OSMANLI DEVLETİNDE ŞERİAT DIŞI KANUN YAPMA FAALİYETİ (LAİK YÜZÜ)
Bugün
Türkiye'nin, seküler siyasî sistemle yönetilen tek İslâm ülkesi olması ve diğer
İslâm ülkelerinden farklı bir yol izlemesi olgusunun, büyük oranda Osmanlı
geçmişinin deneyimine dayandığını söylersek, abartmış olmayız. Tarihte
Türk devlet geleneğini temsil eden hanedanlar yönetimindeki bazı İslâm
topluluklarının da bir bakıma benzeri bir deneyimden geçtiklerini söylemek
mümkündür.
Devlet hukukunu oluşturmaya
gelince, bu süreç üç kaynağa indirgenebilir. İlkin çoğu kanun veya
kanunnâmeler, kaynağı bakımından, nesiller boyunca halk tarafından izlenen ve
uygulanan yerel örf ve âdetleri esas almaktadır. Hükümdarın yaptığı, sadece
bunlara hukukîlik kazandırmaktan ibarettir. Böylece Sultan'ın "örfü",
veya dünyevî otoritesi, yerel âdetleri devlet hukukuna çeviren anahtar
etmendir. İkinci olarak, hükümdarın egemen gücü, eski İran ve Türk
kaynaklarından gelen uygulama ve kavramları devlet hukukuna dönüştürmekteydi.
Üçüncü olarak, günün ihtiyaçlarına cevap veren fermanlar, genel kurallar
içerdiği zaman birer kanun niteliğini kazanıyordu (bunun için en iyi misâl, R.
Anhegger'le beraber yayınladığımız Kanunnâmeyi Sultanî ber Mûceb-i 'Örf-i
Osmânî’ deki kanun-fermanlar ve yasaknâmelerdir).
Burada, Osmanlıların ve
onlardan önceki diğer Türk devletlerinin, halkın "maslahatı" alanında
ortaya çıkan sorunlara, örfüâdât ve hükümdarın otoritesine dayanan kanunları
kullanarak nasıl çözüm bulabildiklerini görebiliriz. Ancak İslâm devleti
olarak onların hepsi, önceden prensip olarak her hususta Şerîatın üstünlüğünü
kabul etmiştir. Osmanlı Kanun-i Esâsîsi "DEVLETİN DÎNİ DÎN-İ
İSLÂM'DIR" derken, öbür taraftan bürokratlar, Fransız kanunlarını
tercüme edip uygulamakta, bunu din ve devletin selâmeti için yaptıklarını ileri
sürmekteydiler.
Özetlemek gerekirse,
Osmanlı İmparatorluğu ve daha önceki Müslüman devletlerinde kamu hayatına
ilişkin yeni durumlarda bağımsız bir kanun koyma faaliyeti bir zaruret olarak,
yine bir İslâmî kurala, istislâh ve istihsân kuralına göre meşrulaştırılmıştır.
Şeriatın uygulanması, bir
ulu'l-emr'in, yani emir sahibi bir siyasî otoritenin varlığını gerektirdiği
için ulemâ, siyasî gücün sağlamlaştırılması doğrultusunda gerekli olan
kanunları, İslâm devletinin zaruri bir kurumu olarak kabul etmiştir. Diğer
taraftan, tarihî bir gerçektir ki, XI. yüzyıldan bu yana, İran ve Hindistan'da
ortaya çıkan Türk-Müslüman Sultanlıklarında, İslâm öncesi İran ve Türk
geleneklerinden türeyen kanun ve kurumlar, devletin örgütlenmesinde ve kamu
hayatında hayatî bir rol oynamıştır (Bu yazının ayrıntıları için bkz.
Osmanlı'da Devlet, Hukuk, Adalet, İstanbul: Eren Yayınevi 2000). (s.50-51)
I. Bayezid (1389-1402)
döneminde Sultan'ın Şerîat dışı koyduğu kanunlar ve bürokratik önlemler tutucu
çevrelerin itiraz ve direncini çekmiştir. Bir hukuk meselesi üzerinde
kendisinin hüküm vermeye kalkışması karşısında ulemâyı ve Şeriatı temsil eden
Mehmed Fenârî karşı çıkmıştır. Ziyadesiyle otoriter bir hükümdar olan Fâtih
döneminde örfî hukuk alanında kesin bir gelişmeyi gözlemliyoruz.
İstanbul'un fethinden sonra
Fâtih'in sınırsız bir otorite kazanması ve merkeziyetçi ve mutlak imparatorluğu
kesin olarak kurma yoluna girmesi sonucu devlet hukuku üstün bir düzeye
ulaşmıştır. Osmanlı padişahlarının en nüfuzlusu ve serbest fikirlisi olarak
Fâtih mutlak hükümranlık haklarını, devleti belli bir amaca göre düzenleme ve
örfî kanun koyma doğrultusunda kullanmıştır. Kısacası, o yasa ve kanun
hükümdarı olmuştur.
Fâtih, ferman formunda
çıkardığı birçok kanunlardan başka başlıca iki kanunnâme ilân etmiştir. Bunlar
İslâm hukuk nazariyesi karşısında şekil ve içeriği bakımından kuşkusuz bir
yenilik teşkil ederler: Şerîat karşısında sırf devlet çıkarı için hükümdarın
kendi iradesiyle bağımsız kanunnâme çıkarması, İslâmî esaslara değil, Türk-Moğol
geleneğine bağlanabilir. Fâtih'ten önce Selçuklu Melikşah'ın ve İlhanlılar'm
kanunnâmeler çıkardıklarını biliyoruz.
Fâtih, biri devlet
teşkilâtına, öteki tebaa-reâyâ ile ilgili idare, maliye ve ceza alanlarına ait
iki kanunnâme çıkarmıştır. Kanunnâmeler, bâb ve fasıllara ayrılmış olabildiği
kadar sistemleştirilmiş resmî kanun kodlarıdır. Bu genel kanunnâmeleri birer
anayasa saymak biraz abartılıdır. Zirâ hükümdar onu herhangi bir zamanda kısmen
veya tamamen kaldırmak yetkisine sahiptir. Nitekim II. Abdülhamid Osmanlı
Kanun-i Esâsîsi'ni bir irâde ile yürürlükten kaldırmıştır. (s.54-55)
Türkiye
devlet ve toplumunda görülen bu ikilik ve çekişmeye özellikle açıklayıcı bir
örnek verebilmek için adlî sistemin lâikleşme sürecini ele alalım. XIX.
yüzyıldan önceki devirde, kadı mahkemesi bir adlî mahkemeden fazla bir şey
ifade etmekteydi. Bu mahkeme, aynı zamanda, âyanın, esnaf kethüdâlarının ve
mahalle imamlarının avarız vergisi gibi bazı vergileri yerel halk arasında
dağıtmak, Sultan'a gönderilecek arz ve şikâyetleri kaleme almak veya fiyat
tespit etmek gibi çeşitli görevleri yerine getirmek için bir araya geldikleri
bir meclisti. Tanzimat Dönemi'nde bu tür cemaat faaliyetleri, daha kapsamlı
İdarî sorumluluklar içeren taşra meclislerine aktarılacaktır. Aynı zamanda,
Şer'î mahkemelerin yetkileri giderek kısıtlanmaktaydı, Şerîatın borçlar ve
vecibeleri içeren bölümü, nizamıyye denilen lâik mahkemelerin yetkisi altına
verilmekteydi. Yeni mahkemelere duyulan ihtiyacın ilk önce, XVIII. yüzyıl
ticarî devriminin etkisi altında giderek karmaşık şekillere bürünen ticarî
muâmeleler alanında ortaya çıkmış olması ilginçtir. XVIII. yüzyılın sonunda
devlet, tüccarların kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklara bir çözüm getirmek
için Müslüman ve gayrimüslim yerli ve yabancılar arasında lâik bir mahkemenin
kurulmasını onayladı; 1850'de Fransa ticaret kanununa dayalı yeni bir ticaret
kanunu ilân edildi. Nihâyet 1860'ta kurulan yeni Nizâmiyye mahkemeleri,
devlet tarafından tayin edilen ve tüccar cemaatinin seçtiği üyelerden oluşmaktaydı.
Nizamî sıfatı, devlete ait lâik nizamlar için kullanılmaktaydı.
Ticaret ve
Ceza mahkemeleri, Şer'î mahkemeler ile yan yana işleyen lâik mahkemelerdi. Hukukta
ve adliyede ikili bir sistemin oluşması, yargılama alanında ciddi karışıklığa
yol açtı. Yeni kurulan mahkemeler, Şerîata ters düşen hiçbir hususta karar
veremezlerdi ve Şerîatın yargılama alanı içinde bulunan kişiler için bu lâik
mahkemelere tayin edilmiş müftüden fetva almak zorunluydu.
Tanzimat Dönemi'nde Batılı
bir adlî sistemin kabul edilmesi, özellikle Fransız Medenî Kanunu'nu getirmek
için yapılan tasarılar, Cevdet Paşa'nın hâtırâtında yansıttığı gibi, Osmanlı
ulemâsı arasında ciddi bir sıkıntıya yol açtı. Bu tepkinin sonucu olarak,
Şeriatın muâmelâta ait bölümü, ulemâdan oluşan özel bir komisyon tarafından
yeni bir sınıflandırma sistemi ile yeniden düzenlenmiş ve 1855 ile 1869 arası
yayımlanmıştır. İlk defa, tek bir sistematik, kodifiye (kodlamak,
şifrelemek, sistemleştirmek) İslâmî kanun mecmuası Mecelle, hem Şer'î hem de
lâik nizâmî mahkemelerde kullanılmak üzere resmî bir metin olarak ilân
edilmiştir. Bundan sonra mahkemelerde verilen kararlar, Şeyhülislâm'a
gönderilecekti; ancak Mecelle ne Osmanlı toplumunun giderek artan karmaşık
ticarî ilişkilerini karşılamada, ne de Şer'î mahkemelerin durumunu kurtarmada
başarılı olmuştur.
Ancak daha sonraları, 1876
Anayasası'nın yinelediği gibi, Osmanlı Devleti, İslâmî bir devlet olarak
Şerîatın, diğer bütün yasama yetkileri üzerinde olduğu ilkesini onayladı.
Tutucu Müslüman kitleler, Batılı adlî kurumlan kuşku ile karşılamışlardı.
Osmanlı ulemâsı, kendi konumunu koruma çabası içinde, İslâmî sistem içinde
yenilikler getirmeyi sürdürdü. Daha 1855'te, mahkeme nâiblerinin eğitim ve
seçimine dair yeni bir uygulama kabul edilmişti. Şer'î vesikaların nasıl
düzenleneceğine dair başka uygulamalar da yayımlanmıştı. Nihâyet, 1915'te,
Şer'î mahkemeler için dava usûlü kanunu uygulamaya konuldu. Adlî gücün devlet
denetimi altında birliğini savunan İttihâd ve Terakki yönetimi zamanında,
lâikleşme hareketi kuvvet kazandı. 1914'te dinî mahkemelerin denetimi,
Şeyhülislâm'ın elinden alınarak, öbür mahkemeler gibi Adalet Bakanlığı'nın
denetimine verildi.
Tam radikal lâikleşme,
ancak Cumhuriyet döneminde, TBMM tarafından 1924'te Şer'î mahkemeler ilga
edildiği ve 1926'da Mecelle'nin yerine İsviçre, İtalyan ve Alman yasalarına
dayanan lâik Medenî Kanun ile Ceza ve Ticaret kanunları kabul edildiği zaman
gerçekleşti.
Osmanlı'nın
lâikleşme hikâyesi, sadece kurumsal olarak denetlenen eğitim ve adliye alanında
değil, sosyal yaşam, ahlâk, âdap ve sanat alanlarında, yani Türk toplum
hayatının her cephesinde görülür. Bir yandan bürokratlar tarafından
tepeden gelen lâik Batı kurumlan, öte yandan geleneksel değer sistemine sıkı
sıkıya yapışan kitleler tarafından desteklenen geleneksel İslâm kurumlan
arasında bir ikilik ve çekişme ortaya çıktı. Çekişme, Tanzimat döneminde Yeni
Osmanlılar önderliğindeki hararetli tartışmalarda, özellikle 1860'larda Namık
Kemal ve Ziya Paşa'nın gazete makalelerinde, sonraları daha analitik bir
biçimde Ziya Gökalp'in sosyolojik yazılarında ifadesini buldu.
Tanzimat Dönemi'nin iki
vatansever aydını, Namık Kemal ve Ziya Paşa, dışarıdan esinlenen veya zorla
kabul ettirilen, hem geleneksel sosyo-ekonomik sistem hem de geleneksel değer
sistemi üzerinde yıkıcı etkileri bulunan Batılılaşmayı şiddetle
eleştiriyorlardı. Bu yazarlar, Batılılaşmayı bürokratik zorbalık ile
özdeşleştiriyorlar, böylece hükümete karşı halk tepkisini dile getiriyorlardı.
Halk, Batılılaşmayı; geleneksel esnaf düzeninin bozulması, Avrupa makine
mamullerinin (mâli fatura'nın) pazarı istilâsı sonucu gelen işsizlik ve İslâmî
gelenekler ve değerler sisteminin yozlaştırılması olarak değerlendiriyordu.
Namık Kemal ve Ziya Paşa,
Türk halkının sorun ve görüşlerini genel olarak açıkça şöyle dile getirmekteydiler:
Batılılaşma
reformları, Batı Avrupa ile işbirliği yapan bir bürokrasi tarafından zorla
kabul ettirilmiştir. Bürokratlar, böylece ülke çıkarlarının çözümünü, yalnız
kendi çıkarlarıyla ilgilenen yabancı güçlere bırakmaktadırlar.
Bürokratlar, Batılaşmayı
kendi istibdatlarını sağlamlaştırmak için kullandılar. Namık Kemal ve Ziya
Paşa, bu durumu değiştirmek için, bir anayasa ve parlamento rejimi
taraftarıydılar.(s.31-33)
Kaynak:
Halil İNALCIK, Kuruluş ve
İmparatorluk Sürecinde Osmanlı, Timaş, İstanbul 2011,
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar