Print Friendly and PDF

MUHAMMED İKBAL'DEN YANSIMALAR



Hzl: Dr.Cavid ikbal
Türkçesi: Halil TOKER

 Sanat, kutsal bir yalandır.
Üstün bir zekâ ile bağ kurduğumuzda, ruhumuz kendi kendini keşfeder. Goethe’nin hayal gücünün uçsuz bucaksızlığını tanıdıktan sonra kendi hayal gücümün sınırlılığını keşfettim.   
Akıl, doğanın, bir tür özeleştiri uğraşısının ürünüdür.   
Yardımseverlik, aslında, ihtiyacı bulunanlara değil, yardımsever olmayanlara yardım etmek demektir. Çünkü yardıma ihtiyacı bulunanlara verilen her şey, gerçekte yardıma ihtiyacı olanlara hiçbir şey vermeyenlere verilmektedir. Böylelikle iyiliksever olmayan insan, yardım etmemeye devam eder; yardımsever bunun bedelini öder. İşte bu, yardımların ekonomi bilimindeki anlamı. 
Dostlarım çoğunlukla: “Tanrı’nın varlığına inanıyor musun?” diye soruyorlar. Bu soruya cevap vermeden önce, bu soruda kullanılan sözcüklerin ne anlama geldiklerini öğrenmeye hakkım bulunduğunu düşünüyorum. Dostlarım sorularım cevaplamamı istiyorlarsa, önce “Tanrı”, “varlık” ve “iman”dan (özellikle ilk ikisinden) ne kastettiklerim açıklamaları gerekir. İtiraf ediyorum ki ben bu sözcüklerin ne ifade ettiklerini anlamıyorum. Biraz araştırdığımda onların da benim gibi birşey anlamadıklarını görüyorum.   
Gönül:
“Tanrı’nın var olduğuna şüphe yok!”
Akıl: “Ama aziz evlâdım! “varlık” benim kuramlarımdan biri. Senin bunu kullanmaya hakkın yok!”
Gönül: “Bu daha da iyi ya Aristo’m!*”  
Kibrimizi tatmin etmemizin ekonomi açısından bir yararı vardır. Siz bana “asistan” yerine “baş asistan” derseniz, ben tatmin olurum. İsterseniz benim maaşıma hiç zam yapmayın!   
Acımasız bir gerçeği açıkladığım için sizden özür dilerim. Girişiminizde başarısız oldunuz ve evinizden uzak, yabancı bir diyarda kısmetinizi denemek istiyorsunuz. Bu, başarısızlığın, sizin kararlılığınızı arttırmasından değil, başarısızlığınızı gören insanlardan gizlenmek istemenizdendir.   
İtimat, büyük bir güçtür. Birinin benim bir teorime itimat ettiğini görünce, bu teorinin gerçekliğine olan itimadım sonsuz artmaktadır.   
Hristiyanlık Tanrı’yı “sevgi”, İslâm ise Tanrı’yı “güç” olarak tanımlar. Bu iki görüşün hangisinin doğru olduğuna nasıl karar vereceğiz? Bence, evren ve insanlık tarihi, bize hangi görüşün doğru olduğunu söylüyor. Ben, tarihte, Tann’nın sevgisinden ziyade, gücünün yansımalarını görüyorum. Tann’nın sevgi yönünü inkar etmiyorum, benim buradaki kastım, tarihsel tecrübelerimize dayanarak Tanri'nın “Mutlak Güç” şeklinde tanımlanabilir olduğudur.   
Hegel’in felsefesi düzyazıyla yazılmış epik bir destandır.   
Alexander Pope: “Bırakın aptallar çeşitli yönetim şekilleri üzerinde tartışıp kavga etsinler!” demektedir. Benim bu siyaset felsefesine katılmam olanaksız. Bence, yönetim ne türden olursa olsun, insanların karakterini belirleyen temel etkenler arasındadır. Siyasî iktidarın çöküşü, ulusal karakter içinde yıkıcı bir etkiye sahiptir. Hindistan Müslümanları, siyasî çöküşlerinin başlamasıyla birlikte hızlı bir ahlâkî çöküşe girdiler ve günümüzde dünyadaki tüm Müslüman topluluklar arasında, belki de karakter açısından en zayıfı durumundadırlar. Bu ülkedeki görkemli geçmişimizi küçümsemek gibi bir kastım yok, çünkü itiraf edeyim; sonuçta milletlerin kısmetini belirleyen etkenler hususunda ben de kaderciyim. Siyasî bir güç olma itibariyle belki bize gerek kalmadı, ancak inanıyorum ki Tanrı’nın mutlak birliğinin tek şahidi olarak bizim varlığımız dünya için kaçınılmaz.  Dünya ulusları arasında bizim önemimiz tamamen şahitlik özelliğimizden dolayıdır.   
Şiirde mantıksal doğruluğu aramak yersizdir. Hayal gücünün ülküsü güzelliktir, doğruluk değil. Bir şairin yüceliğini kanıtlamak için sizce bilimsel gerçekliğin tercümanı olan şiir örneklerini vermeyi sakın denemeyiniz.
Kişiliğin ölümsüzlüğü, bir durum değil, belki de bir süreçtir. Zannımca, ruh ve beden arasındaki ayırım çok zararlı olmuştur. Birçok dini sistem bu batıl ayrım üzerine kurulmuştur. İnsan, aslında bir enerjidir, bir güç ya da çeşitli düzenlemeleri içeren güçlerin oluşturduğu, elementlerinin tertibinde değişiklik imkânı olan bir bütündür. Bu güçlerin özel tertibine kişilik adı verilir. Burada bu tertibin tamamen tesadüf! olup olmadığı beni ilgilendirmiyor. Ben bunu, yaratılışın gerçeklerinden biri olarak kabul ediyor ve bizim için böylesine değerli olan bu özel tertibin sürekli biçimde varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğini öğrenmeye çabalıyorum. Bu kuvvetlerin, canlı, sağlıklı bir kişilikte etki gösterdikleri tarzda faaliyetini devam ettirmesi mümkün mü? Bence bu mümkün, insan kişiliğini bir daire biçiminde tasavvur edin, başka bir deyişle, güçlerin özel bir şekilde düzene girmesi neticesinde belirli bir daire oluştuğunu ve bu düzenin bozulmasıyla dairenin yok olduğunu düşünün. Öyleyse bu dairenin devamlılığını nasıl koruyabiliriz? Açıkçası, belli bir tarzda enerji sağlayarak etken güçlere yerleşik çalışma düzenlerini sürdürmekte yardımcı olunabilir. Bu yüzden kişiliği bozma eğilimi gösteren tüm aktivitelerden kaçınmamız gerekir. Örneğin, acizlik ve tevazu, kanaat, kölecesine boyun eğme v.b. gibi. Bunların aksine yüksek cesaret, yüce gönüllülük, cömertlik ile kendi geleneklerine ve gücüne karşı duyulan yerinde övünç, kişilik duygusunu güçlendiren şeylerdir.
İnsanın en değerli sermayesi olan kişiliği, erdemin simgesi olarak kabul etmek ve bütün eylemlerimizin değer ve önemini bu standarda göre değerlendirmek gerekir. Kişilik duygusunu uyanık tutan “iyi”; kişiliğini bastırarak sonunda onu yok etme eğilimi gösteren “kötü”dür. Biz, kişiliği takviye edecek bir yaşam tarzı benimsersek, aslında ölüme karşı mücadele ediyoruz demektir. Ölüm, kişiliğimizin içsel güçlerinin tertibini altüst eder. O halde, kişiliğin ölümsüzlüğü bizim kendi elimizdedir. Bunu elde etmek için canla başla çalışmak lâzımdır. Burada sunduğumuz düşünce, uzun soluklu neticeleri kapsamaktadır. Keşke bu bakış açısından İslâm, Budizm ve Hristiyanlık’ın karşılıklı mukayesesi üzerine çalışma yapma fırsatı bulabilseydim. Ancak işin kötü tarafı, bu meselenin ayrıntılarını inceleyemeyecek kadar meşgulüm.
Tarih, bir tür ahlâkî başvuru bilimidir. Eğer ahlâk bilimi, diğer bilimler gibi, deneyimsel bir bilim olacaksa, insanlığın deneyimlerine dayanması gerekir. Bu teorinin açıkça ifadesi, ahlâkî açıdan muhafazakâr, ancak sosyal davranışları tarih öğretileri tarafından yönlendirilenlerin duygularını dahi sarsacaktır.
İtiraf etmem gerekir ki; metafizikten biraz sıkılmış durumdayım. Fakat ne zaman birileriyle bu konuda konuşmak durumunda kalsam, onların sunduğu delillerin, her zaman, eleştirmeden kabullendikleri ifadelere dayandığını görürüm. Bu nedenle o ifadelerin önem ve değerlerini tartmaya mecbur olurum. Meselelerin tüm formlarında giriştiğim deneyim, beni, tekrar kuramsallığa başvurmaya itmektedir. Sanırım metafizik ile ilgili konulardan tamamen sıyrılmak imkânsız.    
Bütün uluslar bizi tutuculukla suçlamaktadır. Ben bu suçlamayı kabulleniyorum, dahası bizim tutuculuğumuzun haklı olduğunu da söylüyorum. Biyoloji diline çevirildiğinde tutuculuk, ferdiyet metodunun, tek bir fert yerine, bir topluluk üzerinde işlev görmesinden başka bir şey değildir. Bu bağlamda yaşamın bütün şubeleri az çok tutucudur ve eğer kendi sosyal varlığını önemsiyorlarsa tutucu olmaları gerekir. Gerçekte bütün uluslar tutucudur. Bir İngiliz’in dinini eleştirin, bu onu hiç etkilemez. Ama biraz olsun kültür, ülke veya faaliyetleri çerçevesinde, onun millî geleneklerini eleştirin, içindeki gizli tutuculuğu açığa vurduğunu görürsünüz. Nedeni, onun milliyetinin din temeline değil, coğrafî temellere, yani ülkesine dayanmasıdır. Bu yüzden onun ülkesini eleştirdiğinizde, yerinde bir tepkiyle tutuculuk duygusu kabarır. Oysa bizim durumumuz tamamen bundan farklıdır. Bizim millî tutuculuğumuz sade bir tasavvur olup maddî bir temele dayanmamaktadır. Bizim tek birleşme noktamız belli bir dünya görüşü üzerinde yaptığımız bir çeşit mantıksal anlaşmaya dayanmaktadır. Bu yüzden, dinimiz eleştirildiğinde, tutuculuğumuzun alevlenmesini, uygarlığı eleştirilen İngiliz’inki kadar haklı buluyorum. İlişkileri değişik şeylerle olsa da, duyguların türü iki durumda da aynıdır.
Adalet, değeri ölçülemeyecek bir hazinedir, ancak onu merhamet duygusunun çapulculuğundan korumak gerekir.   
Yaratılışın “ekonomi mantığı” sebebiyle her ulusun yüklendiği özel bir görevi vardır. Tabiî bilimlerin düzene sokulması Alman ulusunun sorumluluğudur. Ancak hâli hazırda Almanlar, kendilerine bir imparatorluk kazandıracak büyük bir ticarî girişimde bulundular, ama daha yüce bir ülkü yerine ticaretin gönül çekiciliğine kapılmaları onlara pahalıya patlayacak
Yahudi soyu sadece iki büyük insan yetiştirmiştir: İsa ve Spinoza6. Her ikisi de Tanrı’nın görüntüsüdür; ilki oğul, İkincisi evren şeklinde. Spinoza, kendi soyunun bu en yüce öğretmeninin tamamlayıcısıdır.   
İnsan doğası garip tezatların bütünüdür. Eğer ben, bir hayatkadıını ile evlensem, bu benim bu türden uygunsuz ilişkilere hiçbir itirazım olmadığını gösterir. Ancak benim bu fiilimi konuşmalarınıza konu yaparsanız, bu beni rahatsız eder. Bunun anlamı fiiliyatta uygun gördüğüm şeyi, teoride reddediyor olmamdır. Nietzsche’nin felsefesi, en azından ahlâk çerçevesinde, Avrupa’nın kendi davranış tarzına, rasyonel açıdan haklı gösterme çabasıdır. Bununla birlikte aristokratların bu yüce önderi, Avrupa’da dışlanmıştır. Çok az kişi, onun çılgınlığının sırrını kavrayabilmiştir.
Evrensel uygarlığın gelişmesinde Yahudi faktörü gözardı edilemeyecek derecededir. Belki de ilk önce Yahudiler, “alışverişte dürüstlük” diye özetlenebilecek ticaret ahlâkının temel prensibini tespit etmişlerdir. 
Oscar Wilde’in ruhu İngiliz olmaktan çok bir İranlınınki gibidir.
Güç simgesi olan sen! Mehdi’yi beklemeyi bırak, git ve kendi Mehdi’ni yarat!
Bir matematikçi başaramaz ama bir şair tek bir mısraına bütün sonsuzluğu sığdırabilir.  
Peygamber, faal bir şairdir.
Tanrı ve Şeytan, insana yalnızca fırsatlar sunarlar ve kendisi için uygun kabul ettiği yolda yürüyerek bu fırsatlardan yararlanması için onu özgür bırakırlar.   
“Şeytanı an, oracıkta belirsin!” Bu söz Tanrı için de uygun düşmektedir.   
Denilir ki; “Mukayeseler çirkindir”. Bununla beraber, ben, son derece öğretici ve çirkin olarak değerlendirilemeyecek edebî bir mukayeseye dikkatinizi çekmek istiyorum. Nietzche ve Mevlânâ, düşüncenin zıt kutuplarında yer almakla birlikte, edebiyat ve düşün tarihinde özel ilgi merkezi oluşturan birleşme ve kopuş noktalarıdır. Aralarında var olan muazzam düşünce ayrılığına rağmen, bu iki büyük şair filozof, yaşam ile ilgili düşüncelerinin pratik tavrı bakımından kusursuz bir anlaşma içerisinde görünmektedirler. Nietzsche, çevresinde insan türünün çöküşünü görerek bu amaç için çalışmakta olan esrarengiz güçleri ifşa etti ve nihayetinde gezegenimizin yüklendiği görev için uygun yaşam tarzını tasarlamaya girişti, “insanın nasıl muhafaza edileceği değil, nasıl üstün insan olacağı” Nietzsche’nin görüşünün ana fikridir. Yaşamı ve düşünceyi zayıflatan huhusiyetlerin ve dış görünüş itibarıyla güzel, fakat içten içe uyuşturan edebiyatın Müslüman Asya’nın kanını tamamen emmiş bulunduğu ve Moğollar’a kolay bir zafer yolu açtığı bir dönemde, Müslüman dünyasına gelen zarif Mevlânâ, toplumun hayatındaki zaafiyeti, beceriksizliği, yetersizliği görmekte ve bir bölge ya da arazi biçiminde tasarladığı sosyal vücudun çöküşünü farketmekte Nietzsche’den daha geri değildi. Nasıl şaşmaz bir sezgi ile toplumu içten içe kemiren hastalığı tanımlayarak Müslüman insanının ideal tipini nasıl önerdiğine bir bakın: Dün şeyh elinde kandil şehrin çevresinde dolaşarak: Ehlî ve vahşî hayvanlardan bıktım, insandır arzuladığım. Bu gevşek elementli dostlardan gönlüm usandı Allah’ın Aslanı ve destandaki Rüstem’dir arzuladığım Dedim: Biz çok aradık onu bulmak mümkün değil Dedi: İşte bulunmayan o, benim arzuladığım
Yüzyıllardır Doğu’nun kalbi ve aklı şu soruya takılıp kalmıştır: “Tanrı var mıdır?” Ben yeni bir soruyu ortaya atıyorum. Yeni, yani Doğu için yeni. “Acaba insan var mıdır?”
Kaynak: Muhammed İkbal, Yansımalar, orijinal adı: Stray Rejlections, Kaknûs Yayınları,1. Basım şubat, 2001, İstanbul 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar