Print Friendly and PDF

ORTAK DİL OLUŞTURMADA SEMBOLLER



İnsanoğlu tarihin belli dönemlerinde akıl ve mantığı ile elde edemediği görünen ve bilinen yollardan ulaşamadığını anlamadığını ve doğaüstü olarak tanımlayamadığı bazı gerçeklere sezgileri ile ulaşmaya çalışmıştır. Simge sezginin anahtarıdır. Sembollerin de­ğişik dönem ve uygarlıklardan, değişik coğrafyalarda folklorik değerler içerisinde benzer anlamlarda kullanıldığını ve uygarlıkların ortak bir simgesel dili oluştuğunu görmekte­yiz. Antik çağlardan başlayarak ticaret yapanların, dinsel kurumların ve siyasi erkin ken­dilerine özgü sembolleri kullanmışlardır. Bunlar kimiz zaman mühür, kimi zaman arma rakamlar, paralar gibi tapınma ve devlet yönetim biçimleri. Bütün sosyal ve ekonomik aktiviteler semboller aracılığıyla sürdürülmüştür. Değişimler toplumu yeniden bilgilen­dirmekte ve iletişim kurallarıyla katkı sağlamaktadır. Semboller iletişimin başlangıç noktasıyken bugün sistemin ana merkezinde konumlanmıştır.
Anahtar Kelimeler: sembol, eğitim, dil
In historys ’ some period, humankind try to reach some reality with instinct, because they could not reach and understan it with wise and mentality. In additionally they could not recognise supernatural things. Symbol is a key for instinct. We can see that symbols(sign) are same in differentperiod and civilization, different geography and value offolklore.it is associated with symbolic language.Starting with ancient times, merchants or trades who make trade, religional institute and political powers use special symbols, which are sometimes signature, crest, numbers, coins... these symbols provide worship ans state management. All social and economic activity is maintained by symbols. Changings contribute to inform society and communication channel. Whie symbols are point of beginning, today symbols are main centre of comunication.
Keywords: design, education, language
İnsanın kültürel evrimi, sosyal ve kamusal alandaki gelişimiyle de ilişkilidir. Kültür endüstrisi her ne kadar temas ettiği alanları tüketim nesnelerine dönüştürüyor olsa da (müzik sinema, medya, gündelik yaşam...) kaçınılmaz bir şekilde metaya çevireceği şey­lerin tüketicilerin (kitle) kriterlerine uygun olarak biçimlendirilmiş olması ön koşuluna sıkıca bağlıdır (Tokat, 2004: 45). Kültür endüstrisinin pazarlama konusundaki iki yapı taşı vardır. İmge ve ikon yaratılan veya zaten potansiyel olarak ortada duran imgeler, ikonlar yoluyla kitlenin bilinçaltına yollanır. İnsan beyni görüntüleri, sembolleri dile tercih eder, bu bir çeşit teknik tercihtir.
İnsan yaşamının daha ilk adımında simge başat bir rol oynar. Bu ayrışmada insan kendisini bir simgeyle “ben” göstereniyle ifade etmeye olanak tanıdığı oranda kültürel kimliğinin gelişeceği bir hareket noktası sağlar. İnsan simgeleştirici yetisiyle nesne ve bi­çimleri sembollere dönüştürür ve binlerce potansiyel olguyu sembollere indirgemişlerdir. Bütün sosyal ve ekonomik aktiviteler semboller aracılığıyla sürdürülmüştür. Bunlara ör­nek: rakamlar, paralar gibi dini tapınma ve devlet yönetimi biçimleri, mühürler, armalar, kitap ayıraçları, ekslibrisler.
Bu resme ya da yeni bir ürüne bakıldığında “Bu nedir?”, “Bu ne anlatmak istiyor?”, gibi sorunların beyinde uyanması, insanı bir sanat eseri karşısında sistematik ve tanımla­malı bir düşünceye itmektedir. İnsanoğlunun önceleri korku, büyü ve dini, sonra iletişim kurma ve kendini ifade etme isteğini, daha sonraları ise yaşamı kolaylaştırma ve söylenemeyen, somut olmayan, tanımlanamayan olay ve olguları kolaylaştırma ve söylenemeyen, somut olmayan, tanımlanamayan olay ve olguları kuvvet, güç, bereket, ölüm, yaşam vb.) sembolleştirme eğiliminde olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlamda dil, din, mitos ve sanat bir semboller dizisi olarak gelişmiş ve her dönemde insanın vazgeçilmez bir parçası durumuna gelmiştir. Pek çok klasik ve çağdaş filozofa göre mitoloji, sanat, dil ve din olgularının tamamı sembollerden kurulmuştur. Yalnız sanat alanında değil, bilim, din ve günlük yaşam ilişkilerinde de insanlar arası iletişimin ortak unsuru olan düşüncenin olu­şum sürecinde sembolik anlatımlar önemli bir yer tutmaktadır. Aynı etkiyi farklı kişilerin farklı sembolleştirmeleri, hatta bu farklılıkların bir kargaşa ile sonuçlanması da olasıdır( Eliada, 1992: 33).
Sembol, içeriği ve anlamı ortaya koyan karmaşık yapası gereği çift yönlüdür. Anla­tılmak istenen ile anlatılan arasında bir süreç olma yönüyle de tek bir anlamı değil çoğu kez birden çok anlamı kapsar. Doğuda ve batıda ayrıca M.Ö. 6800 yıllarına dek uzanan, köklü bir kültür birikimine sahip olan Anadolu’da etnik, sosyal, dini, coğrafi ve kültür özellikleri nedeniyle sembolik anlamlar, formlar ve motifler açısından büyük bir zen­ginliğe sahiptir. Sembolik motifler plastik yönleriyle olduğu kadar, içinde yaratıldıkları toplumun yaşam biçimini ortaya koymaları yönüyle de büyük önem taşırlar (Kaya, 2004: 3). Tarihsel süreçte mağara duvarlarına oyularak çizilen hayvan figürleri insanoğlunun en eski görsel eserleridir. (Fransa’da Lascaux Mağarası İ.Ö. 15000) Bu resimlerde av sah­neleri ve el resimleri vardır ve imgelerin insan üzerindeki etkisine ilişkin şekil çizilerek yapılmış ilk görsel iletişim örnekleridir.
Tarih sürecinde bazı topluluk ve kültürlerde kendilerine özgü bir dil olarak semboller kullanılmıştır. Yazı öncesi tarih sürecinde resimsel yaklaşımın ve benzeştirme ile biçim­ler kullanılmıştır (Dicle ve Fırat arasında, Sümerler, Akadlar, Asurlular ve Babililer için yaşam alanı oldu). Mezopotamya Uygarlığı’nın kurucuları Sümerler ilkyazı sistemini ge­liştiren toplumdur. IV. Uruk döneminde bulunduğu sanılan “Çivi yazısı” insanlık tarihinin dönüm noktasında biri olarak kabul edilmektedir. Çivi yazısının gelişimindeki ilk basa­mak piktogramlardır. Tarihteki ünlü “Hammurabi Kanunları” da taş üzerine çivi yazısı ile yazılmıştır. (İ.Ö 1930-1880) Eski Mısır’da yazı işlevi gören ve resim özelliği taşıyan simgelere Hiyeroglif adı verilmektedir. (İ.Ö. 3100) Bu simgeler Mısır dışında başka bir uygarlıkla bağlantısı olmayan bir sisteme sahiptir.
Resim ve hiyeroglif, Çin’de temel görsel anlatım biçimi olarak tarih boyunca kullanıl­mıştır. Her karakter, bir sözcüğü temsil edebiliyordu. Alfabenin bulunuşu yazılı iletişim­de bir dönüm noktası olmuştur. Bilinen ilk alfabetik yazı Fenikeliler tarafından kullanıl­mıştır. Bugünkü (Lübnan, Suriye ve İsrail’in bulunduğu bölge) Semboller derin bir anlam ve içerik zenginliğine sahiptir. Bu nedenle sembolizm resim, din, edebiyat gibi dallarda yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Örneğin; matematiksel bir işaret olan rakamlar, başlı başına sembolik bir yapıya sahiptir. Sembol ilk çağlardan günümüze dek filozof, sanatçı ve sanat tarihçilerini düşündüren bir kavramdır. Sembol sözlük anlamıyla çoğu kez simge ile anlamdaş tutulmuştur.
Sembolün tek bir cümle ile tanımını yapmak oldukça güç bir girişimdir. Çünkü sem­bol çoğu zaman doğrudan açıklanamayan yönü ile yalnızca bir nesneye işaret etmez. Bir­den çok anlam ve kavramı kapsar. Sembol yapısı gereği geniş bir kapsam alanına sahiptir. Öyle ki felsefeden dine, mitolojiden sanata, dilden bilime dek uzanan anlatım şekilleri ve hatta tüm bu alanların kendileri de geniş sembol ailesini oluştururlar. Herhangi bir nesne, kavram, duruş, ifade (anlatım) ve biçimin sembol olabilmesi için anlama işaret etmesi gerekmektedir. Sembol, anlamı kapsadığından soyut bir nitelik taşır. Bir başka deyişle anlatılamayan, kanıtlanamayan, duyularla algılanamayan soyut kavramları işaret eder (Kaya, 2004: 3).
Sembolün iki farklı unsuru vardır. Biri anlam, diğeri ise anlatımdır. Anlam düşünsel olana ilişkin, anlatım ise biçimsel olana ilişkindir. Ancak sembol böylesine kolay bir an­latımı içerir gibi görünse de karmaşıktır. Çünkü sembolün anlam yüklemeleri her zaman tekil değildir. Çoğu kez sembolün işaret ettiği anlam çağrışımlı yada çok anlamlıdır. Ör­neğin yılan Doğu kültüründe kötülüğü anlattığı gibi aynı zamanda şifaya da işaret eder. Öyleyse bir sembol çok anlamlı olabileceği gibi ona süreç içerisinde değişik anlamlar da yüklenebilir. Farklı toplumlarda farklı özlere bürünebilir, hatta aynı toplumda bile farklı anlatımlara yönelebilir. Bu yönüyle “sembol karşılaştırmaya da açıktır (Cassirer, 1977: 41-43).
Çağlar boyunca insanoğlunun zihnini meşgul eden en önemli soru “ne” olduğunu bilmek ve var oluşunu anlamlandırma sorunudur. Tarih boyunca insanoğlu hep bu anlamlandırmanın peşinde koşarken, korkuları, gereksinmeleri onu sürekli araştırmaya, kuşkuya ve doğal olarak yaratıcılığa teşvik etmiştir. Yaratıcılığının köklerindeki bilinçaltı dünyasının imgeleri, en ilkel mitolojilerde bile, öze ilişkin bilgi arayışlarına yöneliktir. Evreni gözlemleyen insan var oluşunun köklerini araştırırken itildiği yaratıcı atmosferde, bir koldan matematik ve geometri, öbür koldan sanat ile insanlığın gelişimini günümüze taşımıştır ve denilebilir ki sanat, bu serüvende insanlığın hizmetine felsefeden önce katılmıştır. “Aristotales’e göre; “Bütün insanlarda doğadan bilme isteği vardır. Bunu bize duygularımızdan aldığımız hoşlanmalar gösterir. Bu duyumlar arasında en sevdiğimiz ise görme duygumuzdur. Görmeyi yalnız bir eylemde bulunmak için değil, hiçbir şey yapmadığımız zamanda başka her şeye yeğleriz. Bunun nedeni bütün duyular içinde en çok görmenin bizim bilmemizi sağlaması ve nesneler arasındaki ayrılıkları ortaya çıkar­masıdır” (Bergeaud,1999: 85).
Sembolde kültürel ayrılıklardan kaynaklanan farkları doğadan kaynaklanan farklar­la bağlama işlemi, anlamsal olarak birikerek gelmiş olanla biçimsel olarak gösterenin ilişkisini kurmak evrimsel gelişime aykırı bir yaklaşımdır. Örneğin klasik bir sembol olan kartalın bir toplulukta sembolik anlamı farklı, bir başka toplulukta ise daha farklı olabilir. Ya da aynı anlamda farklı biçimlerle ortaya konabilir. Bu kültürel bir sorun çerçevesinde ele alınabileceği gibi insanlığın gösteren ve gösterilen olmak üzere ortak evrimleşme (ka­vrama yönelme) aşamalarının birinde ortaya çıkmış olması ile de açıklanabilir.
Ortak sembollere yönelme tek başına kültürel birliği göstermez. Tam tersine insanlığın evrimleşme sürecinde ortak temalar, inançlar ve kutsallık çerçevesinde sembole evrensel yaklaşımı içerir. Örneğin birbirinden bağımsız katılarda gelişen totemlerle bile aynı ka­vrama (anlama) dönük semboller ortaya çıkar. Burada semboller Levi Strauss’un deyimi ile “çok sayıda olasılığı barındıran kavramsal bir araç” haline dönüşür. Buradan anlaşıldığı gibi sembol bir anlamda kendi biçiminden sıyrılıp anlamı öne çıkarır. Yani tapınılan şey kartalın kendisi değil kavramıdır.
Sembolizmin tarihi her şeyin, doğal nesnelerin, taşların, bitkilerin, hayvanların, insanların, dağlar ve vadilerin güneş ve ayın, rüzgar, su ve ateşin ya da insan eliyle yapılmış olanların hatta soyut biçimlerin, sayıların, üçgen, dörtgen ve dairelerin simgesel anlam kazanabileceğini göstermiştir (Pilici, 2008: 8).
Çoğu kez sembolün anlatım biçimi kendi olmaya devam ederken aynı zamanda bir başka şey biçimine girer. Örneğin daire formu güneşi anlatıyorken daire olmaya devam ederek aynı zamanda bir başka gerçekliğin yansıtması ve imalı bir objesi durumuna da gelmektedir. Burada daire bir yandan geometrinin biçim alanı içinde yer alırken bir yan­dan da astroloji ve inanç dünyasının bir fenomeni olmaktadır.
İnsan simgeleştirici yetisiyle bilinçsiz olarak nesne ve biçimleri sembollere dönüştürür. (Bu sırada onları büyük psikolojik önemle yüklemiş olur.) Bunları da gerek tapınma biçiminde (din) gerekse görsel sanatlarda dışa vurur. Tarih öncesi çağlara ka­dar uzandığında din ve sanatın karşılaştırmalı tarihi, atalarımızın kendileri için anlamlı simgeler bıraktıklarının kanıtıdır. Bugün bile çağdaş resim ve heykelin gösterdiği gibi din ile sanatın etkileşimi hala canlıdır (Jung, 2002: 232).
Eliade, sembolü kutsalın açığa çıkmasında bir araç gibi görür, sembolü aracı kılar. Oysa kutsal olan ve kutsalın kendisi de bir sembol durumundadır. Sembolü aracı olarak kabul etmek aynı zamanda sembolü bir biçim olarak görmeyi gerektirir. Oysa sembol biçimin arkasında saklanan anlamı içerir. Farklı kültürlerdeki sembollerin biçimsel olarak benzerlikleri ile farklılıkları aynı şansa sahip değildir. Çünkü biçimsel benzerlik coğrafyanın sunduğu olanaklar, doğal objelere yönelme ve ortak doğal biçimlere yönelme ile açıklanabilir. Ancak farklı kültürlerdeki anlam benzerliği veya farklılığı aynı şansa sahiptir. Öyle ise “benzerlik” ve ‘farklılık” sembol olma sürecinde aynı şansa sahiptir (Tacou, 2000: 49).
Aynı zamanda bu sembolleşmeye yönelmede insanın kutsal olanı kutsal olmayandan ayrıma eylemi ile sıkı bir ilişkisi bulunmaktadır. Örneğin bir kayın ağacı artık herhangi bir ağaç olmaktan çıkıp kutsal olan ile özdeşleşmiş ve bir maddi varlık olarak kendi ol­maya devam ederken aynı zamanda bir başka anlam dünyası içinde de yerini almıştır. Öyle ise bu ağaç, ağaç olmaktan ötürü değil kutsal olmaktan ötürü anlam kazanmaktadır. Tapınılan şey ise ağacın kendisi değil, onun kutsal olana ait olan bir başka var oluş biçimi­dir (Eliada, 1992: 19).
İnsanoğlunun doğada gördüğü ilk temel nesneler olan, dağlar, yıldızlar, ay, güneş, ağaçlar, taşlar, sular, geometrik yapılar, kapalı formlar ve süreklilikleri ile güçlü bir biçim hafıza oluşturmuşlardır. Tüm çağlarda insan, biçim yaratma surecinde bu temel geometrik formlara ulaşmış, doğanın dili olan soyutlama ve geometriyi kullanmıştır. İnsanoğlu sem­bollere yönelirken, bir nesne, olgu, durum ya da duyguyu sembolleştirirken çoğu kez anlattığı nesne, olgu, durum ya da duygu geride kalmış, biçim öne çıkmıştır.
Arke; ilk olan anlamındadır. Arketip ise dünyada var olan şeylerin ilk örnekleridir. M. J. Boulter, mağara resimlerindeki bu sembolleri örnek alırken, gerçek üstücülerin sembolik sanatsal ifadelerine karşılık düşebileceği kanısına varabileceğimiz “yansıma” ifadesini kullanmıştır.
Jung arketipler hakkında şu saptamaları yapıyor: “İçgüdü dediğimiz duyularımızla algılayabildiğimiz fizyolojik uyaranlardır. Ama aynı zamanda fanteziler şeklinde ortaya çıkan ve varlıklarını da çoğu zaman sembolik resimlerle belli ederler. Benim arketip adını verdiğim işte bu iç görüntülerdir. Kökenleri ise bilinmemektedir” (Jung, 2002: 67).
Gustave Jung, Arketipleri insanlığın bilinç dışında var olan kendi değerlerine ulaşmasında bir aracı olarak görmektedir ve onların, tüm insanlığa has ortak davranış özelliklerini başlatma, kontrol etme ve yönlendirme kapasitesine sahip doğal merkezler olduğunu belirtmiştir. Jung’a göre bütün dinler bu arketipsel imgelerle doludur ve ritüelin amacı da insanların insanüstü âlemle anlamlı bir ilişki kurmalarını sağlamaktır. Dinlerin de kendilerini yine ilk örnekler aracılığıyla ifade etmelerinin onların ortak yönleri olduğunu belirtir. Jung kendisi tanrının bir ilk örnek olduğunu söylediğinde insandaki bir tip’e işaret etmektedir. Tip kelimesinin, “esmek, iz bırakmak ve damgasını vurmak” anlamlarını taşıdığını belirtir. Tanrı ilk örneğinin de bilinçaltından bilince ulaşarak birey­ler üzerinde etki yaptığını ve kendisini kabul ettirdiğini sözlerine eklemiştir. Dolayısıyla bizler, bir Arketip’in, insana damgasını vuran ve onun üzerinde etki bırakan bir özellik taşıdığını belirtebiliriz (Jung, 2002: 259).
“Jung’a göre bireyleşme süreci, bilinç ve bilinçaltı arasındaki bütünleşme sürecidir. Bu bütünleşme sürecinde ise, “kendilik” Arketip’i temsil etmektedir. Bu sembollerin, bilinçaltında saklı olduğunu ve günlük yaşamın mantığına yabancı kaldıklarını anlay­abiliriz. Sürrealist sanatçıların esinlendiği bilim adamı Cari Gustave Jung’un teorilerini ele alırsak, açığa çıkartılmaya çalışılan ve ilkel olana dair bu semboller, Arketip adını verdiği ilk örneklerdir (Jacabi, 2002: 66).
20.yy’ın ortalarına doğru batılı bilginlerin mitlerle ilgili araştırmalarından o güne ka­dar süre gelen yaygın görüşün aksine mitleri fabl “uydurma”, “kurmaca” olarak ele almak yerine arkalle toplumlarda anlaşılan biçimi ile ele aldılar.
Geleneksel toplumlardaki bütün işlevlerini içerebilecek bir tanım çerçevesinde to­plamak olanaklı değildir. Mitleri Platon boş söylenecek ve masallar diye tanımlamıştır. Evrene ilişkin gerçeği tanrılar katındaki hakikati gözümüzün önüne sermek için mi­tolojik ögelere başvurmuşlardır. Platon mitlerin gerçek anlamlarının ancak bu öğretiler ışığında uzun yıllar boyunca eğitim görmüş kişilerce bilindiğini açıklamaktadır. Ancak bu bulguların bilgiye dönüşebilmesi için mutlaka inisiyosyondan geçmek gereklidir.
Mitin açık olan tartışmasız değeri hep aynı süreler içinde yinelenen ritüellerle yeniden doğrulanır en eski olayın yeniden anımsanması ve yeniden gerçekleşme aşamasına gelmesi, ilkel insana “gerçek olanı” ayırt etmesinde ve akılda tutmasında yardımcı olur. Başlangıç zamanında yapılanların hep aynı süreler içinde yinelenmesi herhangi bir şeyin mutlak bir biçimde var olduğunu kanıtlar. Bu “herhangi bir şey” kutsaldır. Gerçeklik aşkın bir düzeyde kendini belli eder, ama bu aşkın düzey ritlerde yaşanmaya elverişlidir. Arkaik zamanda, tanrıların mitsel kahramanlarının ve atalarının bu aşkın nitelikteki dünyasına girilebilir. Ritüel yardımı ile kronolojik zaman ortadan kaldırılır, mitin kutsal zamanı yakalanır. Tanrıların başlangıç zamanında gerçekleştirdikleri başarılarla çağdaş duruma gelinir.
Mit, çok sayıda ve birbirini bütünler nitelikteki bakış açılarına göre ele alınıp yo­rumlanabilen son derece karmaşık bir kültür gerçekliğidir. Hiçbir doğal olay ve insan yaşamının hiçbir olayı yoktur ki mitolojik bir yoruma uymasın ve böyle bir yorum isteme­sin. İnsanbilimciler, budun bilimciler aynı temel düşünceleri dünyanın her tarafındaki çok ayrı şaşkınlığa düşmüşlerdir. İnanç konulan, dogmatik kanılar, tanrıbilimsel dizgeler bitmez tükenmez bir savaşın içinde iken bile temel düşüncelerinin içsel birliğini etkile­mezler. Kutsal simgeler sürekli olarak değişse de, simgesel etkinlik, temeli oluşturan ilke olarak hep aynı kalır.
Ezorerik[2] öğretinin yansıtıcısı rahipler, sıradan insanların yetersiz bilgileri ile mitolo­jilerin içerdiği derin mesajları (Çoğu yaradılışın kökenlerine ilişkin) anlayamayacaklarını düşünerek sembollerle yüklü bir gizler sistemi oluşturmuşlardır. Ancak burada şunu da açıklamakta yarar vardır. Bu gizlerin yalnızca bu sırları elde etmeye hak kazanan belli bir zümreye verilmesi, bu doktrinlerin hem zayıf yanını, hem de bu sembollerin günümüze kadar tazeliklerini koruyarak taşınmasını sağlamıştır. Yayılma yolu ile ortaya çıkan mito­slarda Ezoterik öğretiden geçen bilgelerin katkısı kuşkusuzdur.
Arkaik[3] toplumlarda kültür, birkaç bireyin yaratıcı deneyimleri sayesinde oluşur ve yenilenir. Ancak arkaik kültür, mitlerin çevresinde döndüğü ve mitler de kutsalla ilgili usta kişiler tarafından yorumlandıkları ve derinleştirildikleri için toplum bütün olarak bu birkaç bireyin ortaya çıkardığı ve ilettiği değerler ve anlamlara doğru sürüklenir. Bu anlamlar da insana kendi sınırlarını ve koşullanmalarını aşmada, yaratıcılığının sınırlarını zorlamada yardımcı olur.
Arketipler bütün milletleri tarihin çağlarını karakterize eden efsaneler, dinler ve felse­feler yaratır. Arketipler simgeseldir ve her arketip bir niteliğe işaret eder. Her simgenin zamanda olan zamana aşkın olanla ilişkilendirilmesi gibi arketipler de kişisel ölçekten daha genel olana ilişki kurar. “Simge; kendinden başka bir şeyi yansıtarak ya da temsil ederek görünür kılan “im” diye tanımlanır. Bu imleme bir figür, nesne, beti, gösterge, sözcük biçiminde olabileceğinden simge, toplumsal, kültürel, uzlaşımsal im olarak da tanımlanabilir. Osmanlıcada remiz ve Türkçede simge olarak dile getirilen bu sözcük literatüre Grekçeden sembol olarak geçmiştir. Grekçe “symbolein” buluşmak, birleşmek anlamını taşır. Felsefe ve mitoloji literatürüne giren ve kısaltılmış olarak “symbol” diye adlandırılan sözcük birleştirici öğe diye kavramlaştırılmıştır. Simge, her disipline göre bağlamına, dizgesine bağlı olarak farklı anlamlarda kavramlaştırılmıştır. Bu nedenle han­gi bağlamda kullanıldığı büyük önem taşımaktadır (Hançerlioğlu, 2012: 73-74).”
Genel olarak hepsini kapsasa da özellikle dilbilim açısından simge (symbol) gösterge (sign) belli bir nedensellik ya da doğal bir ilişki üzerine kurulu olup, sesli veya yazılı bir biçim (gösteren) ile kavramsal bir içeriğin (gösterilen) birleşmesinden oluşan dilsel bir­imdir. İmge, beti anlamına gelir. Sembol nedensellik ilişkisi olmayan, doğal ilişki üzerine kurulmayan im demektir (Bardakoğlu, 2006: 31).
Sembol aşkınlığın içkin mesajını taşır. İmgenin dişil özelliğine karşın imge eril karakterdedir.
1.            Sembol, yansıtıcıdır.
2.            Sembol, gösterirken gizleyen bir özelliğe sahiptir.
3.            Sembol, izleyiciyi düşünsel etkinliğe çağırır.
4.            Sembol, temsil ettiği soyut ve aşkın değerlerin anımsanmasını, anlaşılmasını, pay­laşılmasını sağlayan bir anahtardır.
5.            Sembol, belli bilgi ve anlayışı aşina olmayanların bilincinden gizler ve aşina olan­lar açar.
6.            Sembol, sezginin ve keşfin anahtarıdır.
7.            Sembol, arketipleri (ilk örnekler) gösterdiği gibi onları yeniden üretir.
Simgeler zamandan ve mekandan bağımsız bir hakikati gösterirler. Başka deyişle zaman-mekanı aşkın bir ideyi, bir ilkeyi gösterebilmek yalnızca simge ile olanaklıdır. Simgenin farklı bir niteliği de, farklı zaman ve mekanda ortak doğası olan nesneleri gös­terebilmesidir. Simgenin en temel üç özelliği vardır. Bunlar:
            Bir ilkeyi gösteriyor olması
            Farklılıkları birliğe getirmesi
             Çok anlamlılığa açık olması
İnsan, simgeleştirici yetisiyle bilinçsiz olarak nesne ve biçimleri sembollere dönüştü­rür. Tarih öncesi çağlara kadar uzandığında din ve sanatın karşılaştırılmalı tarihi, ataları­mızın kendileri için anlamlı simgeler bıraktıklarının kanıtlarıdır. Bugün bile çağdaş resim ve heykelin gösterdiği gibi, din ile sanatın etkileşimi hala canlıdır (Jung, 2002: 232).
İnsan simgeleştirici yetisiyle bilinçsiz olarak nesne ve biçimleri sembollere dönüştü­rür. Bunları da kendine büyük psikolojik önemle yükler. Gerek tapınma biçiminde (din) gerekse görsel sanatlarda dışa vurur. Tarih öncesi çağlar atalarımızın kendileri için anlam­lı simgeler bıraktığının kanıtıdır (Jung, 2002: 232).Başlangıçta üç sembol kullanılmıştır. Bunlar anlaşıldığında da semboller bileşik hale getirildi. Ve yeni semboller geldi. Zaman geçtikçe bunların sayısı giderek arttı ve daha kompleks oldular. Öyle ki 3000 yada 4000 yıl öncesinde Mısırlılar artık bir mabedin üyeleri başka bir mabette kullanılan sembolle­rin yarısını bile anlayamaz olmuşlardır (Churchward, 2000: 111).
Başlangıçta 3 orijinal sembol ve temel biçim vardı.
Bunlar;
Daire
Güneşin çizimidir ve sonsuz olanın sembolü olarak kullanılıyordu. Monoteistik sade­ce bir ilahi sembol olması nedeniyle tüm sembollerin en kutsalı olarak kabul ediliyordu. Bu sembol için güneşin seçilme nedeni o dönemin insanın görüş açısına giren ve anlayış kapasitesine hitap edebilen en muktedir nesne olmasıydı. Başlangıcı ve sonu belli olma­yan daire aynı zamanda ebedi varoluşu, sonsuzluğu ve sınırsızlığı temsil ediyordu.
Kadim yazılarda Ra olarak güneş’in çeşitli formlarda çizildiği görülür.
Şekil 1: Tanrı’nın Orijinal Monoteistik[4] sembolü.
Şekil 2: Nagaların gerçekleştirdiği bir sonraki değişikliktir.
Şekil 3: Uygurların gerçekleştirdiği değişikliktir.
Şekil 4: Bazı Mısır tanrılarının başlığının bir kısmı.
Şekil 5: Bu genellikle sütunların veya ölüler için dikilen mezar taşlarının tepesinde yer alan kırmızı bir küre olarak tasarlanmıştır.
Bütün bu güneşler, Tanrı’nın monoteistik sembolüdür ve eskiler tarafından Ra adı altında anılmaktadır.
Eşkenar Üçgen
Üçgen yaklaşık 50 bin yıllık geçmişe sahip olan geometrik bir şekildir. Üçgen sağlam­lığı, duruluğu ve yükselişi yansıtmaktadır (Ribakov,1994: 86).
Eşkenar üçgen, nasıl kullanıldığına bağlı olarak ikili bir önem taşır. Kökeni, ilkel insana Mu topraklarını oluşturan üç ayrı kara parçasının, Batı Ülkelerinin nasıl ortaya çıktığının açıklanmasına dayanır. Bir tanesi kıtasal boyutlarda, diğer ikisi küçük olan bu kara parçaları birbirlerinden dar boğazlarla, Mısırlıların deyimiyle “kanallarla” ayrılmış­tı. Gelenek ilk önce kıta boyutlarındaki parçanın ortaya çıktığını, diğer iki küçük adanın farklı zaman dilimlerinde onu izlediğini söyler. Üç ayrı zamanı kapsayan bu fenomeni açıklamak için seçilen şekil üçgendi.
Üzerinde çağlar boyu sayısız panteonların inşa edildiği ilk üçlü ulûhiyet böyle doğ­muştu. Eşkenar üçgen yaratıcıyı simgeliyordu. Ve yaradan Cennet’le gök oturduğuna
 göre üçgenin cenneti de simgelemesi gerekirdi. Çünkü Tanrı neredeyse orası cennetti.
Tanrı’nın tekliğinin sembolünün üçgen içine yani cenneti içine aldığını ifade eden semboldür (Churchward, 2000: 117).
İlk ve orijinal Kutsal Semboller Üçlüsünün sonuncusu Dört Kenarlı Karedir. Kare, iki aşikâr nedenden dolayı yeri, dünyayı simgeleyen geleneksel sembol seçilmişti:
◇□ Dünyanın orijinal kozmogonik formu ya da resmi kareydi. Düz bir şekilde durduğu zaman dünyayı simgeliyordu. Yanda görüldüğü gibi köşe noktası üzerine otur­tulduğunda Dört Sütuna gönderme yapan dört ana yönü göstermek için kullanılıyordu. Köşe noktası üzerinde duran bir karenin içinde bir diğer kare, bir şeyin ondan çıkıp git­tiğini temsil eder.
B.A. Ribakov, Ukrayna Krasnodar’da ve ona yakın yerleşim yerlerindeki pencerele­rin etrafında ve bahçe çitlerinde olan ahşap süslemelerin anlamını araştırmıştır. Çapraz dörtgen içinde olan dört dörtgenin güneşi sembolize ettiği ve dünyanın onun etrafında dönmesini, böylelikle kış, yaz, ilkbahar ve sonbaharın duruş şekillerini gösterdiğini be­lirtmiştir (Ribakav, 1994: 86).
Antik Yakındoğu’dan kalan çok sayıda anıt ve silindir mühürde -evcil, yabanıl ya da düşselbirçok hayvan betimlenmiştir. Bunlar arasında filler ve sinekler, akbaba ve yen­geçler dışında, yılan, kaplumbağa ve balıklar da vardır. Ama en sık rastlananlar, aslan ve boğa gibi Mezopotamya kültürünün önemli hayvanlarıdır (Uygarlık Ansiklopedisi, 1990: 36).
Antik Yakındoğu’da kalan çok sayıda anıt ve silindir mühürde evcil, yabanıl ya da düşsel -birçok hayvan betimlenmiştir. Bunlar arasında filler ve sinekler, akbaba ve yen­geçler dışında, yılan, kaplumbağa ve balıklar da vardır. Ama en sık rastlananlar, aslan ve boğa gibi Mezopotamya kültürünün önemli hayvanlarıdır (Uygarlık Ansiklopedisi, 1990: 36).
Ne gerçek nesneleri ne de kavramları temsil ederler.


(Alfabeyi oluşturan harfler, sayı­lar, noktalama işaretleri, matematiksel işaretler)



Daire
: Sonsuzluk
Kalp
: Sevgi-Aşk
Güneş
: Tanrı Orak-
Yıldız
: Üstünlük-
Kafatası
: Ölüm
Zeytin Dalı
: Barış
Güvercin
: Barış
Baykuş
: Bilgelik-Akıl
Çapa
: Umut
Kadın -Erkek
: Cinsiyet
Tırpan
: Ölüm
Şemsiye
: Koruma
Kozalak
: Bereket
Taç
: Onur - Şöhret
Gül
: Güzellik
Yılan
: Kötülü








Ağaç: Ağaç türleri kendi içinde değişik anlamlar içerdiği gibi tek başına ‘hayat ağacı’ dünyadan cennete yükselen değişim ve gelişim içindeki yaşayan evreni sembolize eder.
Zeytin Ağacı: Barış, bereket ve gücün, dinsel inançlarda ise günahlardan arınmış ol­manın sembolüdür. Zeytin ağacının yararları ve kullanım alanları semavi dinlerin kutsal kitaplarında açıkça geçer ve bunların dışında diğer kültürlerin geleneklerinde de konu edinildiğinden dolayı çok önemsenen bir bitkidir. Dinde, sanatta ve mitolojide konu edil­diğinden önemini hiç yitirmemiştir (Ersoy, 2007: 24).
İncir Ağacı: Din bilimini simgeler, bolluk ve bereketin sembolüdür.
Selvi Ağacı: Sürekli yeşil, canlı ve estetik görünümü ile iyilik, güzellik, uzun ömrün simgesidir.
Çam Ağacı: Doğu ve Batı kültürlerinde çam kozalağı üretkenlik ve hayat sembolü olarak kullanılır. Uzak Doğu’da ölümsüzlüğün simgesidir.
Palmiye: Çöl kültürlerinde suyun ve dolayısıyla hayatın sembolüdür. Sıcak olan ik­limlerin çağrışımını yapar.
Hayat Ağacı: Hayat ağacı deyimi Tevrat’ tan gelmektedir. Yaşamın devamlılığını, ya­yılışım, öncesini ve sonrasını simgeler. Evrenin ölümsüzlüğünün sembolüdür. Anadolu motiflerinde hayat ağacı sembolü çoğu kez kuş motifleri ile birlikte kullanılır. Bu motif Türk’lerde Şamanizm kökenlidir. Anadolu kültürlerinde önemli bir dekoratif elemanı ola­rak kullanılmasındaki sebep sembolik geçmişidir. Hayat Ağacı dünya ve cennet arasın­daki bir köprü cennete yükselen hayatın dikey sembolizmasını oluşturur. Anadolu mezar taşlarında ve halk sanatında yaygın olarak kullanılır.
Ay (Hilal): Türk kültüründe kullanılan önemli biçimlerden biridir. Türklerin İslam di­nini kabul etmesinden sonra dini bir anlamı da ifade ettiğinden, birçok dini eser üzerinde görülmektedir. Türkler güneşi dişi, ayı da erkek saymışlardır (Kuşoğlu, 2006: 29).

Defne adı; Yunan Mitolojisinde defne ağacına dönüşen su perisi Daphne’den gelmek­tedir. Fransa’da üniversite diplomasının adı olan “baccalaureat” (Latince: “baccalaurea”: defne meyvesi anlamındandır) buradan kaynaklanmaktadır. Defne, yaz kış yeşil kalır “di­ğer yaprağını dökmeyen ağaçlar gibi, sonsuz yaşamın, enerjisinin ve gençliğin de evren­sel bir simgesi olmuştur.



Lale, Türklerin milli çiçeği olarak kabul edilir. Lale kelimesi Arap alfabesiyle “L-A-L-H” harfleriyle yazılır. Allah adında da bir “elif, iki “lâm” ve bir “h” harfi bulunduğu
için, eskiden beri laleye bir kutsallık atfedilmiştir. “Osmanlı’da bir döneme lalenin adının verilmesinde bu kutsallığın rol oynadığı sanılmaktadır (Abdullah Kılıç “Lale”, Turkuaz, Zaman Gazetesi 20 Nisan 2002). İran mitolojisinde Lale yeşil bir yaprak üzerindeki çiğ tanesine şimşeğin isabetiyle, yaprağın alevlenip donmasından meydana geldiğine inanılır. İçindeki siyah noktalar gönül yanığını temsil eder (Ersoy, 2007: 81).
Türkler, Avrupa seferinden dönerken (Mohaç) bu çiçeğin şeklini beğenmişler ve Topkapı Sarayı’nın ikinci kapısının dış yüzeyinde, Milet İlyas Bey Camii mihrabında ve Urfa Rizvaniye Camisinde de görüldüğü gibi, biraz stilize ederek, kullanmışlardır. Urfa Rizvaniye Camisindekinin Memluk armalarından geldiği sanılmaktadır. Mısır’da egemen olan Memluklar Zambak’a benzeyen arma kullanmışlardır. Zambak, beyazla eş anlamlı olup, temizlik, masumiyet ve bakireliği simgeler. Genel görünümü ile bir haç’ı andıran bu çiçek Ortaçağ Avrupa’sında çokça kullanılan bir süs ögesi ve kraliyet amblemi olmuştur (Ersoy, 2007: 82).

Merkezi, dairesel bir yapılanma gösteren gül, her şeyden önce, merkeze ulaşılmış ol­mayı simgeler. Dış çalışmayla değil, ancak uzun bir iç çalışma (duygularını, düşünceleri­ni, imajinasyonunu, niyetlerini denetleyebilme vs.) sayesinde edinilebilen bir şuur halini, yani nefsaniyetini yenmiş, kendini her bakımdan denetleyebilen, aydınlanmış, uyanmış insanın şuurunu, kısaca ruhani (spritüel) aydınlanmayı, varlığın ruhani tesir i kendi başına çekip aktarabilecek duruma gelmesini ve bu duruma erişen varlığı simgeler. Eş merkezli iç içe daireler sembolizmini de taşıyan bu çiçeğin bir başka özelliği kokulu, fakat dikenli olmasıdır (Salt, 2006: 138).
İslam geleneğinde Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin ve Mevlana Celaleddin’in gülle ilgili olumlu sözleri rivayet edilir. Sufilik’te ruhsal aydınlanmanın ve kalp gözünün açıl­masının sembolüdür. Kimilerine göre gülün kat kat olan taç yaprakları ile ruhun manevi organ ve sezgi kapısı olan kalbin kat kat olması arasında bağlantı vardır.
Gül, ezoterizmde en çok kullanılan iki çiçekten biri olup, ilk zamanlarda özellikle Yakındoğu ezoterizminde kullanılmış bir semboldür, diğeri de “lotus çiçeği” dir. Güzel­lik ilahesi Afrodit’le ilişkilendirilen gül, güzelliği, kokusu ve biçimiyle dikkat çeken bir çiçektir. Kaynağını kısmen Doğu ezoterizminden almış Batı simyasında en önemli çiçek olan gül, gotik mimariye gül biçimli pencereler olarak yansımış, katedrallere ve bazı bi­naların kapı girişlerine gül biçimli bezemeler yapılmıştır. Bu tür bezemeler vitraylarda ve ağaç işlemeciliğinde de görülür. Batı toplumlarında, kalp ve sevginin sembolü olmuştur (Salt, 2006: 138).
Gül, özellikle İslam bezeme sanatında, geniş çapta kullanılan bir motif olmuştur. Din kitaplarının başlıca ögesidir. Çünkü Hz. Muhammed’in gülün kokusunu çok sevdiği bi­linmektedir. Sarığının parçalarının güle dönüştüğünü ve terinin bile gül gibi koktuğu ri­vayet edilir. Bu bakımdan gül yağı ve gül suyu İslam geleneklerinde geniş ölçüde yer almıştır. Fatih Sultan Mehmed’in tasvir edildiği minyatürlerde onu çoğu kez elinde bir gül tutarken görmekteyiz. Gülün biçim olarak sarık şeklindeki serpuşları da etkilediği ileri sürülmektedir (Ersoy, 2007: 81).
Lotus sembolü, tasvirdeki rengine, bağlamına ve taç yapraklarına sayısına bağlı ola­rak değişik anlamlarda kullanılan bir semboldür. Çin’de daha çok saflığı, bilgeliği, ahengi ve ruhsal aydınlanmayı simgelemektedir. Japonya’da saflığın, ahlakın ve maneviyatın sembolüdür. Eski Mısır’da Osiris’le ve “ruhani güneş” yıldızıyla Horus’la ilgili kutsal bir anlam taşıyan semboldür. Kimi zaman ruhani aydınlanmayı, reenkarnasyonu, ölümsüzlü­ğü alemin yaratılmasını ifade etmektedir. İran’da Eski İran geleneklerinde “ruhani güneş” yıldızının sembolüdür (Salt, 2006: 240).
Hinduizm’de genelde ilah Vinu’yla tasvir edilir. Kimi kültürlerde, “Dünyada yaşa­mak, fakat dünyaya ait olmamak” diye de simgelenmektedir. Budizm’de “Dünya çamu­ru” na bulanmamış, cahilliğe bürünmemiş ve aydınlık olan öz varlığını, hakiki doğasını simgeler. Budizm’deki tasvirlerde, lotusun merkezinde bir mücevher varsa, bu mücevher, Dharma (İlahi yasalar, hakikat, vazife) ve Nirvana (kurtuluş) ile ilgili bir anlam taşımak­tadır.
James Churchward’a göre Lotus çiçeğinin sembol olarak kullanıldığı ilk uygarlık on binlerce yıl önce var olduğu sanılan yıkık Mu uygarlığıdır (Salt, 2006: 241).
Genel geometrik biçimler uygarlıklar arasında benzer anlamlarda kullanılması gibi hayvan ve bitki figürleri de farklı uygarlıklar arasında benzer anlamlarda kullanılmış­tır. Örneğin aslan figürünü ele alırsak, onun Mezopotamya ve çevresindeki (Anadolu ve Antik Mısır) uygarlıklarda neden önemsenen bir figür olduğunu görürüz, oysa Avrupa (Etrüskler ve Antik Roma) ve Orta Asya (Türk, Moğol vs.) coğrafyalarında yaşamayan aslanın, kurt ile sembolize edildiğini görürüz. Bu iki hayvana, sözü edilen uygarlıklarda benzer anlamlar yüklenmişti. Bu benzerlik aslan ve kurdun ortak özelliği olan “doğada grupça hareket etmeleri, belli bir sosyallikleri olması, yaşadıkları bölgede hiçbir hayvan düşmanlarını olmamasıdır. (Salt,2006: 46). Aslanın hiyerarşik özelliğinin dışındaki en önemli özelliği de doğadaki en güçlü canlı olmasıdır. Bu güç özelliğinden dolayı da ayrı­calıklı bir öneme sahiptir, bu bağlamda Hint, Çin ve diğer Asya Uygarlıklarındaki kaplan sembolü ile Amerika Uygarlıklarında (İnka, Maya, Aztek) jaguarla benzer anlamlarda sembolize edilmektedir (Salt, 2006: 288).
Tarihin her döneminde ve her kültüründe, simgeler, biçimler ve figürler, genel olarak aynı anlamlarda kullanılmıştır. İnsanlar ortak iletişim dili olmuştur. Temel geometrik bi­çimler ile hayvan, bitki ve cansız nesneler adı altında örneklerini verdiğimiz semboller evrensel nitelik taşımaktadırlar. Kısaca hatırlatmak gerekirse; Bir sembolün evrensel ol­ması demek, içinde evrensel bir ilkeyi ya da hakikati barındırması demektir.
Bu yüzyılın başında simgelerle biçim olan tasarım elemanları “teknik yoldan yeniden üretim geçmişin bütün sanat yapıtlarını kapsamına aldıktan ve bu yapıtların etkilerini en köklü değişimlere uğratmaya başladıktan başka kendine sanat yöntemleri arasında ba­ğımsız bir yer sağlayacak düzeye ulaşmıştır (Benjamin, 1994: 48).
Simgeler kentlerin ya da bir birlik oluşturmuş toplulukların kimliklerini simgelemek vb için hazırlanan soyutlamalar. Amblemler görsel anlam açısından değerlendirildiğinde harflerden, kuruluş hakkında bir imaj veren biçimden harf ve resimsel biçimin birlikte kullanıldığı veya soyut motiflerden olmak üzere yerine göre çeşitli biçimde tasarlanır (Pilici, 2008: 94).
Bugün ise sembollerin ifade ettiği anlamlar işletmelerin logolarında hayat bulmakta­dır. Bir işletmenin logosu ve bu logoyla ifade edebilmek istenen mesaj seçilen sembolle daha kolay iletilmektedir. Öyle ki “işletmelerin kimlik yapılarını değiştirmek ve pazardan yeni bir yüze sahip olmak istediklerinde ilk olarak kurumun görsel kimliğini oluşturan logolarıyla başlarlar.
Tablo 1: Semboller, Anlamları, Marka /Kurumlar
Sembol
Anlam
Marka/Kurum
Yıldız
Aydınlatma, Bilgelik
Converse “Ayakkabı”
Çember
Tamlık, Mükemmellik
General Electric “ElektrikElektronik”
Üçgen
İlham
ALCATEL “Elektronik”
Çapa
Macera
Dockers “Hazır giyim”
Aslan
Liderlik,Güç, Görkem
MEM (Metro Goldwyn Moyer) Sineması


(Kayaalp, 2004: 98)



Logolar temsil ettikleri gerçeklerinden daha fazla ilgi çekmektedirler. İnsanlar gör­mek istediklerini görürken, imgeler görmek istediklerimizi de gözler önüne sererler ve adeta bir silah kadar etkileyicidirler. Bugün sadece dinlemek ve izlemenin daha az bir zihinsel süreci beraberinde getirmesi ve buna teknolojinin hızlı gelişimi de eklenince, görselliğin oldukça egemen olduğu bir dönemle karşı karşıya kalındığı görülmektedir (Pilici, 2008: 104).
İnsanoğlu işareti sever, fakat bu sevgi süs ve keyiften ziyade insanoğluna birçok ya­rarlar sağlamasındandır. Her kültürün kendine has bir işaret tarihi vardır, bu işaret tarihi toplumun diğer toplumlara göre ayrılığını gösterir (Pilici, 2008: 47).
Akçura (1989: 6) insanoğlunun işaret tarihini şöyle özetler: İnsanlar geniş obalarda boy boy yaşadıkları dönem, kendi hayvan sürüleri ve yaşadıkları çadırlar karışmasın, bireyler yanılmasın diye işaret çizili demirler kızdırıp, büyükbaş hayvanların sağrılarına vurmaktaydılar. Bu damgalarda soyut işaretler vardı, her biri bir boyu anlatmaktaydı. Za­manla hayvan sağrılarından kurtulup boyların bayraklarında, kilimlerinde ve yapılarında yer buldular. Yine aynı dönemlerden kalma başka işaretler dokumalar üzerine işlenen veya boya ile konulan işaretlerdir.
Başlangıçta temel geometrik şekiller (kare, üçgen, daire) ile hayvan, bitki ve cansız nesnelerin (kılıç vb.) çeşitli görüntülerinden üretilen semboller zaman içerisinde teknik olarak da gelişerek artık evrensel bir nitelik taşımaktadırlar. Kare yeryüzünün sembolik ifadesidir ve sağlamlığı, güvenliliği gösterdiği her kültür tarafından kabul görmektedir. Ucu yukarı bakan üçgen yüksekliğin, başarının, gücün, olumluluğun ifadesi olduğu gibi ucu aşağı dönük üçgen bunun tam tersi ifadesidir. Daire ise sonsuzluğun ifadesidir, güneş, ay ve gezegenleri ifade eder (Pilici, 2008: 7).
Maddenin (somut) ifade sisteminin ardından manevi olan (soyut) da ifade etme arzusu doğurmuştur, görünür ve dokunulur olmayan unsurlar bir takım simge/sembollerle ifade edilmeye çalışılmıştır.
Masumiyet, cesaret, kuvvet gibi birçok olgu bir biçim diline yansıyarak süreklilik kazanmış ve bugünkü kültürümüze mal olmuştur.
Bugün sıradan insanların dahi ilgilendikleri konu ile ilgili bilgiye ve atlaslara bakarak coğrafya konusunda bilgi edinircesine özgür ve doğrudan ulaşılabilmelidir. İnsanlık ve bilgi konularında göz ve görselliğin yer almadığı hiçbir alan mevcut değildir.
Ortak bir dil oluşturmada kapitalist üretim biçimiyle reklamcılık sektörünün strateji­leri ve tasarımcıların yaratıcı buluşları kitleleri, semboller dünyası ile ayrılmamak üzere buluşmuştur (Pilici 2008:165).
Göstergeler yoluyla iletişim kuran insan aynı zamanda sembolik bir algıyla iletişim yolunu da yaratmış ve bu sistemi yoğun bir şekilde kullanmıştır. İşaret ve simgeler ile iletişim kurmaya çalışan insanoğlu seslere karşılık gelen şekiller yaratarak günümüzdeki alfabenin temellerini attı. Kolaylaşan öğrenme süreci kültür ve insanlığın gelişimi sü­recinde önemli farklılıklar yarattı. Artık fikirler, tarih ve olaylar daha kolay paylaşılabiliyordu. Yazmayı ve yazdıklarını basit yöntemlerle çoğaltma yolunu keşfeden insan iletişimin yepyeni bir kulvarını keşfetti (Uçar, 2004: 1).


Kaynakça
Akçura,G. (1989). Türkiye’de Amblem ve LogoTayp İçin Bir Kazı Çalışması. İstanbul: Grafikerler Meslek Kuruluşu.
Bergeaud, A. (2010). .Le droit a lapreuve. Paris.
Cassirer, E. (1977). İnsan Üstüne Bir Deneme. Çev., N. Arat. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Churchward, J.(2000). The Design of Books. San Fransisco.
Ersoy, N. (2007). Semboller ve Yorumlar. İstanbul: Dönence Basımevi ve Yayınevi.
Eliada, M. (1992). İmgeler ve Simgeler. Ankara: Gece Yayınları.
Hançerlioğlu, O. (2012). Felsefe Ansiklopedisi. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Jacabi.(2002). The Story Of Alphabets And Scripts. Londra.
Jung, C., G. (2002). İnsan ve Sombelleri. İstanbul: Okyanus Yayınları.
Kayaalp, E. G. (2004). İmaj Değiştirme Aracı Olarak, Logo Yenileme. Sakarya: SAÜ
Kuşoğlu, M.Z. (2006). Resimli Ansiklopedik Kuyumculuk ve Maden Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Birlik Ofset.
Pilici, A. (2008). Tarihsel Süreçte Sembolden İkona Logo (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Ribakov, B.A .(1994). Eski Rusya Tarihi. Moskova.
Salt, A. (2006). Semboller Ansiklopedisi. İstanbul: Ruh ve Madde Yayınları.
Tacou, C. (2001). Din ve Fenomenoloji. Çev., H. Köser. İstanbul:İz Yayıncılık Tokat, L. .(2004). Dinde Sembolizm.Ankara:Ankara Okulu Yayınları.
Uçar, T. F. (2004). Görsel İletişim ve Grafik Tasarım. İstanbul: İnkılâp Kitapevi.
(1990). Uygarlık Ansiklopedisi. İstanbul: Görsel Yayınları.
Walter, B. (2007). Pasajlar. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.




[1] Öğr. Gör. Dr., Erciyes Üniversitesi GSF Görsel İletişim ve Grafik Tasarım Böl. (e-posta: merveyildirim 1@hotmail.com)
[2]  Ezorerik: Bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek bir üstad tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon yoluyla öğretilmesi
[3]   Arkaik: Klasik çağ öncesinden kalan
[4]   Manoteistik: Tek tanrıcılık.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar