Post-Kapitalist Toplum
THE
POST-CAPİTALİST SOCİETY / Post-Kapitalist Toplum (1993) Kapitalist Ötesi Toplum
Peter F. DRUCKER
ÖZET
Drucker bu eserinde,
dünya ekonomik ve politik düzeninin kapitalizmden ayrılarak, henüz
adlandırılmayan bir sisteme doğru gittiğini anlatmıştır. Elbette, hayatı
boyunca büyük şirketleri ve çok ulusluluğu savunduğu iddia edilen Drucker, bu
sistemin Neo-Komünizm veya Sosyalizm değil de, bilgi ve enformasyon sermayeli
ve eğitimle desteklenen bir sistem olacağını öngörmektedir. Bu sistemde, geçmiş
zamanların emeğe ve üretime dayalı "mavi yakalı" toplumun hızla
değişen teknolojiden, sosyal ve politik buhranlardan ve de elbetteki
küreselleşmenin kaçınılmaz sonucu olan "kültür birleşiminden"
etkilenerek, yazarın değişi ile "gözlerin açılması" ve değişimin
kendisi içinde hızla bir ilerleme gösterdikleri savunulmaktadır. Bu konuda
farklı yorumlar yapılabilmesinin yanı sıra, Drucker'ın emeği ve işgücünü fazla önemsememesi
ve bu "Kapitalist Ötesi Toplum" için kurduğu mantık
zincirinde, sermaye olarak nitelendirdiği "bilgi"yi tek başına ve
yalın tutması, onu kullanacak güç hakkında soru işaretleri oluşturmaktadır. Bu
sermaye, neredeyse, organik bir yaşam formu olarak nitelendirilmekte ve onu
kullanacak insan bir parça gözardı edilmektedir. Drucker, insan faktörünü
tamamen de yadsımadan, okullarda verilecek eğitim ile bu sermaye için her ne
kadar da bir "kullanıcı" tanımı yapsa da onu oluşturacak ve geliştirecek
etkenler hakkında çok fazla bilgi vermemektedir.
Fütürist olarak
tanımlayabileceğim Drucker, mutlaka tecrübe ve birikimlerinden yararlanarak bu
öngörüde bulunmuş ve de mantıklı bakıldığı zaman, insan faktörünün gözönüne
alınması, değişimin gücü, global anlamda kültür birleşmeleri gibi etkenlerin de
katkıları ile bu öngörüsü için sağlam temeller oluşturmuştur.
Bilgi çağının en
"hızlı" zamanlarına denk gelen benim kuşağım için "Kapitalist
Ötesi Toplum"u kabul etmek çok da zor değildir. Okuduğumuz korku romanlarını
anımsatır ilk kapitalist düzen (İngiltere, maden ocakları, tersaneler, vs.) ile
komünizm (tek tip, Sibirya, baskıcı ve özgürlüksüz bir toplum, vs.)
hikayelerinden (!) sonra, birlikte büyüdüğümüz teknolojik ve enformatik devrim
mutlaka bizi etkilemiş ve gelişim için kendilerini vazgeçilmez olarak
göstermişlerdir. Bu kesinlikle işler bir mantıktır. Tıkanan ekonomik ve politik
sistemleri aşmanın, onları değiştirmenin, küreselleşen bir dünyada, kamuoyunu
bütün bir dünya haline getirmenin yolu olarak alternatifsiz bulunan bilgi, her
türlü -izm'in yerine almaya aday tek güç olarak gözükmektedir. Esas önemli olan
ise, (elbette bütün -izm'ler kötü değildir, hatta en kötüsünün içinde
mutlaka doğru bir taraf vardır. Önemli olan, bunu kabullenebilme yetisi ve
becerisidir.) "Bilgi’yi
doğru zaman, doğru şekil ve doğru insanların kullanılıp, bunu bir maya haline
getirmeleridir. İşte o zaman bu maya ile barışık, kollektif, verimli ve
varlıklı toplumlar haline gelebiliriz.
Kapitalist ötesi toplum,
hem bilgi toplumu hem de kuruluşlar toplumudur. Aydınların kuruluşa bir alet
olarak ihtiyacı vardır. Yöneticiler ise bilgiye, kuruluş performansı için gerek
duymaktadırlar. Bunların birbirlerini dengeledikleri zaman ortaya yaratıcılık
ve düzen, başarı ve tatmin çıkar.
Kapitalist ötesi
toplumda birçok kişi aynı anda bu iki kültürde yaşıyor olacaktır ve de herkes
bu iki kültürü anlamaya hazırlıklı olmalıdır. Kesin olan tek bir şey vardır: En büyük değişiklik bilgide olacaktır. Bilginin biçiminde
içeriğinde, anlamında, sorumluluğunda ve eğitimli insan için taşıdığı anlamda
kendini gösterecektir.
18. yüzyıl sonlarında
gerçek anlamda ismiyle beraber telaffuz edilen kapitalist toplumda iki sosyal
sınıf hâkimdi: üretim olanaklarına sahip olan ve onların kontrolünü ellerinde
tutan kapitalistler ve Marx'ın "proleter"leri olan işçiler.
Proleterlerin ilk defa varlıklı orta sınıf haline geçmesi, Marx'ın öldüğü 1883
yılında başlayıp, tüm gelişmiş ülkelerde İkinci Dünya Savaşı sonunda doruk
noktasına erişmiş olan "Prodüktivite
Devrimi" [Verilen
emeğe ve yapılan masrafa oranla üretilen miktar ürün verme gücü, üretkenlik.]
ile beraber olmuştur. Ama sonra "Yönetim Devrimi"nin gelmesi ile,
imalat sanayiindeki mavi yakalılar, sayı güç ve mevki açısından hızla
gerilemeye başlamışlardır. 2000'li yıllarda geleneksel işçilerin, tüm emek gücü
içerisinde altıda biri hatta sekizde biri aştığı hiçbir gelişmiş ülke
kalmayacaktır. Ama yeni ve farklı bir topluma geçmiş olduğumuz ancak Marksizmin
bir ideoloji olarak, Komünizmin de bir sistem olarak çöküşünden sonra
kesinlikle belli olmuştur. Ne var
ki bunları çökerten güçler, Kapitalizmin modasının geçmesine de yol açmaktadır.
Çoktan başlamış olan
toplum, Kapitalist ötesi bir toplumdur. Bu toplumun, serbest piyasayı ekonomik
entegrasyonun tek kanıtlanmış mekanizması olarak kullanacağı kesindir.
Kapitalizmin bazı kurumları varlıklarını sürdüreceklerdir ama, bankalar gibi,
daha farklı roller oynayacaklardır. Esas ağırlık merkezi ise, son 250 yıla
hâkim olanlardan, siyasal partilerin, sosyal grupların, sosyal değer sistemlerinin,
kişisel ve siyasal taahhütlerin şimdiye kadar tanımladığından farklı olacaktır.
Ancak unutulmamalıdır ki, hiçbir şeyin ötesi kalıcı değildir,
uzun ömürlü bile değildir. İçinde
yaşadığımız dönem, bir değişim dönemidir. Gelecekteki toplumun nasıl birşey
olacağı, hatta "BİLGİ TOPLUMU" olup olamayacağı bile,
gelişmiş ülkelerin kapitalist ötesi döneme gösterecekleri tepkilere bağlıdır. O
ülkelerin önde gelen aydınlarına, iş dünyası liderlerine, siyasal liderlerine
ama en çok da bizlere bağlıdır. Tek kesin
olan "geleceği biçimlendirecek günler"in bu günler olduğudur.
Kapitalist ötesi
toplumda, siyasal yapıdaki ye politikadaki değişimler de toplumdaki ye sosyal
yapıdaki değişimler kadar büyüktür. Ayrıca tüm dünyaya da yayılmış durumdadır.
Siyasal yapıda da, politikada da yine bir "ötesi" çağı geçmekteyiz.
Bu seferki de "egemen devlet ötesi" çağdır.
Dünya tarihindeki son 400 yıl boyunca yer alan siyasi hamleler
hep ulus-devleti aşıp, onun yerine transnasyonal bir siyasal sistem kurmak
yönünde olmuştur. Bu transnasyonal sistem, bir sömürge imparatorluğu da
olabilir, bir süper devlet de. Bu
400 yıl boyunca ne zaman yeni bir güç belirse, hemen ulusal sınırlarını aşıp
bir imparatorluk haline gelmeye çalışmıştır. Aslında imparatorlukları doğuran,
ulus-devlet değildi. Ulus-devletin kendisi zaten transnasyonal dürtülere bir
cevap olarak doğmuştu. Ama ulus-devlet,
imparatorlukların ve süper devletlerin yüzyıllar boyunca varlığını sürdüren tek
siyasal gerçek olmasına rağmen, son 100 yıl içerisinde o da kendini değiştirip
mega-devlet haline dönüşmüştür.
Ulus-devletten
mega-devlete dönüş 19.yy'ın son çeyreğinde başlamıştı. Mega-devlete doğru
atılan ilk adım, Bismarck'in 1880'lerde sosyal devlet kavramını ortaya atması
ile oldu. Bismarck'ın amacı, hızla yükselen sosyalizm dalgasına karşı ayakta
durabilmekti. Bismarck hükümeti, siyasal bir kurum olarak görülen hükümeti,
sosyal bir kurum haline getirmiştir. 1920'lerde ve 30'Iarda komünistler,
faşistler ve Naziler sosyal kurumları devraldı ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
mevcut yapı hızla değişti. Devlet "sağlayıcı" olmaktan çıkıp
"yönetici" konumuna geldi.
19. yy sonlarında
ulus-devlet artık ekonomik bir kurum haline çevrilmekteydi. İlk adımlar ABD'de
atılmıştı. Bu yüzyılın en orijinal siyasi icatlarından biri olan ve başlangıçta
çok da başarılı olan bu devlet düzenlemeleri, kesinlikle "bozulmamış
kapitalizm" ile "sosyalizm" arasında bir "üçüncü yol"
olarak görüldü, ayrıca kapitalizmin ve teknolojinin 18. yüzyıl sonlarında
gerçek anlamda ismiyle beraber telaffuz edilen kapitalist toplumda iki sosyal
sınıf hakimdi: üretim olanaklarına sahip olan ve onların kontrolünü ellerinde
tutan kapitalistler ve Marx'ın "proleter"leri olan işçiler.
Ekonomi elbette ki
piyasa ekonomisi olarak kalacaktır, hem de bir dünya pazarı ekonomisi olacaktır.
Ama dünya ekonomisi bir piyasa ekonomisi olarak kalıp, piyasanın kurumlarını
korurken, içeriği büyük ölçüde değişmiş bulunmaktadır. Eğer hala
"kapitalist" ise artık "enformasyon kapitalizmi"
sözkonusudur. Geleneksel kaynakların, yani emeğin, toprağın ye sermayenin
getirisi giderek azalmaktadır. Servet
kazanan kaynaklar ancak enformasyon ve bilgidir.
Kaynakların verimi
konusunun ise kapitalist ötesi toplumun ekonomisinde en önemli konu olacağına
işaret eden durumlar vardır. Kaynakların verimi, çevreyle ekonomik büyüme
arasındaki ilişkinin altında yatan şeydir.
Kaynak:
Peter F. DRUCKER The Post-Capitalist Society /Post-Kapitalist
Toplum (1993) Kapitalist Ötesi Toplum trc: Belkıs
ÇORAKÇI, İnkılap Kitabevi, Basım Yılı : 1993, İstanbul
KİTAPTAN
SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİM
DEĞİŞİM
Batı tarihinde her
birkaç yüz yılda bir büyük bir değişiklik olmaktadır. Daha önceki bir kitabımda
(The New Realities, 1989) "sınır" dediğim şeyi böyle zamanlarda
aşarız. Kısacık birkaç on yıl içinde toplum kendini yeniden düzenler; dünya
görüşü de, temel değerleri de, sosyal ve siyasal yapısı da, sanatı da, kilit
kurum ve kuruluşları da değişir. Elli yıl sonra ortaya yepyeni bir dünyanın
çıkmış olduğunu görürsünüz. O zaman doğanlar, dedelerinin yaşadığı,
ana-babalarının doğduğu dünyayı zihinlerinde canlandırmayı çok zor bulurlar.
İşte şimdi de böyle bir
değişimi yaşamaktayız. Bu sefer de “Kapitalist Ötesi
Toplum”
yaratılıyor. Buna benzer bir değişiklik, on üçüncü yüzyılda yaşanmıştı. Avrupa
dünyası hemen hemen göz açıp kapayıncaya kadar yeni bir kenti kendine
merkezleştirdi. Uzun mesafe ticaretinin yeniden dirilmesiyle birlikte, kent
loncaları, güçlü sosyal gruplar oluşmuştu. Gotik kültürüyle, esasta kentsel,
hatta kısmen burjuva sayılabilecek yeni mimarisiyle, yeni ressamlarm eserleriyle,
bilgeliğin pınarı olarak Aristo’ya geri dönülmesiyle, kırsal yerlerdeki
manastırların kültür merkezleri olarak yerlerini üniversitelere kaptırmasıyla,
yeni Kentsel Düzenle, Dominican’ların, Franciscan'ların ortaya çıkmasıyla,
dinin de, eğitimin de, manevi değerlerin de taşıyıcılarının değişmesiyle,
birkaç on yıllık bir süre içinde Latince bile bir kenara bırakıldı,
Dante'yle birlikte bir Avrupa edebiyatı yaratıldı.
Aradan iki yüzyıl
geçtiğinde yeni bir değişim daha yer aldı. Bu da, 1455'te Gutenberg'in
hareketli tipograf matbaasını ve onunla birlikte ilk basılı kitabı icat
etmesiyle, Luther'in 1517'deki Protestan Reformu arasında geçen altmış yıllık
zaman dilimi içinde gerçekleşti. Bunlar Rönesans’ın tomurcuklandığı, 1470-1500
yılları arasında Floransa ve Venedik'te doruğuna ulaştığı dönemlere
rastlıyordu. O tarihlerde Eski Çağ yeniden keşfediliyor, Avrupa bu arada
Amerika'yı keşfediyor, İspanyol süvarileri, Roma İmparatorluğu’ndan bu yana ilk
daimi orduyu oluşturuyor, anatomi yeniden keşfedilirken bilimsel sorular ortaya
dökülüyor, Arap rakamları Batı'da yaygın biçimde benimseniyordu. 1520 yılında
yaşayan birinin, kendi dedesinin yaşadığı, anasıyla babasının doğduğu dünyayı
hayalinde canlandırması artık olanaksızdı.
Bir sonraki değişim 1776
yılında, yani Amerikan Devrimi'yle aynı yıl başladı. O yıl, Watt'ın buhar
makinesini kusursuzluğa ulaştırdığı, Adam Smith'in de Milletlerin Serveti
kitabını yazdığı yıldı. Bu dönem de 40 yıl sonra Waterloo'da noktalandı, işte
bu dönem, tüm çağdaş "izm"lerin doğduğu dönemdir. Kapitalizm,
Komünizm ve Sanayi Devrimi bu yıllarda ortaya çıkmıştır. Bu yıllar aynı zamanda
(1809) ilk modem üniversitenin (Berlin) ortaya çıktığı, ama okul kavramının da
genel ve evrensel olarak köklendiği yıllardır. Kırk
yıllık süre içinde Yahudiler kendilerini baskılardan kurtarmış, hatta 1815’te
Rothschild'ler, kralları, prensleri gölgede bırakan büyük bir güç haline
gelmişlerdir. Bu
kırk yıl aslında yeni bir Avrupa uygarlığı yaratmıştır. Yine aynı şekilde,
1820'de yaşayan biri, dedelerinin yaşadığı ve ana-babasının doğduğu dünyayı
zihninde canlandıramayacak duruma gelmiştir.
Bizim günümüz bundan 200
yıl sonraya rastlamakta ve yeni bir değişim süresi olarak ortaya çıkmaktadır.
Ne var ki, bu seferki yalnız Batı toplumuyla sınırlı olmadığı gibi, Batı
tarihine özgü de değildir. Bu seferki, bundan böyle bir "Batı” tarihi, bir
"Batı" uygarlığı bulunmaması durumuna geçiştir. Artık dünya tarihi ve
dünya uygarlığı vardır, ama bunların her ikisi de "Batılılaşmış"
durumdadır. Bu değişimin aslında, batı-dışı bir ülkenin, yani Japonya'nın
1960’lar dolayında büyük bir ekonomik güç haline gelmesiyle mi, yoksa
bilgisayarların gelişmesi nedeniyle enformasyon denilen şeyin ağırlık
kazanmasıyla mı başladığı tartışma konusudur. Ben şahsen bu değişimin
başlangıçı olarak, İkinci Dünya Savaşı sonunda kabul edilen Amerikan Er Hakları
Yasası'nı gösterirdim. Bu yasaya göre, savaştan yurda dönen her Amerikalı
askere üniversiteye gidebilmesi için bir para verilmesi söz konusuydu ki, böyle
bir şey otuz yıl önce, yani Birinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıksa, son
derece mantıksız görünürdü. Er Hakları Yasası ve Amerikalı savaş gazilerinin o
yasayı hevesle karşılaması, bilgi toplumuna geçişin bir işaretiydi. Geleceğin
tarihçileri belki de o olayı yirminci yüzyılın en önemli olayı olarak
göreceklerdir.
Bu seferki değişimin
henüz ortalarında olduğumuz açıkça görülmektedir. Gerçekten de, eğer tarih bize
bir rehber oluşturacaksa, bu değişim de ancak 2010 ya da 2020 yıllarında
tamamlanacaktır. Ama dünyanın siyasal, ekonomik, sosyal ve ahlaki manzarasını
şimdiden değiştirmiştir. 1990'da doğan hiç kimse, dedelerinin dünyasını (yani
benim kuşağımın dünyasını) hayal bile edemeyecektir.
Ortaçağı Rönesans'a ve Çağdaş Dünya'ya dönüştüren değişimi, yani
1455’te başlayan değişimi anlayabilme konusunda ilk başarılı girişim, olaydan
ancak 50 yıl sonra, Copernicus'un 1510-1514 arasında yazdığı Yorumlar'la,
Machiavelli'nin 1513'te yazdığı Hükümdar adlı eserle, 1510-1512 arasında
Michelangelo'nun Şistine Şapeli'nin tavanını boyayıp tüm Rönesans sanatının
sentezini ortaya koymasıyla ve 1530'da Katolik Kilisesinin Tridentine
Konsülü'nde yeniden kurulmasıyla gerçekleşebilmiştir.
Bir sonraki, yani
yukarda değindiğimizden 200 yıl sonra Amerikan
Devrimi'yle başlayarak yer alan değişimin ilk anlaşılması ve analize tabi
tutulmasıysa, 60 yıl sonra, Alexis de Tocqueville'in Amerika'da Demokrasi adlı
eserinin 1835 ve 1840'ta peşpeşe iki kere yayımlanmasıyla gerçekleşmiştir.
Bizler kapitalist-ötesi
topluma girmiş ve bir hayli de yol almış olduğumuz için, artık Kapitalizm ve
Ulusal Devletler çağının sosyal, ekonomik ve siyasal tarihini gözden
geçirebilecek duruma gelmiş sayılırız. Elinizdeki bu kitap, bu nedenle içinden
çıktığımız çağa yeni bir bakış yöneltecek, tarihin belirli bir noktasından
baktığı için de gördüklerinin bazıları şaşırtıcı gözükecektir (bana öyle
göründüğü bir gerçektir).
Ama buna karşılık,
kapitalist-sonrası toplumun nasıl bir şey olacağını öngörmeye çalışmak, bugün
için hâlâ riskli bir iş olur. Ne gibi yeni sorunların çıkacağını, büyük düğüm
noktalarının nerelerde belireceğini, olasılıklara dayanarak şimdiden bir
dereceye kadar görebileceğimiz inancındayım. Birçok alanlarda, nelerin sonuç
vermeyeceğini de bilecek durumdayız. Ama birçok soruların cevabı, hâlâ
geleceğin rahminde saklı durumdadır. Emin olabileceğimiz bir tek şey varsa,
bugünün düzen değişikliklerinden ortaya çıkacak dünyadaki değerlerin,
inançların, sosyal ve ekonomik yapıların, siyasal kavram ve sistemlerin, genel
olarak dünya görüşlerinin, bugün tahmin edebileceğimizden çok farklı olacağıdır.
Buna karşılık bazı alanlarda; özellikle toplumda ve toplum yapısında temel
değişimler şimdiden yer almış durumdadır. Yeni toplumun sosyalist olmayacağı, kapitalizmi de aşmış, ötesine
geçmiş bir toplum olacağı hemen hemen kesindir. Böyle bir toplumun en
başta gelen kaynağının bilgi olacağı da kesin bir biçimde belirmiştir. Bunun
anlamı da, toplumun artık örgütsel bir toplum olacağıdır. Emin olabileceğimiz
bir başka şey de, siyasette 400 yıldır geçerli olan egemen ulusal devlet
sisteminden şimdi bile ayrılmış olduğumuz, onun yerine bir çoğulculuğa kaymış
olduğumuz, bu çoğulculuğun içerisinde ulusal devletin de tek siyasal birleşim
olmaktan çıkıp, siyasal birleşimlerden biri durumuna gelmesine
yaklaştığımızdır. Kapitalist ötesi toplum dediğim sistemde, yani uluslarötesi,
bölgesel, hem ulusal devleti, hem yerel, hatta aşiret türü yapıları bir arada
kapsayacak sistemde, ulusal devlet yalnızca parçalardan biri —ama kilit
parçası— durumuna gelecektir.
Bütün bunlar şimdiden
gerçekleşmiş şeylerdir. O halde artık bunların tanımını yapmak da mümkündür.
Bunu yapmak da bu kitabın amacıdır.
Kapitalist ötesi toplum ve kapitalist ötesi politika
Daha birkaç on yıl önce,
kapitalist ötesi toplumun Marksist bir toplum olacağından herkes emindi. Bugün
ise gelecekteki toplumun kesinlikle Marksist toplum olmayacağından eminiz. Ama
çoğumuz aynı zamanda biliyor —ya da en azından seziyoruz ki — gelişmiş
ülkelerin gitmekte olduğu yön, kapitalist diye tanımlanabilecek bir yön
değildir. Piyasa kesinlikle ekonomik faaliyetlerin etkin birleştiricisi olarak
kalacaktır. Ama gelişmiş ülkeler toplum olarak da kapitalizm ötesi'ne doğru
kaymışlardır. Bu toplumlar son hızla, yeni "sınıfların oluştuğu, yeni bir
merkezi, kaynak çevresinde örgütlenmiş toplumlar haline gelmektedir.
Kapitalist toplumda iki
sosyal sınıf hâkimdi: üretim olanaklarına sahip olan ve onların kontrolünü
elinde tutan kapitalistler, bir de işçiler —yani Karl Marx’ın (18181883)
"proleter"leri— dışa itilmiş, sömürülen, bağımlı durumda insanlar.
Proleterlerin ilk defa "varlıklı" orta sınıf haline gelmesi, "Prodüktivite Devrimi" ile gerçekleşmiştir. Bu da Marx'ın öldüğü 1883
tarihinde başlayıp, tüm gelişmiş ülkelerde İkinci Dünya Savaşı sonunda doruk
noktasına erişmiş olan devrimdir. 1950'ler dolayında, sanayi işçisi artık "proleter"
olmayıp, bu sefer "emekçi" imajıyla ortaya çıkmış, her bir gelişmiş
ülkede politikayı ve toplumu hükmü altına alabilmiştir. Ama daha sonra
"Yönetim Devrimi"nin gelmesiyle, imalat sanayimdeki mavi yakalı
işçiler, gerek sayıca, gerekse güç ve mevki açısından hızla gerilemeye
başlamışlardır. 2000 yılında geleneksel işçilerin, yani malları yapan ve
taşıyan işçilerin, tüm emek gücü içinde altıda biri, hatta sekizde biri aştığı
hiçbir gelişmiş ülke kalmayacaktır.
Kapitalist, belki de doruk noktasına daha bile erken varmıştır. Bunun için yüzyılımızın
başlangıcı iyi bir tarihtir ve olayın kesinlikle Birinci Dünya Savaşı'ndan daha
geç gerçekleşmediği kesindir. O zamandan beri hiç kimse, ne güç ve ne de göze
çarpma açısından, ABD de Morgan'ları, Rockefeller’leri, Camegie'leri, Ford'lan;
Almanya'da Siemens, Thysen, Ratenau, Krupp gibi isimleri; İngiltere'de Mond,
Cunard, Lever, Vickers, Armstrong'ları, Fransa'da de Wendel ve Schneider'leri;
Japonya'da da en büyük zaibatsu'ların sahibi olan Mitsubishi, Mitsui ve
Sumitomo'lan aşabilmiş değildir. İkinci
Dünya Savaşı geldiğinde, bu kişilerin yerine "profesyonel
yöneticiler" gelmiştir ki bu da Yönetim Devrimi'nin ilk göze görünür
sonucudur. Ortalıkta hâlâ bir hayli zengin insan vardır elbette. Bunların hepsi
de gazetelerin sosyete sayfalarında bol bol boy göstermektedirler. Ama bunlar
yalnızca "şöhret"tir artık. Ekonomik açıdan önemli olma dönemleri
bitmiştir. Gazetelerin ekonomi sayfalarında asıl maaşlı kimselere, yani
yöneticilere, dikkat yöneltilmektedir. Paradan söz edildiği zaman, ya fazla
yüksek maaşlar ya da ikramiyeler söz konusu olmaktadır.
Eski tür kapitalistin yerine, gelişmiş ülkelerde artık paranın
arzını ve tahsisini emekli sandıkları yönetmektedir. ABD'de 1992 yılında,
ülkenin büyük şirketlerinin sermayesinin yarısı bu tür sandıkların elinde
olduğu gibi, aynı şirketlerin sabit borçlan da yine bu sandıklaraydı. Emekli
sandıklarından yararlananlar, yani bu sandıkların sahipleri, elbette ki o
ülkenin çalışanlarıdır. Eğer
sosyalizmin tanımı, Marx'ın yaptığı gibi, üretim araçlarının çalışanlar elinde
bulunması biçiminde yapılırsa, o zaman ABD, dünyanın en "sosyalist"
ülkesi olmuş demektir, ama bir yandan da dünyanın en "kapitalist"
ülkesidir. Emekli
sandıklarını yönetenler, yeni tür kapitalistlerdir. Bilinen belli bir yüzleri
olmayan, isimleri de pek bilinmeyen, maaşlı çalışanlardır onlar. Emekli
sandığının yatırım analizcileriyle portföy yöneticileridir.
Bunun kadar önemli olan bir
şey daha vardır: gerçek ve kontrol edici kaynak dediğimiz o kader çizici
"üretim faktörü" şimdi artık ne kapitaldir, ne toprak, ne de emek. Bilgidir, o kader çizici "üretim faktörü". Kapitalistlerle proleterlerin yerine,
kapitalist-ötesi toplumun sınıfları, bilgi işçileri ve hizmet işçileri olarak
ayrılacaktır.
BİLGİ TOPLUMUNA GEÇİŞ
Kapitalist ötesi topluma
doğru kayış, İkinci Dünya Savaşı'ndan az sonra başlamıştır. Ben
"çalışanlar toplumu"yla ilgili ilk yazılarımı 1950'den bile önce
yazmıştım. On yıl sonra, aşağı yukarı 1960'ta, "bilgi işi" ve
"bilgi işçisi" terimlerini ortaya attım. 1969'da yazdığım Süreksizlik
Çağı (The Age of Discontinuity) adlı kitabım, ilk defa olarak "örgütsel
toplum"dan söz ediyordu. Şimdi elinizde tutmakta olduğunuz bu kitap, 40
yıllık çalışmaların ürünüdür. Getirdiği politika ve eylem önerilerinin çoğu da
başarıyla denenmiş şeylerdir.
Ama yeni ve farklı bir
topluma geçmiş olduğumuz, ancak Marksizm'in bir ideoloji olarak, Komünizm'in de
bir sistemi olarak çöküşünden sonra kesinlikle belli olmuştur. Bu kitap gibi
bir kitap, yani ön-tahmin yerine tarif yapabilecek, fütüristik olmayıp şimdi
eyleme davet edecek bir kitap, ancak ondan sonra mümkün olabilmiştir. Marksizm'in manevi, siyasal ve ekonomik açılardan iflası ve
Komünist rejimlerin çöküşü, (çok sözü edilen 1989 tarihli makalede iddia
edildiği gibi) "tarihin sonu" değildir. Serbest piyasanın en
adanmış savunucuları bile bu olayı insanlığın zaferi olarak ilan etme konusunda
kararsızlık göstermektedirler. Ama 1989 ve 1990’ın olayları, yine de bir
dönemin sonu diyerek azımsanamayacak şeylerdi. Bir tür tarihin sonunu
noktaladıkları kesindi. Marksizm'le Komünizm’in yıkılışı, laik dinin simgelediği 250 yıllık
sürenin de sonunu getirdi; ben buna' toplum yoluyla selamete inanma dedim. Bu
laik dinin ilk peygamberi Jean-Jacques Rousseau'ydu (1712-1778). Marksist
ütopya bunun en son distilasyonu ve ilahlaştırılmasıydı.
Ne var ki, bir ideoloji
olarak Marxizm'i ve bir sosyal sistem olarak Komünizm'i çökerten güçler,
Kapitalizmin modasının geçmesine de yol açmaktadır. 250 yıldan beri, yani on
sekizinci yüzyılın ikinci yarısından bu yana, kapitalizm dünyada hakim sosyal
gerçekti. Son yüz yıldan beri de Marksizm, hakim sosyal ideolojiydi. Her ikisi
de yeni ve çok farklı bir toplum tarafından aşılmaktalar.
Çoktan başlamış olan
yeni toplum, kapitalist ötesi bir toplumdur. Bir kere daha söylemekte yarar
var, serbest piyasayı ekonomik entegrasyonun tek kanıtlanmış mekanizması olarak
kullanacağı kesindir. 'Anti-kapitalist" bir toplum olmayacaktır.
"Kapitalizm dışı" bir toplum bile olmayacaktır. Kapitalizmin bazı
kurumlan varlıklarını sürdüreceklerdir ama, örneğin bankalar gibi, daha farklı
roller oynayacaklardır. Kapitalist ötesi toplumun esas ağırlık merkezi —yapısı,
sosyal ve ekonomik dinamiği, sosyal sınıfları ve sosyal sorunları— son 250 yıla
hakim olanlardan, siyasal partilerin, sosyal grupların, sosyal değer
sistemlerinin, kişisel ve siyasal taahhütlerin şimdiye kadar tanımladığından
farklı olacaktır.
Temel ekonomik kaynak, yani
ekonomistlerin deyimiyle "üretim araçları" artık "sermaye"
de değildir, doğal kaynaklar (ekonomistin deyimiyle "toprak") da
değildir, "emek" de değildir. Bilgi'dir ve bilgi olacaktır. Servet yaratan esas faaliyetler, ne
sermayenin üretime tahsisi, ne de emektir — bunların her ikisi, on dokuzuncu ve
yirminci yüzyıllara ait ekonomi teorilerinin kutuplarıdır— ister Klasik, ister
Marksist, ister Keynesçi, ister Neo-Klasik olsun. Şimdi artık değerler
"verim"le ve "yenilik"le yaratılmaktadır. Bunların ikisi de bilginin
işe uygulanmasıdır. Bilgi toplumunun başta gelen sosyal grupları "bilgi
işçileri" olacaktır. Bilgi yöneticileri, bilgiyi verimli kullanıma tahsis
etmeyi bilenler olacaktır; tıpkı kapitalistlerin sermayeyi verimli kullanıma
tahsis etmeyi bilmeleri gibi. Bilgi
profesyonelleri, bilgi elemanları çıkacaktır. Tabii bütün bu bilgi insanları,
kuruluşlarda çalışacaktır. Ama Kapitalizm’deki elemanlardan farklı olarak,
"üretim olanakları" da, "üretim araçları" da onların elinde
bulunacaktır. Birincisi, tüm gelişmiş ülkelerde "tek gerçek sahip"
olarak hızla ortaya çıkan emekli sandıkları kanalıyla, İkincisi de, bilgi
işçilerinin kendi bilgilerine sahip olması ve nereye gitseler onu birlikte
götürebilmeleri sayesinde. Bu durumda kapitalist ötesi toplumun ekonomik sorunu, bilgi işinin ve
bilgi işçisinin verimi olacaktır.
Buna karşılık,
kapitalist ötesi toplumun sosyal sorunu, bu toplumdaki ikinci sınıfın, yani
hizmet işçilerinin gururu meselesidir. Hizmet işçileri, kural olarak, bilgi
işçisi olmaya yeterli eğitimden yoksundurlar. Ve her ülkede, en ileri ülkelerde
bile, çoğunluğu onlar oluşturacaktır.
Kapitalist ötesi toplum,
yeni bir değerler ve estetik algılar sistemiyle bölünecektir. Bu bolünüm,
İngiliz romancı, bilimadamı ve devlet yöneticisi C.P. Snow'un 1959 tarihinde
iki Kültür ve Bilimsel Devrim adlı kitabında anlattığı gibi "edebi
kültür"le "bilimsel kültür" olmayacaktır. Her ne kadar Snow'un
yaptığı o ayrım son derece gerçek bir ayrım olsa da artık durum öyle değildir.
Bu seferki bolünüm, "aydınlar"la "yöneticiler" arasında
olacak, ilk grup kelimeler ve fikirlerle ilgilenirken, ikinci grup da
insanlarla ve işle ilgilenecektir. Bu ayrımı yeni bir sentez içinde aşabilmek
de kapitalist ötesi toplumun ana felsefe ve eğitim sorunu olacaktır.
ULUS-DEVLET KENARA MI İTİLİYOR?
1980'lerin sonları ve
1990'ların başları aynı zamanda bir başka dönemin, bir başka tür tarihin de
sonunu noktalamaktaydı. Eğer Berlin Duvarı'nın 1989'da yıkılması, Marksizm'in
ve Komünizm'in yıkılışını simgeliyorsa, 1991 Şubatında Irak'ın Kuveyt'i
işgaline karşı ulusal sınırlan aşan bir koalisyonun harekete geçmesi de, egemen
ulusal devlet 'in siyaset sahnesinde başrol oyuncusu (hatta çoğu zaman tek
oyuncu) olduğu 400 yıllık bir tarih diliminin sonunu simgelemekteydi. Geleceğin tarihçileri,
1991 Şubatını kesinlikle önemli tarihler arasına yerleştireceklerdir. Bu tür transnasyonal
hareketlerin örneğine daha önce rastlanmamıştır. Uluslar daha önce, dünya
toplumu yararına terörizmi bastırma amacını, hiç itiraz etmeksizin kendi ulusal
duygularının, hatta birçok durumda ulusal çıkarlarının önünde saymak gibi bir
hareketi hiçbir zaman yapmamışlardır. Terörizmin
bir "politika" meselesi olmadığı, tek tek ulusal hükümetlerin
kararına bırakılamayacağı konusundaki evrensele yakın anlayış, daha önce hiç
ortaya çıkmamıştır. Dünya böyle bir durumda uluslar-dışı, transnasyonal bir
eylemin gerekli olduğunu bu olayda görmüştür.
1991'deki Irak
savaşının, Batı'nın petrol kaynaklarını korumak için girişilmiş bir savaş
olduğu inancı yaygındır, özellikle ABD'nin liberalleri arasında çok fazla
yaygındır. Oysa hiçbir şey gerçeklerden bu kadar uzak olamaz. Kuveyt, hatta daha sonra Suudi Arabistan petrol kuyularının
kontrolünün Irak eline geçmesi, Batı'nın ekonomik çıkarlarına son derece uygun
düşerdi. Bir
kere böyle bir durum, çok daha ucuza petrol alınmasını sağlardı. Çünkü
Kuveyt'le Suudi Arabistan'ın pek bir yerli nüfusu olmadığı, dolayısıyla
petrolden hemen para kazanmaya pek ihtiyaçları olmadığı halde, Irak çok
kalabalık bir ülkedir ve petrolden başka da dişe dokunur hiçbir doğal kaynağı
yoktur. Bu nedenle mümkün olduğu kadar çok petrol satmak ihtiyacındadır. Oysa
Kuveyt'le Suudi Arabistan'ın ilk düşündüğü, petrol fiyatlarını yüksekte
tutabilmek için kuyulardan az petrol çıkarmaktır. Sırası gelmişken söylemekte
yarar var; ABD'nin daha Irak-Iran savaşı öncesinden beri Irak'ta Saddam
Hüseyin rejimini desteklemesinin esas nedeni de budur ve bu destek en son ana
kadar, yani Saddam Kuveyt'e saldırıp açık bir terör eylemine girişinceye kadar
da sürmüştür. Ayrıca Saddam'ın hesabını yanlış yapmasının nedeni de bence
yine budur. ABD'nin düşük petrol fiyatına kavuşmak için bu saldırıyı hoş
göreceğini varsaymıştır. Benim başta gelen petrol şirketlerinden birinde
tanıdığım bir yığın insan da, Irak, Kuveyt'i işgal ettiğinde, ABD hükümetinin
hiçbir şey yapmayacağından, birkaç kınama notası yollamakla yetineceğinden
emindiler.
Fransız hukukçu-politikacı
Jean Bodin'in (1576'da yazdığı Cumhuriyetin Altı Kitabı adlı eserinde) icat
ettiği ulus-devlet sözüyle ifade edilen kavram, o günden bu yana geçen 400 yıl
içinde siyasal gücün içte ve dışta tek organı durumuna gelmişti. Özellikle
Fransız Devrimi'nden sonra, yani son 200 yıl içinde, bu kavram aynı zamanda
laik dinin, yani toplum yoluyla selamete inanmanın da taşıyıcısı oldu. Aslında
totaliter devlet kavramı da —ister Komünist, ister Nazi olsun— egemen
ulus-devlet'in tek güç organı olması kavramının en son distilasyonu
(damıtması-saflaştırması)ve ilahlaştırılmasıydı.
Siyasal teori ve
anayasal hukuk hâlâ yalnızca egemen ulus devleti tanımaktadır. Son yüz yıllık
dönem için de egemen ulus-devletin gücü de, hâkimiyeti de artmıştır.
Ulus-devlet yavaş yavaş bir "mega-devlet" haline gelmiştir. Bizim şimdiye kadar
anladığımız, tanıdığımız, prefabrike, standart parçalardan nasıl kurulacağını
bildiğimiz tek siyasal yapı da odur ... yürütme gücüyle, yasama gücüyle,
mahkemeleriyle, diplomatik servisiyle, ulusal ordularıyla, vb. ikinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra, eski sömürge
imparatorluklarından ayrılıp kurulan 200'e yakın yeni ülkenin her biri, egemen
ulus-devleti olarak kurulmuştur. Son sömürge imparatorluğu Sovyetler
Birliği'nin parçaları da yine öyle olmayı ummaktadırlar.
Ama buna rağmen, 40 yıldan beri, yani ikinci Dünya Savaşı’nın
sonundan beri, egemen ulus-devlet, tek güç organı olma mevkiini bir yandan
hızla kaybetmektedir. Gelişmiş
ülkeler için için hızla çoğulcu toplumlar haline gelmekte, örgütlerin
oluşturduğu birer bütün gibi gözükmeye başlamaktadırlar. Dışta da bazı hükümet
işlevleri artık transnasyonal olmakta, diğer bazıları bölgeselleşmekte (örnek:
Avrupa Topluluğu), bir kısmı da aşiretleşmektedir.
Ulus-devlet solup yok
olacak değildir. Daha uzun süre en güçlü siyasal organ olmayı sürdürebilir. Ama
artık vazgeçilmez olmaktan çıkmıştır. Giderek gücünü organlarla, diğer
kurumlarla, diğer politika yapımcılarıyla paylaşacaktır. Peki, ulus-devletin
kendi alanında neler kalacaktır? Devletin içindeki özerk kurumlar tarafından
yapılacak işler neler olacaktır? Neler "süpernasyonal", neler
"transnasyonal", neler "ayrı ve yerel" olacaktır? Bu
sorular, önümüzdeki on yılların kilit siyasal konularıdır. Sonucun ince
ayrıntıları şu sıra hiç belli değildir. Ama siyasal düzen kesinlikle geçmiş
yüzyıllardaki siyasal düzen gibi, yani oyuncuların büyüklük, servet, anayasal
düzenlemeler ve siyasal inançlar bakımından farklı olduğu düzen gibi olmayacak,
ulus-devletler olarak tekdüzeleşecek, her biri kendi topraklarında egemen
olacak, her biri kendi topraklarıyla tanımlanacaktır. Bizler artık kapitalist
ötesi politikaya doğru gidiyoruz; hatta oraya vardık bile.
Modern-öncesi filozoflar
diyebileceğimiz grubun en son üyesi, Gottfried Leibnitz
(1646-1716), ömrünün
büyük bölümünü, Hıristiyanlıkta yeniden birlik sağlamak gibi sonuçsuz bir
çabaya hasretmişti. Onun esas korkusu, Katoliklerle Protestanlar arasında
çıkabilecek din savaşları değildi — Leibnitz doğana kadar o tehlike çoktan
gerilerde kalmıştı. Ama onu esas korkutan şey, doğaüstü bir Tanrı’ya ortak
inanç sağlanamazsa, laik dinlerin ortaya çıkabileceğiydi. Laik bir dinin,
yapısı itibariyle, insan özgürlüğünü kısıtlayan bir zorbalık olacağından
emindi.
Aradan yüz yıl
geçtiğinde, Jean-Jacques Rousseau, Leibnitz'in en büyük korkularını
doğruladı, toplumun insanı kontrol edebileceğini, aslında da etmesi gerektiğini
ortaya attı. Toplum
bir "Yeni Âdem" yaratabilirdi ve yaratmalıydı. Evrensel insani
kusursuzluğu yaratabilirdi ve yaratmalıydı. Ama aynı zamanda bireyi de "genel
irade" denilen, kişiler dışı, hatta kişiler-üstü bir kavramın
(Marksist'ler sonradan buna "tarihin objektif kuralları"
diyeceklerdi) boyunduruğuna sokabilirdi ve sokmalıydı. Fransız Devrimi'nden
sonra, Toplum Yoluyla Selamet yavaş yavaş hakim inanç olmaya başladı, bu önce
Batı'da gerçekleşti, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da bütün dünyaya yayıldı.
Bu inanç kendini ne kadar "anti-din" sayarsa saysın, yine de dinsel
bir inançtır. Araçları elbette ki manevi ve ruhani değildir: alkolün yasaklanması,
bütün Yahudilerin öldürülmesi, evrensel psikanaliz, özel mülkiyetin
kaldırılması buna örnektir. Ama esas
amaç, dinseldir: "Yeni Âdem"in yaratılması yoluyla Tanrı'nın
Krallığı'nı yeryüzünde kurmaktır.
Yüz yılı aşkın bir süre
boyunca, toplum yoluyla selâmet vaat eden en güçlü ve en ikna edici inanç
Marksizm'di. Marksizm'in en büyük çekiciliği... yani o karmaşık ideolojisinden
ve giderek gerçekçilikten uzaklaşan ekonomisinden daha çekici yanı, dinsel
vaadiydi ... özellikle de aydınlara yöneldiği zaman. Örneğin doğu Yahudilerinin, Çarlık Rusyası'nda ve Romanya'da
kendilerine uygulanan baskılara ve ayrımcılığa son verme vaadi getiren bir
ideolojiyi kabul etmeleri için pek çok geçerli nedenler vardı. Ama onların
gözünde vaatlerin en güçlüsü, Marksizm'in bir dünya cenneti getireceğini
söylemesi; yani laik bir din olarak cazibesiydi.
Komünizm, bir ekonomik
sistem olarak, çöktü gitti. Servet yaratacağı yerde sefalet yarattı. Ekonomik
kalite yerine, daha önce eşi görülmemiş ekonomik imtiyazlara kavuşan memurların
nomenklatura'sını (terimlendirme-adlandırma) yarattı. Ama bir inanç olan
Marksizm'in çökmesi, "Yeni Âdem"i yaratamadığı için oldu. Onun
yerine, "Eski Adem"in en kötü yanlarını ortaya çıkardı ve güçlendirdi
—rüşvetçiliği, açgözlülüğü, nüfuz düşkünlüğünü, kıskançlığı, ortak
güvensizliği, küçük zorbalıkları ve susturmayı, yalan söylemeyi, çalmayı, inkâr
etmeyi— ve hepsinden önemlisi de, sinisizmi. Komünizm'in
bir sistem olarak, kendine göre kahramanları vardı. Ama bir inanç olan
Marksizm'in tek bir aziz'i bile olamadı.
İnsanoğlu belki
düzelemeyecek kadar kötüleşmiş olabilir. Belki o Latin şair haklıdır: insanın
yapısı, onu her zaman arka kapıdan girmeye zorlar. Onu kaç kere tutup ön kapıya
savurursanız savurun, o yine arka kapıya süzülür. Belki de sevap, iyilik,
bencillikten uzaklaşma gibi kavramların bulunmadığını, yalnızca bencilliğin ve
iki yüzlülüğün var olduğunu ileri süren sinikler haklıdır (ama bunun tersine
tanık olmuş pek çok kişi bulunduğunu en karamsar zamanlarımda kendime
hatırlatır dururum).
Ne olursa olsun, Marksizm'in
bir inanç olarak çöküşü, Toplum Yoluyla Selâmet inancının da sonunu kesinlikle
noktalamaktadır. Onun yerin neyin ortaya çıkacağını bilemeyiz; bu konuda
ancak umut besleyip dua edebiliriz. Belki de boyun eğip razı olma
sessizliğinden başka hiçbir şey çıkmaz. Belki geleneksel din yeniden doğar ve
bu sefer kendini bilgi toplumu insanının ihtiyaçlarına ve sorunlarına yöneltir.
Amerika'da benim "pastoral" Hıristiyan kiliseleri dediğim tür
inançların patlama sayılacak biçimde çoğalması ve büyümesi (buna Protestan,
Katolik ve Mezhepsizler dahildir) belki bir işaret olabilir. Ama beri yandan, köktenci İslam'ın dirilmesi de bir işaret olabilir. Çünkü
Müslüman dünyada bugün İslam Köktenciliğine böylesine ateşli biçimde sarılan
genç insanlar, bundan 40 yıl önce Marksizm'e de aynı ateşli tutkuyla
sarılabilirlerdi. Ya da belki ortaya yeni dinler çıkabilir.
Neyin olamayacağını
tahmin etmek, neyin olacağını tahmin etmekten çok daha kolay. Maddesel
değerlerin ve teknolojinin reddedildiğini görecek değiliz. Japon yazar Taichi
Sakaya'nın (1935 doğumlu) 1980'lerde yazdığı çok satılan kitabında iddia ettiği
gibi (İngilizcesi 1991 'de Kondanscha International, New York-Tokyo-Londra
tarafından The Knowledge-Value Revolution adıyla yayımlanmıştır) Ortaçağ'a
dönecek de değiliz. Bütün dünyaya yayılan enformasyon ve teknoloji, bunu artık
olanaksız kılmaktadır. (Ayrıca Bay Sakaya'nın tezi, on dokuzuncu yüzyılda
yanlış olarak inanılan ve sonradan tersi kanıtlanmış bulunan bir teze;
Ortaçağ'ın maddesel değerleri hakir gördüğü tezine dayalıdır. Oysa o çağın
insanları maddesel değerlere karşı şehvet düzeyinde istek besliyorlardı. Varlık
kavramını tutku haline getirmişlerdi ve inanılmayacak kadar açgözlüydüler.
Marksistlerin öteden beri, Haçlı Seferleri gelmiş geçmiş en büyük alışveriş
akımdır, demelerinde çok büyük gerçek payı vardır. Ortaçağ'ın yoksul olması,
kendileri yoksul olmayı seçtikleri için değildir. Yalnızca Müslümanların
Helenistik dünyayı ve Akdeniz'i fethetmiş olmasından, ilkçağın servet
yaratıcılarına ulaşabilme yollarını tıkamasından kaynaklanmaktadır.)
Bununla birlikte, iyiye
dönüş, kendini yenileme, ruhanî büyüme, iyilik ve sevap; yani geleneksel
ifadeyle "Yeni Âdem" sosyal ve siyasal bir reçete olmaktan çok,
varoluşçu bir reçete olarak ortaya çıkacağa benzemektedir. Toplum yoluyla
selamete erme inancının sonu, kuşkusuz, bir "içe dönüş"e işaret
etmektedir. Bireyi yeniden ön plana çıkarmaktadır. Hatta belki de (umulur ki)
bireysel sorumluluğa bile geri dönme sonucunu getirebilir.
ÜÇÜNCÜ DÜNYA
Bu kitap, gelişmiş
ülkelere odaklanmıştır. Avrupa'ya, ABD ve Kanada'ya, Japonya’ya ve Asya
kıtasının yeni gelişmiş ülkelerine bakmakta, "Üçüncü Dünya"nın
gelişmekte olan ülkelerine aynı ağırlığı vermemektedir. Bunun nedeni, daha az
gelişmiş ülkelerin önemsiz ya da daha az önemli olduğuna inandığımdan değildir.
Bu bir çılgınlık olurdu. Ne de olsa, dünya nüfusunun üçte ikisi Üçüncü
Dünya'da yaşamaktadır ve içinde bulunduğumuz değişim süresi 2010 ya da 2020
yılında sona erdiğinde, Üçüncü Dünya tüm nüfusun dörtte üçünü barındırıyor olacaktır.
Ayrıca önümüzdeki on ya da yirmi yıl içinde şaşırtıcı ekonomik mucizelerin yer
alması, Üçüncü Dünya'nın yoksul ve geri ülkelerinin kendilerini değiştirmesi,
göz açıp kapayana kadar hızlı büyüyen ekonomik güçler haline gelmesi de
mümkündür. Hatta böyle değişikliklerin, son 40 yıl içinde gördüğümüzden, yani
"ekonomik gelişme"den söz etmeye başladığımızdan bu yana yer
alanlardan daha fazla sayıda yer alması da mümkündür. Örneğin Kıta Çin'in
kentsel kıyı bölgelerinde, kuzeyde Tsientsin'den güneyde Canton'a kadar olan
alanda, hızlı ekonomik büyümenin tüm unsurları şimdi bile vardır. Ülke dev bir
iç pazara sahiptir, eğitim düzeyi yüksek bir halkı vardır ve bu halkın öğrenme
kavramına saygısı da büyüktür. Eskiden kalma bir girişimcilik geleneğine sahip
olan Çin'in, Singapur, Hong Kong ve Tayvan'la, yani "Denizaşırı Çin'le de
yakın bağları vardır. Onların sermayesinden, ticaret ağlarından, bilgili
insanlarından yararlanabilecek durumdadır. Bütün bunlar, Pekinin siyasal ve
ekonomik istibdatını barışçı yollardan yok edecek bir girişimcilik patlamasıyla
serbest kalabilir. Latin Amerika'nın büyük yüzölçümüne sahip ülkeleri de
yeterli bir iç pazar sunmaktadır. Meksika daha şimdiden uçmanın eşiğinde
olabilir. Brezilya da 1970'ten beri takılıp kaldığı o başarısız (hatta intihar
sayılabilecek) politikalarından vazgeçerek Meksika'nın yeni sergilediği örneği
izleme cesaretini gösterirse, hızlı dönüşüyle herkesi şaşırtabilir. Doğu
Avrupa'nın eski Komünist ülkelerinin ne gibi sürprizler sergileyebileceğini ise
hiç kimse kolay kolay kestiremez.
Beri yanda gelişmiş
ülkelerin de Üçüncü Dünya'ya ilgileri büyüktür. Orada hem ekonomik, hem de
sosyal anlamda hızlı bir gelişme yer almazsa, gelişmiş ülkeler Üçüncü Dünya'dan
akıp gelen göçmenlerin saldırısı altında boğulacak, bununla başa çıkacak
ekonomik, sosyal ya da kültürel kapasiteyi de bulamayacaklardır.
Ama kapitalist-ötesi
toplumu ve kapitalist-ötesi politikayı yaratan güçler aslında gelişmiş dünyadan
kaynaklanmaktadır. Bu güçler, gelişmenin ürünü ve sonucudur. Kapitalist ötesi
toplumun ve kapitalist ötesi politikanın sorunlarına cevap, Üçüncü Dünya'da
bulunacak değildir. Eğer tümüyle boşa çıktığı kanıtlanmış vaatlere ve verilen
sözlere örnek arıyorsak, 1950'li ve 60’lı yıllarda bulabiliriz; Hindistan'da
Nehru, Çin'de Mao, Küba'da Kastro, Yugoslavya'da Tito, Afrika'da
Negritüd"ün havarileri ya da Che Guevara gibi Neo-Marksist'ler. Onlar
bize, Üçüncü Dünya'nın daha başka alternatifler, daha değişik cevaplar
bulabileceğini söylemişlerdi. Hatta yeni bir düzen kurulabileceğini söylemişlerdi.
Üçüncü
Dünya, kendi adına verilen bu sözleri gerçekleştiremedi. Kapitalist ötesi
toplumun ve kapitalist ötesi politikanın sorunları, fırsatları, dertleri, ancak
ortaya çıktıkları yerde ele alınabilir. Orası da gelişmiş dünyadır. Sh:9-28
**
İSTİKRAR BOZUCU BİR OLGU OLARAK KURULUŞ
Toplum, cemaat ve aile,
koruyucu kurumlardır. İstikrarı sürdürmeye çalışırlar ya da en azından değişimi
yavaşlatmaya uğraşırlar. Oysa kapitalist ötesi toplumun kuruluşları istikrar
bozucudur. Görevleri bilgiyi işe koşmak, aletlere, süreçlere, ürünlere
uygulamak, işe uygulamak, bilginin kendisine uygulamak olduğu için, sürekli
değişikliğe göre düzenlenmiş olmak zorundadırlar. Yeniliklere dönük olmak
zorundadırlar. Avusturya kökenli Amerikalı ekonomist Joseph Schumpeter'e (1883-1950)
göre ise yenilik, "yaratıcı yıkıcılıktır.” Kuruluşların, kurulu
olan, alışılmış olan, bilinen, rahat şeyleri (bunlar ister ürün, ister hizmet,
ister süreç olsun), insani ve sosyal ilişkileri, becerileri ve oturmuş
kuruluşları sürekli olarak terk etmek üzere düzenlenmiş olması gerekir.
Bilginin yapısında hızlı değişim vardır. Bugün emin olduğumuz şeyler, yarın
saçma sayılacaktır.
Beceriler ise bilginin
tersine, yavaş ve seyrek değişirler. Bir taş işçisi olan Socrates bugün hayata
dönse, bir taş ocağında işe girse, yapmak zorunda kalacağı işin eskiden
yaptığına göre tek önemli farkı, bu sefer hazırlayacağı mezar taşlarının
üzerine Hermes'in kanatları yerine bir haç işlemesi olacaktı. Aletler bile
aynıdır çünkü. Yalnızca bugünkülerin saplarında pil var. Gütenberg hareketli
tipografı icat ettikten 400 yıl sonra bile, baskı zenaatında hemen hemen hiçbir
değişiklik olmamıştı; ta ki buhar makinesi gelinceye kadar, yani bu tâchne'ye
mühendislik bilgisi uygulanıncaya kadar. Tarih boyunca, bir zenaatı bir kere öğrenen
insanlar, yani altı yedi yıllık bir çıraklıktan sonra, 17-18 yaşında işi
öğrenmiş olarak ortaya çıkan insanlar, kendilerine ömür boyu yetecek bir
bilgiye sahip demektiler. Kapitalist ötesi toplumdaysa, herhangi bir bilgiye
sahip olan her insanın, yaklaşık dört ya da beş yılda bir yeni bilgiler edinmek
zorunda kalacağını, yoksa eskimiş biri sayılacağını varsaymak güvenli
olacaktır.
Bilgiyi en derinden etkileyen değişimler, kural olarak, o
bilginin kendi alanından çıkmamaktadır. Matbaa örneğinde gördüğümüz
gibi. Günümüzde eczacılık mesleği de genetik ve biyoloji disiplinlerinden, yani
çoğu eczacıların 40 yıl öncesine kadar adını bile duymamış oldukları
disiplinlerden gelen değişimlerle, çok derin değişikliklere uğramaktadır.
Demiryollarını etkileyen en büyük değişiklik de demiryollarındaki değişim-den
değil, otomobil, kamyon ve uçaklardaki gelişmelerden kaynaklanmıştır.
Yeni bilgi yaratmakta ve
eski bilgileri modası geçmiş kılmakta, sosyal yenilikler de yeni bilim ve yeni
teknoloji kadar etkili olmaktadır. Aslında sosyal yenilik genellikle daha bile
önemlidir.
On dokuzuncu yüzyılın en
gururlu kuruluşlarından biri olan ticari bankanın bugün yaşadığı krizi yaratan
nedir?
Bilgisayar da değildir,
teknolojik değişiklikler de değildir. Eskiden beri var olan ama bugüne kadar
hayli karanlıklarda kalmış olan bir mali aracın, yani ticari kâğıtların,
şirketleri finanse etme yolunda banka olmayan kuruluşlarca da
kullanılabileceğinin anlaşılmasıdır. Bu olay, bankaların 200 yıldan beri
tekelinde bulunan ve onlara en çok parayı kazandıran bir işi, ticari kredileri,
onların elinden almıştır. En büyük değişiklik de son 40 yıl içerisinde gerek
teknik, gerekse sosyal alandaki amaçlı ve bilerek oluşturulan yeniliklerin de
kendi kendine bir disiplin haline gelmesi, öğretilebilir ve öğrenilebilir
olmasıdır.
Hızlı bilgi, son zamanlara kadar sanıldığı gibi yalnızca iş
dünyasına özgü de değildir. Kapitalist
toplumun bir başka başarısı olan sendikada da gerekli olduğu kesindir.
Sendikanın sağ kalması için gereklidir. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana geçen
50 yıl içinde hiçbir kuruluş, silahlı kuvvetler kadar gelişmemiştir. Her ne
kadar üniformalarla rütbeler aynı kalmışsa da, bu yine de doğrudur. Silahlar
tümüyle değişmiş, bunun böyle olduğunu da 1991 Irak savaşı bize açıkça göstermiştir.
Askeri doktrinlere ve kavramlara gelince, onlar daha bile çarpıcı
değişikliklerden geçmiştir. Kuruluş yapılan, komuta yapılan, ilişkiler ve
sorumluluklar da öyle.
Bundan çıkarılabilecek
bir sonuç vardır: Günümüzün
her türlü kuruluşu, kendi yapısına değişimin yönetimi'ni de mutlaka katmalıdır.
Yaptığı her şeyi
organize bir biçimde terk etme mekanizmasını kendi yapısında bulundurmalıdır.
Her süreç, her ürün, her usul ve her politika için, birkaç yılda bir şu soruyu
sormayı öğrenmelidir: "Eğer bu işi şu anda yapıyor olmasaydık, bugün
bildiklerimizi bilerek, bu işe şimdi girer miydik?" Eğer cevap
"hayır"sa, bu sefer de kuruluşun şunu sorması gerekir: "O halde
şimdi ne yapacağız?" Bu noktada, gerçekten bir şey yapılması gerekir. Yeni
bir araştırmayla yetinilmemelidir. Kuruluşların başarılı politikalarını,
uygulamalarını ve ürünlerini mümkün olduğunca uzatma yerine terketme planlan
yapmaya giderek daha çok alışması gerekmektedir. Bu gerçekle bugüne kadar
yüzleşebilen, yalnızca büyük Japon şirketlerinden birkaçı olmuştur.
Ama yeniyi yaratma
yeteneğinin de kuruluş yapısında var olması gerekir. Daha açık ifade etmek
gerekirse, her kuruluşun kendi dokusuna üç sistematik uygulamayı yerleştirmesi
şarttır. Önce, her yaptığı işte sürekli ve düzenli iyileştirmelere; Japonların
kaizen dediği uygulamaya ihtiyaçları vardır. Tarih boyunca her sanatçı kaizen
uygulamıştır. Ama bunu işteki günlük hayata uygulayabilen, (belki Zen
gelenekleri nedeniyle) ancak Japonlar olabilmiştir (ne var ki, değişime
dirençli üniversitelerine onlar da uygulayamamalardır). Kaizen'in amacı, ürünü
ya da hizmeti adım adım iyileştirmek, iki üç yıl sonra bambaşka bir mal ya da
hizmet haline gelmesini sağlamaktır.
İkincisi, her kuruluş
kendi başarılarından yararlanmayı, yani onlardan bir şeyler öğrenerek yeni
uygulamalar geliştirmeyi öğrenmek zorundadır. Bu konuda da bugüne kadar en
yüksek başarıyı Japon firmalan göstermiştir, örneği de Japon tüketici
elektronik imalatçılarının aynı Amerikan icadından (tape-recorder gibi) peşpeşe
birçok yeni ürün geliştirebilmesidir. Tabii beri yandan, kendi başarılanndan
ders almak, Amerikan "pastoral" kiliselerinin de güçlü yanlarından
biridir. Bu kiliselerin bugünkü hızlı gelişmesi, geleneksel "Sosyal
Hıristiyanlık" nedeniyle ve köktenci kiliseler nedeniyle görülen
gerilemeleri telafi etme yoluna girmiştir.
Ayrıca, her kuruluşun yenilik getirme'yi de öğrenmesi
gereklidir. Yenilikler de düzenli, sistematik bir süreçtir ve ona göre
düzenlenmelidir.
Ondan sonra da tabii yine başlangıç noktasına, yani terketme
noktasına dönmek, bütün süreci yeniden başlatmak gerekmektedir.
Eğer bunlar yapılmazsa,
bilgiye dayalı kapitalist ötesi toplum kısa zamanda kendini eskimiş bulacak,
performans kapasitesinin azaldığını görecek, bunun sonucu olarak da bağımlı
bulunduğu o bilgi uzmanlarını kendine çekmeyi ve tutmayı başaramaz duruma
düşecektir.
Bir doğal sonuç da
kapitalist-ötesi toplumun âdem-i merkezi olma zorunluluğudur. Kuruluşlar hızlı
kararlar verebilmeli, performansa yakın, piyasaya yakın, teknolojiye yakın,
toplumdaki değişikliklere yakın, çevreye yakın, demografiye yakın, bilgiye
yakın olmalı, bunların hepsini görebilmeli ve yenilik fırsatı olarak
kullanabilmelidir.
Kapitalist-ötesi
toplumun kuruluşları bu yüzden sürekli olarak toplumu sarsacak,
düzensizleştirecek, istikrarsızlaştıracaktır. Beceri ve bilgi talepleri
değişecektir. Teknik üniversiteler tam kendilerini fizik öğretmeye
hazırladıkları sırada, bizim ihtiyacımız genetik oluverecektir. Bankalar tam
kredi analizlerini hazır etmişlerken, yatırım uzmanları gerekecektir. Şirketler,
yerel toplumların ekmek parası kazandığı fabrikaları kapayacak, mesleğini uzun
yıllar boyunca öğrenmiş model tasarımcılarından vazgeçip bilgisayar simülasyonu
bilen 25 yaşında gençlere döneceklerdir. Kadın-doğum
dalındaki bilgi, uygulama ve teknolojiler değiştiğinde, 200 yataktan küçük
hastaneler ekonomik olamayacağı, dolayısıyla da birinci sınıf hizmet
veremeyeceği için, bebeklerin doğumu serbest "doğum merkezlerine
devredilecektir.
Aynı şekilde, demografik, teknolojik ya da bilgiyle ilgili değişimler
gerektirdiğinde, bir okulu ya da üniversiteyi, yerel toplum için önemli de
olsa, o topluma iyice kök salmış ve çok sevilen bir kurum da olsa kapatmak
zorunda kalacağız, çünkü iyi performans için değişik çapta ve değişik felsefeye
sahip bir başka tür okul gerekli olacaktır.
İşte bu tür
değişikliklerin her biri toplumu sarsacak, tedirgin edecek, sürekliliğine darbe
vuracaktır. Her biri ”haksızlık"tır bunların. Her biri istikrar bozucudur.
Çağdaş kuruluş, toplum
için bir başka gerilim daha yaratır. Böyle bir kuruluşun toplum içinde iş
görmesi gerekmektedir. Üyeleri o toplumda yaşıyordur, o dili konuşuyordur,
çocuklarını o kuruluşun okullarına yolluyorlardır, orada oy kullanıyor,
vergilerini ona ödüyorlardır.
O kuruluşun içinde,
kendilerini evlerindeymiş gibi rahat hissetmeleri gerekir. Kuruluşun elde
ettiği sonuçlar, o toplumdadır. Ama bütün bunlara rağmen, kuruluş kendisi o
toplumun içine batıp kendini o toplumun emrine veremez. Kuruluşun
"kültürünün" toplumu aşma zorunluluğu vardır.
Amerikalı antropolog Edward
T. Hail (1914 doğumlu), 1959’da yazdığı The Silent Language (Sessiz Dil) adlı
kitabında, her toplumdaki önemli iletişimlerin, sözel değil, kültürel olduğuna
işaret etmiştir. Yani iletişim, insanların duruş, hareket ediş, davranış
biçimleriyle sağlanmaktadır. Hall'a göre, bir Alman doktor, hastasına bir mesaj
aktarırken, İngiliz, Amerikalı ya da Japon doktordan çok farklı sinyaller
kullanmaktadır. Bugün Amerikalı memurlar, kendi yaşadıkları Washington'da, bir
bakkal dükkânları zincirinin gelecek hafta yapılacak reklam ve promosyonla
ilgili toplantısına katılsalar, şaşkınlıktan dillerini yutarlardı. Buna karşılık aynı
memurlar, Çinli bir memurun Pekin'deki bürokrasi entrikalarını anlatışını
dinlerken, daha kolay anlayabilmektedirler. Ayrıca, "yönetim üslûbundaki
farklar" konusuna çok şey duyuyor olmamıza rağmen, büyük bir Japon
şirketinin işleyiş biçimi, büyük bir Amerikan şirketine, büyük bir Alman ya da
İngiliz şirketine çok benzemektedir.
Bir kuruluşun kültürünü,
içinde bulunduğu toplumdan çok, yaptığı işin türü oluşturur. Her kuruluşun
değer sistemini saptayan şey, yaptığı iştir. Dünyadaki her hastane, dünyadaki
her okul, dünyadaki her şirket, kendi yaptığı işin toplumu için son derece
gerekli bir katkı olduğuna inanmak zorundadır; nihai analizde, topluma yapılan
bütün katkıların, kendilerinin bu katkısına bağımlı olduğu inancı şarttır. Bu
görevi yapabilmek için, organizasyonu ve yönetimi ona göre olmalıdır. Bu
nedenle, kuruluşun kültürü her zaman toplumun kültürünü aşmaktadır. Eğer bir
kuruluşun kültürü, toplumun değer yargılarıyla çatışırsa, galip çıkan kuruluşun
kültürüdür ... aksi halde kuruluş, sosyal katkılarını gerçekleştiremez.
Bilginin sınırı olmaz, diye eski bir atasözü
vardır. Bugün aslında çok az sayıda "transnasyonal" kuruluş vardır,
"çokuluslu şirketler"in bile sayısı o kadar
fazla değildir. Ama bilgi kuruluşlarının hepsi, yapılan itibariyle, ulusallık
dışı, toplumlar dışıdır. Tümüyle yerel bir toplumun içinde bulunuyor olsalar
bile, Hitler'le Stalin'in çok sevdikleri deyimle,
"köksüz kozmopolitler”dir.
Sh: 86-99
**
KAPİTALİSTİ OLMAYAN KAPİTALİZM
Bugün gelişmiş
ülkelerdeki kurumsal yatırımcıların, en çok da emekli sandıklarının ellerinde
tuttukları kadar büyük para birikimleri, daha önce hiçbir zaman var olmamıştı.
Bu gelişmenin ilk başladığı ve en çok mesafe aldığı ABD'de, emekli sandıklarının en büyüğü, bugün 80 milyar dolarlık
bir varlığa sahiptir. Küçücük
bir emekli sandığının bile ekonomiye bir milyar dolar düzeyinde bir yatırım
yapmış olduğu söylenebilir. Bu sermaye havuzları, eskiden en büyük
kapitalistlerin elinde bulunmuş paraları bile cüceleştirmektedir. Gelişmiş bir
toplumun yaş yapısına bakılırsa, emekli sandıklarının her gelişmiş ülke için
daha bile önemli duruma geleceği söylenebilir.
Bu, daha önce eşi
görülmemiş bir gelişmedir. 1950'lerde başlamıştır. O kadar yenidir ki, emekli
sandıklarının yönetimi ve mevzuatı bile henüz tam anlamıyla saptanmış değildir.
Böylesine büyük para
havuzlarını yağmacılardan korumak, birinci büyük sorundur. ABD'de özel
girişimIere ait emekli sandıkları için, bunları yağmadan koruyacak bazı
önlemler alınmıştır. Bugün Amerika’daki bir emekli sandığını, İngiliz gazete
kralı Robert Maxwell'in 1990-1991'de yaptığı gibi talan etmek kolay iş
değildir. Ama ABD'de bile, alınan bu önlemler acıklı sayılacak kadar zayıftır.
Hele devlet memurlarının emekli sandıklarını siyasal amaçlarla talan etmek
şeklinde düşünülebilecek o en büyük tehlikeye karşı, ABD'de bile hiçbir önlem
yoktur.
Aslına bakarsanız ABD'nin kamu çalışanlarına ait emekli
sandıkları, ister New York'ta olsun, ister Philadelphia'da, ister California ya
da daha başka bir yerde, düzenli olarak eyalet ve kent bütçelerinde açılan
deliklere yama olarak kullanılmış, yani yağmalanmıştır.
Yine o kadar büyük bir
başka tehlike de özel çıkar gruplarından, örneğin sendikalardan gelmektedir,
çünkü bunlar da siyasal güçlerini kullanarak emekli sandıklarının parasını
kendilerine sübvansiyon olarak çekebilmekte, özür olarak da "sosyal açıdan
yapıcı amaçlar için emekli sandıklarının parasından yararlanmak" diye bir
sahtekârlığa başvurmaktadırlar. Emekli
sandıklarının parası, bugün çalışır durumda olanların tasarruflarıdır. Ancak
bugünkü çalışanların mali geleceğine dönük amaçlarla kullanılmaları gerekir.
Hizmet edebilecekleri en büyük "sosyal amaç" ancak bu olabilir. Sh: 110-111
**
EKİP ÇALIŞMASI VAR, EKİP ÇALIŞMASI VAR
Malların yapılıp
taşınmasındaki verimle bilgi ve hizmet işlerindeki verim arasında ikinci bir
büyük fark daha vardır. Bilgi ve hizmet işlerinde, işin nasıl düzenleneceğine
karar vermek zorundayız. Bu tür iş için ve bu tür işin akışı için her tür insan
ekibi uygun olacaktır?
İnsanların yaptığı
işlerin çoğu ekipler tarafından yapılır. Tek başına çalışanlar çok nadirdir. En
yalnız çalışanlar, ressamlar, yazarlar ve sanatçılar bile, yaptıkları işin
etkin duruma gelmesi için başkalarına ihtiyaç duyarlar. Yazarın editöre,
matbaacının kitapçı dükkânına, ressamın da tablolarını satacak galeriye
ihtiyacı vardır. Çok sayıda kişi ise, ekip arkadaşlarıyla çok daha yakın, çok
daha içiçe durumda çalışır.
Ayrıca bugün "ekip çalışması yaratmak"tan da çok söz
edilmektedir. Bu, genellikle yanlış anlaşılan bir kavramdır. Var olan kuruluşun
aslında bir ekip olmadığını varsayar gibidir. Oysa bu son derece yanlıştır.
İkincisi, bir tek tür ekip olabileceğini varsayar gibidir. Oysa aslında
insanların yaptıkları işler için üç türlü ekip bulunmaktadır. İşin verimli
olabilmesi için, o işe ve iş akışına en uygun ekip hangisiyse, ona göre
düzenlenmesi gerekir.
Birinci tür ekip, beyzbol ya da kriket takımı gibidir. Hastanede yatan hastayı
ameliyat eden ekip de yine böyle bir ekiptir. Bu ekipte bütün oyuncular ekip
üyesidir, ama ekip olarak oynamazlar.
Beyzbol ya da kriket
takımında her oyuncunun belli bir yeri vardır, oradan hiç ayrılmaz. Beyzbolda
oyun oynayanlar birbirlerine hiç yardım etmezler. Hep kendi yerlerinde
kalırlar. Beyzbolun eski bir sözü vardır: "Sopayı
eline alıp vurmaya hazırlandın mı, tümüyle kendi başınasın" denir. Aynı şekilde,
anestezi uzmanı da hemşireye, cerraha yardım etmez; onlar da ona yardım
etmezler.
Bu tür ekip bugün
basında iyi gösterilmemektedir. Hatta insanlar "ekip
oluşturma" kavramından
söz ettiklerinde, aslında bu tür ekipten uzaklaşmak istediklerini anlatmaya
çalışmaktadırlar. Oysa beyzbol ya da kriket takımının da yabana atılmaması
gereken bazı güçlü yanları vardır. Oyuncuların kendi sabit yerleri olduğu için,
onlara ayrı ayrı görevler verilebilir, her görev bazı performans puanlarına
göre ölçülebilir, herkes her görev için eğitilebilir. Beyzbolda da, krikette de
her oyuncu için yıllardır tutulan istatistikler bulunması bir rastlantı
değildir. Hastanedeki cerrahi ekibi de aynı şekilde çalışır.
Tekrarlanan işlerde ve
kuralları iyi bilinen işlerde, beyzbol takımı türünde ekip idealdir. Esasen
çağdaş seri imalat modeli, yani malların yapımı ve taşınmasıyla ilgili model de
buna dayanılarak geliştirilmiştir, performans kapasitesi açısından bu ekip
anlayışına çok şey borçludur.
İkinci tür ekip, futbol
takımı gibidir. Senfoni orkestrası da, gecenin ikisinde kalp kriziyle hastaneye
getirilen hastanın çevresinde koşturan ekip de aynı tür ekiptir.
Bu ekipte de oyuncuların
belli sabit yerleri vardır. Orkestrada tuba çalan adam, dubl-bas'ın notalarını
çalmaz. Kendi tuba'sının zamanı geldiğinde, onu çalar. Hastanedeki acil servis
ekibinde de solunum teknisyeni hastanın göğsüne neşteri vurup kalp masajı
yapmaya kalkışmaz. Ama bu tür ekiplerde üyeler ekip halinde çalışır. Her biri
kendi işini ekibin diğer üyelerininkiyle koordine eder.
Bu ekibin bir orkestra
şefine ya da bir antrenöre ihtiyacı vardır. O şefin ya da antrenörün sözü
kanundur. Bir de "amaç"a ihtiyaç vardır. Birlikte iyi çalışabilmek
için sayısız provalar gerekir. Ama beyzbol takımından farklı olarak, amaç
belirginse ve takım da iyi bir liderliğe sahipse, büyük bir esneklik söz
konusudur. Çok da çabuk hareket edebilir.
Son olarak, tenisteki
ikili ekiplerin durumu vardır. Caz kombolarında, büyük Amerikan şirketlerinin
bazen dört beş üst yöneticiyi "Başkanlık Ofisi"ne birlikte
yerleştirmesinde, Alman şirketlerindeki Vorstand'larda (yönetim kurulu) da bu
tür ekip söz konusudur.
Bu ekibin küçük olması
şarttır. Yedi ya da dokuz kişi, tavan rakam olmalıdır. Bu ekipte oyuncular,
"sabit" mevkilerden çok, "tercihli" mevkilere sahiptir.
Birbirinin açığını kapatırlar. Kendilerini, birbirlerinin güçlü ve zayıf yanlarına
uyumlandırırlar. İkili tenis ekibinde de arka sahada oynayan oyuncu, nette
oynayanın güçlü ve zayıf yanlarına kendini ayarlamıştır. Ekibin işleyebilmesi
için, bu zaaf ve güçlülüklere uyumlanma işi bir şartlanmış refleks haline
gelmelidir, yani tenisteki arka saha oyuncusunun, nettekinin zayıf backhand
vuruşunu telafi etmek amacıyla koşmaya başladığı an, daha topun karşı takım
oyuncusunun raketinden yeni çıktığı andır.
Bu tür ekibin iyi bir
kalibresi varsa, ekiplerin en güçlüsü olabilir. Toplam performansı, tek tek oyuncularının
performanslarının toplamından fazla olur. Çünkü bu tür ekip, bir yandan her
oyuncunun gücünü kullanırken, bir yandan da her birinin zaaflarını en aza
indirmektedir. Ama böyle bir ekibin çok büyük öz disipline ihtiyacı vardır.
Üyelerin gerçek anlamda "ekip" halinde çalışabilmeleri için daha önce
uzun süre bir arada çalışmaları gerekir.
Bu ekip türleri
birbiriyle karıştırılamaz, bir araya getirilemez. Aynı anda ve aynı saha
içinde, aynı takımla hem beyzbol hem de futbol oynanamaz. Senfoni orkestrası,
caz kombosu gibi çalamaz. Her üç ekibin "saf' olması gerekir. Melez ekipler oluşturulamaz. Ayrıca, bir ekip
türünden diğerine geçmek çok zor ve acı vericidir. Böyle değişiklikler, uzun
süreli, sağlamlaşmış, değerli insan ilişkilerini mahveder. Ama yine de, işin
türünde, âletlerinde, akışında ve nihai ürününde yer alan değişiklikler, ekibi
değiştirmeyi de gerektirebilir.
Bu, özellikle
enformasyon akışında yer alan değişiklikler için geçerlidir.
Beyzbol tipi takımda,
oyuncular enformasyonu "durum"dan alırlar. Her biri kendi görevine
uygun olan enformasyonu alır ve takım arkadaşlarının aldığı enformasyondan
bağımsız olarak alır. Senfoni orkestrasıyla futbol takımında, enformasyon daha
çok orkestra şefinden ya da antrenörden gelir. Takımın yöneltildiği "amaç"ı
kontrol eden onlardır. Çift teniste oyuncular enformasyonu daha çok
birbirlerinden alırlar. Enformasyon, teknolojisinin ve benim "enformasyona
dayalı kuruluş" dediğim şeye doğru yönelmenin niçin böyle masif "yeniden mühendislik" gerektirdiğini de işte
bu nokta açıklamaktadır.
Yeni enformasyon
teknolojisi, Amerikan şirketlerinin son on yıldır kendilerine "yeniden
mühendislik" yani yeniden yapılanma uygulama yolunda gösterdikleri büyük
çabaların altında yatan nedendir. Geleneksel olarak, büyük Amerikan şirketlerinin çoğu
beyzbol takımı modeline göre düzenlenmişti. Üst yönetim, bir baş
yöneticiyle, ona bağlı olarak çalışan üst düzey işlevsel yöneticilerden oluşur;
bunların her biri kendi işini yapar, ya fabrikayı, ya satışları, ya finans
bölümünü vb. yönetirdi. Başkanlık ofisi denilen kavram ise, üst yönetimi ikili
tenis takımına benzetme çabasından doğmuştur, bunu gerekli kılan ya da en
azından mümkün kılan şey de enformasyondaki değişikliktir.
Geleneksel olarak, yeni
ürünlerle ilgili işler, beyzbol takımı tipi bir ekip tarafından yapılır,
herkesin kendi işlevi olurdu; tasarım, mühendislik, imalat, pazarlama gibi.
Hepsi kendine düşeni yapar, sonra olayı bir sonraki işlevi yerine getirecek
olana devrederlerdi. Bazı belli başlı Amerikan sanayilerinde, örneğin ilaç ya
da kimya sanayilerinde, bu durum çoktan değiştirilmiş, futbol takımına ya da
senfoni orkestrasına benzer duruma getirilmişti. Ama
Amerikan otomobil sanayii, yeni modellerin tasarımı ve sunulması konusunda
beyzbol takımı tipine sadık kalmıştı. 1970 dolaylarında Japonlar, enformasyonu
kullanarak bu işi futbol takımı tipine çevirmeye başladılar. Sonuçta Detroit,
hem yeni modeller çıkarma hızı açısından, hem de esneklik açısından çok
gerilerde kaldığını gördü. 1980'den
bu yana Detroit, tasarım ve sunuşta futbol takımı tipi ekibe geçerek Japonlara
yetişebilmek için büyük çabalar göstermektedir. Fabrika düzeyinde de
enformasyonun varlığı (Topyekûn Kalite Yönetimi’ni mümkün kılan, hatta
kaçınılmaz kılan şey de budur), Detroit’i, yürüyen bant üzerinde çalışan beyzbol
takımı tipi üretimden ikili tenis takımı tipine, yani "esnek imalat'ın
altında yatan ekip kavramına geçmeye zorlamaktadır. Bilgi işçileriyle hizmet işçilerinin verimi
üzerindeki çalışmalar, ancak uygun tipteki ekip seçilip kurulduktan sonra
etkili olmaya başlayacaktır. Doğru ekip, kendi başına verimi garantiye alamaz.
Ama yanlış ekip verimi mahveder. Sh: 126-131
**
DOĞRU NE ZAMAN YANLIŞ OLUR
1930'larda John L. Lewis
(1880-1969), Başkan Franklin D. Roosevelt'ten sonra ABD’nin ikinci en güçlü
adamı olarak tanınırdı. Aslında Roosevelt de seçilebilmesini büyük ölçüde
Lewis'e borçluydu, çünkü ömrü boyunca Cumhuriyetçi Parti'yi desteklemiş olan
Lewis, 1932 yılı kongresinde kendi kömür işçileri sendikasını (UMW) ve onunla
birlikte de tüm Amerikan işçi hareketini peşine takıp Demokratlar'ın kampına
sürüklemişti. Daha sonra Yeni Anlaşma yıllarının sendikalaşma hareketinin
lideri oldu, yeni ve çok güçlü,bir emekçi kuruluşunun, Sınai Kuruluşlar
Örgütü’nün başına geçti.
Ama 1943'te Lewis,
İkinci Dünya Savaşı sırasında getirilen ücret dondurulmasına karşı isyan etti,
kendi kömür işçilerini greve yöneltti. Başkan Roosevelt, ondan ulusal çıkarları
dikkate alarak greve son vermesini rica ettiyse de Lewis bunu reddetti. Verdiği
cevap şöyleydi: "Ulusal çıkarları kollamak için maaş
alan, ABD Başkanı’dır. Benim maaşım ise maden işçilerinin haklarını korumam
için veriliyor."
Savaş üretimi o sıra
yeni yeni başlamaktaydı. Amerikalı askerler hem Avrupa'da, hem Pasifik'te
savaşmaktaydılar. Ama acıklı bir durumdaydılar, çünkü ellerinde hâlâ ne
teçhizat, ne de cephane vardı. Bu eksikliklerden ötürü çok ağır kayıplar
vermekteydiler. Savaş çabalarının tümünde yakıt kömürdü, bu nedenle ülkenin bir
günlük kömür üretimini kaybetmeyi göze alacak durumu yoktu. Üstelik maden
işçileri ABD'nin en yüksek ücret alan işçileriydi. Üniformalı askerlerle
ölçüldüğünde, onlar plütokrat'tı.
Ama Lewis bu grev işini
başlattı.
Ne var ki başlattığı
anda tüm gücünü, tüm etkisini, tüm saygınlığını kaybetti; sendika hareketi
içinde bile desteği kalmadı. Kendi sendikası içinde bile birçok insan arkasını
döndü ona. UMW hemen gerilemeye başladı. Gücü de, etkinliği de, üye sayısı da
azaldı. On yıl sonra, kömür grevleri artık olay bile sayılmaz oldu.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Lewis’in 1943'te kazandığı o zafer, ABD'de sendikacılığın çöküşüne başlangıç oluşturmuştu.
Lewis, zaferinin
yarattığı sonuçları görecek kadar uzun yaşadı. Ama ölene kadar da o grevi
başlatmakta haklı olduğunu, görevinin bunu gerektirdiğini iddia etti durdu. "İşçinin yararına olan şey, eninde sonunda ülkenin de
yararınadır" derdi.
"Savaş da işçinin tek gerekli olduğu zamandır, işçi, ancak
böyle bir zamanda güç sahibi olur. Doğru dürüst bir ücret alma yolundaki meşru
hakları için ancak o zaman baskı yapıp başarıya ulaşabilir." Söylentilere göre
Amerikan kamuoyunun bu görüşe neden katılmadığını hiçbir zaman anlayamamıştı.
Bu olay elbette ki aşırı
bir olaydır. Ama aynı zamanda çok şey ifade eden bir olaydır. Lewis, kendisinin
haklı olduğunu biliyordu. Peki, bir kuruluşun haklılığı, ne zaman sosyal
bir haksızlığa dönüşür, o kuruluşun işlevi ne zaman meşru olmaktan çıkar?
Günümüzde Amerika'da,
"iş ahlakı" konusunda bir hayli kaygı söz konusudur. Ama
tartışmaların çoğu (işletme okullarında öğretilen dersler de dahil olmak
üzere), hep yanlış yapılan şeylerle, yani verilen rüşvetlerle ya da kusurlu,
zararlı ürünler üretilmiş olduğunu örtbas etmekle ilgilidir. Yüksek mevkilerde
bulunup da böyle yanlış şeyler yapan kimselerin, her zaman "daha yüksek
bir iyiliğe" adanmış olduklarını ileri sürmeleri yeni bir şey değildir. Bu
konuda söylenebilecek her şey, bundan 350 yıl önce, büyük Fransız
matematikçi/düşünürü Blaise Pascal (1626-1662) tarafından, Bir Taşralıya
Mektuplar adlı kitapta söylenmiş, bu kitap, Cizvitler'in özel bir güç ahlakı
taleplerini ebediyen yıkıp yok etmiştir.
Ama Lewis'in hikâyesi, "yanlışa karşı yanlış"la ilgili değildir. "Hakka
karşı hak"
ile ilgilidir. Gerçi eski örnekleri de vardır, ama bu sorun aslında yeni bir
sorundur. Kuruluşlar Toplumu'nda da sorumluluğun merkez
sorunu olarak düşünülebilir.
Performans gösterebilmek
için bir kuruluş ve onun içinde bulunan insanlar, tıpkı John L. Lewis gibi,
kendi işinin toplumdaki en önemli iş olduğuna inanmak zorundadır. Daha önce de
söylendiği gibi, hastaneler hiçbir şeyin hastalara bakmaktan daha önemli
olmadığına inanmalıdırlar. Şirketler de hiçbir şeyin, toplumun maddesel
ihtiyaçlarını karşılamak kadar önemli olmadığına inanmak zorundadırlar;
özellikle de ekonomi ve toplum açısından, bizim şirketimizin ürettiği mal ve
hizmetler kadar önemlisi olamaz, demek zorundadırlar. Sendikalar, çalışan
insanın Haklarından önemli hiçbir konu olamayacağı kanısındadırlar. Kiliseler,
en önemli şey inançtır, derler. Okullar, her şeyin başının eğitim olduğuna
inanırlar ve bu böylece sürer gider.
Bu kuruluşlar beıı-merkezli
olmak zorundadırlar. Bir araya geldiklerinde, toplumun tüm işlerini onlar
yaparlar. Ama her biri yalnızca bir işi yapar, gözü ancak o işi görür. Aslında
bizler de bu kuruluşların liderlerinin tıpkı Lewis gibi, kendi kuruluşlarının
en önemli kuruluş olduğuna, toplumu temsil ettiğine inanmalarını bekleriz.
Charles E. Wilson
(1890-1961), sağlığında Amerika sahnesinin önemli kişilerindendi. Önce General
Motors'ın, o gün için dünyanın en büyük ve en başarılı imalatçı kuruluşunun
başkanı ve baş yöneticisi olarak, daha sonra da (1953-1957 arasında) Eisenhower
yönetiminde Savunma Bakanı olarak. Ama bugün onu hatırlayan varsa bile,
söylemediği bir sözden ötürü hatırlamaktadır, o söz de şudur: "General Motors için iyi olan bir şey, Amerika Birleşik
Devletleri için de iyidir." Oysa Wilson'ın 1953'te Savunma Bakanlığı'na
getirilirken yaptığı konuşmada söylediği söz şudur: "Amerika Birleşik Devletleri için iyi olan bir şey, General
Motors için de iyidir." Ondan
sonra ölünceye kadar Wilson hep bu yanlış anlaşılma olayını düzeltmeye
çabalamış, ama hiç kimse onu dinlememiştir. Herkes sürekli olarak, "Söylememiş
olsa bile içinden inanıyor; aslında da inanması gerekir," demiştir.
O halde sınırlar
nerededir?
Eğer ortada bir savaş ya
da büyük bir doğal âfet varsa, o zaman verilecek cevap oldukça basitleşir:
toplumun çıkarları, onun herhangi bir organının çıkarlarından daha önce gelir.
Ama böyle krizler söz konusu olmadığı zaman, bu sorunun bu kadar kesin bir
cevabı yoktur. O halde soruna en iyi yaklaşım, kuruluşlarımızın liderlerinin
ortak sorumluluğu biçiminde olmalıdır.
Bugüne kadar buna en
yakın davranış, herhalde İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük Japon
şirketlerinin davranışı olmuştur. O yıllardaki planlamalarında iş dünyası
liderleri işe şu soruyla başlamışlardır: "Japonya
için, Japonya'nın toplumu, ekonomisi için en iyi olan nedir?" Daha sonra da şunu
sormuşlardır:
"Ne yaparsak bunu genelde iş dünyası için bir fırsat, özel
olarak da kendi işimiz için bir fırsat haline çevirebiliriz?"
Bu insanlar bir hayır
derneği gibi düşünmüyor, kendilerini de silmiyorlardı. Tam tersine, kâr
kavramının son derece farkındaydılar. "Liderlik" etmeye
kalkışmadılar. Sorumluluğu kabul ettiler. Ama ülkeleri savaş sonrası
onarımından sıyrılıp dünya ekonomik liderliğine sıvanırken, Japon iş dünyasıyla
o dünyanın liderleri bile bir kere daha bencilleştiler. Sh: 142-146
**
ULUS-DEVLETTEN MEGA-DEVLETE
Kapitalist ötesi
toplumda, siyasal yapıdaki ve politikadaki değişimler de toplumdaki ve sosyal
yapıdaki değişimler kadar büyüktür. Ayrıca tüm dünyaya yayılmış durumdadır.
Onlar da diğerleri gibi birer gerçektir.
Dünün dünya düzeni hızla
geçmişte kalırken, yarının dünya düzeni de henüz kendini belli etmemiştir. Bu
durumda bizler, günümüz politikacılarının durmadan iddia ettikleri gibi "yeni dünya düzeni"yle karşı karşıya
değiliz. Bizim karşımızda yenidünya düzensizliği bulunmaktadır, bunun ne
kadar süreceğini de hiç kimse bilmemektedir.
Siyasal yapıda da,
politikada da yine bir "ötesi" çağına geçmekteyiz. Bu seferki de
"egemen devlet ötesi" çağdır. Yeni güçlerin ne olduğunu şimdiden
biliyoruz. Bunlar 400 yıldan beri siyasal yapıyı ve politikayı yönetmiş olan
güçlerden çok farklıdır. Yeni talepleri de biliyoruz, bazılarını, hatta belki
çoğunu çok iyi tanıyoruz. Ama cevapları, çözümleri, yeni entegrasyonlan
bilemiyoruz. Bu sahnedeki oyuncular, yani politikacılar, diplomatlar, memurlar,
siyasal bilimciler, toplumda ve sosyal yapıda olduğundan daha çok, hep dünün
terimleriyle konuşup yazmaktadırlar, hatta rollerini dünün varsayımlarıyla ve
dünün gerçeklerine dayanarak oynamak zorundadırlar.
ULUS DEVLETİN PARADOKSU
Dünya tarihindeki son
400 yılın, Batı türü ulus devletin yüzyılları olduğunu herkes bilmekte, tarih
kitapları bile bize bunu öğretmektedir. Bu sefer, herkesin bildiği şey doğrudu;
ama bu doğru da paradokslu bir doğrudur.
Çünkü bu dört yüzyıl
boyunca yer alan siyasal hamleler hep ulus-devleti aşıp onun yerine
transnasyonal bir siyasal sistem kurmak yönünde olmuştur. Bu transnasyonal
siyasal sistem, bir sömürge imparatorluğu da olabilir, bir Avrupa (ya da Asya)
süper devleti de. Bu yüzyıllar, büyük sömürge imparatorluklarının yükseldiği ve
çöktüğü yüzyıllardır. İspanyol ve Portekiz imparatorlukları on altıncı yüzyılda
belirmiş, on dokuzuncu yüzyıl başlarında çökmüş, bu arada on yedinci yüzyılın başlannda
başlayıp yirminci yüzyıla kadar sokulmayı başarabilen İngiliz, Hollanda,
Fransız ve Rus imparatorlukları ortaya çıkmıştır. Bu dört yüzyıl boyunca dünya
sahnesinde ne zaman yeni bir güç belirse, hemen ulusal sınırları aşıp bir
imparatorluk haline gelmeye çalışmıştır. Almanya’yla İtalya, daha birleşme
işini başardıkları anda, yani 1880'le Birinci Dünya Savaşı arasında, ilk iş
olarak sömürgelerle genişleme işine yönelmiş, İtalya son olarak 1930'larda bile
denemelere kalkışmıştır. Yirminci yüzyıl başlarında
ABD bile bir ara
sömürgeci bir güç olmuştur. Ulus devlet haline gelen tek Batı dışı ülke,
Japonya da öyle.
Ulus-devletin esas
vatanı Avrupa'ya gelince, bu dört yüzyıla hep sınırları aşıp transnasyonal
süper devlet kurma çabalan egemen olmuştur. Bu
süre içinde altı kere, Avrupa'nın şu ya da bu ulus devleti, tüm Avrupa kıtasını
yönetimi altına alıp, kendi ulus-devletini bir Avrupa süper devleti haline
dönüştürmeye çalışmıştır.
Bu girişimlerden ilki
İspanya tarafından, on altıncı yüzyılın ortalarında, İspanya henüz yeni yeni
birleşik bir ulus olarak ortaya çıkarken, yani kendi içindeki birbiriyle
didişen krallıkları, düklükleri, kontlukları ve serbest kentleri bir Prens’in
altında pamuk ipliğiyle birleştirmeyi başardığı anda yapılmıştır. Ve İspanya,
Avrupa'nın efendisi olma hayallerini yüz yıllık bir süre boyunca elden
bırakmamıştır. O zamana kadar da kendini hem ekonomik, hem de askeri açıdan
tüketmiştir.
Hemen ardından Fransa,
önce Richelieu döneminde, sonra da XIV. Lcuis döneminde, bu işi İspanya’nın bıraktığı
yerden devralmış, yetmiş beş yıl sonra, yorgunluktan tükenmiş durumda,
özellikle de mali açıdan batmış durumda vazgeçmiştir. Ama böyle olması, aradan
bir yetmiş beş yıl daha geçtiğinde bir başka Fransız yöneticinin, Napoleon'un
bir denemeye daha girişmesini engellememiştir. Napoleon Avrupa'nın yöneticisi
olma ve Fransa egemenliğinde bir Avrupa süper devleti oluşturma aşkına, tüm
kıtayı yirmi yıl boyunca savaşlarla, sarsıntılarla titretmiştir. Daha sonra, bu
yüzyılda Almanların Avrupa efendisi olma yolundaki iki savaşı gelmiş, Hitler'in
yenilgisinden sonra da Stalin, silah ve baskı gücüyle, Rus egemenliğinde bir
Avrupa yaratmaya çalışmıştır. Japonya da ulus-devlet haline gelir gelmez
Batıtürü bir sömürge imparatorluğu yaratmaya kalkışmış, Batı örneğini izleyerek
bu yüzyılda bir deneye girişmiş, Japon yönetiminde bir Asya Süper devleti
peşine düşmüştür.
Aslında imparatorlukları
doğuran, ulus-devlet değildi. Ulus-devletin kendisi zaten transnasyonal
dürtülere bir cevap olarak doğmuştu. İspanya’nın Amerika kıtasındaki
imparatorluğu o kadar çok altın ve gümüş getiriyordu ki, Şarlken'in oğlu II.
Philip öneminde Ispanya, Roma lejyonlarından bu yana ilk daimi orduyu, İspanyol
Süvarileri'ni kurmayı başarmıştı. Bu süvari birliklerinin ilk
"modern" kuruluş olduğu da bazıları tarafından ileri sürülmektedir.
Kendini bu şekilde donatan İspanya, kendi yönetiminde bir Avrupa yaratma amacıyla ilk
seferlere de başlamıştır, işte ulus-devlet'i icat eden Fransız avukatpolitikacı
Jean Bodin'in (1530-1591) 1576 tarihinde yazdığı Six Livres de la Republique
(Cumhuriyetin Altı Kitabı) adlı eserinden sonra bu fikrin bütün Avrupa'da ana
amaç haline gelmesine de, Ispanya'nın bu tehdidine karşı durmanın getirdiği
motivasyon ve adanmışlık yol açmıştır. Esasen tehdit bu kadar
büyük ve bu kadar gerçek olmasa, Bodin'in önerileri böyle kolaylıkla kabul
edilmezdi. Bu tavsiyeler şunları içermekteydi: Ulus-devlet ve onun kuruluşları
olsun, merkezden kontrollü sivil bir mekanizmanın yalnızca hükümdara sorumlu
olması, bunun yanında askeri kesimin de merkezden kontrolü, daimi ordudaki
subayların profesyonel askerler olması ve merkezi yönetime sorumlu olması,
paranın bu merkezce basılması, vergi ve gümrüklerin bu merkezce toplanması,
mahkemelerde yerel beylerin yerine merkezden atanmış profesyonel yargıçların
bulunması. Bu önerilerin her biri, daha önceki zamanların yerleşmiş ve güçlü
çıkarlarına, yani özerk kiliseye, türlü şeye bağışık piskoposluklara ve
manastırlara, irili ufaklı tüm yerel beylere meydan okur nitelikteydi.
Özellikle beylerin hep kendi orduları, kendi hukuk sistemleri ve mahkemeleri,
kendi vergi toplama güçleri olagelmişti. Ayrıca serbest kentlere, kendi kendini
yöneten loncalara ve türlü kesimlerin çıkarlarına da bir darbe inmekteydi. Ama
İspanya’nın Avrupa'yı ele geçirme tehdidi, bunların hiçbirine başka bir çare
bırakmıyordu. Ya kendi ülkelerindeki hükümdara boyun eğeceklerdi ya da fetih
yoluyla gelecek yabancı bir hükümdara. O günlerden başlayarak, Avrupa ulus
devletinin siyasal yapısında yer alan hemen hemen her değişiklik, Fransa,
Almanya ve Rusya'nın Avrupa'yı ele geçirme ve süper devlet kurma yolundaki
benzer girişimlerinden kaynaklanmış ya da en azından tetiği çeken hep bu
girişimler olmuştur.
Böyle olunca, insana
sanki siyasal bilimcilerin sömürge imparatorluklarını incelemiş, o konuda bir
siyasal teori geliştirmiş olmaları gerekir gibi gelmektedir. Oysa bunları hiç
yapmamışlardır. Bunun yerine, ulus devletin siyasal teorisine ve kurumlarına
odaklanmışlardır. Ayrıca insana, sanki tarihçiler de Avrupa süper devletlerini
incelemiş olmalı gibi gelmektedir. Ama her üniversitede, tarihle ilgili en
saygın kürsüler hep ulusal tarih kürsüleridir. İster İngiltere, ister Fransa,
ister ABD ya da İspanya, Almanya, İtalya, Rusya'da olsun, en ünlü tarih
kitapları ulus devleti ele almaktadır. Hatta en
uzun süre boyunca en büyük ve en başarılı sömürge imparatorluğunu yönetmiş olan
İngiltere’de bile, tarih araştırmaları ve eğitimi hep ulus devlet üzerinde
merkezleşmiştir.
Amerika Birleşik
Devletleri, ulus devlete değil de imparatorluklara yönelmiş olan birinci sınıf
bir tarihçi yetiştirmiş olan hemen hemen tek ülkedir. William Prescott (1796-1859), daha çok
İspanyolların Meksika ve Peru’yu fethine eğilmiş bir tarihçidir. Fransa'nın başta gelen
tarihçilerinden biri olan Fernand
Braudel de (1902-1985) kendini
ulus-devletle sınırlamamayı yeğlemiştir. Onun bakış açısı Avrupa'nın tümünü,
hatta dünyayı içermektedir. Ama o da siyasal tarihçi olmaktan çok, ekonomik ve
sosyal tarihçiydi. On dokuzuncu yüzyılın en büyük Alman tarihçileri içinde,
tarihi bir bilim olarak yerleştirmeye en büyük katkılarda bulunmuş olanlardan Leopold von Ranke (1795-1886) ile Theodor
Mommsen (1817-1903) de
kendilerini yalnız Alman tarihi yazmakla sınırlamamışlardı. Örneğin Ranke'nin
başta gelen eserlerinden biri, papaların bir tarihiydi. Mommsen'in en büyük
eseri de Roma tarihiydi. Ama onlar bile, modem politikadaki bu imparatorluğa
doğru yönelme konusunu ele almamış, Avrupa'ya hâkim olma girişimlerini, ulusal
tarihin bir parçası olarak, yani Alman, Fransız ya da İtalyan tarihinin
parçaları olarak görmüş, ulus devleti aşma, onun yerine uluslarüstü siyasal
yapılar kurma girişimleri olarak görmemişlerdi.
İmparatorluğu ve süper
devleti böyle ihmal etmenin nedenlerinden biri, bunların ikisinin de kuruluşlar
geliştirmemesidir. Gerçekten de, örneğin İngiltere'deki Lordlar Kamarası, tüm
İngiliz egemenliğindeki topraklar için en yüksek itiraz mahkemesi olarak
kalmıştır. Tabii aslında bu Kamara, Büyük Britanya ve İrlanda adalarında en üst
itiraz mahkemesi olduğu için böyle olmuştur. Aynı şekilde İngiltere
Parlamentosu da kuramsal olarak İngiltere'ye bağlı tüm topraklar için yasama
organıdır. Ne var ki üyelerinin hepsi "Birleşik Krallık"tan, yani
yalnızca o iki adadan seçilerek gelmiştir. Birleşik Krallık dışındaki olaylara,
pek ender olarak, ancak kriz durumlarında eğilen bir organdır. Kral ve Kraliçe,
bütün İngiltere İmparatorluğu’nun hükümdarıdır, ama hiçbir İngiliz Kralı ya da
Kraliçesi, İngiltere'nin başka yerlerdeki topraklarına ayak basmamıştır, ancak
o topraklar İngiltere'nin olmaktan çıktıktan sonra oralara ziyarete gitmiştir.
Tabii o zamana kadar, ortada bir imparatorluk da kalmamıştır (örneğin eskiden
İngiltere İmparatorluğu'na ait olan yerleri ziyaret etmeye, şimdiki Kraliçe II.
Elizabeth başlamıştır). Oysa bir
"imparatorluk" kurmaya diğer ülkelerin hepsinden çok yaklaşan da
Ingiltere'dir.
Sömürge
"imparatorlukları" birer hayal değildi. Ama imparatorluk da
değillerdi. Bunlar aslında, sömürgeleri olan ulus devletlerdi, insan bunları,
adlarını ödünç aldıkları siyasal yapıyla karşılaştırdığı anda, bunu hemen
anlar: "Romalıların imparatorluğu". Sömürge imparatorluklarının çağı
da hemen hemen Roma İmparatorluğu’nun ömrü kadar sürmüştü (400 yıl). Herhalde
ana vatan ile imparatorluk toprakları arasında siyasal, sosyal, ekonomik entegrasyon
sağlamaya rahat rahat yetecek bir süre. Ama buna hiç kalkışılmamıştır.
Augustus'ten sonraki
Roma imparatorlarının en büyük üç tanesi, yani Trajan (hükümranlık süresi M.S.
98117), Hadrian (hükümranlık süresi M.S. 117-138) ve Diocletian (hükümranlık
süresi M.S. 284-305) hep sömürge insanıydılar. Trajan'la Hadrian Ispanya'da
doğup büyümüşlerdi. Diocletian da eski Yugoslavya'nın çocuğuydu. Latin kökenli
değillerdi, ilk ikisi büyük olasılıkla Berberi, Diocletian da ya Illiryalı ya
da Slav'dı. Ama insan Amerikalı George Washington'u (1732-1799), Güney Afrikalı
Jan Smuts'u (1875-1950) ya da Hintli Nawaharlal Nehru'yu (1889-1969)
Ingiltere’nin başbakanı olarak düşünebilir mi? Oysa bunların hepsi de
yaşadıkları dönemin en büyük ve en ünlü, İngilizce konuşan, İngiliz kültürü
almış siyasal liderleriydi. Onların dönemi de, sırasıyla, on sekizinci yüzyılın
sonu, Birinci Dünya Savaşı sonrası ve Churchill'in İkinci Dünya Şavaşı
sonundaki genel seçimlerde devrildiği zamandı.
Latince yazan en son iki
büyük klasik yazardan biri, St. Augustine (M.S. 354-430), bugün Cezayir diye
bildiğimiz yerde doğup büyümüştür ve büyük olasılıkla Berberi soyundan
gelmektedir. Onun çağdaşı olan St. Jerome (M.S. 340-430) de Slovendi, doğduğu
yer bugünkü Lubliana'nın pek de uzağında değildi. İlk gençlik yıllarını Alman
kesiminde geçirmiş; en önemli çalışmalarını, örneğin Incil'in Latinceye
çevirisini, Kudüs ve Beytüllahm'da yaşarken gerçekleştirmişti. Roma
İmparatorluğu'nun en uzun ömürlü mirası, bugün hâlâ Avrupa Hukukunun temeli
olan yasalarıdır (Codez luris Civilis) Bu yasalar Latince olarak yazılmış
olmakla birlikte, Rumca konuşan Konstantinopl'da, yine Rumca konuşan imparator
Jüstinyen'in (M.S. 483-565) girişimiyle, içlerinde bir tek Romalı bulunmayan
bir hukukçular grubu tarafından hazırlanmış, çünkü o sıralarda imparatorluğun
Latince konuşan batı kesimi hemen hemen Barbarlara teslim olma durum-larına
düşmüştür.
Ve Roma'nın çökmesinden
yüzlerce yıl sonra, eski imparatorluğun bilgili insanlan, hatta en dindar
Hıristiyanları bile kendilerini Romalı saymayı sürdürmüşler, kendilerini
Cicero'nun Latincesiyle eğitmişler, "Roma'nın parlak günleri"ni,
Augustus'ün, Trajan’m, Hadrian'ın dönemlerini özleyip durmuşlardır.
Amerika'nın On Üç
Sömürgesi halkı arasında, özellikle bunların "daha kaliteli" sayılanları
arasında, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında kendilerini Amerikalı değil de
İngiliz sayan pek çok kişi vardı. Bu da dünyanın en büyük modern
imparatorluklarından birinin ilk parçalanması olayıydı. Ama o Amerikalı
"sadıklar" bir istisnaydı. Meksika, Kolombia ya da Brezilya'da,
yirminci yüzyıl imparatorluklarının, yani İngiliz, Fransız, Hollanda, Japon
imparatorluklarının çöküşüne üzülen sömürge halkı sayısı pek az olmuştur. İngiltere'nin
Hindistan'daki Racalık dönemi, dikkati çekecek kadar geniş bir üst sınıf halkı
yaratmış, bu insanlar gerçek anlamıyla çift kültürlü yetişmiş, çoğu en iyi
İngiliz üniversitelerine gidip okumuş, hepsi İngiliz şiir edebiyatını,
Shakespeare'i, İngiliz hukukunu, İngiliz anayasa felsefesini ve tarihini
derinden derine öğrenmiştir. Ama bunların hiçbiri, ne imparatorluğa, ne de
kendi ülkelerinin o imparatorlukla bağlarına sahip çıkmıştır. Siyasal açıdan
özerk bir Hindistan'ı kurarken, hiçbiri bu kültürel bileşimi sürdürebilmek için
bir anayasal çözüm bulmaya kalkışmamıştır. Tam tersine, Hindistan'ın
bağımsızlığına, ayrı bir Hint ulusal devletine en adanmış, en ödün vermeyen
tahrikçiler olmuşlardır.
Bundan da şaşırtıcı
olanı, Rus İmparatorluğu'ndaki entegrasyon yokluğudur. Ukraynalılar, Beyaz
Rusyalılar, Ermeniler, Gürcüler, Almanlar; daha doğrusu (Yahudiler-le Katolik
Polonyalılar dışında) hemen hemen Avrupa'nın tüm soylarından gelen insanlar,
yüzyıllardan beri, hem Çarlık Rusyası'nda, hem de komünistlerin Rusyası'nda
eşit muamele görmüşlerdi. Tek yapacakları, Rusça öğrenmekti. Çarın
generallerinin ve bakanlarının büyük bir bölümü Alman kökenliydi. Bunun en
çarpıcı örneği, son çarın reformcu başbakanı Kont Witte'dir. Stalin, Gürcü'ydü. Sovyet ordusunun son genelkurmay başkanı da
Ukraynahydı. Ama bütün bunlara rağmen, Sovyet İmparatorluğu dağılırken ortada
hemen hiç imparatorluk yanlısı bir duygu olmadığı gibi, imparatorluk yanlısı
bir eylem de yoktur. Direnişlerin hepsi, imparatorluk adına değil,
milliyetçilik adına gösterilmektedir. Şimdi ulus devlet haline dönüşen Moldova
ve Litvanya gibi yerlere yerleşmiş olan etnik Ruslar da Moldovalı ve Litvanyalı
olmaya itiraz etmekte, kendi bağımsızlıklarını istemektedirler.
Sömürge
imparatorluklarının idari bir soyutluktan öteye geçememesi gerçeği, yani
siyasal toplum olamamaları, bunların kuruluşlarının ne kadar kolay olduğu
düşünülünce daha da paradokslu gözükmekte, insan âdetâ, "elbette"
demek gereğini hissetmektedir.
Roma İmparatorluğu her ne kadar birbirini izleyen kanlı savaşlar sonucu
kurulduysa da, modern sömürge imparatorlukları pek az savaşlar sonucu
oluşmuşlardır. Evet, İngiltere Hindistan'da savaşmıştı; ama esas olarak, Hintli
yöneticilere karşı savaşmaktan çok, Fransızlara karşı savaşmıştır. Güney
Afrika'da da Boer'lere karşı çok acı bir savaş vermişlerdir. Ama onun dışında,
İngiltere İmparatorluğu, ufak tefek çatışmalar dışında pek az şiddet sonucu
oluşmuştur, bu çatışmalar da aşağı yukarı bin İngiliz askerinden fazlasını
hiçbir zaman gerektirmemiştir.
Aynı şekilde, Rusların
da imparatorluklarını genişletme çabaları sırasında karşılaştıkları en uzun
süreli direniş, Ukrayna’da ya da on sekizinci yüzyılda aldıkları Baltık
devletlerinde veya Orta Asya'da değil, Kafkaslar'da karşılarına çıkmıştır.
Fransızların da Güneydoğu Asya ve Afrika'da kendi imparatorluklarını kurma
çabaları sırasında ufak tefek çatışmalar yer almış, bu çatışmalarda Fransa'nın
ya da herhangi bir Avrupa ülkesinin önemsiz sınır çatışmalarına yolladığı
askerlerden daha az sayıda asker savaşmıştır.
Bütün bunlara rağmen,
Avrupalı güçlerden biri (ya da Japonya) bir zayıflık belirtisi gösterdiği anda,
imparatorluğu hemen dağılmış, ulusal devletler halinde bölünmüştür. İngiltere
İmparatorluğu’nun "Beyaz Dominyonları" diye bilinen Avustralya,
Kanada, Yeni Zelanda gibi yerler, İngiliz soylarından ve kültürel
geleneklerinden büyük gurur duymalarına rağmen, sömürge olmaktan çıktıkları
anda ulus devletler olmuşlardır. Ortada başka türlü bir siyasal
entegrasyon modeli yoktur.
Modern imparatorluğun
bir entegrasyon sağlama gücü yoktur. Entegrasyonu ancak ulus devlet
gerçekleştirebilir, kendine bir politika seçebilir; yani siyasal bir devlet
olabilir, vatandaşlık yaratabilir.
Avrupa'da da tüm kıtayı
fethetmeye kalkanlardan hiçbiri, kuracakları süper devleti bir siyasal yapı
içinde entegre edemezlerdi. II. Philip'ten Stalin'e kadar hepsinin tek
yapabilecekleri, kaba kuvvetle boyun eğdirmek olabilirdi. Oysa buna rağmen,
Avrupa süper devleti kurmaya kalkanlardan üç tanesi, çok çekici gücü olan
ideolojilerle ortaya çıkmışlardı: Napoleon'un sloganı Özgürlük, Kardeşlik, Eşitlik'ti,
yani Fransız Ihtilâli'nin ilkeleriydi. Hitler'inki bir nefret, imrenme ve
Yahudi düşmanlığı ideolojisiydi (bunun çekiciliği bizim kabullenmeye
yanaşmadığımız kadar fazlaydı, Avrupa kıtasının her ülkesinde, Hitler orayı
alıncaya kadar hep direnişten çok sempati gözlemlenmesi de bundandı).
Stalin'inki de Marksist sosyalizm ideolojisiydi. Bu ideoloji yüz yıldan
beri, Hıristiyanlıktan bu yana en güçlü ve en yaygın çekiciliği
sergilemekteydi. Japonya'nın Pan-Asya süper devleti yaratma girişimi bile güçlü
bir ideolojiye dayalıydı, o da Batı düşmanı, sömürge düşmanı biçiminde
özetlenebilirdi. Ama bu girişimlerin hepsi de fethettikleri topraklarda siyasal
yapılanma oluşturamamak, siyasal kurumlaşma yaratamamak, St. Paul'ün Civis
Romanus Sum'una (Ben bir Roma vatandaşıyım) birazcık bile benzeyen
bir şey yaratamamak gibi ortak noktalar sergilemekteydiler. Unutmamak gerekir
ki St. Paul, soy olarak Yahudi, kültür ve dil olarak Rumdu, ama "Ben bir Roma vatandaşıyım," sözü daha büyük bir
iddiaydı, daha yüksek bir hukuka, coğrafi bölünümleri aşan bir siyasal kimliğe,
ırka ve dile sahip olmayı ifade ediyordu.
Bütün modern imparatorluklar ve bütün süper
devletler, ulus devleti aşmayı beceremedikleri için çökmüşlerdir, nerede kaldı
ulus devletin yerine geçebilmek.
Ama ulus devlet, imparatorlukların
ve süper devletlerin yüzyılları boyunca varlığını sürdüren tek siyasal gerçek
olmasına rağmen, son yüz yıl içinde o da kendini derinden derine
değiştirmiştir. O da şimdi artık mega devlet haline dönüşmüştür.
MEGA-DEVLETİN BOYUTLARI
1870'te ulus-devlet her
yerde galipti. Avusturya bile artık Avusturya-Macaristan olmuş, iki ulus
devletin federasyonu haline gelmişti. Ayrıca 1870'in ulus devletleri henüz
hâlâ, Bodin'in 300 yıl önce icat ettiği egemen ulus devlete benziyor, onun gibi
davranıyordu.
Oysa 1970'in ulus
devleti, yani aradan yüz yıl geçtikten sonraki ulus devlet, Bodin'in devletine
de, hattâ 1870'in ulus devletine de pek benzemiyordu. O artık mega-devlet
olmuştu. Belki 1870'teki atasıyla yine aynı familyadan bir yaratıktı, ama
mütasyon geçirdiği için, panter kediden ne kadar farklıysa, o da atasından o
kadar farklıydı.
Ulus devlet, sivil
toplumun koruyucusu olarak biçimde tasarımlanmıştı. Mega-devlet ise onun
efendisi oldu. Aşırı durumlarda, totaliter biçimlere girdiği zaman, sivil
toplumu tümüyle kaldırıp onun yerine geçti. Totaliterlikte toplumun tümü
siyasal bir toplum haline geldi.
Ulusal devlet, hem
vatandaşının hayatını ve özgürlüğünü, hem de onun mal varlığını, egemen gücün
keyfi hareketlerine karşı koruyacak biçimde tasarımlanmıştı. Mega-devlet, en az
aşırılık içeren Anglo-Amerikan uygulamasında bile, vatandaşın mal varlığını
vergi tahsildarının insafına terk etmektedir. Joseph Schumpeter'in (18831950)
1928 tarihli Der Steuerstaat (Mali Devlet) adlı yazısında işaret ettiği gibi,
mega-devlet, vatandaşların ancak devletin sarih veya zımni olarak izin verdiği
mallara sahip olmasına hoşgörü göstermektedir.
Bodin'in ulus devletinin
ilk işlevi, sivil toplumun sürdürülmesiydi; özellikle de savaş zamanında.
"Savunma" sözünün anlamı da aslında budur. Mega-devlet ise barış ile
savaş arasındaki farkı giderek bulanıklaştırmıştır. Barış yerine, ortaya
"Soğuk Savaş" çıkmıştır.
DADI DEVLET
Ulus devletten
mega-devlete dönüş on dokuzuncu yüzyılın son birkaç on yılı içinde başlamıştı.
Mega devlete doğru atılan ilk adım, Bismarck'ın 1880'lerde Sosyal devleti icat
etmesiyle atılmış oldu. Bismarck’ın amacı, hızla yükselen sosyalizm dalgasına
karşı durabilmekti. Bu cevap, bir sınıf savaşı tehdidine verilen cevaptı.
Bismarck'a kadar, hükümet yalnızca bir siyasal ajans olarak görülmüştü.
Bismarck hükümeti bir sosyal ajans haline getirdi. Onun kendi sosyal önlemleri,
örneğin sağlık sigortası, sanayi kazalarına karşı sigorta, yaşlılıktaki emekli
maaşları (peşinden onu 30 yıl arayla izleyen ve İngiliz icadı olan işsizlik
sigortası ile birlikte) aslında pek mütevazı önlemlerdi. Ama ortadaki ilke
devrimseldi. Zaten bu konuda atılan tek tek adımlardan daha önemli etkiler
yapan da o ilke oldu. Alman sağlık sigortası sisteminde, istihdam edilen bütün
insanlarla ailelerinin hastalığa karşı sigorta altına alınması gerekiyordu,
ama-sigorta şirketini kendileri seçebilirlerdi. Şirketlerin çoğu, özel sektör
kuruluşlarıydı. İngilizlerin getirdiği
işsizlik sigortası ise, devleti sigorta şirketi kılığına sokuyordu. Sosyal
Sigorta adlı kuruluş da sosyal devleti 1935-36 yıllarında ABD'ye getirdi. O da aynı ilkeye göre
düzenlenmişti. Yeni akımın diğer sosyal tedbirlerinin çoğu da, örneğin tarım
sübvansiyonları, araziyi "toprak bankası"na verme karşılığı yapılan
ödemeler gibi şeyler de öyleydi. (Bu son önlem, hem tarımsal üre-timde aşın
üretimi azaltıyor, hem de çiftçiler için bir sosyal yardım yerine geçiyordu.)
1920'lerle 1930'larda,
komünistler, faşistler ve Naziler sosyal kurumları devraldı. Ama demokrasilerde
hükümet hâlâ yalnızca sigortalamayı ya da en çok, ödemeler yapmayı seçti.
Sosyal işler yapmaktan ya da vatandaşları uygun sosyal davranışlara zorlamaktan
hâlâ büyük ölçüde uzaktı.
İkinci Dünya Savaşı'ndan
sonra bu durum hızla değişti. Devlet "sağlayıcı" olmaktan çıkıp
yönetici durumuna geldi. Geleneksel sosyal devletin en son önlemi (ve belki de
en başarılısı) ABD'deki Erlik insan Hakları'ydı ve ikinci Dünya Savaşı'ndan
hemen sonra yürürlüğe girmişti. Savaştan dönen her Amerikalı askere,
üniversiteye gitme ya da yüksekeğitim alma hakkını veriyordu. Ama hükümet bu
insanlara hangi üniversiteye gideceklerini söylemeye kalkışmadı. Kendisi
üniversite işletmeye de kalkışmadı. Eğer er üniversiteye gitmek isterse,
yalnızca parasını verdi. Hangi üniversiteye yazılacağına ve hangi dalda eğitim
göreceğine er kendisi karar veriyordu. Üniversitelerin de her başvuran eri
kabul etmek gibi bir yükümlülüğü yoktu.
Savaşı izleyen dönemin
bir başka önemli sosyal programı da İngiliz Ulusal Sağlık Servisi oldu.
Totaliter ülkelerin dışında, hükümeti sigortalayıcı ya da sağlayıcı olmaktan
bir adım öteye götüren ilk kurum buydu. Ama bu da ancak kısmen böyleydi.
Standart sağlık bakımı için, Ulusal Sağlık Servisi'nde hükümet bir sigorta
şirketiydi. Hastaya bakan doktorun parasını veriyordu. Ama doktor yine de
devlet memuru olmuyordu. Hastanın da hangi doktora gideceği konusunda bir
sınırlama yoktu.
Ne var ki, Ulusal Sağlık
Hizmeti çerçevesindeki hastaneler ve hastane bakımı tümüyle devlet tarafından
üstlenilmişti. Hastanelerde çalışan insanlar devlet memuru oldular, devlet o
hastaneleri fiilen yönetmeye başladı, işte bu adım, devletin sosyal alandaki
yeni rolüne doğru atılmış ilk adımdı. Devlet artık kural koyucu olmaktan,
sigortalayıcı, para verici olmaktan çıkıyordu. Artık yapıcı ve yöneticiydi.
1960'ta Batı'nın tüm
gelişmiş ülkelerinde, devletin tüm sosyal sorunlar ve tüm sosyal işler için en
uygun yapıcı olduğu görüşü, kabul edilmiş bir doktrin haline geldi. Hatta
sosyal alanda faaliyet gösteren özel girişime kuşkuyla bakılmaya başlandı. İyi niyetli liberaller
bunu "gericilik" ya da "ayrımcılık" olarak gördüler. ABD'de
de hükümet tüm sosyal faaliyetlerin yapıcısı oldu, özellikle de karmaşık
ırklardan gelen bir toplumda insan davranışının hükümet girişimiyle ve hükümet
emriyle değiştirilmesi amaçlandı. Totaliter devletlerin dışında bir tek ABD’de,
hükümet böyle sosyal değerleri ve bireysel davranışları değiştirmeye
kalkıyordu.
EKONOMİNİN EFENDİSİ OLARAK MEGA-DEVLET
On dokuzuncu yüzyıl
sonlarında ulus devlet artık ekonomik bir ajans haline çevrilmekteydi. İlk adımlar
ABD'de atılmıştı. Bu ülke hem iş dünyasının devlet tarafından düzenlenmesini,
hem de kapitalist bir ekonominin yeni iş kuruluşlarının devlete ait olmasını
icat etmişti. 1870'lerden başlayarak, ABD
yavaş yavaş ticari bankacılığın, demiryollarının, elektrik enerjisinin,
telefonların mevzuatını oluşturdu. On
dokuzuncu yüzyılın en orijinal siyasal icatlarından biri olan ve başlangıçta
çok da başarılı olan bu devlet düzenlemeleri, başlangıçta kesinlikle,
"bozulmamış kapitalizm" ile "sosyalizm” arasında bir
"üçüncü yol" olarak görüldü, ayrıca kapitalizmin ve teknolojinin
hızla yayılmasından kaynaklanan gerilimlere ve sorunlara bir cevap olarak
değerlendirildi.
Birkaç yıl sonra ABD,
ticari kuruluşları devlet mülkiyetine almaya başladı — önce 1880'lerde Nebraska
eyaleti, William Jennings Bryan (1860-1929) liderliğinde bu işi başlattı.
Birkaç yıl daha geçtiğinde, 1897 ile 1900 arasında, Avusturya Belediye Başkanı
Karl Lueger (18441910) de, Avusturya'nın başkentindeki tramvay şirketleriyle
elektrik ve gaz şirketlerini devletleştirdi. Tıpkı sosyalizmle mücadele etmek
için harekete geçen Bismarck gibi, Bryan da Lueger de aslında sosyalist
değillerdi. Her ikisi de ABD'de "Popülist", yani "halkçı"
diye tanımlanabilecek kimselerdi. Her ikisi de devlet mülkiyetinde, hızla
tırmanan sınıflar arası savaşı, yani "sermaye" ile "emek"
arası savaşı yatıştıracak bir unsur görmekteydiler.
Ama on dokuzuncu
yüzyılda, hatta 1929'a gelinceye kadar, devletin ekonomiyi yönetmesi bir yana,
durgunluk ve depresyonu yönetmesi kavramına bile inanan pek az insan vardı,
iktisatçıların çoğu, piyasa ekonomisinin "kendi kendini
düzenleyebilen" bir mekanizma olduğu kanısındaydı. Sosyalistler bile
ekonominin, özel mülkiyet kalkar kalkmaz, kendi kendini düzene sokabileceğine
inanmaktaydılar. Ulus devletin ve hükümetinin görevi, ülkeyi istikrar içinde,
vergileri düşük tutarak, tutumluluğu ve tasarrufları teşvik ederek, ekonomik
büyümeye uygun bir "iklim"i sürdürmekten ibaretti. Ekonomik gidiş,
yani ekonomik dalgalanmalar, hiç kimsenin kontrol edebileceği bir şey değildi;
bunun nedenlerinden en belirgini de, dalgalanmalara yol açan olayların ulus
devlet içindeki olaylar olmayıp, dünya piyasası olayları oluşuydu.
Dünya ekonomik krizi
geldiğinde, ulusal hükümetin ekonomik gidişi kontrolü altına alması gerektiği
inancı doğdu. John Maynard Keynes (1883-1946) ilk önce, ulusal ekonominin, en
azından orta boy ve büyük ülkeler için, dünya ekonomisinden ayrı bir şey
olduğunu söyledi. Ardından, bu tek başına duran ulusal ekonominin, tümüyle
hükümet politikalarıyla, yani hükümet harcamalarıyla belirlendiğini ortaya
attı. Bugünün iktisatçıları da yani Friedmanistler, arz-cephesi taraftarları ve
diğer post-Keyneyçiler, diğer konularda Keynes'ten ne kadar ayrılırlarsa
ayrılsınlar, bu iki noktayla ilgili olarak Keynes'i izlemektedirler.
Ulus-devleti ve onun hükümetini hepsi ulusal ekonominin efendisi, ekonomik
gidişin kontrol edici gücü olarak görürler.
MALİ DEVLET
Bu yüzyılın iki dünya
savaşı, ulus-devleti "mali devlet" haline getirdi. Birinci Dünya
Savaşı'na kadar tarihte hiçbir devlet, savaş zamanında bile, ülkenin ulusal
gelirinin pek küçük bir parçasından fazlasını, örneğin % 5 ya da 6'sından
fazlasını halkından almayı başaramamıştı. Ama Birinci Dünya Savaşı'nda, savaşa
katılan ülkelerin her biri, en yoksulu bile, devletin halkından sızdırabileceği
paranın sınırı olmadığını öğrendi. Esasen Birinci Dünya Savaşı'na kadar, savaşa
katılan tüm ülkelerin ekonomileri de tümüyle parasallaşmıştı. Sonuç olarak en
yoksul iki ülke olan Avusturya-Macaristan ve Rusya bile, Birinci Dünya Savaşı
yıllarının büyük bölümü boyunca, nüfuslarının yıllık gelirinden daha fazlası
kadar vergi toplayıp borç alabildiler. Yüz yıllardan beri diyemesek bile, on
yıllardan beri birikmiş sermayeyi likide etmeyi başarıp onu savaş malzemesi
haline çevirdiler.
Joseph Schumpeter o
sıralar henüz Avusturya'da yaşamaktaydı. Olup biteni derhal fark etti. Ama geri
kalan iktisatçıların da, çoğu hükümetlerin de bir derse daha ihtiyaçları vardı,
o da İkinci Dünya Savaşı’ydı. İşte ondan sonra da bütün gelişmiş ülkeler,
gelişmekte olan ülkelerin çoğu "mali devlet" haline geldiler. Bir
hükümetin vergi olarak toplayabileceği ya da borç olarak alabileceği miktarın
ekonomik sınırları olmadığına inandılar, dolayısıyla da hükümetlerin
harcayabileceği paranın da sınırı olamayacağı düşüncesi bunu doğal olarak
izledi.
Schumpeter'in işaret
ettiği nokta şuydu: Dünyada hükümetler var olalı beri, her bütçe süreci, önce
elde edilebilecek gelirlerin bir değerlendirmesiyle başlardı. Harcamaların
sonradan bu gelirlere uydurulması gerekirdi. "İyi niyetli ve yararlı"
amaçların da sonu gelmeyeceğine göre, yani harcamalara yönelik talep sınırsız
olduğuna göre, bütçeleme süreci genellikle, hangi noktada "hayır"
denileceğine karar vermek demekti. Gelirlerin sınırlı olduğu bilindiğine göre, hükümetler,
ister demokrasi, ister Rusya'daki Çarlık gibi mutlak monarşi olsun, büyük
baskılar altında iş görürlerdi. Bu baskılar, hükümetlerin sos-yal bir kurum
olmasını ya da ekonomik bir kurum olmasını imkânsız hale getiriyordu.
Ama Birinci Dünya Savaşı'ndan
sonra, daha çok da ikinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, bütçeleme sürecinin anlamı
değişti, "evet" demek anlamına gelmeye başladı.
Geleneksel olarak
hükümet, siyasal toplum, ancak sivil toplumun gönlünden kopan miktarı elde
edebiliyor, onu da çok dar sınırlar içinde, milli gelirin çok küçük bir yüzdesi
olarak alabiliyordu, çünkü parasallaştırabildiği ancak o kadardı. Ancak o
kadarı vergilere ve borçlara çevrilebiliyor, dolayısıyla da hükümetin geliri
olabiliyordu. Oysa yeni durumda, hükümetin alabileceği gelirin ekonomik
sınırları olmayacağına göre, hükümet artık sivil toplumun efendisi durumuna
geliyor, onu yoğurup biçimlendirebilme gücünü kazanıyordu. Hepsinden önemlisi,
vergileri ve harcamaları kullanarak hükümet artık toplumun gelirini
"yeniden dağıtıma" tabi tutabiliyordu. Cüzdanının gücüyle hükümetin,
toplumu politikacının imajına göre biçimlendirebileceği görülüyor, ya da en
azından böyle yapabileceği vaat ediliyordu.
Ama yeni durumda bir
yandan da milli gelirin devlete ait bir şey olduğu, bireylere de hükümet onlara
ne vermeye razı olursa o kadarının düşeceği gibi bir durum ortaya çıkıyor,
olayı böyle görmek giderek kolaylaşıyordu. 1914'ten
önce, hatta 1946'dan önce hiç kimse "vergi gedikleri" diye bir şeyden
söz etmemişti. İlk
günlerde her şeyin bireye ait olduğu varsayılmakta, mükellefin siyasal
temsilcileri tarafından sarih biçimde hükümete (yani ya mutlak bir hükümete ya
da bir parlamentoya) kanalize edilmedikçe böyle kalacağı kabul edilmekteydi’.
Ama "vergi gedikleri" sözü bunun tam tersini
göstermekte, her şeyin hükümete ait olduğuna, mükellefte kalacağı sarih biçimde
belirtilmedikçe de öyle olacağına işaret etmekteydi. Mükelleflerin elinde
kalan, hükümetin olgunluğundan ve cömertliğinden ötürü almayıp bırakmayı uygun
gördüğüydü, o kadar.
Tabii
bunun böyle olduğu ancak Komünist ülkelerde su yüzüne çıktı. Ama ABD'de bile,
özellikle Kennedy döneminde, Washington bürokrasisinde ve Washington
çevrelerinde her şeyin hükümete ait olduğu, ancak hükümetin sarih biçimde
mükellefte kalabileceğini belirttiği miktarın kişilerde kalabileceği, bilgelik
içeren bir görüş olarak kabul edilmişti.
SOĞUK SAVAŞ DEVLETİ
Sosyal Devlet;
ekonominin efendisi olan devlet ve mali devlet; bunların hepsi de sosyal ve
ekonomik sorunlardan, sosyal ve ekonomik kuramlardan gelişmiş şeylerdi.
Mutasyonların en sonuncusu, yani mega-devleti, Soğuk Savaş Devleti’ni yaratan
değişim ise, teknolojiye cevap olarak gelişmişti. Bunun ilk kaynağı, 1890'larda
Almanya'da alınan bir karardı ve kararın konusu da barış zamanında deniz
kuvvetleriyle ilgili çok büyük bir caydırıcı güç oluşturmaktı. Silahlanma
yarışı ilk önce buradan başladı. Almanlar çok büyük bir siyasal risk
aldıklarının farkındaydılar. Hatta Alman politikacılarının çoğu da bu karara
karşı direndi. Ama Alman amiraller, teknolojinin kendilerine başka çare
bırakmadığı kanısındaydılar. Modern bir donanma demek, çelik gemiler demekti.
Bu tür gemilerin de barış zamanında yapılması gerekirdi. O zamana kadarki
geleneğe göre bu işi savaş çıkana kadar bekletirlerse, iş işten geçmiş olacaktı.
Aşağı yukarı 1500
yılından bu yana, şövalyelerin modası geçtiği anda, silahlar artık normal barış
dönemi tesislerinde yapılır olmuş, bu tesislerin değişmesi ya hiç gerekmemiş ya
da bunlar çok kısa bir sürede gerektiği biçimde uyumlandırılmıştı. Amerikan
İç Savaşı'nda toplar hâlâ barış günlerinde kullanılan ve sonradan alelacele
değiştirilen atölye ve fabrikalarda dökülüyordu ve bu işe savaş başlandıktan
sonra geçilmişti. Tekstil fabrikaları hemen hemen bir gece içinde, kumaş yerine
üniforma çıkarmaya başlamıştı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında
yer alan iki büyük savaşta, yani Amerikan İç Savaşı'yla (1861-1865)
Fransız-Prusya Savaşı'nda (1870-1871), çarpışanlar hâlâ daha çok sivillerdi.
Üniformalarını sırtlarına, cepheye gitmeden birkaç hafta önce giymiş
insanlardı.
Alman amirallerin
1890'da ileri sürdüğü şey, modern teknolojinin artık bütün bunları değiştirdiği
yolundaydı. Savaş ekonomisi artık barış ekonomisinin bir uyumlandırması olmakla
yetinemezdi. İkisinin birbirinden ayrı olması şarttı. Daha savaş patlamadan çok
önce, silahlar da, savaşacak askerler de hem de bol sayıda olmak üzere, var
olmak zorundaydılar. Bunların her ikisinin de üretimi giderek daha çok zaman
almaya başlamış-tı.
Alman görüşünün içinde
gizli olan bir başka nokta da, "savunma" sözünün artık çatışmaları
sivil toplumdan ve sivil ekonomiden uzak tutmak anlamına gelmediğiydi. Modern
teknolojinin koşulları altında savunma, sürekli bir savaş toplumu ve sürekli
bir savaş ekonomisi demekti. Yani "soğuk savaş durumu" demekti.
Yüzyılımızın başında en
keskin siyasal gözlemcilerden biri olan Fransız sosyalist lider Jean Jaures
(1859-1914), bunu Birinci Dünya Savaşı'ndan önce bile anlamıştı. Woodrow Wilson
(1856-1924) aynı şeyi Birinci Dünya Savaşı'ndan öğrendi. Milletler Cemiyeti
kurulması çağrısının altında yatan da buydu; Wilson sürekli bir kuruluşun
ulusal silahlanmaları izlemesini istiyordu. Askeri yığmaları silahlı kontrolün
bir yolu olarak ele alan ilk girişim ise, yarıda kalan 1923 tarihli Washington
Deniz Silahları Konferansı'ydı.
Ama İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra bile, ABD birkaç yıl boyunca normal barış durumuna dönmeye
çalıştı. Mümkün olduğu kadar hızla silahsızlanmaya uğraştı. Tabii Truman ve
Eisenhower yıllarında Soğuk Savaş'ın gelişi bunu da değiştirdi. O zamandan beri
de Soğuk Savaş Devleti, uluslararası siyasetin en güçlü kurumu halinde kaldı.
1960'ta mega-devlet
artık gelişmiş ülkelerde siyasal bir gerçekti; hem de her yönüyle; yani hem
sosyal kurum olarak, hem ekonominin efendisi olarak, hem mali devlet olarak ...
ve çoğu ülkede de Soğuk Savaş Devleti olarak.
JAPON İSTİSNASI
Bunun bir istisnası
Japonya'dır. "Japonya Inc."in gerçeği ne olursa olsun (zaten bu
terimin Batı'daki anlaşılma biçiminde hiçbir doğru yan da yoktur) Japonlar İkinci Dünya Savaşı bittiğinde soğuk
savaş devleti'ne dönüşmediler. Hükümetleri ekonominin efendisi olmaya
kalkışmadı. Toplumun efendisi olmak gibi bir iddiası da olmadı.
Daha çok, esasta on dokuzuncu yüzyıl türü geleneksel bir dünyanın uğradığı
korkunç yenilgiden sonra, kendi kendini onarmaya koyuldu. Askeri açıdan tabii
Japonya'nın başka seçeneği de yoktu. Ama Japonya hiç sosyal program da
başlatmadı. Bir tek, ulusal sağlık sigortası başlatıldı, o da zaferi kazanan
Amerikalılar tarafından işgal sırasında başlatıldı. Japonya, sanayileri
devletleştirmedi. Hatta 1980'lerde Margaret Thatcher'ın İngiltere'de
başlattığı "özelleştirme"ye kadar, daha önceden devletleştirilmiş
olan sanayileri özel mülkiyete devreden (örneğin çelik sanayiini) bir tek
Japonya olmuştu.
Geleneksel siyasal teori
açısından baktığımızda, yani on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllardaki siyasal
teorilere dayanarak baktığımızda, Japonya kesinlikle "devletçi" bir ülkeydi. Ama onun devletçiliği,
Almanya'nın ya da Fransa'nın 1880'lerde, 1890'lardaki devletçiliği gibiydi,
İngiltere ve ABD'deki duruma benzemiyordu. Çok geniş bir memur kesimi vardı
(ama genel nüfusa oran açısından yine de İngilizce konuşan ülkelerdeki
memuriyetler kadar geniş değildi). Tıpkı 1890 Almanyası'nda, 1890
Avusturya-Macaristanı'nda, 1890 Fransası'nda olduğu gibi, hükümet hizmetinde
çalışmak çok saygın ve itibarlı iş sayılıyordu. Japonya'da hükümet, büyük
şirketlerle yakın işbirliği içinde çalışırdı. Bu da kıta Avrupası
hükü-metlerinin on dokuzuncu yüzyıl sonlarındaki tutumundan farklı değildi.
Hatta Amerikan hükümetinin yüzyılımız başlarında sanayi ve tarım kesimleriyle
olan yakınlığından da pek farklı değildi.
Eğer mega-devlet bir
norm olarak alınırsa, yani siyasal sistemleri yargılarken teorileri değil de
gerçekleri kıstas olarak alırsak, Japonya, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en
sınırlı hükümetin, hatta en çekingen hareket eden hükümetin sahibi olan
ülkedir. On dokuzuncu yüzyıl ölçütlerine göre, son derece güçlüdür. Ama
yirminci yüzyılda değişen kavramlara göre, daha az göze çarpan bir hükümettir. Japon hükümeti bugün bile hâlâ daha çok bir "koruyucu"
durumundadır.
İkinci Dünya Savaşı'nın
sonundan 1970'lerin ortalarına kadar geçen otuz yıl boyunca, dünyanın tümü
Mega' devlete doğru gitmeye başladı.
Japonya bunun istisnası
oldu. Başka her yerde, mega-devlete doğru gidiş evrenseldi, tüm gelişmiş
ülkelere yayılmış durumdaydı. Gelişmekte olan ülkeler de çabucak gelişmiş
ülkelerin peşine takıldılar. Çöken bir imparatorluğun kalıntıları arasından ne
zaman yeni bir ulus devlet doğacak olsa, hemen bir askeri politika benimsiyor,
yani savaş zamanına özgü askeri birikimini barış zamanında oluşturmaya
başlıyor, belki savaş çıkarsa diye, gerekli ileri silahları yapmaya, en azından
tedarik etmeye koyuluyordu. Bir yandan da derhal toplumu kontrolü altına alma
çabasına girişiyordu. Yeniden gelir dağılımı sağlamak için bir vergi
mekanizması oluşturuyordu. Son olarak da hemen hemen istisnasız, ekonominin
yöneticisi, büyük ölçüde de sahibi olmaya çalışıyordu.
Siyasal özgürlük,
düşünce özgürlüğü ve dinsel özgürlük kavramlarına gelince, totaliter ülkeler
(özellikle de Stalinist ülkeler) ile demokrasiler (aslında bu söz uzun yıllar
boyunca yalnızca İngilizce konuşan ülkeleri anlatmak için kullanılmıştı)
tümüyle bir antitez oluşturmaktaydılar. Ama altta yatan hükümet teorisi
açısından, bu sistemler tür olarak farklı olmaktan çok, derece olarak
farklıydılar. Demokrasiler bir şeyin nasıl yapılacağı konusunda farklılık
gösteriyorlardı. Nelerin yapılması gerektiği konusuna gelince, orada
gösterdikleri farklılık biraz daha azdı. Hepsi de hükümeti toplumun efendisi,
ekonominin efendisi olarak görmekteydiler. Barışı da hepsi "soğuk
savaş" olarak görüyorlardı.
MEGA-DEVLET İYİ İŞLEDİ Mİ?
Acaba iyi işledi mi?
En aşırı durumlarda,
totaliterlikte (ister Nazi, ister komünist türü olsun), kesinlikle tümüyle
başarısız olduğu kesindir ve ortada bir tek başarılı özelliği bile
görülmemektedir. Soğuk savaş devleti'nin Sovyetler Birliği için başarılı olduğu
ileri sürülebilir. Kırk yıl boyunca bu ülke askeri bir süper güç olmuştur. Ama
askeri kurumların ekonomik ve sosyal yükü de dayanılamayacak kadar büyük
olmuştur. Bunun sonunda komünizmin de Rus İmparatorluğu'nun tümünün de çöküşüne
büyük katkılarda bulunduğu da kesindir.
Ama acaba mega-devlet,
daha ılımlı biçimiyle geldiğinde iyi işlemiş midir?
Batı Avrupa'nın gelişmiş ülkelerinde ve ABD'de başarılı
olmuş mudur?
Buna verilebilecek
cevap; diğerinden pek de iyi olmadığı biçimindedir. O da Hitler'in
Almanyası'ndaki ya da Stalin'in Rusyası'ndaki kadar büyük bir fiyasko
yaratmıştır.
Mega-devletin en
başarısız olduğu alan da ona mali devlet olarak bakıldığında görülür. Bir kere
anlamlı bir gelir dağılımı sağlamayı hiçbir yerde başaramamıştır. Hatta son
kırk yılın Pareto Kanunu'nu onaylar biçimde geçtiği de söylenebilir. Bu kanun,
İsviçre-İtalyan soyundan gelmiş bir iktisatçı olan Vilfredo Pareto'nun
(1848-1923) adıyla anılmaktadır. Bu iktisatçıya göre, toplumun belli başlı
sınıfları arasındaki gelir dağılımını saptayan yalnızca iki unsur vardır; biri
toplumun kültürü, diğeri de ekonomideki verimlilik düzeyidir. Ekonomi ne kadar
verimli olursa, gelirlerdeki eşitlik de o kadar iyi olur. Verim ne kadar
azalırsa, gelir eşitliği de o kadar azalır. Pareto Kanunu'na göre vergiler bunu
değiştiremez. Ama mali devlet'i savunanlar, bu savunmalarını büyük ölçüde,
vergilerin gelir dağılımını etkin ve kalıcı biçimde değiştirebileceği iddiasına
dayandırmışlardır. Tabii son kırk yıl boyunca yaşadığımız tecrübeler bu iddiayı
haksız çıkarmaktadır.
En açık seçik örnek,
Sovyetler Birliği'ndedir. Resmi olarak eşitliğe adanmış olan bu devlet, çok
geniş bir imtiyazlı memurlar nomenklatura'sı kurmuş, bu kişiler Çarlık
dönemindeki zenginlerle bile karşılaştırılamayacak yüksek gelirler elde
etmişlerdir.
Sovyet verimliliği ne kadar durgunlaşırsa, Sovyetler
Birliği'ndeki eşitsizlik de o kadar artmıştır. Ama ABD de iyi bir örnek
oluşturmaktadır. Amerika'da verim arttığı sürece, yani 1960'ların, hatta
1970'lerin sonlarına kadar, gelir dağılımındaki eşitlik de hızla artmıştır.
Gerçi zenginler daha zenginleşmeyi sürdürmüşlerdir ama, fakirler daha büyük bir
hızla zenginleşmişlerdir. Ama verim artışları yavaşladığı ve durduğu zaman, yani Vietnam
Savaşı'nın başlamasından itibaren, ABD'de gelir eşitsizliği artmaya başlamış,
vergi de bunu değiştirecek hiçbir katkı getirememiştir.
(Türkiyedede PKK çıktıktan sonra aynı durum olmuştur.) Nixon ve Carter
yıllarında zenginlerden çok ağır vergiler alınması, daha sonra Reagan
yıllarında zenginlerin vergilerinin hafiflemesi de hiçbir şeyi
değiştirmemiştir. İngiltere'de de aynı şekilde, eşitliğe adanmışlık iddialarına
rağmen, hatta gelir eşitsizliğini en aza indirmek üzere tasarımlanmış vergi
sistemine rağmen, verim artışının kesildiği son otuz yıl içinde gelir dağılımı
giderek daha eşitliksiz duruma gelmiştir.
Tüm rüşvet skandallerine ve bunların getirdiği
sarsıntılara rağmen, bugün en eşitlikçi ülke Japonya'dır; yani verimin en hızlı
arttığı, gelirleri vergi yoluyla eşitleme konusunda da en az çabanın
gösterildiği ülkedir.
Mega-devletin ve modern
ekonomik teorinin diğer ekonomik iddiası, yani eğer hükümet Gayri Safi Milli
Hasıla'nm büyük kısmını kontrolü altında tuttuğunda ekonominin başarıyla
yönetilebileceği iddiası da asılsız çıkmış, asılsızlığı kanıtlanmıştır.
Anglo-Amerikan ülkeleribu teoriye sımsıkı sarılmış ülkelerdir. Ama yine de bu
ülkelerin ekonomilerindeki durgunluk dönemlerinin sayısı düşmediği gibi, bu
durgunlukların ciddiyeti azalmamış, süreleri de kısalmamıştır. Durgunluklar on
dokuzuncu yüzyılda ne kadar çok oluyor, ne kadar uzun sürüyorsa, yine öyle
devam etmiştir. Modern ekonomik teoriyi benimsemeyen ülkelerde (Japonya da,
Almanya da bu teoriyi benimsememişlerdir), durgunluklar daha seyrek olmuş,
ciddiyeti daha az olmuş, süreleri de kısalmıştır. Hükümetin verdiği açığın veya
fazlalığın büyüklüğü, yani hükümet harcamaları sayesinde ekonominin etkin biçimde
yönetilebileceğine ve devresel dalgalanmaların etkin olarak azaltılabileceğine
inanan ülkeler bu işten zararlı çıkmışlardır.
Mali devlet’in tek
sonucu, kendine amaç edindiği şeyin tam tersi olan bir sonuçtur. Bütün gelişmiş
ülkelerdeki ve gelişmekte olan ülkelerin de çoğundaki hükümetler o kadar çok harcama yapar duruma
gelmişlerdir ki, durgunluk gelip çattığında bu harcamalarını daha çok artıramaz
halde yakalanmışlardır. Oysa modern ekonomik teoriye göre o an, daha çok harcama yapıp satın
alma gücünü arttıracakları, ekonomiye bu yolla canlılık getirecekleri andır. Ne
var ki, gelişmiş ülkelerin hepsinde hükümetler vergi alma ve borçlanma
yeteneklerinin sınırına varmış durumdadırlar. Bu sınıra zaten ekonominin en
parlak döneminde varmışlardır. Yani modern ekonomik teoriye göre, fazlalıklar
biriktiriyor olmaları gereken dönemde. Demek ki mali devlet, harcamalarıyla kendini iktidarsız duruma
düşürmektedir.
Mali devlet'in bir başka
iddiası daha, yine geçersiz çıkmıştır. Keynesçi ve post-Keynesçi teorinin
merkezini oluşturan inanç, en önemli şeyin toplanan tüm vergilerin hacmi
olduğunu ileri sürer. Oysa son kırk
yıl bize, ne kadar vergi alındığından çok, neyin vergilendirildiğinin daha
önemli olduğunu göstermiştir. İktisatçıların
vergi ensidansı dedikleri şey, İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomistleri
tarafından tiksintiyle reddedilen bir kavram olduğu halde, burada ön plana
çıkmaktadır. (Bu konuda bkz. Bölüm 8.)
TALANCI DEVLET
En kötüsü de mali
devletin "Talancı Devlet" haline gelmiş olmasıdır. Eğer bütçe yapımına
harcamalarla başlanıyorsa, hiçbir mali disiplin yok demektir. Hükümet harcamaları bu sefer de politikacıların oy satın alması
için kullanılmaya başlanır. Ancien
Regime’e yöneltilen en büyük suçlamalar, on sekizinci yüzyılda kralın devlet
hâzinesinden para alıp kendi hoşlandığı saraylı kadınları zengin etmesi
yönündedir. Seçimle gelen yasama organı üyelerinin mali konuda hesap vermesi,
özellikle de bütçeyle ilgili hesap vermesi ilkesi getirilmiş, böylelikle
hükümete hesap verme kavramının aşılanmasına, saraylıların hazine yağmasının
durdurulmasına çalışılmıştır, mali devlet'te ise bu yağma, politikacılar
tarafından, kendilerinin yeniden seçilebilmelerini garantiye almak amacıyla
yapılmaktadır.
ABD bütçesinin, yani
federal, eyalet ve belediye bütçelerinin daha da büyük bir kısmı, çok küçük
yerel seçmen gruplarına, örneğin Kuzey Carolina'daki tütün çiftçilerine,
Georgia'daki daha bile az sayıdaki yerfıstığı yetiştiricilerine, Louisiana'daki
şekerkamışı çiftçilerine, Orta-Batı'nın demode sanayilerine verilen sübvansiyonlara gitmektedir. Paralar emekli
olup sosyal sigorta'dan maaş alanlar arasından en zengin % 5'e gitmekte, hiçbir
ekonomik amaca yaramayan bir kanal ya da barajın yapımı için kamulaştırılan
arazilerin bedeli olarak ödenmekte, ya da bir askeri üsse bitişik olan, ama
hiçbir askeri önemi bulunmayan ufacık bir kente verilmektedir. Amerika'da
hükümet harcamalarının ne kadarının, kamu politikasıyla ilgisi bulunmayan,
hatta birçok durumda kamu politikasına ters düşen işlerde kullanılacağı
bahanesiyle seçmenlere özel iyilikler olarak dağıtıldığını bilmeye olanak
yoktur. Ama bu tür uygulamalar, federal bütçede de, eyalet bütçelerinde
de oldukça yüksektir. Hatta kimsenin tahmin edemeyeceği kadar yüksektir. Japonya'da
politikacıların rolünün giderek, hâzineden büyük paralar alıp az sayıdaki kendi
seçmenlerine dağıtan kişi olarak görülmesi, skandal biçiminde ortaya
çıkmaktadır. Bu paralar, sonu hiçbir yere varmayan sürat yollarına, tarlada
şunu yetiştirip bunu yetiştirmeme sübvansiyonlarına falan gitmektedir.
Oy satın
alma talanının en atak ve en dev örneği 1990'da Almanya'da yaşanmış, Şansölye
Helmut Kohl, kendi yeni seçim bölgesi sayabileceğimiz Doğu Almanya'dan oyları
(hem de başarıyla) satın alabilmek için ülkesinin üzerine barış dönemlerinde
görülmüş en büyük kamu borçlanmasının yükünü bindirmiştir.
Demokratik hükümetin esas ilkesi sanki seçilmiş temsilcilerin
ilk görevi, kendi seçmenlerini kaprisli bir hükümete karşı korumakmış gibi
gözükmektedir. Böylelikle talancı devlet özgür bir toplumun temellerini oymaktadır. Seçilmiş temsilciler kendi seçmenlerini besleyip özel çıkar
gruplarını zengin etmekte, böylelikle onların oyunu satın almaktadırlar. Bu
durum, vatandaşlık kavramının inkârıdır ve giderek öyle görülmeye de
başlanmıştır. Temsili hükümetin temellerini kemirdiği de kullanılan oy
sayısının azalmasından belli olmaktadır. Çeşitli ülkelerde devletin ve
hükümetin rolüne, genel olarak politikaya gösterilen ilginin azalmasından da
belli olmaktadır. Seçmenler giderek daha çok, "bu işten benim çıkarım
ne?" kavramına göre oy verir duruma gelmektedirler.
1918’de Joseph
Schumpeter, mali devlet'in sonunda hükümeti hükümet edemez duruma düşüreceğini
söyleyerek uyarıda bulunmuştur. On beş yıl sonra Keynes çıkmış, mali devlet'i
en büyük özgürleştirici olarak selamlamış, artık harcamaların sınırlı olmadığı
müjdesini vermiş, bu yüzden Mali Devlet'teki hükümetin bundan böyle etkin bir
yönetim yapabileceğini bildirmiştir. Şimdi anlıyoruz ki; meğer Schumpeter
haklıymış.
Sosyal alanı dikkate
aldığımızda, mega-devletin bu konuda, ekonomik alanda olduğundan biraz daha
fazla başarı gösterdiğini görebiliyoruz. Ama yine de geçer not almış sayılamaz.
Daha doğrusu, iyi sonuç getirmiş olan sosyal eylemlerle politikaların hepsi,
mega-devlet doktrinine uymayanlar olmuştur. Bunlar hep, daha eski kuralları,
daha eski kavramları izleyen sosyal politikalardır. Ya düzenleyici sosyal
politikalardır ya da sağlayıcı sosyal politikalardır. Hükümetin yapıcı haline
geldiği sosyal politikalar değildir. Hükümetin yapıcı olduğu sosyal
politikaların hiçbiri başarılı olmamıştır.
İngiliz Ulusal Sağlık
Sistemi'nde, doktorlara tedavi ettikleri hastalar için para ödeme bölümü çok
iyi işlemektedir. Ama diğer bölüm, yani hükümetin hastaneleri işletmesi, sağlık
bakım hizmetleri vermesi bölümü, peşpeşe sorunlar çıkaran bir alan olmuştur. Maliyetler çok
yüksektir, sağlık bakım giderlerinin en büyük hızla yükseldiği ülkelerle
yarışmakta, hepsini de geçmektedir. Hastalar seçmeli ameliyatlar için, yani
ciddi bir durumu düzeltmekle ilgili olan, ama hayatı tehdit etmeyen, örneğin
kalça çıkığını yerleştirmek gibi, prolaps rahimleri düzeltmek ya da gözdeki
kataraktı almak gibi ameliyatlar için yıllarca beklemek zorunda kalmaktadırlar.
Aradan geçen bu süre içinde hastanın ağrısı olması ya da sakat durumda
beklemesi hiçbir şeyi değiştirememektedir. Hükümetler yapıcı olarak öylesine
beceriksizleşmişlerdir ki, bugün artık İngiliz hükümeti, kendi hastanelerini,
hastaları başka hastanelere sevk etmeleri için teşvik etmektedir. Hükümet tıpkı
doktorlara para ödediği gibi hastanelere de para ödeyecek, ama hastane işletme
işini artık bırakacaktır. Çok öğretici bir başka örnek de Amerika'daki
Yoksullukla mücadele politikalarıdır. Bunları Başkan Johnson, çok iyi
niyetlerle, 1960'ların ilk yarısında başlatmıştır. Bu programların bir tanesi
iyi işlemiştir, o da dezavantajları olan, çoğu da siyah olan okul öncesi
çocuklarına öğretim veren bazı bağımsız, yerel olarak yönetilen kuruluşlara
para veren Headstart programıdır. Hükümetin kendisi tarafından uygulanan
programların ise hiçbiri sonuç vermemiştir.
Son 10 ya da 15 yılın en
başarılı sosyal politikaları, hükümetlerin (özellikle de yerel yönetimlerin)
işi başkalarına, bir şirkete ya da kâr amacı gütmeyen bir kuruma yaptırdığı
projeler olmuştur. Dışarıya yaptırılan işleri içeren programlarda başarılı
olanların sayısı hızla yükselmektedir. Başlangıçta sokakları temizlemek gibi
işler dışarıya yaptırılırdı. Ama artık ABD hükümeti, Headstart gibi, genç
suçluların rehabilitasyonu gibi sosyal programları da dışarıya yaptırmaya
başlamıştır. Ve en azından ABD'de, okul işletmek de giderek daha büyük ölçüde
dışarıya verilecektir. ABD giderek daha çok, anababaların eline bir
"voucher" vermek, çocuklarını yollayacakları resmi hatta özel
okulları onlara seçtirmek, sonra parayı devletten, ya okula ya da ana-babaya
ödetmek yolunda ilerlemektedir. Başka bir ifadeyle, bizler kırk yıl önce Er
İnsan Hakları Yasası'ndan öğrendiğimiz şeyi, ilkokul eğitimine uygulamaya
başlıyoruz. Hükümet kuralları koyuyor, hükümet standartları koyuyor, hükümet
sağlıyor. Ama hükümet işi kendisi yapmıyor.
SOĞUK SAVAŞ DEVLETİ: BAŞARININ BAŞARISIZLIĞI
Soğuk savaş devleti,
"barış"ı garantiye almaz. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde de
tarihin başka dönemlerindeki kadar çok sayıda "küçük" anlaşmazlıklar
çıkmış, hem de bütün dünyada çıkmıştır. Ama soğuk savaş devleti, büyük ve
dünyasal bir savaşı önlemeyi başarmış, bunu elindeki o korkunç askeri güce ...
rağmen değil de onun sayesinde başarmıştır.
Silahlanma yarışı, silah
kontrolünü mümkün kıldı. Bunun sonucunda, modern tarihin en uzun süreli
"büyük savaşsız" dönemi yaşandı. Büyük güçler arasında bir askeri
çatışma olmaksızın yaşadığımız süre elli yıldır. Napoleon Savaşları'ndan sonra
Viyana Kongresi tarafından sağlanan barış dönemi, günümüzün Henry Kissinger
gibi realpolitik yanlıları tarafından çok alkışlanmasına karşın, büyük güçleri
ancak otuz sekiz yıl kontrol altında tutabilmiş, 1815'te başlayan barış dönemi,
1853'te Kırım Savaşı'nın başlamasıyla sona ermiştir. Daha sonra, yaklaşık yirmi
yıl devam eden önemli çatışmalar gelmiştir; Amerikan İç Savaşı, Prusya ile
Avusturya arasındaki savaş, Fransa-Almanya Savaşı birbirini izlemiştir.
1871'den 1914'e kadarki dönemde büyük güçler 43 yıl boyunca birbiriyle
savaşmamışlardır (bir istisnası belki 1905'te Japonya'yla Rusya arasındaki
savaş olabilir, ama Japonya zaten o savaşın bitimine kadar büyük güçler
arasında sayılmamaktaydı). Birinci Dünya Savaşı’yla İkinci Dünya Savaşı
arasında geçen süre yalnızca yirmi bir yıldır. 1945'i izleyen ve büyük güçlerin
birbiriyle savaşmasından arınmış olarak geçen yaklaşık elli yıllık süre bu
nedenle bir rekordur. Büyük güçler Soğuk Savaş Devleti haline geldikleri için
silahlanmayı kontrol altında tutabilmiş, askeri güçlerin birinden birini büyük
çatışma riskine sokacak biçimde üstünlük sağlamamasına özen göstermişlerdir.
En iyi örnek, Küba füze
krizidir. Bu krizin nedeni daha çok Başkan Kennedy’nin Berlin Duvarı'nda
Rusya'ya karşı durmama gibi bir yanlış karar vermesinden ve Küba'daki Domuzlar
Körfezi olayındaki kararsızlığından ve yanılgısından kaynaklanmıştır. Kruşçev
bu tutumu görünce, ABD'nin dize geleceğini, Küba'da Rusya’nın bir nükleer füze
üssü kurmasına, yani Batı yarıküresindeki ilk Rus nükleer füze üssünü kurmasına
izin vereceğini düşünmüştür. Ama ABD'nin böyle bir tahrike asla pabuç
bırakmayacağı belli olduğu anda, Ruslar hemen geri basmışlardır. Ardından da
Kruşçev, yanılgıya düştüğü ve bir başka büyük güçle çatışma riskine girdiği
için kendi askeri kesimi tarafından hemen devrilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı'nın
bitiminden bu yana geçen elli yıl, soğuk savaş devleti'nin hangi varsayımlar
üzerine temellendirildiğini açık seçik kanıtlamış durumdadır. Modern savaş
silahları artık, barış zamanında gereken mallan da üretebilen tesislerde
yapılamamaktadır, ikinci Dünya Savaşı'nda bile yapılan bir şeyi tekrarlayarak,
sivil tesisleri savaş üretimine uyumlandırarak bunları üretmeye artık olanak
yoktur. Dolayısıyla modern savaşın silahlarını yapacak tesislerin, bu silahlar
ister uçak gemisi, ister "akıllı bomba", ister güdümlü füze olsun,
savaştan çok önce, hatta bir savaş tehdidinin belirmesinden bile çok önce
kurulmuş olması gerekmektedir.
Eğer bu varsayımlara bir
kanıt gerekiyorsa, Irak'a karşı 1991'de girişilen savaş yeterlidir. Dünyanın en
büyük askeri güçlerinden birini felce uğratan ve bir savaşın kaderini en kısa
sürede gerçekleştirip tarihte rekor kıran (eski rekor 1866'da, Prusyalıların
Avusturyalıları dört haftada yenişiyle kırılmıştı) o silahların hiçbiri barış
tesislerinde yapılmış değildi. Savaş alanında etkin olabilmesi için o silah
sistemlerinin her birine daha önceden on yıl, çoğu durumda on beş yıl emek
verilmişti.
Demek ki üzerine ulus
devletin bina edildiği varsayımlara bir daha geri dönmeye olanak yoktur.
Eskiden, barış dönemi tesislerini savaş üretimine çevirmek için gerekecek o
kısa zamanı sağlamaya, küçük bir askeri kuvvet ile onu takviye edecek
ihtiyatlar yeterliydi.
Ne var ki, soğuk savaş
devleti'nin işlerlik gösterdiği o elli yıllık dönem de sona ermiştir. Bugün
silahlara her zamandan çok ihtiyacımız vardır. Askeri gücün yokluğu anlamına
gelen "barış", artık ulaşamayacağımız bir şeydir. Masumiyet bir kere kaybedildi mi, bir daha geri kazanılamaz. Ama
soğuk savaş devleti de artık geçerli değildir, çünkü artık işleyememektedir.
Soğuk savaş devleti,
ekonomik açıdan kendi kendini yıkmıştır. Sovyetler Birliği, daha önce de
söylediğimiz gibi, son derece güçlü bir askeri kuvvet oluşturmayı başarmıştı.
Ama bu askeri kuvvetin maliyeti, öylesine dayanılmaz ağırlıklar yüklüyordu ki,
Sovyet ekonomisinin ve Sovyet toplumunun çökmesinde başlıca rolü o oynadı.
Bu yük aynı şekilde
ABD'ye de ağır gelmeye başlamıştır. Şimdi artık yaygın biçimde kabul edildiği
gibi, ABD geriye doğru kayarken Japon ve Alman ekonomilerinin bu kadar iyi
durumda olmasının ana nedeni, ABD'nin savunma yüküydü. Bu işin ekonomik yükü,
Gayri Safi Milli Hasıla'nın % 5'i ya da 6'sı düzeylerindedir ve sorunlar
arasında nispeten daha az önemli olanıdır. Esas mesele, en nadir kaynakların
dağıtımında ortaya çıkmaktadır; yani eğitimli mühendislerin, fizikçilerin,
ekonomik açıdan verimsiz sayılabilecek savunma işlerinde çalışmak zorunda
kalması sorun yaratmaktadır. ABD'de araştırma ve geliştirme amacıyla harcanan
tüm paranın % 70'i savunma alanına gitmektedir. Japonya'da bu oran % 5'ten daha
azdır. Bunun içinde gizli olan daha önemli bir kalitatif fark daha vardır.
ABD'deki savunma araştırmaları, en parlak ve en nitelikli gençleri kendine
çekmiş, böylelikle Amerikan ekonomisini en çok açlığım çektiği ihtiyacından,
yani bilgiden yoksun bırakmıştır. Son kırk yıl boyunca Amerikalı mühendisler
"akıllı bomba"lar üzerinde çalışırken, Japonya'daki mühendisler faks
makinesini geliştirmeye ya da bir oto kapısındaki tıngırtıyı gidermeye
uğraşıyorlardı. Barış dönemi mallarıyla savaş dönemi malları artık aynı
teknolojilerle, aynı süreçlerle, aynı tesislerde üretiliyor değildir. Bu
nedenle de böyle nitelikli insanların bu alanlar arasında yer değiştirmesi çok
azalmıştır. ABD, gerek savunma araştırması ve gerekse sivil ürünlerde teknoloji
transferine çok büyük paralar harcamıştır. Elde ettiği sonuçlar da sıfıra yakın
olmuştur.
Soğuk Savaş Devleti'nin
daha kötü bir etkisi de ekonomik gelişme üzerindeki etkisidir. 1960'larla
1970'lerin ekonomik mucizesinin Doğu Asya yerine Latin Amerika'da yer
alabileceğini herkes görebilmektedir, ama Latin Amerika ülkelerinin parası ve
eğitimli insanları, pek de askeri değeri olmayan dev silahlı kuvvetler
kurulması yolunda ziyan edilmiştir.
En zengin ülke bile,
eğer barış zamanında Gayri Safi Milli Hasılası'nın % 2-2.5'tan fazlasını
savunmaya harcıyorsa (bu miktar Japonya'nın bugün bu amaçla harcadığının iki
katıdır), dünya ekonomisinde rekabet edebilirlik durumunu uzun süre sürdürmeyi
bekleyemez. Bir kere, giderek artan bir enflasyon baskısı altında kalır. Hatta
"kredi verilebilirliği azalmış" bir ülke olarak görülmeye başlar,
Üstelik soğuk savaş devleti artık askeri bakımdan da iyi işleyememektedir. Bir
kere, artık silah kontrolünü garantiye alamamaktadır. Örneğin, küçük ülkelerin,
belki nükleer, belki kimyasal, belki de biyolojik silahlarla topyekûn savaş
kapasitesi geliştirmesini engellemek için bir "süper güç tekeli"ni
sürdürmeye olanak kalmamıştır. Sovyetler Birliği'nin nükleer silahlarının,
imparatorluk çözülürken tek tek ulus devletlerin elinde kalması, örneklerin
yalnızca bir tanesidir. Bunun yanında, gerek nüfus ve gerekse ekonomik güç
bakımından önemsiz düzeyde bulunan bazı ülkelerin de hızla nükleer, kimyasal ve
biyolojik savaş kapasitesi edinmesi durumu da vardır. Irak buna bir örnektir,
ama Libya bir başka örnek oluştururken, Iran, Kuzey Kore ve Pakistan da yeni
örnekler sunmaktadırlar. Bu küçük ülkeler elbette ki, Irak'ta Saddam Hüseyin'in
sandığı gibi, büyük bir gücün karşısında savaş kazanabilecek durumda değildir.
Ama bunlar uluslararası şantajcı ya da uluslararası terörist olabilmektedirler.
Kendilerine böyle bir ülkeyi üs olarak alan serüvenci çeteler, ayaklarını
karaya basma olanağı bulan korsanlar, dünyaya fidye çağrısı çıkarabilirler.
Bu nedenle, silah
kontrolü artık ikinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığımız yarım yüzyılda olduğu
gibi silah kontrolü sağlayamamaktadır. Silah kontrolü transnasyonal duruma
gelmedikçe, hiç uygulanamayacaktır. Büyük güçler kendi aralarında kapışmamayı
başarsalar bile, böyle bir uluslararası silah kontrolü adımını atabilmek de
kesinlikle küresel anlaşmazlıklar getirecektir.
Mali
devletle dadı devletin tersine, soğuk savaş devleti büsbütün de başarısız olmuş
değildir. Mutlak silahlar çağında ulusal politikanın Üçüncü Dünya Savaşından
kaçınmak olduğu düşüncesinden hareket edersek, başarılı da olmuş sayılabilir.
İşte bu, mega-devletin tek başarısıdır. Ama sonunda bu başarı da bir
başarısızlığa dönüşmüştür, o da ekonomik ve askeri bakımlardan uğranılan
başarısızlıktır.
Böylece
mega-devlet bir çıkmaz sokağa sapmıştır diyebiliriz. Ama ne yazık ki, Avusturya
ekolünü temsil eden ekonomistlerin bizi inandırmaya çalıştığı gibi dünün ulus
devletine dönmenin bir yolu kalmamıştır. Çünkü
artık ulus devleti hem dıştan sıkıştıracak, hem de alttan alta yıkacak yeni
güçler doğmakta ve büyümektedir. Sh:161-199
**
TRANSNASYONALLİK (uluslararası),
BÖLGECİLİK, AŞİRETÇİLİK
Terörizmi yok etmek
Transnasyonal eyleme ve
transnasyonal kurumlara yönelik ihtiyaçlarımız arasında çevreden sonra gelen
ikinci en önemli ihtiyaç da, bu transnasyonal kurumların eski tip özel ordulara
dönüşü durdurması, yani terörizmi silmesi ihtiyacıdır. 1991 yılının kış ve
ilkbahar mevsimlerinde Irak'a karşı girişilen askeri harekât belki bunun
başlangıç noktası olabilir. Yazılı tarihin başından beri ilk defa olarak, hemen
hemen tüm ulus devletler birlikte harekete geçmiş, bir terörizm hareketini sindirmişlerdir;
çünkü Irak'ın Kuveyt'i işgali aslında bir terörizm hareketinden başka bir şey
değildir.
400 yıldan beri ilk defa
olarak, özel ordular yeni baştan dirilmiş durumdadır. On yedinci yüzyıl
Japonyası'nda (1600 dolaylarında) ve ondan elli yıl sonra da Avrupa'da, ancak
ve ancak ulusal devletin elinde askeri güç bulunabileceğine karar verilmişti.
Ama nükleer patlayıcılar, kimyasal silahlar ve biyolojik silahlar ortaya
çıkınca, özel ordular bir kere daha mümkün olabildi. Terörizmin en korkunç yanı, çok küçük grupların bile koskoca
ülkeleri rehine durumuna düşürebilmesidir. Bir nükleer bombayı herhangi bir
büyük kentin tren istasyonunda, postanesinde bir dolaba koymak, sonra uzaktan
kumandayla patlatmak, işten bile değildir. Binlerce insanı
öldürebilecek antraks sporları içeren bir bakteri bombası patlatmak, büyük bir
kentin su rezervlerini mikroplamak, orayı tümüyle yaşanmaz duruma getirmek de
çok kolaydır.
Yirmi yıl önce birçok
ülkeler, özellikle de Komünist ülkeler, terörizmin bir ulusal politika aracı
olarak kullanılabileceği inanandaydılar. Örneğin Batı Almanya'da faaliyet
gösteren terörist grupların Doğu Almanya tarafından oluşturulduğu, finanse
edildiği ve eğitildiği konusunda pek de kuşkuya yer yoktur. Aynı şekilde Irak,
Iran, Suriye ve Libya'nın da terörist gruplar oluşturdukları, onları finanse
ettikleri, eğittikleri (bir örneği Japon Kızıl Ordu fraksiyonu) ve Batı
dünyasını, özellikle ABD'yi terörize etmek için kullandıkları konusunda da pek
kuşkuya yer yoktur.
Bugüne gelininceye kadar
çoğu ülkeler (ama kesinlikle hepsi değil) bu yolun verimsiz bir yol olduğunu
anlamış bulunmaktadırlar. Ama terörizmi desteklememek de yetmez. Onu yok etmek
ya da en azından kontrol altına alabilmek için gerekli olan şey, transnasyonal
eylemdir. Herhangi bir egemen devletin sınırlarını aşabilen eylemdir. Bunun
örnekleri de vardır. On dokuzuncu yüzyılda köle ticaretini yasaklayan ve açık
denizlerde korsanlığı transnasyonal bir suç ilan eden anlaşmalar gibi.
YENİ GERÇEK: BÖLGECİLİK
Enternasyonalizm artık
ütopya değildir. Ufukta gözükmüştür bile; ama henüz pek belirgin değildir.
Bölgecilik de bir gerçektir. Bölgecilik, bir süper devlet yaratıp da onun
hükümetinin ulusal hükümet yerine geçmesi demek değildir. Ama ulusal hükümetin
yanında, önemli alanları kapsayacak birtakım bölgesel yönetim kurumlar yaratır,
böylelikle de ulusal hükümeti giderek önemsiz kılar.
Bölgeciliğe doğru gidiş,
Avrupa Topluluğu tarafından başlatılmıştır. Ama onunla sınırlı kalmayacaktır.
Avrupa Topluluğu, esasen bir "ortak pazar" olarak ortaya çıkmış, yani
tümüyle ekonomik bir örgüt olarak başlamıştır. Ama giderek daha çok siyasal
işlevler üstlenmeye başlamıştır. Şu anda bir Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa
parası yaratmanın eşiğindedir. Ama aynı zamanda, ticarete ve mesleklere giriş
konusunda da yetki almıştır. Ona ek olarak, şirket birleşmeleri ve satın
almaları, karteller, sosyal yasalar gibi, "tarife dışı engeller" den,
malların, hizmetlerin ve insanların serbest dolaşımına kadar türlü konularda da
yetki, topluluğun elindedir.
Avrupa Topluluğu daha
sonra da bir Kuzey Amerika ekonomik topluluğu oluşmasının tetiğini çekmiş, bu
da ABD çevresinde, ama Kanada ile Meksika'yı da bir ortak pazara katacak
biçimde ortaya çıkmıştır. Şu ana kadar bu girişimin amacı yalnızca ekonomiktir.
Ama uzun vadede öyle kalması pek düşünülemez.
Bunu bu kadar önemli
kılan şey, Kuzey Amerika ekonomik topluluğuna hız katanın ABD olmayışıdır.
Olayı ortaya getiren Meksika'dır. Oysa 150 yıl önce Meksika’nın Benito Juarez
(1806-1872) başkanlığında birleşmesinden bu yana, bu ülkenin ana politikası her
zaman için, kuzeydeki büyük, tahakküm edici, tümüyle de yabancı komşusuyla
arasına mümkün olduğu kadar mesafe koymak olmuştur. Dünyada iki komşu ülkenin
birbirinden Meksika'yla ABD kadar farklı oluşuna seyrek rastlanır. Bu,
dillerinde de böyledir, dinlerinde de; ama en çok kültürlerinde, değer
kavramlarında, geleneklerinde farklıdırlar. Ama bütün bunlara rağmen Meksika
sonunda, 150 yıllık izolasyon politikasının başarısızlıkla sona erdiğini, bir
ülke ve bir uygarlık olarak sağ kalmayı umuyorsa, en azından ekonomik olarak,
kuzeydeki kocaman, tehlikeli ve yabancı komşusuyla entegre olmak zorunda
olduğunu anlamıştır.
Meksika'nın diğer iki
kuzey Amerika ülkesi ile, yani ABD ve Kanada ile imzalanmasını önerdiği gümrük
birliği anlaşması belki de gerçekleşmeyebilir. Ama bölgedeki üç ülkenin
ekonomik entegrasyonu o kadar hızlı ilerlemektedir ki, bu evliliğin
yasallaştırılmış olup olmaması da pek bir fark yaratmayacak gibi gözükmektedir.
Aynı şey Doğu Asya için
de geçerlidir. Bütün mesele, bu tür ekonomik bölgelerden bir tane mi, yoksa
birkaç tane mi olacağıdır. Çin’in kıyı
kesimleriyle Güneydoğu Asya ülkelerinin Japonya çevresinde bir araya gelerek
kuracakları bir bölge gerçekleşebilir. Aynı zamanda, hızla gelişen kıyı Çin
bölgelerinin (burada Çin nüfusunun beşte biri yaşamaktadır ve Çin ulusal
üretiminin de üçte ikisi, kuzeyde Tsientin'den güneyde Canton'a kadar uzanan bu
bölgeden çıkmaktadır) kendini bir bölge olarak düzen-lemesi, Japonya'ya
eğilimli Güneydoğu Asya'nın ikinci bir bölge oluşturması da mümkündür.
Asya'nın ne yöne gideceği, 1990'larm ve yirmi birinci yüzyılın
ilk yıllarının belli başlı konuları arasında yer alacaktır. Bir de "mini
bölge"lere doğru kayma hareketi vardır. Sovyet imparatorluğu dağılır
dağılmaz, Orta Asya'nın "Türki" devletleri hemen, Türki ülkelerin en
Batılılaşmışı ve en gelişmişi olan Türkiye'nin çevresinde bir "Türki
Bölge" oluşturmayı önermişlerdir. Üç Baltık ülkesi, Letonya, Litvanya ve
Estonya da Sovyet imparatorluğundan kopmayı başarır başarmaz hemen "Baltık
bölgesi"nden söz etmeye koyulmuşlar, İskandinav komşularıyla, özellikle de
Finlandiya ve İsveç'le yakınlaşmayı ummuşlardır. Güneydoğu Asya halklarını ve
uluslarını kapsayan benzer bir mini bölge de Malezya, Singapur, Endonezya,
Filipinler ve Taylan arasında olmak üzere, Malezya Başbakanı tarafından yeni
önerilmiş bulunmaktadır. Eski Sovyetler Birliği’ni kapsamına alan bir başka
birliği de Rusya Başkanı ummaktadır.
Ama bu bölgelerin üç mü,
dört mü, yoksa daha fazla sayıda mı olacağından çok, bölgeciliğe doğru gidişin
geri dönüşü olmayışı önemli gözükmektedir. Bu, kaçınılmaz bir şeydir. Yeni
ekonomik gerçeğe cevap vermektedir. Bilgi ekonomisinde, geleneksel korumacılık
da, geleneksel serbest ticaret de kendi kendine sonuç veremez. Gerekli olan,
anlamlı bir serbest ticarete ve içeride bir rekabete izin verecek kadar büyük
bir ekonomik birimdir. Bu birimin, yüksek düzeyde bir korumacılık altında yeni
"high-tech" sanayilerin gelişmesine izin verecek boyda olması
gerekmektedir. Bunun nedeni de "high-tech"in yapısında, yani bilgi
sanayiinde yatmaktadır.
High-tech sanayii,
klasik, neo-klasik ve Keynesçi ekonomilerin arz-talep kurallarına göre işleyen
bir sanayi değildir. Onlarda üretimin maliyeti, üretim hacmiyle orantılı olarak
yükselirdi. High-tech sanayilerdeyse üretim hacmi yükselirken üretim maliyeti
büyük bir hızla düşebilmektedir ve buna şimdi "öğrenme grafiği"
denilmektedir.
Bunun önemi, high-tech
sanayilerin, kendilerini yapılandırırken karşılarına çıkan rakibi yok etmek
üzere düzenlenebileceklerinde yatmaktadır ki, ben buna bir zamanlar
"hasmane ticaret" diye bir isim vermiştim. Bu bir kere gerçekleşti
mi, yenilgiye uğrayan sanayinin bir dahageri dönmesine, dirilmesine olanak
yoktur. O artık yok olmuştur. Ama high-tech sanayileri aynı zamanda yeterince
rekabete ve sorunlara da sahiptir; yoksa zaten büyüyüp gelişemezler. Çok
geçmeden tekelleşir, tembelleşir ve çağdışı kalır. Bu durumda bilgi
ekonomisinin, oldukça büyük sayılan ulus devletlerden çok daha büyük ekonomik
birimlere ihtiyacı var demektir. Aksi halde bir rekabet yaratamazlar. Ama aynı
zamanda birimin sanayii korumaya yetecek güce sahip olması ve diğer bloklarla
ticaretinde korumaya ya da serbest ticarete değil de karşılıklı ticarete
yönelebilecek durumda olması da gerekir. Bu da daha önce eşine rastlanmamış bir
durumdur. Bölgeciliği hem kaçınılmaz, hem de geri dönülmez kılan şey de budur.
Ama bölgecilik, Avrupa
Toplulu ğu'nun da gösterdiği gibi, yalnız "uluslararası" olmakla
kalmamaktadır. Kendine transnasyonal, hatta süper nasyonal kurumlar oluşturması
gerekmektedir.
Ortaya çıkmakta olan
çeşitli bölgeler arasında fazla bir benzerlik yoktur. Avrupa Topluluğu, az
sayıda ülkelerle kurulmuş sayılır: İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve
İspanya, yüzölçümü ve nüfus açısından benzer durumda sayılırlar. Zenginlikleri
arasında farklar bulunmasına rağmen, yine de aşağı yukarı aynı ekonomik gelişme
düzeyinde sayılabilirler. Örneğin İspanyol şirketlerinin en gelişmişi, aslında
ortalama bir Alman şirketinden daha gelişmiş düzeydedir.
Kuzey Amerikan ekonomik
topluluğu ise çok farklı olacaktır. Üç ortağın nüfusları, ABD'de 250 milyon
iken Kanada'da bunun onda biridir. Ekonomik gelişme düzeyleri de çok farklıdır.
ABD'nin bazı bölgeleri bugün dünyanın en zengin alanlarıdır. Meksika'nın bazı
bölgeleri, özellikle güney kesimleriyse dünyanın en yoksul ve en az gelişmiş
bölgelerinden sayılmaktadır.
Asya'daki ekonomik
bölgeler bile daha çok farklılık gösterecektir. Bunların ortak bir kültür
mirası bile olmayacaktır. Endonezya'yla Malezya hiçbir zaman Konfüçyüs
kültürünün parçası olmamışlardır.
Ama yine de bölgelerin
hepsi geniş serbest ticaret alanları yaratacak, bu alanlar eskiden gördüğümüz
alanlardan daha geniş olacaktır. Aynı zamanda, dış dünyaya cevaplarında bir
birlik içinde olan geniş alanlar da yaratacaklardır ve bir yandan da
"karşılıklı" davranacak kadar güçlü olacaklardır. Bunun anlamı da
aynı zamanda hem açık, hem de korumacı olmak demektir.
Bu bölgeler ulus
devletin yerini alacak değildir, ama onun çevresini kuşatacakları, onu
sıkıştıracakları kesindir.
AŞİRETÇİLİĞİN GERİ DÖNÜŞÜ
Uluslararasıcılık ve bölgecilik, egemen devleti dışarıdan
sıkıştırmaktadır. Asiretçilik ise onu içeriden ve alttan alta oymaktadır. Bu
akım, ulus devletin birleştirici gücünü emip yok etmektedir. Aslında
ulus-devleti kaldırıp yerine aşireti koyma tehdidi taşımaktadır.
ABD'de aşiretçiliğin kendini gösteriş biçimi,
birliği vurgulamaktan çok, çeşitliliği vurgulamak biçimindedir. ABD her zaman bir
göçmenler ülkesi olagelmiştir. Yeni gelen her göçmen grubu önceleri
"yabancı” sayılmış, birtakım ayrımcı davranışlara maruz kalmış, ama iki
kuşak sonra halkın geneline katılmıştır. Bu, ilk önce İrlandalılarla, 1830'larla
1840'lar arasında başlamıştır. Bir karışım çanağıdır Amerika. Ne var ki, son
otuz yıldan beri bu durum hiç moda değildir. Artık farklılık nutukları
atılmakta ve farklılık ilkeleri uygulanmaktadır. Yeni gelen grupları
Amerikalılaştırma yolunda bir girişimde bulunulduğunda hemen
"ayrımcılık" suçlaması hazırdır. Oysa altmış yıl önce, bu
grupların Amerikalılaşmasını engellemek ayrımcılık sayılıyordu. Yeni gruplar
ister Avrupalı, ister Asyalı olsun, ister Siyah, Kahverengi ya da Beyaz olsun,
ister Katolik ya da Budist olsun, bugün artık vurgu; kimliklerini sürdürmek,
"Amerikalılaşmamak" üzerindedir. Onları Amerikalılaşmaya teşvik etmek
(yani zorlamak bir yana, teşvik etmek bile) önlenmekte, suçlanmaktadır.
Bu yalnız Amerika'ya
özgü bir durum değildir ve sırf Amerika açısından açıklanmasına da olanak
yoktur (ama yine de Amerikan toplumundaki her olay gibi, bunun da çekirdeğinde
Amerika'nın temel sorunu, yani siyah-beyaz sorunu yatmaktadır. Aşiretçilik, Avrupa’da daha coşkun durumdadır.
Yugoslavya’yı kanlı bir iç savaşa itmiştir. Eski Rus
İmparatorluğu’nun her yanında iç savaş tehditleri kol gezmektedir. İskoçyalılar
İngiltere Krallığ'ından ayrılmak istemektedirler. Slovaklar özerklik
istemekte, Çeklerden ayrılmaya doğru gitmektedirler. Belçika, Flamanlarla
Fransızca konuşan Valonlar arasındaki mücadelelerle sarsılmaktadır. Ufacık
yerel gruplar, kendilerine karşı hiçbir zaman bir ayrımcılık uygulanmamış
olduğu halde, kültürel özerklik istemeye kalkışmışlardır. Bunun bir örneği,
Berlin'in güneyindeki ormanlarda yaşayan 150.000 kadar Sorb'dur. Bunlar bin yıl
kadar önce kuzey Almanya’da yaşamış olan İslav kabilelerin son kalıntılarıdır.
Aşiretçilik bütün dünyaya yayılmış durumdadır. Kanada, acaba Kanada
olarak bu yüzyılı çıkarabilecek midir? Yoksa biri İngilizce, diğeri Fransızca
konuşan iki ülke olarak ayrılacak mıdır? Hatta dörde ayrılması bile mümkündür:
Fransızca konuşan Quebec, İngilizce konuşan Ontario ve Manitoba, Prairie
vilayetleri, bir de İngiliz Kolombiyası. (O zaman da Maritime'ler nereye
gidecektir? Ya Newfoundland?) Hindistan, varlığını siyasal bir birlik olarak
sürdürebilecek midir? Korsika'yla Brötanya Fransa'ya bağlı mı kalacaklardır?
Finlandiya'nın ve İsveç'in kuzeyindeki Laponlar özerkliklerini kazanacaklar
mıdır? Meksika, bir tek devlet olarak sürecek midir; yoksa Kızılderili
ağırlıklı güney kesim, İspanyol ağırlıklı kuzeyden kopacak mıdır? Bu listenin
hiç sonu gelmez.
Aşiretçiliğe doğru gidişin bir nedeni, büyük
olmanın artık pek bir avantaj sağlamamasından kaynaklanmaktadır. Nükleer savaş çağında,
en büyük ülke bile vatandaşlarını tam anlamıyla koruyamaz. Buna karşılık en
küçük ülke bile (İsrail buna örnektir), kendine korkunç silahlar yapabilmektedir.
Para ile enformasyon
transnasyonal olunca, en küçük birimler bile ekonomik açıdan geçerlilik
kazanmıştır. Büyük olsun, küçük olsun, herkesin paraya ve enformasyona
ulaşabilme şansı eşittir, şartları da aynıdır. Aslına bakarsanız, son otuz yılın
en çarpıcı "başarı öyküleri" hep çok küçük ülkelerle ilgilidir.
1920'lerde Avusturya
Cumhuriyeti, yani eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun mirasçısı olan
ülke, altı milyonluk nüfusuyla herkesin gözüne ekonomik geçerliliği olamayacak
kadar küçük bir birim gibi gözükmekteydi. Hitler'in küçük Avusturya'yı ilhak
etme özrü de buydu. 1920'lerin, 1930'ların Avusturyası gerçekten de ekonomik
açıdan çok zayıf durumdaydı. Müzmin işsizlik rakamı % 20'lere varmıştı. İkinci
Dünya Savaşı bittiğinde, Avusturya yine genişlemedi. Üstelik 1920'lerdeki
ticaret alanını da kaybetti, çünkü eski Avusturya-Macaristan'ın parçası olan
devletler onunla ticaret yapmaz duruma geldi. Bu ülkelerin hepsi komünist
olmuştu. Ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avusturya, Avrupa’nın en varlıklı
ülkelerinden biri haline gelebildi.
Finlandiya da aynı
şekilde, Avusturya kadar ya da İsveç veya İsviçre kadar küçük bir ülkeydi. Hong
Kong'la Singapur daha başarılı oldular. Yirmi yıl önce, Stalin'in 1940'ta ilhak
etmiş olduğu üç Baltık ülkesindeki en milliyetçi kişiler bile, ülkelerinin tek
başına kaldığında ekonomik varlığını sürdürebileceğine inanmıyorlardı. Bugün
ise bunu sürdürebilmek konusunda hiç kimsenin en küçük bir kuşkusu bile yoktur.
Aynı şey Kanada'nın Quebec'i için de geçerlidir.
Ne de olsa, küçük bir
ülke de bugün bir ekonomik bölgeye katılabilmekte, böylelikle iki bakımdan
avantaja geçmekte, bir yandan kültürel ve siyasal bağımsızlığını elde ederken,
bir yandan da ekonomik entegrasyonu bulabilmektedir. Minik Lüksemburg'un "Avrupalılığı"
bu kadar ateşli biçimde savunması boşuna değildir.
Köklere duyulan ihtiyaç
Aşiretçiliğin esas nedeni
ne siyaset, ne de ekonomidir. Bu tutum egzistansiyalist bir tutumdur. İnsanlar
transnasyonal bir dünyada kendi köklerine ihtiyaç duymaktadırlar. Bir toplum,
bir cemaat olmak istemektedirler.
İspanya’da eğitim görmüş
insanların hepsi Castilian dilini bilirler (dış dünya o dile İspanyolca
demektedir). Ama giderek daha çok sayıda insan, evlerinde, okullarında, hatta
işyerlerinde konuşurken Catalan, Bask, Galicianya da Andalusian dillerini
kullanmaya başlamıştır. Bu değişiklik belki yalnızca vurgudadır, ama yine de
kişilerin kimliğinde temel bir değişime işaret etmektedir. Catalanlar, Basklar,
Galiçyalılar ve Andalusyalılar televiz-yonlarını açtıkları zaman aynı dizileri
seyretmektedirler. Satın aldıkları mallar, İspanya’da üretilmiş olabileceği
gibi, Japonya’da ya da ABD'de üretilmiş de olabilir. Çalıştıkları şirketin
merkezi büyük olasılıkla Tokyo'da, Güney Kore'de, New York'ta, Düsseldorftadır.
Giderek daha ulusallık dışı, daha transnasyonal bir dünyada yaşamaya
başlamışlardır. Ama yerel köklere ihtiyaç duymaktadırlar. Yerel bir toplumun
parçası olmak istemektedirler.
Aşiretçilik aslında
transnasyonalliğin tersi değildir, yalnızca bir kutbudur. Amerikalı Yahudilerin
giderek daha çoğu kendi dinlerinden olmayan kimselerle evlenmektedir, ama bu
yüzden de Yahudi kökenli olmak ve Yahudi kültürünü yaşatmak daha çok
vurgulanmaya başlamıştır. İkinci
Dünya Savaşı'ndan bu yana geçen kırk yıllık süre içinde, giderek daha çok
sayıda Sırp erkeği, Hırvat kadınla evlenmiştir. Pek çok Sırp kadını da Bosnalı
Müslümanlarla ya da Hırvatlarla evlenmiştir. Ama böyle olması, diğer Sırpların,
Hırvatların ve Boşnakların kendi aşiret kimliklerine daha çok sarılmasına zemin
hazırlamıştır. Galler
yöresinin ve İrlanda'nın insanları giderek daha çok sayıda İngiliz kadın ve
erkekleriyle evlenmekte, sonunda Galli ya da İrlandalı olduklarını daha çok
bilinçlendirmektedirler. Aşiretçiliğin coşmasının nedeni, insanların
Slovenya'da otururken Osaka'da olup bitenlerden etkilendiklerini anlamaları,
ama Osaka'nın yerini hiç bilmedikleri gibi, haritada bile bulmakta zorluk
çektiklerini görmeleridir. Dünyanın birçok bakımdan transnasyonal olması
nedeniyle, insanlar kendilerini kendi anlayabilecekleri biçimde tanımlama
ihtiyacını duymaktadırlar. Gözleriyle görebilecekleri, kollarıyla
kucaklayabilecekleri bir coğrafi toplum, dil toplumu, din toplumu, kültürel
toplum olmayı özlemektedirler.
Berlin dışındaki
ormanlarda yaşayan Sorblar, Almanya’nın, Alman kültürünün bir parçası olmaktan
çıkmıyorlar. Ama aynı zamanda kendilerini farklı görmek istiyorlar; herkesin de
onları farklı görmesini istiyorlar. Latin Amerika’dan Los Angeles’e göçen
kimseler, ister Meksika'dan, ister Orta Amerika'dan gelmiş olsunlar, ellerinden
geldiği kadar çabuk, Amerikan vatandaşı olurlar. Amerika'da doğmuş kimselerle
aynı fırsatlara sahip olmayı isterler. Çocuklarının ülkede doğan çocuklarla
aynı eğitimden, mesleklerden, istihdamlardan yararlanmasını isterler. Ama aynı
zamanda kendi İspanyol kimliklerini, İspanyol kültürlerini, İspanyol
cemaatlerini de korumak, sürdürmek isterler. Dünya ne kadar transnasyonal
olursa, sırf o yüzden bir o kadar aşiretçi olacaktır.
Bu durum giderek ulus-devletin temellerini sarsmaktadır. Hatta
ulus devlet artık ulus devlet olmaktan çıkmakta, yalnızca "devlet"
olmakta, yani siyasal bir birim olmaktan çok idari bir birim haline
gelmektedir.
Uluslararasıcılık,
bölgecilik, aşiretçilik, hızla yeni bir politika yaratmakta, yepyeni ve
karmaşık bir siyasal yapıya yol açmaktadır. Matematiksel bir benzetme yaparsak,
kapitalist ötesi toplumun üç vektörü vardır, bunların her biri onu bir başka
yöne doğru çekmektedir.
Bu arada, eski bir
İngiliz sözünden ilham alırsak, "hükümet işine devam etmek zorundadır" diyebiliriz. Şimdilik bu işi sürdürmek için elimizde
bulunan tek araç, ulus devletle onun hükümetidir. Kapitalist ötesi toplum
yaklaşımının ilk siyasal görevi, mega-devletin küçülttüğü hükümet performansı
kapasitesini yeni baştan onarmak, genişletmek olmalıdır. Sh: 207-221
**
HÜKÜMETİN GERİ DÖNÜŞÜNE İHTİYAÇ
Önümüzdeki on yıllık
dönemler, daha önce rastlanmadığı kadar büyük siyasal cesaret, siyasal hayal
gücü, siyasal yenilik ve siyasal liderlik gerektirecektir. Daha yüksek bir
hükümet becerisine ihtiyaç olacaktır. Bu talepler hem dışarıdan, hem de
içeriden gelecektir.
Dışarıdan olanlar
açısından, birkaç alanda yeni bir düşünce biçimine, radikal yeniliklere ihtiyaç
vardır. Bunlar, ulusal hükümetle transnasyonal görevler arasındaki ilişkiler,
ulusal hükümetlerle bölgesel örgütlenmeler arasındaki ilişkiler ve bir de, yeni
ama çok farklı bölgeler arasındaki ilişkilerdir. Önümüzdeki on yıllar, ulus devleti aşan siyasal
kurumların ortaya çıkışını herhalde ilk defa görecek, süpernasyonal, hattâ
transnasyonal hukukun doğuşuna tanık olacaklardır. Bu yeni kurumlan
tasarımlayan ve kuran, transnasyonal hukuku oluşturan da ulusal hükümetlerle
ulusal politikacılar olacaktır.
İçeriden olanlara
gelince, bir kere hükümeti yeniden etkin duruma getirmek yolunda bir o kadar
önemli ve bir o kadar acil bir görev vardır: toplum değişip çoğulculuğa,
çoğulcu kuruluşlar toplumu olmaya doğru kayşa da hükümetin karar verme
kapasitesi türlü özel çıkar gruplarının ve "azınlık
tahakkümünün"
altında çökme raddelerine gelmiş olsa da bunu başarmak şarttır.
On sekizinci yüzyıl
siyasal düşünürlerinin, örneğin Amerikan Anayasası'nı oluşturanların, en büyük
korkusu "fraksiyonlar"dı, yani kendi çıkarlarını bir "ahlaki
mecburiyet" halinde gösterip, başka her şeyi daha alta itme eğiliminde olabilecek
gruplardı. Bu korkuya en mükemmel cevap da partiler olmuştu. Bu kavram
İngiltere'de, Amerika'da ve Fransa'da hemen hemen aynı zamanda, 1815 ile 1835
arasındaki yirmi yıllık dönemde, ama birbirinden bağımsız olarak keşfedilmişti.
O yirmi yıllık dönem zaten modern dünyanın en büyük parçalarının oluşturulduğu
dönemdi. Parti hemen fraksiyonu aştı. Avrupa’da, muğlak bir ideoloji, bir
"program" çerçevesinde organize oldu. ABD'de de yine aynı geniş ve
muğlak "çıkarlar" çevresinde organize oldu. Ama dayandığı mantığın ne
olduğu ileri sürülürse sürülsün, kuruluşunun bir ortak amacı vardı, o da
siyasal gücü ele geçirmek ve elinde tutmaktı. Yönetmek üzere organize olmuştu.
Bu nedenle, "ortadaki" seçmenleri kendine çekmek zorundaydı. Aşırı
uçlardan kaçınmak, uzlaşmaya hazır olmak durumundaydı. İktidardayken
eylemlerini, kendisine bağlı olmayanların destekleyeceği şeylerle sınırlı
tutmak, yani kendisine oy vermiş olan "ortadakilerin" kabul
edebileceği şeylerin ötesine taşırmamak gerekiyordu. Bu ilkenin en açık ifadesi,
Amerikan Anayasası'na konulmuş olan Başkan vetosudur. Onu aşmak için Kongre'nin
üçte ikisinin oyu gereklidir. Demek ki ancak her iki parti üyelerinin büyük
bölümü görüş birliğine varırsa aşılabilecektir.
İşte bu, hem Başkanı,
hem de Kongre'yi "orta" alanda tutacak bir önlemdir.
Ama bugün artık partiler
dünyanın her yerinde hırpalanmış durumdadır. Avrupa partilerinin, tüm dağınık
fraksiyonları bir araya toplayarak kontrol gücü kazanmalarını sağlayan
ideolojiler, artık birleştirici güçlerinin çoğunu kaybetmiştir. Partiler de,
buldukları sloganlar da, seçmenlere, özellikle de genç seçmenlere pek bir şey
ifade etmemektedir. ABD’deki geleneksel çıkar gruplarının çoğu artık
yoktur. Mark Hanna'mn 1896'da Cumhuriyetçi Parti'ye dayanak olarak gördüğü o
çiftçiler, işçiler, küçük iş sahipleri şimdi nerededir? Oysa 1932'de Franklin
D. Roosevelt de yeni Demokratik Parti'yi yine aynı tabana dayandırmıştı.
Bu durumda hükümetler,
özel çıkar gruplarının saldırısı karşısında güçsüz kalmışlar, yönetemez duruma,
yani kararlan verip uygulayamaz duruma düşmüşlerdir.
Bu son birkaç yıldır da "anti-hükümet" olmak, yani
hükümet kavramına karşı olmak modadır. Ama bu da işlemeyecektir. Bizim güçlü,
etkin hükümete ihtiyacımız vardır. Hatta önümüzdeki birkaç
on yılda, etkinliği daha az olan değil, etkinliği daha çok olan hükümetler
bekleyebiliriz. Çevreyi koruma, özel orduları ve uluslararası terörizmi
bastırma, silah kontrolünü etkin kılma gibi yeni görevlerin hepsi, "daha
az hükümet" değil, "daha fazla hükümet" gerektiren
şeylerdir. Ama farklı bir hükümet gerektirdikleri de kesindir.
Son on beş-yirmi yıl içinde, art arda hep "hükümeti
küçültmek" isteyen ya da "içtekilerle mücadele etmek" isteyen
siyasal liderler iktidara geldi. Böyle bir platformdan seçilenlerin ilki,
ABD'deki Jimmy Carter'dı, ardından Ronald Reagan onu izledi, peşinden de bir
başka "anti-hükümet" adayı, George Bush'u sürükleyip getirdi.
İngiltere'de Margaret Thatcher da bir "anti-hükümet" platformunda
seçildi ve ülkesini on yıl yönetti. Sonuçlar acınacak gibiydi. Hükümet
harcamaları ve hükümet düzenlemeleri, bu "anti-hükümet"
liderlerin yönetiminde her zamandan çok arttı. Onların döneminde harcamalar
iyice çığrından çıktı. Üstelik bu hükümetler ne kadar harcarlarsa, o kadar daha
az becerikli, daha az güçlü duruma geldiler. Hükümet yalnız "büyümekle”
kalmadı, şişkolaştı, kendi ağırlığının etkisiyle felç oldu. Amerikan
tarihinde hiçbir hükümet, Başkan Bush'un verdiği kadar büyük bir bütçe açığı
vermemişti. Yaygın biçimde kabul gören inançlara göre, bu tutumun ekonomideki
herhangi bir durgunluğu imkânsız hale getirmesi gerekirdi. Oysa Bush
yönetiminin ilk üç yılı içinde hükümet harcamalarında ve bütçe açıklarında
görülen sıçramalar, ABD'nin ikinci Dünya Savaşı’ndan bu yana karşılaştığı en
derin ve en uzun süreli ekonomik durgunluğu da getirdi. General De Gaulle'den
bu yana özgür dünyanın en büyük siyasal lideri olduğu ileri sürülen, ama
kesinlikle en kararlı lideri olan Başbakan Margaret Thatcher da aynı şekilde,
hükümeti küçültme çabalarına rağmen, onu daha etkin ve becerikli kılma, Ingiltere
ekonomisinin gidişini tersine çevirme çabalarına rağmen, büyüyen açıklardan
başka pek az şey ortaya koyabildi.
Aynı şey Fransa için de
geçerlidir. Cumhurbaşkanı Mitterrand, Fransız hükümetinin harcamalarını göze
çarpacak kadar büyüttü, ama hiçbir sonuç elde edemedi. Onun Cumhurbaşkanlığı
döneminde Fransa, ekonomik ve siyasal bir güç olarak sürekli geriye kaydı.
Japonya'da da hükümet edebilme olanağı peş peşe skandallerle baltalanmaktadır,
bunlar da talancı devlet kavramının doğrudan sonuçlandır.
Oysa yapılacak işleri
yapabilecek olan, yalnızca ulusal hükümet ve onun siyasal liderleridir. Bu
konuda bir tek onların meşruluğu vardır.
Bu nedenle hükümetlerin
performans kapasitesi kazanması zorunludur. Hükümetlerin geri dönmesi, bu
gidişin tersine çevrilmesi şarttır. Tersine çevirme terimi aslında ticaret
dünyasına ait bir terimdir. Ama ister ticari olsun, ister sendika, üniversite,
hastane ya da hükümet olsun, bir kurumun zayıflayışını tersine çevirmek, her
zaman için üç adıma ihtiyaç gösterir:
1. işlemeyen, hiçbir zaman işlememiş olan, yararlılığı sona eren,
katkıda bulunma kapasitesini yitirmiş olan şeyleri terk etmek,
2. iyi işleyen, sonuç veren, kurumun
performans yeteneğini arttıran şeylere yoğunlaşmak. Bunu sağlayabilmek için,
başarılı olduğu kanıtlanan şeyleri daha çok ve daha sık yapmak gerekir.
3. Yarı başarı, yarı başarısızlık
durumlarının analizini yapmak. Tersine çevirmeyi gerçekleştirebilmek için,
böyle alanlarda neler performans vermiyorsa onları terk etmek, neler performans
veriyorsa onları daha çok yapmak gereklidir.
ASKERİ YARDIMIN YARARSIZLIĞI
Eğer birisi çıksa da
mega-devletin politikalarını bir yararsızlık sıralamasına soksa, hiçbir zaman
işe yaramamışların başında askeri yardımlar yer alırdı. Bu durumda ilk terk
edilmesi gerekenler de onlardır. Askeri yardımın kökü ta ilkçağa kadar
gitmektedir. Romalı tarihçilerin anlattığına göre, Pers Kralı'nın İsparta'ya,
Atina ile savaşında kullanması için verdiği askeri yardımın sağladığı tek
yarar; aradan birkaç on yıl geçtiğinde Makedonyalıların Yunanistan üzerinde
egemenlik sağlaması, dolayısıyla da Büyük İskender'e, Pers İmparatorluğu’nu
yıkacak orduyu kazandırması olmuştu.
Ama askeri yardımın
hiçbir zaman, mega-devletler döneminde, yani İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki
dönemde olduğu kadar yaygın ve başarısız biçimde kullanıldığı görülmemiştir.
Hemen hemen istisnasız biçimde geri tepen bir girişimdir. Örnekleri arasında,
ABD'nin Şah döneminde İran'a verdiği askeri yardımlar, Sovyetler Birliği'nin
Afganistan'a verdiği askeri yardımlar, ABD'nin Irak'a verdiği askeri yardımlar
sayılabilir. Latin Amerika'nın bazı generallerine verilen askeri
yardımların da daha verimli olduğu söylenemez. Sonuçta o generaller zengin, ülkeleri yoksul olmuştur.
Güçlü bir düşmanın
saldırısıyla karşı karşıya kalan bir ülkeye destek vermek başka şeydir,
"dost" rejimlere askeri yardım vermek başka şeydir. Bu,
"şantajla koparılmış" bir paradır ve ancak koparanın iştahını
artırmaya yarar. Birisi kalkıp da, "Eğer bize bu uçakları, tankları,
füzeleri vermezseniz, başka yerden alırız" tehdidini savuruyorsa, en uygun
cevap, "Buyur, istediğin yerden al" demektir. Çok sık ileri sürülen,
belli bir bölgede "askeri denge"yi koruma özrü de tam bir palavradır.
Son kırk yıllık dönem içinde askeri yardımların hiçbir bölgede denge
yarattığına rastlanmamıştır. Yalnızca silahlanma yarışını daha hızlandırmıştır,
o kadar.
Ekonomik yardımlar, şu son birkaç yıldır pek
çok tartışılmaktadır. Acaba bunlar, yardımı alan ülkeyi gerçekten güçlendirmiş
midir, yoksa daha mı zayıflatmıştır? (Mesela Türkiye)
ABD'nin, özellikle
Afrika'daki bazı hükümetlere verdiği büyük miktarlardaki gıda yardımı yüzünden
bu hükümetlerin kendi tarımlarını ihmal ettiği ve kendi çiftçilerini yoksul
duruma düşürdüğü iddiasında büyük ölçüde gerçek payı vardır. 1950'lerin icadı
olan, bir hükümetin diğer bir hükümete yardım yollaması usulü, genel olarak
bakıldığında, en iyimser bakışla bile, ancak marjinal sonuçlar getirebilmiştir.
Dünya Bankası benzeri "yarı hükümetse!" kurumlar aracılığıyla verilen
bağışlar ve krediler için de daha iyi bir şey söylemek mümkün değildir.
Bunların pek azı hatırı sayılır bir gelişme sağlamıştır. Ama yine de ekonomik
yardım fikri iyi bir fikir olabilir; nasıl yapacağımızı besbelli bilemiyor
olsak bile.
Buna karşılık askeri
yardım fikri, baştan kötü bir fikirdir. Askeri yardımla güvenilir müttefikler
kazanılamaz. Yardımı alanlar büyük olasılıkla yardımı verene karşı
döneceklerdir; İran'la Irak'ın ABD'ye, Afganistan'ın Rusya'ya karşı döndüğü
gibi. Bunun bir nedeni, gelen yardım çoğaldıkça, alan tarafın, veren tarafa
bağımlı duruma gelmekten ötürü bir kızgınlık duymasıdır. Bir başka daha önemli
nedeni de, yardımı veren tarafın, alan tarafta o sıra başta bulunan hükümetle
özdeşleştirilmeye başlamasıdır. Gelen yardımlar o hükümeti iktidarda tutmak
için kullanılıyor olmasa bile, giderek bu yardımın iktidardakileri desteklemek
için verildiği kanısı yaygınlaşmaya başlar. Örneğin Yunanistan'daki albayları
ya da İran’daki Şah’ı başta tutmaya yönelik olduğu sanılır. O iktidar
devrilince, barışçı yollardan devrilmiş olsa bile, yerine gelen hükümet, eski
hükümetle işbirliği yapmış olan yabancı güce, yani yardımı verene karşı dönmek
zo-runluluğunu hisseder.
Askeri yardım hem veren ülkeye, hem de alan ülkeye kötülük
etmiştir. Alan ülkeyi, vizyonunu,
kaynaklarını, enerjisini yanlış yönlendirmeye, başka her şeyi ihmal ederek
askeri amaçlara yönelmeye zorlar. Sayısız kereler, askeri diktatörlerin
ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunların da pek çoğu uluslararası
terörist olur, aldıkları askeri yardımları kullanarak ülkesini karada oluşturulmuş
bir korsan gemisi haline getirir, uluslararası toplumu terörize etmeye kalkar;
Saddam Hüseyin'in Irak'ta yaptığı gibi.
Askeri yardımdan vazgeçildiği takdirde bundan tek
zarar görecek olan da silah yapımcılarıdır.
EKONOMİK POLİTİKADA NELERİ TERK ETMELİ
Eğer bir tek şey
öğrenmişsek, o da hükümetin ekonomik "iklim"i yönetemeyeceğidir.
Hükümet, kısa dönemli ekonomik dalgalanmaları, durgunluk gibi şeyleri etkin bir
biçimde önleyemez ve yenemez.
Daha önce de
söylediğimiz gibi, 1929'dan önce hiç kimse, hükümetin ekonomik iklimi
yönetebilmesini zaten beklemiyordu. O tarihten bu yana her ülkedeki her
hükümet, ekonomik durgunlukları tedavi edebileceğini vaat etmeye başladı. Ama
bu gözbağcılıktan başka bir şey değildir. Bugüne kadar hiçbir hükümet bu konuda
verdiği sözü tutamamıştır. Siyasal liderlerin dürüst davranmayı, "Doktorlar nezlenin tedavisini nasıl bilmiyorsa,
ekonominin kısa dönemde nasıl yönetileceğini de bilen yoktur, bu yüzden biz bu
konudan elimizi çekelim," diyebilmeyi
öğrenmesi gerekir.
Ama bunun bir başka
uzantısı vardır; hükümetin büyük depresyonlardan kaçınabilme yeteneğini yeniden
kazanması şarttır. Hükümetin tüketimi arttırmak için bol bol paralar
harcamasının bunu başaramadığı anlaşılmıştır. Ne zaman denense, insanlar bu
yeni gelen satın alma gücünü biriktirmeye kalkmış, hiç harcamamıştır. ABD'de
bunun son denenişi Jimmy Carter dönemindedir. Ama ondan önce, Franklin D.
Roosevelt'in büyük depresyonu tedavi etmek için hükümete satın alma gücü
yarattırmaya çalışmasından itibaren, düzenli olarak böyle girişimlerde
bulunulmuştur. Sonuçlardan biri, 1936-1937'deki ciddi ekonomik çöküş olmuştur. Bir depresyonu
hafifletmenin tek etkin yolu, yani uzun bir dönem içinde yapısal değişiklikler
getirme yolu, ancak altyapı yatırımlarından geçmektedir. Esasen ekonominin parlak
dönemlerinden sonra altyapı, yani yollar, köprüler, limanlar, kamu binaları;
kamu arazileri hep adamakıllı onarım gerektirecek duruma düşer. Ama
hükümetlerin böyle yatırımları finanse edebilmesi için, iyi zamanlarda (hatta
durgunluk dönemlerinde bile) dengeli bütçelerle çalışmış olmaları gerekir.
Ancak o zaman para bulabilme olanağını bulurlar, özellikle de gerekiyorsa borç
bulabilirler. Başka bir ifadeyle, hükümetlerin bütçe açıklarını en son çare
olarak saklamayı yeni baştan öğrenmeleri gerekmektedir. Barış dönemi açıkları,
eğer kullanılacaksa, ancak ekonominin servet yaratma kapasitesinde kalıcı
iyileştirmeler yapmaya kullanılmalıdır.
Genelde, ekonomik alanda
bizler mega-devlet'in işlerliğine temel oluşturan mali Devlet teorisinden vazgeçmek
zorundayız. Bu, özellikle İngilizce konuşan dünya için geçerlidir. Gerekli olan
şey, sosyal vergilendirme politikasından, ekonomik vergilendirme politikasına
geri dönmektir. Vergi sistemi elbette ki hakkaniyet ve adalet düşünceleriyle
yoğurulmak zorundadır. Sosyal açıdan istenmeyen faaliyetlerin, örneğin çocuk
işçiler çalıştırmaktan tutun da son yirmi yirmi beş yıldan beri Amerika'da moda
olan aşırı yüksek yönetici maaşları gibi şeylerin, cezalandırıcı, hatta sert
biçimde vergilendirilmesinde de elbette payı vardır. Ama bunlar ince
ayrıntılardır. Vergi politikasının çekirdeği, sosyal açıdan tarafsız bir
politika olmak zorundadır.
Acaba bunlar siyasal
açıdan fizibilitesi olan şeyler midir? Cevap "evet"tir, ama kolay
olmadığı bir gerçektir.
Herhangi bir usulü terk etmek, her zaman acı
direnişlerle karşılaşır. Her
kuruluştaki insanlar gibi, bürokratlarla politikacılar da her zaman eski
usullere, modası geçmiş şeylere, iyi sonuç vermesi gerekirken vermemiş
yöntemlere, bir zamanlar işe yaradığı halde artık yaramayan uygulamalara
takılmış kalmışlardır. En çok bağlı kaldıkları şey de daha önceki kitaplarımdan
birinde "yönetim egosuna yatırım yapmak" diye adlandırdığım
şeydir. Ne var ki, en çok sayıda insan da hep bu tür alanlarda, bu tür
girişimlerde istihdam bulmaktadır. Çünkü her kuruluş, elindeki en yetenekli
kişileri, sonuçlara yöneltmekten çok, "sorunlara" yöneltmek
zorundadır; hele de başı dertte bir kuruluşsa!
Evet, yerleşmiş bir
usulü terk etmek, yukarda anlatılan nedenlerle, zordur, ama bu oldukça kısa bir
süre için böyledir. Terk edilecek usulü terk edildikten altı ay sonra, herkes
içinden, "Neden bu kadar gecikmişiz?" diye merak etmeye başlar. Mali
devletin vergiler ve sübvansiyonlar yoluyla gelir dağılımını değiştirebileceği
ve toplumda reform yapabileceği inancı kesinlikle başarısızlığa uğramıştır. En az eşitlik ve hakkaniyet sağlayabilen ülkeler, yeniden gelir
dağılımı sağlamaya en çok uğraşanlar olmuştur; işte Sovyetler Birliği, işte
ABD, işte İngiltere. Tek becerebildikleri, talancı devlete doğru kaymaktır ki,
bu da hiç kuşkusuz, bir siyasal bünye için en tehlikeli ve dejenere edici
hastalıktır. Ülkenin parasını böyle yasallaştırılmış biçimde yağmalamaktan
nasıl kurtulacağımızı henüz kimse bilmemektedir. Belki anayasal
yenilikler, hatta belki hem yasamadan, hem de yürütmeden ayrı, bağımsız bir
kamu kurumu gerekebilir, bu kurum harcama önerilerini denetler, her birinin
gerçekten kamu çıkarlarıyla ve kamu politikasıyla tutarlı olup olmadığına
bakar. (Kamusal kesimdeki böyle bir denetim, Bölüm 3'te şirketlerin yönetimi
için önerilen "ticari denetim"e benzeyecektir.) Tabii bu fikir,
ütopya olarak suçlanmasa bile, en azından biraz "saf bir fikir olarak
suçlanabilir. Yasama kurumlarının, kendilerini disiplin altına alacak her şeye
karşı çıkmaları beklenebilir. Ama aslında, ABD'de olsun, Japonya,
İngiltere, Fransa ve Almanya'da olsun, çok sayıda milletvekili, kendi
disiplinsizliklerini dışarıdan kontrol edecek böyle bir düzeni hoş karşılamaya
hazırdır. Bunu kendileri uygulayamamakta ya da uygulayamadıklarına
inanmaktadırlar. Böyle bir şeye kalkıştıkları zaman, birtakım özel çıkar
grupları onları cezalandırmaktadır. Bir yandan da talancı sürecin kendi
durumlarını sabote ettiğini, seçmenlerinin karşısında onları küçük düşürdüğünü,
bu arada öz saygılarını da yerle bir ettiğini bilmektedirler. Hükümet
harcamalarına ayrılabilecek para, önümüzdeki yıllarda bütün ülkelerde çok
azalacaktır. Talancı ekonominin kontrolü bu nedenle giderek daha çekici
gelebilir. Buna çok şiddetle ihtiyaç duyulduğu konusuna da zaten artık hiç
kimse itiraz etmemektedir.
Tersine çevirme
stratejisinde ilk adım terk etmedir. O yapılmadan, başka hiçbir şey yapılamaz.
O ana kadar, kaynakların tümü hep "sorunlara" tahsis edilmiştir.
Neyin terk edilmesi gerektiği konusundaki yırtıcı ve duygusal tartışmalar
herkesin sinirlerini gerer. Son bir deneme daha yapılması için ısrar edenler
çıkar, boş yere "uzlaşma" olanağı arayanlar çıkar, belki bazı
şarlatanlar, kangren olmuş bacağı acısız kesebileceklerini iddia ederler. Terk
etme işi başarılmadıkça, hiç bir şey yapılamaz.
NELERE KONSANTRE OLMALI
Ölüler gömüldükten
sonra, yeniden doğma işi başlayabilir. Bunun başlayabilmesi için, "Neler başarılı olmuştu? Nerelerde sonuç
almıştık? Nelere konsantre olmamız gerekir?" sorularının sorulması
gerekir.
Japonya'nın ve
Almanya'nın son kırk yıl içindeki ekonomik performansı bize aynı dersi iki kere
öğretmektedir. Bu ülkeler dikkatlerini ekonomik "havalar"a
değil, ekonomik "iklim"e vermişlerdir. Onların ekonomik
politikasının amacı, hastanın kendini daha iyi hissetmesi değildir. Hastayı
iyileştirmek ve iyi durumunu sürdürmesini sağlamaktır. Ekonominin
büyüyebileceği, enfeksiyonlara, sakatlıklara ve hastalıklara karşı direnç
kazanabileceği, değişimlere hızla ayak uydurmaya alışabileceği ve rekabet
edebilirliğini sürdürebileceği bir ekonomik çevre yaratmaktır.
Ama bu ülkelerin her
ikisi de "havayı kontrol" etmeye yöneldikleri anda, hızlarını
kaybetmişlerdir. Alman ekonomisi 1989'da, Doğu Almanların oyunu kazanabilmek
için bütçe açığı veren büyük hükümet harcamalarını tüketimi kabartmaya
yönelttiği zaman zayıflamaya başlamıştır. Japonların da 1980'lerin ortasındaki
ABD Doları devalüasyonu yüzünden ortaya çıkan kısa dönemli ihracat
sıkışıklığını telafi etmek amacıyla iç tüketimi coşturmaya çalışmaları, bir
anda menkul değerler borsasında büyük bir yükseliş, gayrimenkul fiyatlarında da
korkunç bir tırmanış getirmiştir. Ama bu da ancak bir "balon
ekonomisi" yaratabilmiş, sonra o balon 1991 ve 1992'de patlamıştır.
Uygun iklimi yaratmak,
vergileri düşük tutmak demek değildir. Arz tarafı iktisatçılarının ileri
sürdüğü, "düşük vergiler ekonominin sağlığını ve büyümesini kendi
başına garantiye alır" iddiası,
hiç de kanıtlanmış değildir.
Ama yüksek vergilerin mutlaka ekonomik durgunluk getirdiği
yolundaki iddialarının yanlış olduğu kesin olarak kanıtlanmıştır. Japonya'da gelir
vergileri her zaman yüksek olagelmiştir. Daha önce de değinildiği gibi,
vergilendirme ensidatısı, verginin oranından çok daha önemlidir. Mali
politikanın amacı, bilgiye ve insan kaynaklarına yatırımı, ticarette verimli
tesislere, bir de altyapıya yatırımı teşvik etmesi olmalıdır. Son yarım
yüzyılın bütün "ekonomik başarı" hikâyelerinde, işin sırrı bu
olmuştur. Japonya'da da öyle, Almanya’da da öyle, "Asya'nın Dört
Kaplanı" diye bilinen Güney Kore, Hong Kong, Singapur ve Tayvan'da da
öyledir. Bu ülkelerin hepsi de ekonomik havalara hiç aldırmaksızın,
politikalarını ekonomik iklimi yaratmaya odakladıkları sürece, başarılarını
sürdürebilmişlerdir. Sh:223-236
**
SOSYAL SEKTÖR YOLUYLA VATANDAŞLIK
Sosyal ihtiyaçlar iki
alanda artacaktır. Birinci alan, eskiden beri hayır işleri diye bilinen
alandır. Yoksullara, çalışamayacak durumda olanlara, çaresizlere, bir şeylerin
kurbanı olanlara yardım, bu alana girmektedir. Belki de bunlar, toplumu
değiştirme ve insanı değiştirme amaçlı hizmetlerden daha da hızlı büyüyecektir.
Geçiş dönemlerinde, ihtiyaç
içine düşen insanların sayısı her zaman artar. Dünyanın her yanında büyük
kitleler halinde mülteciler vardır. Bunlar savaşların, sosyal coşkuların,
ırksal, etnik, siyasal, dinsel baskıların, hükümet beceriksizliklerinin ve
hükümet zalimliklerinin kurbanı olmuşlardır. En oturmuş ve en istikrarlı
toplumlarda bile, bilgi değişimi yüzünden gerilerde kalan insanlar olacaktır.
Bir toplumun ve o toplum içindeki nüfusun, işgücü karışımındaki radikal
değişikliklere, gerekli becerileri ve bilgileri edinmeye uyum sağlayabilmesi
için aradan bir iki kuşak geçmesi gerekmektedir. Tarihteki örneklere
baktığımızda görüyoruz ki, hizmet işçilerinin yeniden "orta sınıf
düzeyinde bir gelir elde edebilecekleri verim düzeyine yükselmeleri, bir kuşağa
yakın zaman gerektirmektedir.
Sosyal hizmetlerin
ikinci alanlarında, yani hayır işleriyle ilgili olmayıp, toplumu değiştirmeye,
insanları değiştirmeye yönelik alanlarında, ihtiyaçlar da aynı şekilde artacak,
hatta belki daha hızlı artacaktır. Bu tür hizmetler eskiden hemen hemen hiç
bilinmezdi. Oysa hayır işleri binlerce yıldır bizimle birliktedir. Değişime
yönelik hizmetler, son yüz yıl içinde, özellikle ABD'de mantar gibi
bitivermiştir. Ama bu hizmetlere önümüzdeki on yıllarda çok daha fazla
ihtiyacımız olacaktır. Bunun birinci nedeni, tüm gelişmiş ülkelerde yaşlı
nüfusun artmasıdır. Bu yaşlı insanların çoğu yalnız yaşamakta ve yalnız
yaşamayı tercih etmektedir. Bir başka neden de sağlık bakım ve tıbbi tedavi alanlarındaki
ilerlemeler nedeniyle, sağlık araştırmalarının, sağlık bakım eğitiminin gerekli
olmasından, daha çok sayıda tedavi tesislerinin ve hastanelerin gerekmesinden
kaynaklanmaktadır. Yetişkin eğitimleri verme gereği giderek artmaktadır. Yalnız
anne ya da yalnız baba tarafından büyütülen çocuk sayısının artması da birtakım
ihtiyaçlar yaratmaktadır. Toplum hizmetleri sektörü, gelişmiş ülkelerde gerçek
"büyüme sektör" lerinden biri olacağa benzemektedir, oysa hayır
işlerine duyulan ihtiyacın zamanla tekrar azalacağını umabiliriz.
Bu ihtiyaçların dadı
devlet tarafından karşılanması girişimleri büyük ölçüde başarısızlığa uğramıştı
ya da en azından, bunlarla ilgili hizmetleri bizzat hükümetin vermesi başarısız
olmuştur. Dolayısıyla dadı devlet tecrübesinden çıkarabileceğimiz ilk sonuç,
hükümetin sosyal alanda yapıcı ve yönetici olmaktan çekilip, kendini politika
yapımcısı rolüne gömmesi gereğidir. Bunun anlamı, sosyal alanda da, tıpkı
ekonomik alanda olduğu gibi işlerin dışarıya yaptırılması, taşeronlara verilmesi
demektir. Ticari girişimleri yeniden yapılandırırken nasıl destek işlerini,
masa memurluğu işlerini, bakım işlerini dışarıya vermeyi planlıyorsak, hükümet
de sosyal sektördeki "yapıcılık" işlerini dışarıya vermeye göre
yeniden yapılanmalıdır.
Bir ek neden daha
vardır, o da hizmet işlerinin ve hizmet işçisinin verimini arttırma
ihtiyacıdır. Hükümet, hizmet işçilerinin en büyük işverenidir; ama yine de
hükümet kesiminde çalışan hizmet işçileri, en düşük verime sahip olanlardır. Bu
insanlar devletin işçisi olarak kaldıkları sürece, verimleri hiç yükselemez.
Devlet kuruluşu, bürokrasi olmak zorundadır. Verimi kurallara ve mevzuata tabi
kılmak zorundadır (ve öyle yapması da gerekir). Kırtasiyeye gömülü durumda
çalışmak zorundadır. Dikkatini alınan sonuçlardan çok, kırtasiye işlemlerinin
doğru dürüst yapılıp yapılmadığına yöneltmek durumundadır. Bunu yapmadığı anda,
göz açıp kapayana kadar bir hırsızlar çetesi olur çıkar. Ve bütün gelişmiş
ülkelerde devlette çalışanların en büyük çoğunluğu, hizmet verme, hizmetleri
yönetme, sosyal sektörde yapıcı olma alanında çalışmaktadır, işleri dışarıya
yaptırmak, sosyal sektörde işlerin gerçekten yapılması bakımından da çok
gereklidir.
…..
Vatanseverlik yetmez
Vatanseverlik, kişinin
vatanı için ölmeye hazır olması demektir. Bu yüzyılın başlarında Marksıstler,
çalışan sınıfların artık vatansever olmayacağı kehanetinde bulunmuşlardı.
Onların bağlılığı, ülkelerinden çok, kendi sınıflarına yönelecekti. Bu
kehanetin de doğru çıkmadığı görüldü. İnsanlar, özellikle de çalışan sınıflar,
hâlâ vatanları için ölmeye hazırdırlar; en inanmadıkları bir savaş söz konusu
olsa bile!
İngiliz hemşire Edith
Cavell (1865-1915), Belçika'da yönetmekte olduğu hastanede, kamptan kaçmış
birkaç İngiliz savaş esirini sakladığı için Almanlar tarafından idam edilmeye
götürülürken, "Vatanseverlik yetmez" demişti. Vatanseverliğin
yanı sıra vatandaşlığa da ihtiyaç vardır. Vatandaşlık, kişinin vatanına katkıda
bulunmaya hazır ve istekli olmasıdır. Yani vatanı için yaşamasıdır.
Vatandaşlığı yeniden diriltmek, kapitalist ötesi toplumun en önemli
ihtiyaçlarından biridir.
Vatanseverlik, yani
kişinin vatanı için ölmeye hazır olması, evrenseldir. Ama vatandaşlık
kesinlikle Batı icadıdır. Atina ve Roma, en parlak dönemlerinde bu ilkeyi baş
tacı etmişlerdir. Batı geleneğinin en güzel politik ifadesi, vatandaşlıkla
ilgili olanıdır ve Yunan tarihçisi Thucydides'in Atina lideri Perikles'e
söylettiği o ünlü nutukta yer almaktadır.
Vatandaşlık, Roma'nın yıkılmasıyla birlikte
yok olmuştur. Ortaçağda vatandaş yoktur. Derebeylerinin kendi köylüleri, kentlerin
burjuvaları, kilisenin İletişimcileri vardır, ama hiçbirinin vatandaşı yoktur.
Japonya'da da 1867'deki Meiji Devrimine kadar vatandaşlar görülmemektedir.
Daimyo denilen efendilerin kendi halkları vardır, kent merkezlerinin
zenaatçıları, dinsel mezheplerin de müminleri olmuştur. Bunların da hiçbiri
vatandaş değildir.
Ulusal devlet, vatandaşlığı yeni baştan icat etmiş, kendini onun
üzerine temellendirmiştir. O günden bu yana, vatandaşlığın haklar ve
yükümlülükler açısından ne demek olduğu, siyasal teorinin ve siyasal
uygulamanın ana konularından biri haline gelmiştir.
Hukuksal bir terim
olarak vatandaşlık, bir eylem teriminden çok, bir kimlik terimidir. Siyasal
terim olarak baktığımızda, aktif bir adanmışlığı benimsemeyi ifade eder.
Sorumluluk, demektir. Kişinin içinde yaşadığı toplumda ve ülkede bir fark
yaratması demektir.
Mega devlette siyasal vatandaşlık artık
işlememektedir. Ülke
küçük bile olsa, hükümet işleri halktan o kadar uzaktır ki, bireyler bir fark
yaratamazlar. Bireyler oy verebilir; doğru biçimde oy kullanmanın önemini de
son birkaç on yıl içinde acı tecrübelerle öğrenmiş bulunuyoruz. Bireyler vergi
verebilir; bunun da anlamlı bir yükümlülük olduğunu son birkaç on yılda yine
acı tecrübelerle öğrendik. Ama bireyler sorumluluk alamaz, bir fark yaratmak
için eyleme geçemez. Ama buna karşılık, vatandaşlık olmayınca politika boş bir
kabuk haline gelmektedir. Evet, milliyetçilik var olabilir. Ama vatandaşlıktan
yoksun bir milliyetçilik, dejenere olmakta, vatanseverlikten uzaklaşıp
şovenliğe doğru kaymaktadır. Vatandaşlık
olmadığı zaman, vatandaşı yaratacak, nihai analizde politik bünyeyi bir arada
tutacak o sorumlu adanmışlık da var olamaz. Bir fark yaratmaktan gelen o doyum
duygusu, o gurur da olamaz. Bunlar olmadığında, bir siyasal birim, adı ister
devlet olsun, ister imparatorluk, ancak bir "güç" olabilir. Ama o
zaman onu bir arada tutan tek şey o güçtür. Oysa hızla değişen tehlikeli bir
dünyada eylem gösterebilmek için, kapitalist ötesi toplumun vatandaşlığı
yeniden yaratması zorunludur.
Topluma duyulan ihtiyaç
Toplumu diriltmek de
buna denk bir ihtiyaçtır. Gele• neksel toplumlar artık birleştirici olma
güçlerini kaybetmişlerdir. Bilginin bireye verdiği o hareketliliğe ayak
uyduramamaktadırlar. Geleneksel toplumları bir arada tutan şeyin, bireylerin
ortak yönlerinden çok, baskı ve korku olduğunu da artık öğrenmiş bulunuyoruz.
Günümüzde ailelerin
dağılması konusundan pek sık söz edilmektedir. Bu konuda bir dereceye kadar
yanlış anlama da vardır. Amerika'daki ve gelişmiş ülkelerin pek çoğundaki
evliliklerin boşanmayla sonuçlandığı su götürmez bir gerçektir. Ama yine de bu
evlilikler, 100 yıl, 150 yıl önce ne kadar sürüyor idiyse, yine o kadar
sürmektedir. Hatta daha bile uzun sürmektedir. 100 ya da 150 yıl önce o evlilikleri
çözen şey, boşanmadan çok; ölümdü.
Geleneksel aile bir
ihtiyaçtı. On dokuzuncu yüzyıl edebiyatında, bizim bugünkü anlamda "çözülmüş aileler" dediğimiz şeye sık sık
rastlarız. Ama bu aileler birbirinden ne kadar nefret etseler, ne kadar
korksalar, yine de bir arada kalmaktadırlar. On dokuzuncu yüzyılın bir sözü
vardır: "Aile, seni içine alan şeydir". Bizim yüzyılımıza
kadar, her türlü sosyal hizmetleri sağlayan şey aileydi.
Ailenin veremediği şeyi
başka hiç kimse de veremezdi. Aileye sıkı sıkıya sarılmak şarttı. Ailenin
kişiyi dışarı itmesi bir felaketti. 1920'li yıllara kadar Amerikan
tiyatro ve sinemasının en tipik kişisi, kızı kucağında gayri meşru bir bebekle
eve gelince onu kovan zalim baba tipiydi. O zaman kızın elinde iki seçenek
kalıyordu, ya intihar edecek, ya da fahişe olacaktı.
Aile, aslında birçok
kimse için daha da çok önem kazanmaya başlamıştır. Ama artık ihtiyaçtan çok,
istekli, gönüllü bir sevgi bağı, bir yakınlık, karşılıklı bir saygı söz
konusudur. Bugünün gençleri, yeni yetmeliğin isyanlar döneminden çıktıkları
anda, anne-babalarına, kardeşlerine yakın olmak için benim kuşağımdan daha
fazla ihtiyaç hissetmektedirler.
Ama yine de aile artık
toplum değildir. Bununla birlikte insanların bir topluma da ihtiyacı vardır.
Özellikle de koskoca kentlere dağıldıkları, çoğumuz gibi banliyölerde yaşamaya
başladıkları zaman, insan artık eski zamanın uzak köylerinde yaşarken olduğu
gibi, ortak çıkarları, kaygıları, meşguliyetleri, ortak cahillikleri olan, hep
birlikte aynı dünyada yaşayan komşulara yaslanamamaktadır. Aile bağları yakın
olsa bile, kişi ailesine de pek yaslanamamaktadır. Coğrafi ve mesleki
hareketlilik yüzünden, insanlar artık aynı yerde kalamadıkları gibi, aynı sınıf
içinde, aynı kültür içinde de kalamamakta, anneleriyle babalarının, kardeşlerinin,
kuzenlerinin yaşadığı dünyayı paylaşamamaktadır. Kapitalist ötesi toplumda
ihtiyaç duyulan toplum, özellikle de bilgi işçisinin ihtiyaç duyduğu toplum,
fiziksel yakınlığın ve tek başmalığın zorlamasıyla gelen bir toplum olmaktan
çok, adanmışlığa ve anlayışa dayalı bir toplum olmak zorundadır.
YOK OLAN FABRİKA TOPLUMU
Kırk yıl önce, ben böyle
bir toplumun işyerinde ortaya çıkacağını sanıyordum. 1942'de yazdığım The
Future of Industrial Man (Sanayi insanının Geleceği) adlı kitabımda olsun,
1949'da yazdığım The New Society (Yeni Toplum) kitabımda olsun (bunların her
ikisi de yakında Transaction Publishers kuruluşu tarafından yeniden
yayımlanacaktır), hattâ 1954'te yazdığım The Practice of Management (Yönetimin
Uygulaması) kitabımda olsun, hep fabrika toplumundan söz ettim, orayı kişiye
bir mevki ve bir işlev kazandıran, ona öz yönetim sorumluluğu veren bir yer
olarak gördüm.
Japonlar bunu büyük ölçüde anlamış bulunmaktadırlar. Ama daha
önce de dediğim gibi, fabrika toplumu Japonya'da bile uzun süre işlemeyecektir,
en azından bilgi işçileri için işlemeyecektir. Japon fabrika toplumunun
bir ait olma kavramına dayalı olmaktan çok, bir korkuya dayalı olduğu artık
açıkça anlaşılmaya başlamıştır. Japonya'nın kıdeme göre ücret arttırımı
uygulayan büyük şirketlerinden birinde çalışan işçi, 30 yaşını geçtikten sonra
işini kaybederse, ömrünün sonuna kadar bir daha istihdam edilemez duruma
düşmektedir. Ama Japonya 1960'larda bile ciddi istihdam darlıkları yaşarken
bugün ciddi emekçi darlıkları yaşamaya başladığı için bu da artık hızla
değişmektedir.
Batı'da fabrika toplumu
hiçbir zaman kök salmamıştır. Ben yine de işçiye mümkün olduğu kadar sorumluluk
ve öz kontrol olanağı verilmesini şiddetle savunmaktayım. Bu fikirler, fabrika
toplumunu savunurken de dayandığım ana fikirlerdir. Bilgiye dayalı kuruluş,
kesinlikle sorumluluğa dayalı kuruluş haline gelmek zorundadır.
Ama bireyler, özellikle
de bilgi işçileri, anlamlı bir sosyal yaşama, kişisel ilişkilere, işlerinin ve
çalıştıkları kuruluşun dışında, hataâ kendi ihtisas alanlarının dışında
birtakım katkılara ihtiyaç duymaktadırlar.
Vatandaş olarak gönüllü
Bu ihtiyacın
karşılanabileceği alan, sosyal sektördür. Bireyler işte orada katkıda
bulunabilirler. Sorumluluklar üstlenebilirler. Bir fark yaratabilirler.
"Gönüllü" olabilirler. Bu, ABD'de şimdiden başlamış durumdadır.
Diğer gelişmiş ülkelerin
hemen hemen hepsinde, gönüllülük geleneği, sosyal devlet tarafından ezilip yok
edilmiştir. Örneğin Japonya'da eskiden tapmaklar ve Shinto kutsal yerleri,
yerel gönüllülerin güçlü katılımıyla aktif toplum hizmet merkezleri halinde
işlerdi. 1867 Meiji Devrimi ülkeyi "batılılaştırdı", dini de hükümet
işlevlerinden biri haline getirdi. Kısa zamanda gönüllüler ortadan kayboldu,
tapınaklardaki toplum hizmetleri de silindi gitti. İngiltere'de on dokuzuncu
yüzyıl boyunca hayır işleri, toplumun bir işleviydi ve varlıklı kimselerin
sorumluluğu olarak görülürdü. 1890'dan sonra, hükümetin toplum efendisi olarak
görülmesi yaygınlaşırken, bunun da çoğu yok oldu. Londra'da 1878 yılında
kurulan Salvation Army, Victoria döneminin zengin toplum hizmet kültürlerinden
günümüze kadar gelebilmiş pek az sayıda örnekten biridir. Fransa'da da devletin
düzenleyip kontrol etmediği her türlü toplum faaliyeti, Napoleon zamanından
beri "kuşkulu" sayılmakta, hatta bir tür başkaldırı sayılmaktadır.
Amerika'da dinsel mezhep sayısının çokluğu, eyalet, kent ve
sınır yerleşim yerleri geleneğinde yerel özerkliğe önem verilmesi, sosyal
faaliyetlerin siyasallaştırılmasını ve merkezileştirilmesini yavaşlatmıştır. Sonuç olarak o ülkede
bugün bir milyon kadar kamu yararına kuruluş, sosyal sektörde faaliyet
göstermektedir. Bunlar Gayri Safi Milli Hasıla’nın yaklaşık onda birini temsil
etmektedirler. Topladıkları bu paraların dörtte biri halktan aldıkları
bağışlar, diğer dörtte biri hükümetin belirli işler karşılığında onlara ödediği
para (örneğin sağlık bakım gider iade programlarını yönetmek gibi), geri kalanı
da sağladıkları diğer hizmetlere karşı aldıkları paralardır (bunun da örneği,
özel üniversitelere devam eden öğrencilerin ödediği eğitim ücreti ya da artık
her Amerikan müzesinde görülen "sanat dükkânlarında satılan eşyalardan
kazanılan paradır).
Gönüllü kuruluşlar,
bugün Amerika'nın en büyük işvereni durumundadır. Her iki yetişkin Amerikalıdan
biri, yani toplam doksan milyon insan, haftanın en az üç saatinde "ücretsiz memur" olarak, yani gönüllü
olarak bu tür kuruluşlarda çalışmakta kilise ve hastanelerde, sağlık bakım
kurumlarmda, Kızıl Haç gibi toplum hizmetlerinde, izcilik kuruluşlarında,
Salvation Army ya da Alcoholics Anonymus gibi rehabilitasyon hizmetlerinde,
dayak yiyen kadınlara barınak sağlamada, kent sokaklarının Siyah çocuklarına
özel dersler vermekte hizmet sunmaktadırlar. 2000 ya da 2010 yılında bu
ücretsiz çalışan insanların sayısının 120 milyona ulaşacağı, bu işlere
verdikleri sürenin de haftada beş saate yükseleceği öngörülmektedir.
Bu gönüllüler artık
"yardımcı" değildir. "Ortak" olmuşlardır. ABD'deki kâr
amacı gütmeyen kuruluşların çoğu, ücretle full-time çalıştırdıkları bir
yönetici tutmaktadır. Ama yönetim ekibinin geri kalanı giderek daha büyük
ölçüde gönüllülerden oluşmaktadır. Kuruluşu giderek daha çok onlar
yönetmektedir. En büyük değişiklik de Amerika’nın Katolik kilisesinde
gerçekleşmiştir. Mezheplerin bir tanesinde artık işlerin çoğunu "cemaat yöneticisi"
seçilen kadınlar üstlenmiştir. Papazlar ayini yapmakta, kutsamaları yerine
getirmektedir. Onun dışındaki her şey, tüm sosyal işlerle toplum işleri de
dahil olmak üzere, "ücretsiz elemanlar" yani "cemaat
yöneticisi" emrinde
çalışan gönüllüler tarafından yapılmaktadır.
ABD’de gönüllü
katılımının böylesine yükselmesi, ihtiyaçta bir artış olduğu için değildir. Bu
gönüllü insanların kendileri, topluma bir katkıda bulunmak, bir adanmışlık
göstermek için baskı yapmışlardır. Yeni gönüllülerin büyük çoğunluğu, emekli
olmuş kimseler de değildir. Karı-koca çalışan ailelerin bireyleridir. Otuz-kırk
yaşında, iyi eğitim almış, halleri vakitleri yerinde, oldukça da meşgul
kimselerdir. Çalışmakta oldukları işi sevmektedirler. Ama "bir fark
yaratacak" bir şeyler daha yapmak istemektedirler. Bu bir Kutsal Kitap
öğretim dershanesi de olabilir, Siyah çocuklara çarpım tablosunu öğretmek de
olabilir, uzun süre hastanede yattıktan sonra taburcu olup evine dönen
yaşlıları birer birer ziyaret etmek, rehabilitasyon egzersizlerinde onlara
yardım etmek de olabilir.
Belki de ABD'nin gönüllü
kuruluşlarının bu çalışanlara verdiği şey, çalışanların sunduğu hizmetlerden
daha önemlidir.
Kız İzciler Kuruluşu,
radikal biçimde entegre olmuş Amerikan kuruluşlarından biridir. Kızlar oymakları
içinde, renkleri ya da ulusal kökenleri ne olursa olsun yani Beyaz da, Siyah
da, İspanyol kökenli de Asyalı da olsalar bir arada çalışıp bir arada
eğlenmektedirler. Ama Kız İzcilerin 1970 yılında başlattığı bu entegrasyonun en
önemli katkısı, çok sayıda anneyi kendine çekebilmesi olmuştur. Her kökenden
anneler gönüllü olarak liderlik pozisyonlarını üstlenmiş, entegre toplum
işlerine katılmışlardır.
Yine aynı şekilde,
yüzyılımızın son on yılı içinde belki Amerika’nın en önemli sosyal olgusu olan
o hızlı büyümeyi sergileyen "pastoral" kiliselerin de en çekici yanı,
gönüllülere sunabildiği etkin toplum katkısı olanaklarıdır. Bu kiliselerin
kadroları hemen hemen tümüyle gönüllülerden oluşmaktadır. En büyüklerinden bir
tanesinin 13.000 üyesi, ama yalnızca 150 tane ücretli elemanı vardır, baş papaz
da buna dahildir. Buna rağmen, hiçbir geleneksel kilisenin yapamadığı kadar çok
sosyal iş yapmaktadır. Cemaata katılan herkesin, birkaç pazar oraya geldikten
sonra, kilise faaliyetlerine katılması beklenmektedir. Görevi ya kilisenin
içinde ya da topluma dönük bir şey olacaktır. Birkaç ay sonra kendisinden o
faaliyetin yöneticiliğini üstlenmesi istenecektir. Herkesin "lider"
olması beklenmektedir.
Sosyal sektör içinde ya
da sosyal sektör kanalıyla gelen vatandaşlık, kapitalist ötesi toplumun ve
kapitalist ötesi politikanın hastalıklarını hepten geçirecek bir sihirli çare
değildir. Ama bu, bozukluklarla uğraşmakta bir ön şart sayılabilir. Bir kere,
vatandaşlığın simgesi olan sivil sorumluluk bilincini sağlamaktadır, sivil
gurur denilen kavram da zaten bir toplumun en belirgin işaretidir.
Toplumun ve toplum
kuruluşlarının, bu arada vatandaşlığın çok fazla zarar gördüğü yerlerde,
ihtiyaç elbette ki daha da büyük olacaktır. Buna örnek, eski komünist
ülkelerdir. Bu ülkelerde hükümet yalnız gözden düşmekle kalmamış, tümüyle
iktidarsızlaşmıştır. Bu ülkeleri, örneğin Çekoslovakya, Kazakistan, Rusya,
Polonya, Ukrayna gibi ülkeleri komünistlerden devralıp şimdi yönetmeye başlayan
hükümetlerin, esasta hükümetler tarafından yapılması gereken işleri doğru
dürüst yapabilmesi bile yıllar alacaktır. Bunlar; parayı ve vergileri yönetmek,
askeri kesimi ve mahkemeleri düzenlemek, dış ilişkileri yürütmek gibi
görevlerdir. Bu arada, toplumun ihtiyacı olan sosyal hizmetleri ve siyasal
sistemin ihtiyaç duyduğu liderlik gelişimini sağlayacak olan da, sosyal
sektörün gönüllülere dayalı olan, insanların ruhsal enerjilerinden yararlanan
kuruluşları olmak zorundadır.
Çeşitli toplumlar ve
çeşitli ülkeler elbette ki kendi sosyal sektörlerini farklı biçimlerde
yapılandıracaklardır. Örneğin kiliselerin, hâlâ çok daha dindar Hıristiyan olan
Amerika'da oynayabildikleri kilit rolü Batı Avrupa'da oynayabileceklerini
düşünmek zordur. İstihdam toplumu üyeliği Japonya'da yine toplumun merkez odak
noktası olarak kalabilir. Ama gelişmiş ülkelerin
hepsi, özerk, kendi kendini yöneten sosyal sektör kuruluşlarına ihtiyaç
duymaktadır. Çünkü gerekli toplum hizmetlerini vermek zorundadır. İhtiyacın
asıl nedeni de toplum bağlarını yeniden sağlamak, vatandaşlığı diriltmek amacından
kaynaklanmaktadır. Tarihe baktığımızda, toplumun bir kader olduğunu
görürüz. Kapitalist ötesi toplumda ve politikada ise toplum bir adanmışlık
haline gelmiştir.
Sh:237-250
**
BİLGİ: EKONOMİSİ VE VERİMİ
İlk bakışta, kaynak
olarak bilgiye dönüş, ekonomiyi pek de etkilemiyormuş gibi görünür. Bütün
olayın, "kapitalist ötesi" olmaktan çok "kapitalist" bir
görünümü vardır. Ama görünüşe aldanmamakta da yarar vardır.
Ekonomi elbetteki piyasa
ekonomisi olarak kalacaktır; hem de bir dünya pazarı ekonomisi olacaktır.
Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki dönemin, yani "planlı” ekonomilerin
bulunduğu ve "sosyalist" ülkelerin olmadığı dünya pazarı
ekonomisinden de daha ötelere uzanacaktır. Piyasanın ekonomik faaliyetlerin
düzenleyicisi olması konusuna yönelik eleştirilerin kökü ta Aristo'ya kadar
dayanır. Suçlamaların pek çoğu da sağlam temellere dayanmaktadır. Ama Karl Marx
kadar anti-kapitalist biri de yüz yılı aşkın bir süre önce, piyasanın tüm
kusurlarına rağmen, diğer ekonomik faaliyet düzenleme yollarının hepsinden
üstün olduğunu söylemiştir ve son kırk yıl da bunu gerçek anlamda kanıtlamış
bulunmaktadır. Piyasayı üstün kılan şey de zaten ekonomik faaliyetleri
enformasyonun çevresinde düzenliyor olmasıdır.
Ama dünya ekonomisi bir
piyasa ekonomisi olarak kalıp, piyasanın kurumlarını korurken, içeriği büyük
ölçüde değişmiş bulunmaktadır. Eğer hâlâ "kapitalist" ise, artık "enformasyon kapitalizmi" söz konusudur. Son kırk yıl boyunca ekonominin merkezine
yerleşmiş olan sanayiler artık bilgi ve enformasyonun üretimi ve dağıtımıyla
ilgilidir, malların üretimi ve dağıtımıyla değil. İlaç sanayiinin de asıl ürünü
bilgidir; çünkü o haplarla o reçete ilaçları, bilginin paketlenmesinden başka
bir şey değildir. Telekomünikasyon
sanayileri vardır, bilgisayar, semi-kondüktör, yazılım gibi enformasyon işleme
araç ve gereçlerini üreten sanayiler vardır. Enformasyon üretip dağıtanlar da
vardır; onlar da sinema filmleri, televizyon programları, CD’lerdir. Bir de
ticari amaca yönelik olmadığı halde bilgi üretip uygulayanlar, yani eğitim ve
sağlık bakım hizmetleri gibileri vardır. Hele bunlar, tüm gelişmiş ülkelerde
bilgiye dayalı ticari kurumlardan bile çok daha hızlı büyümüşlerdir.
Eski kapitalizmin "süper
zenginleri" on dokuzuncu yüzyılın çelik krallarıydı. İkinci Dünya Savaşı
sonrası ekonomik canlanma döneminin "süper zenginleri" ise bilgisayar
yapımcıları, yazılım üreticileri, televizyon program yapımcıları ya da Ross
Perot gibileridir, yani enformasyon sistemlerini kurma ve işletmeye yönelik bir
iş kurmuş olanlardır. Perakendecilik dalında
kazanılan büyük servetlere gelince, örneğin ABD'de Wal Mart'ın Sam Walton'ı,
Japonya'da Ito-Yokado'nun Mâsatoshi Ito'su, İngiltere'de Sainsbury kardeşler
gibileri, bu eski iş dalını enformasyon çevresinde yeni baştan düzenledikleri
için büyüyebilmişlerdir.
Aslında eski sanayiler arasında, şu son kırk yıl içinde
hangilerinin büyüdüğüne bakarsanız, bunların hep kendilerini bilgi ve
enformasyon çevresinde örgütleyenler olduğunu görürsünüz. Entegre çelik
tesisleri artık modası geçmiş şeylerdir. Düşük ücretli işçilerin çalıştığı
ülkelerde bile, bunlar artık mini tesislerle rekabet edememektedir. Ama mini
tesis, çeliğini ısının çevresinde değil, enformasyonun çevresinde üreten bir
kuruluştur.
Artık malları üretip taşımakla servet kazanılması mümkün değildir.
Hatta günümüzde parayı kontrol etmekle bile çok büyük kârlar elde edilemez.
1910 yılında
Avusturya-Alman sosyalisti Rudolf Hilferding (1877-1941), "finans Kapitalizmi” diye bir terim
bulmuştur. Bunun artık kapitalizmin en son aşaması
olacağını, ondan sonra da sosyalizmin geleceğini söylemiştir. Kapitalist bir
ekonomide bankaların paraya ne ödediği ve onu verirken ne aldığı arasındaki
farkın giderek çok fazla genişlediğine işaret etmiştir. Sonuçta bankalar ve
bankerler tek para kazananlar olacak, kapitalist ekonomiyi onlar yönetecek, demiştir.
Birkaç yıl sonra Lenin bu tezi alıp kendi
komünizmine temel teori olarak kullanmıştır. Sovyet planlamasının neden devlet
bankası çevresinde düzenlendiğini, neden banka kredilerinin tahsisi yoluyla
kontrol edildiğini böylece daha iyi anlayabiliyoruz.
Finans kapitalizmi,
İkinci Dünya Savaşı sonrasında hâlâ sosyalist dogma sayılıyordu. Buradan da İngiltere'nin ilk savaş sonrası İşçi Partisi
hükümetinin neden İngiltere Bankası'nı derhal devletleştirdiğini, birkaç yıl sonra
daneden Fransa'daki sosyalist hükümetin belli başlı ticari bankaları
devletleştirme yoluna gittiğini öğreniyoruz.
Ama ticari bankalar
zaten her yerde başı dertte kuruluşlardır. Parayı alırken ne ödedikleri ile
verirken ne aldıklarını düşünürseniz, aradaki farkın sürekli olarak azaldığını
görürsünüz.
Para ticareti yaparak kazandıklarıyla doğru dürüst bir kâr sağlayamazlar.
Giderek hayatlarını kazanabilmek için enformasyon karşılığında ücret alma
yoluna gitmektedirler.
Geleneksel kaynakların,
yani emeğin, toprağın ve sermayenin (para) getirisi giderek azalmaktadır.
Servet kazanan kaynaklar, ancak enformasyon ve bilgidir.
BİLGİ EKONOMİSİ
Bilginin bir ekonomik
kaynak olarak davranışını bugün için tam anlamıyla kavrayamamış durumdayız.
Henüz bir teori geliştirip onu sınayacak kadar tecrübe sahibi olamadık. Şu an
için tek söyleyebileceğimiz, böyle bir teoriye ihtiyacımız olduğudur. Bilgiyi
servet üretme sürecinin merkezine yerleştiren bir ekonomik teori gereklidir
bize. Bugünün ekonomisini, ancak böyle bir teori açıklayabilir. Ekonomik
büyümeyi de ancak bu teori açıklayabilir. Yeniliği de öyle. Japon ekonomisinin
nasıl işlediğini, hepsinden önemlisi de, niçin işlediğini bize anlatacak olan
da yalnızca bu teoridir. Yeni gelenlerin, özellikle high-tech alanında, nasıl
olup da kaşla göz arasında tüm rakiplerini piyasadan silebildiğim, hem de o
rakipler siperlere iyice yerleşmiş olduğu halde bunu nasıl başarabildiğini;
örneğin Japonların tüketici elektroniğine ve ABD oto sanayiine bu işi
yapabildiğini de bize anlatabilecek, bu teoriden başka bir şey yoktur.
Şu ana kadar, bilgi
konusunda bir Adam Smith ya da David Ricardo belirmiş değildir. Ama bilginin
ekonomik davranışıyla ilgili ilk çalışmalar yavaş yavaş ortalıkta gözükmeye
başlamıştır.
Bu çalışmaların açık
seçik ortaya koyduğuna göre, bilgiye dayalı ekonomi, şimdiki teorinin bir
ekonomiye yakıştırdığı biçimde, yani uygun biçimde davranmamaktadır. Bu nedenle
de yeni ekonomik teorinin, yani bilgiye dayalı ekonomi teorisinin, Keynesçi,
neo-Keynesçi, klasik ya da neo-Klasik olsun şimdiki ekonomik teoriden çok
farklı olacağını biliyoruz.
İktisatçıların temel
varsayımlarından biri, kaynakların tahsisinde ve ekonomik ödüllerin dağılımında
esas modelin "tam rekabet" olduğudur. "Kusurlu
rekabet" ise
gerçek dünyada çok sık rastlanan bir şeydir. Ama ekonomiye dıştan gelen
müdahalelerin sonucudur, yani onu tekeller, patent koruma önlemleri, hükümet
mevzuatı, vb. gibi şeyler yaratır. Oysa bilgi ekonomisinde kusurlu rekabet,
ekonominin kendi yapısında var olan bir şeymiş gibi gözükmektedir. Bilginin ilk
uygulanışından ve ondan ilk yararlanmışından (yani "öğrenme grafiği"
diye bilinen şeyden) kazanılan avantajlar, kalıcı ve geriye dönülmez olur.
Bunun gösterdiği şey ise, serbest ticaret ekonomisinin de korumacılığın da
kendi başlarına ekonomik politika olarak İşleyemeyeceğidir. Bilgi ekonomisi
görünüşe göre her ikisine de dengeli biçimde ihtiyaç duymaktadır.
İktisatçıların bir başka
temel varsayımı da, bir ekonominin ancak ya tüketimle ya da yatırımla
belirlenebileceğidir. Keynesçilerle neo-Keynesçiler (Milton Friedman gibi),
olayı tüketime bağlarken, klasiklerle neo-Klasikler ("AvusturyalIlar"
gibi) yatırıma bağlamaktadır. Bilgi ekonomisindeyse görünüşe göre ikisi de asıl
etken değildir. Ekonomide tüketim arttığı zaman daha çok bilgi üretildiği
yolunda tek bir kanıt bile yoktur. Ama yatırımların artmasının da daha fazla
bilgi üretimine yol açtığının kanıtı yoktur. En azından, tüketimin artmasıyla
bilgi üretiminin ya da yatırımın artmasıyla bilgi üretiminin arasında geçen
zaman öylesine uzundur ki, bir analize yer bırakmamaktadır ve bu ekonomik
teorilerin ya da politikaların ikisini de bir ilişkiye oturtmayı imkânsız
kılmaktadır.
Geleneksel ekonomik
teoriyle uyuşmazlık gösteren bir başka nokta da, değişik tür bilgiler arasında
bir ortak paydanın yokluğudur. Farklı tarlalarda farklı bitkiler üretilir, ama
bunların fiyatlarını tayin eden, o farklılıklarıdır, yani çıktı miktarıdır.
Yeni bilgiye gelince, bunlar üç türlüdür. Önce, sürecin, ürünün, hizmetin
sürekli iyileştirilmesi vardır; Japonlar bunu en iyi başarmakta ve adına kaizen
demektedirler. İkincisi işlemedir, yani var olan bilginin sürekli olarak
işlenmesi, ondan yeni ve farklı ürünler, süreçler ve hizmetler elde
edilmesidir. Sonuncusu da gerçek yeniliktir. Bilgiyi uygulayıp ekonomide (ve
toplumda) değişiklik yapmanın bu üç yolu, bir arada ve aynı zamanda uygulanmak
zorundadır. Hepsine aynı derecede ihtiyaç vardır. Ama ekonomik özellikler, yani
maliyetler ve maliyetlerin ekonomik etkileri, kalitatif olarak farklıdır. Şu
ana kadar, bilgiyi kantifiye etmek, yani niceleştirmek mümkün olmamıştır.
Bilgiyi üretmenin ve dağıtmanın kaça mal olacağını elbette ki tahmin
edebiliriz, ama "ne
kadar üretilmiştir", "bilginin geri dönüşü" deyince neyi
kastediyoruz... bunları bilemeyiz. Oysa ekonomik olayları kantitatif ilişkiler
halinde ifade etmedikçe, ortada bir ekonomik teori olamaz. O olmayınca da
rasyonel bir seçim yapmaya olanak yoktur. Ekonomilerin ana ruhu da zaten
rasyonel seçimlerdir.
Hepsinden önemlisi de
bilginin miktarı, yani kantitatif yönü, o bilginin verimliliği, yani kalitatif
etkisi kadar önemli olamaz. Bu, eski bilgi için de geçerlidir, yeni bilgi için
de.
BİLGİNİN VERİMİ
Bilgi ucuza elde
edilemez. Bütün gelişmiş ülkeler, Gayri Safi Milli Hasılalarının yaklaşık beşte
birini bilginin üretimine ve dağıtımına harcamaktadırlar. Formel okul eğitimi,
yani kişilerin işgücüne katılmadan önce aldıkları eğitim, Gayri Safi Milli
Hasıla'nın aşağı yukarı onda birini götürmektedir (Birinci Dünya Savaşı'ndan bu
yana bu oran % 2'den yükselerek bu duruma gelmiştir). İstihdam veren kuruluşlar
da elemanlarının sürekli eğitimini sağlamak için Gayri Safi Hasıla’nın ayrıca %
5’ini daha harcamaktadırlar ... bu rakam daha da yüksek olabilir. Bunlardan
ayrı olarak, Gayri Safi Milli Hasıla’nın % 3 ile 5 arasında bir oranı da
araştırma-geliştirmeye harcanmakta, yani yeni bilgilerin üretilmesine
gitmektedir.
Gayri Safi Milli
Hasılaları’nm buna benzer bir oranını geleneksel sermaye (yani parasal sermaye)
oluşturmak için harcayan pek az ülke olduğu kesindir. Japonya'da ve Almanya'da,
yani en yüksek oranda sermaye formasyonuna sahip iki ülkede bile, İkinci Dünya
Savaşı'ndan bu yana geçen kırk yıl içinde bu oran Gayri Safi Milli Hasıla'nın
beşte birine ancak en ateşli yeniden yapılanma dönemlerinde ulaşılabilmiştir. ABD'de
sermaye formasyonu uzun yıllar boyunca Gayri Safi Milli Hasıla'nın %20'sine
yükselmemiştir. Bilgi formasyonu bu nedenle her gelişmiş ülkede daha şimdiden
en büyük yatırımı temsil etmektedir. Bir ülkenin ya da bir şirketin bilgiden ne
kadar bir kazanım elde edeceği, kuşkusuz giderek onun rekabet edebilirliğini
tayin eden etken durumuna gelecektir. Bilginin verimi giderek ekonomik ve
sosyal başarının saptayıcı etkeni, hatta tüm ekonomik performansın da saptayıcı
etkeni durumuna gelmektedir. Ayrıca, bilginin veriminde çok büyük farklar
bulunduğunu da biliyoruz. Bu, hem ülkeler arasında, hem sanayiler arasın-da,
hem tek tek kuruluşlar arasında böyledir. Birkaç örnek vermek de mümkündür.
İngiltere,
bilimsel ve teknik bilgi üretimi açısından baktığımızda, ikinci Dünya Savaşı
sonrası dönemde dünyanın ekonomik lideri durumundadır. Antibiyotikler, jet
motorları, vücut seminer'lan, hatta bilgisayar bile hep Ingiltere'nin
geliştirdiği şeylerdir. Ama Ingiltere bu bilgi ulaşımlarını başarılı ürün ve
hizmetlere dönüştürmeyi gerçekleştirememiştir, onları istihdama, ihracata,
piyasa payına dönüştürememiştir. İngiliz ekonomisinin yavaş ve sürekli
erozyonunun kökünde, her şeyden çok, bilgilerin böyle verimsiz oluşu
yatmaktadır.
Aynı tehlike sinyalleri bugün Amerikan toplumundaki bilgi verimi
konusunda da ortaya çıkmıştır. Peşpeşe sanayiler, mikrochip'ten faks
makinesine, takım tezgâhlardan fotokopi makinelerine kadar her türlü ürünü
üreten Amerikan firmaları, durmadan yeni teknolojiler geliştirmiş, sonra Japon
şirketlerinin bu ürünleri geliştirip piyasaları kapmasına seyirci olmak zorunda
kalmıştır. ABD'de
bilginin her ek çıktısı için her ek çıktı, belli ki Japon rakiplerinkinden daha
düşüktür. ABD'nin bilgi verimi çok önemli alanlarda geride kalmaya başlamıştır.
Almanya daha değişik bir
örnektir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’sı, en azından 1990'daki
birleşmeye kadar, çok çarpıcı bir ekonomik başarı sergilemiştir. Çoğu sanayilerde, bu arada bankacılık ve sigortacılıkta, Batı
Almanya’nın güçlü liderlik pozisyonu, imparatorluk Almanyası'ndan ve Hitler
öncesi Almanya’dan daha öndeydi. Birbirini izleyen yıllar boyunca Batı Almanya,
örneğin sermaye ihracatında kişi başına ABD’nin dört katı, Japonya'nın üç katı
düzeylere ulaştı. Demek ki Batı Almanya’nın eski bilgide çok yüksek bir verimi
vardı. Onu
kullanmakta da, geliştirmekte de, uygulamakta da. Ama yeni bilgi verimi çok
düşüktü. Özellikle high-tech alanlarda, bilgisayarlarda, telekomünikasyonda,
ilaç sanayiinde, ileri malzemelerde, biyogenetikte ve bu gibi alanlarda öyleydi.
Oransal olarak baktığımızda, Batı Almanya'nın da bu alanlara ABD'nin yatırdığı
kadar para yatırdığını, hatta belki daha çoğunu yatırdığını görüyoruz. Önemli
bir miktarda yeni bilgi ürettiği de doğrudur. Ama bu yeni bilgileri başarılı
yeniliklere dönüştürmekte başarısızlık göstermiştir. Yeni bilgi, verimli
olacağı yerde, enformasyon olarak kalmıştır.
En öğretici örneği ise
Japonya sağlamaktadır. Son kırk yıl boyunca Japonya hem eski tür imalatta, hem
de yeni ve bilgiye dayalı sanayilerde çok başarılı olmuştur. Ama Japonya'nın
meteor gibi yükselişi, bilgiyi üretmeye dayalı değildir. Teknolojide ve
yönetimde Japonya'nın bilgileri hep başka yerlerde üretilmiştir, çoğu da ABD
üretimidir. Japonya’da ülke içi bir bilgi temeli oluşturma yolundaki ciddi
çabalar, ancak 1970'lerde başlayabilmiştir. Günümüzde, 1990'lı yıllarda bile, Japonya çoktan dünyanın ikinci en
büyük gücü olduğu halde, ülke hâlâ ihraç ettiğinden fazla bilgi ithal
etmektedir. Aslında Japonlar pek çok yönetim bilgisi ithal ettikleri halde,
teknolojik alanda pek de çok bilgi ithalatı yapmış da sayılmazlar. Ama ellerine
hangi bilgileri geçirdilerse, bunları olağanüstü bir başarıyla verime
dönüştürebildiler.
Kaynakların verimi
konusunun kapitalist ötesi toplumun ekonomisinde tümüyle en önemli konu olacağına
işaret eden durumlar vardır. Kaynakların verimi, çevreyle ekonomik büyüme
arasındaki ilişkinin altında yatan şeydir. Parasal sermaye konusunda da bir
verim sorunuyla karşılaşıyoruz ve o sorunun da, bilgi sermayesinin veriminde
karşılaştığımızla çok benzeştiğini görüyoruz.
Parasal sermayenin
verimini iktisatçılar İkinci Dünya Savaşı’na kadar görmezden gelmişlerdir. Marx
da dahil olmak üzere hemen hemen hepsi, sermayenin veriminden çok, miktarı
üzerinde düşünmüşlerdir. Keynes bile, ancak biriktirilen parayla yatırım
yapılan para arasında bir ayrım yapmıştır. O yatırım bir kere yapılınca,
mutlaka verimli olacağını varsaymıştır.
Ama İkinci Dünya Savaşı
sonrası yıllarda, bizler artık; "Yatırım yapılan ek birim para acaba ne
kadar ek üretim getiriyor?" gibi sorular sormaya başlamış bulunuyoruz.
İşte o zaman, parasal sermayenin verimiyle ilgili bazı farklar olduğu ve bu
farkların önemli, hem de çok önemli olduğu ortaya çıkıyor.
Sermayenin verimiyle
ilgili kaygıların ilk uyanışı, 1950'lerin sonlarıyla 1960’ların başlarına
rastlamaktadır ve o dönem de merkezi planlamanın bütün dünyada yaygın olduğu
dönemdir. İnsanların o sıralarda sorduğu sorular yalnızca; "Acaba
ekonomiyi yönetmek için Sovyetler'in tepeden gelme Beş Yıllık Planlar yöntemi
mi daha iyidir, yoksa Fransızların konsensüs sonucu oluşturduğu Plan lndicatif
yöntemi mi?" biçimindeydi. Ama planlamadan doğan sonuçların, hem toplam
çıktı, hem de yatırım birimi başına çıktı açısından, piyasanın yapacağı plansız
sermaye tahsisinden çok daha üstün olduğu konusunda herkes görüş birliği
içindeydi.
Fiili performansı ölçme
konusundaki ilk girişimler, her iki tip planlama altında da sermaye veriminin
çok düşük olduğunu ve sürekli olarak daha da düştüğünü kesinlikle gösterdi. Bu
ölçümler, merkezi planlama altında, yatırımlara eklenen sermaye birimlerinin
çıktıya giderek daha az katkıda bulunduğunu ortaya koydu.
Fransızlar hemen
harekete geçti. Plan lndicatif’i rafa kaldırdılar, ekonomik planlamadan da
tümüyle vazgeçtiler. Eğer Fransa 1960'ların başlarında rotasını böyle 180
derece değiştirmemiş olsaydı, bugün durumu Doğu Almanya'ya çok benzeyecekti.
Sovyet planlamacıları ise planlamayı sürdürdüler. Sovyet
İmparatorluğu'nda sermayenin verimi düştükçe düştü, sonunda eksi duruma geçti.
Brejnev döneminde tarımsal yatırımlar yükseldi, sonunda savunmaya yöneltilmemiş
olan paranın aslan payını alır duruma geldi. Ama Ruslar tarıma ne kadar para
dökerlerse döksünler, hasat da bir o kadar küçülmeye başladı. Sermaye veriminin
eksi değeri Rusya'daki sivil sanayileri de sarmaya başladı. Savunma
sektöründe ne olduğu konusunda elimizde enformasyon yoktur. Sonunda Sovyet
ekonomisinin çöküşü, her şeyden çok, sermaye veriminin çökmesi yüzündendir.
Artık biliyoruz ki
merkeziyetçilik, parasal sermayenin verimini kösteklemektedir. Dünya Bankası'nın
Üçüncü Dünya'da yaptığı dev yatırımlar, merkezi planlama sonucu değildi. Ama
yine de son derece merkezi nitelikteydiler ve hâlâ da öyledirler. Verimleri her
zaman düşük olmuştur. Dev boyda çelik tesisleri gibi göze çarpan anıtlar
dikilmesinde kullanılmışlardır. Ama genelde bakıldığında, "çarpan"
etkileri çok az olmuştur. Fabrika kapılarının dışında yarattıkları istihdam
sayısı çok azdır. Ekonomik bakımdan, kârlılık bir yana, başabaş duruma
gelmeleri bile ender rastlanan bir olaydır. Bu nedenle de ulusal ekonomiye yeni
yatırım sermayesi sağlayacakları yerde, o ekonominin üzerinde bir yük olmuş
kalmışlardır.
Merkezi planlamayla
merkeziyetçiliğin, tıpkı parasal sermayeyi verimsiz kıldıkları gibi, bilgi
sermayesini de verimsiz kılması son derece mümkündür.
Şu ara Japonların
"high-tech" bilgiler konusundaki planlaması, Rusların ve Fransızların
30 yıl önce ekonomik gelişmeyi planlamaları kadar hızlı gitmektedir. Ne var ki,
elde edilen sonuçlar şu ana kadar hiç de etkileyici değildir. Japonların high-tech
sanayilerdeki zaferlerinin o hükümet planlarıyla pek az ilgisi vardır. O
planların çoğu başarısız olmuştur. Buna bir örnek, "Beşinci Kuşak"
süper bilgisayarı geliştirme yolundaki o iddialı plandır. Japonları hükümetin
desteklediği "konsorsiyumlar" yoluyla yenmeyi amaçlayan çeşitli ABD
planları da apayrı bir örnek oluşturmaktadır, çünkü bu da yeniliğin
merkezileştirilmesi anlamına gelmiş, sonunda başarısız olmuştur.
Yenilik, yani bilginin
kullanılmasıyla yeni bilgiler yaratılması, Amerikan folklorunun dediği kadar da
"ilham"a bağlı değildir, bireyler tarafından garajlarında
gerçekleştirilen şeyler de değildir. Bu iş bir sistematik, bir çaba, yüksek
düzeyde bir örgütlenme gerektirmektedir. Ama aynı zamanda, ademi merkezileşmeyi
ve çeşitlendirmeyi, yani merkezi planlamayla merkezileşmenin tam tersini de
gerektirmektedir.
YÖNETİM GEREKLERİ
Merkezileşme, ademi
merkezileşme ve çeşitlendirme gibi terimler, ekonomi terimleri değildir. Bunlar
yönetim terimleridir. Bilgi yatırımının verimi konusunda elimizde bir ekonomik
teori yoktur, belki hiçbir zaman da olamayacaktır. Ama yönetim bilgilerimiz
vardır. Her şeyden önce, bilgiyi verimli kılmanın bir yönetim sorumluluğu
olduğunu biliyoruz. Bu iş hükümet tarafından yapılamaz. Ama piyasa güçleri
tarafından da yapılamaz. Çünkü bir sistematik gerektirir, bilginin bilgiye
organize biçimde uygulanmasını gerektirir.
Belki birinci kural,
bilginin sonuçlar getirme konusuna yüksek biçimde yönlendirilmesidir. Atılan
adımlar küçük ve önemsiz olabilir. Ama amacın iddialı olması şarttır. Bilginin
verimli olması için ancak bir fark yaratacak biçimde uygulanması gerekir.
Macar asıllı Amerikalı, Nobel ödülü almış Albert von Szent Györgyi
(1893-1990), fizyoloji bilimine bir devrim getirmiştir. Kendisinden
başarılarını anlatması istendiğinde, en çok şey borçlu olduğu kişi olarak bir
öğretmeninin adını vermiştir. Bu öğretmen, adı duyulmamış bir Macar taşra
üniversitesinde profesördür. Györgyi şöyle demiştir: "Doktora tezimi alırken,
ben bağırsak gazları konusunu seçmek istemiştim. —Bu konuda hiçbir şey
bilinmiyordu. Zaten hâlâ da bilinmiyor.— Profesörüm bana, 'Çok ilginç' dedi.
'Ama hiç kimse bağırsak gazlarından ölmemiştir. Eğer sonuç elde edeceksen —ki o
da son derece kuşkulu— bari fark yaratacak bir alanda elde edilmiş sonuçlar
olsun.'" Szent Györgyi sözlerine devamla, "Ben de bu yüzden temel
kimya konusuna eğilmeyi seçtim ve sonunda enzimleri keşfettim,"
demektedir.
Szent Györgyi'nin her
araştırma projesi çok küçük bir adımdı. Ama kendine en baştan başlayarak çok
yüksek bir amaç seçmişti. Niyeti, insan vücudunun temel kimyasını keşfetmekti.
Japon kaizen 'i de aynı şekilde, sürekli olarak çok küçük adımlar atmaktadır.
Bir ufak değişiklik şurada, bir ufak değişiklik burada. Ama asıl amaç, bu adım
adım iyileştirmelerin sonucunda, birkaç yıl içinde bütünüyle değişik ürünler,
süreçler, hizmetler yaratmaktır. Yani amaç, bir fark yaratmaktır.
Bilgiyi daha verimli
kılmak, eldeki bilgileri son derece net biçimde odaklamayı gerektirir. Ayrıca
bilgiler çok da konsantre olmak zorundadır. İster bir kişi, ister bir ekip
tarafından uygulanıyor olsun, bilgi çabalan her zaman bir amaç ve bir
organizasyon gerektirir. Birdenbire ilham gelmesiyle, bir ampul yanmasıyla
ilgisi yoktur. Çalışmakla vardır.
Bilgiyi verimli kılmak,
aynı zamanda değişiklik fırsatlarının sistematik bir patlamasını da
gerektirmektedir. Daha önce adı geçen kitabımda
ben buna "Yeniliğin Yedi Penceresi" demiştim. Bu fırsatların
da, bilgi işçisinin ve bilgi ekibinin uzmanlık alanlarıyla ve güçlülükleriyle
uyumlu olması şarttır.
Bilgiyi verimli kılmanın
son gerektirdiği şey de zamanın yönetimidir. Yüksek bilgi verimi, ister
iyileştirmeler yoluyla ister uygulama ya da yenilikler yoluyla olsun, çok uzun
bir sindirme süresinin sonucunda gelir. Ama yine de bilginin verimi, aynı
zamanda kısa dönemli sonuçların sürekli bir nehir gibi akmasını gerektirir.
Şimdiye kadar, bilgiyi bu alanlarda uygulamak için pek fazla bir şey
yapılmamıştır. Ama bu alanlarda bilginin verimine olan ihtiyacımız, ekonomide,
teknolojide ve tıpta duyduğumuz ihtiyaçtan daha fazladır.
İlintileridir, yeter!
Bilginin verimi, bireyin
ya da grubun bildiği şeyden alınan ürünün arttırılmasını gerektirir.
Eski bir Amerikan hikâyesi anlatılır: Bir çiftçi, kendisine daha
verimli bir tarım yöntemi öğretmeye gelenlere, "Ben bu çiftlikten iki katı
kadar ürün almanın yolunu zaten biliyorum" demiş.
Çoğumuz (hattâ belki de hepimiz) uygulamaya koyduğumuz şeylerden
çok daha fazlasını biliriz. Esas neden, sahip olduğumuz çoğul bilgileri
seferber etmeyişimizdir. Biz bilgileri bir tek alet kutusundan çıkıyormuş gibi
kullanmıyoruz. Kendimize, "Ben neler biliyorum, bu işe uygulanabilecek
neler öğrendim?" diye soracağımız yerde, yapılacak işleri ihtisaslaşmış
bilgi alanlarına bölüp ayırıyoruz.
Yöneticilerle çalışırken
tekrar tekrar, örneğin organizasyon yapısında da, teknolojide de belli bir
zorluğun aslında yöneticinin zaten sahip olduğu bir bilgiyle ilgili olduğunu
görmüşümdür. O yönetici bu bilgiyi belki de üniversitedeyken bir ekonomi dersinde
edinmiş olabilir. Verdiği standart cevap, "Onu tabii biliyorum"
olur. "Ama o ekonomiyle ilgili yönetimle değil." Böyle bir ayrım
elbette ki gereksiz bir ayrımdır. Belki bir konuyu öğrenirken, öğretirken bu
tür ayrımlar yapmak şart olabilir, ama bilginin neler yapabileceğini tanımlama
sırasında işe yaramaz. Bizim şirketleri, devlet dairelerini ve üniversiteleri
düzenleyiş konusundaki geleneksel yaklaşımımız da aletlerin yalnızca alet
kutusunu süslemek amacını taşıdığı, kullanılmaya dönük olmadığı yolundaki
inançlara güç kazandırmaktadır.
Öğrenirken ve öğretirken
bizim aslında dikkatimizi aletin kendisine çevirmemiz gerekmektedir. Kullanımda
getireceği nihai sonuca, işe, göreve odaklanmalıyız.
Büyük
İngiliz romancısı E.M. Forster'ın (1879-1970) sık sık tekrarladığı bir sözü
vardır : "İlintilendir,
yeter!" Bunu
yapabilme yeteneği, büyük sanatçıların olduğu kadar, büyük bilim adamlarının da
Darwin'lerin, Bohr'ların, Einstein'lann da en belirgin işaretidir. Belki bu
kişilerin düzeyinde, ilintilendirebilme kapasitesi doğuştan gelmektedir,
"deha" dediğimiz şeyin bir parçasıdır. Ama genelde, birey için de,
ekip için de, bir kuruluşun tümü için de ilintileri kurarak var olan bilginin
getireceği ürünü yükseltmek, pekâlâ öğrenilebilecek bir şeydir.
Sonunda öğretilebilecek bir şey haline geleceğini beklemek de
doğaldır. Bunun için, sorunu tanımlama’ya dönük bir metodoloji gerekmektedir.
Bu gerek belki de (şu sıra çok moda olan) "sorun çözme” metodolojisinden
daha gereklidir. Bir başka gerekli olan şey de belli bir problemin gerektirdiği
tür bilgi ve enformasyonun sistematik analiziyle, o problemin ele alınışında
gerekecek aşamaların düzenlenmesi meto-dolojisidir. Bu da günümüzde
"sistem araştırması" dediğimiz şeyin altında yatan metodolojidir.
Sonra belki "Cehaleti Organize etme"
diyebileceğimiz bir şeyi daha gerektirir
— ortalıktaki cehalet miktarı, bilgi miktarından o kadar çoktur ki!..
Bilgilerde ihtisaslaşmak
bize her bir alanda çok büyük performans potansiyelleri getirmiştir. Ama
bilgilerin ihtisaslaşmış olması nedeniyle, potansiyeli performansa dönüştürecek
bir metodolojiye, bir disipline, bir sürece ihtiyacımız vardır. Aksi halde, var
olan bilgilerin çoğu verimli olamayacaktır. Birer enformasyon olarak
kalacaklardır.
Ağaçlara bakmak yüzünden
ormanı görememek önemli bir eksikliktir. Ama ormana bakarken ağaçları görememek
de bir o kadar önemli bir eksiklik sayılmalıdır. İnsan ancak tek tek ağaçlar
dikebilir, tek tek ağaçlar kesebilir. Oysa orman bir ”ekoloji”dir, tek tek
ağaçların onsuz büyüyemeyeceği ortamdır. Bilgiyi verimli kılabilmek için, bizim
hem ormanı, hem de ağaçlan görebilmemiz gerekir. İlinti kurmayı öğrenmek
zorundayız.
Bilginin verimi, bir
ülkenin, bir sanayinin, bir şirketin rekabet edebilirlik durumu açısından
giderek en önemli faktör durumuna gelecektir. Bilgi söz
konusu olduğunda, hiçbir ülkenin, sanayinin, şirketin "doğal” avantajı ya
da dezavantajı yoktur. Sahip
olabileceği tek avantaj, evrensel olarak var olan, herkesin ulaşabileceği
bilgilerden ne kadarını alabileceğine dayalıdır. Gerek ulusal, gerekse
uluslararası ekonomide önemi giderek artacak olan tek şey de, yönetimin bilgiyi
verimli kılma yolundaki performansı olacaktır.
Sh.253-270
**
HESAP VERECEK OKUL
Bizler aramızda, "iyi okul"lardan,
"zayıf okurlardan, "prestij okullari'ndan söz ederiz. Japonya'da bazı üniversiteler, örneğin
Tokyo, Kyoto, Keio, Waseda ve Hitotsubaşi gibileri; büyük şirketlerdeki ve
devletteki Karlyer pozisyonlarına giriş fırsatlarını hemen hemen kendi
kontrolleri altında tutmaktadırlar. Fransa’da Grands Ecoles de benzer bir güce
ve prestije sahiptir. Oxford'la Cambridge'e gelince, artık Academia’mn mutlak
hükümdarları sayılmasalar bile, aynı güç onlarda da vardır. Ayrıca türlü türlü
ölçümler de söz konusudur. Bir temel bilgiler üniversitesinden çıkanların yüzde
kaçının doktoraya devam ettiğine bakarız, o üniversitenin kütüphanesinde kaç
cilt kitap olduğuna bakarız, hangi lisenin öğrencilerinin ne oranda, birinci
sırada istedikleri üniversiteye kabul edildiğine bakarız, çeşitli
üniversitelerin öğrenciler arasında ne kadar popüler olduğuna bakarız. Ama, "Bu okulun elde ettiği sonuçlar nedir? Ne olmalıdır?" sorularını daha yeni yeni sormaya başlıyoruz.
Bu sorular er geç zaten
ortaya çıkacaktı. Yüzyılımızda eğitim, hesap sormaktan feragat edeceğimiz kadar
ucuz bir şey değildir. Daha önceki bölümlerde de değinildiği gibi, gelişmiş
ülkelerin okullara harcadığı giderler göklere yükselmiş, 1913'te Gayri Safi
Milli Hasıla'nm % 2'siyken, 80 yıl sonra % 10'una çıkmıştır. Ama okulların
hesap sormamayı göze alamayacağımız kadar önem kazanmasının bir başka nedeni de
elde edecekleri sonuçların neler olması gerektiğini, bu sonuçlara varabilme
yolunda performanslarının nasıl olması gerektiğini düşünmek zorunda
olmalarıdır. Elbette ki değişik eğitim sistemleri ve değişik okullar bu sorulara
farklı yanıtlar vereceklerdir. Ama her okul sistemi ve her okul, çok geçmeden
bu soruları sormak, bu konuyu ciddiye almak zorunda bırakılacaktır. Artık okul
müdürlerinin hep ileri sürdüğü, ''Öğrenciler tembel ve aptal," bahanesini, kötü
performansa bir özür olarak kabul edemeyiz. Bilgi artık toplumun merkez kaynağı
haline gelince, okulun sorumluluğu tembel öğrencilerle zayıf öğrencileri de
kapsamaktadır. Ortada ancak, performans veren okullarla, performans veremeyen
okullar vardır.
Okullar daha şimdiden öğretim
verme konusundaki tekellerini kaybetmektedirler. Zaten çeşitli okullar
arasındaki rekabet her zaman için vardı. Fransa'da devlet okullarıyla Katolik
okulları arasında, Amerika'da çeşitli kolejlerle üniversiteler arasında,
bunları görmeye alışkındık.
Gelişmiş ülkelerdeki "prestij okulları" arasındaki rekabete
baktığınızda, bu kadar yoğun bir rekabet ortamının pek az sanayide var olduğunu
görürsünüz. Ama rekabet giderek okullarla okul olmayan kuruluşlar arasında yer
almaya başlayacak, çeşit çeşit kuruluşlar bu alana girecek, her biri öğretime
farklı bir yaklaşım getirecektir.
Neler olabileceği
konusunda bir örnek, başta gelen iş idaresi okullarıyla rekabete girişen büyük
bir Amerikan şirketidir. Bu şirket kendi yöneticileri için geliştirdiği bir
yönetim eğitimi programını diğer şirketlere pazarlamaktadır, yakında devlet
dairelerine ve silahlı kuvvetlere de pazarlamaya hazırlanmaktadır. Bir başka
örnek de Japonların juku'sudur. Bunlara şimdi ortaokul ve lise öğrencilerinin
büyük bir bölümü kaydolmaktadır. Bu arada bir Amerikalı yayıncı da son
zamanlarda bir kampanya başlatmış, önümüzdeki beş yıl içinde 600 okul kurmaya
yönelmiştir. Bu okulların orta düzeyde ücret alması planlanmıştır, ama yine de
çok kârlı olacakları beklenmektedir. Ayrıca bu okullar, sonuç elde etmeyi vaat
etmektedir; "Testte yüksek puan almazsanız paranızı iade ederiz!"
demektedirler.
Bu tür girişimlerin birçoğu da elbette ki
başarısız olacaktır. Ama
çok sayıda benzerlerinin ortaya çıkacağına kuşku yoktur. Bilgi giderek
kapitalist-ötesi toplumun kaynağı haline gelince, bilgiyi "üreten" ve
"dağıtan" kanalların, yani okulların sosyal pozisyonuna ve tekel
durumuna da meydan okumalar başlayacaktır. Ortaya çıkacak rakiplerden
bazılarının da başarılı olacağı kesindir.
Neler öğretilecek ve
öğrenilecektir; nasıl öğretilecek ve öğrenilecektir; öğrenimin ve okulların
müşterileri kimler olacaktır; toplum içinde okulun yeri ne olacaktır. İşte
bütün bunlar, önümüzdeki on yıllarda büyük değişiklere uğrayacak konulardır.
Aslında başka hiçbir kurum, öğretimin ve okulların yüzyüze bulunduğu zorluklar
kadar köklü değişikliklerle karşı karşıya değildir.
Ama değişikliklerin en
büyüğü ve bizim de en az hazırlıklı olduğumuz, okulun kendini elde edilecek
sonuçlara adamasıdır. Kendine baş amaç olarak, sorumluluğunu üstlendiği ve
karşılığında ücret aldığı performansı görmek zorundadır. Okullar artık hesap vermek zorunda
olacaklardır.
Sh: 289-291
Not: Kitabın tümünü
okumanızı istiyorum, diyebilirim. O
kadar göz atmanız gereken konu var ki, inşallah yayıncı firma bu kitabı daha
güzel bir şekilde piyasaya sürerde istifade edersiniz. Fazla söze gerek yok.
FIRTINALI DÖNEMLERDE YÖNETİM
Eylemler,
stratejiler ve fırsatlar yanında; yöneticilerin/siyasetçilerin neler
yapabileceği ve neler yapması gerektiği üzerinde durabiliriz. Yöneticilerin
çalışmak ve performans sergilemek zorunda oldukları önümüzdeki dönemler için
kesin olan tek şey; bu dönemlerin fırtınalı geçeceğidir. Fırtınalı
dönemlerde yönetiminin yapması gereken ilk iş; ayakta kalabilmek ve darbelere
karşı koymak için başında bulunduğu gücün kapasitesi, yapısal gücü ve
dayanıklılığı konusunda gerekli önlemleri almak; ani değişimlere uyum sağlamak
ve yeni fırsatlardan yararlanmasıdır.
Eski
bir Çin bedduası "Dilerim bir geçiş döneminde/karışık zamanlarda
yaşarsın" der. Yirminci yüzyılın bu son yıllarından daha "ilginç
bir dönem" hiç yaşanmamıştır. Son elli yıldan bu yana akan zamanda,
hiç kimsenin beklemeyeceği kadar ilginç ve bir o kadar da fırtınalı geçmiştir. Bu
dönemde Berlin Duvarı hâlâ ayaktaydı ve Sovyet İmparatorluğu çetin bir kaya
görüntüsü veriyordu. Avrupa Ekonomik Topluluğu, ekonomik gerçekten çok hâlâ
bir siyasi manifestoydu. O dönemde bir çılgın bile; Meksika'nın, gemisini
kurtarmak için yüz elli yıllık tecritten vazgeçeceğini, nefret edilen ve
korkulan kuzeyle "Yankiler"in ekonomisiyle bütünleşeceğini
tahmin edemezdi. O dönemde de önemli bir ekonomik güç olmasına karşın, Japonya
A.B.D. ile ticaretinde önemli bir açık yaşıyordu ve Japon yapımı otomobillerin
ihracatı yeni yeni başlamıştı, içimizde birkaç kişi, İspanya etkili Amerika
ülkelerindeki ekonomilerin yirmi yıllık bir kötü yönetimin ve sonuçları
düşünülmeden alınan dış borçlardan sonra çöküşe gideceğini gördü. Ancak büyük
olasılıkla hiç kimse bırakın yaşanan değişimlerin hızlarını, Arjantin'de olduğu
gibi uzun dönem ekonomik sarhoşluklardan birdenbire ayılanacağını tahmin
edememişti.
Elbette
dünya yönetimini, dünya ekonomisini ve teknolojisini "bir düzene
kavuşturmaktan" hâlâ çok uzağız.
Aslında, son kitabım Kapitalist Ötesi Toplum'da (1993) açıkladığım gibi bizler,
dünya tarihindeki en önemli değişimlerin birinde, en iyi olasılıkla yarı
yoldayız. Bu nedenle günümüze tüm organizasyonların şirketler, üniversiteler,
hastaneler, devlet daireleri, sendikalar, yöneticileri ve müdürleri, fırtınalı
dönemlerde ne tür bir yönetimin izlemeleri gerektiğini bilmek zorundadır. Bu
nedenle bu kitap, ilk yayına sürüldüğü döneme göre bugün belki de daha
yararlıdır.
Bu
kitabın üzerinde ısrarla durduğu genel bir düşünce var;
"zeki
olma, dikkatli ol”
Geleceği
önceden görmek, sizi sadece dertlere boğar. Yapılması gereken,
ortada olanı yönetmek, yapılabileceği ve yapılması gerekeni yaratmaya
çalışmaktır. Şu anda kimsede hiçbir mucize çözüm, hemen varılan hiçbir tespit
yok. Hatta, neyin yapılması gerektiğini soruyorlar. Denetleyici kelime
"gerekir". Yöneticiler de diğer
ölümlüler gibi evrenin kurallarına uymak zorundadırlar. Ancak yöneticiler, başlarında bulundukları
organizasyonların varlığını sürdürmesinden, performans yeteneğinden ve elde
ettiği sonuçlardan sorumludurlar.
Gelecek
hakkında önceden bir şeyler söyleyemesek de, şu ana dek gerçekleşmiş ve
gelecekteki etkileri önemli ve önceden görülebilir nitelikte olan gelişmeleri
belirleyebiliriz. Fırtınalı dönemlerde yönetimine ilişkin herhangi bir çaba,
tüm gelişmeler içinde önceden görülmesi en kolay olan nüfus bilgisiyle
başlamalıdır. Gelişmiş bir ülkede, 2010 yılına kadar geçecek dönemde görev
yapacak iş gücünün içinde yer alacak
herhangi birisi, şu ana dek çoktan doğdu. Bu yüzyılın tek başına en önemli
gelişmesi olan, el emeğinden gelişmiş bir ekonominin asıl kaynağı olan bilgi
işine ve asıl iş gücü olan bilgi işçilerine yönelme, elbette tersine dönemez.
Bugünün ve yarının yöneticilerinin yönetmek ve verimli hâle getirmek zorunda
olduğu iş gücü, aslında bugünün yöneticilerinin yirmi beş yıl önce meslek
yaşamlarına başladıkları iş gücünden çok farklı.
Aynı
konu, ekonomi için de söz konusu. Ağırlık merkezi, makineye dayalı sanayilerden
bilgiye dayalı sanayilere kaymakla beraber eşyaları üreten ya da taşıyan
sanayilerden her çeşit hizmete kaydı. Para ve bilginin gerçek anlamda
uluslararası bir nitelik kazanmasıyla ağırlık merkezi ulusal ekonomilerden
bölgesel ve uluslararası ekonomilere kaydı. Hepimizin bildiği gibi, ilki
iki yüzyıl önce yaşanan sanayi devrimi ve İkincisi yüz otuz yıl önce yaşanan
çelik, kimya ve elektriği müjdeleyen devrim niteliğindeki büyük bir teknik
dönüşümün ortasındayız.
Fırtınalı
dönemlerde yönetimin, yeni gerçeklerle yüz yüze gelmek demektir. Sadece birkaç
yıl önce akla uygun gelen savlar ve varsayımlarla değil, "Gerçekte dünya neye benziyor" sorusuyla işe başlamak
demektir.
II.
Dünya Savaşı’ndan sonraki yirmi beş yıllık dönemde, planlama moda oldu. Ancak
planlama, uygulamaların pek çoğunda görüldüğü gibi, yüksek düzeyli bir
istikrara inanır. Planlama, genellikle, düne ait eğilimlerle işe başlar ve bu
eğilimleri gelecekte uygular. Bunu yaparken belki farklı "karışımlar"
kullanır; ancak elemanlar ve konfigürasyonlar büyük ölçüde aynıdır. Bu yöntem
artık işlemiyor. Fırtına yaşanan bir dönemde en olası varsayım, konfigürasyonu
değiştiren ve tanım gereği, planlanması bile mümkün olmayan eşsiz olaylardır.
Ancak bu olaylar çoğu kez önceden görülebilir. Bu, yarın için stratejilerin
hazırlanmasını gerektirir. Bu stratejiler, en büyük şansların nerede doğacağını
ve hangi niteliklere sahip olacağını tahmin eden; bir şirkete ya da hastaneye,
okula, üniversiteye yeni gerçeklerden yararlanma ve fırtınayı fırsata çevirme
olanağı tanıyan stratejilerdir.
İşte, hızlı değişimleri fırsat olarak kullanmak,
değişim tehdidini verimli ve kârlı bir eylem ve toplum, ekonomi, birey için bir
katkı fırsatına dönüştürmek için ihtiyaç duyulan stratejilerle ilgileniyor.
Fırtınalı
dönemler, tehlikeli dönemlerdir.
Ancak en büyük tehlike, gerçeği kabul etmeme eğilimidir. Yeni gerçekler, ne solun
ne de sağın beklentilerine uymuyor. Bu gerçekler "herkesin
bildiğine"
hiç uymuyor. Siyasi inanışlar bir yana, herkesin hâlâ inandığı gerçeklerden
bile farklı. "Var olan" gerek sağın gerekse solun inandığı
"Olması gerekenden" tamamıyla farklı. Günümüzde yaşanan en
büyük ve en tehlikeli fırtına, gerek hükümetlerde gerekse şirketlerin üst
kademelerinde ya da sendikalarda karar mekanizmalarını ellerinde tutan
insanların düşleriyle gerçekler arasındaki çatışmanın sonucudur.
Ancak
bir fırtınalı dönem, yeni gerçekleri anlayabilen, kabul edebilen ve
kullanabilen insanlar için büyük fırsatlardan biridir. Hepsinden önemlisi bu
tür bir dönem, liderlik için bir fırsattır. Bu nedenle
sürekli üzerinde durduğu tema, özel bir girişimde karar mekanizmalarını
ellerinde tutan insanların gerçeklerle yüzyüze gelmelerindeki ve yarın zararlı
boş inançlar olacak olan dünün kesin ve "herkesin bildiği" arzulara
karşı koymalarındaki zorunluluktur.
Ancak
eylemden çok anlayışla ve analizden çok kararlarla ilgilenmeliyiz ve "Nereye gidiyoruz" sorusunu sormayıp,
uygulamaya yönelik olmayı ve özel ya da resmi herhangi bir yönetimin alanında
karar mekanizmalarını ellerinde tutan insanlara "nasıl yapmalı" değil
yöneticiye/siyasetçiye ne yapması gerektiğini anlatmaya çalışmamız gerekmektedir.
PETER
F. DRUCKER
Claremont, Kaliforniya 31 Mayıs 1993
Kaynak:
Yazı değişiklikler
yapılarak sunulmuştur.
Peter F. DRUCKER, Fırtınalı Dönemlerde
Yönetim, Orijinal İsmi: "Managing in Turbulent Times" trc: BÜLENT
TOKSÖZ, İnkılap, 2010, İstanbul.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar