Print Friendly and PDF

PARA OYUNLARI İle BANKALARIN İFLASI YAKLAŞIRKEN



“Biçilme zamanı gelmeden”
İngiliz’e sormuşlar:
“Çimenleriniz nasıl böyle ka­dife gibi sık, zümrüt gibi yeşil oluyor?»
«Gayet basit,» diye yanıtlar İngiliz.
«Önce çimeni ekiyoruz, sonra bi­çiyoruz, gene ekiyoruz, gene biçiyoruz. Böylece dört asır devam edince çimenlerimiz yemyeşil oluyor.» (sh:177)

SOMAZAKİ’DE AŞK İNTİHARLARI
1983 baharında, İstanbul Festivalinde Japon yapım­cı Midori Kuriski’nin «Somazaki’de Aşk İntiharları» adlı güzelim bir kukla filmi gösterildi. Japon klasik oyun ya­zan Çikamatsu Monzaimon bu oyunu 1703’de, gerçek bir olaydan esinlenerek, geleneksel kukla tiyatrosu için yazmış.
Borcunu ödeyemediği için sevdiği geyşayla ev­lenemeyen bir soya yağı taciri sevgilisiyle birlikte gidip ormanda intihar eder. Bu öykü bugünün Japonya’sında da toplumsal ger­çekliğini sürdürüyor. Tefeciler (bunlara Japonlar «sarakin» diyor) son yıllarda ticaretlerini olağanüstü art­tırarak, kanser hücresi gibi toplumun içine yayılmıştır. Borcunu ödeyemeyenlerin bireysel ya da ailece intihar­ları bir salgın halini almıştır.
Sadece 1983’de 400 kişi borca batıp intihar etmiştir.
Sarakinler bankalardan, sigorta şirketlerinden, hat­ta yabancı bankalardan toptan ucuza aldıkları paraları, çok yüksek faizlerle tüketicilere, bankaların dışladıkları dardakilere, yaşam savaşı veren çaresizlere, hatta kumar müptelalarına satıyorlar. Alacaklarını zorbalara tahsil ettiriyorlar. Mafya baskısını kullanmakta öylesine etkin­dirler ki, sarakinlerin toplam alacakları içinde şüpheli saydıkları 1982’ye dek bankaların şüpheli alacak oranın­dan daha düşüktü (% 0,5); ama bu oran 1983’de hızla yükselerek % 8’e kadar ulaşmıştır.
Sarakinlerin alabilecekleri yasal faiz çok yüksek (% 109,5) olduğu halde, onlar % 150’ye kadar çıkıyor­lar. Fiyat artışlarının tek rakamlı, % 10’un altında ol­duğu, banka faizlerinin de % 15’i geçmediği düşünülür­se, sarakinlerin ne denli büyük çapta bir soygunu tez­gâhladıkları daha iyi anlaşılır.
Şimdi Japon Hükümeti bu soygunun tahribatını sınırlama telaşında... Meclis­ten geçirdiği bir yasayla sarakinlerin faiz tavanını 1983' de % 73’e, üç yıl içinde % 54’e ve 1988’de de% 40’a in­dirmeyi umuyor.
Son birkaç yılda Japonya’da sarakinlerin para tica­retindeki bu büyük patlama, firmaların ekonomik dur­gunluk yüzünden bankalardan kredi taleplerini azalt­malarından, bankaların ve sigorta kuramlarının aylak kalan kaynaklarını toptan tefecilere aktarmalarından, tutumlu Japon halkının Amerikalılar gibi «şimdi kullan sonra öde» felsefesine geçmeye başlamasından destek alıyor. Gerçi hükümet halkı iliklerine kadar sömüren sarakinlere bankaların kaynak aktarmasını yasaklamış­tır, ama bankalar fonları paravan firmalardan geçirerek sarakinleri ödünçlemeye devam ediyorlar, tatlı kârlarını sürdürüyorlar (Financial Times, 21.4.1983 ve 19.9.1983).
Japonların sarakinleri bizim öteden beri tefeci dedi­ğimiz kişiler; ancak bunlar tüketicileri ödünçlemek için çok daha geniş çapta ve yasal olarak örgütlenmişler. Sarakinler bankaların güvensiz bulup kapılarından sokma­dıkları garibanı, batıkları, kumarbazları, soyguncu faiz­lerle sömürüyorlar. Ödünçlerini yasal yollardan değil, mafya zoruyla söke söke alıyorlar. Kimi kabadayılar sarakinlerin batık müşterilerinin tepesine biniyor; kimisi de ilanla batık borçluları bulup borçlarından indirim yaptırmak için sarakinlere baskı yapıyor ve indirdiği borçtan komisyonunu alıyor. Ödeyemeyen borçluların kimisi kaçıp canını kurtarıyor, kimisi de bunu başaramayıp intihar ediyor. Öteden beri bildiğimiz, yaşadığımız tefeci soygunu bu. Edgar A. Poe bile o erişilmez imge­lemiyle, öyküsünün kahramanı Rotterdam’lı körük ta­mircisi Hans Pfall'ı, balonla aya kaçırmak için, alacak­lılarının baskısından daha uygun bir itici güç düşüne­memişti.
Ne var ki, son yıllarda Türkiye’de yaşadığımız ban­kerler faciasında roller değişmişti. Ezilenler yüksek fa­izle para alan tüketiciler değil, yüksek faizle para ver­mek için paralarını bankerlere koşturan küçük tasarruf sahipleri oldu; daha doğrusu, faiz yarışı kervanına son­radan katılanlar. (Şimdilerde ise kredi ile ev ve otomobil alanlar)
Türkiye’deki tefeciler enflasyonun hızlanmasıyla ge­çim sıkıntısına düşen tüketicileri akçelemek için ödünç vermediler. Aksine, bankaların eksi faiz ödemeleri yüzün­den paralarının erimesinden bezen tasarrufçular, enf­lasyondan daha yüksek faiz almak için tefecilere ve bankerlere koştular. Halk geçim sıkıntısına düştüğü için tefecilerden ödünç almadı; tam tersine gelirini arttır­mak ve enflasyon karşısında tüketim düzeyini korumak amacıyla varlıklarını satıp parasını bankerlere yatırdı.
Tefecilerin müşterileri ise, bankalardan borçlanma olanaklarını yitirmiş, ödünç sınırlarını aşmış olan, yaşa­ma savaşı içinde çırpman ya da yeraltı kesiminde faaliyet gösteren kişilerdi. Enflasyonun yüksek, satışların da canlı olduğu yıllarda, resmi faizle bankalara alabildiği­ne borçlanmak yapılabilecek en akıllı işletmecilikti. Za­ten bu dönemde bankalar halktan eksi faizle topladıkları paraları daha çok kendi iştiraklerine ve holdinglerine aktarıyorlardı. Öteki işletmelere verdikleri ödünçleri ise, ticari mevduat yaptırarak, komisyonlar ödeterek nere­deyse tefecilerin faizine eş düzeye getiriyorlardı. Bu du­rumda batakçı olmayan işletmeler de tefeci-banker pi­yasasından borç almakta sakınca görmüyordu.
Türk toplumunun son birkaç yılda yaşadığı banker­lik skandalı, tüketicilerin aşırı yüksek faizle sömürülmesinin değil, aksine tasarrufçuların yüksek faiz umarak elinde avucunda ne varsa aracılara kaptırmalarının dra­mıdır. Japonya’da tefecilere aşırı borçlanan tüketiciler intihar ediyordu. Türkiye’de ise tefeci ve bankerlere pa­ra kaptıran tasarruf sahipleri, emekliler ve bazen de müflis bankerler...(sh:12-15)
Türkiye’de faizciye para verme ve faiz alma yarışı 1970’ lerin sonunda ve 80’lerin başında toplumu bir kanser hücresi gibi sardı, bir kumar iptilası haline geldi. (Kredi ile borçlanmada) Ban­kalar dışındaki «ödünç piyasası» olağanüstü bir hızla büyüdü, sonra birden çökerek birçok küçük tasarrufçu­nun yıkımına sebep oldu. Bu dönemde bankalar dışında halktan para toplama işine, bir yandan öteden beri ödünçleme yapan kişisel para tacirleri (tefeciler, faizci­ler, bankerler), bir yandan da menkul kıymetlerin alım satımıyla uğraşan aracılar, (bunlar kendilerine «borsa bankeri» sıfatını yakıştırmışlardı) sıvandılar Faizciler kelimenin Batı ülkelerinde kullanılan anlamında ban­kerlerdi, ödünç verme işleriyle, ikrazatla uğraşıyorlardı. Menkul kıymetler alım satımı yapanlar ise, menkul kıy­met taciri (borsa ağzıyla «cobber»), borsa aracısı (borsa acentesi) sayılabilecek kişilerdi. Bunların hiçbirinin halk­tan mevduat toplama yetkisi yoktu.
1970’lerin sonuna doğru enflasyon hızlanırken ban­ka faizlerinin yeterince ve zamanında yükseltilmemesi, 1980’den sonra da yasaların uygulanamaması ve yasal boşlukların zamanında doldurulamaması yüzünden, men­kul kıymet aracıları ile ödünçleme tacirleri giderek ban­kalar gibi mevduat toplamaya başladılar. Hükümet önce tasarrufu ödüllendiriyorlar diye bunları 24 Ocak politi­kasının olumlu sonucu sayıyordu. Ama sonradan tama­men başına buyruk gelişen faizciler ve bankerler, toplu­mun kolay kolay unutamayacağı bir tasarrufçu yıkımı­na sebep oldular.
….
Sonra:
1980’de bankaların mevduat sertifikası çıkararak para toplamalarına izin verilince, menkul kıymet ara­cılarına («bankerlere») yeni bir iş alanı açıldı. Nasıl şir­ketler tahvillerini başabaş fiyatın altında sattırarak da­ha, yüksek faiz ödüyorlarsa, sıkışmış bankalar da serti­fikalarını bankerlere başabaşın altında bir fiyata sata­rak, faizi daha da yükseltiyorlardı. Ödünçledikleri iş­letmelerden anapara ve faiz dönüşünün ekonomik dur­gunluk yüzünden yavaşlaması, bankaların nakit sıkıntı­sını artırmıştı. Artık kaynak maliyeti kavramını unut­muşlar, faiz yükselterek çılgın bir mevduat çekme ya­rışına girmişlerdi. Topladıkları bunca pahalı parayı eski borçlarının faizlerini bile ödeyemeyen firmalara nasıl satacaklardı da para kazanacaklardı? (Kredisini ödeyemeyenlerde) Doğrusu bir kısım bankalar da artık batık firmalar gibi günü kurtarma derdine düşmüştü. Dönmeyen faiz alacaklarını gelir ya­zıp bundan banka ve sigorta vergisi ödüyor, mevduat ya­pıp munzam karşılık yatırma yükü altına giriyorlardı. Ama çoğu munzam karşılıkları da ödeyemiyordu.(sh18-19)
[Allah Teâlâ birçok ayette faizi yasaklamıştır. Hatta Bakara Suresinde, alış-verişte faiz gibidir, diyenlerin kabirlerinden şeytan çarpmış kimseler gibi kalkacaklarını, bildirmiştir. (Bakara 275) 
Yine Bakara suresinde 276. ayette; “Allah Teâlâ, faizi tüketir (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.” 
”Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terk edin.”” (278. Ayet)
Nisa Suresinde ise (161. Ayet) Allah Teala faizcileri açıkça tehdit ediyor; “”Menedildikleri halde faizi almalarından ve haksız (yollar) ile insanların mallarını yemelerinden dolayı içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.””
Peygamber Efendimizin de pek çok hadisi vardır faiz hakkında. Bir ikisini hatırlayalım…
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ribayı (faizi) yiyene de, yedirene de lânet etti.” (Müslim, Müsâkât 25, (1579); Ebu Dâvud, Büyû 4, (3333); Tirmizî, Büyû 2, (1206); İbnu Mâce, Ticârât 58, (2277).
Faiz yetmiş üç kısımdır. En basiti kişinin annesiyle nikâhlanması gibidir. Ve faizin en kötüsü Müslüman bir kimsenin ırzına dil uzatmak gibidir.”
(Hâkim Müstedrek 2/37, Albânî Sahihu’l-Cami 3533)
“Kişinin bilerek yediği bir dirhem faiz otuz üç zinadan daha kötüdür’ buyurdu.” (Ahmed Müsned 5/225, Albânî Sahihu’l-Cami 3375)
Allah bizleri muhafaza etsin…
[Seksenlerde bankalar iflas etti, devlet borcu yüklendi, şimdi ise durum bu şekilde değil. Bankalar iflas ederse halkı ve egemenliğimizi nasıl koruyacağız, diye düşünelim!]

Kaynak:
Para Ve İnsan, Prof. Dr. Kenan BULUTOĞLU
İstanbul, Birinci Basım / Mayıs 1984


“”””””””””””””Milleti faiz alıp vermeye nasıl alıştırdılar?”””””””””””
Kur’ân-ı Kerim faizi yasaklamıştır; ödünçlenen paranın bel­li bir süre sonunda önceden belirlenmiş bir faiz geliri do­ğurmasına «riba» denir, bu haramdır.
Faizi Tevrat da yasaklamıştır.
Sabit bir faizle mevduat kabul eden ve ödünç, para veren bir bankacılık İslâm dinine aykırı sa­yılıyor. Şimdi petrol milyarderi Araplar İslâma uygun bankacılığı geliştirmeye çalışıyorlar.
İslâm bankası na­sıl bir şeydir? Bunu İslâm Yatırım Bankası Dar ül Mal el İslâmi’nin başkanı Prens Muhammed el Faysal el Suud şöyle açıklıyor:
İslâmda faiz haramdır, ama ortak olup kârı paylaş­mak, ticaret yapmak, bir malı kiraya vermek helaldir. Bankacılık işlemleri helal olan bu ticaret türlerinden bi­rine bürünmelidir.
Bu işlemlerden başlıcaları şunlardır:
«Muşaraka» bir işletmenin sermayesine katılma, ona ortak olmadır. Tasarruf sahibi bir işletmeden pay satın alır, işletme sermayesi koyar, ortak olur; kân veya za­rarı paylaşır. İşin başındaki yönetici kârları sermaye koyanlarla paylaşır, zarara ise sadece sermaye koyanlar katlanır. Ama yönetici zarar eden işletmeden eme­ğinin karşılığını alamayacağı için kayba uğrar.
«Murabaha» sermaye sahibinin bir malı satın alıp belli bir kâr payı koyarak müşterisine satmasıdır. Bir tüccar bir malı satın almak için İslâm bankasından kre­di istediğinde, banka parayı kendisine vermez, söz konusu emtiayı satın alır ve tüccara üzerinde anlaştıkları kâr payıyla satar.
«İcara» bir mülkün ya da bir makine veya aygıtın kiraya verilmesidir. Bir iş sahibinin üretimi için ihtiyaç duyduğu bir makine, donanım veya binayı İslâm ban­kası satın alır, üreticiye kiralar.
«İcara vü iktina» da ise İslâm bankası bir malı belli bir dönem için kiraya verir, kiracı bu sürede kirayla bir­likte malın mülkiyetini kazandıran taksitleri de öder.
«Mudaraba» ise üyelerin bir ortak sandık kurup bu­radan ödünç almalarıdır.
Bu işlemlerden «muşaraka» bir ortaklık şeklidir, el­de edilen gelir faiz değil kâr payıdır. Buna karşılık, bir tüccarın mal alımını «murabaha» sözleşmesiyle akçeleyen bir İslâm bankası, bu malı müşterisine satarken koy­duğu kâr payını tıpkı ticari bir bankanın verdiği ödünçün faizi gibi hesaplayabilir. Burada zarar olası değildir, kâr tıpkı faiz gibi önceden bellidir. Bir taşınmazın, bir makine veya aygıtın, bir taşıtın İslâm bankasınca satın alınıp kiraya verilmesi de ödünçlenen paranın faizi gibi­dir. Kiralanan malın mülkiyetinin İslâm bankasında ol­ması, Batı bankacılığının akçelediği bir mala, parasını geri alıncaya kadar, rehin veya ipotek koymasından so­nuç bakımından farksızdır.
İslâm bankalarının mevduata açtıkları çek hesabı faizsiz olduğu için, geleneksel bankacılığın faizsiz (bir ölçüde aşırı çekime izin veren) çek hesabından farksız­dır. Buna karşılık, İslâm bankalarının vadeli mevduatı değerlendirme biçimleri ticari bankacılıktan temelde farklıdır. İslâm bankaları vadeli mevduata ödeyecekleri getiriyi, dönem boyunca yaptıkları iştiraklerin, mudarabaların sonuçlarını alınca belirlerler, vadeli hesabın getirisi önceden belli değildir. Bu bakımdan İslâm ban­kalarının vadeli mevduatı ödüllendirmeleri tıpkı yatırım bankalarının (yatırım fonlarının), para yatıranları bir hisse senetleri ve menkul kıymetler cüzdanının ortağı sayarak, dağıtacakları kârı dönem sonunda cüzdanın (portföyün) kârlılığına göre belirlemelerine benzer.
İslâm bankası müşterisinin akçelediği işine ortak olur, emtia alıntılarına aracı kârını kor, mal ve taşınma­zını kirayla sağlar. Böylece müşterisinin işlerini yakın­dan izleme, iç içe ilişkilere girme, sözleşmelerine taraf olma (ortaklık, emtia alım satımı, kira sözleşmesi) yo­luyla daha güvenceli ve denetimli bir bankacılık yapabileceği izlenimi yaratıyor. Ancak fiilen bu işlemlerin her birini ayrı ayrı inceleyip ticari verimini ölçerek ka­rar vermesinin maliyeti çok yüksektir. Bu nedenle iş­lemlerin çoğunda, özellikle emtia alımı akçelemesinde, banka büyük bir iş hacmini gerçekleştirebilmek için, gü­vendiği müşterilerinin işlemlerinde malları görmeden, tıpkı geleneksel bankalar gibi, belli bir kredi tavanıyla çalışacak, alım satım kâr paylarını, paranın tutulma süresine göre, faiz gibi hesaplayacaktır. Makine dona­nımı alıp kiraya vermek ise, bankaların orta ve uzun vadeli proje kredilerinden farklı değildir. Ticari banka­lar ve geleneksel yatırım bankaları projeleri daha çok uzun vadeli ödünçle, kısmen de ortak olarak akçelerler; İslâm bankaları ise hep ortak olurlar.
TÜRKİYE'DE İSLÂM BANKASI
Kenan BULUTOĞLU anlatıyor. Bakanlığımda bana bağlanmış kuruluşlardan Desiyab’ın binasının yan duvarına boydan boya yeşil harf­lerle «Türkiye’de faizsiz kredi veren tek banka» yazıl­mıştı. Genel müdürü çağırdım ve faizsiz kredinin nasıl bir şey olduğunu sordum. Anlattığına göre, banka ma­kine ve donanımı satınalarak işletmeye kiraya veriyor; iş­letme ise kiradan başka anapara taksitlerini de ödeye­rek makinenin sahibi oluyordu. Yukarıda «icara vü iktina» denen, Batı bankacılığının rehinli ödünçüyle aynı kapıya çıkan yöntemdi bu. Banka parayı kiralamayı, malı kiralama diye gösteriyordu.
Yeni genel müdür bu yazıyı sildirdi: o gün bu gün Türkiye’de İslâmi kuralla­ra göre ödünçleme yaptığını iddia eden kuruluş kalmadı.
Ama hükümetin önünde, daha önce de belirttiğimiz gibi, şimdi iki talep var: biri Suudi, öteki Kuveyt kökenli iki İslâm bankası Türkiye’de şube açmak istiyordu Acaba Tür­kiye’de İslâm bankası kurulabilir mi? (sh: 104-108)
[Bankalar açıldı. Ancak bir bankanın adını İslâm bankası diye ilan etmesi kişisel çıkar, yahut nüfuz sağlama amasıyla... dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar etmek ve kötüye kullanmanın gizli yüzü oldu.]

Kaynak:
Para Ve İnsan, Prof. Dr. Kenan BULUTOĞLU İstanbul, Birinci Basım / Mayıs 1984



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar