Print Friendly and PDF

Mete TUNÇAY, “BİLİNECEĞİ BİLMEK” Yazılarından



Kimi bilimsel araştırmalarda verilen kaynakçaların (bib­liyografya listelerinin) uzunluğu, beni önce gıpta ve hayran­lığa, sonra da kuşkuya sürüklüyor. Bir insan, bu kadar çok kitap okumuş olabilir mi, diye düşünüyorum. Ama türlü türlü kaynakçalar arasında ayrım yapmak gerekir. Bir kere, yazarın tümünü okumuş, hatta görmüş olmak iddiasında bulunmadan, «bu konuda şu şu kaynaklar varmış, ilgilenir­seniz bulmaya çalışın» dercesine düzenlediği listeler olabi­lir.
Sonra, belirli bir takım olguların öğrenildiği kitapların gösterilmesi sorunu geliyor. Diyelim, bir kaynakta, başka bir yerde bulunmayan bir belgenin sureti verilmiştir. Belki o kitabın bütünü okunmadan bundan yararlanılabilir. (As­lı başka bir kaynakta verilen belgeler konusunda ise, şöyle bir kötü uygulamaya sık sık rastlandığını sanıyorum. Gön­derme yapılan ana kaynağa gitmeden, ara kaynağa dayanı­larak, gidilmiş gibi yapılıyor. Bu kesinlikle yanlıştır. Hele, ara kaynakta bir aktarma bozukluğu varsa, insan kolayca yakayı ele verebilir. Ana kaynağa da gidilmesi durumunda ise, araştırıcının ilk dikkatinin çekildiği ara kaynak, birçok durumlarda -akademik nezaket- daha doğrusu namus gereği anılmalıdır. Ancak, pek harcıâlem bir olgusal bilgi söz ko­nusuysa, böyle yapılmayabilir.) Bir de, özgül bir yorumun­dan, düşüncesinden yararlanılan bir yapıtın, tümü okunmadan, yazarın o yorum ya da düşünceyi nasıl bir genel kurgu içinde, ne gibi bir bağlamda geliştirdiği kavranılmadan, bir başka kitabın göndermesiyle öğrenilip kaynakçada gösteril­mesi var ki, asıl bu türden akademik ahlâksızlıkların yaygın olduğu gözlemlenebilir.
Üçbeş kitap alıp, onlardaki göndermeleri de apartarak, bir yenisini yazmak, çağımızın yaygın bir hastalığı, galiba. Kaynakçaların geometrik diziyle uzamasına, bu yöntem (!) yol açıyor.
Geçenlerde bir öğrenci benden yakın Türk tarihi konu­sunda bilgi edinmek için neler okuması gerektiğim sordu. Hangi kitaplara, nasıl bir sırayla başvurmasını salık verir­dim. İsteğini cevaplandırmaya çalışırken, ona «kitaplardan ancak bildiklerini öğrenebilirsin» diye paradoksal bir söz de söyledim. Meramım şuydu: Bir şey okurken, kafamızda­ki sorunsal yaklaşımın gelişmesi ya da değişmesi çok yavaş oluyor. Dolayısıyla, daha önce kurulmuş olan ilişki çerçeve­mizin dışında kalan noktaları algılayamıyoruz göremiyoruz. Bir kitabı, aradan bir süre geçince kafamızdaki sorunsal ge­liştikten ya da değiştikten sonra-bir daha okuyunca, ilk okuyuşumuzda dikkatimizi çekmeyen birçok şey buluyoruz onda. Bu dediğim, edebiyat yapıtlarının değerlendirilmesin­de de geçerlidir; fakat bilgisel araştırmada, bunun önemli sonuçları olduğunu unutmamalıyız.
Bilmediklerimizden değil, bildiklerimizden (yani bildi­ğimizi sandığımız şeylerden) şüphe edelim. Bilmediklerimizi -gerekliyse- nasıl olsa inceleyip öğrenmeye çalışırız. Anlat­mak istediğime, kendimden bir örnek vereyim. Ben, eski harfleri okumayı üstünkörü öğrendim. Yazmam hiç yok; okumam, yalnız kitap harflerinden; elyazısını (rık’ayı) hâlâ sökemiyorum. Arap harflerindeki sessizlerin bolluğu yüzün­den, hele anlamını bilmediğim bir sözcükle karşılaşınca, «ol­sa olsa» yöntemim işe yaramıyor: ya sözlüğe bakıyor ya da bir bilene soruyorum. Ama bazan okuduğumu sandığım yer­ler çıkıyor; asıl tehlike oralarda. Türkiye’de Sol Akımlar’ın tarihi üstünde çalışırken, Berlin Kurtuluş’unda (1919) Lem'i Nihat’ın bir öyküsünü görmüştüm. O sayının içinde neler olduğunu bir dipnotta anlatırken, bu öykünün başlığını da -doğru okuduğumdan kuşkulanmadan-, yazıverdim: Hür Ta­lâk. Belki, evlenme boşanma kolaylığının sağlanması, sos­yalistlerin istediği bir şeydir, diye de düşünmüşümdür, o sıra. Meğer, öykünün adı, Hortlak’mış. Bilenler, pek gülmüş­ler. Sh:13-14

Kaynak:
Mete TUNÇAY, BİLİNECEĞİ BİLMEK, Alan Yayıncılık  Birinci Baskı: Kasım 1983,İstanbul;  Türkiye Yazıları, sayı 2 (Mayıs 1977)’de yayınlanmıştır.
**
DÜŞÜNCE VE ANLATIM ÖZGÜRLÜĞÜ
….
Düşünce ve anlatım özgürlüklerinden farklı olarak, dü­şünme özgürlüğünün kayıtlanamayacağını sık sık işitiriz. Kendi içimizde istediğimizi düşünebilirmişiz. Oysa, bu söz bir yarım-doğruya benziyor. Gerçekte, doğadan ve ortam­dan gelen belirleyici etkiler, düşünme yetisinin bağımsızca yahut özerkçe kullanılmasına elvermez. Ortam etkileriyse, dolaylı olarak pekâlâ manipüle edilebilir, edilmektedir de. Düşünme yetisinin, tepki yoluyla bile olsa, belirli bir ta­kım ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullandırmalardan bağımsız olarak işleyebileceğini düşünemiyorum. Oysa, tam bir bağımsızlık sağlânamasa bile, düşünmenin özellikle be­lirleyici ve sınırlayıcı ortam koşullarından, olabildiği kadar özgür kılınmasında, kişi ve toplum açısından yararlar var­dır. Hemen söyleyeyim ki, düşünme, düşünce ve dolayısıy­la anlatım özgürlüklerinin kişisel ve toplumsal yararları ol­duğunu ileri sürerken, bunun katkısız bir «iyilik» olduğu­nu vehmetmiyorum. Elbette, bu özgürlüklerin de sakınca­ları ve tehlikeleri de vardır; bilinçle ve sorumlulukla kul­lanılmazlarsa, «kötülük»lere yol açabilirler. Ancak, düşün­me ve düşünce özgürlüklerinin birazdan göstermeye çalışa­cağım yararları, «insan» olmayla, «insanca» yaşamayla o denli yakından ilişkilidir ki, bu tür rizikoları göze almak zorunludur.
***
Düşünme ve düşünce özgürlüklerinin, kişi ve toplum açısından işlevlerini ayrı ayrı düşünebiliriz. Önce, kişi açı­sından bakalım. Düşünmek, yani düşünce üretmek, kişinin özünü, benliğini tanımlaması, oluşturması, gerçekleştirmesi —adına ne derseniz deyin,— kendi olması sürecinin önem-li bir parçasıdır. Yalnız başkalarına öykünerek, onların dü­şüncelerini papağan gibi tekrarlayarak, kendisi herhangi bir yeni düşünce ortaya koyamadan yaşayan bir kimseye «ki­şi» demek bile güçtür —o, daha çok, bir robottur. İzniniz­le, «yeni» yani «başka» ya da «ayrı» düşünmeye, iyi-kötü- nün, hatta doğru-yanlışın ötesinde bir değer verdiğimi be­lirtmek 'isterim. Bu, belki, «yeni »ye kendi başına bir önem tanımak oluyor. Aslında, ille de yenilikçilik sevdasında de­ğilim. Her eskinin kötü ya da yanlış, her yeninin iyi ya da doğru olması, elbette gerekmez. (Yaşlandıkça, bunun ter­sine inanasım bile geliyor!) Ama, kişiliğin gelişmesi açısın­dan, bir kimsenin kendi yanlışının dahi başkalarından apart- tığı doğrulara yeğ olduğu yadsınamaz.
Toplum açısından ise, özgürce yeni düşünce üretimi ve bu düşüncelerin yayılma olanağı bulması daha bile önem­lidir. John Stuart Mill, Özgürlük Üstüne denemesinde bu­nu özetle şöyle savunur: Belirli bir toplum düzeni toptan ya da yer yer yanlış olabilir, der. O düzeni eleştiren ve yan­lışların yerine konabilecek doğruları gösteren düşüncelerin ileri sürülebilmesi, bu bakımdan gereklidir. Hatta, tümüyle doğru kurulmuş bir toplum düzeninin bile dogmatikleşerek, kalıplaşarak yozlaşma eğilimine karşı, sürekli olarak baş­ka seçeneklerin önerilmesi, o düzene sağlıklı bir canlılık getirecektir.
Doğru bir düşüncenin de dogmalaştırılarak değersiz ha­le getirilebileceği görüşüne katılıyor ve bunun haklı bir yargı olduğunu onaylıyorum. Ancak, toplum düzeninin top­tan ya da yer yer doğruluğundan yanlışlığından böyle ulu­orta söz edilmesi, zevkimi pek okşamıyor. Doğru-yanlış kav­ramlarının bu bağlamda kullanılmasını uygun bulmuyorum. İnsan toplumu, ilk kuruluşundan bu yana, çeşitli yerlerde türlü çizgiler boyunca evrilegelmiştir. Ben, bu ana çizgiler­de bir gereklilik izi göremiyorum. Her ne, nasıl olmuşsa, zaten onun öyle olması gerekiyordu demek, bana totolojik görünüyor. Gerekircilik (determinizm), tarihsel rastlantılar­la tutulan yolların yönünde ya da tümünde değil, her bir yo­lun içinde, ekonomik ve toplumsal öğelerin kendi araların­daki ilişkilerinde geçerlidir, sanıyorum. Doğru-yanlışlık da, bir toplumun insanlarının benimsedikleri amaçlarla o amaç­lara hizmet edeceğini umdukları araçların uygunluğunda ya da uygunsuzluğunda söz konusu olabilir. İşte, bir toplum­da varolanı eleştirmek ve olmayanı önermek özgürlüğü, hem o topluma yeni yönelişler getirmeye hem de amaçlarla araç­lar arasında işlemsel tutarlılık sağlamaya yarar.
***
Düşünme, düşünce ve anlatım özgürlüklerinin kişisel ve toplumsal yararları böylesine büyük olmakla birlikte, gerçekleştirilmeleri ve tanınmaları çok güçtür. Psikoloji­den hiç anlamam, ama Hobbes'un insan doğası üstüne ka­ramsar görüşleri insanların büyük çoğunluğu için bana hak­lı görünüyor: İnsanlar, sürekli bir güvensizlik duygusu için­de yaşayan, çıkarlarına bağlı, üstelik de tembel yaratıklar­dır. Tutucu olmalarının, yeniden korkmalarının temelinde bu özellikleri yatar.
İnsan kişiliğinin, kendinin özgürce düşünüp davranma­sına da, başkasının özgürlüğünü yüreğinin kaldırmasına da pek elverişli olmayan bu özellikleri, bir takım toplumsal kuramların zaman içinde evrile devrile gelişmesine yol aç­mıştır. Öyle ki, bir de kurumsallaşmış bu olumsuz koşulla­ra karşın, insanın düşünce özgürlüğünü koruyabilmesi, ne­rede var bir mucizedir. Demek, insanın doğasında yalnız Hobbes’un vurguladığı korkaklık, çıkarcılık, tembellik de­ğil, bunlarla çelişen hatta yer yer bunların üstesinden ge­len, kişiliğini bağımsız olarak kurma eğilimleri de bulun­makta. Elbette, bu eğilimler, kimi insanlarda başkalarından daha güçlüdür.
***
Tarih boyunca, düşünce özgürlüğünün en büyük düş­manı olan toplumsal kurama, yani dine dokunmadan geçe­meyeceğim. Hemen belirteyim ki, özgürlüğe aykırılık, yal­nızca dinin örgütünden, din örgütünün bağnazca uygulama­larından ileri gelmemektedir. (Ben deistler gibi düşünmü­yorum.) Tanrı fikri, kendi başına, özgürlüğü olanaksız kı­lan bir tasarımdır. Teslim etmek gerekir ki, insan toplumu dinsiz herhalde zor kurulurdu. Fakat dinler, insan toplumuna bir düzen verebilmek için insanları en zayıf yanların­dan yakalamışlardır. Din denilen ortaklaşa aldatmaca/hile-i şeriyye, ilk başlangıcından beri her zaman bir takım ayrıcalıklı sınıf­ların işine gelmiştir. Rahiplerin kendi çıkarları için dinle­ri uydurdukları söylemek, belki yalnızca tarihsel bir var­sayım olarak kalmaya mahkûm, dar bir görüş olurdu; ama, ne gibi aşkın esinlenmelerle kurulmuş olursa olsunlar, din­lerin hep bir takım kişileri pek dünyevî bir anlamda yarar­landırdıkları, sanırım, yadsınamayacak bir tarihsel gözlem­dir. Dinin içeriğinin geniş ölçüde boşaldığı, ancak bir kuru kabuk gibi göreneklerle yaşadığı günümüzde de, bütün top­lum düzenlerinde böyle gelmişlerin böyle sürüp gitmelerin­de çıkarı olanların, din benzeri koşullandırmaları hazırla­dıklarım ve kışkırttıklarım, görüyoruz.
Kanımca, eskisinin yerine bir yenisini koymaya kalk­madan, dinin özgürlükleri boğucu etkilerine karşı savaş­mak, Aydınlanma Çağından bugüne önemini korumakta. Ne yazık ki, insanlar kötü alışkanlıklarından da kolay ko­lay vazgeçemiyorlar.
Sözü, günümüz Türkiye’sine, düşünme, düşünce ve an­latım özgürlüklerinin içinde yaşadığımız bu toplumda kar­şı karşıya olduğu sıkıntılara getirmek istiyorum. Bence, çağ­daş Türkiye toplumunda, çeşitli özgürlük engellerinin ana kaynağı, kapitalist özel mülkiyet kurumudur. Benim bu yargıma karşılık, sağdan hemen itirazlar yükselecek ve ör­neğin denilecektir ki, kapitalist özel mülkiyet düzeninin ge­çerli olduğu Batı Avrupa toplumlarıyla bunun kaldırıldığı Sovyet Rusya'yı, Çin’i bir karşılaştır bakalım, hangisinde düşünce daha özgür? Buradaki konuşmamda, başka ülke­lerden söz etmeyi gerekli görmüyorum. Dilerlerse, bir işbö­lümü yapalım: sağcılar Komünist ülkeleri özgürlüklerine kavuşturmakla uğraşsınlar. Ben bugünkü Türkiye'nin öz­gürlük sorunuyla ilgileniyorum. Kanımca, ülkemizde gitgi­de daha etkili ve gelişkin teknolojik araçlara sahip olan te­kelci özel mülkiyet, düşünme, düşünce ve anlatım özgür­lüklerinin başlıca sınırlayıcısıdır. Hele, türlü reklâm ve pro­paganda teknikleri, aykırı yani özgür düşünen kişiyi gitgi­de ender bulunur ve daha az önemli bir hale getiriyor.
***
Plâk, bant, film gibi konservelerinin yine geniş ölçüde özel kesimce yapılıp işletilmesine karşılık, canlı ses ve gö­rüntü yayımı, bilindiği gibi, Türkiye’de devlet tekeli altın­da, TRT’nin zaman zaman özel kesimin gündelik basınını aratacak kadar kötüleşmesi, beni esas savımdan caydırma­ya yeterli değil. Bence, düşünce özgürlüğünü geliştirmenin en doğru yolu, bütün kitle anlatım ve sunu araçlarının özerk kamu kuruluşlarının eline verilmesidir. Son yıllardaki uy­gulama bozuklukları, olsa olsa, kapitalist özel mülkiyet dü­zeninin egemen olduğu bir devlet mekanizması karşısında, bu tür kamu kuruluşlarının özerkliğinin daha sağlam ku­rulması gerektiği sonucuna götürür. Yarın burada, kurum­lar yoluyla özgürlüklerin korunması konusunun üstünde durulurken, özerklik sorununun da uzun boylu tartışılaca­ğını sanıyorum. Onun için, bu konuda fazla bir şey söyle­meyeceğim. Yalnız şu düşüncemi belirtmekle yetineyim ki, özerklik siyasal iktidarın keyfî karışmalarına karşı bir sa­vunma sağlarken, bu gibi kuruluşların ülkemiz halkına kar­şı sorumluluklarının bilincini taşımasının da mutlaka bir yolu bulunmalıdır.
«Halka karşı sorumluluk» metafizik bir söze benziyor. Ama, bunun yerine, örneğin «hukuka uygunluk» demek is­temiyorum. Çünkü bu formülün de ya eşit ölçüde belirsiz bir hedef olarak kalma ya da —daha sık gördüğümüz üze­re— biçimci bir anlamda yorumlanarak kuru bir kuralcı­lığa dönme tehlikesi var.
***
Bence, bir insana özgürlüğü ancak başka özgür insan­lar öğretebilir. Onun için, bildirimin bu son bölümünde, yarın tartışacağımız «özgürlük için eğitim» sorununa da belki bir çeşit «girizgâh» olarak, insanları özgür kılmanın yasal ve toplumsal koşullarından kısaca söz edeceğim.
Düşünme, düşünce ve anlatım özgürlüklerinin ya da olanaklarının erişebilecekleri en geniş ölçülere kavuşturul­ması, salt siyasal önlemlerle sağlanamaz. Çünkü bu tür öz­gürlüklerin önündeki engeller yalnız hukukî-yasal nitelik­te değildir. Ama özgürlük savaşımının ilk olarak yönelme­si gereken hedefler, bunlar. Aslında, ceza yaptırımlı bir ya­sal kural bile, görüyoruz ki, esen rüzgârlara göre anlam de­ğiştiriyor. Marx’la Engels’in Komünist Manifesti, 12 Mart­tan önce bir iki yıl serbestti - çevirmen ve yayıncıları mah­kemede aklandılar, beraat kararları yargıtayca onaylandı.
12 Martla birlikte, tekrar yasaklandı - sorumluları hapse tı­kıldı. Yine, bir iki yıldır, anlaşılan serbest. Bu arada, 142. madde hep aynı kaldı. Eski barometrelerin «mütehavvil» yazan yeri gibi, böyle oynak bir durumda, düşünce özgür­lüğü elbette güvenli sayılamaz. Burada, insanlarımızı öz­gürlük kahramanı ya da kurbanı olmaya zorlayan faşist kö­kenli yasa maddelerinin en kısa zamanda kaldırılması iste­mini bir kez daha dile getirirken, sanırım, yalnız kişisel bir görüşümü dile getirmekle kalmıyor, Felsefe Kurumu’nun bütün üye ve konuklarının duygularım da söylemiş oluyo­rum.
Özgürlüğün toplumsal engellerinin gevşetilmesi, yasal çerçevenin genişletilmesiyle pek ilgisiz değildir. Ama, on­dan çok daha güç ve uzun süreli bir iştir. Bir yaygın kül­tür işidir. Düşünce özgürlüğünün, seçkin bir mutlu azınlı­ğın lüks işlevlerinden olduğu kanısında değilim. Başka yer­lerde de söylediğim gibi, öteki insanlardan daha akıllı, da­ha bilgili, daha yürekli kişiler varsa —ki, bu çoğucası daha elverişli ortamlarda doğup büyümüş olmaktan ileri gelir—, ben bu ayrıcalıklı durumlarının, onlara —mânen— öteki in­sanların üstünde bir takım haklar sağlamadığına, olsa olsa onları öteki insanlara karşı borçlu kıldığına inanıyorum. Oysa bizim sözde seçkinlerimiz, en başta ekonomik çıkar­ları nedeniyle, bu ahlâk yükümlülüklerine ihanet halinde­ler. Toplumun yeni ve değişik düşüncelere karşı direnme­sinde, seçkinlerinin olumsuz tutumlarının, hatta iki-yüzlü kışkırtıcılarının sorumluluk payı azımsanamaz, sanırım. Ne var ki, tam özgür olmayan bir toplumda, seçkinlerin de ya­şayabilecekleri ancak sahte bir özgürlüktür, bunalımlardan baş alamayacak bir kendi kendilerini aldatmadır.
Özgür olmak, özgür düşünmeyle başlar; özgür düşün- meyse, ancak eşitlikçi bir özgür toplumda olanaklıdır. Sh:27-31

Kaynak:
Mete TUNÇAY, BİLİNECEĞİ BİLMEK, Alan Yayıncılık Birinci Baskı: Kasım 1983,İstanbul; 25 Ekim 1977’de, Felsefe Kurumu’nca düzenlenen, «Özgürlük Sorunu ve Türkiye» seminerine sunulan bu bildiri şimdiye değin yayınlanmamıştır.
**
İnsanlık tarihinin akışı iyiye mi gidiyor, köyüye mi? Bi­limsel olmaktan çok, felsefî bir soru. Çünkü, iyi ya da kö­tü gibi değer yargılarının bilimde yeri yok. Ama bu soru­nun karşısında takındıkları tutumlara göre, insanlar ikiye ayrılıyor: Genel olarak gidişin iyi yönde olduğuna inanan ilericiler ve işlerin hiç de öyle içaçıcı olmadığını düşünen tutucular. Gerçekten, çeşitli siyasal teorilerin temelinde, böyle bir iyimserlik - karamsarlık ayrımı yatar. Ama karma görüşler de var. Kimi, tarihin bir sarkaca benzediğini sa­vunuyor: bir iyiye, bir kötüye giden ve gelen. Duvar saati­nin sarkacı bu turu bir saniyede atıyorsa, insanlık tarihin­de binlerle, onbinlerle yıl sürüyor bu gidiş geliş. Diyalektik bakış da, aslında bu fantastik tasarıma hayli yakın. Ancak bir karanlık dönemi bir aydınlık dönem, bir aydınlık döne­mi bir karanlık dönem izlerken, bakıyorsunuz ilerleyivermişsiniz. Bugün dünden iyi, ama yarın bugünden kötü ola­bilir; ne var ki, öbür günün iyisi bugünün iyisinden daha iyi olacaktır.
Hegel, «Tarih, özgürlüğün tarihidir» demişti. Birçok konularda karışık düşünmeyi pek seven diyalektikçi Alman filozofunun bu sözüyle de, geçmişte varolmayan, ama tari­hin gelecekte varetmeye çalıştığı bir özgürlük kavramını mı, yoksa özgürlük kavramının bütün tarihin akışını açık­lamaya yeteceğini mi anlatmak istediği pek açık değil. Ga­liba, gerçekte herzaman adına özgürlük denen bir şeyler vardı. Ama, bunlar neydi ve kimlere tanınıyordu? İşte ta­rih, özgürlük kavramının zamanla hem kapsamının geniş­lediğini hem de sahiplerinin çoğaldığını gösteriyor. Dün hiç kimse için «caiz» sayılmayan bir şey, bugün canı isteyen için pekâlâ «olabilir» kabul edilmekte. Dün birkaç kişinin ayrıcalığı olan bir şey, bugün bütün insanların hakkı sayıl­makta. Yarın, bunlar soyut birer imkân olmaktan da çıka­cak, herkes için gerçekleşecek.
Güncel sıkıntılarla zorlandıkça, böyle geniş düşüncele­re sığınmak insanı rahatlatıyor. O zaman zorbalarınıza kız­mıyor, acıyorsunuz. Eski Taş Çağını iki milyon yıl önce ya­şamıştık. Endüstri Devrimi başlayalı daha ikiyüz yıl bile ol­madı. Bugün doğanın düzeninin bir parçası gibi gördüğü­müz basit şeyler için, az bir zaman önce ne kanlar akıtıl­mış. Bugün uğrunda acılar çekilen nice şeyler de, yarınki kuşaklara basit gelecek!
Özgürlük büyüyor. Bu gidişi durdurmaya hiç kimsenin gücü yetmemiş tarihte. Ne despotlar, ne kurnaz siyasetçi­ler gelmiş geçmiş. Hiçbiri gelişmeyi göğüsleyememiş. Zengin-fakir ayrımı yapmadan herkese seçmenlik hakkı tanın­ması, sekiz saatlik işgücünün kabul edilmesi, insanların de­rileri kara diye hayvan gibi alınıp satılmaması için ne sa­vaşlar verilmiş. Sonunda bunlar hep benimsenmiş. Bugün yeni özgürlük isteklerini boğmaya çalışanlar da, dün karşı koydukları genel oy hakkını tanımışlar, çalışma saatlerini kısaltmışlar, köleliği kaldırmışlar. Yarın onların çocukları, hiç şüphesiz, şimdi babalarınca yadsınan haklara bir bir sa­hip çıkacaklar.
Özgürlüğün gelişmesinde önemli bir nokta var. Zorba­lık, kişisel başına buyrukluk yerine, çoğunluklara da daya­nabilir. Biz bugün halâ, ilkel azınlık zorbalarından çekiyo­ruz, çektiklerimizi. Ama zorbalık çoğunluklara da dayansa, yine özgürlükleri boğucu olur. Kendileri azınlıktayken zor­balıkların her türlüsünü eleştirenler, çoğunluk oldukları zaman da özgürlükçü kalabilmeli. Çünkü büyüyen özgürlü­ğün sonu yoktur. Bugünün en ileri özgürlükçüsü, yarın mutlaka aşılacaktır. Gerçekten özgürlüğe inanmak, bunu bilmekle olur. Sh:32-33

Kaynak:
Mete TUNÇAY, BİLİNECEĞİ BİLMEK, Alan Yayıncılık Birinci Baskı: Kasım 1983,İstanbul; Yeni Halkçı, 23 Haziran 1973’de yayınlanmıştır.
**
Sağcılar, Marksizme öteden beri iki ayrı düzeyde sal­dırırlar — dinlerine bağlı aşağı sınıfların karşısına geçin­ce, «Marksizm din düşmanıdır» derler; dinleri hor görmeyi öğrenmiş «aydın»ların karşısında ise, Marksizmin bir din olduğunu söylerler. Maksut bir (yani, bu öğretiye kara çal­mak) olduktan sonra, rivayatın muhtelif olmasında (hatta çelişik olmasında) ne beis var, değil mi?
Bu yorumlar, elbette, yarı-doğrulardır; tümüyle alın­dıklarında, içlerinde doğru-olmayanı taşıyan bütün önerme­ler gibi, bunlar da yanlıştır. Marksizm bir ideolojidir, top­lumcu ideolojilerden biri ve en önemlisidir, ideolojiler, iç­lerinde bilgi ve inanç öğeleri taşırlar. Salt bilgi (ve bir ta­kım varsayımlarla) bir teori oluşturabilirsiniz; ama size yön gösterecek bir hareket rehberi, bir toplumsal program ya­pamazsınız. İnandığınız bir değer - sistemi olmadan eylemi düşünemezsiniz. (Bütün dinler, belki birer ideolojidir; ama bütün ideolojiler birer din değildir. Bu konuyu burada uzun uzadıya tartışmak istemiyorum. Yalnız, kurulan sözde öz­deşliğin tek yanlı olarak savunulabileceğini, yoksa bu iliş­kinin tersine çevrilebilir nitelikte olmadığını belirtmekle yetineyim.)
Dogmatiklik, çağımızda, adı kötüye çıkmış bir tutum. Sağda solda, «dogmatiklik bilime aykırıdır, dine özgüdür» diye konuşup duruyoruz. Fakat işin gerçeği şu ki, inançlar, değerler konusunda «dogmatik» olmaktan başka bir yol da yoktur. İnandığımız değerler, «aklî» (rasyonel) temellere dayanmaz. Günlük dilde, gevşekçe, «doğru» şeylere inandı­ğımızı söylüyoruz; oysa «doğrıı»lar bilgimizin konusudur, inandıklarımızsa ancak bize «haklı» görünenlerdir. Örneğin «eşitlik» gibi çok temel bir kavramı ele alalım. Buna inan­mak, insanların eşitliğini kendimize ülkü edinmek için, doğ­rusunu isterseniz, elimizde hiçbir makul neden yoktur. Bi­lim, insanların eşit olduklarım değil, olmadıklarını göste­rir. Oysa, biz insanlara eşit davranılması gerektiğine inanı­yoruz. Kendimizi türlü rasyonalizasyonlarla boş yere aldat­maya kalkmazsak, bu inancımızı dogmatikçe savunmaktan, bir toplumsal ahlâk ülküsü olarak başkalarına yaymaktan, hatta sırası gelince onun uğruna döğüşmekten başka çare­miz yoktur. İnsanların eşitliğine inanmayan birini, tutarlı kaldıkça, hiç bir akıl yürütme bundan caydıramaz.
Bazı ideolojik akımların dogmatikliğinden yakınanlar, aslında bir başka şey söylemek istiyorlar. Çünkü ideoloji olunca değer, değer olunca inanç, inanç olunca da (ama yu­muşak, ama katı) bir dogmatik tutum zorunludur. Fakat hiç de iman işi olmayan bir sorunda bilginin yerine inancı koymaya kalkışırsak, böylesi vahim bir hata olur. Hele bu yanlış yerdeki inanç, katı bir dogmatiklikle savunulursa, ona pek akıllılık demezler, akılsızlığı örtmeye ise en haklı bir ideolojinin, en parlak sloganların bile gücü yetmez. Şimdi­ye kadar öyle bir öğreti icat edilmemiştir. Diyelim, Tito’nun sağ olup olmadığı gibi olgusal bir sorun, elbette inanç ko­nusu değil, bilgi konusudur. Şimdi biri kalkıp da «Ben Ti­to’nun öldüğüne inanıyorum» derse ve amacı, bir çeşit ede­biyat yapmak değilse, onun zırvaladığına kolayca hükmede­riz. Çünkü, böyle bir şeyi bilmenin bir takım yolları vardır
-Tito ölseydi, bunu hemen gazeteler yazar, radyolar söy­lerdi. Ne var ki, bu gibi bilgi-inanç karıştırmaları, her za­man bir bakışta farkedilecek kadar açık olmaz.
Soylu değerlere, ileri inançlara ve bilimsel çözümleme­lere dayanan toplumcu ideolojileri benimseyen kişilerin, bilinecek şeyleri bilmek, inanılacak şeylere inanmak ve dü­şüncesizlikleriyle düşmanlarına fırsat vermemek boyunları­na borçtur. Sh:34-35
***
Yalnız başkalarına öykünerek, onların düşüncelerini papağan gibi tekrarlayarak, kendisi bir yeni düşünce ortaya koyamadan yaşayan bir kimseye ‘kişi’ demek bile güçtür — o daha çok  bir robottur.”
“Bir insana özgürlüğü, ancak başka özgür insanlar öğretebilir."
"Özgürlük büyüyor. Bu gidişi durdurmaya hiç kimsenin gücü yetmemiş tarihte. Ne despotlar ne kurnaz siyasetçiler gelmiş geçmiş. Hiçbiri gelişmeyi göğüsleyememiş.
Kaynak:
Mete TUNÇAY, BİLİNECEĞİ BİLMEK, Alan Yayıncılık Birinci Baskı: Kasım 1983,İstanbul; Yeni Halkçı, 25 Mart 1974’te yayınlanmıştır.
**


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar