini taşıyan bir kuşaktan söz edilir; İris'in eşarbı ile
bunun arasında bir yakınlık kurulabilir. Saint Yves Hint Misyonu adlı eserinde
buna değinmiştir; aynı şeye Anne-Catherine Emmerich'in rüyetlerinde de
rastlanmaktadır. Daha önce gökkuşağının sembolik anlamı ve yedi dvipa hakkında
yaptığımız açıklamalara başvurmak yararlı olur.
(179) Lâtince'de "beyaz"
anlamına gelen albus ile İbranice'de aynı anlama gelen ve dişisi olan
Lebanah’ın Ay'ı tanımlamakta kullanıldığı Laban arasında bir yakınlık vardır.
Lâtince'deki Luna, aynı zamanda hem "beyaz" hem de "ışıklı"
(parlak) anlamına gelir. Zaten bu iki fikir de birbiriyle bağlıdır.
(180) Argos (beyaz) sıfatı ile
kentin adı arasında yalnızca basit bir aksan farkı vardır; kentin adı nötrdür
ve bu aynı adın erili Argus'tur. Burada Argo isimli gemiyi de düşünmek
mümkündür. (Bu geminin Argus tarafından inşa edilmiş ve direğinin de Dodon
ormanındaki bir meşe ağacından yapılmış olduğu söylenir.) Bu duruma göre, bu
kelime aynı zamanda "hızlı" anlamına da gelir, Çünkü hızlılık, ışığın
(ve özellikle de şimşeğin) bir niteliği olarak kabul edilir; ancak ilk anlamı "beyazlık"
ve ardından da "ışık saçıcılık"tır. Aynı kelimeden, beyaz metal olan
ve astrolojik bakımdan Ay'a karşılık gelen gümüşün (argent) adı türemiştir.
Lâtince'deki argentum ile Yunanca'daki argııros'un aynı köke sahip
oldukları meydandadır.
(181) Şankaraçarya (Atmâ-Bodha),
"Tutkular denizini aşan Yogi Sükûnet ile birleşir ve 'kendisi'ne
bütünlüğüyle sahip olur." der. Tutkular, burada "biçimler akımı”ın
oluşturan ve olması ya da olmaması mümkün ve geçici olan tüm değişiklikleri
tanımlamaktadır: Bu, tüm tradisyonlardaki ortak bir sembolizme göre
"aşağıdaki sular”ın sahasıdır. Bu yüzden "Büyük Baiış"ın
fethedilişi genellikle bir deniz yolculuğu figürü ile temsil edilmiştir
(Katolik sembolizmine göre kayığın kiliseyi temsil etmesinin de nedeni budur);
zaman zaman da bir savaş figürü ile temsil edilir ve Bagavat-Gita’yı bu anlamda
yorumlamak mümkündür. İslâm doktrinindeki "kutsal savaş" (cihad)
teorisini de bu bakış açısı doğrultusunda geliştirmek mümkündür. "Suların
üstünde yürüyüş"ün, biçimler ve değişimler dünyası-nın hâkimiyet altına
alınmasını temsil etmekte olduğunu da ekleyelim: Vişnu'ya Narayana, yani
"suların üzerinde yürüyen" adı verilir. Burada İncil ile de bir
yakınlık ortaya çıkmaktadır; orada da İsa Mesih’in suların üzerinde yürüdüğünü
görürüz.
(182) Saint Yves'in Tarot
sembolizminden aldığı bir ifadeye göre, yüce merkezin diğer merkezler
arasındaki durumu, tıpkı "yirmi iki arkan içinde kapalı bir görünüm veren
sıfırın" durumuna benzer.
(183) Eflâtun'un Timaios adlı
eserinde bu söz konusu olan bilime zaman zaman üstü örtülü bir şekilde
değinilmektedir.
(184) Burada, daha önce Pontifex
unvanı hakkında söylemiş olduklarımızı anımsayalım. Diğer taraftan
"kraliyet sanatı" ifadesi, modem Masonluk tarafından hâlâ
korunmaktadır.
(185) Romalılar'da Janus, aynı
zamanda hem Sırlar'a İnisiyasyon, hem de zanaatkâr loncaları (Collegia
fabrorum) tanrısı idi. Burada çifte nitelikte gayet anlamlı bir olgu vardır.
(186) Teb'in duvarlarını lir'inden
çıkardığı sesler ile inşa etmiş olan Amfion sembolünü örnek olarak
gösterebiliriz. Bu Teb kentinin adının ne anlama geldiğini birazdan göreceğiz.
Lir'in Orfecilik ve Fisagorculuk'ta ne denli önemli olduğu bilinmektedir. Çin
tradisyonunda, buna benzer bir rol oynayan müzik âletlerinden sık sık söz
edilir. Ve pek tabiî ki bunlar hakkında söylenenler de tamamen sembolik olarak
değerlendirilmelidir.
(187) İsimlere ilişkin olarak, daha
yukarıdaki satırlarda, özellikle de beyazlık fikri ile bağlantılı olanlarda
birkaç örneğe rastlanabilir; daha başkalarını da belirteceğiz. Bazı durumlarda
kentin gücünün ve hatta korunmasının bile bağlı olduğu kutsal objeler hakkında
söylenecek pek çok şey vardır: Truva’nın efsanevî Palladium'u ve Roma'daki
Salienler'in kalkanları (bunların, Numa döneminde, gökten düşen bir taştan
yontularak yapılmış oldukları söylenirdi); Salienler Koleji on iki üyeden
oluşuyordu) gibi. Bu eşyalar, üpkı İbraniler'in Ahit Sandığı gibi, "ruhsal
tesirler" için birer destek vazifesi görüyorlardı.
(188) Bu hususla ilgili olarak,
tıpkı Mısır'daki Menes adı gibi, Minos adı da başlı başına yeterli bir
göstergedir. Roma için Numa ve Kudüs için de Şiomohün anlamlan hakkında
söylemiş olduklarımıza başvurulabilir. GiriL'e ilişkin olarak da, Orta Çağ
inşaatçılan tarafından Lâbirent in karakteristik bir sembol olarak
kullanıldığım belirtelim; en ilginci de, bazı kiliselerin taş döşemeleri
üzerine çizilmiş olan Lâbirent yolun, Kutsal Topraklara hac görevini
yapamayanlar için bu işin yerine geçtiğinin kabul edilmesidir.
(189) Delf in de Yunanistan için
aynı rolü oynamış olduğunu görmüştük. Bu kentin ismi, çok önemli bir sembolizmi
olan dofen'i (Dauphin: Yunus) anımsatmaktadır. Diğer kayda değer isim de
Babil'dir (Babylone). Bab-İlu "Göğün Kapısı" anlamına gelir ki bu da,
Yakup tarafından Luz’a verilen niteliklerden biridir; ayrıca, tıpkı Beyt-El gibi
"Tanrı Evi" anlamına da gelebilir; ancak, tradisyon kaybedildiğinde
meydana gelen "karışıklık" (Babil) ile eşanlamlıdır: Bu da, sembolün
tersine dönüşüdür; Janua İnfemi, Janua Coefi'nin yerine geçer.
(190) Bu durum, bir devre boyunca
gelişecek olan tüm imkânları tohum hâlinde içinde barındıran "Dünya
Yumurtası"nm, o devrenin başlangıcı için temsil ettiği şeye
benzetilebilir. Gemi (Nuh'un Gemisi) de aynı şekilde, dünyanın yeniden ıslah
edilmesi için gerekli olan ve onun gelecekteki hâlinin tohumlarını teşkil eden
tüm unsurları içinde bulundurmaktadır.
(191) Bir devreden bir başka devreye
geleneksel (tradisyonel) olarak ulaştırılması ya da geçilmesini sağlamak da
"Yüksek Rahipliğin" (Pontificat) fonksiyonlarından biridir. Geminin
inşa edilişi burada, sembolik köprünün inşa edilişi ile aynı anlamdadır; Çünkü
her ikisi de aynı şekilde "sulardan geçmeyi" sağlamaktadırlar ki
bunun da pek çok anlamlan mevcuttur.
(192) Nuh'un aynı zamanda ilk defa
üzüm bağı diken kişi olduğu görülmektedir (Tekvin, IX, 20). Bu olgu ile,
Melkisedek'in adağına ilişkin olarak şarabın sembolik anlamı ve inisiyatik
merasimlerdeki rolü hakkında daha önce söylemiş olduklarımız arasında bir
yakınlık kurulabilir.
(193) Tevrat'taki tufanın tarihe
ilişkin anlamlarından biri de Atlantis'in sulara gömüldüğü doğal afet olabilir.
(194) Pek çok milletlerde görülen
tufan ile alâkalı tradisyonlar için de bu aynı husus geçerlidir. Bu tufanlar
arasında çok daha özel devrelere ait olanlar da vardır; bilhassa
Yunanlılar'daki Dökalyon (Deukalion ve Ojije (Ogygès, Ogygia) Tufanları
böyledir.
(195) Tekvin, IX, 12-17.
(196) Bu iki yan, "Dünya
Yumurtası"nın iki yarısı olan "üstteki sular" ile "alttaki
sular"a karşılık gelmektedir. Karışıklık ve bozukluk döneminde üst yan
görünmez olmuştur ve Fabre D’Olivet’nin "türlerin üst üste yığılması"
dediği hadise alttaki yanda meydana gelmiştir. Söz konusu olan birbirini
tamamlayıcı iki şekil, belli bir bakış açısıyla, birbiriyle ters yöndeki iki
hilale (ayça) benzetilebilir (sulan birbirinden ayıran çizgiye göre ele alındığında
biri diğerinin yansıması ve simetriği olarak); bu da, işaretlerinden biri gemi
olan Janus sembolizmine bağlanabilir. Ayrıca hilal, çanak (kadeh, kupa) ve gemi
arasında sembolik açıdan bir eşdeğerlik görülmektedir ve "vaisseau"
(Fransızca'da "gemi" anlamına gelir) sözcüğü aynı zamanda bu son
ikisini de tanımlamakta kullanılır. ["Saint Vaissel" (Kutsal Kap
Kacak), Graal’ın Orta Çağ’daki en alışılagelmiş isimlerinden biridir.]
(197) Bu küre aynı zamanda
"Dünya Yumurtasıdır; Yeryüzü Cenneti onu alt ve üst olarak iki parçaya
bölen plân üzerinde, yani Gök ile Yer arasındaki sınırda yer almaktadır.
(198) Kabalacılar bu dört ırmağa,
İbranice'deki Pardes sözcüğünü oluşturan dört harfe karşılık getirirler. Bunlar
ile cehennemin dört ırmağı arasındaki benzeşime dayalı bağlantıyı başka bir
yerde (Dante Ezoterizmi, 1957 baskısı, s. 63) belirtmiştik.
(199) Bu, bitkisel sembolizmin
yerine mineral sembolizminin getirilişine karşılık gelmektedir; bunun anlamı
başka bir yerde {Dante Ezoterizmi, 1957 baskısı, s. 67) belirtilmiştir. Göksel
Kudüs'ün on iki kapısı, tıpkı İsrail'in on iki kabilesi gibi Zodyak’ın on iki
burcuna karşılık gelir; demek ki burada, Zodyak devresinin bir dönüşümü söz
konusudur. Bu dönüşümün; ilksel hâlin içerdiği imkânların birbiri peşi sıra
tezahürleri tamamlandıktan sonra, dünyanın dönüşünün durması ve ilksel hâlin
onarılıp yeniden ilk durumuna getirilmesi demek olan son bir hâl içinde
sabitleştirilmesinin ardından gelmesi söz konusudur. Yeryüzü Cenneti'nin
merkezinde bulunan "Hayat Ağacı" aynı şekilde Göksel Kudüs'ün de
merkezinde yer alır ve burada on iki meyve taşır. Bunların on iki Aditya ile
herhangi bir ilişkileri mevcuttur; tıpkı "Hayat Ağacı”nın bizzat
kendisinin, bunların doğmuş oldukları tek ve bölünmez öz olan Aditi ile bir
bağrnın bulunması gibi...
(200) Kürenin ve küpün, burada
sırasıyla dinamik ve statik iki bakış noktasına karşılık geldikleri
söylenebilir. Küpün altı yüzü, tıpkr haçın altr kolunun kürenin merkezinden
itibaren çizilişleri gibi uzayın üç boyutuna göre yönlendirilmiştir. Küp ile
ilgili olarak da, aynı şekilde, tamamlanma ve mükemmelleşme fikri bile, yani
belli bir hâl içerisinde mevcut bulunan imkânların bütününün
gerçekleştirilmesiyle bağlantılı olan Masonluk sembolü "kübik taş"
ile bir yakınlık oluşturmak gayet kolaydır.
(201) Japonya'daki Budist okullar
arasında bulunan Giodo okulunun adı "Arı Ülke” anlamına gelir; diğer
taraftan bu, İslâmiyetteki "Arılık Kardeşleri" (İhvan EsSafâ) adını
anımsatmaktadır; ayrıca Orta Çağ'da Batı dünyasındaki Katarlar’ın ismi de "arınmışlar"
anlamına gelir. Müslüman inisiyeleri (ya da tam anlamıyla, tıpkı Hindu
tradisyonundaki Yogiler gibi inisiyasyonun son hedefine ulaşmış olanları)
tanımlayan Sufi sözcüğünün de aynı anlama gelmesi çok mümkündür. Gerçekten de
bunu suf, yani "yün" den türeten (ki bu, Sufîlerin giysilerinin
cinsidir) halka özgü kökenbilim (etimoloji) pek tatminkâr değildir ve Arapça'ya
yabancı dilden bir terim sokmanın sakıncasına rağmen Yunanca'daki
"bilge" anlamına gelen "sofos"dan (sophos) türemiş olması
daha akla yatkındır. Sufi sözcüğünü safâ, yani "arılık"tan türeten
yorumu tercihen, daha kabul edilir bulmaktayız.
(202) Bu "Arı Ülke"nin
sembolik tasviri Fedorı (Phaidon, Mario Meunier çevirisi, s. 285-289)
diyalogunun sonuna doğru yer almaktadır. Bu tasvir ile Dante'nin Yeryüzü
Cenneti için yaptığı tasvir arasında bir paralellik kurulabilir. (John Stewart,
The Myths öf Plato, s. 101113.)
(203) Zaten, çeşitli âlemler her ne
kadar sembolik olarak bazı bölgelermiş gibi tasvir edilmişlerse de, aslında
gerçek anlamıyla, hâllerdir; Bunları tanımlamaya yarayan ve Lâtince'deki loküs
(locus) ile eşanlamlı olan Sanskritçe'deki loka sözcüğü kendi içinde bu uzaysal
sembolizmin bilgisini kapsar. Ayrıca, bir de zamana bağlı bir sembolizmde
vardır ve buna göre de, bu sözünü ettiğimiz hâller birbirini takip eden
devreler şeklinde tasvir edilmişlerdir; bununla birlikte, tıpkı uzay (mekân)
gibi zaman da, gerçekte bunlardan birine özgü bir hâldir, öyle ki, ardarda
geliş burada nedensel bir bağlantının tasvirinden ibarettir.
(204) Bu husus, kutsal metinlerin
yorumlanışmdaki anlam çokluğunu ve bu anlamların birbirleriyle çelişmeyip ve
birbirlerini tahrip etmeyip, tam tersine, eksiksiz bireşimsel bilgi içerisinde
birbirlerini tamamlayışları ile kıyaslanabilir. Burada belirttiğimiz bakış
açısına göre, tarihî olaylar zamansal bir sembolizme, coğrafî olgular ise
mekânsal bir sembolizme karşılık gelmektedirler. Zaten bunların arasında, tıpkı
zaman ile mekân arasında da olduğu gibi, gerekli bir ilişki ve bağlantı
mevcuttur ve işte bu yüzden ruhsal merkezin yeri, söz konusu olan devrelere
göre değişiklik gösterebilir.
(205) Sainl-Petersbourg Akşamlan 11.
görüşme. Plütark’ın daha önce gözlemlemiş olduğu ve bizim de daha önce
belirtmiş olduğumuz, oraklların (vahiylerin) sona ermesine ilişkin tüm
çelişkili görünümü engellemek maksadıyla bu "orakllar" sözcüğünün
Joseph de Maistre tarafından güncel dilde kullanıldığı şekliyle gayet geniş bir
anlamda ele alındığım ve antik çağlardaki o özel ve kesin anlamında
kullanılmadığını belirtmekte yarar var.
ÇEVİRENİN NOTU
René Guénon'un son derece ayrıntılı
ve eksiksiz olarak nitelendirilebilecek bu çalışmasının sonuna, kendisinin de
temel kabul ettiği başlıca iki eser olan Ossendowski'nin "Hayvanlar,
İnsanlar ve Tanrılar"ı ile Saint Yves d'Alveydre'in
"Hint Misyonu"nun Agarta'ya ilişkin bölümlerini eklemekle çalışmanın
daha bütünlük kazanması hedeflenmiştir. Ayrıca Serge Hutin'in 'Yeraltı Âlemlerinden Dünya Kralına" isimli kitabında
Agarta ve Dünya Kralına ilişkin ilginç açıklamaların yer aldığı bölümü de aktarmayı
uygun gördük. Agarta konusuna ilişkin olarak aktarılabilecek daha pek çok
belge vardır hiç kuşkusuz. Ancak bunlar arasında en belli başlı olan üçünün,
yani Guénon, Ossendowski ve Saint Yves d'Alveydre'in
eserlerinin oluşturduğu temel ve en önemli kaynak, araştırmacıları konu ile
ilgili diğer belgeleri incelemeye yöneltmek için fazlasıyla yeterlidir. Rus
ressamı, arkeologu ve kâşif olan Nikolay Roerich'in (1874-1947) ve
Fransızlar'ın değerli araştırmacı, kâşif ve yazarı Robert Charroux' nun çalışmalarında (Robert Charroux: Histoire inconnu des Hommes Depuis Cent Mille Ans
(1963) ve Le Livre du Mystérieux inconnu (1976) (ed. Lajfont). Nicholas Rœrictv
Gates înto the Future ve Himalayas. (Nolanda Publications, 1947))
konu ile alâkalı ve burada aktarmış bulunduğumuz başlıca üç belge ile tam
bir bütünlük içindeki (Çünkü hepsi aynı kaynaktan yayılmıştır) bilgilere
rastlanmaktadır.
Agarta ve onun
yeryüzündeki fonksiyonu ile alâkalı tüm bu ifşaatlarda ve belgelerde merkez
bölge Orta Asya’dır. Ari ırkın yayılma merkezi, ezöteıik kaynaklardan da
bilindiği gibi bir zamanlar deniz olan Gobi çölü bölgesidir.
Büyük vazifesinin gerçekleşmesi sürecinin başlamış olduğu bu merkezin Orta
Asya'da yer alması anlamsız değildir. Agarta'ya ilişkin aktarılanlarla derhal bağlantı
kuruluverinektedir. Ana yurdu Orta Asya olan ve Ari ırka mensup Türk
toplumunun, sembolik öğelerle dolu olan ve Orta Asya'dan çıkışını anlatan
efsanelerinde (Ergeriekon), üzerine düşen kutsal görevin hedefine doğru ilk
adımı atışı söz konusu edilmektedir. Nitekim o merkezî bölgeden yayılan bir
ışık misali, toprağın derinliklerine sızarak hayat taşıyan bir su misali, kalkmış
gelmiş, hiç de diğerlerine benzemeyen coğrafi bir görünüme ve özelliklere
sahip bir medeniyet beşiği ülkeye, Anadolu'ya yerleşmiştir; tıpkı kökünden
güneşe doğru yükselen bir ağacın meyve verecek olan dalı gibi... Bu yeni
meyvenin, bilinen dogmalarla bir ilgisi yoktur; zamanın ve mekânın icaplarına
uygun olarak eski yol göstericilerin vazifesi sona ermiştir. Dolayısıyla Agarta
konusunu ele alırken, bunun Türk toplumu ile olan ve henüz gün ışığına çıkmamış
bulunan bağlarını gözardı etmek imkânı yoktur. Önümüzdeki yılların, bu konuya
açıklık getirici gelişmelere tanık olacağı anlaşılmaktadır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar