Print Friendly and PDF

PROPAGANDA ÜZERİNE


Dr. Mehmet Savaş ÖZDAG
Başkalarının kanaatini değiştirmeye çalışma girişimlerinin, yazılı tarihten daha önce, ko­nuşmanın gelişmesi ile birlikte başladığı kabul edilir.[1] Bu girişimin temelinde, belli bir zaman ve yerdeki insan toplumuna hâkim kolektif şuurun, topluluğun üyelerine nakledilmesi ve onla­ra da benimsetilmesi arzusu yatar.
Gerçekten, insan toplumları, mekanik olmadığı, bir makine gibi kurulduğu biçimde kalma­dığı; bir canlı organizma gibi mütemadiyen gelişme hâlinde bulunduğu için, yeni durum ile es­ki hâl arasında fikir ve değer kavramları bakımından değişmeler meydana gelir. İnsan, toplum içinde bu değişikliklerden, fikir cereyanlarından herhangi birinin tesiri altında kalır. Menfaat ay­rılıkları, duygu ve düşünceler, zamanla sistemli fikirler hâlinde ayrı cepheler vücuda getirme­ye başlar. Ayrı cephelere girmiş gruplar, birbirlerini ikna etmeye, kazanmaya, böylece kendi gruplarını büyütmeye çalışırlar. Amaç, fikirlerinin başkaları tarafından öğrenilmesini, kabul edilmesini, hafızalarında yer almasını ve nihayet onların da bu fikre aktif bir biçimde katılma­larını sağlamaktır.[2]
Belirtilen amaç çerçevesinde, bir doktrin ya da uygulamayı yaymak için desteklemek veya tasavvurda bulunmak şeklinde formüle edebileceğimiz[3] ikna, kanaat oluşturma, taraftar kazan­ma mücadelesi; sosyal ve siyasal bilimler terminolojisinde, propaganda terimi ile karşılanır.
Biraz önce değindiğimiz, fertleri kendine tâbi kılan farklı fikir cereyanlarının karşı karşıya geldikleri an yaşanan ilişki; propagandadan başka bir şey değildir. En ilkel topluluktan, en ge­lişmiş insan toplumuna kadar insanlığın bütün aşamalarında, anılan propaganda ilişkisini ya da mücadelesini gözlemlemek mümkündür. Ancak, dâhilde, türdeş bir toplum yaratmak ya da terbiye etmek için uygulanılan propagandanın, devletlerarasında sistemli, İlmî metotla tatbik edilen bir mücadele yöntemi ve modern zamanların savaş faaliyeti içerisinde resmen bir silâh hâline gelişini görmek için 20. yüzyılı beklemek gerekecektir. Propagandanın, kamu düzeni ve devlet varlığı için ciddî bir tehdit olarak değerlendirilerek ceza kanunlarına suç teşkil edici bir fiil olarak konu olması da, aynı zaman dilimine rastlar. 17. yüzyılda Papalığın, Katolik inançlarını yaymak ve dinî otoritesini muhafaza etmek mak­sadıyla kardinallerden oluşan bir heyet kurdurarak, şuurlu bir şekilde ve modern anlamda baş­lattığı propaganda faaliyeti, Fransız ihtilâli ile dinî alandan siyasî alana; bütüncü bir anlayışla ev­reni yorumlama iddiasını taşıyan nasyonal sosyalizm, faşizm ve komünizm ile de, ideolojik ala­na aktarılmıştır. "Önemli olan, bütün halk tabakalarını tahrik etmek ve popaganda yapmaktır" di­yen Lenin ve "Propaganda sayesinde iktidarı elimizde tuttuk, yine onun sayesinde dünyayı fet­hedeceğiz" diyen Hitler'in elinde polisten veya ordudan önce ve önde giden bir modern silâh görünümündeki propaganda faaliyeti; harple öyle kaynaşır ki, bir anlamda onun yerini aldığı da­hi söylenebilir. 1847'de ilk kez telâffuz edilen soğuk savaş, 1939'da sinir harbi ve nihayet gü­nümüzdeki psikolojik savaş terimlerinin ortaya çıkışı, bu gelişimin neticesinde olmuştur.[4]
20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan dünya savaşları sonrasının bloklu dünya düzeninde, konvansiyonel ya da nükleer savaşın, kaybeden için olduğu kadar kazanan için de ağır yıkım ve maliyet getireceği gerçeğinin tecrübe edilmesi ile; artık tek mermi atmadan, cephane israf et­meden, asker veya sivil zayiatı vermeden düşman gücü zayıflatmak, yıkmak, aynı ideolojik çiz­giye getirmek için hasım kampın fertlerini, kendi devleti ve toplumuna yabancılaştırarak truva atı gibi kullanmak, temel strateji, propaganda da, bu stratejinin etkin silâhı hâline gelince; bu silâha hedef devletlerin, hukukî düzenlemeler ile tedbir alması, bu cümleden olarak bir kısım propaganda fiillerini suç sayarak cezalandırması kaçınılmaz olmuştur.
Mamafih, Sovyet imparatorluğumun dağılışı ile birlikte Soğuk Savaş'ın hüküm sürdüğü yıl­ların sona ermesi ve rakip kamp üzerindeki ideolojik tehdidin büyük ölçüde ortadan kalkma­sı, liberal Batılı değerlerin göreceli zaferi(l); propagandanın, yalnızca Soğuk Savaş dönemine ait bir mücadele yöntemi olduğu yanılgısına düşen bir kısım zihinleri, bu silâhın yıkıcı tesirine daha da açık ve korunmasız hâle getirmiştir. Bu yanılgının ardında, dünyanın zıt kuvvetler ara­sında sürekli bir mücadelenin alanı olduğu ve hayatın, kuvvetle, kuvvet üstünlüğünün korun­ması ile kaim olduğu gerçeğinin[5] unutulması yatmaktadır.
İnsanlığı büyük bir aile bilerek, yeryüzü kaynaklarının bencilliğe, açgözlülüğe, hoyratça paylaşım savaşına girmeden tüm insanlığın yararına değerlendirildiği, milletler arasında din, dil, soy, kıt'a, medeniyet ayrımı gözetilmeden dostluk, kardeşlik ve işbirliğinin geliştirildiği hür­riyet, refah ve mutluluğun egemen olduğu bir barış dünyasını emel edinme, şüphesiz ideal olandır. Ancak, dünya tarihinin, milletler, devletlerarası ilişkilerin ve toplum hayatının sürekli sergilediği, vurguladığı gerçek; izlenen amacı, erişilmek istenen sonucu belirlemede, daima kuvvetin ve kuvveti maharetle kullanımın ön plâna çıkışıdır.[6] Bu itibarla kuvvet, hâkimiyet mü­cadelesinin zihinsel boyutunu oluşturan propaganda faaliyetlerinin sona erdiğini düşünmek, dünyanın ebedî barışa ulaştığını düşünmek kadar safdillik olur.
Çalışmamızın konusu ve amacı, yukarıda dile getirdiğimiz bu fikrin ışığında propagandayı tüm boyutları ile inceleyerek, basit bir düşünce açıklamasından entelektüel tedhiş faaliyeti bo­yutuna kadar çeşitlilik gösteren bu silâhın etkinliğini ortaya koyabilmektir.
Propaganda, Lâtince "propagare" kelimesinden alınmış olup[7] bahçıvanın, taze bir bitkinin filizlerini, yeni bitkiler üretmek için toprağa dikmesi, yayması, çoğaltması anlamına gelmekte­dir.[8]
Katolik Kilisesince ilk kez sosyolojik anlamıyla kullanıldığında, kelime, bu yolla meydana getirilmiş fikirlerin yayılmasını anlatmakta idi. Ancak bu fikirler, kendi kendinin yerini alan fikir­ler değil, yetiştirilmiş olan ya da yapay olarak meydana getirilmiş fikirlerdi.[9]
19.           yüzyılda propaganda, dinî içeriğinden sıyrılarak kamuoyunu, toplumu belli bir yönde güdümlemek, etki altında bırakmak için yapılan bir hareket[10] veya halk kitlelerine hitap etmek için kullanılan bir konuşma tarzı;[11] yapan tarafa yarar sağlamak amacıyla belli bir grubun fikir, duygu, davranış veya tutumlarını etkilemek için hazırlanmış, ulusal amaçları destekleyen bü­tün bilgiler, fikirler, doktrinler veya özel çağrılar[12] belli hedef gruplarının düşünce, inanç, tutum ve davranışlarını etkilemek maksadı güden haber, bilgi ve özel dokümanların kitle iletişim araçları yardımı ile plânlı ve devamlı olarak dağıtımı işlemi; sinsi ve hoş olmayan niteliklerine rağmen kitleleri elde etmekteki başarısı nedeniyle psikolojik mücadele uygulamalarının en et­kin ve yaygın silâhı;[13] netice olarak kolektif inanç ve davranışları etkilemek, yöneltmek için ya da bir düşünce sistemini, bir ideolojiyi, bir düşünceyi birden fazla kişiye benimsetmek, kabul ettirmek amacıyla gerçekleştirilen faaliyet, konuşma, söz ve yazılar anlamını kazanmıştır.[14]
Yukarıda verilen tariflerden anlaşıldığı üzere propaganda, gerçekte basit bir düşünce açık­lamasından ibaret değildir. Bu açıdan düşüncenin soyut ve geniş nitelikteki açıklanması ile bu­nu yayma ve başkalarına benimsetme amacı arasında ayrım yapılmış, propaganda ile bir dü­şünce açıklamasının ötesinde bir fikrin, belirli bir dünya görüşünün fertlere benimsetilmesi, ta­raftar kazanılması ya da taraftarlarının inançlarının kuvvetlendirilmesi amacıyla çeşitli araç ve vasıtalarla faaliyette bulunulmasının kastolunduğu belirtilmiştir.
Propaganda terimini ilk kullanan, 1622 yılında Papa XV. Greguar'dır. Giriş bölümünde be­lirtildiği üzere Papa, Katolik inançlarını yaymak ve dinî otoritesini muhafaza etmek maksadıy­la kardinallerden oluşan bir heyet kurdurmuş ve bu heyete, dua kitaplarını, kiliselerden gelen raporları, dini yayan teşekküllerin işleyişini tetkik vazifesini yüklemiştir. Böylece bir dış müdahele olmaksızın Hristiyanlığı asla öğrenemeyecek olan putperestleri, bu yöntemle karanlık­tan aydınlığa çıkartmanın mümkün olabileceği kabul edilmiştir.
Propaganda, modern anlamda 17. yüzyılda kendini göstermiş olmakla birlikte bir bakıma tarihin her devrinde vardır. Örneğin eski Yunan'da hitabet şeklinde propaganda faaliyetine rastlamak mümkündür. Özellikle güzel konuşma sanatının ustaları sayılan sofistlerle Sokrat arasındaki mücadele, propaganda sanatı için öğretici nitelikte sayılır.
Eski Atinalı bir sofist olan Gorgiyas, "retorik”in kudreti üzerinde durarak, onun sayesinde mahkemelerde hâkimleri, mecliste senatörleri, toplantılarda cemaati, agoralarda milleti ikna etmeyi başarabildiğini söyler ve şöyle bir örnek verir: “Bir hatiple bir hekim, bir şehre gitsinler. Bir meydanda bunlardan hangisinin hekim olduğuna ilişkin bir münakaşa açılsa, hatibin kendi­sini hekim göstermeye muvaffak olacağını söyleyebilirim. Zira retorik bilen bir kimsenin, halk karşısında herhangi bir sanat adamından daha ikna edici bir şekilde bahsedemiyeceği bir ko­nu yoktur. " Sokrat da retorik için; "Eşyanın hakikatini tanımaya ihtiyaç yoktur. Cahillerin önün­de âlimlerden daha âlim görünmek için kendisinin icat ettiği ikna usulü, ona yetecektir" der.
Roma'da da karşımıza büyük hatipler çıkar. Çiçeron, bunlardan birisidir. Kardeşi ûuintus, bu konuda bir seçim propagandası kitabı dahi yazmıştır. Hindli Kantilya ve “Savaş Sanatı" isimli kitabı ile Çinli Sun Tzu, bir müdafaa ve tecavüz silâhı olarak psikolojik harbin önderleri ve nazariyecileri olmuşlardır.
Modern anlamıyla 17. yüzyılda uygulamaya sokulduğunu söylediğimiz propaganda, Fran­sız İhtilâli ile kudretini dünya çapında sergileme fırsatını bulur. Bu devirde, propagandanın ko­nusu ve hedefi, ihtilâlin fikirlerini, dünyanın dört bir yanına yaymaktır. İlk siyasî nutuklar, bu de­virde kulüplerde, gizli cemiyetlerde söylenmiştir. Tarihte ilk kez bir millet, insan haklarını sa­vunduğu için dünya tarafından benimsenen bir doktrin üzerinde teşkilâtlanmaya başlamış, iç ve dış politikaları, bu ideolojinin yayılması ile birlikte gelişmiş ve böylece propagandanın öne­mi artmıştır.
Kullanan gücün saflarında birlik ve gayret, düşman saflarında ise korku ve kargaşa yarat­ma kudreti keşfedilen propagandanın, bundan sonra bir savaş silâhı olduğunu, Lenin ve Hitler'in bu silâhı büyük bir maharetle kullandığını görüyoruz.
Lenin, propagandanın devletin kuruluşunda bir vasıta olarak kullanılması zaruretini belirt­tikten sonra, bu vasıtanın yalnız iktidarın ele geçirilmesi yolunda değil, devletin temellerinin sağlamlaştırılması konusunda da en etkili silâh olduğunu kaydetmektedir. Lenin'i takip eden Sovyet liderleri Stalin ve özellikle Kruşçev de, selefleri Lenin'in “Komünizmin bütün propagandası, devletin yapıcı eserinin siyasî sevk ve idaresini tevcih olunmalıdır" sözüne sadık kalmış­lardır.
Propagandanın tarihi ile ilgili bu bölümde Hitler Almanyası'na özel bir yer ayırmak gerekir.
Birlik görünümünü taşımaktan uzak küçük küçük prenslikler hâlinde kapalı, kuşatılmış bir coğrafya içinde yaşaması sebebiyle dünya paylaşımına geç katılan Almanya, Bismark saye­sinde birliğini sağladıktan sonra, topraklarının verimsizliği, ham madde ve gıda maddesinin yetersizliği ile yoğun nüfus problemlerini aşabilmek ve yeterli bilgi birikimine sahip olmakla be­raber uygulayamadığı modern ticaret, sanayi ve ziraati gerçekleştirmek için genişleme arzu­sunu derhâl ortaya koymuştur. Bu emperyalist politikanın fikrî cephesi de propaganda ile kit­lelere ulaşmıştır.
Hitler Almanyası'nda propaganda faaliyetleri, başında Goebbels isimli bir hukuk doktoru­nun bulunduğu bir bakanlık teşkilâtı seviyesinde örgütlenmiştir.
İlk defa olarak ancak harp esnasında başarılı bir şekilde idare edilen propagandanın, harikulâde neticelere ulaştığına şahit olduğunu söyleyen Hitler, Alman kavminin hayatı uğruna verilen kavgada, bu silâhtan yararlanmanın şart olduğunu, düşmanın bu sahada çok yol aldı­ğını, mesafenin kapatılması gerektiğini söylemiş; hapiste iken kaleme aldığı düşüncelerini, korkunç bir teşkilâtla daha sonra uygulama safhasına geçirmiştir.
Alman propagandası, savaş içinde çok etkin çalışmış, bu amaçla propaganda bölükleri kurulmuş, Avusturya ve Çekoslovakya'nın ilhakı ile Fransa'nın çöküntüye uğratılmasında, bu silâhtan en geniş şekilde yararlanılmıştır.
Propaganda, savaş sonrası da önemini korumaya devam etmiş, Batı ile Doğu'nun 40 yılı aşkın ideolojik rekabetlerinde çağın en ileri teknikleri ile gücünü sergileme fırsatını bulmuştur.
Propagandanın kaynağını insan, esasını da insanın psikolojik yapısının incelenerek, has­sasiyetlerinin tespiti teşkil etmekle birlikte, faaliyet sahasının özellikle insan kümeleri ve bu kü­melerin bir araya gelmesinden müteşekkil kitle olduğunu görürüz.
Kitle; değişik zaman ve yerde, hâlin gerekleriyle insan kümelerinin meydana getirdiği sos­yal bir grup, fertlerin geçici ve karmaşık topluluğudur. Bu topluluğun en önemli özelliği, kendi mutat sosyal gruplarından muvakkaten ayrılmış fertlerden oluşan heterojen bir varlık olması sebebiyle kolektif zihniyetten mahrum olmasıdır.
Kendisini oluşturan fertlerden her biri, belli bir fikri, karakteri temsil ederken, bu vasıflar­dan yoksun olan kitle, kişilik kazanmak, bir zihniyet sahibi olmak ister. Bu istek, kitleyi, verile­ni almaya hazır bir topluluk hâline getirir. Kitlenin -buna yığın da diyebilirizalıcı bir temayül zihniyetinde oluşu, onun ikinci büyük özelliğidir. Burada, muhakemenin yerine içgüdü, aklın yerine tabiat, sorumluluk yerine boşvermişlik, mantık yerine iptidailik ağır bastığı ve bir kimlik arayışında bulunulduğu için; kitle rahatlıkla şiddete, zulme, hoşgörüsüzlüğe veya şevke, he­yecana, kahramanlığa yöneltilebilir.23
Başlangıçta hareketsiz olan yığın, kolektif zihniyet arayışı içinde aksiyon kazanmak ister. Nasıl çocuklar, askerlik veya hırsızlık oyunları oynarken, tasavvur ettikleri şeyleri gerçekleştir­me ihtiyacı duyarlarsa, yığın da tahrik olmak ve daha sonra kendini tahrik eden hisleri faaliye­te geçirme arzusu taşır. Ancak yığına ya da kitleye hâkim olan psikoloji, içgüdü ve duyguları, düşünceye galip getirdiği ve yığın içindeki fert, yalnız kalmamak için yığının zihniyetini ve ha­reket tarzını kabule sürüklendiğinden; yığın içinde medenî, eğitim görmüş, akıl sahibi, kültür­lü adamla, iptidaî, muhakeme yeteneği olmayan insan arasındaki fark azalır, mesafe kaybolur ve inanılması imkânsız şeylere kolayca inanılır. Tenkit etme kolaylığından doğan bu çabuk inanma ve safdillikle, yığın, kitle, şekilsiz bir kuvvet hâline gelir ve yavaş yavaş kamuoyunu ha­zırlamaya başlar.
Benlik arayışı içinde aksiyon isteyen, çabuk inanma istidadı taşıyan bir topluluk olarak ko­layca yönlendirilebileceği için propaganda, hedef olarak önce kitleyi seçer.
"Propaganda, aydınlara değil, daima ve özellikle daha az tahsilli kitleye hitap etmeli" diyen Hitler, propagandanın vazifesinin, münferit ferdi, İlmî surette bilgi sahibi kılmak değil; kitlelerin dikkatini, belirli olaylar, zaruretler üzerine çekmek olduğunu, İlmî bilgi sahibi olanlara ya da ol­mak isteyenlere ders vermek amacını taşımadığı için harekâtının daima duygulara ve pek az akla hitap etmesi gerektiğini söylemektedir.
Hitler'e göre halk kitlesi, yığın kaynaştıkça, kalabalıklaştıkça kadınlaşır. Zira, yığın büyü­dükçe hassaslaşır, düşünceleri yönelten, artık muhakemeden ziyade duygular üzerine yapılan etkiler olur.
Harp içindeki Alman propagandasının esasını da, bu diktatörün tespitleri teşkil etmekte­dir. Hayalin gerçeğe galip gelmesi, kaba duyguların aklı, mantığı yok etmesi, Nazi propagan­dasının, kolektif şuuraltının en derin köşelerine uzanabilmek için gamalı haç, ırk ve efsanelere dayanarak halkın damarlarındaki kanı harekete geçirmesiyle mümkün olmuştur.
Yığın, kitle; şevki kolay, almaya hazır bir topluluk olduğu için propaganda teknikleri ile kit­leye "nasıl düşünmesi gerektiği değil, ne düşünmesi gerektiği" kabul ettirilmeye çalışılır. Ancak bu noktada, kitleyi oluşturan fertlerin zihnî yapısı dikkate alınır. Çünkü her fertte, iki ayrı fi­kir kategorisi mevcuttur. Biri, şuurunun derinliklerinde kök salmış, derin inanışlara tekabül eden, sağlam ve homojen bir bütünlük teşkil eden ve ferdin âdeta kişiliğine istikamet veren te­mel fikirler; diğeri de, yüzeysel, istikrarsız, geçici ve sosyal tesirlere açık olan fikirlerdir.
Birinci kategori fikirler açısından, ferdin yeni fikirlerin tesirine kapılması pek zor iken, ikin­ci kategori fikirler, kamuoyunun desteği ile oluştuğu için fert büyük bir uysallıkla bu etkiyi be­nimser ve takip eder. İşte, propaganda, yığın üzerindeki etkisini derin şahsiyetler ve inanışlar­la tezata düşmeden, yığın içindeki bütün fertlerin yüzeysel fikirlerini bir nokta üzerinde yoğunlâştırmakla gösterir. Böylece sunî tarzda doğurulan algılama hataları ile fertler, belli fikir ve ide­olojilerin savunucusu hâline getirilirler.
Propaganda, tek fert üzerinde yakalayamadığı etkiyi, yığında yakalarken, heyecan duygu­sundan bol bol istifade eder. Heyecan, olumlu veya olumsuz olsun, çok yoğun olarak duyulan ve organizmada gerginlik yaratan duygulardır. Heyecan, hastalık gibi bulaşıcıdır. Bir kalabalıkta atılan kahkahaların herkesi güldürmesi, bir cenaze törenindeki ağıtların herkesin gözlerini yaşartması, gerçekte sirayet eden heyecanlardan başka bir şey değildir. Heyecan; akıl, muhakeme gibi insanları aldatılmaktan koruyan ve doğru yolu fark ve ayırt ettiren ruh muhte­valarını felce uğrattığı için yığına her şeyi yaptırtmak ve aklının kabul etmeyeceği şeylere onu inandırmak mümkün olacaktır.
Özel kitleleri hedef alan propaganda, bilhassa bu kitlelerin anlayacağı dil ve sloganlar üze­rine bina edilir. Zihinleri seferber etmek isteyen propaganda metinleri; kelimeleri, dikkat ve il9' Çekici bir üslûpla seçerek, hedef kitlenin, yığının ihtiyaçlarını ortaya çıkartmaya, böyle bir ih­tiyaç olmasa bile sunî bir şekilde bunu yaratarak bu ihtiyaçlara cevap verecek çözümleri sun­maya gayret eder. Bu çözümler, hedef kitlenin, yukarıda belirtildiği gibi"nasıl düşünmesi ge­rektiğini değil, ne düşünmesi gerektiğini" vurgulayarak davranış değişikliklerini amaçlar.
Propaganda, gerçek bir tartışmayı amaçlamadığı, cevaplarını önceden hazırladığı ve bun­ları her ne surette olursa olsun kabul ettirmeyi hedeflediği için, kendine özgü teknik ve ka­nun diyebileceğimiz kaidelere sahiptir.
Propagandanın ilk kaidelerinden biri, anlaşılabilmek için dinleyenlerden, asgarî bir gayret­ten fazlasını istememektir. Bunun için propaganda, her şeyi basitleştirir. Verilmek istenen düşünce, doktrin, birkaç ana noktaya ayrılır ve sonra bu noktalar, mümkün olduğunca formüle edilir. Propaganda, tesirini kısa fakat veciz metinlerde gösterir. Açık formüller hâlinde olaylar ve rakamlarla ifade edilen bir fikir, hafızalara kolayca nakşolur ve uzun boylu izahlardan çok daha kalıcı olur. Bir görüntü, bir işaret, bir sembol, arkasındaki fikri hemen çağrıştıracaktır. Bu tip sembolleri, Nazilerin gamalı haçında ya da Churchill'in zafer anlamına gelen "V" işaretinde görmek mümkündür. Basitleştirme sayesinde dinleyicinin dikkati yakalanır ve telkin için ze­min kazanılmış olur.
Propagandanın önemli bir şartı, verilmek istenen fikrin, bıkmadan, usanmadan tekrarlan­ması gereğidir. Ancak bu tekrar, aynı şeyin aynı kelimelerle ifadesi değildir. Her defasında te­mel konu muhafaza edilir, çeşitli şekillere sokularak tekrarlanır. Böylece topluluğun fikri alma­sı temin edilir. Alman propaganda bakanı Goebbels, bu kaideyi, "Katolik Kilisesi, muvaffak oluyor; çünkü iki bin yıldan beri aynı şeyleri tekrarlıyor" sözleri ile belirlemiştir.
Tekrar, bir fikri zorla kabul ettirmenin belli başlı yollarından birisidir. Yine Goebbels, basit bir temayülün, bir milyon defa tekrarlanması durumunda, iman hâline dönüşeceğini ileri sürer­ken, tekrarın zorlayıcı kuvvetinin, iradenin direncini yıkacağını ve ona hâkim olacağını ifade et­miştir. Ancak dozajını kaçırmak, kazanılmış ve kazanılacak olan mevzilerin kaybına sebebiyet verir. İnsan zekâsı, budala yerine konmayı kabul etmez. Gereksiz ve zamansız tekrar, kafanın aynı noktasına sürekli su damlatmayı öngören Çin işkencesi anlamına gelme tehlikesi taşır. İn­san zekâsı ise, esir muamelesi görmek istemez. Tekrar kaidesini uygularken, topluluğa ve top­luluk içindeki insana, daima "kendim düşünüyorum" duygusunu vermek ve harhangi bir fikrin zorla kabul ettirilmediği kanaatini uyandırmak gerekir. Aksi takdirde, fikre karşı topluluk için­de düşmanlık duygusu doğar. Bunun için tekrarın, belirli zaman dilimlerinde yapılması gere­kir. En uygun zaman, propaganda neticesi fikir hâline gelmeye başlayan düşüncenin, şuur al­tından çıkarak şuurda yer almaya başladığı andır. Tekrarla, fikir hâline gelen düşünce, şuurda belirdiğinde, propagandanın başarıya ulaştığı söylenebilir.
Bu kanun ile, propagandanın belli bir noktada yoğunlaşması, merkezîleşmesi anlatılır. Bu merkezîleşme, öncelikle propagandanın kaynağında olur. Muhtelif kaynaklar propagandayı yürütürlerse, her kaynak, propagandanın siklet merkezini kendisine göre seçeceğinden, kısa zamanda içinden çıkılmaz farklar meydana gelecek ve propaganda etkisini kaybedecektir.
Bu kanun, propagandanın bir savaş silâhı gibi kullanıldığını gösteren bir tekniktir. Hedef kitle, topluluk, tek ve aynı şahıs gibi telâkki olunarak blok hâlinde faaliyete geçilir. Böylece herpropaganda uzvunun, kendi seçeceği grupla ve kendi seçeceği sıra ve zamanla hücuma kalk­ması böylece etkinliğin azalması önlenmiş olur.[15]
Propaganda, hiçbir zaman sıfırdan başlamaz. Her zaman, önceden bilinen bir konu üzeri­ne kurulur. Bu bir efsane, kin ve husumet duygularına dayanan geleneksel inançlar, sabit fi­kirler, cereyanlar olabilir. Önemli olan, halk kitlesinin arzularına doğrudan doğruya karşı gel­memek, onunla aynı şeyi düşünüyormuş gibi görünmektir. Muhtevasını ticarî fikirlerin oluştur­masıyla propagandadan ayrılan reklâmcılıkta, malını pazarlamak isteyen ya da bir mamülün tanıtımını yapan satıcının, peşinen müşteriye hak vermesine benzer bir durum yaşanır.
Verilmek istenen fikir, sözler ve duygu beraberliği ile topluluğun takındığı ilk tavra bağla­nır. Propaganda, burada âdeta bir ebe vazifesi görür, velev ki dünyaya bir canavar çıksın.
Fikrin, belleklere süratle yerleşmesine büyük önem veren propaganda, aradığı sürati, ça­bukluğu, bir anlamda kitlede ve insanda ırsî diyebileceğimiz düşüncelerin oluşturduğu enerji kaynağında bulacak ve tam manasıyla bir kanaat nakli sağlanmış olacaktır. Bu nakil sayesin­de, örneğin bir gazetenin okuyucusu, çıkan bir haber veya yorumla ilgili olarak, "ben de bun­dan emindim, bunun için bahse tutuşurdum, hatta ben bunun böyle olacağını önceden söyle­miştim" sözlerinde ifadesini bulan emniyet hissine kapılacak ve propaganda, hedefine ulaş­mış olacaktır.[16]
İnsanı, diğer canlılardan ayırmak için biraz kaba bir söylemle kullanılan "insan düşünen bir hayvandır" sözünü işitmeyen yok gibidir. Bu söz ile insanın hâl ve tavırlarına, yaşayışına, hay­vanlarda olduğu gibi içgüdü dediğimiz kalıtsal davranışların değil,[17] zihnin yön verdiği anlatıl­mak istenir.
Düşünme, beynin ya da zihnin bir faaliyeti olarak, karşılaşılan bir problemi zihinde çözme gücü olarak tanımlanabilir. Bu güç, bir ucunda mantığın, diğer ucunda hayal kurma ya da im­geleme anlamına gelen otistiğin bulunduğu bir sarkaç üzerinde gerçekleşen bir faaliyettir, in­san, sahip olduğu bu güçle çevresini tanır, ona uyum gösterir. Yine bu güçle çözümlemeler, soyutlamalar, genellemeler yaparak kavramlara varır. Bu kavramlar arasında gözlem sonucu olumlu ya da olumsuz bağlar kurarak yargılarda bulunur.[18]
Düşünce, psişik bir olgu, zihinde cereyan eden, kişinin iç dünyasına ait bir olay olmasına karşılık düşünce açıklaması ya da düşüncenin açıklanması ki, biz buna ifade diyoruz, düşün­cenin harice, maddî, fizik âleme taşınması, psişik manada kişiye ait olmaktan kurtulmasıdır.
Düşüncenin zihinden çıkarılması, fizik âleme yansıması, çeşitli şekillerde olabilir. Söz, bir açıklamadır, yazı bir anlatım yoludur. Bedenin olumlu ya da olumsuz bir hareketi, göz kırpma, el kaldırma ya da baş sallama yine düşünceyi açıklama biçimidir.
Yukarıda propagandanın tarifi verilirken, propagandanın özünde bir düşünceyi açıklama ve bu açıklamayı yayma fiilinin bulunduğuna işaret edilmiştir. Ancak propaganda, basit bir dü­şünce açıklaması değildir. Şüphesiz özünde bir açıklama vardır ama bu, başka şahıslarda bir bilgi yaratmaya veya bir duyguyu harekete getirmeye yönelen bilimsel, öğretici, artistik veya dinî nitelikte sırf ve soyut bir fikrin açıklanması değildir. Propagandada, başka bir maksadın elde edilmesi ile sıkı surette bağlantılı olan bir düşünce açıklaması vardır ki, bu durum, onu düşünce açıklamasının diğer şekillerinden ayırır.[19]
Propagandada, bir düşünceyi açıklamanın ötesinde taraftar kazanma maksadıyla yayma söz konusudur. Gerçi düşüncenin açıklanması kavramının, bu düşüncenin etrafında toplan­manın sağlanması olgusunu da kapsadığı, düşüncenin yayılması sonucunu doğurmaksızın bir düşünce açıklamasının yapılamayacağı ileri sürülmektedir. Fakat yaymanın, düşünceyi açıkla­manın doğasında bulunduğu, kendiliğinden geliştiği ileri sürülebilirse de, aynı şeyi taraftar ka­zanma olgusu açısından söylemek pek mümkün değildir. Propaganda, yalnız duyurmayı de­ğil, belli bir istikamete yönlendirmeyi de hedefler. Propaganda, entelektüel bir tartışmadan de­ğil, empozeden yanadır. Amaç, cevap aramak değil, hazır cevap ve çözümleri, muhatabına kabul ettirmek ve bunun için insan zihni üzerinde kendine özgü usullerle bir ikna operasyonu düzenlemektir.
Propaganda, özü itibarıyla düşüncenin ya da düşünce açıklamasının bizzatihi kendisi de­ğil, bu düşünceyi açıklama vasıtası ya da daha doğru bir anlatımla düşünceyi, muhatabına ka­bul ettirme, benimsetme tekniği olduğundan, düşünce ile özdeş sayılamaz. Propagandanın, taşıdığı düşünceden ayrı bir zihnî muhtevayı, maksadı ve nihayet biçimi bulunduğunun delili; aşağıda ayrıntısı ile değineceğimiz üzere, kanun koyucunun yasakladığı bir hususun açıklan­masında propaganda maksadının bulunup bulunmamasına göre bir düşünce açıklamasını suç sayması ya da saymamasıdır. Örneğin Yargıtay, yabancı bir memleketteki devlet ve hükümet adamlarının, hangi ideolojik görüşü benimsemiş olurlarsa olsunlar, onların sadece lüksten, is­raftan, şahsî çıkarlarını gözetmekten uzak bir vaziyette kendilerini, memleketleri ve milletleri uğruna nasıl vakfedip insanüstü bir gayretle ve halktan farklı olmayan bir hayat seviyesi için­de çaba ğösterip çalıştıklarını objektif biçimde müşahede sonucu nakil ve izah etmenin; söz konusu olan Küba rejimi de olsa, Türk Ceza Kanununun mülga 142. maddesine göre komü­nizm propagandası sayılamayacağını belirtirken;[20] yasakladığı hususun objektif açıklanması­nın değil, propagandasının suç sayılacağını ortaya koymuştur.
Propagandayı, düşüncenin kendisi, onun bir tezahür şekli olarak kabul eden görüş, pro­pagandanın bu yanını ihmal ettiği için, propagandadaki dinamizmi algılamaz. Düşüncenin sis­temleşmesinin, dinamizm kazanmasının ve gerçekleştirilmesinin telkin edilmesinin, ancak su­ça tahrik ve teşvik durumunda söz konusu olabileceğini ileri sürerken, propagandanın sırf dü­şünce içeriğine sahip bulunduğunu ve bir alenîleşme, kamuya açılma anlamını taşıdığını ileri sürer. Aynı görüşe göre, tahrik ve teşvik olgusunda bulunan telkin unsuru, hukuka uygun usul­leri içeriyorsa hukuka aykırılık yoktur. Buna mukabil, "düşüncenin hukuka aykırı usuller çerçe­vesinde gerçekleştirilmesi telkin olunuyorsa tahrik suçu oluşur" diyerek sadece bir düşünce içeriği biçiminde gördüğü propagandanın herhangi bir suça vücut vermeyeceğini, hukuka ay­kırı bir düşüncenin de pekâlâ propagandasının yapılabileceğini, kişilerin anayasal ve yasal sis­teme uygun davranma zorunlulukları bulunmakla birlikte sisteme uygun düşünme zorunluluk­larının bulunmadığını, propagandanın da bir düşünme biçimi olması sebebiyle sınırsız serbestiden faydalanması gerektiğini ileri sürer.[21] Aşağıdaki açıklamalarımız, bu görüşün düştüğü ya­nılgıyı daha iyi ortaya koyacaktır.
Propagandada, taraftar kazanmak, kitleleri sevk etmek, tavır almaya zorlamak amacıyla bir düşüncenin yayılması söz konusudur. Bu durum, düşünce açıklaması ya da ifade hürriye­ti ile propaganda kavramı arasında yakın ilişki bulunduğunu ortaya koyar.
Zihinde kalan düşüncenin okunabilmesi, bilinebilmesi mümkün değildir, iç âlemde kaldığı sürece, düşüncenin hukuk düzeni ile de herhangi bir ilgisi yok gibidir. Dış âleme taşınmadığı, haricîleşmediği müddetçe, hukuk düzeninin, düşünce ve düşünce hürriyeti ile ilgisi, "hiç kim­senin, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaması ve herkesin kendisine mahsus dü­şünce ve kanaatlerini oluşturabilmek ve bunun için de gerekli vasıtalara başvurabilmek ser­bestliğine sahip bulunması"ndan ibarettir.[22] Bu sebeple hürriyet ile düşünceyi bir araya getir­diğimizde, yani düşünce hürriyeti dediğimizde, bunun, düşüncenin çeşitli yollarla açıklanabil­mesi ve yayılması hürriyeti olarak anlaşılması zorunludur. Bu hürriyetin, ifade hürriyeti olarak -yoksa düşünce hürriyeti değil adlandırılmasının anlamı da budur.
İfade hürriyeti, bir düşüncenin açıklanması ve bunun yayılması serbestisi anlamına geldi­ğine göre propagandaya da, aynı serbestiyi tanımak gerektiği akla gelebilir. Ancak, propagan­da, salt düşünce içeriğinden ibaret olmadığı için, propagandası yapılan her açıklamanın, bu serbesti ve hürriyetten yararlanması, kabul edilemez.[23] Serbesti ve hürriyeti, propagandanın konusu tayin eder. Yayılması ve taraftar bulması istenilen düşünce, hukuka aykırılık oluşturmuyorsa, anayasanın tanıdığı düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti içinde, propaganda ser­bestçe yapılabilir.
Hiçbir toplumda, hürriyetlerin sınırsız olmadığı malûmdur. Sınırsız hürriyet, anarşi ve neti­cede hürriyetsizlik doğurur. Hürriyetlerin var olabilmesi, kişi yönünden de pratik bir değer ifa­de etmesi için sınırlarının belirtilmesi, kullanım yollarının gösterilmesi, kısaca düzenlenmeleri gerekir. Bu gerçek, hemen hemen bütün hürriyetler için tartışmasız kabul görürken, ifade hür­riyeti konusunda görüş ayrılığı ve tartışma mevcuttur.
Tartışmanın bir cephesinde, her hürriyet gibi ifade hürriyetinin de sınırlarının bulunduğunu, diğer cephesinde ise bu hürriyetin sınırsız olmasının zorunlu olduğunu söyleyenler vardır.
İfade hürriyetinin sınırsızlığını savunan görüşe göre, açıklanması ve yayılması istenen fikir­ler, zararlı hatta tehlikeli de olsa, şayet sınırlandırılacak olursa, devletin hür düzeninin temelin­de bir yara açılmış ve belki de gelecekte bu yaranın genişlemesi ile devletin çöküşü hazırlan­mış olacaktır. Zararlı ve tehlikeli sayılan fikirler, demokrasilerdeki açık ve serbest tartışmacı or­tamda panzehiri bulunarak tehlikeli olmaktan çıkacak; cevaplandırdığı, tartışıldığı için yer al­tına inmesi söz konusu olmayacaktır. Demokrasi bir inanma ve inandırma rejimi olduğuna gö­re kendisine yöneltilen bütün eleştiri ve saldırıları bunlar ne kadar yıkıcı olursa olsun yine kendi inandığı ve dayandığı yöntemlerle karşılamak zorundadır.[24]
Yukarıdaki görüş, demokrasiyi, sınırsız hürriyetler rejimi olarak değerlendirme yanılgısı içindedir. İki cephesi bulunan soruna tek yönden bakmakta, kamu düzeninin ve devletin öne­mini ihmal etmektedir.
insanlığın bugün geldiği aşamada sosyal hayat, devlet olarak örgütlenmiş millî toplumlar biçiminde varlık göstermektedir. Modern devletin varlık temelinde ise millî menfaatle sınırlı bir özgürlük anlayışı bulunmaktadır.[25] Realitede, varlığını sürdürmek isteyen her düşünce, eği­lim, tavır, sosyal düzeni sarsmadığı ölçüde hür bırakılabilir. Demokratik bir rejimde, vatandaş­ların, kamu işlerini tartışmalarının, yalnız bir hak değil aynı zamanda bir vatandaşlık vazifesi ol­duğu, aydınlanmış bir kamuoyu bulunmadığı takdirde, vatandaşların kendilerini idare edenle­ri etkilemek, yöneltmek yeteneklerinin ortadan kalkacağı doğrudur.[26] Önceleri radikal kabul edilen hatta husumet çeken fikirlerin, sonradan tasvip gördüğü de vak'adır. Ne var ki, sosyal hayatta, gruplara hâkim olan fikirler, grubun her üyesinin aktif bir şekilde iştirak ettiği tartış­macı ortam içinde belirlenmez. Herhangi bir konu hakkında belli bir entelektüel seviyeyi, şu­uru temsil eden fertler istisna edilecek olursa, geriye kalanlar, üyesi bulunduğu topluluğa hâkim olan kanaate, hiçbir zihnî mesai harcamadan kolayca katılabilirler.
Öte yandan örgütlenmiş azınlığın, dağınık, uyumsuz, birlik görünümünden uzak çoğunluk karşısında, istediği etkiyi kolayca sağladığı, kitleyi teslim aldığı, tecrübelerle sabittir. Bu çer­çevede, sosyal düzenle barışık olmayan bir fikir, etkili bir propaganda ile arzuladığı neticeye ulaşmakta zorlanmayacaktır. Bir beyin yıkama sanatı olan propagandayı, Hitler'in entelektü­el tedhiş olarak tanımlaması boşuna değildir. Bu gerçek, kamu düzenini tehdit eden düşün­ce açıklamalarına ve propaganda fiillerine, devletin hürriyet tanımamasını haklı kılar.
Terör, siyasal bir hedefe ulaşmak maksadıyla devlete, halka ya da fertlere karşı sistemli şiddet eylemlerine başvurma;  siyasal eğilimleri normal olmayan yollardan değiştirmek ama­cıyla düzenlenen ve içerisinde şiddet veya şiddeti kullanma tehdidi barındıran sembolik ey­lemdir.  
Terör ya da terörizmi farklı kılan en önemli özellik; onun, belli politik amaçlara erişmek için kullandığı kendine özgü stratejisidir. Bu strateji, şiddete dayalı olmakla birlikte, terör, siyasal hedefine ulaşmak için fiziksel zararının yaratacağı kısıtlı etkiden çok psikolojik etkiye ağırlık verir.
İlk aşamada taktik amaç için uygun hedefe saldırı vardır. İkinci aşamada, eylemin sosyal etkisi ile stratejik amaç gerçekleştirilir ve ideolojik mesaj verilir. İdeolojik mesajın taşınmasın­da ve yayılmasında, dramatik boyutu yüksek eylemler ile dikkati çekilen medyadan geniş su­rette istifade edilir. Ancak, olabilecek en büyük yansıtmaya varmak için terör bir davranış ola­rak medyayı yanıltmayı seçer. Bu manipülâsyonda, eylemle birlikte devletin ve hükümetin zaafı bütünleştirilir, saldırı konusu olan hedefin kim veya ne olduğu yoluyla da, eylemin kamu­oyunda rasyonelleşmesi amaçlanır. Müteakip aşamada, devletin güvenlik güçlerini baskıcı konuma getirmeyi başaran terör hareketi, istediği kutuplaşma ve radikalizasyona varmış olur.
Terörist liderlerden Carlos Marighella, bu mücadele yöntemini şöyle özetler: "Psikolojik sa­vaş ya da sinir savaşı, saldırgan bir taktik içermektedir. Kitle iletişim araçlarından doğrudan ya da dolaylı yararlanarak, halkın ağızdan ağıza dolaşan haberlerine dayanarak hükümeti demoralize etmeyi amaçlar. Psikolojik savaşta, medyaya sansür ve baskı uyguladığı ve kendisine yö­nelik filtreleri yasaklayarak kendisine savunma konumuna kapadığı için hükümet her zaman de­zavantajlıdır. işte tam bu noktada, hükümet çılgın ve ümitsiz hâle gelir, tezatlara düşer, kendi­sini ve her şeyi kontrol altında tutma gayreti içinde çökmeye başlar.
Bu anlatılanlar, terörün fikrî unsur taşıyan bir hareket, bir siyasal mücadele yöntemi olarak gerçek savaşı, askerî terminoloji ile ifade edecek olursak, cephede değil cephe gerisinde yap­tığını, zaferi burada kazanmayı umduğunu göstermektedir.
Terör, yukarıda belirtildiği üzere etkinliğini cephe gerisinde, toplumları şekillendiren dina­mik kavramları bulup, zayıf yönlerini saptadıktan sonra bunlara saldırarak yok edip değiştir­meyi, en elverişli tahrip taktiği olarak görür. Propaganda, bu taktikte silâh vazifesi görür ve böylece kitleye yönelik bir entelektüel tedhiş faaliyeti başlar.
Siyasal iktidar düzeninin değiştirilmesine yönelik hukuka aykırı, demokratik sistemle bağ­daşmayan bir şiddet eylemi olduğu hâlde[27] terör; siyasal iktidarı, yanına çekmek istediği hal­kın gözünden düşürebilmek ve açmaza sokmak için siyasal iktidarı, ülkede demokrasiyi as­kıya almak, baskıcı rejim uygulamak, evrensel hukuk normlarına bağlı kalmamakla suçlar. Terörist eylemlerin artan dozuna paralel olarak devletin mücadele için getirdiği tedbirlerin sertleşmesi, propagandaya maruz kalan toplulukta bu iddialara haklılık kazandırır ve terör hareketi, mevzi elde eder.
Terörizm ile propaganda arasındaki bu özel ilişki, terör ile yapılacak mücadelenin tek boyutlu olamayacağını, alınacak tedbirlerin yalnızca fiziksel eylem alanına hapsedilemeyeceğini, terörün etkinliğinin yok edilebilmesi için psikolojik silâhının da elinden alın­ması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu cümleden olarak, devletin varlığını, ülke topraklarının birliğini tehdit eden bir ayrılıkçı terör hareketinin yaşandığı ortamda, terörün ideolojisi ve hedefleri ile farklı saikle de olsa örtüşen düşünce açıklamalarının, hem terörle mücadeleye hem de korunmak istenen devletin bölünmezliği anlayışına zarar vermeyeceğini söylemek mümkün değildir.
Nitekim, ifade hürriyetinin "açık ve yakın tehlike" kriterine göre sınırlandırılabildiği ABD'de, bu kriteri açıklamak için Yüksek Mahkeme (Supreme Court) tarafından verilen örnek, çar­pıcıdır. Mahkeme, ıssız bir tepede söz gelimi mahsus "yangın var" diye bağırmanın, aynı hareketi, kalabalık bir sinema salonunda yapmaktan çok farklı bir şey olduğunu, sarf edilen sözlerin, birinci durumda yalnızca havaya atılmış boş sözler iken, ikinci durumda kamu güven­liğine yönelik çok yakın ve ciddî tehlike oluşturduğunu kaydetmekte ve ifade hürriyetinin yere ve zamana göre sınırları vardır, demektedir.
İçgüdüsel davranışlar, refleksler bir yana bırakılacak olursa, her hareketin öncesinde kısa ya da uzun bir zihnî ameliye, düşünce safhası mevcuttur. Düşünce olmadan eylem olmaz. Ey­lemi hazırlayan ve yaratan düşüncedir. Propagandayı bir silâh olarak kılan da, düşünce ile hareket arasındaki bu psişik bağdır. Propagandacının elinde silâh olmayabilir, propagandacı, kanunsuz bir eylemin içinde bizzat görünmeyebilir. Esasen onun rolü ve çabası, düşüncenin taraftar ve aksiyon kazanması ile ilgilidir. Başarılı bir propaganda faaliyeti ile iğfal edilen zihin­ler, propagandası yapılan düşüncenin meşruiyetine inandırılırlar. Bundan sonrası, düşüncenin uygulama safhasına geçirilmesidir. Haklı bir dava uğruna mücadele ettiğini sanan eylemciyi bulmak zor olmayacaktır.
Devletin temel kurumlarınt, toplumun düzenini, sosyal değerleri koruyan ceza kanunlarının, böyle bir durumda yalnız eylemcileri cezalandırması, buna mukabil eylemciye fikrî destek veren, onu hazırlayan, meşru bir çizgide, haklı bir davada, yüce bir düşüncenin izinde mücadele ettiği telkininde bulunan propaganda ve propagandacı karşısında susması bek­lenemez, beklenmemelidir.
Ele alınan konunun, Türkiye açısından önemi göz ardı edilemez. Zira, bu silâha yeryüzün­de en fazla maruz kalan milletlerden biri ve belki de birincisi Türk milleti olmuştur. İstanbul'da Robert Kolejin ilk yöneticisi olan Dr. Cyrus Hamlin'in 1878'de yayımanan "Among The Turks / Türkler Arasında" isimli kitabı, o tarihlerde Londra'da kurulan bir propaganda bürosunun, Türkler aleyhinde kullanılabilecek ne kadar bilgi varsa bunları toplayıp sistematik bir şekilde yaydığından bahseder. Hamlin, bu tek taraflı ve temelsiz bilgilerin sel gibi akıtılması karşısın­da hangi ırk kalsa, aradan zaman geçtikçe kendisine karşı düşmanlık ve kin hislerinin doğup gelişmesine karşı çıkamayacağını da kaydetmektedir.[28]
Hamlin'in yukarıdaki kehaneti gerçekleşmiş gibidir. O kadar ki, zihinleri boşaltılıp yeniden programlanan bir kısım fertleri, Türk milletine sövmede, propagandanın kaynağı olan unsurlar ile yarışır olmuştur. Aşağıya aldığımız şu satırlar, bu hâle tipik misaldir:
-Birinci Dünya Savaşı galibi İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Japonya ve Sır­bistan devletleri 23 Haziran 1919 günlü ortak bildirilerinde "Türk ulusu, yabancı soyları yönet­me yetisinden yoksundur. Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddî ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa o ülke maddî ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler, ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yık­mıştır. Çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur, yalnızca yıkmayı bilirler. Türkler bozuk ahlâklı entrikacı bir ulustur. Bu gerekçe ile topraklarını parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz." der­ken,
-"Türk milleti aptaldır. Türk milleti sahtekârdır. Türk milleti korkaktır. Türk milleti uygarlıktan yoksundur. Ulusal kültür yoktur, geliştirmemiş, yıkmıştır. Batılılar, Türkleri aşağılamakta hak­lıdırlar.
-“Türk milleti hanzodur, kırodur, uygar değildir. Türk milleti göçebe, yağmacı, talancı, demokrasiye el vermez, diktatörlüğe yazgılı bir toplumdur.
-“Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu 1923'ten bu yana tahammülü imkânsız bir cebir ve gad­darlık sistemi hâline dönüştü. Türkiye bunu Şark ikiyüzlülüğü ile insanlığın gözlerinden sak­lamaya çalıştı. Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu halkı üzerinde öyle bir gaddarlık kurdu ki, Osman­lI otokrasisini binlerce kez arattı. Şimdi Türkiye'de tasavvur edilebilecek en alçak saı/aş cereyan etmektedir. Devlet 300. 000 kişilik bir orduyu Kürtlere karşı seferber etti.
-“Türkler ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Ermeni, Süryanî, Yezidî, Rum, Yahudi, Arap, Çin­gene ve Kürt kökenli yurttaşlarına gaddarca zulmetmiş, mülklerine el koymuş, soykırım uy­gulamış, kültürlerini yok etmiş, onları yurtlarından kovalamıştır". diyenler de, ilerici, devrimci, yurtsever, demokrat, hümanist, uluslararası şöhret, evrensel değer olarak takdim ve tebcil edilmek istenen ve ruhen kaybedilmiş olan bir kısım sözde aydınımızdır. Yabancı devletlerin bildirilerindeki ifade ile görülen benzerlik, maruz kaldığımız yıkıcı propagandanın etkisini gös­termektedir.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bir kâzib şöhretin, Kore'de çarpışan Mehmetçiği, kar­şısındaki düşman askerine teslim olmaya davet eden şu dörtlüğü dahi, onu, en büyük vatan şairi (I) olarak takdim eden şeytanî propagandayı, bir kısım zihinlerde maalesef gölgelemeye yetmemektedir:
Teslim ol ananın başı için,
Teslim ol Türk halkı adına,
Ahmet, kardeşim,
Kardeşlerine teslim ol.
Söz konusu menfi propagandaya karşı, "Sözde ulusumuz, gayrimüslim yurttaşlarını yönet­meye yeteneksizmiş, sözde ulusumuz yetenekten yoksun bulunduğu için bayındır bulunan yer­lere girmiş ve oralarını yıkıntıya çevirmiş. Bu iddialar kesinlikle gerçek değildir. Her ikisi de if­tiradır. Bunu yalnızca Batı'ya değil dahası yurttaşlarımıza da önemle ihtar etmek gereğini duyuyorum. Çünkü seyrek olmakla birlikte üzüntü ile işitiyoruz ki, ulusunun tarihini okumamış ya da ulusal duygudan yoksun kalmış olması gereken kimi kişiler, yabancıların bize karşı ortaya attıkları suçlamaları reddetmedikten başka bir de ülkelerini özürlü göstermekten çekinmiyorlar. Hâlâ salonlarını bize karşı konferans verdirtmek için yabancılara açık tutanlar var. Bu gibilere lânet" diye cevap veren  Aziz Atatürk, propagandanın yıkıcı etkisini fevkalâde iyi belirleyerek, karşı propaganda faaliyetine başlamış, bu amaçla birinci meclis döneminde bir propaganda komisyonu oluşturmuş, iyi propagandanın, iyi bilgilenmekle kabil olacağını gördüğü için haber yayacak bir ajansı da (Anadolu Ajansı) kurdurmuştur.[29]
Mücadele sona ermiş değildir. Giriş bölümünde değinildiği üzere, hayat kuvvetle, kuvvetin üstünlüğü ile kaim olduğu için zıt kuvvetler arasındaki mücadelenin zihnî boyutunu oluşturan propaganda faaliyetleri de kesintisiz devam edecektir. Genellikle menfi yönünü ele aldığımız propaganda kavramının, "doğru" ya da "yanlış" gibi nesnel olmayan değer yargılarından bağımsız biçimde ele alınması gerektiğini savunan görüşler de, neticede propagandanın kitle iletişim çağında siyasal ve toplumsal düzenin vazgeçilmez ve ayrılmaz bir unsuru ve belir­leyicisi olduğu üzerinde birleşmektedirler.[30]
Kaynak:
21. Yüzyılda Türk Dünyası JeopolitiğiMuzaffer Özdağ'a Armağan II. Cilt, Derleyenler: Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ Dr. Yaşar KALAFAT Mehmet Seyfettin EROL Avrasya Bir Vakfı Asam Yayınları: 61 Jeopolitik-Strateji-Terör Araştırmaları Dizisi: 16 Ankara, 2003


[1]     Brovvn, J. A. C., Siyasal Propaganda (Techniques of Persuasion from Propaganda to Brainwashing), Çev. Yusuf
Yazar, İstanbul 1992, s. 9.
[2]     Ertem, Sadri, Propaganda, Propagandanın Psikolojik, Sosyolojik ve Teknik Şartlan, II. C, İstanbul 1942, s. 6-7.
[3]     Brovvn, J. A. C., a. g. e., s. 11
[4]    Domenach, J. M., Siyasî Propaganda, Çev. Cevdet Perin, (İstanbul 1962), s. 7 vd.
[5]    Özdağ, Muzaffer, Türkiye ve Türk Dünyası Jeopolitiği Üzerine, (Ankara; Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi
Yayınları, 2001), Jeopolitik-Strateji-Terör Dizisi 5, s. ıx.
[6]    özdağ, Muzaffer, a. g. e., s. ıx.
[7]     Gözübüyük, Abdullah Pulat; Türk Ceza Kanunu Şerhi, C. II, (Ankara 1968), s. 75.
[8]     Brovvn, J. A. C., a. g. e., s. 11.
[9]     Brovvn, J. A. C., a. g. e., s. 11.
[10]   Bartlett, Political Propaganda; Domenach, J. M.: a. g. e., s. 10'dan naklen
[11]   Propaganda Communication and Public Opinion (Princeton); Domenach, J. M., a. g. e., s. 10‘dan naklen
[12]   Türkiye'de Anarşi ve Terörün Sebepleri ve Hedefleri, (Ankara 1985), s. 125.
[13]   Ergene, H. Halil: Neden Hedef Türkiye?, (Ankara 1993), ss. 127-128.
[14]   Cihan, Erol, "Ceza Hukukunda Propaganda Kavramı", Ceza Hukuku ve Kriminoloji Dergisi, C. I, S. I, (İstanbul 1978), s. 9.
[15]   Balkanlı, Remzi, a. g. e., s. 605.
[16]   Domenach, J. M., a. g. e., ss. 71-73.
[17]   Baymur, Feriha, a. g. e., s. 147.
[18]   Baymur, Feriha, a. g. e., ss. 194-208.
[19]   Erman, Sahir, “Italyan Anayasa Mahkemesi Kararı", İstanbul Üniversitesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, Y. 7, S. 10, 1973, s. 151.
[20]   Yargıtay 1. C. D., E. 969/267, K. 969/559, Komünizm-Sosyalizm ve İlgili Yargıtay Kararları (Üner, Abdullah Gencer, A. Niyazi), (Ankara 1969), s. 178.
[21]   Özek, Çetin, Türk Basın Hukuku, İstanbul, 1978, ss. 356-357.
[22]   Dönmezer, Sulhi, "Mahkeme Kararları Kroniği, Düşünce ve Kanaat Hürriyetinin Sınırı, Hürriyetlerin Özüne Dokunan Sınırlamalar", İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, XXIX, s. 776.
[23]  Özek'e göre düşünce açıklaması, her zaman fikrî bir unsur içerir. Suça vücut veren ise, maddî fiildir. Ortada eylem
varsa, düşünceden söz edilemez. Düşünce açıklamasının, suç teşkil edebileceğine ilişkin olarak gösterilen
örneklerde, yasa maddelerinde cezalandırılan, eyleme geçen, fikrî unsurdan yoksun bir açıklama, maddî fiildir.
Ortada, düşünce yoktur. Bkz., a. g. e., ss. 68-69.
[24]  Bu tartışma için bkz. Kapani, Münci, Kamu Hürriyetleri, 7. B, (Ankara, 1993), ss. 217-219.
[25]  Özbilgen, Tarık, " İki Aktüel Sorun Üzerine Anayasanın Sosyolojik Yorumu ", Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi,
1969, S. 5, s. 19.
[26]  Dönmezer, Sulhi, a. g. m., s. 776.
[27]  Özek, Çetin," Terör ve Terörle Mücadele Kanunu ", İstanbul Barosu Dergisi, C. 65, ss. 4-5-6, (İstanbul 1991), s. 357.
[28]Lütem, Ilhan, Mustafa Kemal Atatürk 57 Yılın Öyküsü Birinci Kitap: Kendisi, (Ankara, Avrasya Bir Vakfı Yayınları, 2002), s. 178.
[29]   Lütem, Ilhan, a. g. e., s. 178.
[30]    Bektaş, Arsev, a. g. e., s. 258.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar