NAZARÎ TASAVVUFTA İŞÂRÎ HADİS YORUMLARI
Vahdet-i vücûd, insan-ı kâmil, ilâhi kelime,
hakikat-ı muhammediyye, nefesu’r-rahmânî, tecelli, hayâl, berzah,
taayyün, tahakkuk gibi konular nazarî tasavvufun en önemli meseleleridir. Özellikle İbnu’l-Arabî’den sonra vahdet-i vücûd felsefesinin etkisinde kalan sûfiler
nazarî tasavvufun bu temel kavramlarını âyetlerin
yanı sıra hadislerle de temellendirme gayreti içerisinde olmuşlardır. Ancak, mutasavvıfların bir takım felsefî
öğretiler ve teorik
konular üzerine bina edilmiş yorumları aşırı ve kabul edilemeyecek yorumlar olarak kabul edilmiştir.
Sûfîlerin nazarî yorumlarını örneklendirirken aynı hadislerin amelî tasavvufta nasıl yorumlandığına da yer vererek
tasavvuf geleneği
içerisindeki farklı bâtın anlayışlarına dayalı yorumları
tespit etmiş olacağız.
Bu hadiste ayna kavramı
metaforik anlamda
kullanılmaktadır. Ayna, tasavvuf düşüncesinde
en çok kullanılan metaforlardan birisidir. Sûfilere
göre bu hadiste ayna metaforuyla tasvir edilen gerçek mü’min, insân-ı
Kâmil ve Cenâb-ı
Hak’tır. İbnu’l-Arabî
(638/1240),
“Mü’min, mü’minin aynasıdır.”501 hadisini “O’nun benzeri
yoktur”502 âyetiyle irtibatlandırarak vahdet-i vücûd felsefesine göre şöyle yorumlar: “Tenzih nitelikleriyle nitelenmiş
ilâhî hakîkat görüldüğünde, kendisinden başka her varlığı yok eder. Bununla
birlikte, hallerine göre tek bir şahısta ya da hallerinin farklılığı nedeniyle
farklı şahıslarda O’nu müşâhede, derece derecedir. Bunun nedeni, hakîkatin şunu
gerektirmesidir. İçimizden herhangi bir müşahede sahibi ancak kendi nefsini
müşahede ettiği gibi her hakikat de bizden ancak kendisini müşahede eder.
Dolayısıyla her hakîkat diğeri için bir aynadır. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
“Mümin, mümin kardeşinin aynasıdır.” Allah ise, şöyle buyurur: “O’nun benzeri
yoktur.”503
Abdulkâdir Geylânî’ye (561/1165) nispet edilen
Sırru’l-Esrâr isimli eserde
bu hadise ru’yet konusunda yer verilmektedir. Sûfiler Allah’ın bu dünyada kalp aynası
vasıtasıyla görülebileceğini düşünürler. Bu da gönül gözü ile O’nun Cemâl nurlarının aksinden olan sıfatlarını görmektir. Bu eserdeki
hadisin yorumu
şu şekildedir: “Sultanî ruhun kazancı, Allah
Teâlâ’nın cemâlinin yansımasını görmektir. ‘(Kulunun) kalbi, gördüğünü
yalanlamadı’504 âyetinde ve ‘Mü’min, mü’minin aynasıdır’ hadisinde ifade
edildiği gibi. Hadiste geçen ilk mü’min kelimesiyle, ‘mü’min kulun kalbi’,
ikincisi ile de ‘Allah’ kastedilmiştir.”505
Her ne kadar Gazzâlî ayna metaforunu sûfî’nin yaratıcısı ile yaşadığı
mistik hâli ifade eden bir kavram olarak
düşünmüse de . Ancak Gazzâlî (505/1111) bu hadisi İhyâ’da ‘İnsanın Kendi Kusurlarını Bilmesi’ başlığı altına
şöyle ele almaktadır: “İnsanlara karışmak ve aralarında
kötü bulduğu her işte kendisini murakabe edip ayarlamaktır. Mü’min, mü’minin
aynasıdır. Başkasının kusurlarında kendi kusurlarını görür ve tabîatların
hevâ-i nefislerine uymakta birbirlerine yakın olduklarını bilir. Birinde
bulunan bir kusurun aynı, daha azı veya daha çoğu mutlaka diğerinde de vardır.
Kişi kendisini araştırmalı ve başkasında görüp hoşlanmadığı şeylerden kendisini
temizlemelidir. Şayet insanlar başkalarında gördükleri kusurları kendileri terk
etse başka bir terbiyeciye gerek kalmazdı.”506
Suhreverdî (632/1234) ise Avârifu’l-Meârif adlı eserinde Ribât ve Tekkelerdeki sûfilerin
özelliklerinden bahsederken bu hadisi şöyle yorumlamaktadır: “Ribat ve tekkelerde toplananlar beraberlikleriyle iç âlemleri
bir noktada toplanmış ve nefisleri birbirine bağlanmıştır. Resûlullah’tan
rivâyet edilen ‘mü’min mü’minin aynasıdır’ hadisine göre, onlar birbirinin
aynası olmuştur. Ne zaman içlerinden birinde ayrılık hali eseri zuhur etse,
ondan nefret ederler. Çünkü geçimsizlik ve ayrılık, nefsin ortaya çıkmasıyla
meydana gelir. Dervişin nefsâni davranışları ortaya çıktığında sûfîler onun bu
topluluktan ayrılacağını anlarlar .”507 İsmail Ankaravî (1041/1631) de semâ ve mukâbele konusunu
ele alırken bu hadise
şu şekilde yer vermektedir: “Mukabelede esas
olan, yüzyüze gelecek
şekilde oturmaktır. Mü’min,
mü’minin aynasıdır’ hakikatince
kalb kalbe karşı, kin ve nefretten arınmış olarak sanki aynaya bakıyormuş gibi
kardeşin kardeşe bakması gerekir ki bu sayede birliğin sırlarına ve tevhidin
müşâhedesine nâil olmak mümkün olsun. Mukâbele lafzının asıl manası ve sırrı
budur.”508
Görüldüğü gibi İbnu’l-Arabî, hadisi vahdeti vücuda delil olarak ileri sürüp yorumlarken, Gazzâlî tasavvufî kavramlardan birisi olan murâkabe, Suhreverdî de sûfilerin ahlâkı bağlamında yorumlar.
Gazzâlî, Suhreverdî ve İsmail Ankaravî’nin yorumları daha ma’kul
ve kabul edilebilecek bir tasavvufî yorum tarzını yansıtırken, İbnu’l-Arabî’nin yorumu,
nazarî irfânî görüşlerinin teyidi
amacını taşımakta, hadisin
zâhiri anlamından uzak oldukça
aşırı bir bâtınî yorum örneğini
teşkil etmektedir.
Nazarî yorumlara
bir örnek de İnsân-ı Kâmil müellifi Abdulkerim el-Cilî’den (826/1422) vermek istiyoruz. Cilî, genel olarak “varlık” problemini ele alır ve özellikle Tasavvuf
tarihinde varlık meselesinin en geniş şekilde
inceleyen İbnu’l-Arabî’den (638/1240) aldığı felsefî ve tasavvufî ıstılahları İbnu’l-Arabî’nin yöntemine yakın bir şekilde tanımlar. Abdulekerim Cilî’nin de varlık hakkındaki nihâî tasavvuru, kendisinden önceki sûfilerin
de ifade ettiği “Varlık, özü ve hakikati itibaryla bir ve aynı şeydir.
Kesret ve taaddüd
ise izâfidir.” görüşünden ibârettir. Bu düşünce
de vahdet-i vücûddan
başka bir şey değildir.
Hz. Peygamber’in hadislerinin zâhiri ve bâtınî yönleri
olduğunu söyleyen
Cilî, hadislerin zâhir anlamlarının terk edilmemesi gerektiğini belirtir. Cilî de tıpkı İbnu’l-Arabî gibi hadis yorumlarını “i’tibâr”
kavramı üzerine
bina eder.
Cilî, İnsân-ı Kâmil
adlı eserinde bu hadisi vahdet-i
vücûd bağlamında açıklar. O, “er- rahman”
kelimesinin harflerini “elif-lam-râ-mim-nun” izah ederken “nûn” harfinin
Cenâb-ı Hakkın mazharı kelâmı olduğunu söyler ve “nûn” harfinin
üstündeki noktanın, suver-i mahlûkat ile zâhir olan Zâtullah’a
işâret ettiğini belirtir.
Mahlûkattan önce zâhir olan Zât’dır.
Sonra mahlûk zâhir olur.
Cenâb-ı Hakk’ın Zâtının nûru, yaratılanların nûrundan daha yüce ve daha azhardır. Cîlî, işte bu görüşünü
desteklemek üzere
“Sadaka evvelen Rahman’ın avucuna sonra sâilin avucuna düşer” hadisini gösterir
ve Hz. Ebûbekir’in “Ben bir şeyde evvelâ Allah’ı görmedikçe, o şeyi görmem” sözünün de bu anlamda
olduğunu belirtir. Nûn harfindeki nokta Allah’a,
“nûn” harfi ise mahlûkata
işâret etmektedir.510
Tasavvuf geleneğinde
hadislerin işârî yorumları
farklılaşmaktadır. Cilî, hadisi
felsefî irfânî düşüncesinin teyidine yönelik
yorumlarken onun dayandığı
kavram “i’tibâr”dır. O, bu hadisin i’tibârla vahdet-i
vücûd’a işâret ettiğini düşünmektedir. İşârî yorumlarında aynı kavramı kullanan Gazzâlî’nin İhyâ’da bu hadis hakkındaki yorumu ise amelî tasavvufî
bir yorum örneğini yansıtmaktadır.
Gazzâlî (505/1111), İhyâ’da zekat konusunu
ele alırken zekat hakkındaki bazı fıkhî hükümleri ele aldıktan sonra zekatın
zâhiri ve bâtınî edeblerinden söz eder. Bu edeblerden birisi de sadakayı boşa çıkaracak
hallerden kaçınmaktır. “Sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet vermek sûretiyle heder etmeyin”511 âyetinde yer alan “menn” (başa kakmanın) bâtınî manası
üzerinde duran Gazzâlî,
bu kelimenin dayandığı
bir aslı ve bir de kökünün olduğunu söyler.
Bunlar da kalbin sıfat ve halleriyle ilgilidir. Kökten meydana
çıkan bir takım dallar ise diğer azalarda kendini gösterir.
Bunun aslı, kendisinin fakire in’am ve ihsan ettiğini
zannetmesindendir. Halbuki bunun hakkı, kendisini temizleyip cehennemden kurtaracak olan Allah’ın hakkını kabul etmesi bakımından in’am ve ihsanı kendisinde değil, fakirde
bilmektir. Eğer o fakir,
kabul etmemiş olsaydı bu borç boynunda
kalacaktı. O halde işin hakkı, fakiri minnet altına almak değil, bilakis fakire minnet etmektir. Çünkü Allah’ın
hakkını kabulde
fakirin eli Allah’a vekalet
etmektedir. 512
Gazzâli hadiste yer alan, sadaka veren kimseyi hizmetçiye benzetir.
Buna göre efendinin hizmetçisine alacaklı bir kimseye
götürmesi için para vermesi ve hizmetçinin bu parayı teslim ederek alacaklının kendi minneti
altına girmesini zannetmesi ahmaklıktır. Hizmetçinin hiç kimseyi minnet altına almaya hakkı yoktur.
Zekatı veren kişi, malını infak etmekle, ilahi sevgiye mazhar olma, cimrilikten temizlenme ve nimetin şükrünü ifâ etmesi bakımından ancak kendisine iyilik etmiştir.
Bu yüzden zekatı veren kişinin kendisinin fakire ihsan ettiğini
düşünmesi yanlıştır.513 Gazzâlî, hadislerden çıkarılacak hükümlerin/ibretlerin (i’tibâr) bedenen ve kalben uygulanmasına
büyük önem verir. Diğer itibâra dayalı yorumlarda ise nazarî yön kendisini hemen hissettirmektedir.
3. “Misvâk ile (sivâk) kılınan bir namaz misvâk
kullanmaksızın kılınan yetmiş namazdan üstündür.” Hadisi514:
Nazarî irfânda aşırı bâtınî
yorumların pek çoğu kelimelerin çok anlamlılığına dayanır.
Kelimelerin çok anlamlılığına dayalı yorumlarının pek çok örneğini İbnu’l-Arabî’de (638/1240) görmek mümkündür. Misvâk ile ilgili bu hadisi “sivâk” (senden başkası)
ve “misvâk” arasında kurduğu
bağlantıyla vahdeti
vücuda hamlederek yorumlayan İbnu’l-Arabî, “sivâk”
kelimesinin, “Senden başkası
Rabbindir, senin gibi olan ise senden başkası
değil, senin aynındır” anlamına geldiğini belirtir
ve hadisi şöyle yorumlar:
“Rabbin
vasıtasıyla namaz kılman, nefsin vasıtasıyla namaz kılmandan daha hayırlıdır.
Burada Hz. Peygamber sivâ’ya işâret etti. Yetmiş ise, insanın ortalama ömrüdür.
Şâri yedileri genellikle yalın ve bileşiklerde dikkate alır. Hadisin tefsir
yöntemine gelirsek, hadis iki temizliği kendisinde toplar: abdest ve misvâk
kullanmak. Abdest derken kastedilen, ağza su vermektir. Bu ise bize göre,
abdestin sünnetlerindendir. Ağız konuşma organıdır, çünkü namaz, gündüz
muhâdese, gece müsâmere, sırda ihtisas, yani müsamere (içten konuşmak), açıkta
tebliğ etmek demektir. Bütün bunlar ayakta duran, oturan ve yanı üzerinde yatan
için böyledir.”515
İbnu’l-Arabî, aralarında hiçbir
ilişki bulunmayan misvak kullanmak anlamındaki “sivâk” ve senden başkası anlamındaki “sivâke”
arasında kurduğu bağlantıyı zâhir ve bâtının her ikisinin birden benimsenmesine bağlar:
“(Zâhir ve bâtın
arasındaki) ortaklık, peygamberin ‘sivâke’ (misvâk kullanmak ve senden başkası)
sözünde gerçekleşmiştir. Sivâk kelimesindeki ‘kef’ harfi, asıl anlamıyla
kelimenin bir harfiyken istisnâi olarak izafe edilen bir harftir ve aslî harf
olamaz. Onu tahkik yönünden kabul eden kimse, ikinci tekil şahsın izafesi
olmasına tek bir şey olarak bakmıştır. Bu durumda onu izafette tıpkı bir kelime
gibi asıl yapar ve bileşikliği tek bir kelimedeki harflerin bileşiğinin bâtınî
yorumu sayar. Böyle bir hitâbın izafesinin varlığı, izâfe ‘kef’ (harfi) ile
yapılabilir. Sivak ismi de ‘kef’ (harfi) olmaksın var olamaz.”516
İbnu’l-Arabî’nin i’tibâr olarak adlandırdığı bu bâtınî yorumun mu’tedil işârî yorumlardan oldukça farklı olduğu ve aşırı bir yorum ihtivâ ettiği, hadisin, hadiste yer alan kelimenin
gerçek anlamının
dışında yorumlandığı oldukça açıktır.
Muhyiddin İbnu’l-Arabî (638/1240), Kur’ân-ı Kerim
âyetlerinin çok anlamlılığa sahip olduğu konusundaki görüşleri doğrultusunda Tirmizî’nin (279/892) Sünen’inde yer aldığını söylediği اﻟﺘﺮﻣﺬي ﺣﺪﻳﺚ ﻓﻲ آﺬا ورد آﻔﺮ ﻓﻘﺪ ﺑﺮأﻳﻪ ﻓﺴﺮﻩ ﻣﻦ و ‘Kur’ân’ı kendi re’yi ile tefsir eden kimsenin kâfir olacağı’ şeklinde bir
rivâyete atıfta bulunmaktadır. İbnu’l-Arabî, çok anlamlılık teorisini hem ‘dinden çıkmak’ hem de ‘örtmek’
anlamına gelen “küfür” kelimesinin ‘örtmek’ anlamı üzerine binâ eder.
‘Kâfir
olur’
ifadesinde
nebevî
bir
işâretin bulunduğunu
söyleyen
İbnu’l-Arabî Hz.
Peygamber’in özellikle ‘hata eder’ demediğini şu şekilde açıklar:
“Tirmizî’nin
hadisinde ‘kafir oldu’ ifadesinde nebevî bir işâret vardır. Hz. Peygamber, ‘hata
eder’ dememiştir. Çünkü ‘küfür’ örtmek demektir. Allah’tan başka
‘mütekellim/konuşan’ görmeyen Allah ehli, âyetin yorumunu kendi görüşüne izafe
ederse, bu ihtimal ve yorumda Allah’ı bazı kullarından örtmüş sayılır. Bununla
birlikte yorum, müfessirin görüşüne göre doğrudur. Fakat dilin sahipleri, o
yorumun karşılığında bu lafzı koymamış veya mecaz olarak kullanmamışlardır.
Öyleyse bu şart, zorunludur. Allah ise o yorumu da bilir. İsabet ise Hakka
izafe edildiğinde gerçektir. Bu nedenle Hz. Peygamber, kâfir oldu (örttü) dedi,
fakat hata etti’ demedi. Dilediğini örtmek, Allah’ın hakkıdır. O’na hata izafe
etmek ise imkansızdır, çünkü bilgisi bütün bilinenleri ihata ettiği için hatayı
kabul etmez.’”517
İbnu’l-Arabî, söz konusu bu yorumunu
Kur’ân âyetlerinin yorumu konusunda gündeme getirir. Ona göre, Yüce Allah sonsuz
kelâm sıfatıyla tecellî ettiği ve ilâhî kelâmını indirdiği lügatteki kelimelerin muhtemel bütün
mânâlarını bildiği
için lafzın ihtivâ ettiği bütün
manâları kastetmiş
olmalıdır. Dolayısıyla kelimelerin farklı birçok lügat
mânâsına dayanan
her yorum geçerlidir ve her hangi bir âyetin farklı bir veçhesine dayanan idrak, bu idrake ulaşan kimse için
geçerlidir. Öyleyse ilâhî hitâba muhatap olan her bir kimse, lafza dayalı çok anlamlılığın sınırları içerisinde kalmak şartıyla,
ilgili âyetten kendi anladığı veçhe üzere mükelleftir. Zirâ, o kimse bu mânâyı, kelâmullahın lafzî tezâhürünün muhtemel anlamlarından çıkartmaktadır.518 Bu sebeple İbnu’l-Arabî’ye göre Kur’an’ı,
lafzın muhtemel mânâlarının dışına çıkmadan yorumlayan her kimse gerçek müfessirdir. Fakat
her kim Kur’an’ı, o dili konuşanların bilmediği ve örfî olarak ıstılahlaştırmadıkları bir mânâ üzere, kendi görüşüne ve fikrine göre yorumlar
ise o kimse küfre (gizleme/örtme) düşmüştür.519
İbnu’l-Arabî’nin “آﻔﺮ
ﻓﻘﺪ ﺑﺮأﻳﻪ ﻓﺴﺮﻩ ﻣﻦ و” “Kur’ân’ı kendi
reyi ile tefsir eden küfre düşmüştür” şeklinde naklettiği naklettiği ve Tirmizî’nin Sunen’inde yer aldığını
söylediği bu hadis bu lafızlarla Tirmizî’nin Sunen’inde ve diğer hadis kaynaklarında yer almamaktadır. Tirmizî’nin Sünen’inde konuyla ilgili üç rivâyet yer almakta, bu rivâyetlerin ikisinde ‘cehennemdeki yerine hazırlansın’520 diğerinde ise İbnu’l-Arabî’nin naklettiğinin aksine
‘hata eder’, ifadesi
yer almaktadır. Tirmizî’de yer alan rivâyet şu şekildedir:
“Her kim Kur’ân
hakkında kendi görüşüyle bir şey derse, isabet etse (doğru dese) de muhakkak
hata etmiştir.”521
Halbuki İbnu’l-Arabî, Kur’ân âyetlerinin yorumlanması konusunda
temellendirmeye çalıştığı
yorumlarını hadiste
‘hata eder’ ifadesinin kullanılmamış olmasına dayandırmaktadır. Konuyla ilgili rivâyetleri göz önünde
bulundurduğumuzda İbnu’l-Arabî’nin yorumlarının hem temelsiz, hem de aşırı bir yorum olduğunu söylemek mümkündür.
İbnu’l-Arabî Futûhât’ta “zikir makâmı ve sırlarının bilinmesi” konusunu ele alırken bu hadise yer verir ve ve hadiste
yer alan “Allah,
Allah” ifadelerini bir zikir olarak değerlendirir. Üstelik buradaki zikri sadece lafzın tekrarlanması değil âlemin ayakta durmasına vesile
olan insân-ı
kâmilin zikridir. İbnu’l-Arabî bu hadisi şöyle yorumlar:
“Burada Hz.
Peygamber bu lafzı bir şeyle sınırlamamıştır. Çünkü o, kuların içinden
seçkinlerin zikridir. Allah onlar ile dünyâ âlemini ve içlerinde bulundukları bütün
âlemleri korur. Onlardan dünyada kimse kalmadığında, dünyanın korunmasını
sağlayacak bir sebep kalmaz. Bu nedenle dünya yok olur ve harap olur. Bu esnada
bile nice kişi Allah Allah diyebilir. Fakat o, belirttiğimiz şekilde zihninde
tutarak (istihdâr) zikretmemektedir. Bu nedenle Şâri zihinde canlandırma
(istihdâr) olmaksızın lafzı geçerli saymamıştır.”522
Abdurrezzak Kâşânî (730/1329), Letâifu’l-A’lâm fî İşârâti ehli’l-İlhâm adlı tasavvuf sözlüğünde pek çok tasavvufî kavramı ele alırken hadislere
yer vermekte ve nazarî-tasavvuf anlayışı doğrultusunda bu kavramlara açıklık getirmektedir. Kâşânî,“Yeryüzünde Allah, Allah diyen olduğu sürece kıyamet kopmaz”523 hadisini “tutan” anlamına
gelen “el-mâsik” kavramına işaret eden bir hadis olarak zikreder. Kâşânî’ye göre “el-mâsik”, mânevî direk anlamına gelir. Hz. Peygamber
bu hadisteki pekiştirmesiyle şuna dikkat
çekmiştir:
“Yeryüzünde
gerçek anlamda Allah diyen bulunmadıkça kıyamet kopmaz, burada bilhassa btün
isimlerin anlamlarını içeren kuşatıcı ismi kast etmiştir. Çünkü onu gerçekte
sadece Hakkı tam ve gerçek bilgi ile bilen zikredebilir.”524
Kaşânîye göre
bu kişi, bütün asır ve dönemlerde Allah’ı en yetkin tarzda bilen yaratıktır. O, Allah’ın
halifesi ve o devrin kâmilidir. Böylece Hz. Peygamber’in hadisi ‘Yeryüzünde gerçek insan-ı kâmil bulunduğu
sürece kıyamet kopmaz’
anlamına gelmektedir. Çünkü insân-ı
kâmil yeryüzünü
tutan mânevî direktir.525 Abdurrahman Câmî (898/1493) de Nakdu’n-Nusûs fî Şerhi Nakşi’l-Fusûs adlı
eserinde hadisin gerçek
ma’rifete ulaşmış,
asrının hayırlısı, kutub makamındaki insân-ı kâmil
hakkında olduğunu benzer
şekilde açıklamaktadır.526 Nazarî tasavvufta insân-ı kâmil ile ilişkilendirilerek yorumlanan bu hadise Kuşeyrî, zikir
konusunu işlerken
yer vermektedir.527
Hadiste yer alan ifadeleri belli bir taifeye
hasretmek doğru değildir.
Çünkü hadisteki vurgu Allah adını
ananların kimler olduğu üzerine değildir. Nitekim rivâyetin başka bir versiyonu şu şekildedir: “Yeryüzünde Allah Allah…denildikçe kıyamet kopmayacaktır..”528 Nitekim hadis âlimleri
bu hadisi “Kıyamet ancak insanların
şerlileri üzerine kopacaktır.”529 hadisiyle aynı anlamda
yorumlamaktadırlar.530 Nevevî’ye (676/1277) göre söz konusu bu hadis manâ itibariyle
bu hadisle aynı anlama sahip olup kıyametin
kötüler üzerine kopacağını bildirmektedir.531 Nevevî, İslam ümmeti
içinde fakih, muhaddis, müfessir, mücahit,
zahit, âbid, hayrı emredip
kötülükten nehyeden her gurubun
emâneti kıyamete kadar taşıyacağını, bütün bunların
bir arada bulunmasının şart olmadığını, her birinin değişik bir bölgede bulunabileceğini, hepsinin yok olmasıyla kıyametin
kopacağını belirtmiştir.532
Ancak, Kurtubî (671/1272), hadiste
yer alan “Allah Allah” ifadesine
‘zikir’ anlamı vererek ‘yeryüzünde insan-ı kamil kaldığı
sürece kıyamet kopmaz’ şeklinde yorumlamanın doğru olmayacağını çünkü
buradaki tekrarın
bir kinaye olduğunu söyler.
“Allah Allah” ifadesini münkeri terk eden kimse
bir
taaccup
ifadesi
olarak
kullanır. Buna göre
hadisin manâsı şu şekildedir: “Münkeri terk edenler kaldığı
sürece kıyamet kopmaz”533 Kıyametten önce inanan herkesin ruhlarının alınacağını ve kendilerinde iyilik ve hayır bulunan hiç kimsenin kalmayacağını, kalbinde zerre miktar imânı olan kimselerin ruhlarının alınacağını bildiren hadisleri534 de dikkate aldığımızda kâinatın
ayakta durmasına vesile
olanların sadece
tasavvufta anlaşıldığı şekliyle sadece insân-ı kâmile hasredilemeyceğini, inanan herkesin bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiğini söyleyebiliriz.
Nazarî-tasavvufi yorumlarla amelî/işârî tasavvufî
yorumlar arasındaki farklılığı
Kelâbâzî (380/990), Gazzâlî (505/1111) ve Muhyiddin İbnu’l-Arabî’nin (638/1240) bu hadis hakkındaki yorumlarında oldukça açık bir şekilde görmekteyiz. Bu hadise yer vermemizin amacı öncelikle nazarî yorumların aşırı yönünü ortaya koymak diğer ise tasavvuf geleneği
içerisindeki “işârî” ve hikmete dayalı yorumlar arasındaki farklılıkları göstermektir.
Kelâbâzî (380/990) Bahru’l-Fevâid adlı
eserinde hadiste
yer alan “اﻟﺪﻧﻴﺎ ﻣﻦ” ifadesinin “ ﻓﻲ اﻟﺪﻧﻴﺎ” anlamına gelebileceğini bu durumda Hz. Peygamber’in dünyada bulunduğum süre içerisinde kendisine üç şeyin sevdirildiğini söyler. Çünkü hadiste zikredilen üç şey dünyada
dine ait olan şeylerdir. Kelâbâzî’ye göre bu hadiste sözün (kelâm) ulaşacağı
son nokta zikredilmektedir
ki o
da Allah’a kulluktur. Kelâbâzî bu hadisi şöyle şerhetmektedir:
“Ubûdiyet iki
şeyle tekemmül eder. Allah’ın kudretini tazim etmek ve yaratıklara güzel
muâmelde (hüsn-i muâmele) bulunmak. Hadiste geçen konular bu iki esas
etrafından toplanmaktadır. Nitekim namaz, Allah’ı ta’zim sadedinde dini
ibadetlerin en câmî hüviyetli olanıdır. Namazın başlangıcı iç ve dış temizliği,
cem-i himmet, gönlü dünya alakalarından temizlemek ki o da niyettir. Sonra
Allah’tan başka her şeyden sıyrılıp, yalnız O’na yönelmek (teveccüh)… İşte
bütün bunlar, namazı ibadetlerin en güzeli yapmıştır. Peygamberimizin ‘gözümün
nuru namaz buyurması bundan dolayıdır.’”536
Kelâbâzî’nin hadisin
geri kalan kısmıyla
ilgili yorumları ise şu şekildedir:
“(Ubûdiyetin
ikincisi hasleti olan) yaratıklara iyi muâmele etmeye gelince, bunun nihâî
sınırı da, onlara haklarını fazlasıyla vermek, nefsinden ve elinde bulunan
nimetlerden hiçbirini onlardan esirgememektir. Hadisin birinci kısmında yer
alan ‘güzel koku ve kadın’ buna işarettir. Çünkü güzel koku, Allah’ın rûhânî
yaratıkları olan meleklerin nasibidir. Zira onların bu dünyada güzel kokudan
başka hoşlandıkları bir şey yoktur. Resûlullah onların haklarına riâyet ve
onlara iyi muamele için güzel kokuyu sevmiştir. Halbuki kendisinin buna
ihtiyacı yoktur. Kadınlarla geçinme ve onlara karşı iyi muâmele oldukça zor bir
iş olduğu halde Allah’ın Resûlü ubudiyetin gereği olarak bunu da en iyi şekilde
yapmıştır.”537
Kelâbâzî, Allah’ın yaratılarına karşı güzel muamele ve Allah’ın
kudretini ta’zîm etmek şeklindeki iki hasletten diğerine karşı üstün
olanın Allah’ın
kudretini ta’zîm etmek olduğunu söyler. Kelâbâzî’ye göre Hz. Peygamber’in Allah’a olan muhabbeti
de bununla artmıştır. Öyle ki gözünün
nuru olmuştur. Çünkü göz nuru muhabbetin nihâyetidir. Sanki Hz. Peygamber şöyle demektedir: “Bu dünyada
bana sadece Allah’a
kulluk sevdirildi, başkası
değil.” Bazı rivâyetlerde yer alan “دﻧﻴﺎآﻢ ﻣﻦ” ifadesi Hz. Peygamber’in dünyadan zevk almadığına, dünyada herhangi
bir zevk bulunmadığına işârettir. Öyle ki Hz. Peygambere dünyada sevdirilen sadece Allah Teâlâ’dır.538
Görüldüğü gibi Kelâbâzî,
Hz. Peygambere namazın,
kadının ve güzel kokunun sevdirilmiş olmasının doğrudan
zâhirden anlaşılamayacak sebep ve hikmetlerini muâmeleyi esas alarak açıklamakta en önemlisi hadisi,
lafızlarının ve zâhirinin dışına çıkmadan yorumlamaktadır.
Gazzâlî (505/1111) ise namazın
dünyaya nispet edilmesinden hareketle
hadisin zühdle ilişkisini kurmakta ve hadisi şöyle yorumlamaktadır: “Hz. Peygamber
burada namazı dünyalık lezzetlerden saymıştır. His ve müşahedeye giren her şey şehâdet ve müşâhede
âlemindendir, dolayısıyla dünyadan sayılır. Namazın secde ve rükûsunda
organların hareketiyle hissedilen telezzüz dünyevi bir his olduğu için namazı dünyaya
izafe etmiştir.”539 Gazzâlî, namazın dünyaya izâfe edilmesinin yerilen dünyalık
anlamına gelmediğini, namazdaki bu zevk ve lezzetlerin dünyalık olmadığını söyler.540
Gazzâlî, ayrıca hadiste yer alan “güzel koku”, “kadın” ve “namazın” sevdirilmiş olmasını dikkate alarak hadisi “muhabbet”le ilişkilendirmekte ve bu üç şeye karşı muhabbeti birbirinden ayırmaktadır. Gazzâlî, her duyunun anladığı şeye karşı zevk aldığını ve fıtraten ona meylettiğini söyler. Mesela
gözün zevki görüp hoşlandığı şeylerdedir. Kulağın
zevki duyduğu güzel seslerdedir. Duyular
vasıtasıyla anlaşılan bu şeyler hoşa gittikleri için sevilirler. Zevk-i
selîm onlara meyleder.
Güzel koku ve kadın duyularla
idrak edildiği halde namaz beş duyunun
hiçbiri ile bilinmez.
Namaz ancak altıncı bir duyu ile bilinir ki bu da kalptir. Gazzâlî, buradan hareketle zâhirî “basar” ile bâtınî “basîret” arasındaki farkı ortaya koymaya
çalışmakta ve kalp ile idrâk edilen şeylerin beş duyu ile idrâk edilenlerden çok daha üstün olduğunu
ifade etmektedir. Daha sonra Gazzâlî, konuyu muhabbetullaha getirerek, muhabbeti beş duyuya bağlayarak bu beş duyu ile idarak edilemediği ve hayalde tasavvur
edildiği için Allah’ın sevilmeyeceğini (muhabbet) iddia edenlere karşı çıkmaktadır. Gazzâlî, Allah sevgisini ancak insanlık
deresinden hayvanlık derecesine düşen
ve beş duyudan başka -çünkü beş duyu ile edilen zevkler
hayvanlarda da vardır- bir şey bilmeyenlerin inkar edebileceğini söyler.541
İbnu’l-Arabî (638/1240) ise
bu hadis hakkındaki yorumlarıyla hikmete
dayalı yorumlarının en ilginç örneklerini vermektedir. İbnu’l-Arabî,
Fusûsu’l-Hikem’in son bölümü olan “Muhammed
Fassı”nı “اﻟﻤﺤﻤﺪﻳﺔ آﻠﻤﺔ
ﻓﻲ
ﻓﺮدﻳﺔ ﺣﻜﻤﺔ
ﻓﺼﻞ”
bu hadisle izah etmeye çalışır ve bu
hadisten bir dizi hikmetler çıkarır. İbnu’l-Arabî, bu hadiste
yer alan kelimeleri, kelimelerin müenneslik ve müzekkerliği, sıralanışı gibi bazı hususları
göz önünde bulundurarak hakîkat-i Muhammediyye, hakh-halk ya da asıl-fer’ arasındaki ilişkiyi, ilâhî sevgi (muhabbet) doktrinini, âlemdeki dişil unsurları, güzellik-çirkinlik, müşâhede hakkındaki görüşlerini ortaya
koymakta lafızları ve dili oldukça aşan “i’tibâra” dayalı yorumlarda bulunmaktadır. Ancak İbnu’l-Arabî, ilm-i bâtın anlayışının hadis yorumlarındaki tezâhürünü ortaya koymakta,
hadis hakkındaki yorumları
varlığı yorumlama
yönteminin dışına çıkmamaktadır. 542
İbnu’l-Arabî’nin Fusûs’una müracaat
ettiğimizde eserin
en önemli amaçlarından birisinin, her nebîyle
(kelime) ilmini kendisinden aldığı “asıl” arasındaki ilişkiyi açıklamak olduğunu görürüz. Bu asıl “kelime”
ya da Hakîkat-i Muhammediyye’dir.543 İbnu’l-Arabî’nin hadisten çıkardığı metafizik yorumlardan birincisi, teslis ve Hz. Muhammed’in ferdiyetidir. “Tek sayıların ilki üçtür. Üçün üzerindeki sayılar ondan türemiştir. Bu bakımdan Resûl, Rabbine ilk delildir. Binâenaleyh ona Âdem’in isimlerinin müsemmâlarından ibaret olan ‘cevâmiu’l-kelim’ verilmiştir. Şu halde Hz. Muhammed
teslisinde delîle benzer olmuştur. Ve delil, kendi nefsi için delildir. Hz. Muhammed’in hakikati, yaratılışı üçlü olması dolayısıyla ilk ferdiyeti vermiştir. Bunun için varlıkların aslı olan muhabbet
hakkında teslise işâretle ‘Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi’ buyurmuştur.” 544
İbnu’l-Arabî, hadiste ifade edilen kadının sevdirilmesini ise Hakk-halk ya da “asıl-fer’” ilişkisi şeklinde açıklar. İbnu’l-Arabî şöyle der: -“Hz. Peygamber kadını önce
zikrederek namazı daha sonra söyledi. Bunun sebebi kadının aynı ilk zuhurda
muhakkak erkeğin bir parçası olmasındandır. İnsanın nefsini bilmesi de rabbini
bilmesine bir başlangıçtır. Çünkü (insanın) rabbini bilmesi kendi nefsini
bilmesinin bir neticesidir.”545
Muhammed Abdurraûf Munâvî
(1031/1622), et-Teysîr bi Şerhi Câmii’s-Sağîr adlı
şerhinde kadının önce namazın sonraya bırakılmasının hikmetini İbnu’l-Arabî’nin Fusûs’undan aynen iktibas eder. Ancak İbnu’l-Arabî’nin ismini zikretmeksizin bu yorumu “bazı ârifler
şöyle demişlerdir” diyerek nakletmiştir.546 Munâvî’nin nazarî tasavvuf anlayışının hâkim olduğu bu yoruma eserinde yer vermesi,
hadis şârihlerimizin zaman zaman nazarî
yorumlara yer vermelerini göstermesi bakımından önemlidir.
Hadis şârihlerimiz Hz. Peygamber’e kadının sevdirilmiş olmasının hikmetini, erkeklerin öğrenemeyeceği ve sormaktan
hicâb edecekleri islâmî hükümlerin mühim bir kısmının
kadınlar tarafından nakledilmiş olmasına, Hz. Peygamber’in kıyamet günü diğer ümmetlere karşı ümmetinin çokluğuyla övüneceğini547 dikkate alanlar,
ümmetin sayıca artmasına kadınların vesile olmasına ve “Dünya
bir metâdır, en hayırlı meta ise sâliha kadındır”548 hadisini dikkate alanlar ise kadının
dünyanın en hayırlı varlığı olmasına bağlamaktadırlar.549 İbnu’l-Arabî ise, hadiste geçen ‘sevdirildi’ ifadesini ilâhi aşk (muhabbet) doktrininin temeline yerleştirir: “Kadın, Hz. Peygamber’e sevdirildi. Bu yüzden o, kadınlara
muhabbet duydu. Bu muhabbet, küllün cüz’üne muhabbet duyması cümlesindendir…
Hz. Muhammed ‘bana kadın sevdirildi’ buyurdu. Çünkü kendi sevgisi ancak
Rabbinin sûretiyle ilgili olduğundan kendi nefsinden bahisle ‘ben sevdim’
demedi. Bu sûretle kadına karşı olan sevgisini bile Allah’a nispet etti. Çünkü
Hz. Peygamber kadın sevgisini, Allah’ın kendi sûreti üzere olan mahlûkuna
muhabbeti gibi ilâhî ahlâka uymak için dilemiştir.”550
İbnu’l-Arabî, hadiste ‘mer’e’ kelimesi yerine ‘nisâ’ kelimesinin kullanılmış olmasını da değerlendirir ve bunda bir ayrıntı olduğunu düşünür. Buna göre Hz. Peygamber “nisâ” kelimesini kullanmakla kadının ontolojik yerine vurguda bulunmuştur. Çünkü nisâ’nın türemiş olduğu “nüs’e” ‘te’hir’ anlamına gelir. Öyleyse Hz. Peygamber, nisâ’yı kullanmakla varlık hiyerarşisinde kadının erkekten sonra geldiğine işâret etmiş olmaktadır.551
İbnu’l-Arabî bir takım gramatik tahlillerde bulunarak hadisteki dişil unsurların hâkim olduğunu, hadisteki müennes baskınlığından hareketle varlıktaki dişil boyutun önemine dikkat çeker. Zira o, “Sen
hangi mezhepten olursan ol, daima te’nîsin (dişiliğin) önce geldiğini görürsün” sözüyle her türlü varlık alanında müennesliğin hakim olduğunu ortaya koymak ister. Hatta âlemin vücûdunda Hakk’ı illet sayan felsefe ehli552 nazarında da böyledir. Çünkü “illet” de müennestir.553 İbnu’l-Arabî, hadis âlimlerine göre hadisin aslında yer almayan “selâs” ifadesinin dahi bir hikmete mebnî olduğunu düşünür. İbnu’l-Arabî’ye göre Hz. Peygamber bu hadiste müennesi müzekkere gâlip kılmıştır. Bunu yapmakla kadınlara himmet göstermeyi kastetmiştir. Bu itibarla Arab’ın en fasihi olmasına rağmen Arap gramerine aykırı olarak, kaide dışına çıkarak adedi müennes şeklinde kullanmış, “ﺛﻼﺳﺔ” yerine “ﺛﻼث” demiştir.554 Ayrıca Hz. Peygamber, baştaki “nisâ” ve sondaki “salât”ın yani iki müennesin arasına bir müzekker “tîb” koymakla, müennesliğin her şeyin aslı ve varlıkların illeti olduğuna işâret etmiştir. Halbuki burada da nahiv kaidesi gereği müzekkerin (tîb) tağlib yolu ile (nisâ kelimesine) takdim etmesi gerekirdi. 555
İbnu’l-Arabî Hz. Peygamber’e kadının sevdirilmiş olmasının sebebini, hikmetini şöyle açıklamaktadır:
“Nasıl ki kadınlar, Hak Teâlâ’nın,
“Erkeklerin onlar üzerinde bir dereceleri vardır”556sözünde
belirttiği gibi, erkeklerden daha alt bir derecede bulunuyorlarsa, Hakk’ın
sûreti üzerine yaratılmış olan erkek de sûret üzerine halk edilmiş olmasından
dolayı kendisini sûreti üzerine yaratan Hakk’ın derecesinden aşağıdadır. İşte
bu dereceyledir ki, Hakk, erkeklerden ayrışık oldu ve bununla âlemlerden gani
ve ilk fâil [fail-i evvel] oldu. Çünkü suret (yani, bu bağlamda, taayyün-i
evvel mertebesi) ikinci fâildir [fail-i sani]. Dolayısıyla Hakk için söz konusu
olan evveliyet, suret için söz konusu değildir. Böyle olunca, aynlar,
mertebeler halinde birbirinden (belirli niteliklerle) ayrıştı. Ve (aynların
hakikatlerini bilen) her arif kişi, Hak sahibi olan her bir şeye (yani, herbir
‘ayn’a) hakkını verdi. İşte bunun içindir ki, Muhammed’in (s.a.v.) kadınlara
sevgisi, Allah’ın sevdirmesiyle oldu. “O, her şeye halkını verdi”557
-ve bu da onun (yani, o ayn’ın) Hakk’ının ta kendisidir. O halde, bu Hakk’ı her
şeye ancak hakettiğince verdi- ki hakeden de, bunu kendi zatıyla hak etti.”558
Hadis şârihleri, Hz. Peygamber’e güzel kokunun sevdirilmiş olmasının hikmetini, meleklerin güzel kokuyu sevip haz duyduklarını bildiren hadisleri dikkate olarak, melâike denilen ruhânî varlıkların dünyadaki nasîbiyle izah etmişlerdir.559 İbnu’l-Arabî ise, hadiste kadından sonra güzel kokunun zikredilmesinden hareketle güzellik-çirkinlik hakkındaki görüşlerini açıklar. İbnu’l- Arabî’ye göre Hz. Peygamber, kadınlardan sonra güzel kokuyu (tîb) zikretmekle şu hakikate işâret etmiştir: “Hz.
Muhammed, bu hadiste tîb (güzel kokuyu kadından (nisâ) sonra
zikretmesinin hikmetine gelince bu, kadında tekvîn (yaratılış) kokusu olduğu
içindir…”560 Zira kadınlarda yaratılış veya varlık kokusu vardır. Yaratılış kokusu ise, güzeldir. İbnu’l-Arabî, sözün nefes, nefesin ise kokudan ibaret olduğunu söyler. Bu noktadan itibaren koku ile nefes-i ilâhî arasında bir ilişki kurmaktadır. Nefes-i rahmânî güzel koku yaydığı içindir ki, yaratılış güzeli sembolize etmektedir. Bu noktadan hareket eden İbnu’l-Arabî, hadiste geçen kokudan yaratılışta mevcut olan güzel (tayyib) konusuna geçer ve bu çerçevede husun-kubuh ve hayır-şer meselesini inceler.561
İbnu’l-Arabî’nin, hadiste geçen namaz hakkındaki i’tibârı ise “müşâhede”dir: “Hz. Peygamber’in benim
göz aydınlığım namazda kılındı’ sözüne gelince, o, bu kılınma
eylemini kendisine nisbet etmedi. Çünkü Hakk’ın namaz kılan kimseye tecelli etmesi,
namazı kılana değil, yine kendisine döner.”562
Hz. Peygamber’in söz konusu eylemi kendisine nispet etmemesinin sebebi, namazda tecellî edenin gerçek fâilinin Hakk olmasından dolayıdır. Hakk’ın namaz kılan kimseye tecellisi namazı kılana değil ancak yine kendisine döner. Çünkü Hakk, tecelli ve müşâhede sıfatının kendi nefsinden olduğunu bildirmemiş olsaydı şüphe yok ki, Hakk’tan kuluna bir tecelli olmadan (doğrudan doğruya) kula namaz kılması emredilirdi. Öte yandan İbnu’l-Arabî hadiste geçen ‘kurratu aynî’ ifadesini ‘istikrâr’ anlamında da yorumlamaktadır. Namaz ancak sevgilinin müşâhedesidir ki âşıkın gözü onunla istikrar mastarından kalan karar ile karar bulur ve şu hale göre de göz, sevgiliyi görmekle ona takılır kalır ve şu müşahedede Hak ile beraber hiçbir şeyde ve başka hiçbir mahalde Hakk’tan
başka bir şeye
bakmaz. İşte bundan
dolayı Allah namazda
başka bir şeye iltifattan
kulunu nehyetmiştir.563
İsmail Ankaravî (1041/1631) de nikahın sırlarını ele alırken bu hadise yer vermekte ve hadisi şöyle yorumlamaktadır: “Kadının güzel kokuya, göz nurunun ise namaza takdim edilmesinin
sebebi şudur: Kadın, insan fıtratının bir cüz’üdür. Belki de hakiki bir
anlayışla, insanın gözüdür. İşte Resûlullah efendimizin kadına olan muhabbeti
kendi parçası olan gözüne karşı hissettiği muhabbeti gibidir. Zira küllün cüz’e
muhabbeti, başka eşyaya olan muhabbetinden daha fazladır. Külli aklın, tabîat-ı
külle ve nefs-i külle iştiyâkı ve arzusu gibidir.”564 Ankaravî, Hz. Peygamber’in kadınlara muhabbet eylemesinin sebebini onlarla Hakk’ı müşâhede etmiş olmasına bağlar. Zira Cenâb-ı Allah zuhur ettiği şeyden mücerret olmakla müşâhede olunmaz. Çünkü Allah bütün âlemlerden
ganîdir. Bu ganîlik onun zâtıyladır. İşte bu yüzden Allah zâhir olan şeylerden mücerret olduğu halde müşahede
olunmaz.565
İbnu’l-Arabî, nazarî irfânı
doğrultusunda yorumladığı herhangi
bir hadisi bir hadis şârihi olarak ya da bir hadis şârihi gibi ele almamaktadır. Bu anlamda aslında İbnu’l-Arabî ve vahdet-i vücûd anlayışını temsil eden sûfîlerin nazarî-tasavvufî yorumlarının -her ne kadar bu tür yorumlar zaman zaman aslî manâlar ve yorumlar
olarak görülmüşse de- hadis yorumları
kategorisinde değerlendirilmemesi gerekir. İbnu’l-Arabî’nin hadislere getirdiği nazarî
yorumlarının hadis yorumu
çerçevesinde değil,
tasavvuf felsefesinin hadisler
üzerindeki tezahürü olarak değerlendirmek gerekir. Nazarî yorumları birer hadis şerhi ya da hadis yorumu olarak değerlendirecek olursak bu yorumların aşırı olanlarını tespit etmek oldukça
kolaydır. Nitekim İbnu’l-Arabî, temel hadis kaynaklarının dışındaki bazı eserlerde, tasavvuf kaynaklarında yer alan “selâs” ifadesinden dahi bir çok hikmetler çıkarabilmiştir. Halbuki
Zerkeşî (794/1392), Irakî (806/1403) ve İbn Hacer (852/1448) gibi muhaddisler bunu, hem rivâyetlerde yer almadığı
hem de namaz
dünyevî bir şey olmadığı için manâyı bozduğu gerekçesiyle kabul etmemişlerdir.566
İbnu’l-Arabî ve mutasavvıflar bir âyet veya hadise getirdikleri muhtelif yorumlarla şerî ve fıkhî bir hüküm bildiren veya zahirde ilk nazarda anlaşılan umûmun benimsediği manâyı reddetmek yoluna
gitmemişler, zâhirde ilk nazarda anlaşılan manayı
herkes gibi kabul edip mûcibince
amel ettikten sonra, ilâhî ve nebevî
kelâmın ihtivâ ettiği mânâ zenginliğini kendi bakış açılarıyla gözler önüne sermek istemişlerdir.567 Nitekim yukarda ele aldığımız hadiste yer alan “nisâ” kelimesine oldukça
farklı batınî manâlar
yükleyen İbnu’l-Arabî’nin, söz konusu
hadisi işittikten sonra bu hadisin etkisiyle kadınlara karşı önceden takındığı olumsuz tavırdan vazgeçmesi işin diğer bir boyutu olup, dikkate alınması gereken
bir husustur.568
Nazarî tasavvufta sûfiler, hadisleri
yorumlamayı değil, hadisler üzerinden
varlık, ma’rifet ve bâtın anlayışlarını ortaya koymayı amaçlamaktadırlar. Bu anlamda tasavvufî-işârî hadis şerhleri
ile nazarî hadis yorumları
birbirinden oldukça
farklıdır. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz Kelâbâzî ve Gazzâlî’nin yorumları bir hadis yorumu olarak kabul görebilir. Ancak İbnu’l-Arabî, itibâra dayalı yorumlarıyla hadis ulemâsının aklına
bile gelmeyecek metafizik
sonuçlara ulaşmaktadır. O, hadisleri, hadislerde bahsedilen insânî
düzlemdeki ilişkilerle varlığın
unsurları arasında
benzerlikler kurarak yorumlamaktadır. İbnu’l-Arabî, Hakim et-Tirmizî gibi hadislerdeki hikmetleri yorumlamaktadır belki ama onun hadisler
üzerinden hikemî yorumları
felsefî-nazarî irfânının temel
esaslarını açıklamayı gaye edinir ki İbnu’l-Arabî’ye göre bu hikmetin
ta kendisidir.
Hadislerdeki hikmetlerin yorumuna dair en güzel örnekleri
tasavvuf geleneğinde görmek mümkün olmakla birlikte
en aşırı hikmet yorumlarının örneklerini de yine bu gelenek içerisinde görebilmek mümkün olabilmektedir. Hadislerdeki bir takım sırları
ve hikmetleri yorumlamaya çalışan
sûfilerin hadislerdeki harfler ve rakamları
dahi göz önünde bulundurarak yorumlarda bulundukları görülmektedir. Bunun en önemli sebebi hadislerin de tıpkı âyetler gibi değerlendirilmesidir. Nitekim
“Her âyetin bir zâhiri bir bâtını, bir haddi bir de matlaı
vardır” rivâyeti tıpkı âyetler
gibi işârî hadis yorumların da en önemli dayanağı olmuştur.
Bununla birlikte
her ne sebeple olursa olsun gerçek anlamının
oldukça uzağında yorumlanan hadis yorumlarını tespit etmek elbette gereklidir. Hikmet yorumculuğu hikmet tespitinin doğası gereği doğrudan
lafızlardan elde edilecek yorumlara dayanmaz.
Ancak herhangi bir hadisteki
bir emrin, nehyin ya da cümlenin hikmetini
tespit ederken zâhirle tamamen ilgisiz hikmet tespitlerinin de bir “hadis yorumu” olarak
kabul görmesi beklenemez.
DİPNOTLAR
499 Avcı, Seyit, Sûfilerin
Hadis Anlayışı Bursevî Örneği, s.282.
500 Seyit Avcı, Bursevî’nin nasların zâhirine bağlılığı hakkında şu bilgileri
vermektedir: “İşârî yorum zâhirî manaya aykırı olmamalıdır. Yani lafzın içerdiği dış manaya dikkat ve
riâyet etmeli ondan
uzaklaşmamalıdır. Nitekim
Bursevî’de bu hassasiyetin olduğunu Kitabu’n-Netîce’deki “Zavâhir-i edilleden udûl caiz değildir.” Ve Şerh-i Pend-i Attar’daki: “Zâhir şer’î müsadime
etmeyen hadise bu mevzûdur veya
bâtıldır demek gerektir’ sözlerinden anlıyoruz.” Avcı, Seyit,
A.g.e., s.280.
501 Ebû Dâvûd, 40. Edeb, 49, (h. no:
4918), V/217-218.
502 Şûrâ,
42/11.
503 İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye,
(Thk.), III/132.
504 Necm, 53/11.
505 Abdulkadir Geylânî, Sırru’l-Esrar, s.44.
506 Gazzâlî, İhyâ, II/182.
507 Suhreverdî, Avârifu’l-Meârif,
s.84.
508 Ankaravî, İsmail, Minhâcu’l-Fukarâ, (haz., Saadettin Ekici), İnsan Yay., İstanbul, 2005, s.110.
509 Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, IX/109, XI/405.
510 Abdulkerîm el-Cîlî,
İnsân-ı Kâmil, s.79
511 Bakara,
2/264.
512 Gazzâlî, İhyâ, I/216.
513 Gazzâlî, A.g.e., I/216.
514 Ahmed b. Hanbel, Musned,
VI/272.
515 İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (Thk.), IX/409-410.
516 İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (Thk.), IX/410-411.
517 İbnu’l-Arabî, A.g.e., (Çev.) IX/435.
518 Çakmaklıoğlu,
Mustafa, Muhyiddin İbnu’l-Arabî’ye Göre
Dil-Hakîkat İlişkisi, s.246.
519 İbnu’l-Arabî, A.g.e., (Çev.), IX/435-436.
520 “Kim bilgisi olmadan Kur’ân âyetleri hakkında konuşursa Cehennem’deki yerine hazır olsun.” Tirmizî, 44. Tefsîru’l-Kur’ân, 1, (h. no: 2950), V/199; “Kim de Kur’ân (ın tefsiri)
hakkında kendi görüş ve arzusuna uydurarak
hüküm verirse Cehennem’deki yerine hazırlansın.” Tirmizî, 44. Tefsîru’l-Kur’ân, 1, (h. no: 2951), V/199.
521 Tirmizî, 44. Tefsîru’l-Kur’ân, 1, (h. no: 2952), V/200. Ebû Dâvûd’un Sunen’inde de hadis şu ifadelerle
yer almaktadır:
522İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (Thk.), XIV/385-386
523 Muslim, 1. İman, 234, (h. no:148), I/131; Tirmizî,
Fiten, 35, (h. no: 2207), IV/492.
524 Kâşânî, Letâifu’l-A’lâm, s.479.
525 Kâşânî, A.g.e., A.y.
526 Abdurrahman Câmî, Nakdu’n-Nusûs fî Şerhi Nakşi’n-Nusûs,
Tahran, 1380, s.97.
527 Kuşeyrî, er-Risâle,
s.382.
528 Muslim, 1. İmân, 234, I/131; Tirmizî, 31. Fiten,
35, (h. no:2207) IV/492.
529 Muslim, 52. Fiten,
131, (h. no: 2949), III/2268.
530 İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XIII/19.
531 Nevevî,
Şerhu Sahihi Muslim, II/178.
532 Munâvî, Feyzu’l-Kadîr, VI/396.
533 Munâvî, Feyzu’l-Kadîr, VI/417
534 Muslim, 52. Fiten, 52, (h. no:2907), III/2230.
535 Nesâî, 36. İşretu’n-Nisâ, 1, (h. no:3937-38), VII/61;
Ahmed b. Hanbel, Musned, III/128, 199, 285.
536 Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.10.
537 Kelâbâzî, A.g.e., s.10.
538 Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.14
539 Gazzâlî, İhyâ, III/219.
540 Gazzâlî, A.g.e., A.y.
541 Gazzâlî, A.g.e., III/220.
542 Kartal, Abdullah, “İbnu’l-Arabî’nin Yorum Yöntemi ve Muhammed
Fassında Bu Yorumun Tatbiki: Her Varlık Bir
Âyettir”, Tasavvuf, sayı:21,
s.257-282.
543 Afîfî,
İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s.87.
544 İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s.214.
545 İbnu’l-Arabî, A.g.e., s.214-215.
546 Munâvî, Muhammed Abdurraûf, et-Teysîr bi-Şerhi
Câmii’s-Sağîr, I/1001.
547 İbn Mâce, 9. Nikâh,
1, (h. no: 1846), I/592; Ahmed b. Hanbel,
Musned, II/72.
548 Muslim, 17. Rada’, 64, (h. no:1467), II/1090.
549 Aliyyu’l-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, XV/171; Sindî, Ebu’l-Hasen, Hâşiyuetu’s- Sindî ale’n-Nesâî, VII/61.
550 İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s.216-217.
551 İbnu’l-Arabî, A.g.e., s.218.
552 İbnu’l-Arabî “ﻋﻠﺔ أﺻﺤﺎب” tabirini kullanır.
553 İbnu’l-Arabî, A.g.e., s.220.
554 İbnu’l-Arabî, A.g.e., s.219.
555 İbnu’l-Arabî, A.g.e., s.220.
556 Bakara
Suresi, 2/228.
557 Taha
Suresi, 20/50.
558 İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s.219.
559 Munâvî, Feyzu’l-Kadîr, III/370, V/410; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, III/399.
560 İbnu’l-Arabî, A.g.e., s.220.
561 İbnu’l-Arabî, A.g.e., s.221-222.
562 İbnu’l-Arabî, A.g.e., s.224.
563 İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s.224-225.
564 Ankaravî, Minhâcu’l-Fukarâ, s.191.
565 Ankaravî,
A.g.e., A.y.
566 Irâkî, Abdurrahm b. el-Huseyn, el-Muğnî
an Hamli’l-Esfâr fi’l-Esfâr, (İhyâû Ulûmi’d-Dîn içerisinde), III/219; Munâvî, et-Teysîr
bi-Şerhi Câmii’s-Sağîr, I/1001;
İbn Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm, (thk. Mâhir
Yâsin el-Fahl), (Muhakkikin notu), s.660; Sehâvî, el-Mekâsidu’l-Hasene s.99.
567 Tahralı, Mustafa, “İbnu’l-Arabî’de
Bir Hadis-i Kudsînin Yorumu”, (Nurlar Hazinesi içerisinde), İz Yay.,
İstanbul, 2006, s.41-42.
568 İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (I-IV), IV/84. Her konuda kendisine Hz. Peygamber’i örnek alan İbnu’l-Arabî, Hz. Peygamber’in kadınları tabiatı gereği değil, Allah’ın sevdirmesiyle sevdiğini belirterek şunları söylemiştir: “Allah’a
hamd olsun ki, bu durumu benden giderdi. Şimdi ben kadınlara
en fazla şefkat
gösteren, haklarına en çok riâyet eden kullardanım. Bu konuda basîret üzereyim.” İbnu’l-Arabî, A.g.e., A.y.
Kaynak: Ferhat GÖKÇE, İslâm İrfân Geleneğinde Hadis Yorumu, T.C.
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri (Hadis)
Anabilim Dalı, Doktora Tezi, 2010, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar