RİFÂİLİK
Rifâilik,
Ahmed er-Rifâî kaddesellâhü sırrahu'l aziz tarafından kurulmuş bir tarikattır.
Kurulmasının akabindeki tarihi süreç içinde, İslam dünyasının hemen her
tarafına yayılmış; İslam dünyasının en aktif ve en yaygın tarikatlarından biri
olmuştur. Tasavvuf tarihi içinde ilk olarak teşkilatlanan tarikatlardan biridir
ve hızlı bir şekilde yaygınlaşmasını buna borçludur. Suriye, Mısır, Anadolu,
Irak, Balkanlar ve Hindistan gibi Müslümanların var olduğu hemen her yerde
yayılma imkânı bulmuştur. 9./15. yüzyılda Kâdiriyye tarikatı tarafından elinden
alınıncaya kadar İslam dünyasının en yaygın tarikatı olma unvanını taşımıştır.[1]
Tarikatın
kurucusu 500/1106-1107 veya 512/1118’da Batâih bölgesindeki Ümmi Abide Köyünde
doğmuştur. Seyyid olduğu iddia edilen Ahmed er-Rifâî, babasının o küçük yaşta
iken vefat etmesi sebebiyle, ünlü sufilerden, dayısı Mansur el-Batâihî’nin
himayesinde yetişmiştir. Devrin âlim ve mutasavvıflarından eğitim almıştır.
Kaynaklarca muhaddis, Şafii fakihi ve müfessir bir sufi olarak tanıtılmaktadır.
Önceleri dayısı Mansur elBatâihî’nin irşad halkasına girmiştir. Dayısı daha
sonra kendisinin taşımış olduğu “şeyhu’ş-şuyûh” unvanını ona devrederek kendisine bağlı bütün
tekkelerin şeyhliğini tevdi etmiştir. Kısa sürede önemli sufi simalardan biri
olmuş ve hızla taraftar toplamaya başlamıştır. Tasavvuf anlayışının Kitap ve
Sünnete uygun olduğu konusunda kaynaklar hemfikirdir. Bu konuda ona dair
övgüler yapılmakta, devrinin biriciği olarak tanımlanmaktadır. Ahmed er-Rifâî
578/1182’de vefat etmiştir, türbesi Bağdat’ın güneyinde Vâsıt yakınlarındadır.[2]
Rifâilik, çoğunlukla esma yolunu benimsemiş, bu ekolün esaslarıyla hareket eden
bir tarikat olarak kabul edilmiştir. Bu itibarla aşk ve cezbe yolundan ziyade
zühd yolunu kendisine metod olarak seçtiği, tarikat esaslarını bu yolun
gereklerine göre tespit ettiği, ehl-i sünnet inancının temel esaslarına aykırı
hususlar içermediği varsayılmıştır.'87
Bu kabule rağmen, Rifâilik
tarikatı mensupları zamanla çok ciddi eleştirilere maruz kalmışlardır. Çoğu
zaman, bu eleştirilere tarikatın kurucusu Ahmed er-Rifâî’inin dahil
edilmediğini söylemek gerekir. Rifâileri eleştiren kaynaklar, onu ayırarak
takipçilerini eleştirmeyi yeğlemişlerdir. Ahmed er-Rifâî’ye yapılan nadir
eleştiriler, onu Horasan ekolünün ayin ve öğretileriyle ilişkilendirebilecek
netlikte değildir. Örneğin onun hakkında, kadın erkek aynı mecliste zikir
ayinleri düzenlediğine dair, Halife el-Müstekfî’ye şikâyetlerde bulunulmuş,
ancak halife tarafından görevlendirilen memur onun sünnete uygun hareket
ettiğine dair rapor verince, halife ondan özür dilemiştir.[3]
İbnu’s-Serrâc, Ahmed er-Rifâî hayatta iken onun hakkında kötü sözler söyleyen
ve şerefini lekeleyen bir topluluktan bahsetmekte, ancak eleştiri konusu
hakkında bilgi vermemektedir.[4]
Şârânî gibi geç dönem kaynaklarında Ahmed er-Rifâî ve taraftarlarına mülhid,
batini ve zındık gibi ithamlarda bulunan şahıslara rastlanmakta, ancak bu
eleştirileri neden yaptıklarına değinilmemektedir.[5]
Aşk
ve cezbe merkezli tasavvufun fiili olarak en önemli ibadet biçimi olan sema,
Rifâilikte erken dönemlerden itibaren görülmektedir. Son dönem Rifâi kaynakları
sema ibadetini Ahmed er-Rifâî’ye dayandırsalar ve ona “sema ibadettir”
dedirtseler de[6]
bu konuda ihtiyatlı olunmalıdır. Ahmed er-Rifâî’ye nisbet edilen “el-Burhânu’l-Mueyyed” isimli eserde tasvir
edilen zikir meclislerinde, kasidecinin beyit okuması, musiki dinlenmesi
hususlarına rastlanır. Buradan Ahmed er-Rifâî’nin musiki dinleme anlamında
semayı tasvip ettiği ve uyguladığı sonucu çıkarılabilir. Ancak eserden, sema
meclislerinde sıkça rastlanan raks etmeye iyi gözle bakılmadığı
anlaşılmaktadır. Raksla zikir birbirinden ayrılmış ve raks edenlerin yalancı
olduğuna vurgu yapılmıştır.[7]
Ayrıca bazı tarikat mensuplarında
rastlanan hulûl[8] ve ittihadı
çağrıştıracak sözlerin; bunlara ek olarak şathiyatların [9] ve aşırı unsurlar içeren
kerametlerin de Ahmed er-Rifâî’den sonra ortaya çıktığı, araştırmacılar
tarafından ifade edilmiştir.[10]
Rifâilik
tarikatının muvelleh dervişlik karşısındaki konumunu net olarak söyleyebilmek
mümkün değildir. Rifâilik mensubu bazı şeyh ve dervişlerin Kalenderi ve Haydari
dervişlerine benzer haller
gösterdikleri kuşkusuzdur. Ancak bu örneklere bakarak, tarihi süreç içinde çok
geniş alana yayılmış bir tarikatın bütün mensuplarını genelleme yaparak
muvelleh dervişlik akımının içine dahil etmek çok doğru bir yaklaşım
olmayacaktır. [11]
Zira
Rifâilik temelde esma yolu üzerine kurulmuştur. Bu itibarla Kalenderilik ve
Haydarilikten farklıdır. Bize göre, Rifâilik mensuplarının muvellehlik olarak
nitelendirilebilecek davranışlarını, Kalenderi ve Haydari dervişlerinin,
tarikata etkisi olarak algılamak gerekmektedir. Bu etki özellikle 7./13.
yüzyılda Suriye’de varlıklarını sürdüren Rifâilik tarikatı mensuplarında yoğun
olarak görülmektedir. Anadolu’ya gelen Rifâi dervişlerinin Suriye merkezli
olduğunu düşündüğümüzde, buna Anadolu’yu da eklemek gerekecektir. Bu açıdan
biz, Suriye ve doğal olarak Anadolu’daki Rifâilik tarikatı mensuplarının
özellikle 7/13. yüzyıldaki görünümü itibariyle muvelleh dervişlik akımı içine
dahil edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu sonuca varmamıza yol açan delillere
işaret etmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Ayin
Rifâiler
esma yolunu benimsemiş bir tarikat olduğu için bu tarikatın temel ayini doğal
olarak zikirdir. Zikir cehri olarak, yani açıktan ve yüksek sesle yapılır.
Toplu zikirler ise yine cehri şekilde oturarak veya ayakta icra edilir.[12]
Rifâilik mezhebinde, aşk ve cezbe yolunun en önemli ayin biçimi sema ve raks da
erken zamanlardan itibaren görünmektedir.
İbnu’s-Serrâc, İzzeddin b.
Nuaym isimli Rifâi şeyhinin kadın ve erkeklere aynı anda sema yaptırdığını ve
devrin yöneticileri tarafından kınandığını belirtmektedir. Bilindiği üzere,
sema ve raks, özü itibariyle Melami meşrepli tasavvuf akımlarına özgü bir ayin
biçimi olup esrime ve vecd aracı olarak kullanılmaktadır.1" Bu
itibarla sema ve raksın tarikatta yaygın bir şekilde var olmasını, Horasan
sufıliğinin en önemli etkilerinden biri olarak değerlendirmek gerekir. Ancak
sema ve raksdan daha önemli olan ve Rifâilerde “burhan” adı verilen bir ayin
biçimi vardır ki, esas itibariyle en çok eleştiri aldıkları ve Rifâiliğin başka
kültürlerin etkisine maruz kaldığını en çok hissettiren unsur durumundadır. İbn
Hallikân, Rifâiler hakkında bilgi verirken onları şu şekilde tanıtmıştır:
Onların canlı iken yılanları yemek,
alevli fırınların içine girmek gibi acayip halleri vardır. Onlar büyük ateşler
yakıp sonra onun üzerinde ateş sönene kadar sema ve raks ederler. Bu
dervişlerin kendi bölgelerinde aslanların üzerine binip dolaştıkları
söylenmektedir.
İbnu’s-Serrâc
da ateşe hâkimiyeti Rifâiliğin en büyük kerametlerinden biri saymaktadır.
Ayrıca onların zehire de hâkimiyetleri olduğunu belirterek kurşun ve zehir
içtiklerini belirtmektedir. Bunlara ek olarak, taşı ve tozu, gümüş, şeker,
meyve gibi yiyeceklere veya değerli taşlara dönüştürebilme yeteneğinin de
onlara verilen bir keramet biçimi olduğunu söylemektedir.
Rifâilerin
Allah’ın bir lütfü olarak gördükleri ve davalarının sahihliğine delil olarak
öne sürdükleri burhan ayini, tarihi süreç içinde insanları en çok etkileyen
yönleri olarak öne çıkmaktadır. Bu itibarla, 7./13. yüzyıldan günümüze değin
Rifâilerde burhan adı verilen bu olağanüstü aktivite sürdürülegelmiştir. Hatta
zaman içinde farklı biçimler eklenerek gelişime uğramıştır. Edward
William Lane,
13./19. yüzyıl Mısır’ındaki Rifâi dervişlerini şu şekilde tasvir eder:
Onlar acı duymaksızın demir şişleri
gözlerine ve vücutlarına sokarlardı. Aynı şekilde büyük taş kütlelerini
göğüsleri üzerine koyar ve kırarlar, yanan kömürleri, cam parçalarını yerler,
kor ateşleri kollarında taşırlardı. Ellerinde zehirli yılan ve akrepleri zarar
görmeden taşırlar ve hatta canlı, zehirli yılanları yerlerdi.[13]
Burada
çok değişik unsurların burhan ayinine eklemlendiği gözlenmektedir. 12./18.
yüzyılda İstanbul’daki Rifâi Âsitanesi’nde yapılan burhan ayinlerinde de
değişik yöntemler denenmiştir. Vücudun çeşitli yerlerine topuz denilen şişleri
saplamak, gül adı verilen kızgın demirleri yalamak, keskin kılıç üzerine
yatmak, aralarında kundaklık bebeklerin de bulunduğu hastaların şeyh tarafından
çiğnenmesi (devsiye) gibi oldukça farklı ayin biçimleri uygulanmıştır.[14]
Yine günümüzde Makedonya’daki Rifâiler, ilahiler okunurken yanaklarına ve
vücutlarının diğer bölgelerine şiş sokma eylemini aktif bir şekilde
sürdürmektedir.[15]
Benzer bir durum günümüz Türkiye’si için de söz konusudur.[16]
Rifâilikte
yüzyıllar boyunca çok önemli bir yer tutan bu ayinin, tarikatta ilk olarak ne
zaman görüldüğünü tespit etmek mümkün değildir. Fuad Köprülü, ayinin Abbasi
Devleti’nin Moğollar tarafından yıkılmasından sonra ortaya çıktığını savunmakta
ve Moğol etkisiyle gelen Şamanist bir etkiye bağlamakta; bu görüş başka
araştırmacılar tarafından da desteklenmektedir. Köprülü ve diğer
araştırmacıların Rifâilerin Moğol etkisiyle bu tür halleri benimsediği inancı,
Zehebî’nin onlar hakkmdaki bir rivayetine dayanmaktadır. Zehebî, Ahmed
er-Rifâî’den bahsederken onun ashabında, Moğolların Irak’ı almasından sonra
ateşe girmek, aslanların üzerine binmek, yılanlarla oynamak gibi şeytani
haller görüldüğünü ve bu hallerin Ahmed er-Rifâî zamanında olmadığını beyan
etmektedir. Zehebî’nin bu açıklaması sebebiyle Rifâilerin burhan ayini Moğol
etkisine bağlanmaya çalışılmıştır.
Mustafa
Tahralı ise Bağdat’ın Moğollarca işgalinden önce de Rifâilerde bu tür hallerin
bulunduğunu Yafiî’nin “Mirât”mdaki
bir bilgiye dayandırmakta ve bu şekilde Şamanist tesirin olmadığını ortaya
koymaya çalışmaktadır. O, ayrıca bu tür haller Moğol kaynaklı ve Şamanizm
tesiriyle ortaya çıkmış olsaydı, aynı hallerin o dönemde Rifâilik dışındaki
diğer tarikat mensuplarında da görülmesi gerektiğini savunmakta ve durumun bu
şekilde olmadığını dile getirmektedir.
Rifâilerin
alameti olarak görülen hallerin Moğol istilasından önce bölgede bilindiğine
dair Yafiî’nin eseri dışında başka tarihî şahitlikler de vardır. Rifâilerdeki
burhan ayininin Moğollarla ilişkilendirilmesine olanak sağlayan bilgiyi veren
Zehebî, başka bir eserinde 548/1153-1154 yılında vefat eden ve Halep’te
defnedilen Ebu’l-Hüseyin ez-Zâhid el-Makdisî’ den bahsederken, onun aslanlara
bindiğini, aslan ve kaplanların onun için evcil hayvanlar gibi olduğunu
belirtmiştir. Ayrıca onun tıpkı Rifâiler gibi fırınlara girmek ve ateşle
oynamak gibi hallerinden bahsetmiştir. Buna göre, benzer uygulamaların 6./12.
yüzyıldan itibaren bölgede bilindiği konusunda şüphe yoktur. Muhtemelen
Rifâiler bu uygulamaları Moğol istilasından önce bölgeye yerleşen derviş
gruplarından almış olmalıdır.
Ancak
Moğol istilasından önce Rifâilerde bu tür hallerin var olması, Şamanist etkiyi
ortadan kaldırmamakta, sadece bu etkinin Moğol istilasından önce olduğuna
delalet etmektedir. Zira Suriye ve Anadolu’ya Asya’dan derviş göçünün Moğol
istilasından önce de var olduğuna, Moğol istilasının bunu sadece
hızlandırdığına daha önce dikkat çekmiştik. Moğollar Şam ve çevresine gelir
gelmez Rifâilerin fikirlerinde ciddi bir dönüşüm yaşanması ve hemen bu tür
hallerin ortaya çıkması aklen de uygun değildir. Zira dinsel etkileşimler çok
kısa sürede ortaya çıkan hadiseler değildir. Zehebî’nin bu tür hallerin Moğol
istilasından sonra olduğu fikrine kapılması, muhtemelen Rifâilerin Moğollarla
yakın ilişkileri sebebiyledir. Aslında dikkatle incelenirse Zehebî, Rifâilerin
bu uygulamaları Moğollardan aldığını iddia etmemektedir. O, sadece bu tür
hallerin ortaya çıkışına dair bir tarih vermektedir. Onun verdiği bilgide
işaret edilen zaman Rifâilikte burhan ayininin ilk görüldüğü tarih değil,
yoğun olarak görülmeye başlandığı tarih olarak algılanmalıdır. Aslında Zehebî,
Moğollar’ın Suriye’ye hâkimiyeti akabinde bu tür hallerin yoğun olarak
görünmesine işaret etmektedir. Rifâiler Moğollar’m hâkimiyetleri zamanında
burhan ayinlerini daha rahat sergilemiş olmalıdır. Zira kaynaklarda, Moğolların
Rifâi dervişlerine sempati duyduklarına dair bilgiler vardır. Rifâiler,
sempatiye dayalı Moğol desteğiyle kendilerini daha rahat ifade edebilecekleri
bir ortam bulmuş, inanç ve fikirlerini daha rahat ifade etmişlerdir. Bu
rahatlık nedeniyle sosyal ortamlarda daha fazla görünmeleri ve belki biraz
pervasız hareket etmeleri, Rifâilerin Moğolların etkisiyle bu tür hallere
sahip olduğu izlenimi vermektedir. Tahralı’nın Moğol kaynaklı Şamanist
etkileşim olsaydı, bu durumun benzerinin başka tarikatlarda da görülmesi
gerektiği, ama olmadığı şeklindeki itirazı yerinde değildir. Zira bir bölgeye
olan kültürel etkinin, o bölgedeki bütün unsurlara aynı şekilde ve dozda olması
beklenemez. Hatta bazen etki kendisini karşıt olma ve reddetme şeklinde de
gösterebilir.
Burhan
ayininde Şamanist etkinin olduğuna dair inancımız, bu tür hallerin özü
itibariyle Şaman kültürüne has olduğu gerçeğine dayanmaktadır. Şamanizm kavramı
genellikle Türk ve Moğol toplumlarının dinini tanımlamak için kullanılmaktadır.
Aslında Şaman kültürünün unsurları, tek bir bölgeyle sınırlandırılmayacak kadar
dünyanın değişik bölgelerine yayılmıştır. Dünyanın birbirinden çok farklı
bölgelerinde benzer ayin biçimleri ve tarzları görülebilmekte, dolayısıyla bu
durum Şaman kültürüne dair bir etkiyi herhangi bir bölgeye has kılmayı
zorlaştırmaktadır. Ancak Jean-Poul Roux’ın belirttiği
üzere, Şamanist kültür unsurları en belirgin, açık, sürekli ve değişmez
şekliyle, Orta ve Kuzey Asya’yı kendisine yerleşim bölgesi olarak seçmiştir. Bu
itibarla, Şamanizm deyince Türk ve Moğolların dininin akla gelmesi sebepsiz değildir
ve bir ölçüde normaldir. Biz de bu noktayı göz önünde bulundurarak, Rifâilere
olası bir Şamanizm etkisinden bahsettiğimizde, bundan esas itibariyle
Türk-Moğol eski dininin veya kültürünün yansımalarını kastetmekteyiz.
Rifâilerin
burhan adıyla uyguladıkları ayin biçimlerinde en çok göze çarpan husus ateşe
hâkimiyet figürüdür. Türkler ve Moğolların eski dininde de ateş önemli bir
figürdür. Ateşe
hürmet edilir, arıtıcı ve temizleyici olarak kabul edilir. Saflığından
kuşkulanılan her şey, kor halindeki iki ateş arasından geçirilerek, yanan bir
ateşin etrafında döndürülerek veya ateşin üzerinden atlanılarak zararlı
etkilerinden temizlenip eski saflığına kavuşturulabilir. Ateşe egemenlik ise
Şamanizmde bir tür sırra ermeye karşılık gelmektedir. Bu itibarla din görevlisi
konumunda bulunan Şamanlar ateşin efendisi olarak kabul edilirler. Onlar ateş
ve korlara dokunduklarında hiçbir acı hissetmez veya etkilenmeye maruz
kalmazlardı. Dış etkilere karşı vücudun dayanıklılık kazanması, sadece ateşe
karşı sahip olunan bir durum değildi. Şamanlar esrime sırasında ateş dışında
zarar verici başka aletleri de vücutlarına şaplarlardı ve bu hareketler sırra
ermenin bir neticesi olarak kendilerine bir zarar vermezdi. Eliade, bir Kırgız
baksısmm (Şaman) dinsel ayin törenini şöyle anlatır:
Baksı yırlamasını hiç kesmez. Bir an
gelir ruhlar kendisini ele geçirir. Bu dalınç hali esnasında baksı ateşte
kızdırılmış bir demirin üzerinde yalın ayak yürümeye başlar ve yanan bir
fitili birkaç kez ağzına sokar, kızgın demire diliyle dokunur, ustura gibi keskin
bıçağını yüzüne saplar ama bu bıçaklamadan hiçbir görünür iz kalmaz.[17]
Yine
Eliade, benzer bir şekilde Yakut bir Şamanın esrime sırasında vücuduna bıçaklar
sapladığını, kızıl korları yuttuğunu anlatarak, bir Rifâi şeyhinin ayiniyle bir
Şamanınki arasındaki benzerlik için bize örnekler sunar.[18]
Şamanın bu gücü elde etmesi için yapması gereken vecde ulaşmasıdır. Vecd ise
genelde ateş etrafında dönmenin akabinde ulaşılan bir haldir.[19]
Burada, Şaman ayinleriyle Rifâilerin ayinleri arasında bir karşılaştırma
yapılabilmesi için, İbn Battûta’nın Rifâilerin merkezi konumunda bulunan Ümmi
Abide’yi ziyaret ettiği zaman şahit olduğu sema ayinini, onun dilinden
aktarmak istiyoruz. İbn Battûta şöyle der:
Ebu’l-Abbas Rifâî’nin torunu Şeyh Ahmed
Kûçek’in oraya gelişine rastladı bizim ziyaretimiz. Bu adam, ta Anadolu’dan
kalkmış atasının kabrini ziyarete gelmişti. Revâk’ta şeyhlik sırası ondaydı.
İkindi namazından sonra defler çalındı, davullar vuruldu ve dervişler raksa
başladılar. Akşam namazından sonra pirinç ekmeği, balık, süt ve hurma getirildi
yemek olarak. Millet karnım doyurduktan sonra hep beraber yatsıya kalktı. Şeyh
Ahmed dedesinin postuna oturmuş, dervişler etrafında zikre ve semaya
dalmışlardı. Evvelce hazırlanmış yük yük odun çıkarıldı ve ateşe verildi.
Allah’ı anarak yaptıkları raks yavaş yavaş zirveye erişirken birer birer ateşe
girmeye başladılar. Kıpkızıl korlar tamamen sönünceye kadar kimi içinde
yuvarlandı, kimi ateşi ağzına aldı. Bu sufi tarikatının âdeti böyle.[20]
Bu
ayindeki temel figürler Şamanizmdeki figürlerle hemen hemen aynıdır. Bu ayin
biçimi sadece Rifâilere has değildir. Haydari dervişlerinin de bu şekilde ateş
etrafında sema ve raks yaptıkları kaynaklarda bildirilmektedir. İbn Battûta,
Rifâilerin ayinini betimledikten hemen sonra, daha önce karşılaştığı benzer bir
ayini anlatmakta, sema edip akabinde ateş yakan ve kızıl korların içinde raks
ederek yuvarlanan Haydari dervişlerinden bahsetmektedir.[21]
Yine Anadolu’nun ünlü sufılerinden olup tipik bir Türkmen babası hüviyetini
taşıyan Hacı Bektâş-ı Veli’nin, abdallarıyla beraber Hırka Dağı’nda yaktıkları
ateşin etrafında kırk defa dönerek sema yaptıkları, menâkıbmda anlatılmaktadır.[22]
Görüldüğü üzere, ateş ve onun üzerine yapılan ayinler, esrime sonrası vücudun
dışarıdan gelen müdahalelerden etkilenmemesi gibi hususlar özü itibariyle Şaman
kültüründe ve bu kültürün etkide bulunduğu tasavvufı akımlarda görülmektedir.
7/13. yüzyıl ise Ön Asya bölgesinin bu kültürün kaynağı durumundaki Orta ve
Kuzey Asya bölgesinden göçler vasıtasıyla yoğun bir derviş etkileşimine maruz
kaldığı zaman dilimidir. Rifâilik dışında bu ayin biçiminin görüldüğü
Kalenderilik ve Haydarilik gibi tarikatlarda etkilenmenin Şamanizm kökenli
olduğu araşürmacılar tarafından dile getirilmektedir.[23]
Dolayısıyla, bu gruplarla yakın ilişkide bulunan Rifâi dervişlerindeki benzer
hallerin ve ayin biçimlerinin de Şamanizm kökenli olduğunu kabul etmek akla
uygundur. Rifâiler, özellikle Haydari dervişleriyle kurdukları yakın ilişkiler
vasıtasıyla Şamanizm kökenli bu âdetleri benimsemiş olmalıdır. Sh:97- 107
İzzeddin b. Musa er-Rifâî kaddesellâhü
sırrahu'l aziz
İbnu’s-Serrâc
tarafından doğrudan muvelleh olarak nitelenmemesine rağmen, biz Şeyh
İzzeddin’i de muvelleh dervişler içinde zikretmeyi uygun gördük. Bu tercihimizin
sebebi, İbnu’s-Serrâc’ın onun hakkında zikrettiği menkıbelerde, onu muvelleh
dervişlerle yakın ilişki içinde yansıtmasıdır. Onunla beraber hareket eden bazı
muvelleh dervişler vardır ve İzzeddin b. Musa onların şeyhi konumunda
görünmektedir. Rivayetlerden ona tabi olan topluluğun bütünüyle muvelleh
dervişlerden oluşup oluşmadığı net olarak anlaşılamamaktadır. Ancak daha önce
değindiğimiz gibi, Rifâilik tarikatı içinde birçok muvelleh derviş vardır.
Dolayısıyla onun dervişlerinin hepsinin veya büyük bir kısmının muvelleh
dervişlerden oluşması mümkün görünmektedir. Doğal olarak bu tarz dervişlerin
şeyhi olan bir zatın da benzer hususiyetler göstermesi gerekecektir.
Şeyh
İzzeddin, Rifâilik tarikatının Şam’daki en önemli şubelerinden biri olan
Sayyâdilik koluna bağlıdır. Sayyâdilik kolunun kurucusu olan Şeyh Ahmed
İzzeddin es-Sayyâd’m torunudur.[24]
Şeyh İzzeddin hakkında cinlerin ona müsahhar [boyun eğmiş] kılındığı,
aslanlara ve ateşe hâkimiyeti olduğu kaydedilmiştir. Hama bölgesinde en-Nahida
veya bir diğer ismiyle Sille köyünde ikamet etmiştir. Torunları Şam’a göç edip
orada yaşamışlar ve soyları orada devam etmiştir.105 İbnu’s-Serrâc
zikrettiği bir keramette Melikü’z-Zâhir Rükneddin Baybars’m onu ziyarete
gittiğini belirtmiştir.[25]
Bu bilgi, onun devrin sultanı tarafından ziyaret edilecek kadar ünlü ve itibar
sahibi bir şeyh olduğunu gözler önüne sermektedir.
Şeyh
İzzeddin’in muvelleh dervişlikle alakalandırabilecek en önemli yönü,
kadmlı-erkekli sema yapmış olmasıdır. İbnu’s-Serrâc, onun kadın ve erkeklerle bir
arada sema yaptığını kaydetmekte; bu sebeple halk ve yerel yöneticilerden tepki
gördüğünü belirtmektedir. İbnu’s-Serrâc’ın onun kadın erkek beraber sema
yapmasını savunması, âdeti olduğu üzere, tevile dayanmaktadır. Onlar şeyhin
yanında iken kadınlık ve erkeklik vasıflarından sıyrılmaktadır ve bu açıdan bir
araya gelmeleri dini açıdan bir problem doğurmamaktadır.
Onun
muvelleh dervişlerle alakasına dair vurgulanması gereken en önemli nokta,
etrafındaki muvelleh dervişlerin yoğunluğudur. İbnu’sSerrâc’ın, Şeyh İzzeddin’e
dair zikrettiği kerametlerde onun etrafında hep muvelleh dervişler vardır. Şeyh
İzzeddin onların veleh hallerinden rahatsızlık duymamakta, bilakis bu hali
yüceltmektedir.
Örneğin
birlikte namaz kıldıkları bir sırada muvelleh dervişlerden biri aşka gelip
çığlık atmaya başlamıştır. Namazı kıldıran hatip bu nedenle namazı bozmuş ve
dervişe hareketinin doğru olmadığını, cahillere yakışır bir hal olduğunu
belirtmiştir. Hatibin dervişi yermesine dayanamayan Şeyh İzzeddin, devreye
girip “Bu sahih bir
hal ve Rabbani bir vecddir. Bu hali reddetmemen gerekir” deyip hatibin başına dokunmuş, bu dokunuş üzerine
hatip bütün bildiklerini unutup, yerdiği muvellehler gibi olmuştur. Şeyh
İzzeddin hakkındaki bu menkıbe, onun muvelleh dervişlerle olan zihinsel
yakınlığına en önemli delildir. Zaten hatip tarafından yerilen derviş büyük
ihtimalle onun mürididir. Böyle bir fikirsel yakınlık neticesinde muvelleh
dervişler etrafında toplanmış olsa gerektir.
İbnu’s-Serrâc
zikrettiği bir diğer menkıbede, Şeyh İzzeddin yine muvelleh dervişlerden
oluşan bir grupla Hama'ya gitmiştir. Muvelleh dervişlerin bu sırada yiyecek
olarak sabun, çöven gibi maddeleri yediklerini gören Hama yöneticisi, onların
bu halini yadırgayarak imtihan etmek istemiştir. Dervişler onun getirdiği
ekmeği, ortaçağda ağrı kesici olarak kullanılan bir tür afyon olan Lazin
maddesine çevirerek bu imtihanı geçmişlerdir. Burada önemli olan husus Hama’ya
giderken Şeyh İzzeddin’in yanında sadece muvelleh dervişlerin olmasıdır.
Şeyh İzzeddin’in muvelleh olduğunu
bize düşündüren bir diğer bilgiyi yine müellifimiz kaydetmektedir.
İbnu’s-Serrâc, onun halini tasvir ederken birçok kerametleri bulunduğunu,
ancak bunların çok azmin onaylanabileceğini belirtmiştir. Onaylanamayacak bu
haller velehlik gerektiren durumlar olsa gerektir. İbnü’s-Serrâc,
Şeyh İzzeddin’in vefat tarihi olarak 675 / 1276-1277 yılını verir. Ebu’l-Hüda
es-Sayyadî ise 686 / 1286-1287 tarihini verir ve bu tarihin daha doğru
olduğunu, İbnü’s-Serrâc’ın karıştırmış olması gerektiğini söyler. Ancak hangi
sebeple bu tercihi yaptığı konusunda bir açıklama da bulunmaz. İki tarih
arasından tercih yapmamızısağlayacak bir unsura vakıf olamadığımızdan, Şeyh
İzzeddin’in ölüm tarihi olarak her iki tarihinde söz konusu olabileceğini
söyleyebiliriz. İbnü’s-Serrâc, onun kabrinin Hama’da olduğunu, ve ziyaretgâh
haline geldiğini bildirmektedir. Ayrıca onun çok sayıda müridi ve takipçisi
olduğunu ve yolunun onlar tarafından sürdürüldüğü de eklemektedir.
Taceddin Muhammed b. Ahmed er-Rifâî kaddesellâhü sırrahu'l aziz
İbnü’s-Serrâc’ın
veleh sıfatıile doğrudan ilişkilendirmemesine rağmen, bizim Müvelleh olarak zikretmeyi uygun gördüğümüz
Rifâî şeyhlerinden biri de Taceddin.
Muhammed b. Ahmed er-Rifâî’dir. Onu Müvellehler arasında zikretmemiz,
Şeyh İzzeddin’i zikrederken dile
getirdiğimiz unsurlar sebebi iledir. Tıpkı
Şeyh İzzeddin’de olduğu gibi,
onun da etrafı Müvelleh dervişler tarafından çevrilmiştir ve Şeyh Taceddin onların şeyhi olarak
yansıtılmaktadır. Şeyh Taceddin’in Müvelleh dervişlik bünyesinde olduğuna dair
işaretler, İbnü’s-Serrâc’ın onun
hakkında zikrettiği kerametlerde de oldukça belirgin olarak göze
çarpmaktadır. Şeyh Taceddin, çok ünlü
bir şeyh olması hasebiyle, hakkında başka
kaynaklarda da bilgiye rastlanmaktadır. Ancak İbnü’s-Serrâc, o ve ailesi
hakkında en geniş ve tafsilatlı şekilde bilgi veren kaynak hüviyetindedir.
İbnü’s-Serrâc ona ve onun kerametlerine eserinde çok geniş bir şekilde yer
vermiştir. Bunun en önemli nedeni, Şeyh
Taceddin’in, kendisinin hırka giydiği giydiği Rifâî kolunun şeyhi
konumunda bulunmasıdır. Birzâli,
onun vefat tarihini zikrederken hakkında kısaca bilgi vermiştir. Bu kısa
bilgide, onun 7 Cemaziyel Evvel 704 / 6 Aralık 1304 yılında Ümmi Abide’de vefat ettiğini ve orada defnedildiğini, uzun
müddet Rifâîlerin şeyhliğini yaptığını,
dervişlere verilen icazetlerde onun adının geçtiğini ve ölüm haberi
Şam’a ulaştığında onun için namaz
kılındığını ifade etmektedir. Diğer tarihî kaynaklar, ölüm tarihini 704 / 1304 olarak verdikten sonra Ümmi
Abide’de vefat ettiğini, oldukça yaşlı olduğunu ve çok büyük şöhreti
bulunduğunu söylemekle yetinmişlerdir.
Taceddin
b. er-Rifâî, Anadolu tasavvuf tarihi açısından çok önemli bir isimdir. Zira
7./13. yüzyılda Anadolu’daki en etkili tarikatlardan biri Rifâilik tarikatıdır.
Harîrîzâde, Rifâiliğin yayılma alanları olarak Acem, Mağrib, Mısır, Hicaz ve
Irak bölgelerine ek olarak Anadolu’yu da zikretmiş ve Anadolu için yüz bin
halife rakamını vermiştir ki, bu sayı Anadolu’yu zikredilen yerler içinde en
çok Rifâilik tarikatı mensubunun bulunduğu bölge konumuna getirmektedir.[26]
Anadolu’da bu derece etkin olan Rifâilik tarikatının bölgede yayılması Taceddin
b. er-Rifâî ve onun evlatları vasıtasıyla olmuştur. Taceddin b. er-Rifâî,
Anadolu’da önemli bir tasavvufı şahsiyet olup tarikatın yayılmasında etkin
roller üstlenen Seyyid Ahmed-i
Kûçek er-Rifâî’nin
de babası olmaktadır.
İbnu’s-Serrâc’ın
verdiği bilgilerden, Taceddin b. er-Rifâî’nin sık sık Anadolu’ya yolculuk
yaptığı anlaşılmaktadır. Hatta bu yolculuklardan birinde âlimler ve eşraf
tarafından şehrin girişinde kendisi ve müritleri bir imtihana tabi
tutulmuşlardır. Buna göre, şehrin âlim ve fakihlerinin başını çektiği grupta
bulunan saltanat naibi, şeyhe kibar bir dille, çok şöhretli ve ilim sahibi
olduğunu bildiklerini ve kendilerinin de bu geniş ilimden istifade etmek
istediklerini söyleyip cevaplaması isteğiyle ona sorular sormaya başlamıştır.
İbnu’s-Serrâc’ın anlatımına göre, şeyh bu soruları aralarındaki en genç ve en
bilgisiz dervişe cevaplatarak soranları mahcup etmiştir.[27]
İbnu’s-Serrâc’ın kaydettiği bu hadise önemlidir. Zira Anadolu bölgesi tasavvuf
ehline çok müsamahakâr olmasına rağmen, şeyhi ve etrafındakileri şehre almakta
tereddüt etmişlerdir. Tereddüt ve imtihan etme gibi tepkiler, Kalenderi ve
Haydari dervişlerinin sıklıkla karşılaştıkları durumlardır. Aynı tereddüdün
Şeyh Taceddin ve dervişlerine gösterilmesi, onların görünüş itibariyle söz
konusu dervişlere benzerliğiyle alakalı olsa gerektir. Eflâkî, Seyyid Taceddin
ve dervişleri Konya’ya uğradığı zaman yöneticiler, şehrin ileri gelenleri,
fütüvvet erbabı ve geniş bir halk kitlesinin onları karşıladığını ve Cemaleddin
Karatâyî’nin medresesinde misafir ettiklerini belirtmektedir.[28]
İbnu’s-Serrâc’ın bahsettiği imtihan hadisesi Eflâkî’nin zikrettiği Konya
ziyaretinde vuku bulmuş olabileceği gibi, Anadolu’daki başka bir bölgeyi
ziyaretleri esnasında da söz konusu olmuş olabilir. Zira İbnu’s-Serrâc’ın
beyanlarından, Şeyh Taceddin’in Anadolu’da, Konya dışında başka şehirlere de
yolculuk yaptığı ortaya çıkmaktadır. İbnu’s-Serrâc, Şeyh Taceddin’in Tokat’ı
ziyaret ettiğini belirtmiştir. Ayrıca onun Tokat’tan sonra, iki günlük
mesafedeki Sûse’ye geçtiğini bildirmektedir.[29]
İbnu’s-Serrâc’ın Süse diye bahsettiği, Anadolu’da Rifâilerin ilk zaviye
açtıkları yerlerden biri olan Sonusa yani Amasya olmalıdır.[30]
“ İbnu’s-Serrâc, Şeyh Taceddin’in Anadolu’da Ermenilerin meskûn olduğu Hayât
(?) isimli bir yere uğradığını ve orada Ermenilerden bazılarına bolca nasip
verdiğini, hatta onlardan birine Rifâiler gibi kurtlara hâkim olma yeteneği
aktardığını kaydetmektedir. [31] İbnu’sSerrâc’ın verdiği bilgiler,
Şeyh Taceddin’in Anadolu’da son derece aktif olduğunu, onun birçok Anadolu
şehrine seyahat ettiğini gözler önüne sermektedir. Şüphesiz Şeyh Taceddin,
İbnu’s-Serrâc’ın bahsetmediği birçok başka Anadolu şehrine de gitmiş olmalıdır.
Onun gittiği yerlerde oldukça ilgi gördüğü ve bu ziyaretler vasıtasıyla
Anadolu’daki mürit çevresini epeyce genişlettiği anlaşılmaktadır. Rifâilik
tarikatı Anadolu’daki yaygınlığını buna benzer yayılma amaçlı ziyaretlere borçlu
olsa gerektir.
Anadolu’da
geniş bir yayılma imkânı bulduğunu anladığımız Şeyh Taceddin’e yaptığı bu
gezilerde muvelleh dervişler eşlik etmektedir. Esasen Şeyh Taceddin’in babası
olan “Müsta’cel” lakaplı Şeyh Şemseddin de muvelleh dervişlerle içli dışlıdır.
İbnu’s-Serrâc veleh isteyen kişilerin ona yöneldiğini, Şeyh Şemseddin’in de bu
kişileri muvelleh yaptığını belirtmektedir.[32]
Şüphesiz ki veleh isteyen insanların Şeyh Şemseddin’e yönelmeleri önemli bir
işarettir. Bu yönelme muhtemelen onun yanında çok sayıda muvelleh derviş olduğu
için yapılmış olmalıdır. Şeyh Taceddin de babası gibi muvelleh dervişlerle
yakın ilişki içindedir. İbnu’s-Serrâc’ın bildirdiğine göre o ve yanındaki grup,
bir gün ünlü Vefai şeyhi Şeyh Câkîr’in türbesinin yakınlarından geçerken, Şeyh
Taceddin yiyecek almak üzere muvelleh dervişlerden ikisini türbede bulunanlara
göndermiştir. Türbedekiler kendilerine gelen dervişleri doyurmakla birlikte,
diğerleri için yiyecek bir şey vermemiştir. Buna kızan bazı muvelleh dervişler
onları cezalandırmak için su kuyusuna tükürmüş ve kuyunun suyu o tarihten sonra
tuzlu olmuştur. Dikkat edilirse keramette tasvir edilen Şeyh Taceddin’in, tıpkı
Kalenderi şeyhleri gibi olduğu anlaşılacaktır. Kalenderiler gibi yanında bir
grup dervişle gezgin olarak dolaşmakta ve onlar gibi cerr yoluyla ihtiyaçlarını
karşılamaktadır.
İbnu’s-Serrâc’ın
zikrettiği diğer bir menkıbede, Şeyh Taceddin, yanında yine muvelleh dervişler
olduğu halde Moğol Hükümdarı Hülagu’nun huzuruna çıkmaktadır. Keramette
zikredildiğine göre, Şeyh Taceddin’in Moğol Hükümdarı Hülagu ile görüşme
sebebi, onun Müslümanlara eziyette bulunmasıdır. Buna göre, Hülagu
Hıristiyanların tesiriyle mescitleri yıktırmış, ezanları susturmuş, îslamm
şiarlarını ortadan kaldırmaya başlamıştır. Bu durum karşısında beş yüz kadar
Müslüman âlim Şemseddin Müsta’cel’e sorunu çözmesi için başvurmuştur. Kendisine
yönelen bu isteği kabul eden Şemseddin Müsta’cel, problemi çözmek için
Hülagu’nun yanma oğlu Şeyh Taceddin’i göndermiştir. İbnu’s-Serrâc, Şeyh
Taceddin’e muvelleh dervişlerden oluşan çok sayıdaki bir topluluğun eşlik
ettiğini belirtmektedir. Bu büyük sayıdaki topluluk Hülagu’nun yanma gidip ona
Hıristiyanların etkisine girdiğini söylemiş ve yanlış yaptıkları beyanında
bulunmuştur. Şeyh Moğol hükümdarına, Hıristiyanların hak ehli olmadığını
ispatlamak için bir de teklifte bulunmuştur. Buna göre büyük bir ateş yakılıp
Rifâiler ve Hıristiyanlar içine girecek; böylece mucize gösterip
gösterememelerine göre hak ehli olanın hangisi olduğu ortaya çıkacaktır. Teklif
kabul görmüş; büyük bir ateş yakılıp Şeyh Taceddin ve muvelleh dervişler ateşin
içine girip namaz kılmış ve salimen ateşin içinden çıkmışlardır.
İbnu’s-Serrâc, bu olay üzerine, Müslümanların hak yolunda olduklarının
anlaşıldığını ve onların üzerindeki eziyetin kalktığını vurgulamıştır.[33]
Rivayetin tarihsel olarak geçerliliğini değerlendirecek olursak Rifâi
dervişlerin Moğollarla yakın ilişkide oldukları ve onlar nezdinde itibar
gördükleri bilinen bir gerçektir. Bundan dolayı Moğollarla bir problem
durumunda âlimlerin Şeyh Şemseddin’e başvurarak sorunu çözmek için aracılık
ricasında bulunmaları oldukça mantıklıdır. Müslümanların Hülagu döneminde
eziyet denebilecek bir problem yaşamış olmaları da mümkündür. Hülagu’nun,
Hıristiyan olan eşi sebebiyle, Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara sempati duyduğu
da bilinmektedir.[34]
Bu sebeple rivayetin temelleri itibariyle bir gerçeklik zemini olduğu
söylenebilir. Hıristiyanların, Hülagu’nun onlara meylini kullanarak Müslümanlar
için bazı sıkıntı verici durumların ortaya çıkmasına olanak sağladıkları
anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi, Rifâiler sıklıkla
kendilerinin hak yolunda olduklarını ifade etmek için ateşe hâkimiyet ritüelini
kullanmışlardır. Bu ateşe hâkimiyet gösterilerinin, Şamanları vasıtasıyla
benzer gösterilere alışık olan Moğolları etkilemiş olması da son derece
mantıklıdır. Zira yapılan iş kendi dinsel geleneklerinden ötürü Moğolların
aşina oldukları bir ayinin tekrarlanmasıdır.
İbnu’s-Serrâc’ın
bildirdiğine göre, Şeyh Taceddin’in Hülagu ile görüşmesi bir defaya mahsus
olmamıştır. İkinci görüşmede de Şeyh Taceddin’e yine muvelleh dervişler eşlik
etmektedir. Muvelleh dervişler aslanlara binmiş halde ve ellerinde yılandan
kamçılarla Hülagu’nun bulunduğu yere gelmişlerdir. Onların gürültülerini duyan
Hülagu dışarı çıkınca, şeyh ona, ellerinde yılandan kamçılar bulunan aslanlara
binmiş dervişlere işaret ederek “Muvellehleri gördün, şimdi sana bunun dışında
başka bir keramet göstereceğiz” diyerek dervişlerle beraber kuvvetli bir zehir
içmiş; akabinde de sema yapmışlardır. İbnu’s-Serrâc’ın anlatımına göre, Hülagu
hem onların aslanlar üzerindeki hallerinden, hem de zehrin onlara hiçbir etkide
bulunmamasından etkilenmiş ve “Ne zaman bir ihtiyacınız olursa bana haber
verin” diyerek her türlü yardımda bulunacağını beyan etmiştir.[35]
Şeyh
Taceddin’in Moğol hükümdarlarıyla bu yakın ilişkisi sadece Hülagu dönemiyle
sınırlı değildir. İbnu’s-Serrâc, Şeyh Taceddin’in Hülagu’nun Müslümanlığı kabul
etmiş oğlu Ahmet Teküder ile de ikili ilişkilerde bulunduğuna işaret
etmektedir. Şeyh Taceddin’in Ahmed Teküder ile görüşmesi, yine bir aracılık
görevini üstlenmesi sebebiyledir. İbnu’s-Serrâc’ın bildirdiğine göre, onun bu
görevi yüklenmesine neden olan sorun, şeyh çocuklarının vakıf mallarından
istifade etmesinin Moğol devlet erkânı tarafından önlenmiş olmasıdır. Devlet
yöneticileri, şeyh çocuklarının tasavvufi bir hale sahip olmamalarına rağmen
dervişlere ayrılan vakıf mallarıyla geçimlerini sağladıklarını belirtmiş ve
babalarının isimleriyle geçindikleri iddiasıyla onların bu durumunu engelleyecek
tedbirler almışlardır. Bu tedbirler neticesinde, şeyh çocuklarının buralardan
istifade etmesi engellenmiştir. Bunun üzerine çocukları iaşeden mahrum kalan
şeyhler toplanıp sorunu çözmesi için Şeyh Taceddin’e başvurmuşlardır.
İbnu’s-Serrâc, Şeyh Taceddin’in kendi çocuklarını da ilgilendiren bu sorunu
çözmeyi kabul ederek Ahmed Teküder’in yanma gittiğini belirtmiştir. Onun
anlatımına göre, Şeyh Taceddin, Ahmed Teküder’e tasavvuf ehline yaptığı bu
kısıtlamanın doğru olmadığını anlatmış; daha sonra huzurunda zehir içerek
haklılığını kanıtlamıştır. Bunun üzerine, Moğol hükümdarı nezdinde veliler
tekrar itibarlı hale gelmiş ve çıkarılan bir fermanla şeyh çocuklarına yönelik
engellemeler ortadan kaldırılmıştır.[36]
İbnu’s-Serrâc, âdeti olduğu üzere, sorunun çözümünü kerametin bir başarısı
olarak anlatmaktadır. Kerametlerin, özellikle ateş gösterilerinin Moğolları
etkilediği muhakkaktır. Ancak sorunun çözümü kerametler vasıtasıyla değil,
Rifâilerin Moğollar nezdindeki temelleri önceden atılmış itibarlarıyla sağlanmış
olmalıdır. Rivayetin tarihi değeri olup olmadığına baktığımızda, Ahmed Teküder
döneminde vakıf mallarıyla ilgili bazı düzenlemeler yapıldığını tarih
kitaplarındaki kayıtların desteklediğini görmekteyiz. Dönemin tarihçilerinden
Aksarayî’nin kaydettiği, Ahmet Teküder’e ait bir mektupta, bu durumu
destekleyen ifadeler bulunmaktadır. Mektup Memluk sultanına gönderilmiştir ve
içeriğinden İlhanlı Devleti sınırları içinde vakıf mallarıyla ilgili bir
düzenlemenin yapıldığı anlaşılmaktadır. Mektupta Ahmet Teküder Memluk
sultanına şöyle demektedir:
Biz
İslam dinini seçtik. Beldelerin imarı ve Müslümanların korunması için çaba sarf
ediyoruz. Bütün ülkede vakıf ürünlerinin vakfedilenlere verilmesi ve vakıf
gelirlerinin vakfedenlerin şartlarına uygun olarak hak sahiplerine
ulaştırılmasını buyurduk ki bundan sonra mescitler, tekkeler, hayır kapıları ve
sebiller tam bir gelişme göstersin. Kerimüddin
Mahmud el-Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, çev. Mürsel Öztürk, (Ankara: TTK
Yayın¬ları, 2000), s. 107. Rivayetten tasavvuf mensuplarına karşı olumsuz
düzenlemenin hangi hükümdar döneminde yapıldığı net olarak anlaşılamamakta;
Ahmet Teküder döneminde yapıldığı ve yine onun döneminde kaldırıldığı
hissedilmektedir. Ancak mutasavvıflara karşı menfî düzenlemelerin kardeşi Abaka
döneminde yapılmış olması, Ahmet Teküder’in de kardeşinin yaptığı kötülükleri
ortadan kaldır¬mış olması mümkündür. Zira Abaka hükümranlığı döneminde
Müslümanlara birçok kötülük yapmış, mallarım müsadere etmiş, Islamın
yayılmasını engellemeye çalışmıştır. Ahmet Teküder ise hükümdarlığı döneminde
Müslümanlara yapılan bu kötülükleri bertaraf etmeye çalışmıştır. Bkz. Şahin,
İlhanlılar Döneminde Şiîlik, s. 157. Dolayısıyla mutasavvıflara karşı olumsuz
uygulamaların başlangıcını Abaka Han dönemine atfetmek de mümkündür.
Buradan
anlaşılacağı üzere Ahmet Teküder hükümdar olduğunda gerçekten bu konuda bazı
düzenlemeler yapmıştır. Bu düzenlemeler neticesinde vakıflardan haksız kazanç
elde ettiği varsayılan şeyh çocuklarının iaşesi kesilmiş ve onlar da sorunu
çözmesi için Moğollar nezdinde itibarlı olan Şeyh Taceddin’den yardım
istemişlerdir. Şeyh Taceddin’den ricacı olan meşâyih [şeyhler] büyük ihtimalle
Anadolu bölgesindendir. Zira Ahmet Teküder 680/1282 yılında İlhanlı tahtına
oturmuş ve iki sene bu makamda kalabilmişti. Şam ve çevresinde onun
hükümranlığı zamanında Moğolların bir hâkimiyeti yoktu.
İbnu’s-Serrâc,
Şeyh Taceddin’in Ahmed Teküder’le başka görüşmelerde bulunduğuna dair bilgiler
de vermektedir. Görüşmelerin birinde mevsimi olmamasına rağmen elbisesinin
yeninden karpuz çıkararak insanları şaşırtmıştır. Bir diğer görüşmesinde, Rifâi
dervişleri tarafından devlet erkânı huzurunda sema yapılmış ancak devlet erkânı
Şeyh Taceddin’den Hülagu zamanında yapılan ateş gösterisini tekrarlamasını
istemiştir. Bunun üzerine büyük bir ateş yakılmış o ve dervişleri ateşin içine
girip iki saat kadar kaldıktan sonra ellerinde meyvelerle ateşten çıkmışlardır.
Rifâi
şeyhlerinin Moğollarla ilişkileri bir gelenek halinde sürmüş görünmektedir.
İbnu’s-Serrâc, Şeyh Taceddin’in evladı Şeyh Ali’nin Moğol hükümdarı Olcaytu
Hudâbende ile görüştüğünü, Olcaytu’nun onun bir kerametinden etkilendiğini,
şeyh vefat ettiğinde onun için bir türbe yaptırıp vakıflar bağışladığını ve
ölünce şeyhin yanma defnedilmeyi vasiyet ettiğini belirtmektedir.
İbnu’s-Serrâc’ın
bu beyanları, Rifâilerin, özellikle Şeyh Taceddin’in Moğollarla ne kadar içli
dışlı olduğunu gözler önüne sermesi açısından önemlidir. Bir diğer vurgulanması
gereken nokta, bu görüşmelerde Şeyh Taceddin’in yanında oldukça çok sayıda muvelleh
dervişin olmasıdır. Şeyh Taceddin’in yanındaki dervişleri tasvir eden,
İbnu’s-Serrâc dışında başka kaynaklar da vardır. Eflâkî, Konya’ya geldikleri
zaman Şeyh Taceddin’in yanında bulunan derviş topluluğunu tanıtırken, onların
kendini ateşe atmak, kızgın demiri ağızlarına sokmak, şeker yapmak, mumu laden
haline getirmek, kamçıdan kan akıtmak gibi birtakım hileli oyunlar yaptığını
söylemekte ve Konya halkının, bu tarz garip ve tuhaf şeylere çok az şahit
olduğu için dervişlere büyük bir ilgi gösterdiğini kaydetmektedir. Şeyh
Taceddin’e tabi olan dervişlerin muvelleh oldukları konusunda şüphe yoktur.
Doğal olarak bu dervişler Rifâilik tarikatına mensupturlar. Böyle çok sayıda
muvelleh derviş topluluğunun lideri konumunda bulunan şahsın kendisinin de muvelleh
olması gerekmektedir.
Muvelleh
olduğundan kuşku duymadığımız Şeyh Taceddin, sadece Moğollar nezdinde itibara
mazhar değildir. İbnu’s-Serrâc, onun Memluk Sultanı Melikü’z-Zâhir Rükneddin
Baybars’m yakın ilgisine mazhar olduğunu da kaydetmektedir. Baybars, Moğolları
yendikleri bir savaşın akabinde ona, kendisinin yanma niçin gelmediğini,
gelirse memnun olacağını ifade etmiş, ancak Şeyh Taceddin, Ümmi Abîde’de
kalmasının daha hayırlı olacağını söyleyerek teklifi reddetmiştir.[37]
Moğollarla çok yalcın ilişkiler kuran Şeyh Taceddin’in Baybars’m bu teklifini
reddetmesi oldukça anlamlıdır.
Şeyh
Taceddin’in evlatları özelikle Anadolu bölgesini kendilerine yerleşme alanı
olarak seçmişler ve Anadolu’nun tasavvufı hayatında etkili olmuşlardır.
Özellikle Şeyh Taceddin’in oğlu olan Seyyid Ahmed-i Kûçek, Rifâiliğin
Anadolu’daki en etkili şahsiyeti olarak göze çarpmaktadır. Ancak Anadolu
tasavvuf tarihinde oldukça etkili olan bu şahsiyetin tarih sel kimliği hakkında
elimizde çok az bilgi vardır. Bu sebeple onun tasavvuf! kimliğini ve
Anadolu’daki faaliyetlerini tespit etme işi oldukça zordur. Bazı
araştırmacılar, dönemin kaynaklarında adı Ahmed olarak geçen ve Rifâi nisbesi
taşıyan bazı kişilerin Ahmed-i Kûçek olabileceği kanaatini ileri sürmüşledir.
Sadi Bayram bugün Samsun iline bağlı Ladik ilçesindeki türbede Ahmed-i Kebir[38]
ismiyle medfun olan kişinin Seyyid Ahmed-i Kûçek olduğu kanaatindedir. Bizce
“kebir” ve “kûçek” gibi birbirinin tam zıddı olan iki lakabı taşıyan birinin
aynı şahıs olarak yorumlanması doğru değildir. Bu iki şahıs farklı kişiler
olmalıdır. Ayrıca elimizde Ladik’te medfun olan Ahmed-i Kebîr’den bahseden iki
kaynak vardır. Gelibolulu Mustafa Âlî, Amasya’da görevli iken onun türbesini
ziyaret edip vakfiyesini okumuş ve menâkıbını dinlemiştir. Onun verdiği
bilgilere göre, Seyyid Ahmed-i Kebîr, 63 yıl ömür sürmüş, bunun 40 yılını
seyahatle geçirmiştir. 23 yıllık evliliği vardır. Kendisinin yaptırdığı camide
gömülüdür. Caminin vakfiyesi 752/1351 tarihlidir. Sultan Orhan zamanına denk
gelmekte olup, ölüm tarihi bilinmemektedir. Şeyh Ahmed-i Kebîr er-Rifâî, Şeyh
Ali el-Vâsitî’nin müridi iken keramet göstermiş, yaya olarak yedi defa hacca
gitmiştir. Kendisi şeyh iken, Devâfî adlı müridini keramet ve liyakatından
dolayı halifesi yapmıştır. Gelibolulu Mustafa Âlî, Seyyid Ahmed-i Kebirle
Tokat’ta medfun Haşan er-Rifâî’in akraba olabileceğini söylemektedir.[39]
Diğer kaynak olan Evliya Çelebi de onun Orhan Gazi döneminde yaşayan
şeyhlerden olduğunu belirtmiş ve Gelibolulu Mustafa Âlî gibi 752/1351 tarihini
ölüm tarihi olarak vermiştir.[40]
İsimlerinin aynı olması, yaşanılan zaman diliminin yakınlığı, Rifâi şeyhi
oluşları ve aynı bölgelerde faaliyette bulunmaları gibi hususlar, iki şeyhin
aynı kişi olduğunu düşündürmüştür. Ancak bunların icazet aldığı şeyhlerin farklı
olduğu görünmektedir. Birbirine zıt iki nisbeye sahip, şeyhleri farklı iki
kişinin, Ahmed ismini taşımaları aynı kişi sayılmaları için yeterli olmasa
gerektir. Tarikatın kurucusundan dolayı, Ahmed ismine Rifâilik tarikatında çok
yaygın olarak rastlanmaktadır. Dolayısıyla Rifâi olan ve Ahmed ismi taşıyan söz
konusu zaman diliminde yaşamış başka şeyhler de bulunmaktadır. Örneğin Seyyid
Ahmed-i Kûçek’in dedesinin ismi de Ahmed’dir.[41]
Ahmed-i Kebîr hakkında bilgi veren kaynaklar onun yaşadığı dönemden epeyce geç
zamanlarda kaleme alınmıştır. Ancak şimdilik onun hakkında bilgi veren
kaynaklar bunlar olduğu için, verdikleri bilgilere itibar edilmesi daha doğru
bir yaklaşım olacaktır. Doğal olarak Ladik’te medfun olan Ahmed-i Kebîr’in
Seyyid Ahmed-i Kûçek olmadığını düşünmek gerekecektir.
Sadi
Bayram’m, Ahmed-i Kûçek hakkında bilgi veren nadir kaynaklardan olan
Eflâkî’nin verdiği bilgileri yanlış yorumladığı düşüncesindeyiz. Özellikle
babası Şeyh Taceddin’den bahsettiği açık olan bir paragrafta, kastedilenin
Ahmed-i Kûçek olduğu kanaatini ileri sürmüş ve bu kanaat birtakım yanlış
yorumlara yol açmıştır. Eflâkî, söz konusu paragrafta şöyle demektedir:
Seyyid Ahmed Rifâî’nin oğlu Seyyid
Taceddin (Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun), dervişler, sırmalı ipek kumaş
giyenler ve kendisini ilahlaştıranlardan bir grupla birlikte Konya’ya geldi. (Eflâkî, Menâkıbul-Ârifin,
s. 538. Bu dervişlerin Konya’daki ilginç sema gösterisini Mevlânâ’nın eşi Kira
Hatun’da izlemiştir. Bkz. Eflâkî, Menâkıbul-Ârifin, s. 539.)
Sadi
Bayram, burada kastedilenin Ahmed-i Kûçek olduğunu kabul ederek onun Mevlânâ
ile çağdaş olabileceğini söylemektedir." Burada kastedilen kişi gerçekte
Ahmed-i Kûçek değil, onun babası Seyyid Taceddin'dir. Rivayette Seyyid
Taceddin’in babası olarak zikredilen Ahmed Rifâî’nin ise, tarikatın kurucusu
değil, Seyyid Taceddin’in öz babası olan Şeyh Şemseddin Müsta’cel olması
gerekmektedir. Zira İbnu’s-Serrâc, Şemseddin el-Müsta’cel’in tam adını şöyle
vermektedir: Şemseddin Ebu’lAbbas Ahmed b. Muhammed er-Rifâî İsimdeki Şemseddin onun lakabı, Ebu’l-Abbas
ise künyesidir. Doğal olarak adı Ahmed’dir. Onun için Eflâkî, Şeyh Taceddin’i
Seyyid Ahmed er-Rifâî’nin oğlu Şeyh Taceddin olarak tanıtmıştır.
Eflâkî,
başka bir yerde Seyyid Ahmed-i Kûçek’i açık ismiyle zikrederek, onun Mevlevi
dergâhının dördüncü şeyhi olan Sultan Veled’in oğlu Ulu Arif Çelebi ile
Amasya’da bir araya geldiğini belirtmektedir. Sadi Bayram, her iki görüşmede de
kastedilenin Ahmed-i Kûçek olduğunu kabul ettiği için, onu hem Mevlânâ ile hem
de torunu Ulu Arif Çelebi ile çağdaş göstermekte, bu kabulünden dolayı her iki
görüşmeyi olanaklı kılmak için, Ahmed-i Kûçek’in yaşadığı zaman dilimi olarak
1250-1335 yıllarına işaret etmektedir. Birinci görüşmenin Şeyh Taceddin ile
Mevlânâ arasında, ikinci görüşmenin ise Seyyid Ahmed-i Kûçek ile Ulu Arif
Çelebi arasında olduğu konusunda şüphe olmasa gerektir.
Abdülbaki
Gölpmarlı, onu takiben Ahmet Yaşar Ocak ve İsmail Erünsal, Elvan Çelebi’nin “Menâkıbu'l-Kudsiyye"de bahsettiği ve
Dede Garkınla çağdaş kıldığı Ahmed-i Kebîr isimli kişinin, 578/1182’de vefat
eden Ahmed er-Rifâî olamayacağı gerçeğinden hareketle, Seyyid Ahmed-i Kûçek
erRifâî olması gerektiğini söylemişlerdir. Ocak ve Erünsal, “Kebîr” lakabının,
Ahmed-i Kûçek’e işaret ettiği ve tarikatın kurucusuyla karışmaması için ona
müelliflerce “Kûçek” lakabının verildiği tahminini yürütmektedir.[42]
Ancak Dede Garkın, kaynaklara göre, 638/1240 yılında Babailer isyanını
gerçekleştiren Baba İlyas’la aynı zamanlarda yaşamış, hatta onun şeyhi olarak
tavsif edilmiştir.[43]
Seyyid Ahmed-i Kûçek ise, Eflâkî’nin beyanına göre, Ulu Arif Çelebi ile
çağdaştır. Ulu Arif Çelebi ise 670/1272 yılında doğmuştur.[44]
Doğal olarak bu kişilerin bir araya gelmeleri imkânsızdır. Bu tarihsel
gerçeklikten dolayı “ Menâkıbu’l-Kudsiyye”de
Ahmed-i Kebîr olarak zikredilen kişinin Seyyid Ahmed-i Kûçek olamayacağı
açıktır. İbnu’s Serrâc’ın vermiş olduğu tarikat silsilesi bizce “Menâkıbu’l-Kudsiyye”de bahsedilen Ahmed-i
Kebîr’in kimliğini de ortaya çıkarmaktadır. Ahmed-i Kebîr, Şeyh Taceddin’in
babası Şeyh Şemseddin Müsta’cel olmalıdır. Zira belirttiğimiz gibi,
İbnu’s-Serrâc, Şeyh Şemseddin’in adını, Şemseddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed
er-Rifâî[45]olarak
vermektedir. “Ebu’lAbbas” künyesi olduğuna göre, her ikisi de Ahmed ismini
taşımaktadırlar. Seyyid Ahmed-i Kûçek’e dedesiyle karışmaması için “Kûçek,”
dedesine de “Kebîr” lakabı verilmiş olmalıdır. İbnu’s-Serrâc, Şemseddin
Müsta’cel’in vefat tarihini 28 Receb 671/18 Şubat 1273 olarak vermektedir.[46]
Doğal olarak “Menâkıbu’l-Kudsiyye”de
elinde yılandan kamçıyla bir aslanın üzerinde gelip Dede Garkınla görüşen Şeyh
Ahmed-i Kebîr’in, Şeyh Şemseddin olması tarih olarak da uygun düşmektedir.
İbnu’s-Serrâc,
Seyyid Ahmed-i Kûçek’in kimliğine ve faaliyetlerine dair verdiği bilgilerle
onun ismi etrafında sürdürülen yanlış yorumların önüne geçmektedir. Ancak onun
tarihsel kimliğini bilmek kadar, tasavvufı kimliğini tespit etmek de önemlidir.
Anadolu'nun tasavvufi hayatında oynadığı önemli rol, onun ve müritlerinin
tasavvufi meşrebini bilmeyi önemli hale getirmektedir. Babası gibi Ahmed-i
Kûçek’in cemaati de muvelleh dervişlerden oluşmuş olmalıdır. Onun dervişlerine
dair bir tanımı Eflâkî, vermektedir. Bu bilgiler, Seyyid Ahmed-i Kûçek’e tabi
olanlar içinde çok sayıda muvelleh derviş olduğunu düşündürmektedir. Eflâkî’nin
anlatımı şöyledir:
Abdal’ın ve Ahrar’m özü, Seyyid Ahmed-i
Kûçek Rifâî (Allah ruhunu rahat ettirsin) bir gün Amasya şehrinde, Çelebi
hazretlerini ziyarete gelmişti. Aralarında hadsiz hesapsız latifeler ve ilahi
bilgiler anlatıldıktan sonra Seyyid Ahmed’e mensup olanlardan
(Ahmedîyan-Ahmedîler) bir cemaat içeri girdi ve ellerinde büyük bir kabak
olduğu halde okumağa başladılar ve semaya katıldılar. Semada çok heyecanlar
gösterip deliliklerde bulundular. Seyyid Ahmed, özür dileme makamında,
Ariflerin Sultanı ve sultanların Arifleri ma’zur görsün; Zira bizim deliler çok
zamanlar böyle kabak sesiyle sema ederler dedi.[47]
Eflâkî’nin,
Ahmed-i Kûçek’in müritlerinin semada delilikler yaptıklarını beyan etmesi ve
Ahmed-i Kûçek’in de müritlerini “deliler” olarak vasıflandırması bir tesadüf
değildir. İbnu’s-Serrâc,
Eflâkî’nin onun müritlerine deliler demekle neyi kastettiğini verdiği bir
bilgiyle netleştirmekte, Ahmed-i Kûçek’in ateş içinde namaz kıldığı bir
kerametini anlatırken, etrafındaki dervişlerine muvellehler demektedir. [48] İbnu’s-Serrâc’ın vermiş olduğu bu
bilgi Ahmed-i Kûçek’in etrafındaki dervişlerin tasavvuf! meyillerine açıkça
işaret etmektedir.
İbnu’s-Serrâc,
Seyyid Ahmed-i Kûçek’in Amasya dışında Anadolu’da ziyaret ettiği başka yerleri
de zikretmiştir. Onun ziyaret ettiği yerlerden biri Alanya’dır. Seyyid Ahmed’in
Alanya çevresinde oldukça iyi tanındığı muhakkaktır. Zira Alanya’ya vardığında
insanlar toplanıp onu karşılamaya çıkmışlardır. Seyyid Ahmed, Alanya’da
insanların inancının artması için Rifâilerin âdeti üzerine büyük bir ateş
yaktırmış, kendisi ve müritleri ateşin içine girerek namaz kılmıştır.
İbnu’s-Serrâc, onun Alanya dışında, Uluborlu’ya uğradığını ve orada da çok
sayıda insanın kendisini karşıladığını haber vermektedir. Bu gezilerin tarihi
olarak kitabın telifinden yaklaşık 12 sene öncesine işaret etmektedir.[49]
Kitabı 715/1315 yılında telif ettiğini bildiğimize göre, bu görüşmeler yaklaşık
703/1303-1304 yılında gerçekleşmiştir.
İbnu’s-Serrâc Seyyid Ahmed-i Kûçek’in
oğlu Şeyh İzzeddin hakkında da bazı bilgiler vermiştir. Şeyh İzzeddin amcasının
kızıyla evlenmiş ve beş ay sonra oğlu Şeyh Muvaffakuddin dünyaya gelmiştir. Bu
erken doğum çevrede bazı dedikoduların çıkmasına yol açmış; çocuğun zina eseri
olduğuna dair dervişlerden ve diğer kimselerden Şeyh İzzeddin’e eleştiriler
yönelmiştir. “Bu çocuğun annesi ya
seninle ya da başkasıyla zina etti” şeklinde yapılan eleştiriler üzerine,
doğumunun on üçüncü gününde Şeyh İzzeddin, beşikteki çocuğa, “Sen benim oğlumsan ve annen de zâniye
değilse kalk ve şunları yap” diye emretmiş, bunun üzerine çocuk kalkıp
emredilenleri yerine getirmiştir. [50]
İbnu’s-Serrâc’ın bu açıklaması kerametlerin şeyhler hakkmdaki suçlamaları
tezkiye etmek için nasıl kullanıldığına iyi bir örnektir.
Seyyid
Ahmed’in oğlu olan Şeyh İzzeddin, daha sonra Amasya’daki Rifâi tekkesinin
başına geçmiştir. İbn Battûta, bugünkü Amasya sınırlan içinde kalan Sonisa’yı
ziyaret ettiğinde, buradaki Rifâilik tarikatının postnişininin Şeyh İzzeddin
olduğunu söylemektedir.[51]
İbn Battûta, Şeyh İzzeddin’i bir müddet sonra tekrar görmüştür. Bergama’yı
ziyaret ettiğinde Rifâilik tarikatı şeyhlerinden Şeyh Yahya’nın zaviyesinde
kalan İbn Battûta, tekkenin dışında, yanındaki gezgin dervişlerden yüz
kadarıyla beraber dolaşan Şeyh İzzeddin er-Rifâî’nin konakladığını
bildirmektedir.[52]
Şeyh İzzeddin’in yanındaki bu gezgin dervişler muvellehler olmalıdır.
Şeyh
Taceddin er-Rifâî ve evlatlarının Anadolu’da çok etkin bir şekilde yayıldıkları
ve çok taraftar buldukları anlaşılmaktadır. İbn Battûta, Kudüs’ü ziyaret ettiğinde bile,
orada Şeyh Taceddin er-Rifâî’nin talebelerinden Erzurumlu Ebu Abdurrahman b.
Mustafa ile karşılaşmıştı. İbnu’s-Serrâc’ın verdiği bilgiler o ve evlatlarının
Amasya, Tokat, Samsun başta olmak üzere, Konya, Alanya, Uluborlu gibi
Anadolu’nun çok değişik bölgelerinde faaliyette bulunduğunu göstermektedir. Bu
bilgiler, Rifâiliğin Anadolu’nun hemen her bölgesinde aktif bir şekilde
faaliyet gösteren bir tarikat olduğu gerçeğini pekiştirmektedir. Sh:161-176
Kaynak: Velilik İle Delilik Arasında;
İbnu’s-Serrac'ın Gözünden Muvelleh Dervişler / Eyüp Öztürk, Kitap Yayınevi
I.Basım Kasım2013, İstanbul
[2] Bkz. Mustafa Tahralı, “Ahmed er-Rifâî,” DİA, (İstanbul: TDV Yayınları,
1989), c. II, s. 127-128; Zeynuddin Muhammed Abdurrauf b. Tacilarifin b. Ali
el-Munâvî, el-Kevâkibu’d-Durriyye
fi Terâcimi’sSâdâti's-Sufiyye (Tabakâtiî-Munâviî-Kubrâ), tah. Abdulhamid Salih Hamdan, (Kahire: el-Mektebetu’lEzheriyye
li’t-Turas, t.y.), c. I, s. 650-651; Ebû Hafs Siraceddin Ömer b. Ali b. Ahmed
İbnu’l-Mulakkin, Tabakâtu’l-Evliyâ, tah. Nureddin Şureybe, (Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, 1986), s. 93-94;
es-Subkî, Tabakâtu’şŞâfiiyyeti’l-Kubrâ,
c. VI, s. 23-27; el-Yafıî, Mirâtu'l-Cenân, c. III,
s. 410-412; İbnu’l-Verdî, Tetimme, s. 140.
[5] Ksynaklara göre, bu eleştirileri yapanlar
daha sonra görüşlerinden vazgeçip Ahmed er-Rifâî’nin tarikatına dahil
olmaktadır. Bkz. eş-Şârânî, Levâkih, c. II, s. 321.
[6] Ebu’l-Huda es-Sayyâdî, Gılâdetu’l-Cevâhirfi Zikri’l-Ğavsı’r-Rıfâî ve Etbâihi’l-Ekâbir, (Beyrut: Matbaatu’l-Edebiyye, 1301), s. 164.
[7] Ahmed er-Rifâî, el-Burhanu’l-Mueyyed, çev.
Sıdkı Gülle, (İstanbul: Bedir Yayınevi, 1976), s. 103-107.
[9] Bazı meczubların sözlerini taklit suretiyle
yazılmış, zahirde saçma görülen, fakat şerh ve tahlili halinde manidar olduğu
anlaşılan manzumeler, Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansklopedik Lügat,
Ankara 2001, ciddi bir düşünceyi, konuyu, şaka ve alay yollu anlatmak; -y.n.
[10] Tarih kitapları ve Rifai
kaynaklan arasındaki çelişkiler ve Rifai kaynaklarındaki Ahmed er-Rifâî
tasavvuru hakkında bir araştırma için bkz. Abdurrahman ed-Dımaşkî, er-Rıfâiyye (y.y., 1990). Aşırı
unsurların sonradan Rifailiğe girdiğine dair son dönem Rifailerinden bir
tanıklık için bkz. Yusuf Haşim Rifâî-Mustafa Rifâî Nedvî, el-İmâm es-Seyyid Ahmed er-Rifâi:
Muessisu’t-Tankati'r-Rifâiyye-NesehuhûNeşetuhû-Da’vetuhû-Kerâmetuhû ve Âsâruhû, (Dımaşk: Dâru’l-Beşair, 2002), s. 13-16. Aynı konuda bkz. Yaşar
Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu
ve Tarikatler, (İstanbul: Sidre
Yayıncılık, 1988), s. 169; Mustafa Kara, Tasavvuf
ve Tarikatlar Tarihi, (İstanbul: Dergâh
Yayınları, 1985), s. 296-297.
[11]
İbnu’s-Serrâc Rifailik tarikatına mensup olmanın
yanında, günümüzde sıklıkla heteredoks olarak tanımlanan, kendisinin ise
“muvelleh” olarak isimlendirdiği, alışılmış tasavvuf pratiklerine muhalif
unsurlar serdeden sufilerle de yakın ilişki içinde görünmektedir. Muvelleh
kelimesi Arapça “veleh” kökünden türetilmiştir. Veleh kelimesi ise, sözlüklerde
hüzün, şiddetli vecd, üzüntü, sevinç veya korkudan dolayı akim gitmesi, hayrete
düşmek, çılgına dönmek, kendini kaybetmek gibi anlamlara gelmektedir. Tasavvuf
ıstılahları sözlüklerinde ise veleh kavramı sersemlik, şaşkınlık, hayret, aşkın
deli divane etmesi gibi anlamlarla karşılanmıştır. Kelimenin tefıl babındaki
“vellehe” formuna sadece modern Arapça sözlüklerde rastlanmaktadır. Bu
sözlüklerde vellehe kelimesi çılgına çevirmek, ne yaptığını bilmez hale
düşürmek gibi anlamlarla karşılanmışta. Bu itibarla, ism-i meful kalıbında
gelen muvelleh kelimesini, aşk veya üzüntüden dolayı kendini kaybetmiş, çılgına
dönmüş kişi olarak tanımlamak mümkündür. Kavramın sözlük anlamı muhalif
karakterli dervişlerin alışılmamış tavırlarını açıklamak için oldukça elverişli
bir zemin hazırlamaktadır. İbnu’s-Serrâc muvelleh sufilerle bizatihi görüşmekte
ve onların tasavvufı hal ve eylemlerini savunmaktadır. Onun muvelleh sufilerle
ilişkisi küçük yaşlarda başlamıştır ve bu bağlantı ailesinden
kaynaklanmaktadır. O, Şam’da yaşayan meşhur muvelleh Yusuf el-Kamînî için
“dedemin ve babamın şeyhi” ifadesini kullanmaktadır. İbnu’s-Serrâc, dedesi ve
babasının Yusuf el-Kamînî ile görüştüğünü ve kendisinin de miras bırakılan bu
bereketten çokça istifade ettiğini vurgulamaktadır.
İbnu’s-Serrâc’ın muvelleh sufilerle ilişkisinin sadece Yusuf
el- Kamînî ile sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır. Babası ve dedesi vasıtasıyla
başka muvellehlerle de tanışmış ve yakınlık kurmuştur. Bizzat kendisi,
çocukluğunda Yusuf el-Kamînî’ye benzer başka muvelleh dervişlerle de mülazemeti
olduğunu ifade etmekte ve bu beraberlik neticesinde onlarla birçok hallere
vasıl olduğunu söylemektedir. [Velilik İle Delilik Arasında; İbnu’s-Serrac'ln
Gözünden Muvelleh Dervişler / Eyüp Öztürk, Kitap Yayınevi I.Basım Kasım2013,
İstanbulSh: 19-20]
[13] Edward William Lane, An Account of the Manner and Customs of
the Modem Egyptian, (Londra: East and West Publishing,
1989), s. 245, 379.
[14] M. Baha Tanman, “Rifai Âsitanesi,” DBİA, (Istanbul:
Tarih Vakfı, 1994), c. VI, s. 324. Rifai tarikatı Anadolu’ya 7./13. yüzyıl
gibi çok erken tarihlerde girmesine rağmen, 12./18. yüzyıla kadar İmparatorluk
merkezi olan İstanbul’da çok fazla etkin olamamıştır. Ulemanın yoğun olarak
bulunduğu İstanbul’da Rifailer taşradaki kadar rahat edememişlerdir. Ulemanın
Rifailerin burhan ayinindeki tezahürleri dindışı saymaları ve bunların
icrasına karşı çıkmaları, Rifailiğin İstanbul’da etkin hale gelmesini oldukça
geciktirmiştir. Bkz. Ekrem Işın, “Rifailik,” DBİA, İstanbul: (İstanbul: Tarih Vakfı, 1994), c. VI,
s. 326.
[15] Nicolas Biegman, God’s Lovers-A
Sufi Community in Macedonia, (Londra: Kegan Paul,
2007), s. S. 25. Rifâîler zikir sırasında kullandıkları kesici ve yaralayıcı
aletlere harp aletleri demektedirler. Oldukça çeşidi bulunan bu aletler için
bkz. Yahya Agâh b. Sâlih el-İstanbulî, Tarikat
Kıyafetlerinde Sembolizm (Mecmûatu’z-Zarâif Sandukatu’l-Maârif), haz. M. Serhan Tayşi, (İstanbul: Ocak Yayıncılık, 2002), s.
167-172.
[16] Günümüz Türkiye’sinde
Rifailer, İstanbul ve Ankara ekolü olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. İstanbul
grubu entelüktüel bir çehreye bürünmüştür ve kültürel faaliyetleri merkeze
almıştır. Ankara grubu ise geleneksel şişli-kılıçlı burhan ayinini uygulamayı
sürdürmektedir. Bkz. Turhan Atik, Rifâîlik
Tarikatı Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, (İstanbul, 2007), s. 18.
[22] Menâkıb-l Hünkâr Hacı
Bektâş-ı Veli (Vilâyet-Nâme), haz.
Abdülbaki Gölpınarlı, (İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1995), s. 36.
[23] Ocak, Kalenderilerin de
ateş etrafında sema ve raks ettiklerini, bunların Şaman ayinlerine benzediğini
ve 7./13. yüzyıldaki göçler vasıtasıyla Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiş olması
gerektiğim belirtmiştir. Bkz. Kalenderîler, s. 169-170. Melikoff, gerek dış görünüşü, gerek toplumsal
fonksiyonu ve gerekse ayin biçimleri itibariyle gezgin bir Kalenderi dervişin
abdal Şamanın bütün özelliklerini taşıdığını söylemektedir. Bkz. irene
Melikoff, Hacı Bektaş, (İstanbul: Cumhuriyet Kitap, 2008), s. 36; Bu konuda ayrıca bkz.
Ay, Anadolu’da Derviş ve Toplum, s. 87.
[24] İbnu’s-Serrâc, Tuffâh, Vr. 174a. Sayyâdilik
ve Şeyh Ahmed İzzeddin Sayyâd için
bkz. es-Sayyâdî, Gunyetu’t-Tâlibîn, s. 94-104; Osmanzâde Hüseyin Vassâf, Sefine-i Evliya, haz.
Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, (İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2006), c. I, s. 243.
[30] Amasya’daki ilk Rifai zaviyesi için bkz. Sadi
Bayram, “Amasya Taşova-Alparslan Beldesi,” s. 32.
[33] Ibnu’s-Serrâc, Tuffâh, Vr. 222a-222a.
İbnu’s-Serrâc olayın bir diğer rivayetinde, Şeyh Şemseddin’in Hülagu’nun
yanında kardeşim de gönderdiğini kaydetmiştir. Böyle bir tedbir muhtemelen Şeyh
Taceddin’in oldukça genç olmasıyla alakalı olmalıdır. Bu rivayette, ateşe
girmenin yanında, Şeyh Taceddin’in çok kuvvetli bir zehir de içtiği, zehrin
kuvvetine rağmen şeyhe hiçbir olumsuz tesirinin olmadığı da vurgulanmıştır.
Bkz. İbnu’s-Serrâc, Tuffâh, Vr. 222a-222b. Zamanın âlimlerinin huzursuz olup Şeyh
Şemseddin’den yardım istemelerinin bir nedeni, devletin onlardan vergi alma
çabası da olabilir. Zira İbnu’s-Serrâc, bir başka yerde, devlet görevlilerinin
vakıfların gelirlerinden vergi istediğini beyan etmektedir. İbnu’s-Serrâc
hangi hükümdar zamanında olduğunu belirtmeden bu isteğin nedenini, devlet büyüklerinin
kötü nasihatlerde bulunan kişilere kulak vermeleri olarak açıklamıştır. Bkz.
İbnu’s-Serrâc, Tuffâh, Vr. i47b-i48b.
[34] Jean-Paul Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi,
çev. Aykut Kazancıgil-Ayşe Bereket, (İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2001), s.
342-343.
[39] Sadi Bayram,’’Lâdik ve Seyyid Ahmed-i Kebir
er Rufai Hazretleri,” Türk Dünyası
Araştırmaları, Sayı: 74, (İstanbul: Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1991), s. 145-152. Krş. Gelibolulu Mustafa Ali, Künhü’l -Ahhâr,
(İstanbul: Takvimhâne-i Âmire, 1277), c. V, s. 61-62 .
[40] Bayram,’’Lâdik ve Seyyid Ahmed-i Kebir,” s.
145-152. Krş. Evliya Çelebi, Seyahatname, c. II/I, s. 46.
[41] XVI. asır müelliflerinden Ahlatı, Seyyid
Ahmed-i Kûçek’in de dahil olduğu bir silsile vermiştir. İbnu’s-Serrâc’ın
silsilesinden çok az farkı olan bu silsile, Molla Fenarî’nin de şeyhi olan Şeyh
Abdurrahman b. Muhammed el-Hanefî’nin tarikat silsilesini vermek amacıyla
düzenlenmiştir. Silsile şu şekildedir: Muhammed b. İbrahim es-Sûfî İbrahim b.
Haşan er-Rifâî İzzeddin er-Rifâî (Ahmed-i Kûçek’in oğlu) Şemseddin Ahmed
es-Sağîr ( Ahmed-i Kûçek) Tacuddîn Muhammed Şemseddin Ahmed Müsta’cel Necmeddin
Ahmed b. Ali er-Rifâî Kutbuddîn Ali b. Abdirrahim er-Rifâî Şemsüddin Ahmed
er-Rifâî İbrahim el-’A’zeb. Bkz. el-Ahlâtî, Risâle, s. 18.
[42] Ahmet Yaşar Ocak, İsmail E.
Erünsal, Elvan Çelebi’nin Menâkıbuî-Kudsiyyefi
Menâsıbil-ÜnsiyyeBaba İlyas-ı Horasânî ve Sülalesinin Menkabevî Tarihi isimli esere yazdığı giriş yazısı, s, XLIV.
[43] Bkz. Gölpınarlı, Menâkıb, s. 136; Elvan Çelebi, Menâkıbuî-Kudsiyyefi Menâsıbil-Ünsiyye-Baba İlyası Horasânî ve
Sülalesinin Menkabevî Tarihi, haz.
Ahmet Yaşar Ocak, İsmail E. Erünsal, (Ankara: TTK Yayınları, 1995), s. 16-17;
Ocak, Babailer İsyanı, s. 98-101.
[44] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan sonra Mevlevîlik,
(İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevleri, 1983), s. 65.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar