Print Friendly and PDF

Post-Kapitalist Toplum

Bunlarada Bakarsınız



ÖZET

Drucker bu eserinde, dünya ekonomik ve politik düzeninin kapitalizmden ayrılarak, henüz adlandırılmayan bir sisteme doğru gittiğini anlatmıştır. Elbette, hayatı boyunca büyük şirketleri ve çok ulusluluğu savunduğu iddia edilen Drucker, bu sistemin Neo-Komünizm veya Sosyalizm değil de, bilgi ve enformasyon sermayeli ve eğitimle desteklenen bir sistem olacağını öngörmektedir. Bu sistemde, geçmiş zamanların emeğe ve üretime dayalı "mavi yakalı" toplumun hızla değişen teknolojiden, sosyal ve politik buhranlardan ve de elbetteki küreselleşmenin kaçınılmaz sonucu olan "kültür birleşiminden" etkilenerek, yazarın değişi ile "gözlerin açılması" ve değişimin kendisi içinde hızla bir ilerleme gösterdikleri savunulmaktadır. Bu konuda farklı yorumlar yapılabilmesinin yanı sıra, Drucker'ın emeği ve işgücünü fazla önemsememesi ve bu "Kapitalist Ötesi Toplum" için kurduğu mantık zincirinde, sermaye olarak nitelendirdiği "bilgi"yi tek başına ve yalın tutması, onu kullanacak güç hakkında soru işaretleri oluşturmaktadır. Bu sermaye, neredeyse, organik bir yaşam formu olarak nitelendirilmekte ve onu kullanacak insan bir parça gözardı edilmektedir. Drucker, insan faktörünü tamamen de yadsımadan, okullarda verilecek eğitim ile bu sermaye için her ne kadar da bir "kullanıcı" tanımı yapsa da onu oluşturacak ve geliştirecek etkenler hakkında çok fazla bilgi vermemektedir.
Fütürist olarak tanımlayabileceğim Drucker, mutlaka tecrübe ve birikimlerinden yararlanarak bu öngörüde bulunmuş ve de mantıklı bakıldığı zaman, insan faktörünün gözönüne alınması, değişimin gücü, global anlamda kültür birleşmeleri gibi etkenlerin de katkıları ile bu öngörüsü için sağlam temeller oluşturmuştur.
Bilgi çağının en "hızlı" zamanlarına denk gelen benim kuşağım için "Kapitalist Ötesi Toplum"u kabul etmek çok da zor değildir. Okuduğumuz korku romanlarını anımsatır ilk kapitalist düzen (İngiltere, maden ocakları, tersaneler, vs.) ile komünizm (tek tip, Sibirya, baskıcı ve özgürlüksüz bir toplum, vs.) hikayelerinden (!) sonra, birlikte büyüdüğümüz teknolojik ve enformatik devrim mutlaka bizi etkilemiş ve gelişim için kendilerini vazgeçilmez olarak göstermişlerdir. Bu kesinlikle işler bir mantıktır. Tıkanan ekonomik ve politik sistemleri aşmanın, onları değiştirmenin, küreselleşen bir dünyada, kamuoyunu bütün bir dünya haline getirmenin yolu olarak alternatifsiz bulunan bilgi, her türlü -izm'in yerine almaya aday tek güç olarak gözükmektedir. Esas önemli olan ise, (elbette bütün -izm'ler kötü değildir, hatta en kötüsünün içinde mutlaka doğru bir taraf vardır. Önemli olan, bunu kabullenebilme yetisi ve becerisidir.) "Bilgi’yi doğru zaman, doğru şekil ve doğru insanların kullanılıp, bunu bir maya haline getirmeleridir. İşte o zaman bu maya ile barışık, kollektif, verimli ve varlıklı toplumlar haline gelebiliriz.
Kapitalist ötesi toplum, hem bilgi toplumu hem de kuruluşlar toplumudur. Aydınların kuruluşa bir alet olarak ihtiyacı vardır. Yöneticiler ise bilgiye, kuruluş performansı için gerek duymaktadırlar. Bunların birbirlerini dengeledikleri zaman ortaya yaratıcılık ve düzen, başarı ve tatmin çıkar.
Kapitalist ötesi toplumda birçok kişi aynı anda bu iki kültürde yaşıyor olacaktır ve de herkes bu iki kültürü anlamaya hazırlıklı olmalıdır. Kesin olan tek bir şey vardır: En büyük değişiklik bilgide olacaktır. Bilginin biçiminde içeriğinde, anlamında, sorumluluğunda ve eğitimli insan için taşıdığı anlamda kendini gösterecektir.
18. yüzyıl sonlarında gerçek anlamda ismiyle beraber telaffuz edilen kapitalist toplumda iki sosyal sınıf hâkimdi: üretim olanaklarına sahip olan ve onların kontrolünü ellerinde tutan kapitalistler ve Marx'ın "proleter"leri olan işçiler. Proleterlerin ilk defa varlıklı orta sınıf haline geçmesi, Marx'ın öldüğü 1883 yılında başlayıp, tüm gelişmiş ülkelerde İkinci Dünya Savaşı sonunda doruk noktasına erişmiş olan "Prodüktivite Devrimi" [Verilen emeğe ve yapılan masrafa oranla üretilen miktar ürün verme gücü, üretkenlik.] ile beraber olmuştur. Ama sonra "Yönetim Devrimi"nin gelmesi ile, imalat sanayiindeki mavi yakalılar, sayı güç ve mevki açısından hızla gerilemeye başlamışlardır. 2000'li yıllarda geleneksel işçilerin, tüm emek gücü içerisinde altıda biri hatta sekizde biri aştığı hiçbir gelişmiş ülke kalmayacaktır. Ama yeni ve farklı bir topluma geçmiş olduğumuz ancak Marksizmin bir ideoloji olarak, Komünizmin de bir sistem olarak çöküşünden sonra kesinlikle belli olmuştur. Ne var ki bunları çökerten güçler, Kapitalizmin modasının geçmesine de yol açmaktadır.
Çoktan başlamış olan toplum, Kapitalist ötesi bir toplumdur. Bu toplumun, serbest piyasayı ekonomik entegrasyonun tek kanıtlanmış mekanizması olarak kullanacağı kesindir. Kapitalizmin bazı kurumları varlıklarını sürdüreceklerdir ama, bankalar gibi, daha farklı roller oynayacaklardır. Esas ağırlık merkezi ise, son 250 yıla hâkim olanlardan, siyasal partilerin, sosyal grupların, sosyal değer sistemlerinin, kişisel ve siyasal taahhütlerin şimdiye kadar tanımladığından farklı olacaktır. Ancak unutulmamalıdır ki, hiçbir şeyin ötesi kalıcı değildir, uzun ömürlü bile değildir. İçinde yaşadığımız dönem, bir değişim dönemidir. Gelecekteki toplumun nasıl birşey olacağı, hatta "BİLGİ TOPLUMU" olup olamayacağı bile, gelişmiş ülkelerin kapitalist ötesi döneme gösterecekleri tepkilere bağlıdır. O ülkelerin önde gelen aydınlarına, iş dünyası liderlerine, siyasal liderlerine ama en çok da bizlere bağlıdır. Tek kesin olan "geleceği biçimlendirecek günler"in bu günler olduğudur.
Kapitalist ötesi toplumda, siyasal yapıdaki ye politikadaki değişimler de toplumdaki ye sosyal yapıdaki değişimler kadar büyüktür. Ayrıca tüm dünyaya da yayılmış durumdadır. Siyasal yapıda da, politikada da yine bir "ötesi" çağı geçmekteyiz. Bu seferki de "egemen devlet ötesi" çağdır.
Dünya tarihindeki son 400 yıl boyunca yer alan siyasi hamleler hep ulus-devleti aşıp, onun yerine transnasyonal bir siyasal sistem kurmak yönünde olmuştur. Bu transnasyonal sistem, bir sömürge imparatorluğu da olabilir, bir süper devlet de. Bu 400 yıl boyunca ne zaman yeni bir güç belirse, hemen ulusal sınırlarını aşıp bir imparatorluk haline gelmeye çalışmıştır. Aslında imparatorlukları doğuran, ulus-devlet değildi. Ulus-devletin kendisi zaten transnasyonal dürtülere bir cevap olarak doğmuştu. Ama ulus-devlet, imparatorlukların ve süper devletlerin yüzyıllar boyunca varlığını sürdüren tek siyasal gerçek olmasına rağmen, son 100 yıl içerisinde o da kendini değiştirip mega-devlet haline dönüşmüştür.
Ulus-devletten mega-devlete dönüş 19.yy'ın son çeyreğinde başlamıştı. Mega-devlete doğru atılan ilk adım, Bismarck'in 1880'lerde sosyal devlet kavramını ortaya atması ile oldu. Bismarck'ın amacı, hızla yükselen sosyalizm dalgasına karşı ayakta durabilmekti. Bismarck hükümeti, siyasal bir kurum olarak görülen hükümeti, sosyal bir kurum haline getirmiştir. 1920'lerde ve 30'Iarda komünistler, faşistler ve Naziler sosyal kurumları devraldı ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra mevcut yapı hızla değişti. Devlet "sağlayıcı" olmaktan çıkıp "yönetici" konumuna geldi.
19. yy sonlarında ulus-devlet artık ekonomik bir kurum haline çevrilmekteydi. İlk adımlar ABD'de atılmıştı. Bu yüzyılın en orijinal siyasi icatlarından biri olan ve başlangıçta çok da başarılı olan bu devlet düzenlemeleri, kesinlikle "bozulmamış kapitalizm" ile "sosyalizm" arasında bir "üçüncü yol" olarak görüldü, ayrıca kapitalizmin ve teknolojinin 18. yüzyıl sonlarında gerçek anlamda ismiyle beraber telaffuz edilen kapitalist toplumda iki sosyal sınıf hakimdi: üretim olanaklarına sahip olan ve onların kontrolünü ellerinde tutan kapitalistler ve Marx'ın "proleter"leri olan işçiler.
Ekonomi elbette ki piyasa ekonomisi olarak kalacaktır, hem de bir dünya pazarı ekonomisi olacaktır. Ama dünya ekonomisi bir piyasa ekonomisi olarak kalıp, piyasanın kurumlarını korurken, içeriği büyük ölçüde değişmiş bulunmaktadır. Eğer hala "kapitalist" ise artık "enformasyon kapitalizmi" sözkonusudur. Geleneksel kaynakların, yani emeğin, toprağın ye sermayenin getirisi giderek azalmaktadır. Servet kazanan kaynaklar ancak enformasyon ve bilgidir.
Kaynakların verimi konusunun ise kapitalist ötesi toplumun ekonomisinde en önemli konu olacağına işaret eden durumlar vardır. Kaynakların verimi, çevreyle ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin altında yatan şeydir.

Kaynak:
Peter F. DRUCKER  The Post-Capitalist Society /Post-Kapitalist Toplum (1993) Kapitalist Ötesi Toplum trc: Belkıs ÇORAKÇI, İnkılap Kitabevi, Basım Yılı : 1993, İstanbul

KİTAPTAN SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİM

DEĞİŞİM

Batı tarihinde her birkaç yüz yılda bir büyük bir değişiklik olmaktadır. Daha önceki bir kitabımda (The New Realities, 1989) "sınır" dediğim şeyi böyle zamanlarda aşarız. Kısacık birkaç on yıl içinde toplum kendini yeniden düzenler; dünya görüşü de, temel değerleri de, sosyal ve siyasal yapısı da, sanatı da, kilit kurum ve kuruluşları da değişir. Elli yıl sonra ortaya yepyeni bir dünyanın çıkmış olduğunu görürsünüz. O zaman doğanlar, dedelerinin yaşadığı, ana-babalarının doğduğu dünyayı zihinlerinde canlandırmayı çok zor bulurlar.
İşte şimdi de böyle bir değişimi yaşamaktayız. Bu sefer de “Kapitalist Ötesi Toplum” yaratılıyor. Buna benzer bir değişiklik, on üçüncü yüzyılda yaşanmıştı. Avrupa dünyası hemen hemen göz açıp kapayıncaya kadar yeni bir kenti kendine merkezleştirdi. Uzun mesafe ticaretinin yeniden dirilmesiyle birlikte, kent loncaları, güçlü sosyal gruplar oluşmuştu. Gotik kültürüyle, esasta kentsel, hatta kısmen burjuva sayılabilecek yeni mimarisiyle, yeni ressamlarm eserleriyle, bilgeliğin pınarı olarak Aristo’ya geri dönülmesiyle, kırsal yerlerdeki manastırların kültür merkezleri olarak yerlerini üniversitelere kaptırmasıyla, yeni Kentsel Düzenle, Dominican’ların, Franciscan'ların ortaya çıkmasıyla, dinin de, eğitimin de, manevi değerlerin de taşıyıcılarının değişmesiyle, birkaç on yıllık bir süre içinde Latince bile bir kenara bırakıldı, Dante'yle birlikte bir Avrupa edebiyatı yaratıldı.
Aradan iki yüzyıl geçtiğinde yeni bir değişim daha yer aldı. Bu da, 1455'te Gutenberg'in hareketli tipograf matbaasını ve onunla birlikte ilk basılı kitabı icat etmesiyle, Luther'in 1517'deki Protestan Reformu arasında geçen altmış yıllık zaman dilimi içinde gerçekleşti. Bunlar Rönesans’ın tomurcuklandığı, 1470-1500 yılları arasında Floransa ve Venedik'te doruğuna ulaştığı dönemlere rastlıyordu. O tarihlerde Eski Çağ yeniden keşfediliyor, Avrupa bu arada Amerika'yı keşfediyor, İspanyol süvarileri, Roma İmparatorluğu’ndan bu yana ilk daimi orduyu oluşturuyor, anatomi yeniden keşfedilirken bilimsel sorular ortaya dökülüyor, Arap rakamları Batı'da yaygın biçimde benimseniyordu. 1520 yılında yaşayan birinin, kendi dedesinin yaşadığı, anasıyla babasının doğduğu dünyayı hayalinde canlandırması artık olanaksızdı.
Bir sonraki değişim 1776 yılında, yani Amerikan Devrimi'yle aynı yıl başladı. O yıl, Watt'ın buhar makinesini kusursuzluğa ulaştırdığı, Adam Smith'in de Milletlerin Serveti kitabını yazdığı yıldı. Bu dönem de 40 yıl sonra Waterloo'da noktalandı, işte bu dönem, tüm çağdaş "izm"lerin doğduğu dönemdir. Kapitalizm, Komünizm ve Sanayi Devrimi bu yıllarda ortaya çıkmıştır. Bu yıllar aynı zamanda (1809) ilk modem üniversitenin (Berlin) ortaya çıktığı, ama okul kavramının da genel ve evrensel olarak köklendiği yıllardır. Kırk yıllık süre içinde Yahudiler kendilerini baskılardan kurtarmış, hatta 1815’te Rothschild'ler, kralları, prensleri gölgede bırakan büyük bir güç haline gelmişlerdir. Bu kırk yıl aslında yeni bir Avrupa uygarlığı yaratmıştır. Yine aynı şekilde, 1820'de yaşayan biri, dedelerinin yaşadığı ve ana-babasının doğduğu dünyayı zihninde canlandıramayacak duruma gelmiştir.
Bizim günümüz bundan 200 yıl sonraya rastlamakta ve yeni bir değişim süresi olarak ortaya çıkmaktadır. Ne var ki, bu seferki yalnız Batı toplumuyla sınırlı olmadığı gibi, Batı tarihine özgü de değildir. Bu seferki, bundan böyle bir "Batı” tarihi, bir "Batı" uygarlığı bulunmaması durumuna geçiştir. Artık dünya tarihi ve dünya uygarlığı vardır, ama bunların her ikisi de "Batılılaşmış" durumdadır. Bu değişimin aslında, batı-dışı bir ülkenin, yani Japonya'nın 1960’lar dolayında büyük bir ekonomik güç haline gelmesiyle mi, yoksa bilgisayarların gelişmesi nedeniyle enformasyon denilen şeyin ağırlık kazanmasıyla mı başladığı tartışma konusudur. Ben şahsen bu değişimin başlangıçı olarak, İkinci Dünya Savaşı sonunda kabul edilen Amerikan Er Hakları Yasası'nı gösterirdim. Bu yasaya göre, savaştan yurda dönen her Amerikalı askere üniversiteye gidebilmesi için bir para verilmesi söz konusuydu ki, böyle bir şey otuz yıl önce, yani Birinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıksa, son derece mantıksız görünürdü. Er Hakları Yasası ve Amerikalı savaş gazilerinin o yasayı hevesle karşılaması, bilgi toplumuna geçişin bir işaretiydi. Geleceğin tarihçileri belki de o olayı yirminci yüzyılın en önemli olayı olarak göreceklerdir.
Bu seferki değişimin henüz ortalarında olduğumuz açıkça görülmektedir. Gerçekten de, eğer tarih bize bir rehber oluşturacaksa, bu değişim de ancak 2010 ya da 2020 yıllarında tamamlanacaktır. Ama dünyanın siyasal, ekonomik, sosyal ve ahlaki manzarasını şimdiden değiştirmiştir. 1990'da doğan hiç kimse, dedelerinin dünyasını (yani benim kuşağımın dünyasını) hayal bile edemeyecektir.
Ortaçağı Rönesans'a ve Çağdaş Dünya'ya dönüştüren değişimi, yani 1455’te başlayan değişimi anlayabilme konusunda ilk başarılı girişim, olaydan ancak 50 yıl sonra, Copernicus'un 1510-1514 arasında yazdığı Yorumlar'la, Machiavelli'nin 1513'te yazdığı Hükümdar adlı eserle, 1510-1512 arasında Michelangelo'nun Şistine Şapeli'nin tavanını boyayıp tüm Rönesans sanatının sentezini ortaya koymasıyla ve 1530'da Katolik Kilisesinin Tridentine Konsülü'nde yeniden kurulmasıyla gerçekleşebilmiştir.
Bir sonraki, yani yukarda değindiğimizden 200 yıl sonra Amerikan Devrimi'yle başlayarak yer alan değişimin ilk anlaşılması ve analize tabi tutulmasıysa, 60 yıl sonra, Alexis de Tocqueville'in Amerika'da Demokrasi adlı eserinin 1835 ve 1840'ta peşpeşe iki kere yayımlanmasıyla gerçekleşmiştir.
Bizler kapitalist-ötesi topluma girmiş ve bir hayli de yol almış olduğumuz için, artık Kapitalizm ve Ulusal Devletler çağının sosyal, ekonomik ve siyasal tarihini gözden geçirebilecek duruma gelmiş sayılırız. Elinizdeki bu kitap, bu nedenle içinden çıktığımız çağa yeni bir bakış yöneltecek, tarihin belirli bir noktasından baktığı için de gördüklerinin bazıları şaşırtıcı gözükecektir (bana öyle göründüğü bir gerçektir).
Ama buna karşılık, kapitalist-sonrası toplumun nasıl bir şey olacağını öngörmeye çalışmak, bugün için hâlâ riskli bir iş olur. Ne gibi yeni sorunların çıkacağını, büyük düğüm noktalarının nerelerde belireceğini, olasılıklara dayanarak şimdiden bir dereceye kadar görebileceğimiz inancındayım. Birçok alanlarda, nelerin sonuç vermeyeceğini de bilecek durumdayız. Ama birçok soruların cevabı, hâlâ geleceğin rahminde saklı durumdadır. Emin olabileceğimiz bir tek şey varsa, bugünün düzen değişikliklerinden ortaya çıkacak dünyadaki değerlerin, inançların, sosyal ve ekonomik yapıların, siyasal kavram ve sistemlerin, genel olarak dünya görüşlerinin, bugün tahmin edebileceğimizden çok farklı olacağıdır. Buna karşılık bazı alanlarda; özellikle toplumda ve toplum yapısında temel değişimler şimdiden yer almış durumdadır. Yeni toplumun sosyalist olmayacağı, kapitalizmi de aşmış, ötesine geçmiş bir toplum olacağı hemen hemen kesindir. Böyle bir toplumun en başta gelen kaynağının bilgi olacağı da kesin bir biçimde belirmiştir. Bunun anlamı da, toplumun artık örgütsel bir toplum olacağıdır. Emin olabileceğimiz bir başka şey de, siyasette 400 yıldır geçerli olan egemen ulusal devlet sisteminden şimdi bile ayrılmış olduğumuz, onun yerine bir çoğulculuğa kaymış olduğumuz, bu çoğulculuğun içerisinde ulusal devletin de tek siyasal birleşim olmaktan çıkıp, siyasal birleşimlerden biri durumuna gelmesine yaklaştığımızdır. Kapitalist ötesi toplum dediğim sistemde, yani uluslarötesi, bölgesel, hem ulusal devleti, hem yerel, hatta aşiret türü yapıları bir arada kapsayacak sistemde, ulusal devlet yalnızca parçalardan biri —ama kilit parçası— durumuna gelecektir.
Bütün bunlar şimdiden gerçekleşmiş şeylerdir. O halde artık bunların tanımını yapmak da mümkündür. Bunu yapmak da bu kitabın amacıdır.

Kapitalist ötesi toplum ve kapitalist ötesi politika

Daha birkaç on yıl önce, kapitalist ötesi toplumun Marksist bir toplum olacağından herkes emindi. Bugün ise gelecekteki toplumun kesinlikle Marksist toplum olmayacağından eminiz. Ama çoğumuz aynı zamanda biliyor —ya da en azından seziyoruz ki — gelişmiş ülkelerin gitmekte olduğu yön, kapitalist diye tanımlanabilecek bir yön değildir. Piyasa kesinlikle ekonomik faaliyetlerin etkin birleştiricisi olarak kalacaktır. Ama gelişmiş ülkeler toplum olarak da kapitalizm ötesi'ne doğru kaymışlardır. Bu toplumlar son hızla, yeni "sınıfların oluştuğu, yeni bir merkezi, kaynak çevresinde örgütlenmiş toplumlar haline gelmektedir.
Kapitalist toplumda iki sosyal sınıf hâkimdi: üretim olanaklarına sahip olan ve onların kontrolünü elinde tutan kapitalistler, bir de işçiler —yani Karl Marx’ın (18181883) "proleter"leri— dışa itilmiş, sömürülen, bağımlı durumda insanlar. Proleterlerin ilk defa "varlıklı" orta sınıf haline gelmesi, "Prodüktivite Devrimi" ile gerçekleşmiştir. Bu da Marx'ın öldüğü 1883 tarihinde başlayıp, tüm gelişmiş ülkelerde İkinci Dünya Savaşı sonunda doruk noktasına erişmiş olan devrimdir. 1950'ler dolayında, sanayi işçisi artık "proleter" olmayıp, bu sefer "emekçi" imajıyla ortaya çıkmış, her bir gelişmiş ülkede politikayı ve toplumu hükmü altına alabilmiştir. Ama daha sonra "Yönetim Devrimi"nin gelmesiyle, imalat sanayimdeki mavi yakalı işçiler, gerek sayıca, gerekse güç ve mevki açısından hızla gerilemeye başlamışlardır. 2000 yılında geleneksel işçilerin, yani malları yapan ve taşıyan işçilerin, tüm emek gücü içinde altıda biri, hatta sekizde biri aştığı hiçbir gelişmiş ülke kalmayacaktır.
Kapitalist, belki de doruk noktasına daha bile erken varmıştır. Bunun için yüzyılımızın başlangıcı iyi bir tarihtir ve olayın kesinlikle Birinci Dünya Savaşı'ndan daha geç gerçekleşmediği kesindir. O zamandan beri hiç kimse, ne güç ve ne de göze çarpma açısından, ABD de Morgan'ları, Rockefeller’leri, Camegie'leri, Ford'lan; Almanya'da Siemens, Thysen, Ratenau, Krupp gibi isimleri; İngiltere'de Mond, Cunard, Lever, Vickers, Armstrong'ları, Fransa'da de Wendel ve Schneider'leri; Japonya'da da en büyük zaibatsu'ların sahibi olan Mitsubishi, Mitsui ve Sumitomo'lan aşabilmiş değildir. İkinci Dünya Savaşı geldiğinde, bu kişilerin yerine "profesyonel yöneticiler" gelmiştir ki bu da Yönetim Devrimi'nin ilk göze görünür sonucudur. Ortalıkta hâlâ bir hayli zengin insan vardır elbette. Bunların hepsi de gazetelerin sosyete sayfalarında bol bol boy göstermektedirler. Ama bunlar yalnızca "şöhret"tir artık. Ekonomik açıdan önemli olma dönemleri bitmiştir. Gazetelerin ekonomi sayfalarında asıl maaşlı kimselere, yani yöneticilere, dikkat yöneltilmektedir. Paradan söz edildiği zaman, ya fazla yüksek maaşlar ya da ikramiyeler söz konusu olmaktadır.
Eski tür kapitalistin yerine, gelişmiş ülkelerde artık paranın arzını ve tahsisini emekli sandıkları yönetmektedir. ABD'de 1992 yılında, ülkenin büyük şirketlerinin sermayesinin yarısı bu tür sandıkların elinde olduğu gibi, aynı şirketlerin sabit borçlan da yine bu sandıklaraydı. Emekli sandıklarından yararlananlar, yani bu sandıkların sahipleri, elbette ki o ülkenin çalışanlarıdır. Eğer sosyalizmin tanımı, Marx'ın yaptığı gibi, üretim araçlarının çalışanlar elinde bulunması biçiminde yapılırsa, o zaman ABD, dünyanın en "sosyalist" ülkesi olmuş demektir, ama bir yandan da dünyanın en "kapitalist" ülkesidir. Emekli sandıklarını yönetenler, yeni tür kapitalistlerdir. Bilinen belli bir yüzleri olmayan, isimleri de pek bilinmeyen, maaşlı çalışanlardır onlar. Emekli sandığının yatırım analizcileriyle portföy yöneticileridir.

Bunun kadar önemli olan bir şey daha vardır: gerçek ve kontrol edici kaynak dediğimiz o kader çizici "üretim faktörü" şimdi artık ne kapitaldir, ne toprak, ne de emek. Bilgidir, o kader çizici "üretim faktörü". Kapitalistlerle proleterlerin yerine, kapitalist-ötesi toplumun sınıfları, bilgi işçileri ve hizmet işçileri olarak ayrılacaktır.

BİLGİ TOPLUMUNA GEÇİŞ

Kapitalist ötesi topluma doğru kayış, İkinci Dünya Savaşı'ndan az sonra başlamıştır. Ben "çalışanlar toplumu"yla ilgili ilk yazılarımı 1950'den bile önce yazmıştım. On yıl sonra, aşağı yukarı 1960'ta, "bilgi işi" ve "bilgi işçisi" terimlerini ortaya attım. 1969'da yazdığım Süreksizlik Çağı (The Age of Discontinuity) adlı kitabım, ilk defa olarak "örgütsel toplum"dan söz ediyordu. Şimdi elinizde tutmakta olduğunuz bu kitap, 40 yıllık çalışmaların ürünüdür. Getirdiği politika ve eylem önerilerinin çoğu da başarıyla denenmiş şeylerdir.
Ama yeni ve farklı bir topluma geçmiş olduğumuz, ancak Marksizm'in bir ideoloji olarak, Komünizm'in de bir sistemi olarak çöküşünden sonra kesinlikle belli olmuştur. Bu kitap gibi bir kitap, yani ön-tahmin yerine tarif yapabilecek, fütüristik olmayıp şimdi eyleme davet edecek bir kitap, ancak ondan sonra mümkün olabilmiştir. Marksizm'in manevi, siyasal ve ekonomik açılardan iflası ve Komünist rejimlerin çöküşü, (çok sözü edilen 1989 tarihli makalede iddia edildiği gibi) "tarihin sonu" değildir. Serbest piyasanın en adanmış savunucuları bile bu olayı insanlığın zaferi olarak ilan etme konusunda kararsızlık göstermektedirler. Ama 1989 ve 1990’ın olayları, yine de bir dönemin sonu diyerek azımsanamayacak şeylerdi. Bir tür tarihin sonunu noktaladıkları kesindi. Marksizm'le Komünizm’in yıkılışı, laik dinin simgelediği 250 yıllık sürenin de sonunu getirdi; ben buna' toplum yoluyla selamete inanma dedim. Bu laik dinin ilk peygamberi Jean-Jacques Rousseau'ydu (1712-1778). Marksist ütopya bunun en son distilasyonu ve ilahlaştırılmasıydı.
Ne var ki, bir ideoloji olarak Marxizm'i ve bir sosyal sistem olarak Komünizm'i çökerten güçler, Kapitalizmin modasının geçmesine de yol açmaktadır. 250 yıldan beri, yani on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından bu yana, kapitalizm dünyada hakim sosyal gerçekti. Son yüz yıldan beri de Marksizm, hakim sosyal ideolojiydi. Her ikisi de yeni ve çok farklı bir toplum tarafından aşılmaktalar.
Çoktan başlamış olan yeni toplum, kapitalist ötesi bir toplumdur. Bir kere daha söylemekte yarar var, serbest piyasayı ekonomik entegrasyonun tek kanıtlanmış mekanizması olarak kullanacağı kesindir. 'Anti-kapitalist" bir toplum olmayacaktır. "Kapitalizm dışı" bir toplum bile olmayacaktır. Kapitalizmin bazı kurumlan varlıklarını sürdüreceklerdir ama, örneğin bankalar gibi, daha farklı roller oynayacaklardır. Kapitalist ötesi toplumun esas ağırlık merkezi —yapısı, sosyal ve ekonomik dinamiği, sosyal sınıfları ve sosyal sorunları— son 250 yıla hakim olanlardan, siyasal partilerin, sosyal grupların, sosyal değer sistemlerinin, kişisel ve siyasal taahhütlerin şimdiye kadar tanımladığından farklı olacaktır.
Temel ekonomik kaynak, yani ekonomistlerin deyimiyle "üretim araçları" artık "sermaye" de değildir, doğal kaynaklar (ekonomistin deyimiyle "toprak") da değildir, "emek" de değildir. Bilgi'dir ve bilgi olacaktır. Servet yaratan esas faaliyetler, ne sermayenin üretime tahsisi, ne de emektir — bunların her ikisi, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllara ait ekonomi teorilerinin kutuplarıdır— ister Klasik, ister Marksist, ister Keynesçi, ister Neo-Klasik olsun. Şimdi artık değerler "verim"le ve "yenilik"le yaratılmaktadır. Bunların ikisi de bilginin işe uygulanmasıdır. Bilgi toplumunun başta gelen sosyal grupları "bilgi işçileri" olacaktır. Bilgi yöneticileri, bilgiyi verimli kullanıma tahsis etmeyi bilenler olacaktır; tıpkı kapitalistlerin sermayeyi verimli kullanıma tahsis etmeyi bilmeleri gibi. Bilgi profesyonelleri, bilgi elemanları çıkacaktır. Tabii bütün bu bilgi insanları, kuruluşlarda çalışacaktır. Ama Kapitalizm’deki elemanlardan farklı olarak, "üretim olanakları" da, "üretim araçları" da onların elinde bulunacaktır. Birincisi, tüm gelişmiş ülkelerde "tek gerçek sahip" olarak hızla ortaya çıkan emekli sandıkları kanalıyla, İkincisi de, bilgi işçilerinin kendi bilgilerine sahip olması ve nereye gitseler onu birlikte götürebilmeleri sayesinde. Bu durumda kapitalist ötesi toplumun ekonomik sorunu, bilgi işinin ve bilgi işçisinin verimi olacaktır.
Buna karşılık, kapitalist ötesi toplumun sosyal sorunu, bu toplumdaki ikinci sınıfın, yani hizmet işçilerinin gururu meselesidir. Hizmet işçileri, kural olarak, bilgi işçisi olmaya yeterli eğitimden yoksundurlar. Ve her ülkede, en ileri ülkelerde bile, çoğunluğu onlar oluşturacaktır.
Kapitalist ötesi toplum, yeni bir değerler ve estetik algılar sistemiyle bölünecektir. Bu bolünüm, İngiliz romancı, bilimadamı ve devlet yöneticisi C.P. Snow'un 1959 tarihinde iki Kültür ve Bilimsel Devrim adlı kitabında anlattığı gibi "edebi kültür"le "bilimsel kültür" olmayacaktır. Her ne kadar Snow'un yaptığı o ayrım son derece gerçek bir ayrım olsa da artık durum öyle değildir. Bu seferki bolünüm, "aydınlar"la "yöneticiler" arasında olacak, ilk grup kelimeler ve fikirlerle ilgilenirken, ikinci grup da insanlarla ve işle ilgilenecektir. Bu ayrımı yeni bir sentez içinde aşabilmek de kapitalist ötesi toplumun ana felsefe ve eğitim sorunu olacaktır.

ULUS-DEVLET KENARA MI İTİLİYOR?

1980'lerin sonları ve 1990'ların başları aynı zamanda bir başka dönemin, bir başka tür tarihin de sonunu noktalamaktaydı. Eğer Berlin Duvarı'nın 1989'da yıkılması, Marksizm'in ve Komünizm'in yıkılışını simgeliyorsa, 1991 Şubatında Irak'ın Kuveyt'i işgaline karşı ulusal sınırlan aşan bir koalisyonun harekete geçmesi de, egemen ulusal devlet 'in siyaset sahnesinde başrol oyuncusu (hatta çoğu zaman tek oyuncu) olduğu 400 yıllık bir tarih diliminin sonunu simgelemekteydi. Geleceğin tarihçileri, 1991 Şubatını kesinlikle önemli tarihler arasına yerleştireceklerdir. Bu tür transnasyonal hareketlerin örneğine daha önce rastlanmamıştır. Uluslar daha önce, dünya toplumu yararına terörizmi bastırma amacını, hiç itiraz etmeksizin kendi ulusal duygularının, hatta birçok durumda ulusal çıkarlarının önünde saymak gibi bir hareketi hiçbir zaman yapmamışlardır. Terörizmin bir "politika" meselesi olmadığı, tek tek ulusal hükümetlerin kararına bırakılamayacağı konusundaki evrensele yakın anlayış, daha önce hiç ortaya çıkmamıştır. Dünya böyle bir durumda uluslar-dışı, transnasyonal bir eylemin gerekli olduğunu bu olayda görmüştür.
1991'deki Irak savaşının, Batı'nın petrol kaynaklarını korumak için girişilmiş bir savaş olduğu inancı yaygındır, özellikle ABD'nin liberalleri arasında çok fazla yaygındır. Oysa hiçbir şey gerçeklerden bu kadar uzak olamaz. Kuveyt, hatta daha sonra Suudi Arabistan petrol kuyularının kontrolünün Irak eline geçmesi, Batı'nın ekonomik çıkarlarına son derece uygun düşerdi. Bir kere böyle bir durum, çok daha ucuza petrol alınmasını sağlardı. Çünkü Kuveyt'le Suudi Arabistan'ın pek bir yerli nüfusu olmadığı, dolayısıyla petrolden hemen para kazanmaya pek ihtiyaçları olmadığı halde, Irak çok kalabalık bir ülkedir ve petrolden başka da dişe dokunur hiçbir doğal kaynağı yoktur. Bu nedenle mümkün olduğu kadar çok petrol satmak ihtiyacındadır. Oysa Kuveyt'le Suudi Arabistan'ın ilk düşündüğü, petrol fiyatlarını yüksekte tutabilmek için kuyulardan az petrol çıkarmaktır. Sırası gelmişken söylemekte yarar var; ABD'nin daha Irak-Iran savaşı öncesinden beri Irak'ta Saddam Hüseyin rejimini desteklemesinin esas nedeni de budur ve bu destek en son ana kadar, yani Saddam Kuveyt'e saldırıp açık bir terör eylemine girişinceye kadar da sürmüştür. Ayrıca Saddam'ın hesabını yanlış yapmasının nedeni de bence yine budur. ABD'nin düşük petrol fiyatına kavuşmak için bu saldırıyı hoş göreceğini varsaymıştır. Benim başta gelen petrol şirketlerinden birinde tanıdığım bir yığın insan da, Irak, Kuveyt'i işgal ettiğinde, ABD hükümetinin hiçbir şey yapmayacağından, birkaç kınama notası yollamakla yetineceğinden emindiler.
Fransız hukukçu-politikacı Jean Bodin'in (1576'da yazdığı Cumhuriyetin Altı Kitabı adlı eserinde) icat ettiği ulus-devlet sözüyle ifade edilen kavram, o günden bu yana geçen 400 yıl içinde siyasal gücün içte ve dışta tek organı durumuna gelmişti. Özellikle Fransız Devrimi'nden sonra, yani son 200 yıl içinde, bu kavram aynı zamanda laik dinin, yani toplum yoluyla selamete inanmanın da taşıyıcısı oldu. Aslında totaliter devlet kavramı da —ister Komünist, ister Nazi olsun— egemen ulus-devlet'in tek güç organı olması kavramının en son distilasyonu (damıtması-saflaştırması)ve ilahlaştırılmasıydı.
Siyasal teori ve anayasal hukuk hâlâ yalnızca egemen ulus devleti tanımaktadır. Son yüz yıllık dönem için de egemen ulus-devletin gücü de, hâkimiyeti de artmıştır. Ulus-devlet yavaş yavaş bir "mega-devlet" haline gelmiştir. Bizim şimdiye kadar anladığımız, tanıdığımız, prefabrike, standart parçalardan nasıl kurulacağını bildiğimiz tek siyasal yapı da odur ... yürütme gücüyle, yasama gücüyle, mahkemeleriyle, diplomatik servisiyle, ulusal ordularıyla, vb. ikinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra, eski sömürge imparatorluklarından ayrılıp kurulan 200'e yakın yeni ülkenin her biri, egemen ulus-devleti olarak kurulmuştur. Son sömürge imparatorluğu Sovyetler Birliği'nin parçaları da yine öyle olmayı ummaktadırlar.
Ama buna rağmen, 40 yıldan beri, yani ikinci Dünya Savaşı’nın sonundan beri, egemen ulus-devlet, tek güç organı olma mevkiini bir yandan hızla kaybetmektedir. Gelişmiş ülkeler için için hızla çoğulcu toplumlar haline gelmekte, örgütlerin oluşturduğu birer bütün gibi gözükmeye başlamaktadırlar. Dışta da bazı hükümet işlevleri artık transnasyonal olmakta, diğer bazıları bölgeselleşmekte (örnek: Avrupa Topluluğu), bir kısmı da aşiretleşmektedir.
Ulus-devlet solup yok olacak değildir. Daha uzun süre en güçlü siyasal organ olmayı sürdürebilir. Ama artık vazgeçilmez olmaktan çıkmıştır. Giderek gücünü organlarla, diğer kurumlarla, diğer politika yapımcılarıyla paylaşacaktır. Peki, ulus-devletin kendi alanında neler kalacaktır? Devletin içindeki özerk kurumlar tarafından yapılacak işler neler olacaktır? Neler "süpernasyonal", neler "transnasyonal", neler "ayrı ve yerel" olacaktır? Bu sorular, önümüzdeki on yılların kilit siyasal konularıdır. Sonucun ince ayrıntıları şu sıra hiç belli değildir. Ama siyasal düzen kesinlikle geçmiş yüzyıllardaki siyasal düzen gibi, yani oyuncuların büyüklük, servet, anayasal düzenlemeler ve siyasal inançlar bakımından farklı olduğu düzen gibi olmayacak, ulus-devletler olarak tekdüzeleşecek, her biri kendi topraklarında egemen olacak, her biri kendi topraklarıyla tanımlanacaktır. Bizler artık kapitalist ötesi politikaya doğru gidiyoruz; hatta oraya vardık bile.
Modern-öncesi filozoflar diyebileceğimiz grubun en son üyesi, Gottfried Leibnitz (1646-1716), ömrünün büyük bölümünü, Hıristiyanlıkta yeniden birlik sağlamak gibi sonuçsuz bir çabaya hasretmişti. Onun esas korkusu, Katoliklerle Protestanlar arasında çıkabilecek din savaşları değildi — Leibnitz doğana kadar o tehlike çoktan gerilerde kalmıştı. Ama onu esas korkutan şey, doğaüstü bir Tanrı’ya ortak inanç sağlanamazsa, laik dinlerin ortaya çıkabileceğiydi. Laik bir dinin, yapısı itibariyle, insan özgürlüğünü kısıtlayan bir zorbalık olacağından emindi.
Aradan yüz yıl geçtiğinde, Jean-Jacques Rousseau, Leibnitz'in en büyük korkularını doğruladı, toplumun insanı kontrol edebileceğini, aslında da etmesi gerektiğini ortaya attı. Toplum bir "Yeni Âdem" yaratabilirdi ve yaratmalıydı. Evrensel insani kusursuzluğu yaratabilirdi ve yaratmalıydı. Ama aynı zamanda bireyi de "genel irade" denilen, kişiler dışı, hatta kişiler-üstü bir kavramın (Marksist'ler sonradan buna "tarihin objektif kuralları" diyeceklerdi) boyunduruğuna sokabilirdi ve sokmalıydı. Fransız Devrimi'nden sonra, Toplum Yoluyla Selamet yavaş yavaş hakim inanç olmaya başladı, bu önce Batı'da gerçekleşti, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da bütün dünyaya yayıldı. Bu inanç kendini ne kadar "anti-din" sayarsa saysın, yine de dinsel bir inançtır. Araçları elbette ki manevi ve ruhani değildir: alkolün yasaklanması, bütün Yahudilerin öldürülmesi, evrensel psikanaliz, özel mülkiyetin kaldırılması buna örnektir. Ama esas amaç, dinseldir: "Yeni Âdem"in yaratılması yoluyla Tanrı'nın Krallığı'nı yeryüzünde kurmaktır.
Yüz yılı aşkın bir süre boyunca, toplum yoluyla selâmet vaat eden en güçlü ve en ikna edici inanç Marksizm'di. Marksizm'in en büyük çekiciliği... yani o karmaşık ideolojisinden ve giderek gerçekçilikten uzaklaşan ekonomisinden daha çekici yanı, dinsel vaadiydi ... özellikle de aydınlara yöneldiği zaman. Örneğin doğu Yahudilerinin, Çarlık Rusyası'nda ve Romanya'da kendilerine uygulanan baskılara ve ayrımcılığa son verme vaadi getiren bir ideolojiyi kabul etmeleri için pek çok geçerli nedenler vardı. Ama onların gözünde vaatlerin en güçlüsü, Marksizm'in bir dünya cenneti getireceğini söylemesi; yani laik bir din olarak cazibesiydi.
Komünizm, bir ekonomik sistem olarak, çöktü gitti. Servet yaratacağı yerde sefalet yarattı. Ekonomik kalite yerine, daha önce eşi görülmemiş ekonomik imtiyazlara kavuşan memurların nomenklatura'sını (terimlendirme-adlandırma) yarattı. Ama bir inanç olan Marksizm'in çökmesi, "Yeni Âdem"i yaratamadığı için oldu. Onun yerine, "Eski Adem"in en kötü yanlarını ortaya çıkardı ve güçlendirdi —rüşvetçiliği, açgözlülüğü, nüfuz düşkünlüğünü, kıskançlığı, ortak güvensizliği, küçük zorbalıkları ve susturmayı, yalan söylemeyi, çalmayı, inkâr etmeyi— ve hepsinden önemlisi de, sinisizmi. Komünizm'in bir sistem olarak, kendine göre kahramanları vardı. Ama bir inanç olan Marksizm'in tek bir aziz'i bile olamadı.
İnsanoğlu belki düzelemeyecek kadar kötüleşmiş olabilir. Belki o Latin şair haklıdır: insanın yapısı, onu her zaman arka kapıdan girmeye zorlar. Onu kaç kere tutup ön kapıya savurursanız savurun, o yine arka kapıya süzülür. Belki de sevap, iyilik, bencillikten uzaklaşma gibi kavramların bulunmadığını, yalnızca bencilliğin ve iki yüzlülüğün var olduğunu ileri süren sinikler haklıdır (ama bunun tersine tanık olmuş pek çok kişi bulunduğunu en karamsar zamanlarımda kendime hatırlatır dururum).
Ne olursa olsun, Marksizm'in bir inanç olarak çöküşü, Toplum Yoluyla Selâmet inancının da sonunu kesinlikle noktalamaktadır. Onun yerin neyin ortaya çıkacağını bilemeyiz; bu konuda ancak umut besleyip dua edebiliriz. Belki de boyun eğip razı olma sessizliğinden başka hiçbir şey çıkmaz. Belki geleneksel din yeniden doğar ve bu sefer kendini bilgi toplumu insanının ihtiyaçlarına ve sorunlarına yöneltir. Amerika'da benim "pastoral" Hıristiyan kiliseleri dediğim tür inançların patlama sayılacak biçimde çoğalması ve büyümesi (buna Protestan, Katolik ve Mezhepsizler dahildir) belki bir işaret olabilir. Ama beri yandan, köktenci İslam'ın dirilmesi de bir işaret olabilir. Çünkü Müslüman dünyada bugün İslam Köktenciliğine böylesine ateşli biçimde sarılan genç insanlar, bundan 40 yıl önce Marksizm'e de aynı ateşli tutkuyla sarılabilirlerdi. Ya da belki ortaya yeni dinler çıkabilir.
Neyin olamayacağını tahmin etmek, neyin olacağını tahmin etmekten çok daha kolay. Maddesel değerlerin ve teknolojinin reddedildiğini görecek değiliz. Japon yazar Taichi Sakaya'nın (1935 doğumlu) 1980'lerde yazdığı çok satılan kitabında iddia ettiği gibi (İngilizcesi 1991 'de Kondanscha International, New York-Tokyo-Londra tarafından The Knowledge-Value Revolution adıyla yayımlanmıştır) Ortaçağ'a dönecek de değiliz. Bütün dünyaya yayılan enformasyon ve teknoloji, bunu artık olanaksız kılmaktadır. (Ayrıca Bay Sakaya'nın tezi, on dokuzuncu yüzyılda yanlış olarak inanılan ve sonradan tersi kanıtlanmış bulunan bir teze; Ortaçağ'ın maddesel değerleri hakir gördüğü tezine dayalıdır. Oysa o çağın insanları maddesel değerlere karşı şehvet düzeyinde istek besliyorlardı. Varlık kavramını tutku haline getirmişlerdi ve inanılmayacak kadar açgözlüydüler. Marksistlerin öteden beri, Haçlı Seferleri gelmiş geçmiş en büyük alışveriş akımdır, demelerinde çok büyük gerçek payı vardır. Ortaçağ'ın yoksul olması, kendileri yoksul olmayı seçtikleri için değildir. Yalnızca Müslümanların Helenistik dünyayı ve Akdeniz'i fethetmiş olmasından, ilkçağın servet yaratıcılarına ulaşabilme yollarını tıkamasından kaynaklanmaktadır.)
Bununla birlikte, iyiye dönüş, kendini yenileme, ruhanî büyüme, iyilik ve sevap; yani geleneksel ifadeyle "Yeni Âdem" sosyal ve siyasal bir reçete olmaktan çok, varoluşçu bir reçete olarak ortaya çıkacağa benzemektedir. Toplum yoluyla selamete erme inancının sonu, kuşkusuz, bir "içe dönüş"e işaret etmektedir. Bireyi yeniden ön plana çıkarmaktadır. Hatta belki de (umulur ki) bireysel sorumluluğa bile geri dönme sonucunu getirebilir.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA

Bu kitap, gelişmiş ülkelere odaklanmıştır. Avrupa'ya, ABD ve Kanada'ya, Japonya’ya ve Asya kıtasının yeni gelişmiş ülkelerine bakmakta, "Üçüncü Dünya"nın gelişmekte olan ülkelerine aynı ağırlığı vermemektedir. Bunun nedeni, daha az gelişmiş ülkelerin önemsiz ya da daha az önemli olduğuna inandığımdan değildir. Bu bir çılgınlık olurdu. Ne de olsa, dünya nüfusunun üçte ikisi Üçüncü Dünya'da yaşamaktadır ve içinde bulunduğumuz değişim süresi 2010 ya da 2020 yılında sona erdiğinde, Üçüncü Dünya tüm nüfusun dörtte üçünü barındırıyor olacaktır. Ayrıca önümüzdeki on ya da yirmi yıl içinde şaşırtıcı ekonomik mucizelerin yer alması, Üçüncü Dünya'nın yoksul ve geri ülkelerinin kendilerini değiştirmesi, göz açıp kapayana kadar hızlı büyüyen ekonomik güçler haline gelmesi de mümkündür. Hatta böyle değişikliklerin, son 40 yıl içinde gördüğümüzden, yani "ekonomik gelişme"den söz etmeye başladığımızdan bu yana yer alanlardan daha fazla sayıda yer alması da mümkündür. Örneğin Kıta Çin'in kentsel kıyı bölgelerinde, kuzeyde Tsientsin'den güneyde Canton'a kadar olan alanda, hızlı ekonomik büyümenin tüm unsurları şimdi bile vardır. Ülke dev bir iç pazara sahiptir, eğitim düzeyi yüksek bir halkı vardır ve bu halkın öğrenme kavramına saygısı da büyüktür. Eskiden kalma bir girişimcilik geleneğine sahip olan Çin'in, Singapur, Hong Kong ve Tayvan'la, yani "Denizaşırı Çin'le de yakın bağları vardır. Onların sermayesinden, ticaret ağlarından, bilgili insanlarından yararlanabilecek durumdadır. Bütün bunlar, Pekinin siyasal ve ekonomik istibdatını barışçı yollardan yok edecek bir girişimcilik patlamasıyla serbest kalabilir. Latin Amerika'nın büyük yüzölçümüne sahip ülkeleri de yeterli bir iç pazar sunmaktadır. Meksika daha şimdiden uçmanın eşiğinde olabilir. Brezilya da 1970'ten beri takılıp kaldığı o başarısız (hatta intihar sayılabilecek) politikalarından vazgeçerek Meksika'nın yeni sergilediği örneği izleme cesaretini gösterirse, hızlı dönüşüyle herkesi şaşırtabilir. Doğu Avrupa'nın eski Komünist ülkelerinin ne gibi sürprizler sergileyebileceğini ise hiç kimse kolay kolay kestiremez.
Beri yanda gelişmiş ülkelerin de Üçüncü Dünya'ya ilgileri büyüktür. Orada hem ekonomik, hem de sosyal anlamda hızlı bir gelişme yer almazsa, gelişmiş ülkeler Üçüncü Dünya'dan akıp gelen göçmenlerin saldırısı altında boğulacak, bununla başa çıkacak ekonomik, sosyal ya da kültürel kapasiteyi de bulamayacaklardır.
Ama kapitalist-ötesi toplumu ve kapitalist-ötesi politikayı yaratan güçler aslında gelişmiş dünyadan kaynaklanmaktadır. Bu güçler, gelişmenin ürünü ve sonucudur. Kapitalist ötesi toplumun ve kapitalist ötesi politikanın sorunlarına cevap, Üçüncü Dünya'da bulunacak değildir. Eğer tümüyle boşa çıktığı kanıtlanmış vaatlere ve verilen sözlere örnek arıyorsak, 1950'li ve 60’lı yıllarda bulabiliriz; Hindistan'da Nehru, Çin'de Mao, Küba'da Kastro, Yugoslavya'da Tito, Afrika'da Negritüd"ün havarileri ya da Che Guevara gibi Neo-Marksist'ler. Onlar bize, Üçüncü Dünya'nın daha başka alternatifler, daha değişik cevaplar bulabileceğini söylemişlerdi. Hatta yeni bir düzen kurulabileceğini söylemişlerdi. Üçüncü Dünya, kendi adına verilen bu sözleri gerçekleştiremedi. Kapitalist ötesi toplumun ve kapitalist ötesi politikanın sorunları, fırsatları, dertleri, ancak ortaya çıktıkları yerde ele alınabilir. Orası da gelişmiş dünyadır. Sh:9-28
**

İSTİKRAR BOZUCU BİR OLGU OLARAK KURULUŞ

Toplum, cemaat ve aile, koruyucu kurumlardır. İstikrarı sürdürmeye çalışırlar ya da en azından değişimi yavaşlatmaya uğraşırlar. Oysa kapitalist ötesi toplumun kuruluşları istikrar bozucudur. Görevleri bilgiyi işe koşmak, aletlere, süreçlere, ürünlere uygulamak, işe uygulamak, bilginin kendisine uygulamak olduğu için, sürekli değişikliğe göre düzenlenmiş olmak zorundadırlar. Yeniliklere dönük olmak zorundadırlar. Avusturya kökenli Amerikalı ekonomist Joseph Schumpeter'e (1883-1950) göre ise yenilik, "yaratıcı yıkıcılıktır.” Kuruluşların, kurulu olan, alışılmış olan, bilinen, rahat şeyleri (bunlar ister ürün, ister hizmet, ister süreç olsun), insani ve sosyal ilişkileri, becerileri ve oturmuş kuruluşları sürekli olarak terk etmek üzere düzenlenmiş olması gerekir. Bilginin yapısında hızlı değişim vardır. Bugün emin olduğumuz şeyler, yarın saçma sayılacaktır.
Beceriler ise bilginin tersine, yavaş ve seyrek değişirler. Bir taş işçisi olan Socrates bugün hayata dönse, bir taş ocağında işe girse, yapmak zorunda kalacağı işin eskiden yaptığına göre tek önemli farkı, bu sefer hazırlayacağı mezar taşlarının üzerine Hermes'in kanatları yerine bir haç işlemesi olacaktı. Aletler bile aynıdır çünkü. Yalnızca bugünkülerin saplarında pil var. Gütenberg hareketli tipografı icat ettikten 400 yıl sonra bile, baskı zenaatında hemen hemen hiçbir değişiklik olmamıştı; ta ki buhar makinesi gelinceye kadar, yani bu tâchne'ye mühendislik bilgisi uygulanıncaya kadar. Tarih boyunca, bir zenaatı bir kere öğrenen insanlar, yani altı yedi yıllık bir çıraklıktan sonra, 17-18 yaşında işi öğrenmiş olarak ortaya çıkan insanlar, kendilerine ömür boyu yetecek bir bilgiye sahip demektiler. Kapitalist ötesi toplumdaysa, herhangi bir bilgiye sahip olan her insanın, yaklaşık dört ya da beş yılda bir yeni bilgiler edinmek zorunda kalacağını, yoksa eskimiş biri sayılacağını varsaymak güvenli olacaktır.
Bilgiyi en derinden etkileyen değişimler, kural olarak, o bilginin kendi alanından çıkmamaktadır. Matbaa örneğinde gördüğümüz gibi. Günümüzde eczacılık mesleği de genetik ve biyoloji disiplinlerinden, yani çoğu eczacıların 40 yıl öncesine kadar adını bile duymamış oldukları disiplinlerden gelen değişimlerle, çok derin değişikliklere uğramaktadır. Demiryollarını etkileyen en büyük değişiklik de demiryollarındaki değişim-den değil, otomobil, kamyon ve uçaklardaki gelişmelerden kaynaklanmıştır.
Yeni bilgi yaratmakta ve eski bilgileri modası geçmiş kılmakta, sosyal yenilikler de yeni bilim ve yeni teknoloji kadar etkili olmaktadır. Aslında sosyal yenilik genellikle daha bile önemlidir.
On dokuzuncu yüzyılın en gururlu kuruluşlarından biri olan ticari bankanın bugün yaşadığı krizi yaratan nedir?
Bilgisayar da değildir, teknolojik değişiklikler de değildir. Eskiden beri var olan ama bugüne kadar hayli karanlıklarda kalmış olan bir mali aracın, yani ticari kâğıtların, şirketleri finanse etme yolunda banka olmayan kuruluşlarca da kullanılabileceğinin anlaşılmasıdır. Bu olay, bankaların 200 yıldan beri tekelinde bulunan ve onlara en çok parayı kazandıran bir işi, ticari kredileri, onların elinden almıştır. En büyük değişiklik de son 40 yıl içerisinde gerek teknik, gerekse sosyal alandaki amaçlı ve bilerek oluşturulan yeniliklerin de kendi kendine bir disiplin haline gelmesi, öğretilebilir ve öğrenilebilir olmasıdır.
Hızlı bilgi, son zamanlara kadar sanıldığı gibi yalnızca iş dünyasına özgü de değildir. Kapitalist toplumun bir başka başarısı olan sendikada da gerekli olduğu kesindir. Sendikanın sağ kalması için gereklidir. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana geçen 50 yıl içinde hiçbir kuruluş, silahlı kuvvetler kadar gelişmemiştir. Her ne kadar üniformalarla rütbeler aynı kalmışsa da, bu yine de doğrudur. Silahlar tümüyle değişmiş, bunun böyle olduğunu da 1991 Irak savaşı bize açıkça göstermiştir. Askeri doktrinlere ve kavramlara gelince, onlar daha bile çarpıcı değişikliklerden geçmiştir. Kuruluş yapılan, komuta yapılan, ilişkiler ve sorumluluklar da öyle.
Bundan çıkarılabilecek bir sonuç vardır: Günümüzün her türlü kuruluşu, kendi yapısına değişimin yönetimi'ni de mutlaka katmalıdır.
Yaptığı her şeyi organize bir biçimde terk etme mekanizmasını kendi yapısında bulundurmalıdır. Her süreç, her ürün, her usul ve her politika için, birkaç yılda bir şu soruyu sormayı öğrenmelidir: "Eğer bu işi şu anda yapıyor olmasaydık, bugün bildiklerimizi bilerek, bu işe şimdi girer miydik?" Eğer cevap "hayır"sa, bu sefer de kuruluşun şunu sorması gerekir: "O halde şimdi ne yapacağız?" Bu noktada, gerçekten bir şey yapılması gerekir. Yeni bir araştırmayla yetinilmemelidir. Kuruluşların başarılı politikalarını, uygulamalarını ve ürünlerini mümkün olduğunca uzatma yerine terketme planlan yapmaya giderek daha çok alışması gerekmektedir. Bu gerçekle bugüne kadar yüzleşebilen, yalnızca büyük Japon şirketlerinden birkaçı olmuştur.
Ama yeniyi yaratma yeteneğinin de kuruluş yapısında var olması gerekir. Daha açık ifade etmek gerekirse, her kuruluşun kendi dokusuna üç sistematik uygulamayı yerleştirmesi şarttır. Önce, her yaptığı işte sürekli ve düzenli iyileştirmelere; Japonların kaizen dediği uygulamaya ihtiyaçları vardır. Tarih boyunca her sanatçı kaizen uygulamıştır. Ama bunu işteki günlük hayata uygulayabilen, (belki Zen gelenekleri nedeniyle) ancak Japonlar olabilmiştir (ne var ki, değişime dirençli üniversitelerine onlar da uygulayamamalardır). Kaizen'in amacı, ürünü ya da hizmeti adım adım iyileştirmek, iki üç yıl sonra bambaşka bir mal ya da hizmet haline gelmesini sağlamaktır.
İkincisi, her kuruluş kendi başarılarından yararlanmayı, yani onlardan bir şeyler öğrenerek yeni uygulamalar geliştirmeyi öğrenmek zorundadır. Bu konuda da bugüne kadar en yüksek başarıyı Japon firmalan göstermiştir, örneği de Japon tüketici elektronik imalatçılarının aynı Amerikan icadından (tape-recorder gibi) peşpeşe birçok yeni ürün geliştirebilmesidir. Tabii beri yandan, kendi başarılanndan ders almak, Amerikan "pastoral" kiliselerinin de güçlü yanlarından biridir. Bu kiliselerin bugünkü hızlı gelişmesi, geleneksel "Sosyal Hıristiyanlık" nedeniyle ve köktenci kiliseler nedeniyle görülen gerilemeleri telafi etme yoluna girmiştir.
Ayrıca, her kuruluşun yenilik getirme'yi de öğrenmesi gereklidir. Yenilikler de düzenli, sistematik bir süreçtir ve ona göre düzenlenmelidir.
Ondan sonra da tabii yine başlangıç noktasına, yani terketme noktasına dönmek, bütün süreci yeniden başlatmak gerekmektedir.
Eğer bunlar yapılmazsa, bilgiye dayalı kapitalist ötesi toplum kısa zamanda kendini eskimiş bulacak, performans kapasitesinin azaldığını görecek, bunun sonucu olarak da bağımlı bulunduğu o bilgi uzmanlarını kendine çekmeyi ve tutmayı başaramaz duruma düşecektir.
Bir doğal sonuç da kapitalist-ötesi toplumun âdem-i merkezi olma zorunluluğudur. Kuruluşlar hızlı kararlar verebilmeli, performansa yakın, piyasaya yakın, teknolojiye yakın, toplumdaki değişikliklere yakın, çevreye yakın, demografiye yakın, bilgiye yakın olmalı, bunların hepsini görebilmeli ve yenilik fırsatı olarak kullanabilmelidir.
Kapitalist-ötesi toplumun kuruluşları bu yüzden sürekli olarak toplumu sarsacak, düzensizleştirecek, istikrarsızlaştıracaktır. Beceri ve bilgi talepleri değişecektir. Teknik üniversiteler tam kendilerini fizik öğretmeye hazırladıkları sırada, bizim ihtiyacımız genetik oluverecektir. Bankalar tam kredi analizlerini hazır etmişlerken, yatırım uzmanları gerekecektir. Şirketler, yerel toplumların ekmek parası kazandığı fabrikaları kapayacak, mesleğini uzun yıllar boyunca öğrenmiş model tasarımcılarından vazgeçip bilgisayar simülasyonu bilen 25 yaşında gençlere döneceklerdir. Kadın-doğum dalındaki bilgi, uygulama ve teknolojiler değiştiğinde, 200 yataktan küçük hastaneler ekonomik olamayacağı, dolayısıyla da birinci sınıf hizmet veremeyeceği için, bebeklerin doğumu serbest "doğum merkezlerine devredilecektir. Aynı şekilde, demografik, teknolojik ya da bilgiyle ilgili değişimler gerektirdiğinde, bir okulu ya da üniversiteyi, yerel toplum için önemli de olsa, o topluma iyice kök salmış ve çok sevilen bir kurum da olsa kapatmak zorunda kalacağız, çünkü iyi performans için değişik çapta ve değişik felsefeye sahip bir başka tür okul gerekli olacaktır.
İşte bu tür değişikliklerin her biri toplumu sarsacak, tedirgin edecek, sürekliliğine darbe vuracaktır. Her biri ”haksızlık"tır bunların. Her biri istikrar bozucudur.
Çağdaş kuruluş, toplum için bir başka gerilim daha yaratır. Böyle bir kuruluşun toplum içinde iş görmesi gerekmektedir. Üyeleri o toplumda yaşıyordur, o dili konuşuyordur, çocuklarını o kuruluşun okullarına yolluyorlardır, orada oy kullanıyor, vergilerini ona ödüyorlardır.
O kuruluşun içinde, kendilerini evlerindeymiş gibi rahat hissetmeleri gerekir. Kuruluşun elde ettiği sonuçlar, o toplumdadır. Ama bütün bunlara rağmen, kuruluş kendisi o toplumun içine batıp kendini o toplumun emrine veremez. Kuruluşun "kültürünün" toplumu aşma zorunluluğu vardır.
Amerikalı antropolog Edward T. Hail (1914 doğumlu), 1959’da yazdığı The Silent Language (Sessiz Dil) adlı kitabında, her toplumdaki önemli iletişimlerin, sözel değil, kültürel olduğuna işaret etmiştir. Yani iletişim, insanların duruş, hareket ediş, davranış biçimleriyle sağlanmaktadır. Hall'a göre, bir Alman doktor, hastasına bir mesaj aktarırken, İngiliz, Amerikalı ya da Japon doktordan çok farklı sinyaller kullanmaktadır. Bugün Amerikalı memurlar, kendi yaşadıkları Washington'da, bir bakkal dükkânları zincirinin gelecek hafta yapılacak reklam ve promosyonla ilgili toplantısına katılsalar, şaşkınlıktan dillerini yutarlardı. Buna karşılık aynı memurlar, Çinli bir memurun Pekin'deki bürokrasi entrikalarını anlatışını dinlerken, daha kolay anlayabilmektedirler. Ayrıca, "yönetim üslûbundaki farklar" konusuna çok şey duyuyor olmamıza rağmen, büyük bir Japon şirketinin işleyiş biçimi, büyük bir Amerikan şirketine, büyük bir Alman ya da İngiliz şirketine çok benzemektedir.
Bir kuruluşun kültürünü, içinde bulunduğu toplumdan çok, yaptığı işin türü oluşturur. Her kuruluşun değer sistemini saptayan şey, yaptığı iştir. Dünyadaki her hastane, dünyadaki her okul, dünyadaki her şirket, kendi yaptığı işin toplumu için son derece gerekli bir katkı olduğuna inanmak zorundadır; nihai analizde, topluma yapılan bütün katkıların, kendilerinin bu katkısına bağımlı olduğu inancı şarttır. Bu görevi yapabilmek için, organizasyonu ve yönetimi ona göre olmalıdır. Bu nedenle, kuruluşun kültürü her zaman toplumun kültürünü aşmaktadır. Eğer bir kuruluşun kültürü, toplumun değer yargılarıyla çatışırsa, galip çıkan kuruluşun kültürüdür ... aksi halde kuruluş, sosyal katkılarını gerçekleştiremez.
Bilginin sınırı olmaz, diye eski bir atasözü vardır. Bugün aslında çok az sayıda "transnasyonal" kuruluş vardır, "çokuluslu şirketler"in bile sayısı o kadar fazla değildir. Ama bilgi kuruluşlarının hepsi, yapılan itibariyle, ulusallık dışı, toplumlar dışıdır. Tümüyle yerel bir toplumun içinde bulunuyor olsalar bile, Hitler'le Stalin'in çok sevdikleri deyimle, "köksüz kozmopolitler”dir. Sh: 86-99
**

KAPİTALİSTİ OLMAYAN KAPİTALİZM

Bugün gelişmiş ülkelerdeki kurumsal yatırımcıların, en çok da emekli sandıklarının ellerinde tuttukları kadar büyük para birikimleri, daha önce hiçbir zaman var olmamıştı. Bu gelişmenin ilk başladığı ve en çok mesafe aldığı ABD'de, emekli sandıklarının en büyüğü, bugün 80 milyar dolarlık bir varlığa sahiptir. Küçücük bir emekli sandığının bile ekonomiye bir milyar dolar düzeyinde bir yatırım yapmış olduğu söylenebilir. Bu sermaye havuzları, eskiden en büyük kapitalistlerin elinde bulunmuş paraları bile cüceleştirmektedir. Gelişmiş bir toplumun yaş yapısına bakılırsa, emekli sandıklarının her gelişmiş ülke için daha bile önemli duruma geleceği söylenebilir.
Bu, daha önce eşi görülmemiş bir gelişmedir. 1950'lerde başlamıştır. O kadar yenidir ki, emekli sandıklarının yönetimi ve mevzuatı bile henüz tam anlamıyla saptanmış değildir.
Böylesine büyük para havuzlarını yağmacılardan korumak, birinci büyük sorundur. ABD'de özel girişimIere ait emekli sandıkları için, bunları yağmadan koruyacak bazı önlemler alınmıştır. Bugün Amerika’daki bir emekli sandığını, İngiliz gazete kralı Robert Maxwell'in 1990-1991'de yaptığı gibi talan etmek kolay iş değildir. Ama ABD'de bile, alınan bu önlemler acıklı sayılacak kadar zayıftır. Hele devlet memurlarının emekli sandıklarını siyasal amaçlarla talan etmek şeklinde düşünülebilecek o en büyük tehlikeye karşı, ABD'de bile hiçbir önlem yoktur.
Aslına bakarsanız ABD'nin kamu çalışanlarına ait emekli sandıkları, ister New York'ta olsun, ister Philadelphia'da, ister California ya da daha başka bir yerde, düzenli olarak eyalet ve kent bütçelerinde açılan deliklere yama olarak kullanılmış, yani yağmalanmıştır.
Yine o kadar büyük bir başka tehlike de özel çıkar gruplarından, örneğin sendikalardan gelmektedir, çünkü bunlar da siyasal güçlerini kullanarak emekli sandıklarının parasını kendilerine sübvansiyon olarak çekebilmekte, özür olarak da "sosyal açıdan yapıcı amaçlar için emekli sandıklarının parasından yararlanmak" diye bir sahtekârlığa başvurmaktadırlar. Emekli sandıklarının parası, bugün çalışır durumda olanların tasarruflarıdır. Ancak bugünkü çalışanların mali geleceğine dönük amaçlarla kullanılmaları gerekir. Hizmet edebilecekleri en büyük "sosyal amaç" ancak bu olabilir. Sh: 110-111
**

EKİP ÇALIŞMASI VAR, EKİP ÇALIŞMASI VAR

Malların yapılıp taşınmasındaki verimle bilgi ve hizmet işlerindeki verim arasında ikinci bir büyük fark daha vardır. Bilgi ve hizmet işlerinde, işin nasıl düzenleneceğine karar vermek zorundayız. Bu tür iş için ve bu tür işin akışı için her tür insan ekibi uygun olacaktır?
İnsanların yaptığı işlerin çoğu ekipler tarafından yapılır. Tek başına çalışanlar çok nadirdir. En yalnız çalışanlar, ressamlar, yazarlar ve sanatçılar bile, yaptıkları işin etkin duruma gelmesi için başkalarına ihtiyaç duyarlar. Yazarın editöre, matbaacının kitapçı dükkânına, ressamın da tablolarını satacak galeriye ihtiyacı vardır. Çok sayıda kişi ise, ekip arkadaşlarıyla çok daha yakın, çok daha içiçe durumda çalışır.
Ayrıca bugün "ekip çalışması yaratmak"tan da çok söz edilmektedir. Bu, genellikle yanlış anlaşılan bir kavramdır. Var olan kuruluşun aslında bir ekip olmadığını varsayar gibidir. Oysa bu son derece yanlıştır. İkincisi, bir tek tür ekip olabileceğini varsayar gibidir. Oysa aslında insanların yaptıkları işler için üç türlü ekip bulunmaktadır. İşin verimli olabilmesi için, o işe ve iş akışına en uygun ekip hangisiyse, ona göre düzenlenmesi gerekir.
Birinci tür ekip, beyzbol ya da kriket takımı gibidir. Hastanede yatan hastayı ameliyat eden ekip de yine böyle bir ekiptir. Bu ekipte bütün oyuncular ekip üyesidir, ama ekip olarak oynamazlar.
Beyzbol ya da kriket takımında her oyuncunun belli bir yeri vardır, oradan hiç ayrılmaz. Beyzbolda oyun oynayanlar birbirlerine hiç yardım etmezler. Hep kendi yerlerinde kalırlar. Beyzbolun eski bir sözü vardır: "Sopayı eline alıp vurmaya hazırlandın mı, tümüyle kendi başınasın" denir. Aynı şekilde, anestezi uzmanı da hemşireye, cerraha yardım etmez; onlar da ona yardım etmezler.
Bu tür ekip bugün basında iyi gösterilmemektedir. Hatta insanlar "ekip oluşturma" kavramından söz ettiklerinde, aslında bu tür ekipten uzaklaşmak istediklerini anlatmaya çalışmaktadırlar. Oysa beyzbol ya da kriket takımının da yabana atılmaması gereken bazı güçlü yanları vardır. Oyuncuların kendi sabit yerleri olduğu için, onlara ayrı ayrı görevler verilebilir, her görev bazı performans puanlarına göre ölçülebilir, herkes her görev için eğitilebilir. Beyzbolda da, krikette de her oyuncu için yıllardır tutulan istatistikler bulunması bir rastlantı değildir. Hastanedeki cerrahi ekibi de aynı şekilde çalışır.
Tekrarlanan işlerde ve kuralları iyi bilinen işlerde, beyzbol takımı türünde ekip idealdir. Esasen çağdaş seri imalat modeli, yani malların yapımı ve taşınmasıyla ilgili model de buna dayanılarak geliştirilmiştir, performans kapasitesi açısından bu ekip anlayışına çok şey borçludur.
İkinci tür ekip, futbol takımı gibidir. Senfoni orkestrası da, gecenin ikisinde kalp kriziyle hastaneye getirilen hastanın çevresinde koşturan ekip de aynı tür ekiptir.
Bu ekipte de oyuncuların belli sabit yerleri vardır. Orkestrada tuba çalan adam, dubl-bas'ın notalarını çalmaz. Kendi tuba'sının zamanı geldiğinde, onu çalar. Hastanedeki acil servis ekibinde de solunum teknisyeni hastanın göğsüne neşteri vurup kalp masajı yapmaya kalkışmaz. Ama bu tür ekiplerde üyeler ekip halinde çalışır. Her biri kendi işini ekibin diğer üyelerininkiyle koordine eder.
Bu ekibin bir orkestra şefine ya da bir antrenöre ihtiyacı vardır. O şefin ya da antrenörün sözü kanundur. Bir de "amaç"a ihtiyaç vardır. Birlikte iyi çalışabilmek için sayısız provalar gerekir. Ama beyzbol takımından farklı olarak, amaç belirginse ve takım da iyi bir liderliğe sahipse, büyük bir esneklik söz konusudur. Çok da çabuk hareket edebilir.
Son olarak, tenisteki ikili ekiplerin durumu vardır. Caz kombolarında, büyük Amerikan şirketlerinin bazen dört beş üst yöneticiyi "Başkanlık Ofisi"ne birlikte yerleştirmesinde, Alman şirketlerindeki Vorstand'larda (yönetim kurulu) da bu tür ekip söz konusudur.
Bu ekibin küçük olması şarttır. Yedi ya da dokuz kişi, tavan rakam olmalıdır. Bu ekipte oyuncular, "sabit" mevkilerden çok, "tercihli" mevkilere sahiptir. Birbirinin açığını kapatırlar. Kendilerini, birbirlerinin güçlü ve zayıf yanlarına uyumlandırırlar. İkili tenis ekibinde de arka sahada oynayan oyuncu, nette oynayanın güçlü ve zayıf yanlarına kendini ayarlamıştır. Ekibin işleyebilmesi için, bu zaaf ve güçlülüklere uyumlanma işi bir şartlanmış refleks haline gelmelidir, yani tenisteki arka saha oyuncusunun, nettekinin zayıf backhand vuruşunu telafi etmek amacıyla koşmaya başladığı an, daha topun karşı takım oyuncusunun raketinden yeni çıktığı andır.
Bu tür ekibin iyi bir kalibresi varsa, ekiplerin en güçlüsü olabilir. Toplam performansı, tek tek oyuncularının performanslarının toplamından fazla olur. Çünkü bu tür ekip, bir yandan her oyuncunun gücünü kullanırken, bir yandan da her birinin zaaflarını en aza indirmektedir. Ama böyle bir ekibin çok büyük öz disipline ihtiyacı vardır. Üyelerin gerçek anlamda "ekip" halinde çalışabilmeleri için daha önce uzun süre bir arada çalışmaları gerekir.
Bu ekip türleri birbiriyle karıştırılamaz, bir araya getirilemez. Aynı anda ve aynı saha içinde, aynı takımla hem beyzbol hem de futbol oynanamaz. Senfoni orkestrası, caz kombosu gibi çalamaz. Her üç ekibin "saf' olması gerekir. Melez ekipler oluşturulamaz. Ayrıca, bir ekip türünden diğerine geçmek çok zor ve acı vericidir. Böyle değişiklikler, uzun süreli, sağlamlaşmış, değerli insan ilişkilerini mahveder. Ama yine de, işin türünde, âletlerinde, akışında ve nihai ürününde yer alan değişiklikler, ekibi değiştirmeyi de gerektirebilir.
Bu, özellikle enformasyon akışında yer alan değişiklikler için geçerlidir.
Beyzbol tipi takımda, oyuncular enformasyonu "durum"dan alırlar. Her biri kendi görevine uygun olan enformasyonu alır ve takım arkadaşlarının aldığı enformasyondan bağımsız olarak alır. Senfoni orkestrasıyla futbol takımında, enformasyon daha çok orkestra şefinden ya da antrenörden gelir. Takımın yöneltildiği "amaç"ı kontrol eden onlardır. Çift teniste oyuncular enformasyonu daha çok birbirlerinden alırlar. Enformasyon, teknolojisinin ve benim "enformasyona dayalı kuruluş" dediğim şeye doğru yönelmenin niçin böyle masif "yeniden mühendislik" gerektirdiğini de işte bu nokta açıklamaktadır.
Yeni enformasyon teknolojisi, Amerikan şirketlerinin son on yıldır kendilerine "yeniden mühendislik" yani yeniden yapılanma uygulama yolunda gösterdikleri büyük çabaların altında yatan nedendir. Geleneksel olarak, büyük Amerikan şirketlerinin çoğu beyzbol takımı modeline göre düzenlenmişti. Üst yönetim, bir baş yöneticiyle, ona bağlı olarak çalışan üst düzey işlevsel yöneticilerden oluşur; bunların her biri kendi işini yapar, ya fabrikayı, ya satışları, ya finans bölümünü vb. yönetirdi. Başkanlık ofisi denilen kavram ise, üst yönetimi ikili tenis takımına benzetme çabasından doğmuştur, bunu gerekli kılan ya da en azından mümkün kılan şey de enformasyondaki değişikliktir.
Geleneksel olarak, yeni ürünlerle ilgili işler, beyzbol takımı tipi bir ekip tarafından yapılır, herkesin kendi işlevi olurdu; tasarım, mühendislik, imalat, pazarlama gibi. Hepsi kendine düşeni yapar, sonra olayı bir sonraki işlevi yerine getirecek olana devrederlerdi. Bazı belli başlı Amerikan sanayilerinde, örneğin ilaç ya da kimya sanayilerinde, bu durum çoktan değiştirilmiş, futbol takımına ya da senfoni orkestrasına benzer duruma getirilmişti. Ama Amerikan otomobil sanayii, yeni modellerin tasarımı ve sunulması konusunda beyzbol takımı tipine sadık kalmıştı. 1970 dolaylarında Japonlar, enformasyonu kullanarak bu işi futbol takımı tipine çevirmeye başladılar. Sonuçta Detroit, hem yeni modeller çıkarma hızı açısından, hem de esneklik açısından çok gerilerde kaldığını gördü. 1980'den bu yana Detroit, tasarım ve sunuşta futbol takımı tipi ekibe geçerek Japonlara yetişebilmek için büyük çabalar göstermektedir. Fabrika düzeyinde de enformasyonun varlığı (Topyekûn Kalite Yönetimi’ni mümkün kılan, hatta kaçınılmaz kılan şey de budur), Detroit’i, yürüyen bant üzerinde çalışan beyzbol takımı tipi üretimden ikili tenis takımı tipine, yani "esnek imalat'ın altında yatan ekip kavramına geçmeye zorlamaktadır. Bilgi işçileriyle hizmet işçilerinin verimi üzerindeki çalışmalar, ancak uygun tipteki ekip seçilip kurulduktan sonra etkili olmaya başlayacaktır. Doğru ekip, kendi başına verimi garantiye alamaz. Ama yanlış ekip verimi mahveder. Sh: 126-131
**

DOĞRU NE ZAMAN YANLIŞ OLUR

1930'larda John L. Lewis (1880-1969), Başkan Franklin D. Roosevelt'ten sonra ABD’nin ikinci en güçlü adamı olarak tanınırdı. Aslında Roosevelt de seçilebilmesini büyük ölçüde Lewis'e borçluydu, çünkü ömrü boyunca Cumhuriyetçi Parti'yi desteklemiş olan Lewis, 1932 yılı kongresinde kendi kömür işçileri sendikasını (UMW) ve onunla birlikte de tüm Amerikan işçi hareketini peşine takıp Demokratlar'ın kampına sürüklemişti. Daha sonra Yeni Anlaşma yıllarının sendikalaşma hareketinin lideri oldu, yeni ve çok güçlü,bir emekçi kuruluşunun, Sınai Kuruluşlar Örgütü’nün başına geçti.
Ama 1943'te Lewis, İkinci Dünya Savaşı sırasında getirilen ücret dondurulmasına karşı isyan etti, kendi kömür işçilerini greve yöneltti. Başkan Roosevelt, ondan ulusal çıkarları dikkate alarak greve son vermesini rica ettiyse de Lewis bunu reddetti. Verdiği cevap şöyleydi: "Ulusal çıkarları kollamak için maaş alan, ABD Başkanı’dır. Benim maaşım ise maden işçilerinin haklarını korumam için veriliyor."
Savaş üretimi o sıra yeni yeni başlamaktaydı. Amerikalı askerler hem Avrupa'da, hem Pasifik'te savaşmaktaydılar. Ama acıklı bir durumdaydılar, çünkü ellerinde hâlâ ne teçhizat, ne de cephane vardı. Bu eksikliklerden ötürü çok ağır kayıplar vermekteydiler. Savaş çabalarının tümünde yakıt kömürdü, bu nedenle ülkenin bir günlük kömür üretimini kaybetmeyi göze alacak durumu yoktu. Üstelik maden işçileri ABD'nin en yüksek ücret alan işçileriydi. Üniformalı askerlerle ölçüldüğünde, onlar plütokrat'tı.
Ama Lewis bu grev işini başlattı.
Ne var ki başlattığı anda tüm gücünü, tüm etkisini, tüm saygınlığını kaybetti; sendika hareketi içinde bile desteği kalmadı. Kendi sendikası içinde bile birçok insan arkasını döndü ona. UMW hemen gerilemeye başladı. Gücü de, etkinliği de, üye sayısı da azaldı. On yıl sonra, kömür grevleri artık olay bile sayılmaz oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Lewis’in 1943'te kazandığı o zafer, ABD'de sendikacılığın çöküşüne başlangıç oluşturmuştu.
Lewis, zaferinin yarattığı sonuçları görecek kadar uzun yaşadı. Ama ölene kadar da o grevi başlatmakta haklı olduğunu, görevinin bunu gerektirdiğini iddia etti durdu. "İşçinin yararına olan şey, eninde sonunda ülkenin de yararınadır" derdi. "Savaş da işçinin tek gerekli olduğu zamandır, işçi, ancak böyle bir zamanda güç sahibi olur. Doğru dürüst bir ücret alma yolundaki meşru hakları için ancak o zaman baskı yapıp başarıya ulaşabilir." Söylentilere göre Amerikan kamuoyunun bu görüşe neden katılmadığını hiçbir zaman anlayamamıştı.
Bu olay elbette ki aşırı bir olaydır. Ama aynı zamanda çok şey ifade eden bir olaydır. Lewis, kendisinin haklı olduğunu biliyordu. Peki, bir kuruluşun haklılığı, ne zaman sosyal bir haksızlığa dönüşür, o kuruluşun işlevi ne zaman meşru olmaktan çıkar?
Günümüzde Amerika'da, "iş ahlakı" konusunda bir hayli kaygı söz konusudur. Ama tartışmaların çoğu (işletme okullarında öğretilen dersler de dahil olmak üzere), hep yanlış yapılan şeylerle, yani verilen rüşvetlerle ya da kusurlu, zararlı ürünler üretilmiş olduğunu örtbas etmekle ilgilidir. Yüksek mevkilerde bulunup da böyle yanlış şeyler yapan kimselerin, her zaman "daha yüksek bir iyiliğe" adanmış olduklarını ileri sürmeleri yeni bir şey değildir. Bu konuda söylenebilecek her şey, bundan 350 yıl önce, büyük Fransız matematikçi/düşünürü Blaise Pascal (1626-1662) tarafından, Bir Taşralıya Mektuplar adlı kitapta söylenmiş, bu kitap, Cizvitler'in özel bir güç ahlakı taleplerini ebediyen yıkıp yok etmiştir.
Ama Lewis'in hikâyesi, "yanlışa karşı yanlış"la ilgili değildir. "Hakka karşı hak" ile ilgilidir. Gerçi eski örnekleri de vardır, ama bu sorun aslında yeni bir sorundur. Kuruluşlar Toplumu'nda da sorumluluğun merkez sorunu olarak düşünülebilir.
Performans gösterebilmek için bir kuruluş ve onun içinde bulunan insanlar, tıpkı John L. Lewis gibi, kendi işinin toplumdaki en önemli iş olduğuna inanmak zorundadır. Daha önce de söylendiği gibi, hastaneler hiçbir şeyin hastalara bakmaktan daha önemli olmadığına inanmalıdırlar. Şirketler de hiçbir şeyin, toplumun maddesel ihtiyaçlarını karşılamak kadar önemli olmadığına inanmak zorundadırlar; özellikle de ekonomi ve toplum açısından, bizim şirketimizin ürettiği mal ve hizmetler kadar önemlisi olamaz, demek zorundadırlar. Sendikalar, çalışan insanın Haklarından önemli hiçbir konu olamayacağı kanısındadırlar. Kiliseler, en önemli şey inançtır, derler. Okullar, her şeyin başının eğitim olduğuna inanırlar ve bu böylece sürer gider.
Bu kuruluşlar beıı-merkezli olmak zorundadırlar. Bir araya geldiklerinde, toplumun tüm işlerini onlar yaparlar. Ama her biri yalnızca bir işi yapar, gözü ancak o işi görür. Aslında bizler de bu kuruluşların liderlerinin tıpkı Lewis gibi, kendi kuruluşlarının en önemli kuruluş olduğuna, toplumu temsil ettiğine inanmalarını bekleriz.
Charles E. Wilson (1890-1961), sağlığında Amerika sahnesinin önemli kişilerindendi. Önce General Motors'ın, o gün için dünyanın en büyük ve en başarılı imalatçı kuruluşunun başkanı ve baş yöneticisi olarak, daha sonra da (1953-1957 arasında) Eisenhower yönetiminde Savunma Bakanı olarak. Ama bugün onu hatırlayan varsa bile, söylemediği bir sözden ötürü hatırlamaktadır, o söz de şudur: "General Motors için iyi olan bir şey, Amerika Birleşik Devletleri için de iyidir." Oysa Wilson'ın 1953'te Savunma Bakanlığı'na getirilirken yaptığı konuşmada söylediği söz şudur: "Amerika Birleşik Devletleri için iyi olan bir şey, General Motors için de iyidir." Ondan sonra ölünceye kadar Wilson hep bu yanlış anlaşılma olayını düzeltmeye çabalamış, ama hiç kimse onu dinlememiştir. Herkes sürekli olarak, "Söylememiş olsa bile içinden inanıyor; aslında da inanması gerekir," demiştir.
O halde sınırlar nerededir?
Eğer ortada bir savaş ya da büyük bir doğal âfet varsa, o zaman verilecek cevap oldukça basitleşir: toplumun çıkarları, onun herhangi bir organının çıkarlarından daha önce gelir. Ama böyle krizler söz konusu olmadığı zaman, bu sorunun bu kadar kesin bir cevabı yoktur. O halde soruna en iyi yaklaşım, kuruluşlarımızın liderlerinin ortak sorumluluğu biçiminde olmalıdır.
Bugüne kadar buna en yakın davranış, herhalde İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük Japon şirketlerinin davranışı olmuştur. O yıllardaki planlamalarında iş dünyası liderleri işe şu soruyla başlamışlardır: "Japonya için, Japonya'nın toplumu, ekonomisi için en iyi olan nedir?" Daha sonra da şunu sormuşlardır:
"Ne yaparsak bunu genelde iş dünyası için bir fırsat, özel olarak da kendi işimiz için bir fırsat haline çevirebiliriz?"
Bu insanlar bir hayır derneği gibi düşünmüyor, kendilerini de silmiyorlardı. Tam tersine, kâr kavramının son derece farkındaydılar. "Liderlik" etmeye kalkışmadılar. Sorumluluğu kabul ettiler. Ama ülkeleri savaş sonrası onarımından sıyrılıp dünya ekonomik liderliğine sıvanırken, Japon iş dünyasıyla o dünyanın liderleri bile bir kere daha bencilleştiler. Sh: 142-146
**

ULUS-DEVLETTEN MEGA-DEVLETE

Kapitalist ötesi toplumda, siyasal yapıdaki ve politikadaki değişimler de toplumdaki ve sosyal yapıdaki değişimler kadar büyüktür. Ayrıca tüm dünyaya yayılmış durumdadır. Onlar da diğerleri gibi birer gerçektir.
Dünün dünya düzeni hızla geçmişte kalırken, yarının dünya düzeni de henüz kendini belli etmemiştir. Bu durumda bizler, günümüz politikacılarının durmadan iddia ettikleri gibi "yeni dünya düzeni"yle karşı karşıya değiliz. Bizim karşımızda yenidünya düzensizliği bulunmaktadır, bunun ne kadar süreceğini de hiç kimse bilmemektedir.
Siyasal yapıda da, politikada da yine bir "ötesi" çağına geçmekteyiz. Bu seferki de "egemen devlet ötesi" çağdır. Yeni güçlerin ne olduğunu şimdiden biliyoruz. Bunlar 400 yıldan beri siyasal yapıyı ve politikayı yönetmiş olan güçlerden çok farklıdır. Yeni talepleri de biliyoruz, bazılarını, hatta belki çoğunu çok iyi tanıyoruz. Ama cevapları, çözümleri, yeni entegrasyonlan bilemiyoruz. Bu sahnedeki oyuncular, yani politikacılar, diplomatlar, memurlar, siyasal bilimciler, toplumda ve sosyal yapıda olduğundan daha çok, hep dünün terimleriyle konuşup yazmaktadırlar, hatta rollerini dünün varsayımlarıyla ve dünün gerçeklerine dayanarak oynamak zorundadırlar.

ULUS DEVLETİN PARADOKSU

Dünya tarihindeki son 400 yılın, Batı türü ulus devletin yüzyılları olduğunu herkes bilmekte, tarih kitapları bile bize bunu öğretmektedir. Bu sefer, herkesin bildiği şey doğrudu; ama bu doğru da paradokslu bir doğrudur.
Çünkü bu dört yüzyıl boyunca yer alan siyasal hamleler hep ulus-devleti aşıp onun yerine transnasyonal bir siyasal sistem kurmak yönünde olmuştur. Bu transnasyonal siyasal sistem, bir sömürge imparatorluğu da olabilir, bir Avrupa (ya da Asya) süper devleti de. Bu yüzyıllar, büyük sömürge imparatorluklarının yükseldiği ve çöktüğü yüzyıllardır. İspanyol ve Portekiz imparatorlukları on altıncı yüzyılda belirmiş, on dokuzuncu yüzyıl başlarında çökmüş, bu arada on yedinci yüzyılın başlannda başlayıp yirminci yüzyıla kadar sokulmayı başarabilen İngiliz, Hollanda, Fransız ve Rus imparatorlukları ortaya çıkmıştır. Bu dört yüzyıl boyunca dünya sahnesinde ne zaman yeni bir güç belirse, hemen ulusal sınırları aşıp bir imparatorluk haline gelmeye çalışmıştır. Almanya’yla İtalya, daha birleşme işini başardıkları anda, yani 1880'le Birinci Dünya Savaşı arasında, ilk iş olarak sömürgelerle genişleme işine yönelmiş, İtalya son olarak 1930'larda bile denemelere kalkışmıştır. Yirminci yüzyıl başlarında
ABD bile bir ara sömürgeci bir güç olmuştur. Ulus devlet haline gelen tek Batı dışı ülke, Japonya da öyle.
Ulus-devletin esas vatanı Avrupa'ya gelince, bu dört yüzyıla hep sınırları aşıp transnasyonal süper devlet kurma çabalan egemen olmuştur. Bu süre içinde altı kere, Avrupa'nın şu ya da bu ulus devleti, tüm Avrupa kıtasını yönetimi altına alıp, kendi ulus-devletini bir Avrupa süper devleti haline dönüştürmeye çalışmıştır.
Bu girişimlerden ilki İspanya tarafından, on altıncı yüzyılın ortalarında, İspanya henüz yeni yeni birleşik bir ulus olarak ortaya çıkarken, yani kendi içindeki birbiriyle didişen krallıkları, düklükleri, kontlukları ve serbest kentleri bir Prens’in altında pamuk ipliğiyle birleştirmeyi başardığı anda yapılmıştır. Ve İspanya, Avrupa'nın efendisi olma hayallerini yüz yıllık bir süre boyunca elden bırakmamıştır. O zamana kadar da kendini hem ekonomik, hem de askeri açıdan tüketmiştir.
Hemen ardından Fransa, önce Richelieu döneminde, sonra da XIV. Lcuis döneminde, bu işi İspanya’nın bıraktığı yerden devralmış, yetmiş beş yıl sonra, yorgunluktan tükenmiş durumda, özellikle de mali açıdan batmış durumda vazgeçmiştir. Ama böyle olması, aradan bir yetmiş beş yıl daha geçtiğinde bir başka Fransız yöneticinin, Napoleon'un bir denemeye daha girişmesini engellememiştir. Napoleon Avrupa'nın yöneticisi olma ve Fransa egemenliğinde bir Avrupa süper devleti oluşturma aşkına, tüm kıtayı yirmi yıl boyunca savaşlarla, sarsıntılarla titretmiştir. Daha sonra, bu yüzyılda Almanların Avrupa efendisi olma yolundaki iki savaşı gelmiş, Hitler'in yenilgisinden sonra da Stalin, silah ve baskı gücüyle, Rus egemenliğinde bir Avrupa yaratmaya çalışmıştır. Japonya da ulus-devlet haline gelir gelmez Batıtürü bir sömürge imparatorluğu yaratmaya kalkışmış, Batı örneğini izleyerek bu yüzyılda bir deneye girişmiş, Japon yönetiminde bir Asya Süper devleti peşine düşmüştür.
Aslında imparatorlukları doğuran, ulus-devlet değildi. Ulus-devletin kendisi zaten transnasyonal dürtülere bir cevap olarak doğmuştu. İspanya’nın Amerika kıtasındaki imparatorluğu o kadar çok altın ve gümüş getiriyordu ki, Şarlken'in oğlu II. Philip öneminde Ispanya, Roma lejyonlarından bu yana ilk daimi orduyu, İspanyol Süvarileri'ni kurmayı başarmıştı. Bu süvari birliklerinin ilk "modern" kuruluş olduğu da bazıları tarafından ileri sürülmektedir. Kendini bu şekilde donatan İspanya, kendi yönetiminde bir Avrupa yaratma amacıyla ilk seferlere de başlamıştır, işte ulus-devlet'i icat eden Fransız avukatpolitikacı Jean Bodin'in (1530-1591) 1576 tarihinde yazdığı Six Livres de la Republique (Cumhuriyetin Altı Kitabı) adlı eserinden sonra bu fikrin bütün Avrupa'da ana amaç haline gelmesine de, Ispanya'nın bu tehdidine karşı durmanın getirdiği motivasyon ve adanmışlık yol açmıştır. Esasen tehdit bu kadar büyük ve bu kadar gerçek olmasa, Bodin'in önerileri böyle kolaylıkla kabul edilmezdi. Bu tavsiyeler şunları içermekteydi: Ulus-devlet ve onun kuruluşları olsun, merkezden kontrollü sivil bir mekanizmanın yalnızca hükümdara sorumlu olması, bunun yanında askeri kesimin de merkezden kontrolü, daimi ordudaki subayların profesyonel askerler olması ve merkezi yönetime sorumlu olması, paranın bu merkezce basılması, vergi ve gümrüklerin bu merkezce toplanması, mahkemelerde yerel beylerin yerine merkezden atanmış profesyonel yargıçların bulunması. Bu önerilerin her biri, daha önceki zamanların yerleşmiş ve güçlü çıkarlarına, yani özerk kiliseye, türlü şeye bağışık piskoposluklara ve manastırlara, irili ufaklı tüm yerel beylere meydan okur nitelikteydi. Özellikle beylerin hep kendi orduları, kendi hukuk sistemleri ve mahkemeleri, kendi vergi toplama güçleri olagelmişti. Ayrıca serbest kentlere, kendi kendini yöneten loncalara ve türlü kesimlerin çıkarlarına da bir darbe inmekteydi. Ama İspanya’nın Avrupa'yı ele geçirme tehdidi, bunların hiçbirine başka bir çare bırakmıyordu. Ya kendi ülkelerindeki hükümdara boyun eğeceklerdi ya da fetih yoluyla gelecek yabancı bir hükümdara. O günlerden başlayarak, Avrupa ulus devletinin siyasal yapısında yer alan hemen hemen her değişiklik, Fransa, Almanya ve Rusya'nın Avrupa'yı ele geçirme ve süper devlet kurma yolundaki benzer girişimlerinden kaynaklanmış ya da en azından tetiği çeken hep bu girişimler olmuştur.
Böyle olunca, insana sanki siyasal bilimcilerin sömürge imparatorluklarını incelemiş, o konuda bir siyasal teori geliştirmiş olmaları gerekir gibi gelmektedir. Oysa bunları hiç yapmamışlardır. Bunun yerine, ulus devletin siyasal teorisine ve kurumlarına odaklanmışlardır. Ayrıca insana, sanki tarihçiler de Avrupa süper devletlerini incelemiş olmalı gibi gelmektedir. Ama her üniversitede, tarihle ilgili en saygın kürsüler hep ulusal tarih kürsüleridir. İster İngiltere, ister Fransa, ister ABD ya da İspanya, Almanya, İtalya, Rusya'da olsun, en ünlü tarih kitapları ulus devleti ele almaktadır. Hatta en uzun süre boyunca en büyük ve en başarılı sömürge imparatorluğunu yönetmiş olan İngiltere’de bile, tarih araştırmaları ve eğitimi hep ulus devlet üzerinde merkezleşmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri, ulus devlete değil de imparatorluklara yönelmiş olan birinci sınıf bir tarihçi yetiştirmiş olan hemen hemen tek ülkedir. William Prescott (1796-1859), daha çok İspanyolların Meksika ve Peru’yu fethine eğilmiş bir tarihçidir. Fransa'nın başta gelen tarihçilerinden biri olan Fernand Braudel de (1902-1985) kendini ulus-devletle sınırlamamayı yeğlemiştir. Onun bakış açısı Avrupa'nın tümünü, hatta dünyayı içermektedir. Ama o da siyasal tarihçi olmaktan çok, ekonomik ve sosyal tarihçiydi. On dokuzuncu yüzyılın en büyük Alman tarihçileri içinde, tarihi bir bilim olarak yerleştirmeye en büyük katkılarda bulunmuş olanlardan Leopold von Ranke (1795-1886) ile Theodor Mommsen (1817-1903) de kendilerini yalnız Alman tarihi yazmakla sınırlamamışlardı. Örneğin Ranke'nin başta gelen eserlerinden biri, papaların bir tarihiydi. Mommsen'in en büyük eseri de Roma tarihiydi. Ama onlar bile, modem politikadaki bu imparatorluğa doğru yönelme konusunu ele almamış, Avrupa'ya hâkim olma girişimlerini, ulusal tarihin bir parçası olarak, yani Alman, Fransız ya da İtalyan tarihinin parçaları olarak görmüş, ulus devleti aşma, onun yerine uluslarüstü siyasal yapılar kurma girişimleri olarak görmemişlerdi.
İmparatorluğu ve süper devleti böyle ihmal etmenin nedenlerinden biri, bunların ikisinin de kuruluşlar geliştirmemesidir. Gerçekten de, örneğin İngiltere'deki Lordlar Kamarası, tüm İngiliz egemenliğindeki topraklar için en yüksek itiraz mahkemesi olarak kalmıştır. Tabii aslında bu Kamara, Büyük Britanya ve İrlanda adalarında en üst itiraz mahkemesi olduğu için böyle olmuştur. Aynı şekilde İngiltere Parlamentosu da kuramsal olarak İngiltere'ye bağlı tüm topraklar için yasama organıdır. Ne var ki üyelerinin hepsi "Birleşik Krallık"tan, yani yalnızca o iki adadan seçilerek gelmiştir. Birleşik Krallık dışındaki olaylara, pek ender olarak, ancak kriz durumlarında eğilen bir organdır. Kral ve Kraliçe, bütün İngiltere İmparatorluğu’nun hükümdarıdır, ama hiçbir İngiliz Kralı ya da Kraliçesi, İngiltere'nin başka yerlerdeki topraklarına ayak basmamıştır, ancak o topraklar İngiltere'nin olmaktan çıktıktan sonra oralara ziyarete gitmiştir. Tabii o zamana kadar, ortada bir imparatorluk da kalmamıştır (örneğin eskiden İngiltere İmparatorluğu'na ait olan yerleri ziyaret etmeye, şimdiki Kraliçe II. Elizabeth başlamıştır). Oysa bir "imparatorluk" kurmaya diğer ülkelerin hepsinden çok yaklaşan da Ingiltere'dir.
Sömürge "imparatorlukları" birer hayal değildi. Ama imparatorluk da değillerdi. Bunlar aslında, sömürgeleri olan ulus devletlerdi, insan bunları, adlarını ödünç aldıkları siyasal yapıyla karşılaştırdığı anda, bunu hemen anlar: "Romalıların imparatorluğu". Sömürge imparatorluklarının çağı da hemen hemen Roma İmparatorluğu’nun ömrü kadar sürmüştü (400 yıl). Herhalde ana vatan ile imparatorluk toprakları arasında siyasal, sosyal, ekonomik entegrasyon sağlamaya rahat rahat yetecek bir süre. Ama buna hiç kalkışılmamıştır.
Augustus'ten sonraki Roma imparatorlarının en büyük üç tanesi, yani Trajan (hükümranlık süresi M.S. 98117), Hadrian (hükümranlık süresi M.S. 117-138) ve Diocletian (hükümranlık süresi M.S. 284-305) hep sömürge insanıydılar. Trajan'la Hadrian Ispanya'da doğup büyümüşlerdi. Diocletian da eski Yugoslavya'nın çocuğuydu. Latin kökenli değillerdi, ilk ikisi büyük olasılıkla Berberi, Diocletian da ya Illiryalı ya da Slav'dı. Ama insan Amerikalı George Washington'u (1732-1799), Güney Afrikalı Jan Smuts'u (1875-1950) ya da Hintli Nawaharlal Nehru'yu (1889-1969) Ingiltere’nin başbakanı olarak düşünebilir mi? Oysa bunların hepsi de yaşadıkları dönemin en büyük ve en ünlü, İngilizce konuşan, İngiliz kültürü almış siyasal liderleriydi. Onların dönemi de, sırasıyla, on sekizinci yüzyılın sonu, Birinci Dünya Savaşı sonrası ve Churchill'in İkinci Dünya Şavaşı sonundaki genel seçimlerde devrildiği zamandı.
Latince yazan en son iki büyük klasik yazardan biri, St. Augustine (M.S. 354-430), bugün Cezayir diye bildiğimiz yerde doğup büyümüştür ve büyük olasılıkla Berberi soyundan gelmektedir. Onun çağdaşı olan St. Jerome (M.S. 340-430) de Slovendi, doğduğu yer bugünkü Lubliana'nın pek de uzağında değildi. İlk gençlik yıllarını Alman kesiminde geçirmiş; en önemli çalışmalarını, örneğin Incil'in Latinceye çevirisini, Kudüs ve Beytüllahm'da yaşarken gerçekleştirmişti. Roma İmparatorluğu'nun en uzun ömürlü mirası, bugün hâlâ Avrupa Hukukunun temeli olan yasalarıdır (Codez luris Civilis) Bu yasalar Latince olarak yazılmış olmakla birlikte, Rumca konuşan Konstantinopl'da, yine Rumca konuşan imparator Jüstinyen'in (M.S. 483-565) girişimiyle, içlerinde bir tek Romalı bulunmayan bir hukukçular grubu tarafından hazırlanmış, çünkü o sıralarda imparatorluğun Latince konuşan batı kesimi hemen hemen Barbarlara teslim olma durum-larına düşmüştür.
Ve Roma'nın çökmesinden yüzlerce yıl sonra, eski imparatorluğun bilgili insanlan, hatta en dindar Hıristiyanları bile kendilerini Romalı saymayı sürdürmüşler, kendilerini Cicero'nun Latincesiyle eğitmişler, "Roma'nın parlak günleri"ni, Augustus'ün, Trajan’m, Hadrian'ın dönemlerini özleyip durmuşlardır.
Amerika'nın On Üç Sömürgesi halkı arasında, özellikle bunların "daha kaliteli" sayılanları arasında, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında kendilerini Amerikalı değil de İngiliz sayan pek çok kişi vardı. Bu da dünyanın en büyük modern imparatorluklarından birinin ilk parçalanması olayıydı. Ama o Amerikalı "sadıklar" bir istisnaydı. Meksika, Kolombia ya da Brezilya'da, yirminci yüzyıl imparatorluklarının, yani İngiliz, Fransız, Hollanda, Japon imparatorluklarının çöküşüne üzülen sömürge halkı sayısı pek az olmuştur. İngiltere'nin Hindistan'daki Racalık dönemi, dikkati çekecek kadar geniş bir üst sınıf halkı yaratmış, bu insanlar gerçek anlamıyla çift kültürlü yetişmiş, çoğu en iyi İngiliz üniversitelerine gidip okumuş, hepsi İngiliz şiir edebiyatını, Shakespeare'i, İngiliz hukukunu, İngiliz anayasa felsefesini ve tarihini derinden derine öğrenmiştir. Ama bunların hiçbiri, ne imparatorluğa, ne de kendi ülkelerinin o imparatorlukla bağlarına sahip çıkmıştır. Siyasal açıdan özerk bir Hindistan'ı kurarken, hiçbiri bu kültürel bileşimi sürdürebilmek için bir anayasal çözüm bulmaya kalkışmamıştır. Tam tersine, Hindistan'ın bağımsızlığına, ayrı bir Hint ulusal devletine en adanmış, en ödün vermeyen tahrikçiler olmuşlardır.
Bundan da şaşırtıcı olanı, Rus İmparatorluğu'ndaki entegrasyon yokluğudur. Ukraynalılar, Beyaz Rusyalılar, Ermeniler, Gürcüler, Almanlar; daha doğrusu (Yahudiler-le Katolik Polonyalılar dışında) hemen hemen Avrupa'nın tüm soylarından gelen insanlar, yüzyıllardan beri, hem Çarlık Rusyası'nda, hem de komünistlerin Rusyası'nda eşit muamele görmüşlerdi. Tek yapacakları, Rusça öğrenmekti. Çarın generallerinin ve bakanlarının büyük bir bölümü Alman kökenliydi. Bunun en çarpıcı örneği, son çarın reformcu başbakanı Kont Witte'dir. Stalin, Gürcü'ydü. Sovyet ordusunun son genelkurmay başkanı da Ukraynahydı. Ama bütün bunlara rağmen, Sovyet İmparatorluğu dağılırken ortada hemen hiç imparatorluk yanlısı bir duygu olmadığı gibi, imparatorluk yanlısı bir eylem de yoktur. Direnişlerin hepsi, imparatorluk adına değil, milliyetçilik adına gösterilmektedir. Şimdi ulus devlet haline dönüşen Moldova ve Litvanya gibi yerlere yerleşmiş olan etnik Ruslar da Moldovalı ve Litvanyalı olmaya itiraz etmekte, kendi bağımsızlıklarını istemektedirler.
Sömürge imparatorluklarının idari bir soyutluktan öteye geçememesi gerçeği, yani siyasal toplum olamamaları, bunların kuruluşlarının ne kadar kolay olduğu düşünülünce daha da paradokslu gözükmekte, insan âdetâ, "elbette" demek gereğini hissetmektedir. Roma İmparatorluğu her ne kadar birbirini izleyen kanlı savaşlar sonucu kurulduysa da, modern sömürge imparatorlukları pek az savaşlar sonucu oluşmuşlardır. Evet, İngiltere Hindistan'da savaşmıştı; ama esas olarak, Hintli yöneticilere karşı savaşmaktan çok, Fransızlara karşı savaşmıştır. Güney Afrika'da da Boer'lere karşı çok acı bir savaş vermişlerdir. Ama onun dışında, İngiltere İmparatorluğu, ufak tefek çatışmalar dışında pek az şiddet sonucu oluşmuştur, bu çatışmalar da aşağı yukarı bin İngiliz askerinden fazlasını hiçbir zaman gerektirmemiştir.
Aynı şekilde, Rusların da imparatorluklarını genişletme çabaları sırasında karşılaştıkları en uzun süreli direniş, Ukrayna’da ya da on sekizinci yüzyılda aldıkları Baltık devletlerinde veya Orta Asya'da değil, Kafkaslar'da karşılarına çıkmıştır. Fransızların da Güneydoğu Asya ve Afrika'da kendi imparatorluklarını kurma çabaları sırasında ufak tefek çatışmalar yer almış, bu çatışmalarda Fransa'nın ya da herhangi bir Avrupa ülkesinin önemsiz sınır çatışmalarına yolladığı askerlerden daha az sayıda asker savaşmıştır.
Bütün bunlara rağmen, Avrupalı güçlerden biri (ya da Japonya) bir zayıflık belirtisi gösterdiği anda, imparatorluğu hemen dağılmış, ulusal devletler halinde bölünmüştür. İngiltere İmparatorluğu’nun "Beyaz Dominyonları" diye bilinen Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda gibi yerler, İngiliz soylarından ve kültürel geleneklerinden büyük gurur duymalarına rağmen, sömürge olmaktan çıktıkları anda ulus devletler olmuşlardır. Ortada başka türlü bir siyasal entegrasyon modeli yoktur.
Modern imparatorluğun bir entegrasyon sağlama gücü yoktur. Entegrasyonu ancak ulus devlet gerçekleştirebilir, kendine bir politika seçebilir; yani siyasal bir devlet olabilir, vatandaşlık yaratabilir.
Avrupa'da da tüm kıtayı fethetmeye kalkanlardan hiçbiri, kuracakları süper devleti bir siyasal yapı içinde entegre edemezlerdi. II. Philip'ten Stalin'e kadar hepsinin tek yapabilecekleri, kaba kuvvetle boyun eğdirmek olabilirdi. Oysa buna rağmen, Avrupa süper devleti kurmaya kalkanlardan üç tanesi, çok çekici gücü olan ideolojilerle ortaya çıkmışlardı: Napoleon'un sloganı Özgürlük, Kardeşlik, Eşitlik'ti, yani Fransız Ihtilâli'nin ilkeleriydi. Hitler'inki bir nefret, imrenme ve Yahudi düşmanlığı ideolojisiydi (bunun çekiciliği bizim kabullenmeye yanaşmadığımız kadar fazlaydı, Avrupa kıtasının her ülkesinde, Hitler orayı alıncaya kadar hep direnişten çok sempati gözlemlenmesi de bundandı). Stalin'inki de Marksist sosyalizm ideolojisiydi. Bu ideoloji yüz yıldan beri, Hıristiyanlıktan bu yana en güçlü ve en yaygın çekiciliği sergilemekteydi. Japonya'nın Pan-Asya süper devleti yaratma girişimi bile güçlü bir ideolojiye dayalıydı, o da Batı düşmanı, sömürge düşmanı biçiminde özetlenebilirdi. Ama bu girişimlerin hepsi de fethettikleri topraklarda siyasal yapılanma oluşturamamak, siyasal kurumlaşma yaratamamak, St. Paul'ün Civis Romanus Sum'una (Ben bir Roma vatandaşıyım) birazcık bile benzeyen bir şey yaratamamak gibi ortak noktalar sergilemekteydiler. Unutmamak gerekir ki St. Paul, soy olarak Yahudi, kültür ve dil olarak Rumdu, ama "Ben bir Roma vatandaşıyım," sözü daha büyük bir iddiaydı, daha yüksek bir hukuka, coğrafi bölünümleri aşan bir siyasal kimliğe, ırka ve dile sahip olmayı ifade ediyordu.

Bütün modern imparatorluklar ve bütün süper devletler, ulus devleti aşmayı beceremedikleri için çökmüşlerdir, nerede kaldı ulus devletin yerine geçebilmek.

Ama ulus devlet, imparatorlukların ve süper devletlerin yüzyılları boyunca varlığını sürdüren tek siyasal gerçek olmasına rağmen, son yüz yıl içinde o da kendini derinden derine değiştirmiştir. O da şimdi artık mega devlet haline dönüşmüştür.

MEGA-DEVLETİN BOYUTLARI

1870'te ulus-devlet her yerde galipti. Avusturya bile artık Avusturya-Macaristan olmuş, iki ulus devletin federasyonu haline gelmişti. Ayrıca 1870'in ulus devletleri henüz hâlâ, Bodin'in 300 yıl önce icat ettiği egemen ulus devlete benziyor, onun gibi davranıyordu.
Oysa 1970'in ulus devleti, yani aradan yüz yıl geçtikten sonraki ulus devlet, Bodin'in devletine de, hattâ 1870'in ulus devletine de pek benzemiyordu. O artık mega-devlet olmuştu. Belki 1870'teki atasıyla yine aynı familyadan bir yaratıktı, ama mütasyon geçirdiği için, panter kediden ne kadar farklıysa, o da atasından o kadar farklıydı.
Ulus devlet, sivil toplumun koruyucusu olarak biçimde tasarımlanmıştı. Mega-devlet ise onun efendisi oldu. Aşırı durumlarda, totaliter biçimlere girdiği zaman, sivil toplumu tümüyle kaldırıp onun yerine geçti. Totaliterlikte toplumun tümü siyasal bir toplum haline geldi.
Ulusal devlet, hem vatandaşının hayatını ve özgürlüğünü, hem de onun mal varlığını, egemen gücün keyfi hareketlerine karşı koruyacak biçimde tasarımlanmıştı. Mega-devlet, en az aşırılık içeren Anglo-Amerikan uygulamasında bile, vatandaşın mal varlığını vergi tahsildarının insafına terk etmektedir. Joseph Schumpeter'in (18831950) 1928 tarihli Der Steuerstaat (Mali Devlet) adlı yazısında işaret ettiği gibi, mega-devlet, vatandaşların ancak devletin sarih veya zımni olarak izin verdiği mallara sahip olmasına hoşgörü göstermektedir.
Bodin'in ulus devletinin ilk işlevi, sivil toplumun sürdürülmesiydi; özellikle de savaş zamanında. "Savunma" sözünün anlamı da aslında budur. Mega-devlet ise barış ile savaş arasındaki farkı giderek bulanıklaştırmıştır. Barış yerine, ortaya "Soğuk Savaş" çıkmıştır.

DADI DEVLET

Ulus devletten mega-devlete dönüş on dokuzuncu yüzyılın son birkaç on yılı içinde başlamıştı. Mega devlete doğru atılan ilk adım, Bismarck'ın 1880'lerde Sosyal devleti icat etmesiyle atılmış oldu. Bismarck’ın amacı, hızla yükselen sosyalizm dalgasına karşı durabilmekti. Bu cevap, bir sınıf savaşı tehdidine verilen cevaptı. Bismarck'a kadar, hükümet yalnızca bir siyasal ajans olarak görülmüştü. Bismarck hükümeti bir sosyal ajans haline getirdi. Onun kendi sosyal önlemleri, örneğin sağlık sigortası, sanayi kazalarına karşı sigorta, yaşlılıktaki emekli maaşları (peşinden onu 30 yıl arayla izleyen ve İngiliz icadı olan işsizlik sigortası ile birlikte) aslında pek mütevazı önlemlerdi. Ama ortadaki ilke devrimseldi. Zaten bu konuda atılan tek tek adımlardan daha önemli etkiler yapan da o ilke oldu. Alman sağlık sigortası sisteminde, istihdam edilen bütün insanlarla ailelerinin hastalığa karşı sigorta altına alınması gerekiyordu, ama-sigorta şirketini kendileri seçebilirlerdi. Şirketlerin çoğu, özel sektör kuruluşlarıydı. İngilizlerin getirdiği işsizlik sigortası ise, devleti sigorta şirketi kılığına sokuyordu. Sosyal Sigorta adlı kuruluş da sosyal devleti 1935-36 yıllarında ABD'ye getirdi. O da aynı ilkeye göre düzenlenmişti. Yeni akımın diğer sosyal tedbirlerinin çoğu da, örneğin tarım sübvansiyonları, araziyi "toprak bankası"na verme karşılığı yapılan ödemeler gibi şeyler de öyleydi. (Bu son önlem, hem tarımsal üre-timde aşın üretimi azaltıyor, hem de çiftçiler için bir sosyal yardım yerine geçiyordu.)
1920'lerle 1930'larda, komünistler, faşistler ve Naziler sosyal kurumları devraldı. Ama demokrasilerde hükümet hâlâ yalnızca sigortalamayı ya da en çok, ödemeler yapmayı seçti. Sosyal işler yapmaktan ya da vatandaşları uygun sosyal davranışlara zorlamaktan hâlâ büyük ölçüde uzaktı.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu durum hızla değişti. Devlet "sağlayıcı" olmaktan çıkıp yönetici durumuna geldi. Geleneksel sosyal devletin en son önlemi (ve belki de en başarılısı) ABD'deki Erlik insan Hakları'ydı ve ikinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra yürürlüğe girmişti. Savaştan dönen her Amerikalı askere, üniversiteye gitme ya da yüksekeğitim alma hakkını veriyordu. Ama hükümet bu insanlara hangi üniversiteye gideceklerini söylemeye kalkışmadı. Kendisi üniversite işletmeye de kalkışmadı. Eğer er üniversiteye gitmek isterse, yalnızca parasını verdi. Hangi üniversiteye yazılacağına ve hangi dalda eğitim göreceğine er kendisi karar veriyordu. Üniversitelerin de her başvuran eri kabul etmek gibi bir yükümlülüğü yoktu.
Savaşı izleyen dönemin bir başka önemli sosyal programı da İngiliz Ulusal Sağlık Servisi oldu. Totaliter ülkelerin dışında, hükümeti sigortalayıcı ya da sağlayıcı olmaktan bir adım öteye götüren ilk kurum buydu. Ama bu da ancak kısmen böyleydi. Standart sağlık bakımı için, Ulusal Sağlık Servisi'nde hükümet bir sigorta şirketiydi. Hastaya bakan doktorun parasını veriyordu. Ama doktor yine de devlet memuru olmuyordu. Hastanın da hangi doktora gideceği konusunda bir sınırlama yoktu.
Ne var ki, Ulusal Sağlık Hizmeti çerçevesindeki hastaneler ve hastane bakımı tümüyle devlet tarafından üstlenilmişti. Hastanelerde çalışan insanlar devlet memuru oldular, devlet o hastaneleri fiilen yönetmeye başladı, işte bu adım, devletin sosyal alandaki yeni rolüne doğru atılmış ilk adımdı. Devlet artık kural koyucu olmaktan, sigortalayıcı, para verici olmaktan çıkıyordu. Artık yapıcı ve yöneticiydi.
1960'ta Batı'nın tüm gelişmiş ülkelerinde, devletin tüm sosyal sorunlar ve tüm sosyal işler için en uygun yapıcı olduğu görüşü, kabul edilmiş bir doktrin haline geldi. Hatta sosyal alanda faaliyet gösteren özel girişime kuşkuyla bakılmaya başlandı. İyi niyetli liberaller bunu "gericilik" ya da "ayrımcılık" olarak gördüler. ABD'de de hükümet tüm sosyal faaliyetlerin yapıcısı oldu, özellikle de karmaşık ırklardan gelen bir toplumda insan davranışının hükümet girişimiyle ve hükümet emriyle değiştirilmesi amaçlandı. Totaliter devletlerin dışında bir tek ABD’de, hükümet böyle sosyal değerleri ve bireysel davranışları değiştirmeye kalkıyordu.

EKONOMİNİN EFENDİSİ OLARAK MEGA-DEVLET

On dokuzuncu yüzyıl sonlarında ulus devlet artık ekonomik bir ajans haline çevrilmekteydi. İlk adımlar ABD'de atılmıştı. Bu ülke hem iş dünyasının devlet tarafından düzenlenmesini, hem de kapitalist bir ekonominin yeni iş kuruluşlarının devlete ait olmasını icat etmişti. 1870'lerden başlayarak, ABD yavaş yavaş ticari bankacılığın, demiryollarının, elektrik enerjisinin, telefonların mevzuatını oluşturdu. On dokuzuncu yüzyılın en orijinal siyasal icatlarından biri olan ve başlangıçta çok da başarılı olan bu devlet düzenlemeleri, başlangıçta kesinlikle, "bozulmamış kapitalizm" ile "sosyalizm” arasında bir "üçüncü yol" olarak görüldü, ayrıca kapitalizmin ve teknolojinin hızla yayılmasından kaynaklanan gerilimlere ve sorunlara bir cevap olarak değerlendirildi.
Birkaç yıl sonra ABD, ticari kuruluşları devlet mülkiyetine almaya başladı — önce 1880'lerde Nebraska eyaleti, William Jennings Bryan (1860-1929) liderliğinde bu işi başlattı. Birkaç yıl daha geçtiğinde, 1897 ile 1900 arasında, Avusturya Belediye Başkanı Karl Lueger (18441910) de, Avusturya'nın başkentindeki tramvay şirketleriyle elektrik ve gaz şirketlerini devletleştirdi. Tıpkı sosyalizmle mücadele etmek için harekete geçen Bismarck gibi, Bryan da Lueger de aslında sosyalist değillerdi. Her ikisi de ABD'de "Popülist", yani "halkçı" diye tanımlanabilecek kimselerdi. Her ikisi de devlet mülkiyetinde, hızla tırmanan sınıflar arası savaşı, yani "sermaye" ile "emek" arası savaşı yatıştıracak bir unsur görmekteydiler.
Ama on dokuzuncu yüzyılda, hatta 1929'a gelinceye kadar, devletin ekonomiyi yönetmesi bir yana, durgunluk ve depresyonu yönetmesi kavramına bile inanan pek az insan vardı, iktisatçıların çoğu, piyasa ekonomisinin "kendi kendini düzenleyebilen" bir mekanizma olduğu kanısındaydı. Sosyalistler bile ekonominin, özel mülkiyet kalkar kalkmaz, kendi kendini düzene sokabileceğine inanmaktaydılar. Ulus devletin ve hükümetinin görevi, ülkeyi istikrar içinde, vergileri düşük tutarak, tutumluluğu ve tasarrufları teşvik ederek, ekonomik büyümeye uygun bir "iklim"i sürdürmekten ibaretti. Ekonomik gidiş, yani ekonomik dalgalanmalar, hiç kimsenin kontrol edebileceği bir şey değildi; bunun nedenlerinden en belirgini de, dalgalanmalara yol açan olayların ulus devlet içindeki olaylar olmayıp, dünya piyasası olayları oluşuydu.
Dünya ekonomik krizi geldiğinde, ulusal hükümetin ekonomik gidişi kontrolü altına alması gerektiği inancı doğdu. John Maynard Keynes (1883-1946) ilk önce, ulusal ekonominin, en azından orta boy ve büyük ülkeler için, dünya ekonomisinden ayrı bir şey olduğunu söyledi. Ardından, bu tek başına duran ulusal ekonominin, tümüyle hükümet politikalarıyla, yani hükümet harcamalarıyla belirlendiğini ortaya attı. Bugünün iktisatçıları da yani Friedmanistler, arz-cephesi taraftarları ve diğer post-Keyneyçiler, diğer konularda Keynes'ten ne kadar ayrılırlarsa ayrılsınlar, bu iki noktayla ilgili olarak Keynes'i izlemektedirler. Ulus-devleti ve onun hükümetini hepsi ulusal ekonominin efendisi, ekonomik gidişin kontrol edici gücü olarak görürler.

MALİ DEVLET

Bu yüzyılın iki dünya savaşı, ulus-devleti "mali devlet" haline getirdi. Birinci Dünya Savaşı'na kadar tarihte hiçbir devlet, savaş zamanında bile, ülkenin ulusal gelirinin pek küçük bir parçasından fazlasını, örneğin % 5 ya da 6'sından fazlasını halkından almayı başaramamıştı. Ama Birinci Dünya Savaşı'nda, savaşa katılan ülkelerin her biri, en yoksulu bile, devletin halkından sızdırabileceği paranın sınırı olmadığını öğrendi. Esasen Birinci Dünya Savaşı'na kadar, savaşa katılan tüm ülkelerin ekonomileri de tümüyle parasallaşmıştı. Sonuç olarak en yoksul iki ülke olan Avusturya-Macaristan ve Rusya bile, Birinci Dünya Savaşı yıllarının büyük bölümü boyunca, nüfuslarının yıllık gelirinden daha fazlası kadar vergi toplayıp borç alabildiler. Yüz yıllardan beri diyemesek bile, on yıllardan beri birikmiş sermayeyi likide etmeyi başarıp onu savaş malzemesi haline çevirdiler.
Joseph Schumpeter o sıralar henüz Avusturya'da yaşamaktaydı. Olup biteni derhal fark etti. Ama geri kalan iktisatçıların da, çoğu hükümetlerin de bir derse daha ihtiyaçları vardı, o da İkinci Dünya Savaşı’ydı. İşte ondan sonra da bütün gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin çoğu "mali devlet" haline geldiler. Bir hükümetin vergi olarak toplayabileceği ya da borç olarak alabileceği miktarın ekonomik sınırları olmadığına inandılar, dolayısıyla da hükümetlerin harcayabileceği paranın da sınırı olamayacağı düşüncesi bunu doğal olarak izledi.
Schumpeter'in işaret ettiği nokta şuydu: Dünyada hükümetler var olalı beri, her bütçe süreci, önce elde edilebilecek gelirlerin bir değerlendirmesiyle başlardı. Harcamaların sonradan bu gelirlere uydurulması gerekirdi. "İyi niyetli ve yararlı" amaçların da sonu gelmeyeceğine göre, yani harcamalara yönelik talep sınırsız olduğuna göre, bütçeleme süreci genellikle, hangi noktada "hayır" denileceğine karar vermek demekti. Gelirlerin sınırlı olduğu bilindiğine göre, hükümetler, ister demokrasi, ister Rusya'daki Çarlık gibi mutlak monarşi olsun, büyük baskılar altında iş görürlerdi. Bu baskılar, hükümetlerin sos-yal bir kurum olmasını ya da ekonomik bir kurum olmasını imkânsız hale getiriyordu.
Ama Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, daha çok da ikinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, bütçeleme sürecinin anlamı değişti, "evet" demek anlamına gelmeye başladı.
Geleneksel olarak hükümet, siyasal toplum, ancak sivil toplumun gönlünden kopan miktarı elde edebiliyor, onu da çok dar sınırlar içinde, milli gelirin çok küçük bir yüzdesi olarak alabiliyordu, çünkü parasallaştırabildiği ancak o kadardı. Ancak o kadarı vergilere ve borçlara çevrilebiliyor, dolayısıyla da hükümetin geliri olabiliyordu. Oysa yeni durumda, hükümetin alabileceği gelirin ekonomik sınırları olmayacağına göre, hükümet artık sivil toplumun efendisi durumuna geliyor, onu yoğurup biçimlendirebilme gücünü kazanıyordu. Hepsinden önemlisi, vergileri ve harcamaları kullanarak hükümet artık toplumun gelirini "yeniden dağıtıma" tabi tutabiliyordu. Cüzdanının gücüyle hükümetin, toplumu politikacının imajına göre biçimlendirebileceği görülüyor, ya da en azından böyle yapabileceği vaat ediliyordu.
Ama yeni durumda bir yandan da milli gelirin devlete ait bir şey olduğu, bireylere de hükümet onlara ne vermeye razı olursa o kadarının düşeceği gibi bir durum ortaya çıkıyor, olayı böyle görmek giderek kolaylaşıyordu. 1914'ten önce, hatta 1946'dan önce hiç kimse "vergi gedikleri" diye bir şeyden söz etmemişti. İlk günlerde her şeyin bireye ait olduğu varsayılmakta, mükellefin siyasal temsilcileri tarafından sarih biçimde hükümete (yani ya mutlak bir hükümete ya da bir parlamentoya) kanalize edilmedikçe böyle kalacağı kabul edilmekteydi’.
Ama "vergi gedikleri" sözü bunun tam tersini göstermekte, her şeyin hükümete ait olduğuna, mükellefte kalacağı sarih biçimde belirtilmedikçe de öyle olacağına işaret etmekteydi. Mükelleflerin elinde kalan, hükümetin olgunluğundan ve cömertliğinden ötürü almayıp bırakmayı uygun gördüğüydü, o kadar.
Tabii bunun böyle olduğu ancak Komünist ülkelerde su yüzüne çıktı. Ama ABD'de bile, özellikle Kennedy döneminde, Washington bürokrasisinde ve Washington çevrelerinde her şeyin hükümete ait olduğu, ancak hükümetin sarih biçimde mükellefte kalabileceğini belirttiği miktarın kişilerde kalabileceği, bilgelik içeren bir görüş olarak kabul edilmişti.

SOĞUK SAVAŞ DEVLETİ

Sosyal Devlet; ekonominin efendisi olan devlet ve mali devlet; bunların hepsi de sosyal ve ekonomik sorunlardan, sosyal ve ekonomik kuramlardan gelişmiş şeylerdi. Mutasyonların en sonuncusu, yani mega-devleti, Soğuk Savaş Devleti’ni yaratan değişim ise, teknolojiye cevap olarak gelişmişti. Bunun ilk kaynağı, 1890'larda Almanya'da alınan bir karardı ve kararın konusu da barış zamanında deniz kuvvetleriyle ilgili çok büyük bir caydırıcı güç oluşturmaktı. Silahlanma yarışı ilk önce buradan başladı. Almanlar çok büyük bir siyasal risk aldıklarının farkındaydılar. Hatta Alman politikacılarının çoğu da bu karara karşı direndi. Ama Alman amiraller, teknolojinin kendilerine başka çare bırakmadığı kanısındaydılar. Modern bir donanma demek, çelik gemiler demekti. Bu tür gemilerin de barış zamanında yapılması gerekirdi. O zamana kadarki geleneğe göre bu işi savaş çıkana kadar bekletirlerse, iş işten geçmiş olacaktı.
Aşağı yukarı 1500 yılından bu yana, şövalyelerin modası geçtiği anda, silahlar artık normal barış dönemi tesislerinde yapılır olmuş, bu tesislerin değişmesi ya hiç gerekmemiş ya da bunlar çok kısa bir sürede gerektiği biçimde uyumlandırılmıştı. Amerikan İç Savaşı'nda toplar hâlâ barış günlerinde kullanılan ve sonradan alelacele değiştirilen atölye ve fabrikalarda dökülüyordu ve bu işe savaş başlandıktan sonra geçilmişti. Tekstil fabrikaları hemen hemen bir gece içinde, kumaş yerine üniforma çıkarmaya başlamıştı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yer alan iki büyük savaşta, yani Amerikan İç Savaşı'yla (1861-1865) Fransız-Prusya Savaşı'nda (1870-1871), çarpışanlar hâlâ daha çok sivillerdi. Üniformalarını sırtlarına, cepheye gitmeden birkaç hafta önce giymiş insanlardı.
Alman amirallerin 1890'da ileri sürdüğü şey, modern teknolojinin artık bütün bunları değiştirdiği yolundaydı. Savaş ekonomisi artık barış ekonomisinin bir uyumlandırması olmakla yetinemezdi. İkisinin birbirinden ayrı olması şarttı. Daha savaş patlamadan çok önce, silahlar da, savaşacak askerler de hem de bol sayıda olmak üzere, var olmak zorundaydılar. Bunların her ikisinin de üretimi giderek daha çok zaman almaya başlamış-tı.
Alman görüşünün içinde gizli olan bir başka nokta da, "savunma" sözünün artık çatışmaları sivil toplumdan ve sivil ekonomiden uzak tutmak anlamına gelmediğiydi. Modern teknolojinin koşulları altında savunma, sürekli bir savaş toplumu ve sürekli bir savaş ekonomisi demekti. Yani "soğuk savaş durumu" demekti.
Yüzyılımızın başında en keskin siyasal gözlemcilerden biri olan Fransız sosyalist lider Jean Jaures (1859-1914), bunu Birinci Dünya Savaşı'ndan önce bile anlamıştı. Woodrow Wilson (1856-1924) aynı şeyi Birinci Dünya Savaşı'ndan öğrendi. Milletler Cemiyeti kurulması çağrısının altında yatan da buydu; Wilson sürekli bir kuruluşun ulusal silahlanmaları izlemesini istiyordu. Askeri yığmaları silahlı kontrolün bir yolu olarak ele alan ilk girişim ise, yarıda kalan 1923 tarihli Washington Deniz Silahları Konferansı'ydı.
Ama İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bile, ABD birkaç yıl boyunca normal barış durumuna dönmeye çalıştı. Mümkün olduğu kadar hızla silahsızlanmaya uğraştı. Tabii Truman ve Eisenhower yıllarında Soğuk Savaş'ın gelişi bunu da değiştirdi. O zamandan beri de Soğuk Savaş Devleti, uluslararası siyasetin en güçlü kurumu halinde kaldı.
1960'ta mega-devlet artık gelişmiş ülkelerde siyasal bir gerçekti; hem de her yönüyle; yani hem sosyal kurum olarak, hem ekonominin efendisi olarak, hem mali devlet olarak ... ve çoğu ülkede de Soğuk Savaş Devleti olarak.

JAPON İSTİSNASI

Bunun bir istisnası Japonya'dır. "Japonya Inc."in gerçeği ne olursa olsun (zaten bu terimin Batı'daki anlaşılma biçiminde hiçbir doğru yan da yoktur) Japonlar İkinci Dünya Savaşı bittiğinde soğuk savaş devleti'ne dönüşmediler. Hükümetleri ekonominin efendisi olmaya kalkışmadı. Toplumun efendisi olmak gibi bir iddiası da olmadı. Daha çok, esasta on dokuzuncu yüzyıl türü geleneksel bir dünyanın uğradığı korkunç yenilgiden sonra, kendi kendini onarmaya koyuldu. Askeri açıdan tabii Japonya'nın başka seçeneği de yoktu. Ama Japonya hiç sosyal program da başlatmadı. Bir tek, ulusal sağlık sigortası başlatıldı, o da zaferi kazanan Amerikalılar tarafından işgal sırasında başlatıldı. Japonya, sanayileri devletleştirmedi. Hatta 1980'lerde Margaret Thatcher'ın İngiltere'de başlattığı "özelleştirme"ye kadar, daha önceden devletleştirilmiş olan sanayileri özel mülkiyete devreden (örneğin çelik sanayiini) bir tek Japonya olmuştu.
Geleneksel siyasal teori açısından baktığımızda, yani on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllardaki siyasal teorilere dayanarak baktığımızda, Japonya kesinlikle "devletçi" bir ülkeydi. Ama onun devletçiliği, Almanya'nın ya da Fransa'nın 1880'lerde, 1890'lardaki devletçiliği gibiydi, İngiltere ve ABD'deki duruma benzemiyordu. Çok geniş bir memur kesimi vardı (ama genel nüfusa oran açısından yine de İngilizce konuşan ülkelerdeki memuriyetler kadar geniş değildi). Tıpkı 1890 Almanyası'nda, 1890 Avusturya-Macaristanı'nda, 1890 Fransası'nda olduğu gibi, hükümet hizmetinde çalışmak çok saygın ve itibarlı iş sayılıyordu. Japonya'da hükümet, büyük şirketlerle yakın işbirliği içinde çalışırdı. Bu da kıta Avrupası hükü-metlerinin on dokuzuncu yüzyıl sonlarındaki tutumundan farklı değildi. Hatta Amerikan hükümetinin yüzyılımız başlarında sanayi ve tarım kesimleriyle olan yakınlığından da pek farklı değildi.
Eğer mega-devlet bir norm olarak alınırsa, yani siyasal sistemleri yargılarken teorileri değil de gerçekleri kıstas olarak alırsak, Japonya, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en sınırlı hükümetin, hatta en çekingen hareket eden hükümetin sahibi olan ülkedir. On dokuzuncu yüzyıl ölçütlerine göre, son derece güçlüdür. Ama yirminci yüzyılda değişen kavramlara göre, daha az göze çarpan bir hükümettir. Japon hükümeti bugün bile hâlâ daha çok bir "koruyucu" durumundadır.
İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan 1970'lerin ortalarına kadar geçen otuz yıl boyunca, dünyanın tümü Mega' devlete doğru gitmeye başladı. 
Japonya bunun istisnası oldu. Başka her yerde, mega-devlete doğru gidiş evrenseldi, tüm gelişmiş ülkelere yayılmış durumdaydı. Gelişmekte olan ülkeler de çabucak gelişmiş ülkelerin peşine takıldılar. Çöken bir imparatorluğun kalıntıları arasından ne zaman yeni bir ulus devlet doğacak olsa, hemen bir askeri politika benimsiyor, yani savaş zamanına özgü askeri birikimini barış zamanında oluşturmaya başlıyor, belki savaş çıkarsa diye, gerekli ileri silahları yapmaya, en azından tedarik etmeye koyuluyordu. Bir yandan da derhal toplumu kontrolü altına alma çabasına girişiyordu. Yeniden gelir dağılımı sağlamak için bir vergi mekanizması oluşturuyordu. Son olarak da hemen hemen istisnasız, ekonominin yöneticisi, büyük ölçüde de sahibi olmaya çalışıyordu.
Siyasal özgürlük, düşünce özgürlüğü ve dinsel özgürlük kavramlarına gelince, totaliter ülkeler (özellikle de Stalinist ülkeler) ile demokrasiler (aslında bu söz uzun yıllar boyunca yalnızca İngilizce konuşan ülkeleri anlatmak için kullanılmıştı) tümüyle bir antitez oluşturmaktaydılar. Ama altta yatan hükümet teorisi açısından, bu sistemler tür olarak farklı olmaktan çok, derece olarak farklıydılar. Demokrasiler bir şeyin nasıl yapılacağı konusunda farklılık gösteriyorlardı. Nelerin yapılması gerektiği konusuna gelince, orada gösterdikleri farklılık biraz daha azdı. Hepsi de hükümeti toplumun efendisi, ekonominin efendisi olarak görmekteydiler. Barışı da hepsi "soğuk savaş" olarak görüyorlardı.

MEGA-DEVLET İYİ İŞLEDİ Mİ?

Acaba iyi işledi mi?
En aşırı durumlarda, totaliterlikte (ister Nazi, ister komünist türü olsun), kesinlikle tümüyle başarısız olduğu kesindir ve ortada bir tek başarılı özelliği bile görülmemektedir. Soğuk savaş devleti'nin Sovyetler Birliği için başarılı olduğu ileri sürülebilir. Kırk yıl boyunca bu ülke askeri bir süper güç olmuştur. Ama askeri kurumların ekonomik ve sosyal yükü de dayanılamayacak kadar büyük olmuştur. Bunun sonunda komünizmin de Rus İmparatorluğu'nun tümünün de çöküşüne büyük katkılarda bulunduğu da kesindir.
Ama acaba mega-devlet, daha ılımlı biçimiyle geldiğinde iyi işlemiş midir?

Batı Avrupa'nın gelişmiş ülkelerinde ve ABD'de başarılı olmuş mudur?

Buna verilebilecek cevap; diğerinden pek de iyi olmadığı biçimindedir. O da Hitler'in Almanyası'ndaki ya da Stalin'in Rusyası'ndaki kadar büyük bir fiyasko yaratmıştır.
Mega-devletin en başarısız olduğu alan da ona mali devlet olarak bakıldığında görülür. Bir kere anlamlı bir gelir dağılımı sağlamayı hiçbir yerde başaramamıştır. Hatta son kırk yılın Pareto Kanunu'nu onaylar biçimde geçtiği de söylenebilir. Bu kanun, İsviçre-İtalyan soyundan gelmiş bir iktisatçı olan Vilfredo Pareto'nun (1848-1923) adıyla anılmaktadır. Bu iktisatçıya göre, toplumun belli başlı sınıfları arasındaki gelir dağılımını saptayan yalnızca iki unsur vardır; biri toplumun kültürü, diğeri de ekonomideki verimlilik düzeyidir. Ekonomi ne kadar verimli olursa, gelirlerdeki eşitlik de o kadar iyi olur. Verim ne kadar azalırsa, gelir eşitliği de o kadar azalır. Pareto Kanunu'na göre vergiler bunu değiştiremez. Ama mali devlet'i savunanlar, bu savunmalarını büyük ölçüde, vergilerin gelir dağılımını etkin ve kalıcı biçimde değiştirebileceği iddiasına dayandırmışlardır. Tabii son kırk yıl boyunca yaşadığımız tecrübeler bu iddiayı haksız çıkarmaktadır. 
En açık seçik örnek, Sovyetler Birliği'ndedir. Resmi olarak eşitliğe adanmış olan bu devlet, çok geniş bir imtiyazlı memurlar nomenklatura'sı kurmuş, bu kişiler Çarlık dönemindeki zenginlerle bile karşılaştırılamayacak yüksek gelirler elde etmişlerdir. Sovyet verimliliği ne kadar durgunlaşırsa, Sovyetler Birliği'ndeki eşitsizlik de o kadar artmıştır. Ama ABD de iyi bir örnek oluşturmaktadır. Amerika'da verim arttığı sürece, yani 1960'ların, hatta 1970'lerin sonlarına kadar, gelir dağılımındaki eşitlik de hızla artmıştır. Gerçi zenginler daha zenginleşmeyi sürdürmüşlerdir ama, fakirler daha büyük bir hızla zenginleşmişlerdir. Ama verim artışları yavaşladığı ve durduğu zaman, yani Vietnam Savaşı'nın başlamasından itibaren, ABD'de gelir eşitsizliği artmaya başlamış, vergi de bunu değiştirecek hiçbir katkı getirememiştir. (Türkiyedede PKK çıktıktan sonra aynı durum olmuştur.) Nixon ve Carter yıllarında zenginlerden çok ağır vergiler alınması, daha sonra Reagan yıllarında zenginlerin vergilerinin hafiflemesi de hiçbir şeyi değiştirmemiştir. İngiltere'de de aynı şekilde, eşitliğe adanmışlık iddialarına rağmen, hatta gelir eşitsizliğini en aza indirmek üzere tasarımlanmış vergi sistemine rağmen, verim artışının kesildiği son otuz yıl içinde gelir dağılımı giderek daha eşitliksiz duruma gelmiştir.

Tüm rüşvet skandallerine ve bunların getirdiği sarsıntılara rağmen, bugün en eşitlikçi ülke Japonya'dır; yani verimin en hızlı arttığı, gelirleri vergi yoluyla eşitleme konusunda da en az çabanın gösterildiği ülkedir.

Mega-devletin ve modern ekonomik teorinin diğer ekonomik iddiası, yani eğer hükümet Gayri Safi Milli Hasıla'nm büyük kısmını kontrolü altında tuttuğunda ekonominin başarıyla yönetilebileceği iddiası da asılsız çıkmış, asılsızlığı kanıtlanmıştır. Anglo-Amerikan ülkeleribu teoriye sımsıkı sarılmış ülkelerdir. Ama yine de bu ülkelerin ekonomilerindeki durgunluk dönemlerinin sayısı düşmediği gibi, bu durgunlukların ciddiyeti azalmamış, süreleri de kısalmamıştır. Durgunluklar on dokuzuncu yüzyılda ne kadar çok oluyor, ne kadar uzun sürüyorsa, yine öyle devam etmiştir. Modern ekonomik teoriyi benimsemeyen ülkelerde (Japonya da, Almanya da bu teoriyi benimsememişlerdir), durgunluklar daha seyrek olmuş, ciddiyeti daha az olmuş, süreleri de kısalmıştır. Hükümetin verdiği açığın veya fazlalığın büyüklüğü, yani hükümet harcamaları sayesinde ekonominin etkin biçimde yönetilebileceğine ve devresel dalgalanmaların etkin olarak azaltılabileceğine inanan ülkeler bu işten zararlı çıkmışlardır.
Mali devlet’in tek sonucu, kendine amaç edindiği şeyin tam tersi olan bir sonuçtur. Bütün gelişmiş ülkelerdeki ve gelişmekte olan ülkelerin de çoğundaki hükümetler o          kadar çok harcama yapar duruma gelmişlerdir ki, durgunluk gelip çattığında bu harcamalarını daha çok artıramaz halde yakalanmışlardır. Oysa modern ekonomik teoriye göre o an, daha çok harcama yapıp satın alma gücünü arttıracakları, ekonomiye bu yolla canlılık getirecekleri andır. Ne var ki, gelişmiş ülkelerin hepsinde hükümetler vergi alma ve borçlanma yeteneklerinin sınırına varmış durumdadırlar. Bu sınıra zaten ekonominin en parlak döneminde varmışlardır. Yani modern ekonomik teoriye göre, fazlalıklar biriktiriyor olmaları gereken dönemde. Demek ki mali devlet, harcamalarıyla kendini iktidarsız duruma düşürmektedir.
Mali devlet'in bir başka iddiası daha, yine geçersiz çıkmıştır. Keynesçi ve post-Keynesçi teorinin merkezini oluşturan inanç, en önemli şeyin toplanan tüm vergilerin hacmi olduğunu ileri sürer. Oysa son kırk yıl bize, ne kadar vergi alındığından çok, neyin vergilendirildiğinin daha önemli olduğunu göstermiştir. İktisatçıların vergi ensidansı dedikleri şey, İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomistleri tarafından tiksintiyle reddedilen bir kavram olduğu halde, burada ön plana çıkmaktadır. (Bu konuda bkz. Bölüm 8.)

TALANCI DEVLET

En kötüsü de mali devletin "Talancı Devlet" haline gelmiş olmasıdır. Eğer bütçe yapımına harcamalarla başlanıyorsa, hiçbir mali disiplin yok demektir. Hükümet harcamaları bu sefer de politikacıların oy satın alması için kullanılmaya başlanır. Ancien Regime’e yöneltilen en büyük suçlamalar, on sekizinci yüzyılda kralın devlet hâzinesinden para alıp kendi hoşlandığı saraylı kadınları zengin etmesi yönündedir. Seçimle gelen yasama organı üyelerinin mali konuda hesap vermesi, özellikle de bütçeyle ilgili hesap vermesi ilkesi getirilmiş, böylelikle hükümete hesap verme kavramının aşılanmasına, saraylıların hazine yağmasının durdurulmasına çalışılmıştır, mali devlet'te ise bu yağma, politikacılar tarafından, kendilerinin yeniden seçilebilmelerini garantiye almak amacıyla yapılmaktadır.
ABD bütçesinin, yani federal, eyalet ve belediye bütçelerinin daha da büyük bir kısmı, çok küçük yerel seçmen gruplarına, örneğin Kuzey Carolina'daki tütün çiftçilerine, Georgia'daki daha bile az sayıdaki yerfıstığı yetiştiricilerine, Louisiana'daki şekerkamışı çiftçilerine, Orta-Batı'nın demode sanayilerine verilen  sübvansiyonlara gitmektedir. Paralar emekli olup sosyal sigorta'dan maaş alanlar arasından en zengin % 5'e gitmekte, hiçbir ekonomik amaca yaramayan bir kanal ya da barajın yapımı için kamulaştırılan arazilerin bedeli olarak ödenmekte, ya da bir askeri üsse bitişik olan, ama hiçbir askeri önemi bulunmayan ufacık bir kente verilmektedir. Amerika'da hükümet harcamalarının ne kadarının, kamu politikasıyla ilgisi bulunmayan, hatta birçok durumda kamu politikasına ters düşen işlerde kullanılacağı bahanesiyle seçmenlere özel iyilikler olarak dağıtıldığını bilmeye olanak yoktur. Ama bu tür uygulamalar, federal bütçede de, eyalet bütçelerinde de oldukça yüksektir. Hatta kimsenin tahmin edemeyeceği kadar yüksektir. Japonya'da politikacıların rolünün giderek, hâzineden büyük paralar alıp az sayıdaki kendi seçmenlerine dağıtan kişi olarak görülmesi, skandal biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu paralar, sonu hiçbir yere varmayan sürat yollarına, tarlada şunu yetiştirip bunu yetiştirmeme sübvansiyonlarına falan gitmektedir.

Oy satın alma talanının en atak ve en dev örneği 1990'da Almanya'da yaşanmış, Şansölye Helmut Kohl, kendi yeni seçim bölgesi sayabileceğimiz Doğu Almanya'dan oyları (hem de başarıyla) satın alabilmek için ülkesinin üzerine barış dönemlerinde görülmüş en büyük kamu borçlanmasının yükünü bindirmiştir.

Demokratik hükümetin esas ilkesi sanki seçilmiş temsilcilerin ilk görevi, kendi seçmenlerini kaprisli bir hükümete karşı korumakmış gibi gözükmektedir. Böylelikle talancı devlet özgür bir toplumun temellerini oymaktadır. Seçilmiş temsilciler kendi seçmenlerini besleyip özel çıkar gruplarını zengin etmekte, böylelikle onların oyunu satın almaktadırlar. Bu durum, vatandaşlık kavramının inkârıdır ve giderek öyle görülmeye de başlanmıştır. Temsili hükümetin temellerini kemirdiği de kullanılan oy sayısının azalmasından belli olmaktadır. Çeşitli ülkelerde devletin ve hükümetin rolüne, genel olarak politikaya gösterilen ilginin azalmasından da belli olmaktadır. Seçmenler giderek daha çok, "bu işten benim çıkarım ne?" kavramına göre oy verir duruma gelmektedirler.
1918’de Joseph Schumpeter, mali devlet'in sonunda hükümeti hükümet edemez duruma düşüreceğini söyleyerek uyarıda bulunmuştur. On beş yıl sonra Keynes çıkmış, mali devlet'i en büyük özgürleştirici olarak selamlamış, artık harcamaların sınırlı olmadığı müjdesini vermiş, bu yüzden Mali Devlet'teki hükümetin bundan böyle etkin bir yönetim yapabileceğini bildirmiştir. Şimdi anlıyoruz ki; meğer Schumpeter haklıymış.
Sosyal alanı dikkate aldığımızda, mega-devletin bu konuda, ekonomik alanda olduğundan biraz daha fazla başarı gösterdiğini görebiliyoruz. Ama yine de geçer not almış sayılamaz. Daha doğrusu, iyi sonuç getirmiş olan sosyal eylemlerle politikaların hepsi, mega-devlet doktrinine uymayanlar olmuştur. Bunlar hep, daha eski kuralları, daha eski kavramları izleyen sosyal politikalardır. Ya düzenleyici sosyal politikalardır ya da sağlayıcı sosyal politikalardır. Hükümetin yapıcı haline geldiği sosyal politikalar değildir. Hükümetin yapıcı olduğu sosyal politikaların hiçbiri başarılı olmamıştır.
İngiliz Ulusal Sağlık Sistemi'nde, doktorlara tedavi ettikleri hastalar için para ödeme bölümü çok iyi işlemektedir. Ama diğer bölüm, yani hükümetin hastaneleri işletmesi, sağlık bakım hizmetleri vermesi bölümü, peşpeşe sorunlar çıkaran bir alan olmuştur. Maliyetler çok yüksektir, sağlık bakım giderlerinin en büyük hızla yükseldiği ülkelerle yarışmakta, hepsini de geçmektedir. Hastalar seçmeli ameliyatlar için, yani ciddi bir durumu düzeltmekle ilgili olan, ama hayatı tehdit etmeyen, örneğin kalça çıkığını yerleştirmek gibi, prolaps rahimleri düzeltmek ya da gözdeki kataraktı almak gibi ameliyatlar için yıllarca beklemek zorunda kalmaktadırlar. Aradan geçen bu süre içinde hastanın ağrısı olması ya da sakat durumda beklemesi hiçbir şeyi değiştirememektedir. Hükümetler yapıcı olarak öylesine beceriksizleşmişlerdir ki, bugün artık İngiliz hükümeti, kendi hastanelerini, hastaları başka hastanelere sevk etmeleri için teşvik etmektedir. Hükümet tıpkı doktorlara para ödediği gibi hastanelere de para ödeyecek, ama hastane işletme işini artık bırakacaktır. Çok öğretici bir başka örnek de Amerika'daki Yoksullukla mücadele politikalarıdır. Bunları Başkan Johnson, çok iyi niyetlerle, 1960'ların ilk yarısında başlatmıştır. Bu programların bir tanesi iyi işlemiştir, o da dezavantajları olan, çoğu da siyah olan okul öncesi çocuklarına öğretim veren bazı bağımsız, yerel olarak yönetilen kuruluşlara para veren Headstart programıdır. Hükümetin kendisi tarafından uygulanan programların ise hiçbiri sonuç vermemiştir.
Son 10 ya da 15 yılın en başarılı sosyal politikaları, hükümetlerin (özellikle de yerel yönetimlerin) işi başkalarına, bir şirkete ya da kâr amacı gütmeyen bir kuruma yaptırdığı projeler olmuştur. Dışarıya yaptırılan işleri içeren programlarda başarılı olanların sayısı hızla yükselmektedir. Başlangıçta sokakları temizlemek gibi işler dışarıya yaptırılırdı. Ama artık ABD hükümeti, Headstart gibi, genç suçluların rehabilitasyonu gibi sosyal programları da dışarıya yaptırmaya başlamıştır. Ve en azından ABD'de, okul işletmek de giderek daha büyük ölçüde dışarıya verilecektir. ABD giderek daha çok, anababaların eline bir "voucher" vermek, çocuklarını yollayacakları resmi hatta özel okulları onlara seçtirmek, sonra parayı devletten, ya okula ya da ana-babaya ödetmek yolunda ilerlemektedir. Başka bir ifadeyle, bizler kırk yıl önce Er İnsan Hakları Yasası'ndan öğrendiğimiz şeyi, ilkokul eğitimine uygulamaya başlıyoruz. Hükümet kuralları koyuyor, hükümet standartları koyuyor, hükümet sağlıyor. Ama hükümet işi kendisi yapmıyor.

SOĞUK SAVAŞ DEVLETİ: BAŞARININ BAŞARISIZLIĞI

Soğuk savaş devleti, "barış"ı garantiye almaz. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde de tarihin başka dönemlerindeki kadar çok sayıda "küçük" anlaşmazlıklar çıkmış, hem de bütün dünyada çıkmıştır. Ama soğuk savaş devleti, büyük ve dünyasal bir savaşı önlemeyi başarmış, bunu elindeki o korkunç askeri güce ... rağmen değil de onun sayesinde başarmıştır.
Silahlanma yarışı, silah kontrolünü mümkün kıldı. Bunun sonucunda, modern tarihin en uzun süreli "büyük savaşsız" dönemi yaşandı. Büyük güçler arasında bir askeri çatışma olmaksızın yaşadığımız süre elli yıldır. Napoleon Savaşları'ndan sonra Viyana Kongresi tarafından sağlanan barış dönemi, günümüzün Henry Kissinger gibi realpolitik yanlıları tarafından çok alkışlanmasına karşın, büyük güçleri ancak otuz sekiz yıl kontrol altında tutabilmiş, 1815'te başlayan barış dönemi, 1853'te Kırım Savaşı'nın başlamasıyla sona ermiştir. Daha sonra, yaklaşık yirmi yıl devam eden önemli çatışmalar gelmiştir; Amerikan İç Savaşı, Prusya ile Avusturya arasındaki savaş, Fransa-Almanya Savaşı birbirini izlemiştir. 1871'den 1914'e kadarki dönemde büyük güçler 43 yıl boyunca birbiriyle savaşmamışlardır (bir istisnası belki 1905'te Japonya'yla Rusya arasındaki savaş olabilir, ama Japonya zaten o savaşın bitimine kadar büyük güçler arasında sayılmamaktaydı). Birinci Dünya Savaşı’yla İkinci Dünya Savaşı arasında geçen süre yalnızca yirmi bir yıldır. 1945'i izleyen ve büyük güçlerin birbiriyle savaşmasından arınmış olarak geçen yaklaşık elli yıllık süre bu nedenle bir rekordur. Büyük güçler Soğuk Savaş Devleti haline geldikleri için silahlanmayı kontrol altında tutabilmiş, askeri güçlerin birinden birini büyük çatışma riskine sokacak biçimde üstünlük sağlamamasına özen göstermişlerdir.
En iyi örnek, Küba füze krizidir. Bu krizin nedeni daha çok Başkan Kennedy’nin Berlin Duvarı'nda Rusya'ya karşı durmama gibi bir yanlış karar vermesinden ve Küba'daki Domuzlar Körfezi olayındaki kararsızlığından ve yanılgısından kaynaklanmıştır. Kruşçev bu tutumu görünce, ABD'nin dize geleceğini, Küba'da Rusya’nın bir nükleer füze üssü kurmasına, yani Batı yarıküresindeki ilk Rus nükleer füze üssünü kurmasına izin vereceğini düşünmüştür. Ama ABD'nin böyle bir tahrike asla pabuç bırakmayacağı belli olduğu anda, Ruslar hemen geri basmışlardır. Ardından da Kruşçev, yanılgıya düştüğü ve bir başka büyük güçle çatışma riskine girdiği için kendi askeri kesimi tarafından hemen devrilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden bu yana geçen elli yıl, soğuk savaş devleti'nin hangi varsayımlar üzerine temellendirildiğini açık seçik kanıtlamış durumdadır. Modern savaş silahları artık, barış zamanında gereken mallan da üretebilen tesislerde yapılamamaktadır, ikinci Dünya Savaşı'nda bile yapılan bir şeyi tekrarlayarak, sivil tesisleri savaş üretimine uyumlandırarak bunları üretmeye artık olanak yoktur. Dolayısıyla modern savaşın silahlarını yapacak tesislerin, bu silahlar ister uçak gemisi, ister "akıllı bomba", ister güdümlü füze olsun, savaştan çok önce, hatta bir savaş tehdidinin belirmesinden bile çok önce kurulmuş olması gerekmektedir.
Eğer bu varsayımlara bir kanıt gerekiyorsa, Irak'a karşı 1991'de girişilen savaş yeterlidir. Dünyanın en büyük askeri güçlerinden birini felce uğratan ve bir savaşın kaderini en kısa sürede gerçekleştirip tarihte rekor kıran (eski rekor 1866'da, Prusyalıların Avusturyalıları dört haftada yenişiyle kırılmıştı) o silahların hiçbiri barış tesislerinde yapılmış değildi. Savaş alanında etkin olabilmesi için o silah sistemlerinin her birine daha önceden on yıl, çoğu durumda on beş yıl emek verilmişti.
Demek ki üzerine ulus devletin bina edildiği varsayımlara bir daha geri dönmeye olanak yoktur. Eskiden, barış dönemi tesislerini savaş üretimine çevirmek için gerekecek o kısa zamanı sağlamaya, küçük bir askeri kuvvet ile onu takviye edecek ihtiyatlar yeterliydi.
Ne var ki, soğuk savaş devleti'nin işlerlik gösterdiği o elli yıllık dönem de sona ermiştir. Bugün silahlara her zamandan çok ihtiyacımız vardır. Askeri gücün yokluğu anlamına gelen "barış", artık ulaşamayacağımız bir şeydir. Masumiyet bir kere kaybedildi mi, bir daha geri kazanılamaz. Ama soğuk savaş devleti de artık geçerli değildir, çünkü artık işleyememektedir.
Soğuk savaş devleti, ekonomik açıdan kendi kendini yıkmıştır. Sovyetler Birliği, daha önce de söylediğimiz gibi, son derece güçlü bir askeri kuvvet oluşturmayı başarmıştı. Ama bu askeri kuvvetin maliyeti, öylesine dayanılmaz ağırlıklar yüklüyordu ki, Sovyet ekonomisinin ve Sovyet toplumunun çökmesinde başlıca rolü o oynadı.
Bu yük aynı şekilde ABD'ye de ağır gelmeye başlamıştır. Şimdi artık yaygın biçimde kabul edildiği gibi, ABD geriye doğru kayarken Japon ve Alman ekonomilerinin bu kadar iyi durumda olmasının ana nedeni, ABD'nin savunma yüküydü. Bu işin ekonomik yükü, Gayri Safi Milli Hasıla'nın % 5'i ya da 6'sı düzeylerindedir ve sorunlar arasında nispeten daha az önemli olanıdır. Esas mesele, en nadir kaynakların dağıtımında ortaya çıkmaktadır; yani eğitimli mühendislerin, fizikçilerin, ekonomik açıdan verimsiz sayılabilecek savunma işlerinde çalışmak zorunda kalması sorun yaratmaktadır. ABD'de araştırma ve geliştirme amacıyla harcanan tüm paranın % 70'i savunma alanına gitmektedir. Japonya'da bu oran % 5'ten daha azdır. Bunun içinde gizli olan daha önemli bir kalitatif fark daha vardır. ABD'deki savunma araştırmaları, en parlak ve en nitelikli gençleri kendine çekmiş, böylelikle Amerikan ekonomisini en çok açlığım çektiği ihtiyacından, yani bilgiden yoksun bırakmıştır. Son kırk yıl boyunca Amerikalı mühendisler "akıllı bomba"lar üzerinde çalışırken, Japonya'daki mühendisler faks makinesini geliştirmeye ya da bir oto kapısındaki tıngırtıyı gidermeye uğraşıyorlardı. Barış dönemi mallarıyla savaş dönemi malları artık aynı teknolojilerle, aynı süreçlerle, aynı tesislerde üretiliyor değildir. Bu nedenle de böyle nitelikli insanların bu alanlar arasında yer değiştirmesi çok azalmıştır. ABD, gerek savunma araştırması ve gerekse sivil ürünlerde teknoloji transferine çok büyük paralar harcamıştır. Elde ettiği sonuçlar da sıfıra yakın olmuştur.
Soğuk Savaş Devleti'nin daha kötü bir etkisi de ekonomik gelişme üzerindeki etkisidir. 1960'larla 1970'lerin ekonomik mucizesinin Doğu Asya yerine Latin Amerika'da yer alabileceğini herkes görebilmektedir, ama Latin Amerika ülkelerinin parası ve eğitimli insanları, pek de askeri değeri olmayan dev silahlı kuvvetler kurulması yolunda ziyan edilmiştir.
En zengin ülke bile, eğer barış zamanında Gayri Safi Milli Hasılası'nın % 2-2.5'tan fazlasını savunmaya harcıyorsa (bu miktar Japonya'nın bugün bu amaçla harcadığının iki katıdır), dünya ekonomisinde rekabet edebilirlik durumunu uzun süre sürdürmeyi bekleyemez. Bir kere, giderek artan bir enflasyon baskısı altında kalır. Hatta "kredi verilebilirliği azalmış" bir ülke olarak görülmeye başlar, Üstelik soğuk savaş devleti artık askeri bakımdan da iyi işleyememektedir. Bir kere, artık silah kontrolünü garantiye alamamaktadır. Örneğin, küçük ülkelerin, belki nükleer, belki kimyasal, belki de biyolojik silahlarla topyekûn savaş kapasitesi geliştirmesini engellemek için bir "süper güç tekeli"ni sürdürmeye olanak kalmamıştır. Sovyetler Birliği'nin nükleer silahlarının, imparatorluk çözülürken tek tek ulus devletlerin elinde kalması, örneklerin yalnızca bir tanesidir. Bunun yanında, gerek nüfus ve gerekse ekonomik güç bakımından önemsiz düzeyde bulunan bazı ülkelerin de hızla nükleer, kimyasal ve biyolojik savaş kapasitesi edinmesi durumu da vardır. Irak buna bir örnektir, ama Libya bir başka örnek oluştururken, Iran, Kuzey Kore ve Pakistan da yeni örnekler sunmaktadırlar. Bu küçük ülkeler elbette ki, Irak'ta Saddam Hüseyin'in sandığı gibi, büyük bir gücün karşısında savaş kazanabilecek durumda değildir. Ama bunlar uluslararası şantajcı ya da uluslararası terörist olabilmektedirler. Kendilerine böyle bir ülkeyi üs olarak alan serüvenci çeteler, ayaklarını karaya basma olanağı bulan korsanlar, dünyaya fidye çağrısı çıkarabilirler.
Bu nedenle, silah kontrolü artık ikinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığımız yarım yüzyılda olduğu gibi silah kontrolü sağlayamamaktadır. Silah kontrolü transnasyonal duruma gelmedikçe, hiç uygulanamayacaktır. Büyük güçler kendi aralarında kapışmamayı başarsalar bile, böyle bir uluslararası silah kontrolü adımını atabilmek de kesinlikle küresel anlaşmazlıklar getirecektir.
Mali devletle dadı devletin tersine, soğuk savaş devleti büsbütün de başarısız olmuş değildir. Mutlak silahlar çağında ulusal politikanın Üçüncü Dünya Savaşından kaçınmak olduğu düşüncesinden hareket edersek, başarılı da olmuş sayılabilir. İşte bu, mega-devletin tek başarısıdır. Ama sonunda bu başarı da bir başarısızlığa dönüşmüştür, o da ekonomik ve askeri bakımlardan uğranılan başarısızlıktır.
Böylece mega-devlet bir çıkmaz sokağa sapmıştır diyebiliriz. Ama ne yazık ki, Avusturya ekolünü temsil eden ekonomistlerin bizi inandırmaya çalıştığı gibi dünün ulus devletine dönmenin bir yolu kalmamıştır. Çünkü artık ulus devleti hem dıştan sıkıştıracak, hem de alttan alta yıkacak yeni güçler doğmakta ve büyümektedir. Sh:161-199
**

TRANSNASYONALLİK (uluslararası), BÖLGECİLİK, AŞİRETÇİLİK

Terörizmi yok etmek

Transnasyonal eyleme ve transnasyonal kurumlara yönelik ihtiyaçlarımız arasında çevreden sonra gelen ikinci en önemli ihtiyaç da, bu transnasyonal kurumların eski tip özel ordulara dönüşü durdurması, yani terörizmi silmesi ihtiyacıdır. 1991 yılının kış ve ilkbahar mevsimlerinde Irak'a karşı girişilen askeri harekât belki bunun başlangıç noktası olabilir. Yazılı tarihin başından beri ilk defa olarak, hemen hemen tüm ulus devletler birlikte harekete geçmiş, bir terörizm hareketini sindirmişlerdir; çünkü Irak'ın Kuveyt'i işgali aslında bir terörizm hareketinden başka bir şey değildir.
400 yıldan beri ilk defa olarak, özel ordular yeni baştan dirilmiş durumdadır. On yedinci yüzyıl Japonyası'nda (1600 dolaylarında) ve ondan elli yıl sonra da Avrupa'da, ancak ve ancak ulusal devletin elinde askeri güç bulunabileceğine karar verilmişti. Ama nükleer patlayıcılar, kimyasal silahlar ve biyolojik silahlar ortaya çıkınca, özel ordular bir kere daha mümkün olabildi. Terörizmin en korkunç yanı, çok küçük grupların bile koskoca ülkeleri rehine durumuna düşürebilmesidir. Bir nükleer bombayı herhangi bir büyük kentin tren istasyonunda, postanesinde bir dolaba koymak, sonra uzaktan kumandayla patlatmak, işten bile değildir. Binlerce insanı öldürebilecek antraks sporları içeren bir bakteri bombası patlatmak, büyük bir kentin su rezervlerini mikroplamak, orayı tümüyle yaşanmaz duruma getirmek de çok kolaydır.
Yirmi yıl önce birçok ülkeler, özellikle de Komünist ülkeler, terörizmin bir ulusal politika aracı olarak kullanılabileceği inanandaydılar. Örneğin Batı Almanya'da faaliyet gösteren terörist grupların Doğu Almanya tarafından oluşturulduğu, finanse edildiği ve eğitildiği konusunda pek de kuşkuya yer yoktur. Aynı şekilde Irak, Iran, Suriye ve Libya'nın da terörist gruplar oluşturdukları, onları finanse ettikleri, eğittikleri (bir örneği Japon Kızıl Ordu fraksiyonu) ve Batı dünyasını, özellikle ABD'yi terörize etmek için kullandıkları konusunda da pek kuşkuya yer yoktur.
Bugüne gelininceye kadar çoğu ülkeler (ama kesinlikle hepsi değil) bu yolun verimsiz bir yol olduğunu anlamış bulunmaktadırlar. Ama terörizmi desteklememek de yetmez. Onu yok etmek ya da en azından kontrol altına alabilmek için gerekli olan şey, transnasyonal eylemdir. Herhangi bir egemen devletin sınırlarını aşabilen eylemdir. Bunun örnekleri de vardır. On dokuzuncu yüzyılda köle ticaretini yasaklayan ve açık denizlerde korsanlığı transnasyonal bir suç ilan eden anlaşmalar gibi.

YENİ GERÇEK: BÖLGECİLİK

Enternasyonalizm artık ütopya değildir. Ufukta gözükmüştür bile; ama henüz pek belirgin değildir. Bölgecilik de bir gerçektir. Bölgecilik, bir süper devlet yaratıp da onun hükümetinin ulusal hükümet yerine geçmesi demek değildir. Ama ulusal hükümetin yanında, önemli alanları kapsayacak birtakım bölgesel yönetim kurumlar yaratır, böylelikle de ulusal hükümeti giderek önemsiz kılar.
Bölgeciliğe doğru gidiş, Avrupa Topluluğu tarafından başlatılmıştır. Ama onunla sınırlı kalmayacaktır. Avrupa Topluluğu, esasen bir "ortak pazar" olarak ortaya çıkmış, yani tümüyle ekonomik bir örgüt olarak başlamıştır. Ama giderek daha çok siyasal işlevler üstlenmeye başlamıştır. Şu anda bir Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa parası yaratmanın eşiğindedir. Ama aynı zamanda, ticarete ve mesleklere giriş konusunda da yetki almıştır. Ona ek olarak, şirket birleşmeleri ve satın almaları, karteller, sosyal yasalar gibi, "tarife dışı engeller" den, malların, hizmetlerin ve insanların serbest dolaşımına kadar türlü konularda da yetki, topluluğun elindedir.
Avrupa Topluluğu daha sonra da bir Kuzey Amerika ekonomik topluluğu oluşmasının tetiğini çekmiş, bu da ABD çevresinde, ama Kanada ile Meksika'yı da bir ortak pazara katacak biçimde ortaya çıkmıştır. Şu ana kadar bu girişimin amacı yalnızca ekonomiktir. Ama uzun vadede öyle kalması pek düşünülemez.
Bunu bu kadar önemli kılan şey, Kuzey Amerika ekonomik topluluğuna hız katanın ABD olmayışıdır. Olayı ortaya getiren Meksika'dır. Oysa 150 yıl önce Meksika’nın Benito Juarez (1806-1872) başkanlığında birleşmesinden bu yana, bu ülkenin ana politikası her zaman için, kuzeydeki büyük, tahakküm edici, tümüyle de yabancı komşusuyla arasına mümkün olduğu kadar mesafe koymak olmuştur. Dünyada iki komşu ülkenin birbirinden Meksika'yla ABD kadar farklı oluşuna seyrek rastlanır. Bu, dillerinde de böyledir, dinlerinde de; ama en çok kültürlerinde, değer kavramlarında, geleneklerinde farklıdırlar. Ama bütün bunlara rağmen Meksika sonunda, 150 yıllık izolasyon politikasının başarısızlıkla sona erdiğini, bir ülke ve bir uygarlık olarak sağ kalmayı umuyorsa, en azından ekonomik olarak, kuzeydeki kocaman, tehlikeli ve yabancı komşusuyla entegre olmak zorunda olduğunu anlamıştır.
Meksika'nın diğer iki kuzey Amerika ülkesi ile, yani ABD ve Kanada ile imzalanmasını önerdiği gümrük birliği anlaşması belki de gerçekleşmeyebilir. Ama bölgedeki üç ülkenin ekonomik entegrasyonu o kadar hızlı ilerlemektedir ki, bu evliliğin yasallaştırılmış olup olmaması da pek bir fark yaratmayacak gibi gözükmektedir.
Aynı şey Doğu Asya için de geçerlidir. Bütün mesele, bu tür ekonomik bölgelerden bir tane mi, yoksa birkaç  tane mi olacağıdır. Çin’in kıyı kesimleriyle Güneydoğu Asya ülkelerinin Japonya çevresinde bir araya gelerek kuracakları bir bölge gerçekleşebilir. Aynı zamanda, hızla gelişen kıyı Çin bölgelerinin (burada Çin nüfusunun beşte biri yaşamaktadır ve Çin ulusal üretiminin de üçte ikisi, kuzeyde Tsientin'den güneyde Canton'a kadar uzanan bu bölgeden çıkmaktadır) kendini bir bölge olarak düzen-lemesi, Japonya'ya eğilimli Güneydoğu Asya'nın ikinci bir bölge oluşturması da mümkündür.
Asya'nın ne yöne gideceği, 1990'larm ve yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarının belli başlı konuları arasında yer alacaktır. Bir de "mini bölge"lere doğru kayma hareketi vardır. Sovyet imparatorluğu dağılır dağılmaz, Orta Asya'nın "Türki" devletleri hemen, Türki ülkelerin en Batılılaşmışı ve en gelişmişi olan Türkiye'nin çevresinde bir "Türki Bölge" oluşturmayı önermişlerdir. Üç Baltık ülkesi, Letonya, Litvanya ve Estonya da Sovyet imparatorluğundan kopmayı başarır başarmaz hemen "Baltık bölgesi"nden söz etmeye koyulmuşlar, İskandinav komşularıyla, özellikle de Finlandiya ve İsveç'le yakınlaşmayı ummuşlardır. Güneydoğu Asya halklarını ve uluslarını kapsayan benzer bir mini bölge de Malezya, Singapur, Endonezya, Filipinler ve Taylan arasında olmak üzere, Malezya Başbakanı tarafından yeni önerilmiş bulunmaktadır. Eski Sovyetler Birliği’ni kapsamına alan bir başka birliği de Rusya Başkanı ummaktadır.
Ama bu bölgelerin üç mü, dört mü, yoksa daha fazla sayıda mı olacağından çok, bölgeciliğe doğru gidişin geri dönüşü olmayışı önemli gözükmektedir. Bu, kaçınılmaz bir şeydir. Yeni ekonomik gerçeğe cevap vermektedir. Bilgi ekonomisinde, geleneksel korumacılık da, geleneksel serbest ticaret de kendi kendine sonuç veremez. Gerekli olan, anlamlı bir serbest ticarete ve içeride bir rekabete izin verecek kadar büyük bir ekonomik birimdir. Bu birimin, yüksek düzeyde bir korumacılık altında yeni "high-tech" sanayilerin gelişmesine izin verecek boyda olması gerekmektedir. Bunun nedeni de "high-tech"in yapısında, yani bilgi sanayiinde yatmaktadır.
High-tech sanayii, klasik, neo-klasik ve Keynesçi ekonomilerin arz-talep kurallarına göre işleyen bir sanayi değildir. Onlarda üretimin maliyeti, üretim hacmiyle orantılı olarak yükselirdi. High-tech sanayilerdeyse üretim hacmi yükselirken üretim maliyeti büyük bir hızla düşebilmektedir ve buna şimdi "öğrenme grafiği" denilmektedir.
Bunun önemi, high-tech sanayilerin, kendilerini yapılandırırken karşılarına çıkan rakibi yok etmek üzere düzenlenebileceklerinde yatmaktadır ki, ben buna bir zamanlar "hasmane ticaret" diye bir isim vermiştim. Bu bir kere gerçekleşti mi, yenilgiye uğrayan sanayinin bir dahageri dönmesine, dirilmesine olanak yoktur. O artık yok olmuştur. Ama high-tech sanayileri aynı zamanda yeterince rekabete ve sorunlara da sahiptir; yoksa zaten büyüyüp gelişemezler. Çok geçmeden tekelleşir, tembelleşir ve çağdışı kalır. Bu durumda bilgi ekonomisinin, oldukça büyük sayılan ulus devletlerden çok daha büyük ekonomik birimlere ihtiyacı var demektir. Aksi halde bir rekabet yaratamazlar. Ama aynı zamanda birimin sanayii korumaya yetecek güce sahip olması ve diğer bloklarla ticaretinde korumaya ya da serbest ticarete değil de karşılıklı ticarete yönelebilecek durumda olması da gerekir. Bu da daha önce eşine rastlanmamış bir durumdur. Bölgeciliği hem kaçınılmaz, hem de geri dönülmez kılan şey de budur.
Ama bölgecilik, Avrupa Toplulu ğu'nun da gösterdiği gibi, yalnız "uluslararası" olmakla kalmamaktadır. Kendine transnasyonal, hatta süper nasyonal kurumlar oluşturması gerekmektedir.
Ortaya çıkmakta olan çeşitli bölgeler arasında fazla bir benzerlik yoktur. Avrupa Topluluğu, az sayıda ülkelerle kurulmuş sayılır: İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya, yüzölçümü ve nüfus açısından benzer durumda sayılırlar. Zenginlikleri arasında farklar bulunmasına rağmen, yine de aşağı yukarı aynı ekonomik gelişme düzeyinde sayılabilirler. Örneğin İspanyol şirketlerinin en gelişmişi, aslında ortalama bir Alman şirketinden daha gelişmiş düzeydedir.
Kuzey Amerikan ekonomik topluluğu ise çok farklı olacaktır. Üç ortağın nüfusları, ABD'de 250 milyon iken Kanada'da bunun onda biridir. Ekonomik gelişme düzeyleri de çok farklıdır. ABD'nin bazı bölgeleri bugün dünyanın en zengin alanlarıdır. Meksika'nın bazı bölgeleri, özellikle güney kesimleriyse dünyanın en yoksul ve en az gelişmiş bölgelerinden sayılmaktadır.
Asya'daki ekonomik bölgeler bile daha çok farklılık gösterecektir. Bunların ortak bir kültür mirası bile olmayacaktır. Endonezya'yla Malezya hiçbir zaman Konfüçyüs kültürünün parçası olmamışlardır.
Ama yine de bölgelerin hepsi geniş serbest ticaret alanları yaratacak, bu alanlar eskiden gördüğümüz alanlardan daha geniş olacaktır. Aynı zamanda, dış dünyaya cevaplarında bir birlik içinde olan geniş alanlar da yaratacaklardır ve bir yandan da "karşılıklı" davranacak kadar güçlü olacaklardır. Bunun anlamı da aynı zamanda hem açık, hem de korumacı olmak demektir.
Bu bölgeler ulus devletin yerini alacak değildir, ama onun çevresini kuşatacakları, onu sıkıştıracakları kesindir.

AŞİRETÇİLİĞİN GERİ DÖNÜŞÜ

Uluslararasıcılık ve bölgecilik, egemen devleti dışarıdan sıkıştırmaktadır. Asiretçilik ise onu içeriden ve alttan alta oymaktadır. Bu akım, ulus devletin birleştirici gücünü emip yok etmektedir. Aslında ulus-devleti kaldırıp yerine aşireti koyma tehdidi taşımaktadır.
ABD'de aşiretçiliğin kendini gösteriş biçimi, birliği vurgulamaktan çok, çeşitliliği vurgulamak biçimindedir. ABD her zaman bir göçmenler ülkesi olagelmiştir. Yeni gelen her göçmen grubu önceleri "yabancı” sayılmış, birtakım ayrımcı davranışlara maruz kalmış, ama iki kuşak sonra halkın geneline katılmıştır. Bu, ilk önce İrlandalılarla, 1830'larla 1840'lar arasında başlamıştır. Bir karışım çanağıdır Amerika. Ne var ki, son otuz yıldan beri bu durum hiç moda değildir. Artık farklılık nutukları atılmakta ve farklılık ilkeleri uygulanmaktadır. Yeni gelen grupları Amerikalılaştırma yolunda bir girişimde bulunulduğunda hemen "ayrımcılık" suçlaması hazırdır. Oysa altmış yıl önce, bu grupların Amerikalılaşmasını engellemek ayrımcılık sayılıyordu. Yeni gruplar ister Avrupalı, ister Asyalı olsun, ister Siyah, Kahverengi ya da Beyaz olsun, ister Katolik ya da Budist olsun, bugün artık vurgu; kimliklerini sürdürmek, "Amerikalılaşmamak" üzerindedir. Onları Amerikalılaşmaya teşvik etmek (yani zorlamak bir yana, teşvik etmek bile) önlenmekte, suçlanmaktadır.
Bu yalnız Amerika'ya özgü bir durum değildir ve sırf Amerika açısından açıklanmasına da olanak yoktur (ama yine de Amerikan toplumundaki her olay gibi, bunun da çekirdeğinde Amerika'nın temel sorunu, yani siyah-beyaz sorunu yatmaktadır. Aşiretçilik, Avrupa’da daha coşkun durumdadır. Yugoslavya’yı kanlı bir iç savaşa itmiştir. Eski Rus İmparatorluğu’nun her yanında iç savaş tehditleri kol gezmektedir. İskoçyalılar İngiltere Krallığ'ından ayrılmak istemektedirler. Slovaklar özerklik istemekte, Çeklerden ayrılmaya doğru gitmektedirler. Belçika, Flamanlarla Fransızca konuşan Valonlar arasındaki mücadelelerle sarsılmaktadır. Ufacık yerel gruplar, kendilerine karşı hiçbir zaman bir ayrımcılık uygulanmamış olduğu halde, kültürel özerklik istemeye kalkışmışlardır. Bunun bir örneği, Berlin'in güneyindeki ormanlarda yaşayan 150.000 kadar Sorb'dur. Bunlar bin yıl kadar önce kuzey Almanya’da yaşamış olan İslav kabilelerin son kalıntılarıdır.
Aşiretçilik bütün dünyaya yayılmış durumdadır. Kanada, acaba Kanada olarak bu yüzyılı çıkarabilecek midir? Yoksa biri İngilizce, diğeri Fransızca konuşan iki ülke olarak ayrılacak mıdır? Hatta dörde ayrılması bile mümkündür: Fransızca konuşan Quebec, İngilizce konuşan Ontario ve Manitoba, Prairie vilayetleri, bir de İngiliz Kolombiyası. (O zaman da Maritime'ler nereye gidecektir? Ya Newfoundland?) Hindistan, varlığını siyasal bir birlik olarak sürdürebilecek midir? Korsika'yla Brötanya Fransa'ya bağlı mı kalacaklardır? Finlandiya'nın ve İsveç'in kuzeyindeki Laponlar özerkliklerini kazanacaklar mıdır? Meksika, bir tek devlet olarak sürecek midir; yoksa Kızılderili ağırlıklı güney kesim, İspanyol ağırlıklı kuzeyden kopacak mıdır? Bu listenin hiç sonu gelmez.
Aşiretçiliğe doğru gidişin bir nedeni, büyük olmanın artık pek bir avantaj sağlamamasından kaynaklanmaktadır. Nükleer savaş çağında, en büyük ülke bile vatandaşlarını tam anlamıyla koruyamaz. Buna karşılık en küçük ülke bile (İsrail buna örnektir), kendine korkunç silahlar yapabilmektedir.
Para ile enformasyon transnasyonal olunca, en küçük birimler bile ekonomik açıdan geçerlilik kazanmıştır. Büyük olsun, küçük olsun, herkesin paraya ve enformasyona ulaşabilme şansı eşittir, şartları da aynıdır. Aslına bakarsanız, son otuz yılın en çarpıcı "başarı öyküleri" hep çok küçük ülkelerle ilgilidir.
1920'lerde Avusturya Cumhuriyeti, yani eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun mirasçısı olan ülke, altı milyonluk nüfusuyla herkesin gözüne ekonomik geçerliliği olamayacak kadar küçük bir birim gibi gözükmekteydi. Hitler'in küçük Avusturya'yı ilhak etme özrü de buydu. 1920'lerin, 1930'ların Avusturyası gerçekten de ekonomik açıdan çok zayıf durumdaydı. Müzmin işsizlik rakamı % 20'lere varmıştı. İkinci Dünya Savaşı bittiğinde, Avusturya yine genişlemedi. Üstelik 1920'lerdeki ticaret alanını da kaybetti, çünkü eski Avusturya-Macaristan'ın parçası olan devletler onunla ticaret yapmaz duruma geldi. Bu ülkelerin hepsi komünist olmuştu. Ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avusturya, Avrupa’nın en varlıklı ülkelerinden biri haline gelebildi.
Finlandiya da aynı şekilde, Avusturya kadar ya da İsveç veya İsviçre kadar küçük bir ülkeydi. Hong Kong'la Singapur daha başarılı oldular. Yirmi yıl önce, Stalin'in 1940'ta ilhak etmiş olduğu üç Baltık ülkesindeki en milliyetçi kişiler bile, ülkelerinin tek başına kaldığında ekonomik varlığını sürdürebileceğine inanmıyorlardı. Bugün ise bunu sürdürebilmek konusunda hiç kimsenin en küçük bir kuşkusu bile yoktur. Aynı şey Kanada'nın Quebec'i için de geçerlidir.
Ne de olsa, küçük bir ülke de bugün bir ekonomik bölgeye katılabilmekte, böylelikle iki bakımdan avantaja geçmekte, bir yandan kültürel ve siyasal bağımsızlığını elde ederken, bir yandan da ekonomik entegrasyonu bulabilmektedir. Minik Lüksemburg'un "Avrupalılığı" bu kadar ateşli biçimde savunması boşuna değildir.

Köklere duyulan ihtiyaç

Aşiretçiliğin esas nedeni ne siyaset, ne de ekonomidir. Bu tutum egzistansiyalist bir tutumdur. İnsanlar transnasyonal bir dünyada kendi köklerine ihtiyaç duymaktadırlar. Bir toplum, bir cemaat olmak istemektedirler.

İspanya’da eğitim görmüş insanların hepsi Castilian dilini bilirler (dış dünya o dile İspanyolca demektedir). Ama giderek daha çok sayıda insan, evlerinde, okullarında, hatta işyerlerinde konuşurken Catalan, Bask, Galicianya da Andalusian dillerini kullanmaya başlamıştır. Bu değişiklik belki yalnızca vurgudadır, ama yine de kişilerin kimliğinde temel bir değişime işaret etmektedir. Catalanlar, Basklar, Galiçyalılar ve Andalusyalılar televiz-yonlarını açtıkları zaman aynı dizileri seyretmektedirler. Satın aldıkları mallar, İspanya’da üretilmiş olabileceği gibi, Japonya’da ya da ABD'de üretilmiş de olabilir. Çalıştıkları şirketin merkezi büyük olasılıkla Tokyo'da, Güney Kore'de, New York'ta, Düsseldorftadır. Giderek daha ulusallık dışı, daha transnasyonal bir dünyada yaşamaya başlamışlardır. Ama yerel köklere ihtiyaç duymaktadırlar. Yerel bir toplumun parçası olmak istemektedirler.
Aşiretçilik aslında transnasyonalliğin tersi değildir, yalnızca bir kutbudur. Amerikalı Yahudilerin giderek daha çoğu kendi dinlerinden olmayan kimselerle evlenmektedir, ama bu yüzden de Yahudi kökenli olmak ve Yahudi kültürünü yaşatmak daha çok vurgulanmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana geçen kırk yıllık süre içinde, giderek daha çok sayıda Sırp erkeği, Hırvat kadınla evlenmiştir. Pek çok Sırp kadını da Bosnalı Müslümanlarla ya da Hırvatlarla evlenmiştir. Ama böyle olması, diğer Sırpların, Hırvatların ve Boşnakların kendi aşiret kimliklerine daha çok sarılmasına zemin hazırlamıştır. Galler yöresinin ve İrlanda'nın insanları giderek daha çok sayıda İngiliz kadın ve erkekleriyle evlenmekte, sonunda Galli ya da İrlandalı olduklarını daha çok bilinçlendirmektedirler. Aşiretçiliğin coşmasının nedeni, insanların Slovenya'da otururken Osaka'da olup bitenlerden etkilendiklerini anlamaları, ama Osaka'nın yerini hiç bilmedikleri gibi, haritada bile bulmakta zorluk çektiklerini görmeleridir. Dünyanın birçok bakımdan transnasyonal olması nedeniyle, insanlar kendilerini kendi anlayabilecekleri biçimde tanımlama ihtiyacını duymaktadırlar. Gözleriyle görebilecekleri, kollarıyla kucaklayabilecekleri bir coğrafi toplum, dil toplumu, din toplumu, kültürel toplum olmayı özlemektedirler.
Berlin dışındaki ormanlarda yaşayan Sorblar, Almanya’nın, Alman kültürünün bir parçası olmaktan çıkmıyorlar. Ama aynı zamanda kendilerini farklı görmek istiyorlar; herkesin de onları farklı görmesini istiyorlar. Latin Amerika’dan Los Angeles’e göçen kimseler, ister Meksika'dan, ister Orta Amerika'dan gelmiş olsunlar, ellerinden geldiği kadar çabuk, Amerikan vatandaşı olurlar. Amerika'da doğmuş kimselerle aynı fırsatlara sahip olmayı isterler. Çocuklarının ülkede doğan çocuklarla aynı eğitimden, mesleklerden, istihdamlardan yararlanmasını isterler. Ama aynı zamanda kendi İspanyol kimliklerini, İspanyol kültürlerini, İspanyol cemaatlerini de korumak, sürdürmek isterler. Dünya ne kadar transnasyonal olursa, sırf o yüzden bir o kadar aşiretçi olacaktır.
Bu durum giderek ulus-devletin temellerini sarsmaktadır. Hatta ulus devlet artık ulus devlet olmaktan çıkmakta, yalnızca "devlet" olmakta, yani siyasal bir birim olmaktan çok idari bir birim haline gelmektedir.
Uluslararasıcılık, bölgecilik, aşiretçilik, hızla yeni bir politika yaratmakta, yepyeni ve karmaşık bir siyasal yapıya yol açmaktadır. Matematiksel bir benzetme yaparsak, kapitalist ötesi toplumun üç vektörü vardır, bunların her biri onu bir başka yöne doğru çekmektedir.
Bu arada, eski bir İngiliz sözünden ilham alırsak, "hükümet işine devam etmek zorundadır" diyebiliriz. Şimdilik bu işi sürdürmek için elimizde bulunan tek araç, ulus devletle onun hükümetidir. Kapitalist ötesi toplum yaklaşımının ilk siyasal görevi, mega-devletin küçülttüğü hükümet performansı kapasitesini yeni baştan onarmak, genişletmek olmalıdır. Sh: 207-221
**

HÜKÜMETİN GERİ DÖNÜŞÜNE İHTİYAÇ

Önümüzdeki on yıllık dönemler, daha önce rastlanmadığı kadar büyük siyasal cesaret, siyasal hayal gücü, siyasal yenilik ve siyasal liderlik gerektirecektir. Daha yüksek bir hükümet becerisine ihtiyaç olacaktır. Bu talepler hem dışarıdan, hem de içeriden gelecektir.
Dışarıdan olanlar açısından, birkaç alanda yeni bir düşünce biçimine, radikal yeniliklere ihtiyaç vardır. Bunlar, ulusal hükümetle transnasyonal görevler arasındaki ilişkiler, ulusal hükümetlerle bölgesel örgütlenmeler arasındaki ilişkiler ve bir de, yeni ama çok farklı bölgeler arasındaki ilişkilerdir. Önümüzdeki on yıllar, ulus devleti aşan siyasal kurumların ortaya çıkışını herhalde ilk defa görecek, süpernasyonal, hattâ transnasyonal hukukun doğuşuna tanık olacaklardır. Bu yeni kurumlan tasarımlayan ve kuran, transnasyonal hukuku oluşturan da ulusal hükümetlerle ulusal politikacılar olacaktır.
İçeriden olanlara gelince, bir kere hükümeti yeniden etkin duruma getirmek yolunda bir o kadar önemli ve bir o kadar acil bir görev vardır: toplum değişip çoğulculuğa, çoğulcu kuruluşlar toplumu olmaya doğru kayşa da hükümetin karar verme kapasitesi türlü özel çıkar gruplarının ve "azınlık tahakkümünün" altında çökme raddelerine gelmiş olsa da bunu başarmak şarttır.
On sekizinci yüzyıl siyasal düşünürlerinin, örneğin Amerikan Anayasası'nı oluşturanların, en büyük korkusu "fraksiyonlar"dı, yani kendi çıkarlarını bir "ahlaki mecburiyet" halinde gösterip, başka her şeyi daha alta itme eğiliminde olabilecek gruplardı. Bu korkuya en mükemmel cevap da partiler olmuştu. Bu kavram İngiltere'de, Amerika'da ve Fransa'da hemen hemen aynı zamanda, 1815 ile 1835 arasındaki yirmi yıllık dönemde, ama birbirinden bağımsız olarak keşfedilmişti. O yirmi yıllık dönem zaten modern dünyanın en büyük parçalarının oluşturulduğu dönemdi. Parti hemen fraksiyonu aştı. Avrupa’da, muğlak bir ideoloji, bir "program" çerçevesinde organize oldu. ABD'de de yine aynı geniş ve muğlak "çıkarlar" çevresinde organize oldu. Ama dayandığı mantığın ne olduğu ileri sürülürse sürülsün, kuruluşunun bir ortak amacı vardı, o da siyasal gücü ele geçirmek ve elinde tutmaktı. Yönetmek üzere organize olmuştu. Bu nedenle, "ortadaki" seçmenleri kendine çekmek zorundaydı. Aşırı uçlardan kaçınmak, uzlaşmaya hazır olmak durumundaydı. İktidardayken eylemlerini, kendisine bağlı olmayanların destekleyeceği şeylerle sınırlı tutmak, yani kendisine oy vermiş olan "ortadakilerin" kabul edebileceği şeylerin ötesine taşırmamak gerekiyordu. Bu ilkenin en açık ifadesi, Amerikan Anayasası'na konulmuş olan Başkan vetosudur. Onu aşmak için Kongre'nin üçte ikisinin oyu gereklidir. Demek ki ancak her iki parti üyelerinin büyük bölümü görüş birliğine varırsa aşılabilecektir.
İşte bu, hem Başkanı, hem de Kongre'yi "orta" alanda tutacak bir önlemdir.
Ama bugün artık partiler dünyanın her yerinde hırpalanmış durumdadır. Avrupa partilerinin, tüm dağınık fraksiyonları bir araya toplayarak kontrol gücü kazanmalarını sağlayan ideolojiler, artık birleştirici güçlerinin çoğunu kaybetmiştir. Partiler de, buldukları sloganlar da, seçmenlere, özellikle de genç seçmenlere pek bir şey ifade etmemektedir. ABD’deki geleneksel çıkar gruplarının çoğu artık yoktur. Mark Hanna'mn 1896'da Cumhuriyetçi Parti'ye dayanak olarak gördüğü o çiftçiler, işçiler, küçük iş sahipleri şimdi nerededir? Oysa 1932'de Franklin D. Roosevelt de yeni Demokratik Parti'yi yine aynı tabana dayandırmıştı.
Bu durumda hükümetler, özel çıkar gruplarının saldırısı karşısında güçsüz kalmışlar, yönetemez duruma, yani kararlan verip uygulayamaz duruma düşmüşlerdir.
Bu son birkaç yıldır da "anti-hükümet" olmak, yani hükümet kavramına karşı olmak modadır. Ama bu da işlemeyecektir. Bizim güçlü, etkin hükümete ihtiyacımız vardır. Hatta önümüzdeki birkaç on yılda, etkinliği daha az olan değil, etkinliği daha çok olan hükümetler bekleyebiliriz. Çevreyi koruma, özel orduları ve uluslararası terörizmi bastırma, silah kontrolünü etkin kılma gibi yeni görevlerin hepsi, "daha az hükümet" değil, "daha fazla hükümet" gerektiren şeylerdir. Ama farklı bir hükümet gerektirdikleri de kesindir.
Son on beş-yirmi yıl içinde, art arda hep "hükümeti küçültmek" isteyen ya da "içtekilerle mücadele etmek" isteyen siyasal liderler iktidara geldi. Böyle bir platformdan seçilenlerin ilki, ABD'deki Jimmy Carter'dı, ardından Ronald Reagan onu izledi, peşinden de bir başka "anti-hükümet" adayı, George Bush'u sürükleyip getirdi. İngiltere'de Margaret Thatcher da bir "anti-hükümet" platformunda seçildi ve ülkesini on yıl yönetti. Sonuçlar acınacak gibiydi. Hükümet harcamaları ve hükümet düzenlemeleri, bu "anti-hükümet" liderlerin yönetiminde her zamandan çok arttı. Onların döneminde harcamalar iyice çığrından çıktı. Üstelik bu hükümetler ne kadar harcarlarsa, o kadar daha az becerikli, daha az güçlü duruma geldiler. Hükümet yalnız "büyümekle” kalmadı, şişkolaştı, kendi ağırlığının etkisiyle felç oldu. Amerikan tarihinde hiçbir hükümet, Başkan Bush'un verdiği kadar büyük bir bütçe açığı vermemişti. Yaygın biçimde kabul gören inançlara göre, bu tutumun ekonomideki herhangi bir durgunluğu imkânsız hale getirmesi gerekirdi. Oysa Bush yönetiminin ilk üç yılı içinde hükümet harcamalarında ve bütçe açıklarında görülen sıçramalar, ABD'nin ikinci Dünya Savaşı’ndan bu yana karşılaştığı en derin ve en uzun süreli ekonomik durgunluğu da getirdi. General De Gaulle'den bu yana özgür dünyanın en büyük siyasal lideri olduğu ileri sürülen, ama kesinlikle en kararlı lideri olan Başbakan Margaret Thatcher da aynı şekilde, hükümeti küçültme çabalarına rağmen, onu daha etkin ve becerikli kılma, Ingiltere ekonomisinin gidişini tersine çevirme çabalarına rağmen, büyüyen açıklardan başka pek az şey ortaya koyabildi.
Aynı şey Fransa için de geçerlidir. Cumhurbaşkanı Mitterrand, Fransız hükümetinin harcamalarını göze çarpacak kadar büyüttü, ama hiçbir sonuç elde edemedi. Onun Cumhurbaşkanlığı döneminde Fransa, ekonomik ve siyasal bir güç olarak sürekli geriye kaydı. Japonya'da da hükümet edebilme olanağı peş peşe skandallerle baltalanmaktadır, bunlar da talancı devlet kavramının doğrudan sonuçlandır.
Oysa yapılacak işleri yapabilecek olan, yalnızca ulusal hükümet ve onun siyasal liderleridir. Bu konuda bir tek onların meşruluğu vardır.
Bu nedenle hükümetlerin performans kapasitesi kazanması zorunludur. Hükümetlerin geri dönmesi, bu gidişin tersine çevrilmesi şarttır. Tersine çevirme terimi aslında ticaret dünyasına ait bir terimdir. Ama ister ticari olsun, ister sendika, üniversite, hastane ya da hükümet olsun, bir kurumun zayıflayışını tersine çevirmek, her zaman için üç adıma ihtiyaç gösterir:
1.       işlemeyen, hiçbir zaman işlememiş olan, yararlılığı sona eren, katkıda bulunma kapasitesini yitirmiş olan şeyleri terk etmek,
2.       iyi işleyen, sonuç veren, kurumun performans yeteneğini arttıran şeylere yoğunlaşmak. Bunu sağlayabilmek için, başarılı olduğu kanıtlanan şeyleri daha çok ve daha sık yapmak gerekir.
3.       Yarı başarı, yarı başarısızlık durumlarının analizini yapmak. Tersine çevirmeyi gerçekleştirebilmek için, böyle alanlarda neler performans vermiyorsa onları terk etmek, neler performans veriyorsa onları daha çok yapmak gereklidir.

ASKERİ YARDIMIN YARARSIZLIĞI

Eğer birisi çıksa da mega-devletin politikalarını bir yararsızlık sıralamasına soksa, hiçbir zaman işe yaramamışların başında askeri yardımlar yer alırdı. Bu durumda ilk terk edilmesi gerekenler de onlardır. Askeri yardımın kökü ta ilkçağa kadar gitmektedir. Romalı tarihçilerin anlattığına göre, Pers Kralı'nın İsparta'ya, Atina ile savaşında kullanması için verdiği askeri yardımın sağladığı tek yarar; aradan birkaç on yıl geçtiğinde Makedonyalıların Yunanistan üzerinde egemenlik sağlaması, dolayısıyla da Büyük İskender'e, Pers İmparatorluğu’nu yıkacak orduyu kazandırması olmuştu.
Ama askeri yardımın hiçbir zaman, mega-devletler döneminde, yani İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde olduğu kadar yaygın ve başarısız biçimde kullanıldığı görülmemiştir. Hemen hemen istisnasız biçimde geri tepen bir girişimdir. Örnekleri arasında, ABD'nin Şah döneminde İran'a verdiği askeri yardımlar, Sovyetler Birliği'nin Afganistan'a verdiği askeri yardımlar, ABD'nin Irak'a verdiği askeri yardımlar sayılabilir. Latin Amerika'nın bazı generallerine verilen askeri yardımların da daha verimli olduğu söylenemez. Sonuçta o generaller zengin, ülkeleri yoksul olmuştur.
Güçlü bir düşmanın saldırısıyla karşı karşıya kalan bir ülkeye destek vermek başka şeydir, "dost" rejimlere askeri yardım vermek başka şeydir. Bu, "şantajla koparılmış" bir paradır ve ancak koparanın iştahını artırmaya yarar. Birisi kalkıp da, "Eğer bize bu uçakları, tankları, füzeleri vermezseniz, başka yerden alırız" tehdidini savuruyorsa, en uygun cevap, "Buyur, istediğin yerden al" demektir. Çok sık ileri sürülen, belli bir bölgede "askeri denge"yi koruma özrü de tam bir palavradır. Son kırk yıllık dönem içinde askeri yardımların hiçbir bölgede denge yarattığına rastlanmamıştır. Yalnızca silahlanma yarışını daha hızlandırmıştır, o kadar.

Ekonomik yardımlar, şu son birkaç yıldır pek çok tartışılmaktadır. Acaba bunlar, yardımı alan ülkeyi gerçekten güçlendirmiş midir, yoksa daha mı zayıflatmıştır? (Mesela Türkiye)

ABD'nin, özellikle Afrika'daki bazı hükümetlere verdiği büyük miktarlardaki gıda yardımı yüzünden bu hükümetlerin kendi tarımlarını ihmal ettiği ve kendi çiftçilerini yoksul duruma düşürdüğü iddiasında büyük ölçüde gerçek payı vardır. 1950'lerin icadı olan, bir hükümetin diğer bir hükümete yardım yollaması usulü, genel olarak bakıldığında, en iyimser bakışla bile, ancak marjinal sonuçlar getirebilmiştir. Dünya Bankası benzeri "yarı hükümetse!" kurumlar aracılığıyla verilen bağışlar ve krediler için de daha iyi bir şey söylemek mümkün değildir. Bunların pek azı hatırı sayılır bir gelişme sağlamıştır. Ama yine de ekonomik yardım fikri iyi bir fikir olabilir; nasıl yapacağımızı besbelli bilemiyor olsak bile.
Buna karşılık askeri yardım fikri, baştan kötü bir fikirdir. Askeri yardımla güvenilir müttefikler kazanılamaz. Yardımı alanlar büyük olasılıkla yardımı verene karşı döneceklerdir; İran'la Irak'ın ABD'ye, Afganistan'ın Rusya'ya karşı döndüğü gibi. Bunun bir nedeni, gelen yardım çoğaldıkça, alan tarafın, veren tarafa bağımlı duruma gelmekten ötürü bir kızgınlık duymasıdır. Bir başka daha önemli nedeni de, yardımı veren tarafın, alan tarafta o sıra başta bulunan hükümetle özdeşleştirilmeye başlamasıdır. Gelen yardımlar o hükümeti iktidarda tutmak için kullanılıyor olmasa bile, giderek bu yardımın iktidardakileri desteklemek için verildiği kanısı yaygınlaşmaya başlar. Örneğin Yunanistan'daki albayları ya da İran’daki Şah’ı başta tutmaya yönelik olduğu sanılır. O iktidar devrilince, barışçı yollardan devrilmiş olsa bile, yerine gelen hükümet, eski hükümetle işbirliği yapmış olan yabancı güce, yani yardımı verene karşı dönmek zo-runluluğunu hisseder.
Askeri yardım hem veren ülkeye, hem de alan ülkeye kötülük etmiştir. Alan ülkeyi, vizyonunu, kaynaklarını, enerjisini yanlış yönlendirmeye, başka her şeyi ihmal ederek askeri amaçlara yönelmeye zorlar. Sayısız kereler, askeri diktatörlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunların da pek çoğu uluslararası terörist olur, aldıkları askeri yardımları kullanarak ülkesini karada oluşturulmuş bir korsan gemisi haline getirir, uluslararası toplumu terörize etmeye kalkar; Saddam Hüseyin'in Irak'ta yaptığı gibi.

Askeri yardımdan vazgeçildiği takdirde bundan tek zarar görecek olan da silah yapımcılarıdır.

EKONOMİK POLİTİKADA NELERİ TERK ETMELİ

Eğer bir tek şey öğrenmişsek, o da hükümetin ekonomik "iklim"i yönetemeyeceğidir. Hükümet, kısa dönemli ekonomik dalgalanmaları, durgunluk gibi şeyleri etkin bir biçimde önleyemez ve yenemez.
Daha önce de söylediğimiz gibi, 1929'dan önce hiç kimse, hükümetin ekonomik iklimi yönetebilmesini zaten beklemiyordu. O tarihten bu yana her ülkedeki her hükümet, ekonomik durgunlukları tedavi edebileceğini vaat etmeye başladı. Ama bu gözbağcılıktan başka bir şey değildir. Bugüne kadar hiçbir hükümet bu konuda verdiği sözü tutamamıştır. Siyasal liderlerin dürüst davranmayı, "Doktorlar nezlenin tedavisini nasıl bilmiyorsa, ekonominin kısa dönemde nasıl yönetileceğini de bilen yoktur, bu yüzden biz bu konudan elimizi çekelim," diyebilmeyi öğrenmesi gerekir.
Ama bunun bir başka uzantısı vardır; hükümetin büyük depresyonlardan kaçınabilme yeteneğini yeniden kazanması şarttır. Hükümetin tüketimi arttırmak için bol bol paralar harcamasının bunu başaramadığı anlaşılmıştır. Ne zaman denense, insanlar bu yeni gelen satın alma gücünü biriktirmeye kalkmış, hiç harcamamıştır. ABD'de bunun son denenişi Jimmy Carter dönemindedir. Ama ondan önce, Franklin D. Roosevelt'in büyük depresyonu tedavi etmek için hükümete satın alma gücü yarattırmaya çalışmasından itibaren, düzenli olarak böyle girişimlerde bulunulmuştur. Sonuçlardan biri, 1936-1937'deki ciddi ekonomik çöküş olmuştur. Bir depresyonu hafifletmenin tek etkin yolu, yani uzun bir dönem içinde yapısal değişiklikler getirme yolu, ancak altyapı yatırımlarından geçmektedir. Esasen ekonominin parlak dönemlerinden sonra altyapı, yani yollar, köprüler, limanlar, kamu binaları; kamu arazileri hep adamakıllı onarım gerektirecek duruma düşer. Ama hükümetlerin böyle yatırımları finanse edebilmesi için, iyi zamanlarda (hatta durgunluk dönemlerinde bile) dengeli bütçelerle çalışmış olmaları gerekir. Ancak o zaman para bulabilme olanağını bulurlar, özellikle de gerekiyorsa borç bulabilirler. Başka bir ifadeyle, hükümetlerin bütçe açıklarını en son çare olarak saklamayı yeni baştan öğrenmeleri gerekmektedir. Barış dönemi açıkları, eğer kullanılacaksa, ancak ekonominin servet yaratma kapasitesinde kalıcı iyileştirmeler yapmaya kullanılmalıdır.
Genelde, ekonomik alanda bizler mega-devlet'in işlerliğine temel oluşturan mali Devlet teorisinden vazgeçmek zorundayız. Bu, özellikle İngilizce konuşan dünya için geçerlidir. Gerekli olan şey, sosyal vergilendirme politikasından, ekonomik vergilendirme politikasına geri dönmektir. Vergi sistemi elbette ki hakkaniyet ve adalet düşünceleriyle yoğurulmak zorundadır. Sosyal açıdan istenmeyen faaliyetlerin, örneğin çocuk işçiler çalıştırmaktan tutun da son yirmi yirmi beş yıldan beri Amerika'da moda olan aşırı yüksek yönetici maaşları gibi şeylerin, cezalandırıcı, hatta sert biçimde vergilendirilmesinde de elbette payı vardır. Ama bunlar ince ayrıntılardır. Vergi politikasının çekirdeği, sosyal açıdan tarafsız bir politika olmak zorundadır.
Acaba bunlar siyasal açıdan fizibilitesi olan şeyler midir? Cevap "evet"tir, ama kolay olmadığı bir gerçektir.
Herhangi bir usulü terk etmek, her zaman acı direnişlerle karşılaşır. Her kuruluştaki insanlar gibi, bürokratlarla politikacılar da her zaman eski usullere, modası geçmiş şeylere, iyi sonuç vermesi gerekirken vermemiş yöntemlere, bir zamanlar işe yaradığı halde artık yaramayan uygulamalara takılmış kalmışlardır. En çok bağlı kaldıkları şey de daha önceki kitaplarımdan birinde "yönetim egosuna yatırım yapmak" diye adlandırdığım şeydir. Ne var ki, en çok sayıda insan da hep bu tür alanlarda, bu tür girişimlerde istihdam bulmaktadır. Çünkü her kuruluş, elindeki en yetenekli kişileri, sonuçlara yöneltmekten çok, "sorunlara" yöneltmek zorundadır; hele de başı dertte bir kuruluşsa!
Evet, yerleşmiş bir usulü terk etmek, yukarda anlatılan nedenlerle, zordur, ama bu oldukça kısa bir süre için böyledir. Terk edilecek usulü terk edildikten altı ay sonra, herkes içinden, "Neden bu kadar gecikmişiz?" diye merak etmeye başlar. Mali devletin vergiler ve sübvansiyonlar yoluyla gelir dağılımını değiştirebileceği ve toplumda reform yapabileceği inancı kesinlikle başarısızlığa uğramıştır. En az eşitlik ve hakkaniyet sağlayabilen ülkeler, yeniden gelir dağılımı sağlamaya en çok uğraşanlar olmuştur; işte Sovyetler Birliği, işte ABD, işte İngiltere. Tek becerebildikleri, talancı devlete doğru kaymaktır ki, bu da hiç kuşkusuz, bir siyasal bünye için en tehlikeli ve dejenere edici hastalıktır. Ülkenin parasını böyle yasallaştırılmış biçimde yağmalamaktan nasıl kurtulacağımızı henüz kimse bilmemektedir. Belki anayasal yenilikler, hatta belki hem yasamadan, hem de yürütmeden ayrı, bağımsız bir kamu kurumu gerekebilir, bu kurum harcama önerilerini denetler, her birinin gerçekten kamu çıkarlarıyla ve kamu politikasıyla tutarlı olup olmadığına bakar. (Kamusal kesimdeki böyle bir denetim, Bölüm 3'te şirketlerin yönetimi için önerilen "ticari denetim"e benzeyecektir.) Tabii bu fikir, ütopya olarak suçlanmasa bile, en azından biraz "saf bir fikir olarak suçlanabilir. Yasama kurumlarının, kendilerini disiplin altına alacak her şeye karşı çıkmaları beklenebilir. Ama aslında, ABD'de olsun, Japonya, İngiltere, Fransa ve Almanya'da olsun, çok sayıda milletvekili, kendi disiplinsizliklerini dışarıdan kontrol edecek böyle bir düzeni hoş karşılamaya hazırdır. Bunu kendileri uygulayamamakta ya da uygulayamadıklarına inanmaktadırlar. Böyle bir şeye kalkıştıkları zaman, birtakım özel çıkar grupları onları cezalandırmaktadır. Bir yandan da talancı sürecin kendi durumlarını sabote ettiğini, seçmenlerinin karşısında onları küçük düşürdüğünü, bu arada öz saygılarını da yerle bir ettiğini bilmektedirler. Hükümet harcamalarına ayrılabilecek para, önümüzdeki yıllarda bütün ülkelerde çok azalacaktır. Talancı ekonominin kontrolü bu nedenle giderek daha çekici gelebilir. Buna çok şiddetle ihtiyaç duyulduğu konusuna da zaten artık hiç kimse itiraz etmemektedir.
Tersine çevirme stratejisinde ilk adım terk etmedir. O yapılmadan, başka hiçbir şey yapılamaz. O ana kadar, kaynakların tümü hep "sorunlara" tahsis edilmiştir. Neyin terk edilmesi gerektiği konusundaki yırtıcı ve duygusal tartışmalar herkesin sinirlerini gerer. Son bir deneme daha yapılması için ısrar edenler çıkar, boş yere "uzlaşma" olanağı arayanlar çıkar, belki bazı şarlatanlar, kangren olmuş bacağı acısız kesebileceklerini iddia ederler. Terk etme işi başarılmadıkça, hiç bir şey yapılamaz.

NELERE KONSANTRE OLMALI

Ölüler gömüldükten sonra, yeniden doğma işi başlayabilir. Bunun başlayabilmesi için, "Neler başarılı olmuştu? Nerelerde sonuç almıştık? Nelere konsantre olmamız gerekir?" sorularının sorulması gerekir.
Japonya'nın ve Almanya'nın son kırk yıl içindeki ekonomik performansı bize aynı dersi iki kere öğretmektedir. Bu ülkeler dikkatlerini ekonomik "havalar"a değil, ekonomik "iklim"e vermişlerdir. Onların ekonomik politikasının amacı, hastanın kendini daha iyi hissetmesi değildir. Hastayı iyileştirmek ve iyi durumunu sürdürmesini sağlamaktır. Ekonominin büyüyebileceği, enfeksiyonlara, sakatlıklara ve hastalıklara karşı direnç kazanabileceği, değişimlere hızla ayak uydurmaya alışabileceği ve rekabet edebilirliğini sürdürebileceği bir ekonomik çevre yaratmaktır.
Ama bu ülkelerin her ikisi de "havayı kontrol" etmeye yöneldikleri anda, hızlarını kaybetmişlerdir. Alman ekonomisi 1989'da, Doğu Almanların oyunu kazanabilmek için bütçe açığı veren büyük hükümet harcamalarını tüketimi kabartmaya yönelttiği zaman zayıflamaya başlamıştır. Japonların da 1980'lerin ortasındaki ABD Doları devalüasyonu yüzünden ortaya çıkan kısa dönemli ihracat sıkışıklığını telafi etmek amacıyla iç tüketimi coşturmaya çalışmaları, bir anda menkul değerler borsasında büyük bir yükseliş, gayrimenkul fiyatlarında da korkunç bir tırmanış getirmiştir. Ama bu da ancak bir "balon ekonomisi" yaratabilmiş, sonra o balon 1991 ve 1992'de patlamıştır.
Uygun iklimi yaratmak, vergileri düşük tutmak demek değildir. Arz tarafı iktisatçılarının ileri sürdüğü, "düşük vergiler ekonominin sağlığını ve büyümesini kendi başına garantiye alır" iddiası, hiç de kanıtlanmış değildir. Ama yüksek vergilerin mutlaka ekonomik durgunluk getirdiği yolundaki iddialarının yanlış olduğu kesin olarak kanıtlanmıştır. Japonya'da gelir vergileri her zaman yüksek olagelmiştir. Daha önce de değinildiği gibi, vergilendirme ensidatısı, verginin oranından çok daha önemlidir. Mali politikanın amacı, bilgiye ve insan kaynaklarına yatırımı, ticarette verimli tesislere, bir de altyapıya yatırımı teşvik etmesi olmalıdır. Son yarım yüzyılın bütün "ekonomik başarı" hikâyelerinde, işin sırrı bu olmuştur. Japonya'da da öyle, Almanya’da da öyle, "Asya'nın Dört Kaplanı" diye bilinen Güney Kore, Hong Kong, Singapur ve Tayvan'da da öyledir. Bu ülkelerin hepsi de ekonomik havalara hiç aldırmaksızın, politikalarını ekonomik iklimi yaratmaya odakladıkları sürece, başarılarını sürdürebilmişlerdir. Sh:223-236
**

SOSYAL SEKTÖR YOLUYLA VATANDAŞLIK

Sosyal ihtiyaçlar iki alanda artacaktır. Birinci alan, eskiden beri hayır işleri diye bilinen alandır. Yoksullara, çalışamayacak durumda olanlara, çaresizlere, bir şeylerin kurbanı olanlara yardım, bu alana girmektedir. Belki de bunlar, toplumu değiştirme ve insanı değiştirme amaçlı hizmetlerden daha da hızlı büyüyecektir.
Geçiş dönemlerinde, ihtiyaç içine düşen insanların sayısı her zaman artar. Dünyanın her yanında büyük kitleler halinde mülteciler vardır. Bunlar savaşların, sosyal coşkuların, ırksal, etnik, siyasal, dinsel baskıların, hükümet beceriksizliklerinin ve hükümet zalimliklerinin kurbanı olmuşlardır. En oturmuş ve en istikrarlı toplumlarda bile, bilgi değişimi yüzünden gerilerde kalan insanlar olacaktır. Bir toplumun ve o toplum içindeki nüfusun, işgücü karışımındaki radikal değişikliklere, gerekli becerileri ve bilgileri edinmeye uyum sağlayabilmesi için aradan bir iki kuşak geçmesi gerekmektedir. Tarihteki örneklere baktığımızda görüyoruz ki, hizmet işçilerinin yeniden "orta sınıf düzeyinde bir gelir elde edebilecekleri verim düzeyine yükselmeleri, bir kuşağa yakın zaman gerektirmektedir.
Sosyal hizmetlerin ikinci alanlarında, yani hayır işleriyle ilgili olmayıp, toplumu değiştirmeye, insanları değiştirmeye yönelik alanlarında, ihtiyaçlar da aynı şekilde artacak, hatta belki daha hızlı artacaktır. Bu tür hizmetler eskiden hemen hemen hiç bilinmezdi. Oysa hayır işleri binlerce yıldır bizimle birliktedir. Değişime yönelik hizmetler, son yüz yıl içinde, özellikle ABD'de mantar gibi bitivermiştir. Ama bu hizmetlere önümüzdeki on yıllarda çok daha fazla ihtiyacımız olacaktır. Bunun birinci nedeni, tüm gelişmiş ülkelerde yaşlı nüfusun artmasıdır. Bu yaşlı insanların çoğu yalnız yaşamakta ve yalnız yaşamayı tercih etmektedir. Bir başka neden de sağlık bakım ve tıbbi tedavi alanlarındaki ilerlemeler nedeniyle, sağlık araştırmalarının, sağlık bakım eğitiminin gerekli olmasından, daha çok sayıda tedavi tesislerinin ve hastanelerin gerekmesinden kaynaklanmaktadır. Yetişkin eğitimleri verme gereği giderek artmaktadır. Yalnız anne ya da yalnız baba tarafından büyütülen çocuk sayısının artması da birtakım ihtiyaçlar yaratmaktadır. Toplum hizmetleri sektörü, gelişmiş ülkelerde gerçek "büyüme sektör" lerinden biri olacağa benzemektedir, oysa hayır işlerine duyulan ihtiyacın zamanla tekrar azalacağını umabiliriz.
Bu ihtiyaçların dadı devlet tarafından karşılanması girişimleri büyük ölçüde başarısızlığa uğramıştı ya da en azından, bunlarla ilgili hizmetleri bizzat hükümetin vermesi başarısız olmuştur. Dolayısıyla dadı devlet tecrübesinden çıkarabileceğimiz ilk sonuç, hükümetin sosyal alanda yapıcı ve yönetici olmaktan çekilip, kendini politika yapımcısı rolüne gömmesi gereğidir. Bunun anlamı, sosyal alanda da, tıpkı ekonomik alanda olduğu gibi işlerin dışarıya yaptırılması, taşeronlara verilmesi demektir. Ticari girişimleri yeniden yapılandırırken nasıl destek işlerini, masa memurluğu işlerini, bakım işlerini dışarıya vermeyi planlıyorsak, hükümet de sosyal sektördeki "yapıcılık" işlerini dışarıya vermeye göre yeniden yapılanmalıdır.
Bir ek neden daha vardır, o da hizmet işlerinin ve hizmet işçisinin verimini arttırma ihtiyacıdır. Hükümet, hizmet işçilerinin en büyük işverenidir; ama yine de hükümet kesiminde çalışan hizmet işçileri, en düşük verime sahip olanlardır. Bu insanlar devletin işçisi olarak kaldıkları sürece, verimleri hiç yükselemez. Devlet kuruluşu, bürokrasi olmak zorundadır. Verimi kurallara ve mevzuata tabi kılmak zorundadır (ve öyle yapması da gerekir). Kırtasiyeye gömülü durumda çalışmak zorundadır. Dikkatini alınan sonuçlardan çok, kırtasiye işlemlerinin doğru dürüst yapılıp yapılmadığına yöneltmek durumundadır. Bunu yapmadığı anda, göz açıp kapayana kadar bir hırsızlar çetesi olur çıkar. Ve bütün gelişmiş ülkelerde devlette çalışanların en büyük çoğunluğu, hizmet verme, hizmetleri yönetme, sosyal sektörde yapıcı olma alanında çalışmaktadır, işleri dışarıya yaptırmak, sosyal sektörde işlerin gerçekten yapılması bakımından da çok gereklidir.
…..

Vatanseverlik yetmez

Vatanseverlik, kişinin vatanı için ölmeye hazır olması demektir. Bu yüzyılın başlarında Marksıstler, çalışan sınıfların artık vatansever olmayacağı kehanetinde bulunmuşlardı. Onların bağlılığı, ülkelerinden çok, kendi sınıflarına yönelecekti. Bu kehanetin de doğru çıkmadığı görüldü. İnsanlar, özellikle de çalışan sınıflar, hâlâ vatanları için ölmeye hazırdırlar; en inanmadıkları bir savaş söz konusu olsa bile!
İngiliz hemşire Edith Cavell (1865-1915), Belçika'da yönetmekte olduğu hastanede, kamptan kaçmış birkaç İngiliz savaş esirini sakladığı için Almanlar tarafından idam edilmeye götürülürken, "Vatanseverlik yetmez" demişti. Vatanseverliğin yanı sıra vatandaşlığa da ihtiyaç vardır. Vatandaşlık, kişinin vatanına katkıda bulunmaya hazır ve istekli olmasıdır. Yani vatanı için yaşamasıdır. Vatandaşlığı yeniden diriltmek, kapitalist ötesi toplumun en önemli ihtiyaçlarından biridir.
Vatanseverlik, yani kişinin vatanı için ölmeye hazır olması, evrenseldir. Ama vatandaşlık kesinlikle Batı icadıdır. Atina ve Roma, en parlak dönemlerinde bu ilkeyi baş tacı etmişlerdir. Batı geleneğinin en güzel politik ifadesi, vatandaşlıkla ilgili olanıdır ve Yunan tarihçisi Thucydides'in Atina lideri Perikles'e söylettiği o ünlü nutukta yer almaktadır.
Vatandaşlık, Roma'nın yıkılmasıyla birlikte yok olmuştur. Ortaçağda vatandaş yoktur. Derebeylerinin kendi köylüleri, kentlerin burjuvaları, kilisenin İletişimcileri vardır, ama hiçbirinin vatandaşı yoktur. Japonya'da da 1867'deki Meiji Devrimine kadar vatandaşlar görülmemektedir. Daimyo denilen efendilerin kendi halkları vardır, kent merkezlerinin zenaatçıları, dinsel mezheplerin de müminleri olmuştur. Bunların da hiçbiri vatandaş değildir.
Ulusal devlet, vatandaşlığı yeni baştan icat etmiş, kendini onun üzerine temellendirmiştir. O günden bu yana, vatandaşlığın haklar ve yükümlülükler açısından ne demek olduğu, siyasal teorinin ve siyasal uygulamanın ana konularından biri haline gelmiştir.
Hukuksal bir terim olarak vatandaşlık, bir eylem teriminden çok, bir kimlik terimidir. Siyasal terim olarak baktığımızda, aktif bir adanmışlığı benimsemeyi ifade eder. Sorumluluk, demektir. Kişinin içinde yaşadığı toplumda ve ülkede bir fark yaratması demektir.
Mega devlette siyasal vatandaşlık artık işlememektedir. Ülke küçük bile olsa, hükümet işleri halktan o kadar uzaktır ki, bireyler bir fark yaratamazlar. Bireyler oy verebilir; doğru biçimde oy kullanmanın önemini de son birkaç on yıl içinde acı tecrübelerle öğrenmiş bulunuyoruz. Bireyler vergi verebilir; bunun da anlamlı bir yükümlülük olduğunu son birkaç on yılda yine acı tecrübelerle öğrendik. Ama bireyler sorumluluk alamaz, bir fark yaratmak için eyleme geçemez. Ama buna karşılık, vatandaşlık olmayınca politika boş bir kabuk haline gelmektedir. Evet, milliyetçilik var olabilir. Ama vatandaşlıktan yoksun bir milliyetçilik, dejenere olmakta, vatanseverlikten uzaklaşıp şovenliğe doğru kaymaktadır. Vatandaşlık olmadığı zaman, vatandaşı yaratacak, nihai analizde politik bünyeyi bir arada tutacak o sorumlu adanmışlık da var olamaz. Bir fark yaratmaktan gelen o doyum duygusu, o gurur da olamaz. Bunlar olmadığında, bir siyasal birim, adı ister devlet olsun, ister imparatorluk, ancak bir "güç" olabilir. Ama o zaman onu bir arada tutan tek şey o güçtür. Oysa hızla değişen tehlikeli bir dünyada eylem gösterebilmek için, kapitalist ötesi toplumun vatandaşlığı yeniden yaratması zorunludur.

Topluma duyulan ihtiyaç

Toplumu diriltmek de buna denk bir ihtiyaçtır. Gele• neksel toplumlar artık birleştirici olma güçlerini kaybetmişlerdir. Bilginin bireye verdiği o hareketliliğe ayak uyduramamaktadırlar. Geleneksel toplumları bir arada tutan şeyin, bireylerin ortak yönlerinden çok, baskı ve korku olduğunu da artık öğrenmiş bulunuyoruz.
Günümüzde ailelerin dağılması konusundan pek sık söz edilmektedir. Bu konuda bir dereceye kadar yanlış anlama da vardır. Amerika'daki ve gelişmiş ülkelerin pek çoğundaki evliliklerin boşanmayla sonuçlandığı su götürmez bir gerçektir. Ama yine de bu evlilikler, 100 yıl, 150 yıl önce ne kadar sürüyor idiyse, yine o kadar sürmektedir. Hatta daha bile uzun sürmektedir. 100 ya da 150 yıl önce o evlilikleri çözen şey, boşanmadan çok; ölümdü.
Geleneksel aile bir ihtiyaçtı. On dokuzuncu yüzyıl edebiyatında, bizim bugünkü anlamda "çözülmüş aileler" dediğimiz şeye sık sık rastlarız. Ama bu aileler birbirinden ne kadar nefret etseler, ne kadar korksalar, yine de bir arada kalmaktadırlar. On dokuzuncu yüzyılın bir sözü vardır: "Aile, seni içine alan şeydir". Bizim yüzyılımıza kadar, her türlü sosyal hizmetleri sağlayan şey aileydi.
Ailenin veremediği şeyi başka hiç kimse de veremezdi. Aileye sıkı sıkıya sarılmak şarttı. Ailenin kişiyi dışarı itmesi bir felaketti. 1920'li yıllara kadar Amerikan tiyatro ve sinemasının en tipik kişisi, kızı kucağında gayri meşru bir bebekle eve gelince onu kovan zalim baba tipiydi. O zaman kızın elinde iki seçenek kalıyordu, ya intihar edecek, ya da fahişe olacaktı.
Aile, aslında birçok kimse için daha da çok önem kazanmaya başlamıştır. Ama artık ihtiyaçtan çok, istekli, gönüllü bir sevgi bağı, bir yakınlık, karşılıklı bir saygı söz konusudur. Bugünün gençleri, yeni yetmeliğin isyanlar döneminden çıktıkları anda, anne-babalarına, kardeşlerine yakın olmak için benim kuşağımdan daha fazla ihtiyaç hissetmektedirler.
Ama yine de aile artık toplum değildir. Bununla birlikte insanların bir topluma da ihtiyacı vardır. Özellikle de koskoca kentlere dağıldıkları, çoğumuz gibi banliyölerde yaşamaya başladıkları zaman, insan artık eski zamanın uzak köylerinde yaşarken olduğu gibi, ortak çıkarları, kaygıları, meşguliyetleri, ortak cahillikleri olan, hep birlikte aynı dünyada yaşayan komşulara yaslanamamaktadır. Aile bağları yakın olsa bile, kişi ailesine de pek yaslanamamaktadır. Coğrafi ve mesleki hareketlilik yüzünden, insanlar artık aynı yerde kalamadıkları gibi, aynı sınıf içinde, aynı kültür içinde de kalamamakta, anneleriyle babalarının, kardeşlerinin, kuzenlerinin yaşadığı dünyayı paylaşamamaktadır. Kapitalist ötesi toplumda ihtiyaç duyulan toplum, özellikle de bilgi işçisinin ihtiyaç duyduğu toplum, fiziksel yakınlığın ve tek başmalığın zorlamasıyla gelen bir toplum olmaktan çok, adanmışlığa ve anlayışa dayalı bir toplum olmak zorundadır.

YOK OLAN FABRİKA TOPLUMU

Kırk yıl önce, ben böyle bir toplumun işyerinde ortaya çıkacağını sanıyordum. 1942'de yazdığım The Future of Industrial Man (Sanayi insanının Geleceği) adlı kitabımda olsun, 1949'da yazdığım The New Society (Yeni Toplum) kitabımda olsun (bunların her ikisi de yakında Transaction Publishers kuruluşu tarafından yeniden yayımlanacaktır), hattâ 1954'te yazdığım The Practice of Management (Yönetimin Uygulaması) kitabımda olsun, hep fabrika toplumundan söz ettim, orayı kişiye bir mevki ve bir işlev kazandıran, ona öz yönetim sorumluluğu veren bir yer olarak gördüm.
Japonlar bunu büyük ölçüde anlamış bulunmaktadırlar. Ama daha önce de dediğim gibi, fabrika toplumu Japonya'da bile uzun süre işlemeyecektir, en azından bilgi işçileri için işlemeyecektir. Japon fabrika toplumunun bir ait olma kavramına dayalı olmaktan çok, bir korkuya dayalı olduğu artık açıkça anlaşılmaya başlamıştır. Japonya'nın kıdeme göre ücret arttırımı uygulayan büyük şirketlerinden birinde çalışan işçi, 30 yaşını geçtikten sonra işini kaybederse, ömrünün sonuna kadar bir daha istihdam edilemez duruma düşmektedir. Ama Japonya 1960'larda bile ciddi istihdam darlıkları yaşarken bugün ciddi emekçi darlıkları yaşamaya başladığı için bu da artık hızla değişmektedir.
Batı'da fabrika toplumu hiçbir zaman kök salmamıştır. Ben yine de işçiye mümkün olduğu kadar sorumluluk ve öz kontrol olanağı verilmesini şiddetle savunmaktayım. Bu fikirler, fabrika toplumunu savunurken de dayandığım ana fikirlerdir. Bilgiye dayalı kuruluş, kesinlikle sorumluluğa dayalı kuruluş haline gelmek zorundadır.
Ama bireyler, özellikle de bilgi işçileri, anlamlı bir sosyal yaşama, kişisel ilişkilere, işlerinin ve çalıştıkları kuruluşun dışında, hataâ kendi ihtisas alanlarının dışında birtakım katkılara ihtiyaç duymaktadırlar.

Vatandaş olarak gönüllü

Bu ihtiyacın karşılanabileceği alan, sosyal sektördür. Bireyler işte orada katkıda bulunabilirler. Sorumluluklar üstlenebilirler. Bir fark yaratabilirler. "Gönüllü" olabilirler. Bu, ABD'de şimdiden başlamış durumdadır.
Diğer gelişmiş ülkelerin hemen hemen hepsinde, gönüllülük geleneği, sosyal devlet tarafından ezilip yok edilmiştir. Örneğin Japonya'da eskiden tapmaklar ve Shinto kutsal yerleri, yerel gönüllülerin güçlü katılımıyla aktif toplum hizmet merkezleri halinde işlerdi. 1867 Meiji Devrimi ülkeyi "batılılaştırdı", dini de hükümet işlevlerinden biri haline getirdi. Kısa zamanda gönüllüler ortadan kayboldu, tapınaklardaki toplum hizmetleri de silindi gitti. İngiltere'de on dokuzuncu yüzyıl boyunca hayır işleri, toplumun bir işleviydi ve varlıklı kimselerin sorumluluğu olarak görülürdü. 1890'dan sonra, hükümetin toplum efendisi olarak görülmesi yaygınlaşırken, bunun da çoğu yok oldu. Londra'da 1878 yılında kurulan Salvation Army, Victoria döneminin zengin toplum hizmet kültürlerinden günümüze kadar gelebilmiş pek az sayıda örnekten biridir. Fransa'da da devletin düzenleyip kontrol etmediği her türlü toplum faaliyeti, Napoleon zamanından beri "kuşkulu" sayılmakta, hatta bir tür başkaldırı sayılmaktadır.
Amerika'da dinsel mezhep sayısının çokluğu, eyalet, kent ve sınır yerleşim yerleri geleneğinde yerel özerkliğe önem verilmesi, sosyal faaliyetlerin siyasallaştırılmasını ve merkezileştirilmesini yavaşlatmıştır. Sonuç olarak o ülkede bugün bir milyon kadar kamu yararına kuruluş, sosyal sektörde faaliyet göstermektedir. Bunlar Gayri Safi Milli Hasıla’nın yaklaşık onda birini temsil etmektedirler. Topladıkları bu paraların dörtte biri halktan aldıkları bağışlar, diğer dörtte biri hükümetin belirli işler karşılığında onlara ödediği para (örneğin sağlık bakım gider iade programlarını yönetmek gibi), geri kalanı da sağladıkları diğer hizmetlere karşı aldıkları paralardır (bunun da örneği, özel üniversitelere devam eden öğrencilerin ödediği eğitim ücreti ya da artık her Amerikan müzesinde görülen "sanat dükkânlarında satılan eşyalardan kazanılan paradır).
Gönüllü kuruluşlar, bugün Amerika'nın en büyük işvereni durumundadır. Her iki yetişkin Amerikalıdan biri, yani toplam doksan milyon insan, haftanın en az üç saatinde "ücretsiz memur" olarak, yani gönüllü olarak bu tür kuruluşlarda çalışmakta kilise ve hastanelerde, sağlık bakım kurumlarmda, Kızıl Haç gibi toplum hizmetlerinde, izcilik kuruluşlarında, Salvation Army ya da Alcoholics Anonymus gibi rehabilitasyon hizmetlerinde, dayak yiyen kadınlara barınak sağlamada, kent sokaklarının Siyah çocuklarına özel dersler vermekte hizmet sunmaktadırlar. 2000 ya da 2010 yılında bu ücretsiz çalışan insanların sayısının 120 milyona ulaşacağı, bu işlere verdikleri sürenin de haftada beş saate yükseleceği öngörülmektedir.
Bu gönüllüler artık "yardımcı" değildir. "Ortak" olmuşlardır. ABD'deki kâr amacı gütmeyen kuruluşların çoğu, ücretle full-time çalıştırdıkları bir yönetici tutmaktadır. Ama yönetim ekibinin geri kalanı giderek daha büyük ölçüde gönüllülerden oluşmaktadır. Kuruluşu giderek daha çok onlar yönetmektedir. En büyük değişiklik de Amerika’nın Katolik kilisesinde gerçekleşmiştir. Mezheplerin bir tanesinde artık işlerin çoğunu "cemaat yöneticisi" seçilen kadınlar üstlenmiştir. Papazlar ayini yapmakta, kutsamaları yerine getirmektedir. Onun dışındaki her şey, tüm sosyal işlerle toplum işleri de dahil olmak üzere, "ücretsiz elemanlar" yani "cemaat yöneticisi" emrinde çalışan gönüllüler tarafından yapılmaktadır.
ABD’de gönüllü katılımının böylesine yükselmesi, ihtiyaçta bir artış olduğu için değildir. Bu gönüllü insanların kendileri, topluma bir katkıda bulunmak, bir adanmışlık göstermek için baskı yapmışlardır. Yeni gönüllülerin büyük çoğunluğu, emekli olmuş kimseler de değildir. Karı-koca çalışan ailelerin bireyleridir. Otuz-kırk yaşında, iyi eğitim almış, halleri vakitleri yerinde, oldukça da meşgul kimselerdir. Çalışmakta oldukları işi sevmektedirler. Ama "bir fark yaratacak" bir şeyler daha yapmak istemektedirler. Bu bir Kutsal Kitap öğretim dershanesi de olabilir, Siyah çocuklara çarpım tablosunu öğretmek de olabilir, uzun süre hastanede yattıktan sonra taburcu olup evine dönen yaşlıları birer birer ziyaret etmek, rehabilitasyon egzersizlerinde onlara yardım etmek de olabilir.
Belki de ABD'nin gönüllü kuruluşlarının bu çalışanlara verdiği şey, çalışanların sunduğu hizmetlerden daha önemlidir.
Kız İzciler Kuruluşu, radikal biçimde entegre olmuş Amerikan kuruluşlarından biridir. Kızlar oymakları içinde, renkleri ya da ulusal kökenleri ne olursa olsun yani Beyaz da, Siyah da, İspanyol kökenli de Asyalı da olsalar bir arada çalışıp bir arada eğlenmektedirler. Ama Kız İzcilerin 1970 yılında başlattığı bu entegrasyonun en önemli katkısı, çok sayıda anneyi kendine çekebilmesi olmuştur. Her kökenden anneler gönüllü olarak liderlik pozisyonlarını üstlenmiş, entegre toplum işlerine katılmışlardır.
Yine aynı şekilde, yüzyılımızın son on yılı içinde belki Amerika’nın en önemli sosyal olgusu olan o hızlı büyümeyi sergileyen "pastoral" kiliselerin de en çekici yanı, gönüllülere sunabildiği etkin toplum katkısı olanaklarıdır. Bu kiliselerin kadroları hemen hemen tümüyle gönüllülerden oluşmaktadır. En büyüklerinden bir tanesinin 13.000 üyesi, ama yalnızca 150 tane ücretli elemanı vardır, baş papaz da buna dahildir. Buna rağmen, hiçbir geleneksel kilisenin yapamadığı kadar çok sosyal iş yapmaktadır. Cemaata katılan herkesin, birkaç pazar oraya geldikten sonra, kilise faaliyetlerine katılması beklenmektedir. Görevi ya kilisenin içinde ya da topluma dönük bir şey olacaktır. Birkaç ay sonra kendisinden o faaliyetin yöneticiliğini üstlenmesi istenecektir. Herkesin "lider" olması beklenmektedir.
Sosyal sektör içinde ya da sosyal sektör kanalıyla gelen vatandaşlık, kapitalist ötesi toplumun ve kapitalist ötesi politikanın hastalıklarını hepten geçirecek bir sihirli çare değildir. Ama bu, bozukluklarla uğraşmakta bir ön şart sayılabilir. Bir kere, vatandaşlığın simgesi olan sivil sorumluluk bilincini sağlamaktadır, sivil gurur denilen kavram da zaten bir toplumun en belirgin işaretidir.
Toplumun ve toplum kuruluşlarının, bu arada vatandaşlığın çok fazla zarar gördüğü yerlerde, ihtiyaç elbette ki daha da büyük olacaktır. Buna örnek, eski komünist ülkelerdir. Bu ülkelerde hükümet yalnız gözden düşmekle kalmamış, tümüyle iktidarsızlaşmıştır. Bu ülkeleri, örneğin Çekoslovakya, Kazakistan, Rusya, Polonya, Ukrayna gibi ülkeleri komünistlerden devralıp şimdi yönetmeye başlayan hükümetlerin, esasta hükümetler tarafından yapılması gereken işleri doğru dürüst yapabilmesi bile yıllar alacaktır. Bunlar; parayı ve vergileri yönetmek, askeri kesimi ve mahkemeleri düzenlemek, dış ilişkileri yürütmek gibi görevlerdir. Bu arada, toplumun ihtiyacı olan sosyal hizmetleri ve siyasal sistemin ihtiyaç duyduğu liderlik gelişimini sağlayacak olan da, sosyal sektörün gönüllülere dayalı olan, insanların ruhsal enerjilerinden yararlanan kuruluşları olmak zorundadır.
Çeşitli toplumlar ve çeşitli ülkeler elbette ki kendi sosyal sektörlerini farklı biçimlerde yapılandıracaklardır. Örneğin kiliselerin, hâlâ çok daha dindar Hıristiyan olan Amerika'da oynayabildikleri kilit rolü Batı Avrupa'da oynayabileceklerini düşünmek zordur. İstihdam toplumu üyeliği Japonya'da yine toplumun merkez odak noktası olarak kalabilir. Ama gelişmiş ülkelerin hepsi, özerk, kendi kendini yöneten sosyal sektör kuruluşlarına ihtiyaç duymaktadır. Çünkü gerekli toplum hizmetlerini vermek zorundadır. İhtiyacın asıl nedeni de toplum bağlarını yeniden sağlamak, vatandaşlığı diriltmek amacından kaynaklanmaktadır. Tarihe baktığımızda, toplumun bir kader olduğunu görürüz. Kapitalist ötesi toplumda ve politikada ise toplum bir adanmışlık haline gelmiştir.
Sh:237-250
**

BİLGİ: EKONOMİSİ VE VERİMİ

İlk bakışta, kaynak olarak bilgiye dönüş, ekonomiyi pek de etkilemiyormuş gibi görünür. Bütün olayın, "kapitalist ötesi" olmaktan çok "kapitalist" bir görünümü vardır. Ama görünüşe aldanmamakta da yarar vardır.
Ekonomi elbetteki piyasa ekonomisi olarak kalacaktır; hem de bir dünya pazarı ekonomisi olacaktır. Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki dönemin, yani "planlı” ekonomilerin bulunduğu ve "sosyalist" ülkelerin olmadığı dünya pazarı ekonomisinden de daha ötelere uzanacaktır. Piyasanın ekonomik faaliyetlerin düzenleyicisi olması konusuna yönelik eleştirilerin kökü ta Aristo'ya kadar dayanır. Suçlamaların pek çoğu da sağlam temellere dayanmaktadır. Ama Karl Marx kadar anti-kapitalist biri de yüz yılı aşkın bir süre önce, piyasanın tüm kusurlarına rağmen, diğer ekonomik faaliyet düzenleme yollarının hepsinden üstün olduğunu söylemiştir ve son kırk yıl da bunu gerçek anlamda kanıtlamış bulunmaktadır. Piyasayı üstün kılan şey de zaten ekonomik faaliyetleri enformasyonun çevresinde düzenliyor olmasıdır.
Ama dünya ekonomisi bir piyasa ekonomisi olarak kalıp, piyasanın kurumlarını korurken, içeriği büyük ölçüde değişmiş bulunmaktadır. Eğer hâlâ "kapitalist" ise, artık "enformasyon kapitalizmi" söz konusudur. Son kırk yıl boyunca ekonominin merkezine yerleşmiş olan sanayiler artık bilgi ve enformasyonun üretimi ve dağıtımıyla ilgilidir, malların üretimi ve dağıtımıyla değil. İlaç sanayiinin de asıl ürünü bilgidir; çünkü o haplarla o reçete ilaçları, bilginin paketlenmesinden başka bir şey değildir. Telekomünikasyon sanayileri vardır, bilgisayar, semi-kondüktör, yazılım gibi enformasyon işleme araç ve gereçlerini üreten sanayiler vardır. Enformasyon üretip dağıtanlar da vardır; onlar da sinema filmleri, televizyon programları, CD’lerdir. Bir de ticari amaca yönelik olmadığı halde bilgi üretip uygulayanlar, yani eğitim ve sağlık bakım hizmetleri gibileri vardır. Hele bunlar, tüm gelişmiş ülkelerde bilgiye dayalı ticari kurumlardan bile çok daha hızlı büyümüşlerdir.
Eski kapitalizmin "süper zenginleri" on dokuzuncu yüzyılın çelik krallarıydı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik canlanma döneminin "süper zenginleri" ise bilgisayar yapımcıları, yazılım üreticileri, televizyon program yapımcıları ya da Ross Perot gibileridir, yani enformasyon sistemlerini kurma ve işletmeye yönelik bir iş kurmuş olanlardır. Perakendecilik dalında kazanılan büyük servetlere gelince, örneğin ABD'de Wal Mart'ın Sam Walton'ı, Japonya'da Ito-Yokado'nun Mâsatoshi Ito'su, İngiltere'de Sainsbury kardeşler gibileri, bu eski iş dalını enformasyon çevresinde yeni baştan düzenledikleri için büyüyebilmişlerdir.
Aslında eski sanayiler arasında, şu son kırk yıl içinde hangilerinin büyüdüğüne bakarsanız, bunların hep kendilerini bilgi ve enformasyon çevresinde örgütleyenler olduğunu görürsünüz. Entegre çelik tesisleri artık modası geçmiş şeylerdir. Düşük ücretli işçilerin çalıştığı ülkelerde bile, bunlar artık mini tesislerle rekabet edememektedir. Ama mini tesis, çeliğini ısının çevresinde değil, enformasyonun çevresinde üreten bir kuruluştur.

Artık malları üretip taşımakla servet kazanılması mümkün değildir. Hatta günümüzde parayı kontrol etmekle bile çok büyük kârlar elde edilemez.

1910 yılında Avusturya-Alman sosyalisti Rudolf Hilferding (1877-1941), "finans Kapitalizmi” diye bir terim bulmuştur. Bunun artık kapitalizmin en son aşaması olacağını, ondan sonra da sosyalizmin geleceğini söylemiştir. Kapitalist bir ekonomide bankaların paraya ne ödediği ve onu verirken ne aldığı arasındaki farkın giderek çok fazla genişlediğine işaret etmiştir. Sonuçta bankalar ve bankerler tek para kazananlar olacak, kapitalist ekonomiyi onlar yönetecek, demiştir.
Birkaç yıl sonra Lenin bu tezi alıp kendi komünizmine temel teori olarak kullanmıştır. Sovyet planlamasının neden devlet bankası çevresinde düzenlendiğini, neden banka kredilerinin tahsisi yoluyla kontrol edildiğini böylece daha iyi anlayabiliyoruz.
Finans kapitalizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında hâlâ sosyalist dogma sayılıyordu. Buradan da İngiltere'nin ilk savaş sonrası İşçi Partisi hükümetinin neden İngiltere Bankası'nı derhal devletleştirdiğini, birkaç yıl sonra daneden Fransa'daki sosyalist hükümetin belli başlı ticari bankaları devletleştirme yoluna gittiğini öğreniyoruz.
Ama ticari bankalar zaten her yerde başı dertte kuruluşlardır. Parayı alırken ne ödedikleri ile verirken ne aldıklarını düşünürseniz, aradaki farkın sürekli olarak azaldığını görürsünüz. Para ticareti yaparak kazandıklarıyla doğru dürüst bir kâr sağlayamazlar. Giderek hayatlarını kazanabilmek için enformasyon karşılığında ücret alma yoluna gitmektedirler.
Geleneksel kaynakların, yani emeğin, toprağın ve sermayenin (para) getirisi giderek azalmaktadır. Servet kazanan kaynaklar, ancak enformasyon ve bilgidir.

BİLGİ EKONOMİSİ

Bilginin bir ekonomik kaynak olarak davranışını bugün için tam anlamıyla kavrayamamış durumdayız. Henüz bir teori geliştirip onu sınayacak kadar tecrübe sahibi olamadık. Şu an için tek söyleyebileceğimiz, böyle bir teoriye ihtiyacımız olduğudur. Bilgiyi servet üretme sürecinin merkezine yerleştiren bir ekonomik teori gereklidir bize. Bugünün ekonomisini, ancak böyle bir teori açıklayabilir. Ekonomik büyümeyi de ancak bu teori açıklayabilir. Yeniliği de öyle. Japon ekonomisinin nasıl işlediğini, hepsinden önemlisi de, niçin işlediğini bize anlatacak olan da yalnızca bu teoridir. Yeni gelenlerin, özellikle high-tech alanında, nasıl olup da kaşla göz arasında tüm rakiplerini piyasadan silebildiğim, hem de o rakipler siperlere iyice yerleşmiş olduğu halde bunu nasıl başarabildiğini; örneğin Japonların tüketici elektroniğine ve ABD oto sanayiine bu işi yapabildiğini de bize anlatabilecek, bu teoriden başka bir şey yoktur.
Şu ana kadar, bilgi konusunda bir Adam Smith ya da David Ricardo belirmiş değildir. Ama bilginin ekonomik davranışıyla ilgili ilk çalışmalar yavaş yavaş ortalıkta gözükmeye başlamıştır.
Bu çalışmaların açık seçik ortaya koyduğuna göre, bilgiye dayalı ekonomi, şimdiki teorinin bir ekonomiye yakıştırdığı biçimde, yani uygun biçimde davranmamaktadır. Bu nedenle de yeni ekonomik teorinin, yani bilgiye dayalı ekonomi teorisinin, Keynesçi, neo-Keynesçi, klasik ya da neo-Klasik olsun şimdiki ekonomik teoriden çok farklı olacağını biliyoruz.
İktisatçıların temel varsayımlarından biri, kaynakların tahsisinde ve ekonomik ödüllerin dağılımında esas modelin "tam rekabet" olduğudur. "Kusurlu rekabet" ise gerçek dünyada çok sık rastlanan bir şeydir. Ama ekonomiye dıştan gelen müdahalelerin sonucudur, yani onu tekeller, patent koruma önlemleri, hükümet mevzuatı, vb. gibi şeyler yaratır. Oysa bilgi ekonomisinde kusurlu rekabet, ekonominin kendi yapısında var olan bir şeymiş gibi gözükmektedir. Bilginin ilk uygulanışından ve ondan ilk yararlanmışından (yani "öğrenme grafiği" diye bilinen şeyden) kazanılan avantajlar, kalıcı ve geriye dönülmez olur. Bunun gösterdiği şey ise, serbest ticaret ekonomisinin de korumacılığın da kendi başlarına ekonomik politika olarak İşleyemeyeceğidir. Bilgi ekonomisi görünüşe göre her ikisine de dengeli biçimde ihtiyaç duymaktadır.
İktisatçıların bir başka temel varsayımı da, bir ekonominin ancak ya tüketimle ya da yatırımla belirlenebileceğidir. Keynesçilerle neo-Keynesçiler (Milton Friedman gibi), olayı tüketime bağlarken, klasiklerle neo-Klasikler ("AvusturyalIlar" gibi) yatırıma bağlamaktadır. Bilgi ekonomisindeyse görünüşe göre ikisi de asıl etken değildir. Ekonomide tüketim arttığı zaman daha çok bilgi üretildiği yolunda tek bir kanıt bile yoktur. Ama yatırımların artmasının da daha fazla bilgi üretimine yol açtığının kanıtı yoktur. En azından, tüketimin artmasıyla bilgi üretiminin ya da yatırımın artmasıyla bilgi üretiminin arasında geçen zaman öylesine uzundur ki, bir analize yer bırakmamaktadır ve bu ekonomik teorilerin ya da politikaların ikisini de bir ilişkiye oturtmayı imkânsız kılmaktadır.
Geleneksel ekonomik teoriyle uyuşmazlık gösteren bir başka nokta da, değişik tür bilgiler arasında bir ortak paydanın yokluğudur. Farklı tarlalarda farklı bitkiler üretilir, ama bunların fiyatlarını tayin eden, o farklılıklarıdır, yani çıktı miktarıdır. Yeni bilgiye gelince, bunlar üç türlüdür. Önce, sürecin, ürünün, hizmetin sürekli iyileştirilmesi vardır; Japonlar bunu en iyi başarmakta ve adına kaizen demektedirler. İkincisi işlemedir, yani var olan bilginin sürekli olarak işlenmesi, ondan yeni ve farklı ürünler, süreçler ve hizmetler elde edilmesidir. Sonuncusu da gerçek yeniliktir. Bilgiyi uygulayıp ekonomide (ve toplumda) değişiklik yapmanın bu üç yolu, bir arada ve aynı zamanda uygulanmak zorundadır. Hepsine aynı derecede ihtiyaç vardır. Ama ekonomik özellikler, yani maliyetler ve maliyetlerin ekonomik etkileri, kalitatif olarak farklıdır. Şu ana kadar, bilgiyi kantifiye etmek, yani niceleştirmek mümkün olmamıştır. Bilgiyi üretmenin ve dağıtmanın kaça mal olacağını elbette ki tahmin edebiliriz, ama "ne kadar üretilmiştir", "bilginin geri dönüşü" deyince neyi kastediyoruz... bunları bilemeyiz. Oysa ekonomik olayları kantitatif ilişkiler halinde ifade etmedikçe, ortada bir ekonomik teori olamaz. O olmayınca da rasyonel bir seçim yapmaya olanak yoktur. Ekonomilerin ana ruhu da zaten rasyonel seçimlerdir.
Hepsinden önemlisi de bilginin miktarı, yani kantitatif yönü, o bilginin verimliliği, yani kalitatif etkisi kadar önemli olamaz. Bu, eski bilgi için de geçerlidir, yeni bilgi için de.

BİLGİNİN VERİMİ

Bilgi ucuza elde edilemez. Bütün gelişmiş ülkeler, Gayri Safi Milli Hasılalarının yaklaşık beşte birini bilginin üretimine ve dağıtımına harcamaktadırlar. Formel okul eğitimi, yani kişilerin işgücüne katılmadan önce aldıkları eğitim, Gayri Safi Milli Hasıla'nın aşağı yukarı onda birini götürmektedir (Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana bu oran % 2'den yükselerek bu duruma gelmiştir). İstihdam veren kuruluşlar da elemanlarının sürekli eğitimini sağlamak için Gayri Safi Hasıla’nın ayrıca % 5’ini daha harcamaktadırlar ... bu rakam daha da yüksek olabilir. Bunlardan ayrı olarak, Gayri Safi Milli Hasıla’nın % 3 ile 5 arasında bir oranı da araştırma-geliştirmeye harcanmakta, yani yeni bilgilerin üretilmesine gitmektedir.
Gayri Safi Milli Hasılaları’nm buna benzer bir oranını geleneksel sermaye (yani parasal sermaye) oluşturmak için harcayan pek az ülke olduğu kesindir. Japonya'da ve Almanya'da, yani en yüksek oranda sermaye formasyonuna sahip iki ülkede bile, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana geçen kırk yıl içinde bu oran Gayri Safi Milli Hasıla'nın beşte birine ancak en ateşli yeniden yapılanma dönemlerinde ulaşılabilmiştir. ABD'de sermaye formasyonu uzun yıllar boyunca Gayri Safi Milli Hasıla'nın %20'sine yükselmemiştir. Bilgi formasyonu bu nedenle her gelişmiş ülkede daha şimdiden en büyük yatırımı temsil etmektedir. Bir ülkenin ya da bir şirketin bilgiden ne kadar bir kazanım elde edeceği, kuşkusuz giderek onun rekabet edebilirliğini tayin eden etken durumuna gelecektir. Bilginin verimi giderek ekonomik ve sosyal başarının saptayıcı etkeni, hatta tüm ekonomik performansın da saptayıcı etkeni durumuna gelmektedir. Ayrıca, bilginin veriminde çok büyük farklar bulunduğunu da biliyoruz. Bu, hem ülkeler arasında, hem sanayiler arasın-da, hem tek tek kuruluşlar arasında böyledir. Birkaç örnek vermek de mümkündür.

İngiltere, bilimsel ve teknik bilgi üretimi açısından baktığımızda, ikinci Dünya Savaşı sonrası dönemde dünyanın ekonomik lideri durumundadır. Antibiyotikler, jet motorları, vücut seminer'lan, hatta bilgisayar bile hep Ingiltere'nin geliştirdiği şeylerdir. Ama Ingiltere bu bilgi ulaşımlarını başarılı ürün ve hizmetlere dönüştürmeyi gerçekleştirememiştir, onları istihdama, ihracata, piyasa payına dönüştürememiştir. İngiliz ekonomisinin yavaş ve sürekli erozyonunun kökünde, her şeyden çok, bilgilerin böyle verimsiz oluşu yatmaktadır.

Aynı tehlike sinyalleri bugün Amerikan toplumundaki bilgi verimi konusunda da ortaya çıkmıştır. Peşpeşe sanayiler, mikrochip'ten faks makinesine, takım tezgâhlardan fotokopi makinelerine kadar her türlü ürünü üreten Amerikan firmaları, durmadan yeni teknolojiler geliştirmiş, sonra Japon şirketlerinin bu ürünleri geliştirip piyasaları kapmasına seyirci olmak zorunda kalmıştır. ABD'de bilginin her ek çıktısı için her ek çıktı, belli ki Japon rakiplerinkinden daha düşüktür. ABD'nin bilgi verimi çok önemli alanlarda geride kalmaya başlamıştır.
Almanya daha değişik bir örnektir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’sı, en azından 1990'daki birleşmeye kadar, çok çarpıcı bir ekonomik başarı sergilemiştir. Çoğu sanayilerde, bu arada bankacılık ve sigortacılıkta, Batı Almanya’nın güçlü liderlik pozisyonu, imparatorluk Almanyası'ndan ve Hitler öncesi Almanya’dan daha öndeydi. Birbirini izleyen yıllar boyunca Batı Almanya, örneğin sermaye ihracatında kişi başına ABD’nin dört katı, Japonya'nın üç katı düzeylere ulaştı. Demek ki Batı Almanya’nın eski bilgide çok yüksek bir verimi vardı. Onu kullanmakta da, geliştirmekte de, uygulamakta da. Ama yeni bilgi verimi çok düşüktü. Özellikle high-tech alanlarda, bilgisayarlarda, telekomünikasyonda, ilaç sanayiinde, ileri malzemelerde, biyogenetikte ve bu gibi alanlarda öyleydi. Oransal olarak baktığımızda, Batı Almanya'nın da bu alanlara ABD'nin yatırdığı kadar para yatırdığını, hatta belki daha çoğunu yatırdığını görüyoruz. Önemli bir miktarda yeni bilgi ürettiği de doğrudur. Ama bu yeni bilgileri başarılı yeniliklere dönüştürmekte başarısızlık göstermiştir. Yeni bilgi, verimli olacağı yerde, enformasyon olarak kalmıştır.
En öğretici örneği ise Japonya sağlamaktadır. Son kırk yıl boyunca Japonya hem eski tür imalatta, hem de yeni ve bilgiye dayalı sanayilerde çok başarılı olmuştur. Ama Japonya'nın meteor gibi yükselişi, bilgiyi üretmeye dayalı değildir. Teknolojide ve yönetimde Japonya'nın bilgileri hep başka yerlerde üretilmiştir, çoğu da ABD üretimidir. Japonya’da ülke içi bir bilgi temeli oluşturma yolundaki ciddi çabalar, ancak 1970'lerde başlayabilmiştir. Günümüzde, 1990'lı yıllarda bile, Japonya çoktan dünyanın ikinci en büyük gücü olduğu halde, ülke hâlâ ihraç ettiğinden fazla bilgi ithal etmektedir. Aslında Japonlar pek çok yönetim bilgisi ithal ettikleri halde, teknolojik alanda pek de çok bilgi ithalatı yapmış da sayılmazlar. Ama ellerine hangi bilgileri geçirdilerse, bunları olağanüstü bir başarıyla verime dönüştürebildiler.
Kaynakların verimi konusunun kapitalist ötesi toplumun ekonomisinde tümüyle en önemli konu olacağına işaret eden durumlar vardır. Kaynakların verimi, çevreyle ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin altında yatan şeydir. Parasal sermaye konusunda da bir verim sorunuyla karşılaşıyoruz ve o sorunun da, bilgi sermayesinin veriminde karşılaştığımızla çok benzeştiğini görüyoruz.
Parasal sermayenin verimini iktisatçılar İkinci Dünya Savaşı’na kadar görmezden gelmişlerdir. Marx da dahil olmak üzere hemen hemen hepsi, sermayenin veriminden çok, miktarı üzerinde düşünmüşlerdir. Keynes bile, ancak biriktirilen parayla yatırım yapılan para arasında bir ayrım yapmıştır. O yatırım bir kere yapılınca, mutlaka verimli olacağını varsaymıştır.
Ama İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda, bizler artık; "Yatırım yapılan ek birim para acaba ne kadar ek üretim getiriyor?" gibi sorular sormaya başlamış bulunuyoruz. İşte o zaman, parasal sermayenin verimiyle ilgili bazı farklar olduğu ve bu farkların önemli, hem de çok önemli olduğu ortaya çıkıyor.
Sermayenin verimiyle ilgili kaygıların ilk uyanışı, 1950'lerin sonlarıyla 1960’ların başlarına rastlamaktadır ve o dönem de merkezi planlamanın bütün dünyada yaygın olduğu dönemdir. İnsanların o sıralarda sorduğu sorular yalnızca; "Acaba ekonomiyi yönetmek için Sovyetler'in tepeden gelme Beş Yıllık Planlar yöntemi mi daha iyidir, yoksa Fransızların konsensüs sonucu oluşturduğu Plan lndicatif yöntemi mi?" biçimindeydi. Ama planlamadan doğan sonuçların, hem toplam çıktı, hem de yatırım birimi başına çıktı açısından, piyasanın yapacağı plansız sermaye tahsisinden çok daha üstün olduğu konusunda herkes görüş birliği içindeydi.
Fiili performansı ölçme konusundaki ilk girişimler, her iki tip planlama altında da sermaye veriminin çok düşük olduğunu ve sürekli olarak daha da düştüğünü kesinlikle gösterdi. Bu ölçümler, merkezi planlama altında, yatırımlara eklenen sermaye birimlerinin çıktıya giderek daha az katkıda bulunduğunu ortaya koydu.
Fransızlar hemen harekete geçti. Plan lndicatif’i rafa kaldırdılar, ekonomik planlamadan da tümüyle vazgeçtiler. Eğer Fransa 1960'ların başlarında rotasını böyle 180 derece değiştirmemiş olsaydı, bugün durumu Doğu Almanya'ya çok benzeyecekti.
Sovyet planlamacıları ise planlamayı sürdürdüler. Sovyet İmparatorluğu'nda sermayenin verimi düştükçe düştü, sonunda eksi duruma geçti. Brejnev döneminde tarımsal yatırımlar yükseldi, sonunda savunmaya yöneltilmemiş olan paranın aslan payını alır duruma geldi. Ama Ruslar tarıma ne kadar para dökerlerse döksünler, hasat da bir o kadar küçülmeye başladı. Sermaye veriminin eksi değeri Rusya'daki sivil sanayileri de sarmaya başladı. Savunma sektöründe ne olduğu konusunda elimizde enformasyon yoktur. Sonunda Sovyet ekonomisinin çöküşü, her şeyden çok, sermaye veriminin çökmesi yüzündendir.
Artık biliyoruz ki merkeziyetçilik, parasal sermayenin verimini kösteklemektedir. Dünya Bankası'nın Üçüncü Dünya'da yaptığı dev yatırımlar, merkezi planlama sonucu değildi. Ama yine de son derece merkezi nitelikteydiler ve hâlâ da öyledirler. Verimleri her zaman düşük olmuştur. Dev boyda çelik tesisleri gibi göze çarpan anıtlar dikilmesinde kullanılmışlardır. Ama genelde bakıldığında, "çarpan" etkileri çok az olmuştur. Fabrika kapılarının dışında yarattıkları istihdam sayısı çok azdır. Ekonomik bakımdan, kârlılık bir yana, başabaş duruma gelmeleri bile ender rastlanan bir olaydır. Bu nedenle de ulusal ekonomiye yeni yatırım sermayesi sağlayacakları yerde, o ekonominin üzerinde bir yük olmuş kalmışlardır.
Merkezi planlamayla merkeziyetçiliğin, tıpkı parasal sermayeyi verimsiz kıldıkları gibi, bilgi sermayesini de verimsiz kılması son derece mümkündür.
Şu ara Japonların "high-tech" bilgiler konusundaki planlaması, Rusların ve Fransızların 30 yıl önce ekonomik gelişmeyi planlamaları kadar hızlı gitmektedir. Ne var ki, elde edilen sonuçlar şu ana kadar hiç de etkileyici değildir. Japonların high-tech sanayilerdeki zaferlerinin o hükümet planlarıyla pek az ilgisi vardır. O planların çoğu başarısız olmuştur. Buna bir örnek, "Beşinci Kuşak" süper bilgisayarı geliştirme yolundaki o iddialı plandır. Japonları hükümetin desteklediği "konsorsiyumlar" yoluyla yenmeyi amaçlayan çeşitli ABD planları da apayrı bir örnek oluşturmaktadır, çünkü bu da yeniliğin merkezileştirilmesi anlamına gelmiş, sonunda başarısız olmuştur.
Yenilik, yani bilginin kullanılmasıyla yeni bilgiler yaratılması, Amerikan folklorunun dediği kadar da "ilham"a bağlı değildir, bireyler tarafından garajlarında gerçekleştirilen şeyler de değildir. Bu iş bir sistematik, bir çaba, yüksek düzeyde bir örgütlenme gerektirmektedir. Ama aynı zamanda, ademi merkezileşmeyi ve çeşitlendirmeyi, yani merkezi planlamayla merkezileşmenin tam tersini de gerektirmektedir.

YÖNETİM GEREKLERİ

Merkezileşme, ademi merkezileşme ve çeşitlendirme gibi terimler, ekonomi terimleri değildir. Bunlar yönetim terimleridir. Bilgi yatırımının verimi konusunda elimizde bir ekonomik teori yoktur, belki hiçbir zaman da olamayacaktır. Ama yönetim bilgilerimiz vardır. Her şeyden önce, bilgiyi verimli kılmanın bir yönetim sorumluluğu olduğunu biliyoruz. Bu iş hükümet tarafından yapılamaz. Ama piyasa güçleri tarafından da yapılamaz. Çünkü bir sistematik gerektirir, bilginin bilgiye organize biçimde uygulanmasını gerektirir.
Belki birinci kural, bilginin sonuçlar getirme konusuna yüksek biçimde yönlendirilmesidir. Atılan adımlar küçük ve önemsiz olabilir. Ama amacın iddialı olması şarttır. Bilginin verimli olması için ancak bir fark yaratacak biçimde uygulanması gerekir.
Macar asıllı Amerikalı, Nobel ödülü almış Albert von Szent Györgyi (1893-1990), fizyoloji bilimine bir devrim getirmiştir. Kendisinden başarılarını anlatması istendiğinde, en çok şey borçlu olduğu kişi olarak bir öğretmeninin adını vermiştir. Bu öğretmen, adı duyulmamış bir Macar taşra üniversitesinde profesördür. Györgyi şöyle demiştir: "Doktora tezimi alırken, ben bağırsak gazları konusunu seçmek istemiştim. —Bu konuda hiçbir şey bilinmiyordu. Zaten hâlâ da bilinmiyor.— Profesörüm bana, 'Çok ilginç' dedi. 'Ama hiç kimse bağırsak gazlarından ölmemiştir. Eğer sonuç elde edeceksen —ki o da son derece kuşkulu— bari fark yaratacak bir alanda elde edilmiş sonuçlar olsun.'" Szent Györgyi sözlerine devamla, "Ben de bu yüzden temel kimya konusuna eğilmeyi seçtim ve sonunda enzimleri keşfettim," demektedir.
Szent Györgyi'nin her araştırma projesi çok küçük bir adımdı. Ama kendine en baştan başlayarak çok yüksek bir amaç seçmişti. Niyeti, insan vücudunun temel kimyasını keşfetmekti. Japon kaizen 'i de aynı şekilde, sürekli olarak çok küçük adımlar atmaktadır. Bir ufak değişiklik şurada, bir ufak değişiklik burada. Ama asıl amaç, bu adım adım iyileştirmelerin sonucunda, birkaç yıl içinde bütünüyle değişik ürünler, süreçler, hizmetler yaratmaktır. Yani amaç, bir fark yaratmaktır.
Bilgiyi daha verimli kılmak, eldeki bilgileri son derece net biçimde odaklamayı gerektirir. Ayrıca bilgiler çok da konsantre olmak zorundadır. İster bir kişi, ister bir ekip tarafından uygulanıyor olsun, bilgi çabalan her zaman bir amaç ve bir organizasyon gerektirir. Birdenbire ilham gelmesiyle, bir ampul yanmasıyla ilgisi yoktur. Çalışmakla vardır.
Bilgiyi verimli kılmak, aynı zamanda değişiklik fırsatlarının sistematik bir patlamasını da gerektirmektedir. Daha önce adı geçen kitabımda  ben buna "Yeniliğin Yedi Penceresi" demiştim. Bu fırsatların da, bilgi işçisinin ve bilgi ekibinin uzmanlık alanlarıyla ve güçlülükleriyle uyumlu olması şarttır.
Bilgiyi verimli kılmanın son gerektirdiği şey de zamanın yönetimidir. Yüksek bilgi verimi, ister iyileştirmeler yoluyla ister uygulama ya da yenilikler yoluyla olsun, çok uzun bir sindirme süresinin sonucunda gelir. Ama yine de bilginin verimi, aynı zamanda kısa dönemli sonuçların sürekli bir nehir gibi akmasını gerektirir. Şimdiye kadar, bilgiyi bu alanlarda uygulamak için pek fazla bir şey yapılmamıştır. Ama bu alanlarda bilginin verimine olan ihtiyacımız, ekonomide, teknolojide ve tıpta duyduğumuz ihtiyaçtan daha fazladır.

İlintileridir, yeter!

Bilginin verimi, bireyin ya da grubun bildiği şeyden alınan ürünün arttırılmasını gerektirir.
Eski bir Amerikan hikâyesi anlatılır: Bir çiftçi, kendisine daha verimli bir tarım yöntemi öğretmeye gelenlere, "Ben bu çiftlikten iki katı kadar ürün almanın yolunu zaten biliyorum" demiş.
Çoğumuz (hattâ belki de hepimiz) uygulamaya koyduğumuz şeylerden çok daha fazlasını biliriz. Esas neden, sahip olduğumuz çoğul bilgileri seferber etmeyişimizdir. Biz bilgileri bir tek alet kutusundan çıkıyormuş gibi kullanmıyoruz. Kendimize, "Ben neler biliyorum, bu işe uygulanabilecek neler öğrendim?" diye soracağımız yerde, yapılacak işleri ihtisaslaşmış bilgi alanlarına bölüp ayırıyoruz.
Yöneticilerle çalışırken tekrar tekrar, örneğin organizasyon yapısında da, teknolojide de belli bir zorluğun aslında yöneticinin zaten sahip olduğu bir bilgiyle ilgili olduğunu görmüşümdür. O yönetici bu bilgiyi belki de üniversitedeyken bir ekonomi dersinde edinmiş olabilir. Verdiği standart cevap, "Onu tabii biliyorum" olur. "Ama o ekonomiyle ilgili yönetimle değil." Böyle bir ayrım elbette ki gereksiz bir ayrımdır. Belki bir konuyu öğrenirken, öğretirken bu tür ayrımlar yapmak şart olabilir, ama bilginin neler yapabileceğini tanımlama sırasında işe yaramaz. Bizim şirketleri, devlet dairelerini ve üniversiteleri düzenleyiş konusundaki geleneksel yaklaşımımız da aletlerin yalnızca alet kutusunu süslemek amacını taşıdığı, kullanılmaya dönük olmadığı yolundaki inançlara güç kazandırmaktadır.
Öğrenirken ve öğretirken bizim aslında dikkatimizi aletin kendisine çevirmemiz gerekmektedir. Kullanımda getireceği nihai sonuca, işe, göreve odaklanmalıyız.

Büyük İngiliz romancısı E.M. Forster'ın (1879-1970) sık sık tekrarladığı bir sözü vardır : "İlintilendir, yeter!" Bunu yapabilme yeteneği, büyük sanatçıların olduğu kadar, büyük bilim adamlarının da Darwin'lerin, Bohr'ların, Einstein'lann da en belirgin işaretidir. Belki bu kişilerin düzeyinde, ilintilendirebilme kapasitesi doğuştan gelmektedir, "deha" dediğimiz şeyin bir parçasıdır. Ama genelde, birey için de, ekip için de, bir kuruluşun tümü için de ilintileri kurarak var olan bilginin getireceği ürünü yükseltmek, pekâlâ öğrenilebilecek bir şeydir.

Sonunda öğretilebilecek bir şey haline geleceğini beklemek de doğaldır. Bunun için, sorunu tanımlama’ya dönük bir metodoloji gerekmektedir. Bu gerek belki de (şu sıra çok moda olan) "sorun çözme” metodolojisinden daha gereklidir. Bir başka gerekli olan şey de belli bir problemin gerektirdiği tür bilgi ve enformasyonun sistematik analiziyle, o problemin ele alınışında gerekecek aşamaların düzenlenmesi meto-dolojisidir. Bu da günümüzde "sistem araştırması" dediğimiz şeyin altında yatan metodolojidir. Sonra belki "Cehaleti Organize etme" diyebileceğimiz bir şeyi daha gerektirir  — ortalıktaki cehalet miktarı, bilgi miktarından o kadar çoktur ki!..
Bilgilerde ihtisaslaşmak bize her bir alanda çok büyük performans potansiyelleri getirmiştir. Ama bilgilerin ihtisaslaşmış olması nedeniyle, potansiyeli performansa dönüştürecek bir metodolojiye, bir disipline, bir sürece ihtiyacımız vardır. Aksi halde, var olan bilgilerin çoğu verimli olamayacaktır. Birer enformasyon olarak kalacaklardır.
Ağaçlara bakmak yüzünden ormanı görememek önemli bir eksikliktir. Ama ormana bakarken ağaçları görememek de bir o kadar önemli bir eksiklik sayılmalıdır. İnsan ancak tek tek ağaçlar dikebilir, tek tek ağaçlar kesebilir. Oysa orman bir ”ekoloji”dir, tek tek ağaçların onsuz büyüyemeyeceği ortamdır. Bilgiyi verimli kılabilmek için, bizim hem ormanı, hem de ağaçlan görebilmemiz gerekir. İlinti kurmayı öğrenmek zorundayız.
Bilginin verimi, bir ülkenin, bir sanayinin, bir şirketin rekabet edebilirlik durumu açısından giderek en önemli faktör durumuna gelecektir. Bilgi söz konusu olduğunda, hiçbir ülkenin, sanayinin, şirketin "doğal” avantajı ya da dezavantajı yoktur. Sahip olabileceği tek avantaj, evrensel olarak var olan, herkesin ulaşabileceği bilgilerden ne kadarını alabileceğine dayalıdır. Gerek ulusal, gerekse uluslararası ekonomide önemi giderek artacak olan tek şey de, yönetimin bilgiyi verimli kılma yolundaki performansı olacaktır.
Sh.253-270

**

HESAP VERECEK OKUL

Bizler aramızda, "iyi okul"lardan, "zayıf okurlardan, "prestij okullari'ndan söz ederiz. Japonya'da bazı üniversiteler, örneğin Tokyo, Kyoto, Keio, Waseda ve Hitotsubaşi gibileri; büyük şirketlerdeki ve devletteki Karlyer pozisyonlarına giriş fırsatlarını hemen hemen kendi kontrolleri altında tutmaktadırlar. Fransa’da Grands Ecoles de benzer bir güce ve prestije sahiptir. Oxford'la Cambridge'e gelince, artık Academia’mn mutlak hükümdarları sayılmasalar bile, aynı güç onlarda da vardır. Ayrıca türlü türlü ölçümler de söz konusudur. Bir temel bilgiler üniversitesinden çıkanların yüzde kaçının doktoraya devam ettiğine bakarız, o üniversitenin kütüphanesinde kaç cilt kitap olduğuna bakarız, hangi lisenin öğrencilerinin ne oranda, birinci sırada istedikleri üniversiteye kabul edildiğine bakarız, çeşitli üniversitelerin öğrenciler arasında ne kadar popüler olduğuna bakarız. Ama, "Bu okulun elde ettiği sonuçlar nedir? Ne olmalıdır?" sorularını daha yeni yeni sormaya başlıyoruz.

Bu sorular er geç zaten ortaya çıkacaktı. Yüzyılımızda eğitim, hesap sormaktan feragat edeceğimiz kadar ucuz bir şey değildir. Daha önceki bölümlerde de değinildiği gibi, gelişmiş ülkelerin okullara harcadığı giderler göklere yükselmiş, 1913'te Gayri Safi Milli Hasıla'nm % 2'siyken, 80 yıl sonra % 10'una çıkmıştır. Ama okulların hesap sormamayı göze alamayacağımız kadar önem kazanmasının bir başka nedeni de elde edecekleri sonuçların neler olması gerektiğini, bu sonuçlara varabilme yolunda performanslarının nasıl olması gerektiğini düşünmek zorunda olmalarıdır. Elbette ki değişik eğitim sistemleri ve değişik okullar bu sorulara farklı yanıtlar vereceklerdir. Ama her okul sistemi ve her okul, çok geçmeden bu soruları sormak, bu konuyu ciddiye almak zorunda bırakılacaktır. Artık okul müdürlerinin hep ileri sürdüğü, ''Öğrenciler tembel ve aptal," bahanesini, kötü performansa bir özür olarak kabul edemeyiz. Bilgi artık toplumun merkez kaynağı haline gelince, okulun sorumluluğu tembel öğrencilerle zayıf öğrencileri de kapsamaktadır. Ortada ancak, performans veren okullarla, performans veremeyen okullar vardır.
Okullar daha şimdiden öğretim verme konusundaki tekellerini kaybetmektedirler. Zaten çeşitli okullar arasındaki rekabet her zaman için vardı. Fransa'da devlet okullarıyla Katolik okulları arasında, Amerika'da çeşitli kolejlerle üniversiteler arasında, bunları görmeye alışkındık. Gelişmiş ülkelerdeki "prestij okulları" arasındaki rekabete baktığınızda, bu kadar yoğun bir rekabet ortamının pek az sanayide var olduğunu görürsünüz. Ama rekabet giderek okullarla okul olmayan kuruluşlar arasında yer almaya başlayacak, çeşit çeşit kuruluşlar bu alana girecek, her biri öğretime farklı bir yaklaşım getirecektir.
Neler olabileceği konusunda bir örnek, başta gelen iş idaresi okullarıyla rekabete girişen büyük bir Amerikan şirketidir. Bu şirket kendi yöneticileri için geliştirdiği bir yönetim eğitimi programını diğer şirketlere pazarlamaktadır, yakında devlet dairelerine ve silahlı kuvvetlere de pazarlamaya hazırlanmaktadır. Bir başka örnek de Japonların juku'sudur. Bunlara şimdi ortaokul ve lise öğrencilerinin büyük bir bölümü kaydolmaktadır. Bu arada bir Amerikalı yayıncı da son zamanlarda bir kampanya başlatmış, önümüzdeki beş yıl içinde 600 okul kurmaya yönelmiştir. Bu okulların orta düzeyde ücret alması planlanmıştır, ama yine de çok kârlı olacakları beklenmektedir. Ayrıca bu okullar, sonuç elde etmeyi vaat etmektedir; "Testte yüksek puan almazsanız paranızı iade ederiz!" demektedirler.
Bu tür girişimlerin birçoğu da elbette ki başarısız olacaktır. Ama çok sayıda benzerlerinin ortaya çıkacağına kuşku yoktur. Bilgi giderek kapitalist-ötesi toplumun kaynağı haline gelince, bilgiyi "üreten" ve "dağıtan" kanalların, yani okulların sosyal pozisyonuna ve tekel durumuna da meydan okumalar başlayacaktır. Ortaya çıkacak rakiplerden bazılarının da başarılı olacağı kesindir.
Neler öğretilecek ve öğrenilecektir; nasıl öğretilecek ve öğrenilecektir; öğrenimin ve okulların müşterileri kimler olacaktır; toplum içinde okulun yeri ne olacaktır. İşte bütün bunlar, önümüzdeki on yıllarda büyük değişiklere uğrayacak konulardır. Aslında başka hiçbir kurum, öğretimin ve okulların yüzyüze bulunduğu zorluklar kadar köklü değişikliklerle karşı karşıya değildir.
Ama değişikliklerin en büyüğü ve bizim de en az hazırlıklı olduğumuz, okulun kendini elde edilecek sonuçlara adamasıdır. Kendine baş amaç olarak, sorumluluğunu üstlendiği ve karşılığında ücret aldığı performansı görmek zorundadır. Okullar artık hesap vermek zorunda olacaklardır.
Sh: 289-291
Not: Kitabın tümünü okumanızı istiyorum, diyebilirim.  O kadar göz atmanız gereken konu var ki, inşallah yayıncı firma bu kitabı daha güzel bir şekilde piyasaya sürerde istifade edersiniz. Fazla söze gerek yok.



FIRTINALI DÖNEMLERDE YÖNETİM

Eylemler, stratejiler ve fırsatlar yanında; yöneticilerin/siyasetçilerin neler yapabileceği ve neler yapması gerektiği üzerinde durabiliriz. Yöneticilerin çalışmak ve performans sergilemek zorunda oldukları önümüzdeki dönemler için kesin olan tek şey; bu dönemlerin fırtınalı geçeceğidir. Fırtınalı dönemlerde yönetiminin yapması gereken ilk iş; ayakta kalabilmek ve darbelere karşı koymak için başında bulunduğu gücün kapasitesi, yapısal gücü ve dayanıklılığı konusunda gerekli önlemleri almak; ani değişimlere uyum sağlamak ve yeni fırsatlardan yararlanmasıdır.
Eski bir Çin bedduası "Dilerim bir geçiş döneminde/karışık zamanlarda yaşarsın" der. Yirminci yüzyılın bu son yıllarından daha "ilginç bir dönem" hiç yaşanmamıştır. Son elli yıldan bu yana akan zamanda, hiç kimsenin beklemeyeceği kadar ilginç ve bir o kadar da fırtınalı geçmiştir. Bu dönemde Berlin Duvarı hâlâ ayaktaydı ve Sovyet İmparatorluğu çetin bir kaya görüntüsü veriyordu. Avrupa Ekonomik Topluluğu, ekonomik gerçekten çok hâlâ bir siyasi manifestoydu. O dönemde bir çılgın bile; Meksika'nın, gemisini kurtarmak için yüz elli yıllık tecritten vazgeçeceğini, nefret edilen ve korkulan kuzeyle "Yankiler"in ekonomisiyle bütünleşeceğini tahmin edemezdi. O dönemde de önemli bir ekonomik güç olmasına karşın, Japonya A.B.D. ile ticaretinde önemli bir açık yaşıyordu ve Japon yapımı otomobillerin ihracatı yeni yeni başlamıştı, içimizde birkaç kişi, İspanya etkili Amerika ülkelerindeki ekonomilerin yirmi yıllık bir kötü yönetimin ve sonuçları düşünülmeden alınan dış borçlardan sonra çöküşe gideceğini gördü. Ancak büyük olasılıkla hiç kimse bırakın yaşanan değişimlerin hızlarını, Arjantin'de olduğu gibi uzun dönem ekonomik sarhoşluklardan birdenbire ayılanacağını tahmin edememişti.
Elbette dünya yönetimini, dünya ekonomisini ve teknolojisini "bir düzene kavuşturmaktan" hâlâ çok uzağız. Aslında, son kitabım Kapitalist Ötesi Toplum'da (1993) açıkladığım gibi bizler, dünya tarihindeki en önemli değişimlerin birinde, en iyi olasılıkla yarı yoldayız. Bu nedenle günümüze tüm organizasyonların şirketler, üniversiteler, hastaneler, devlet daireleri, sendikalar, yöneticileri ve müdürleri, fırtınalı dönemlerde ne tür bir yönetimin izlemeleri gerektiğini bilmek zorundadır. Bu nedenle bu kitap, ilk yayına sürüldüğü döneme göre bugün belki de daha yararlıdır.
Bu kitabın üzerinde ısrarla durduğu genel bir düşünce var;
"zeki olma, dikkatli ol”
Geleceği önceden görmek, sizi sadece dertlere boğar. Yapılması gereken, ortada olanı yönetmek, yapılabileceği ve yapılması gerekeni yaratmaya çalışmaktır. Şu anda kimsede hiçbir mucize çözüm, hemen varılan hiçbir tespit yok. Hatta, neyin yapılması gerektiğini soruyorlar. Denetleyici kelime "gerekir". Yöneticiler de diğer ölümlüler gibi evrenin kurallarına uymak zorundadırlar. Ancak yöneticiler, başlarında bulundukları organizasyonların varlığını sürdürmesinden, performans yeteneğinden ve elde ettiği sonuçlardan sorumludurlar.
Gelecek hakkında önceden bir şeyler söyleyemesek de, şu ana dek gerçekleşmiş ve gelecekteki etkileri önemli ve önceden görülebilir nitelikte olan gelişmeleri belirleyebiliriz. Fırtınalı dönemlerde yönetimine ilişkin herhangi bir çaba, tüm gelişmeler içinde önceden görülmesi en kolay olan nüfus bilgisiyle başlamalıdır. Gelişmiş bir ülkede, 2010 yılına kadar geçecek dönemde görev yapacak iş gücünün  içinde yer alacak herhangi birisi, şu ana dek çoktan doğdu. Bu yüzyılın tek başına en önemli gelişmesi olan, el emeğinden gelişmiş bir ekonominin asıl kaynağı olan bilgi işine ve asıl iş gücü olan bilgi işçilerine yönelme, elbette tersine dönemez. Bugünün ve yarının yöneticilerinin yönetmek ve verimli hâle getirmek zorunda olduğu iş gücü, aslında bugünün yöneticilerinin yirmi beş yıl önce meslek yaşamlarına başladıkları iş gücünden çok farklı.
Aynı konu, ekonomi için de söz konusu. Ağırlık merkezi, makineye dayalı sanayilerden bilgiye dayalı sanayilere kaymakla beraber eşyaları üreten ya da taşıyan sanayilerden her çeşit hizmete kaydı. Para ve bilginin gerçek anlamda uluslararası bir nitelik kazanmasıyla ağırlık merkezi ulusal ekonomilerden bölgesel ve uluslararası ekonomilere kaydı. Hepimizin bildiği gibi, ilki iki yüzyıl önce yaşanan sanayi devrimi ve İkincisi yüz otuz yıl önce yaşanan çelik, kimya ve elektriği müjdeleyen devrim niteliğindeki büyük bir teknik dönüşümün ortasındayız.
Fırtınalı dönemlerde yönetimin, yeni gerçeklerle yüz yüze gelmek demektir. Sadece birkaç yıl önce akla uygun gelen savlar ve varsayımlarla değil, "Gerçekte dünya neye benziyor" sorusuyla işe başlamak demektir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonraki yirmi beş yıllık dönemde, planlama moda oldu. Ancak planlama, uygulamaların pek çoğunda görüldüğü gibi, yüksek düzeyli bir istikrara inanır. Planlama, genellikle, düne ait eğilimlerle işe başlar ve bu eğilimleri gelecekte uygular. Bunu yaparken belki farklı "karışımlar" kullanır; ancak elemanlar ve konfigürasyonlar büyük ölçüde aynıdır. Bu yöntem artık işlemiyor. Fırtına yaşanan bir dönemde en olası varsayım, konfigürasyonu değiştiren ve tanım gereği, planlanması bile mümkün olmayan eşsiz olaylardır. Ancak bu olaylar çoğu kez önceden görülebilir. Bu, yarın için stratejilerin hazırlanmasını gerektirir. Bu stratejiler, en büyük şansların nerede doğacağını ve hangi niteliklere sahip olacağını tahmin eden; bir şirkete ya da hastaneye, okula, üniversiteye yeni gerçeklerden yararlanma ve fırtınayı fırsata çevirme olanağı tanıyan stratejilerdir. 
İşte,  hızlı değişimleri fırsat olarak kullanmak, değişim tehdidini verimli ve kârlı bir eylem ve toplum, ekonomi, birey için bir katkı fırsatına dönüştürmek için ihtiyaç duyulan stratejilerle ilgileniyor.
Fırtınalı dönemler, tehlikeli dönemlerdir. Ancak en büyük tehlike, gerçeği kabul etmeme eğilimidir. Yeni gerçekler, ne solun ne de sağın beklentilerine uymuyor. Bu gerçekler "herkesin bildiğine" hiç uymuyor. Siyasi inanışlar bir yana, herkesin hâlâ inandığı gerçeklerden bile farklı. "Var olan" gerek sağın gerekse solun inandığı "Olması gerekenden" tamamıyla farklı. Günümüzde yaşanan en büyük ve en tehlikeli fırtına, gerek hükümetlerde gerekse şirketlerin üst kademelerinde ya da sendikalarda karar mekanizmalarını ellerinde tutan insanların düşleriyle gerçekler arasındaki çatışmanın sonucudur.
Ancak bir fırtınalı dönem, yeni gerçekleri anlayabilen, kabul edebilen ve kullanabilen insanlar için büyük fırsatlardan biridir. Hepsinden önemlisi bu tür bir dönem, liderlik için bir fırsattır. Bu nedenle sürekli üzerinde durduğu tema, özel bir girişimde karar mekanizmalarını ellerinde tutan insanların gerçeklerle yüzyüze gelmelerindeki ve yarın zararlı boş inançlar olacak olan dünün kesin ve "herkesin bildiği" arzulara karşı koymalarındaki zorunluluktur.
Ancak eylemden çok anlayışla ve analizden çok kararlarla ilgilenmeliyiz ve "Nereye gidiyoruz" sorusunu sormayıp, uygulamaya yönelik olmayı ve özel ya da resmi herhangi bir yönetimin alanında karar mekanizmalarını ellerinde tutan insanlara "nasıl yapmalı" değil yöneticiye/siyasetçiye ne yapması gerektiğini anlatmaya çalışmamız gerekmektedir.
PETER F. DRUCKER
Claremont, Kaliforniya 31 Mayıs 1993
Kaynak:
Yazı değişiklikler yapılarak sunulmuştur.
Peter F. DRUCKER, Fırtınalı Dönemlerde Yönetim, Orijinal İsmi: "Managing in Turbulent Times" trc: BÜLENT TOKSÖZ, İnkılap, 2010, İstanbul.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar