RİSALE-İ NUR AÇISINDAN DUA VE UBUDİYET
1. DUA
a. Lügat Açısından
Lügatlerde dua "Allah'a yalvarma, niyaz, birini çağırma, bir yere
gönderme, birinin iyiliği için Allah'a yalvarma, Allah'tan inayet, rahmet,
nusret ve selâmet istemek, fizik ve afiyet talep etmek" vb. şeklinde tarif
edilmiştir. Çeşitli lügatlerden derlenen bu tariflerden de anlaşılacağı üzere
duada, doğrudan doğruya aracısız olarak Allah'tan dilekte bulunma, Ona
yalvarma, rahmet, inayet, yardım, selâmet, rızık ve afiyeti de yine Ondan
istemek önem taşımaktadır. Çünkü yaratılışın özünde, temelinde Allah'ın idrak
edilmesi, tam bir imanla Ona teslim oluş, Onun birliğini tanımanın, dileklerini
yalnızca Ona sunmanın göstergesi bulunmaktadır.
Bediüzzaman'a göre duanın kabul veya reddedileceği bir makam vardır.
Müracaatlar ancak Ona yapılabilir. Her şey Ondadır. Bundan dolayı da bütün
istekler, bütün hasenat, bütün ihsanat Onun hazinesindendir:
"Biyedihi'l-hayr: Yani bütün hayrat Onun elinde, bütün hasenat Onun
defterinde, bütün ihsanat Onun hazinesindedir. Öyleyse, hayır isteyen Ondan
istemeli, iyilik arzu eden Ona yalvarmalı"dır.
b. Terim Açısından
Ruh hallerimizin coşkulu ve derûnî şeklini teşkil eden dua insanı kalb
huzuruna kavuşturan en yüce tatmin vasıtasıdır. Diğer bir açıdan dua, ruhî
güçlerimizin belli bir gayeye doğru sevk edilmesidir. Bütün ümitler kırıldıktan
sonra Allah'a sığınarak yalvarmak ve yalnız Ondan yardım dilemek olan duadan
maksat, ruha doğan Allah ilhamının sükûneti içinde yine Ona yönelerek
tecellisini beklemektir. Dua, insanın Allah ile olan münasebetlerinin doruğa
ulaşmış halinin adıdır; en büyük hürmet duygusunun ifade vasıtasıdır.
Kâinattaki her şey insanı Allah'a çağırdığına göre dua Ona teslim oluşun en
güzel bir ifadesini teşkil etmektedir.
Bediüzzaman'a göre, mü'min için dua bir zırh, bir koruyucudur; onu
cesaretlendiren manevi bir hazinedir. Rahmet hazinesinin kapısı da ancak dua
ile açılır:
"Mü'min, her şeyde bir rahmet hazinesi kapısını bulur, dua ile
çalar, Rabbine iltica eder. Her hakiki hasenat gibi, cesaretin dahi kaynağı
imandır. Her seyyiât gibi korkaklığın dahi kaynağı dalâlettir."
Beşeri ihtiraslarına gem vurmak bir insan için, hemen hemen olmayan
işlerin en başında gelir. Yine bu durumda da duaya ilticadan başka çare yoktur:
"İnsan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermayesi hiç
hükmünde, hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde iktidarı hiç hükmünde
bir şey..."
İnsan ancak dua sayesinde yüca mertebelere, azim manevî tecellilere
mazhar olabilir. Bu babta Üstad Bediüzzaman şu tesbitte bulunuyor:
"Kul öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor
ki, insanı ve bütün mahlûkatı esfel-i sâfilin olan fena-yı mutlaka sukuttan,
kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abeslikten âlâ-yı ilîiyîn olan kıymete,
bekaya, mektubat-ı Samedaniye olması derecesine çıkarıyor.
"Kul öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne ile istiyor ve öyle
tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata,
semavata, arşa işittirip, vecde getirip duasına 'Amin, Allahümme âmîn'
dedirtiyor."
2. Ubudiyet
a. Lügat Açısından
Eski dilde "ubudiyet" kelimesi ile ifade edilen ve lügatte
"Kulluk, kölelik, aşırı bağlılık, mensup olma" vb. anlamlarına gelen
bu söz öncelikle Allah'a karşı vazifelerin dile getirilmesinde kullanılır.
Kulluğun göstergelerinden biri olan duanın en güzel örneklerini, hem de
insanlığa hidayet rehberi olan peygamberlerin kendi dillerinden Kur'ân-ı
Kerimde bulmaktayız.
Mutlak kudret sahibini imdada çağırmanın bir diğer adı olan dua, ruhun
Allah'a yükselişi, kalbin Allah ile konuşmasıdır.
b. Terim Açısından
Lügat yönünden yaptığımız açıklamadan da anlaşılacağı üzere kulluk,
öncelikle ve özellikle Allah'a karşı yükümlü-
Kiklerimizin yerine getirilmesinde hemen hatırımıza gelen bir terimdir.
Burada, insanın, yaratılmışların en üstün vasıflısı ' ve yeryüzünde
Allah'ın halifesi olduğu mutlaka düşünülmeli, değerlendirme ona göre
yapılmalıdır.
İşte meseleye bu pencereden bakan Bediüzzaman Sözlerinde ubudiyetle
saadet kapısının açılacağını, Resul-i Ekremin (sallallâhü aleyhi ve sellem) de
ubudiyetiyle âhiret kapısını açtığını şöyle izah ediyor:
"Ubudiyet dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet vermiştir. Acaba hiç
mümkün müdür ki, akıllan hayrette bırakan âlemin şu intizamı, misilsiz cemâl-i
Rubûbiyet, o duaya icabet etmemekle, böyle bir çirkinliği kabul etsin? Yani en
ehemmiyetsiz arzuları yerine getirsin, en ehemmiyetli arzuları önemsiz görüp
yapmasın? Hâşâ ve kellâ! Böyle bir cemâl böyle bir çirkinliği kabul ederek
çirkin olamaz. Demek ki Resul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) risaletiyle
dünyanın kapısını açtığı gibi, ubudiyetiyle de âhiretin kapısını açar"
Bu tesbitiyle de iktifa etmeyen Üstad, bir vaiz edasıyla sözlerine şöyle
devam ediyor:
"Ey insan! Madem ki hakikat böyledir. Gururu ve bencilliği bırak.
Uluhiyetin dergâhında acz ve zaafını, istimdat lisanıyla, fakr ve hâcâtını,
tazarru ve dua lisanıyla ilân ve kul olduğunu göster. 'Allah bize yeter, O ne
güzel vekildir' de, yüksel. Hem deme ki, 'Ben hiçim, ne ehemmiyetim var ki, bu
kâinat bir Hakim-i Mutlak tarafından kasdi olarak bana teslim edilsin, benden
bir umumi şükür istenilsin.'
Çünkü sen nefsin ve suretin
itibariyle hiç hükmündesin. Fakat ilâhi sevginin ziyasını içine alan imanın
nuruyla parlayan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde kulluğun
içinde bir sultansın"
"Allah'a tam manasıyla gönül vermiş bir kul musibet karşısında,
'Biz Allah'ın kullarıyız, yine Ona döneceğiz' deyip, itminân-ı kalble Rabb-i
Rahim'ine itimad eder. Evet ârif-i billah aczden, Allah korkusundan lezzet
alır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, Allah'a acz ile sığınmışlar, aczi ve
havfi kendilerine şefaatçi yapmışlardır.
"Diğer ilaç ise, şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rez-zâk-ı
Rahîmin rahmetine itimattır."
İşte dua ve ubudiyeti bu azim manalarında tefekkür eden bir kul,
ubudiyetin mehasinini, Resulullah'ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) tarif ettiği
veçhile idrak edebilirse, Cenab-ı Hakkın ulûhiyetine karşı, ubudiyet kusur
işlemez. Bakın Üstad burada ne diyor:
"Mehâsin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki, Nebi
(sallallâhü aleyhi ve sellem) ubudiyet cihetiyle muvahhidinin kalblerini bayram
ve Cuma ve cemaat namazlarında birleştiriyor ve dillerini bir kelimede
topluyor. Öyle bir surette ki, şu insan, Yüce Allah'ın hitabının büyüklüğüne
hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar zikirlerle mukabele ediyor.
O sesler, dualar, zikirler birbirine yardımla birleşerek öyle geniş bir surette
Cenab-ı Hakkın ulûhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki, güya küre-i arz
kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor."
3. KUR'ÂN-I KERİMDE DUA
Lügatlerde, "Allah'a yalvarma, niyaz, birini çağırma, bir yere
gönderme" vb. manalara gelen duanın en güzel anlam ve örneklerini
öncelikle Kur'ân-ı Kerimde bulmak mümkündür. Çeşitli mana ve lafız
farklılıklarıyla dua âyetinin Kur'ân-ı
Kerimde yer aldığı düşünülürse bu konuda yüce Kitabımızın ne kadar zengin bir kaynağa
sahip olduğu kolayca anlaşılabilir.
Kur'ân-ı Kerim bize, duada haddi aşmamamızı, Rabbimize yalvara yakara ve
gizlice dua etmemiz tavsiyesinde
bulunmakta, azabından korkarak ve rahmetini umarak teşbih ve secdenin yalnız Ona yapılmasına
dikkat çekmektedir.
Hak duanın yalnız Allah'a yapılacağını sabah, akşam, sırf Allah rızasını
dileyerek dua edenlerle birlikte Resulün de sebat etmesi, ümit ve korkuyla Rabbe yalvarmak gerektiği Cenab-ı
Hakkın "Bana dua edin size icabet edeyim" buyurduğu, dua ettiği anda kulun niyazının
Allah'a ulaştığı, duası olmayan bir kula
Rabbin değer vermediği duada kalbi de devreye sokmak gerektiği, Allah veya
Rahman isimleriyle dua etmenin farkı bulunmadığı vb. hususlarla Kur'ân-ı Kerim
duanın sadece Allah'a yöneltilmesini önemle vurgulamıştır. Allah'tan başkasına,
putlara veya kendilerine mutlak nitelikler izafe edilen diğer yaratıklara dua
ve ibadet edilmesini Kur'ân kesinlikle yasaklamıştır. Yine Kur'ân Allah'tan başkasına dua edenlerin
ellerinin boşa çıkacağını bunun "açık
bir sapıklık" olduğunu,
"kâfirlerin yaptığı duanın boşuna yapılmış sayıla-cağını" açıklamıştır. .
Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerden bazılarının dualarından örnekler vermiş,
böylece biz kulların yüce Rabbimize karşı nasıl dua edeceğimizi bildirmiştir. Ayrıca,
"Bana dua ediniz, size cevap vereyim"
âyeti de mü'minlerin her zaman Cenab-ı Hakka dua etmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır.
4. HADİS-İ ŞERİFLERDE DUA
İnsan, yaratılışı gereği, hem günah, hem de sevap işlemeye müsait bir
varlıktır, bu bakımdan sevap işleme iradesini geliştirdiği ölçüde Allah
nazarında makbul bir kul durumuna gelir.
Hz. Peygamber Efendimizden (sallallâhü aleyhi ve sellem) bize intikal
etmiş çeşitli konuları içine alan birçok dua vardır. Kitabımızın sınırlı
çerçevesi içinde bunların tamamını zikretmemizin mümkün olamayacağı da
ortadadır. O bakımdan Hz. Peygamber Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem)
dua tekniğinde uymamız gereken prensipleri tesbit etmeye çalışacağız.
Bir peygamber olmasına, geçmiş gelecek bütün günahlarının affedilmesine
rağmen Hz. Peygamberin (sallallâhü aleyhi ve sellem) tevbe ve istiğfarı hiç
ihmal etmemesi, niçin böyle yaptığı sorulunca:
"Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" diye cevap vermesi,
üzerinde dikkatle durulması gereken bir husustur. "Allah katında duadan
daha değerli bir şey yoktur' buyuran yine bizim peygamberimizdir.
Dua, Müslümanın her an Allah'a sığınmasının en emin bir yoludur, ancak
dua yalnız sıkıntı, meşakkat ve çaresizliğe düşüldüğü zamanlarda bir sığmak
olmamalıdır. "Darlık zamanında Allah'ın kendisine yardım etmesini isteyen
kimse, rahat ve genişlik zamanında çok dua etsin. Genişlik zamanında dua etmek
kadar Allah'a hoş gelen bir şey yoktur" buyuran Hz. Peygamberin
(sallallâhü aleyhi ve sellem) buradaki mesajı gayet açıktır.
Yine Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) bir başka hadislerinde
"Dua mü'minin silahıdır" buyurmuşlardır.
Bilindiği üzere Hz. Peygamberin (sallallâhü aleyhi ve sellem)
dualarından bir kısmı genel manada, bir kısmı da belli zamanlarda, belli işleri
yaparken okunacak dualardır. Bu manada Resulullah Efendimizin (sallallâhü
aleyhi ve sellem) en çok yaptığı bir dua:
"Ey Allah'ım, ey Rabbimiz, bize dünyada iyi olan her şeyi ver.
Ahirette iyi olan her şeyi ver, bizi cehennem azabından koru."
Hz. Peygamberin (sallallâhü aleyhi ve sellem) çokça yaptığı dualardan
bir diğeri de "Allah'ım şu dört şeyden sana sığınırım: Fayda vermeyen
ilimden, korkunla ürpermeyen kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve kabul
edilmeye lâyık olmayan duadan" mealinde olanıdır.
Hz. Peygamber Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) cümle itibariyle
çok kısa, mana yönünden çok zengin olan, "Ey kalbleri evirip çeviren
Rabbim, kalbimi senin dinin üzere sabit ve daim kıl" hadisi de hiçbir
zaman dilimizden düşüremeyeceğimiz niteliktedir.
Bu konuyu Hz. Peygamber Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) iki
hadis-i şerifi ile noktalıyoruz:
"Allah'ım, öğrettiğim bilgilerle bana fayda ver. Bana, benim için
faydalı olan öğret. İlmimi arttır. Her hal ve durumda hamd Allah'a mahsustur.
Cehennem azabından Allah'a sığınırım."
"Allah'ım yaptıklarımın şerrinden de, yapmam gerektiği halde
yapmadıklarımın şerrinden de Sana sığınırım."
Burada Hz. Peygamberin (sallallâhü aleyhi ve sellem) dualarının kısa ve
özlü olduğunu, onun dualarında bayağı ve geçici isteklerin hiçbir zaman yer
almadığını özellikle belirtmeliyiz.
5. DUAYA OLAN İHTİYAÇ
Yüce bir Yaratıcıya dua etme ihtiyacı tarihin hiçbir döneminde, hiçbir
din ve inanç sahibi insanın vazgeçemediği bir gerçek olmuştur.
"Eğer insan bir gün kendi insanlığının en mükemmel haline yükselmek
istiyorsa, en yüksek diyebildiği varlığa sena ve perestiş etmeli ve kendinde
olanın en iyisini Ona vermelidir."
Yine tarihi araştırmalardan anlıyoruz ki, dua etmek ihtiyacından ilkel
kabile dinlerine mensup olanlar da, medeniyet seviyesi yüksek toplumlar da
vazgeçememiştir. Kitab-ı Mukaddes (Tevrat, Zebur, İncil) ve Kur'ân-ı Kerimde
insanları duaya çağıran âyetler bulunmaktadır.
En ilkel toplum olarak bilinen ve Afrika'da yaşayan Pigmelerin, mukaddes
saydıkları varlığa karşı:
"SEN Kİ DÜNYADA İNSAN YERDİN, OGİRİ.
KULÜBEMİZE YAKLAŞMA OGİRİ.
KARANLIK GECEDE GÖZLERİNİN PARLADIĞINI GÖRDÜK EY OGİRİ"
sözleriyle dile getirdikleri duaları buna tipik bir örnek teşkil
etmektedir. Aynı şekilde Nil'in aşağı vadisinde yaşayan Denka kabilesinin de
buna benzer bir dualarının olduğu bilinmektedir.
Uzun süredir yapılan araştırmalar, her din ve seviyedeki insanın duaya
ihtiyaç duyduğunu, dua fenomeninin inkâr edilmesinin mümkün olmadığını, izahı
gereken hususun duanın şeklinde düğümlendiğini insanlarının, dileklerini
tanrılara arz ederken bunu "dans" şeklinde dile getirdikleri
bilinmektedir.
Duaya ihtiyaç konusunda, "Allah Taâla, görünen görünmeyen
gizli-açık herşeyi, hatta kalbimizden geçenleri dahi en ince ayrıntısına kadar
bildiğine göre duaya ve lüzum var" diyenlere her zaman her toplumda
rastlamak mümkündür. Bu tür düşünenlere en güzel cevaplardan birini Hamdi Yazır
veriyor:
Duadan maksat ilâm (bildirme) değil, kulluğu göstermektir; insan dua
ettiğinde (hâşâ!) Allah'ın bilmediği bir şeyi Ona bildirmiyor, halini arzederek
kulluk vazifesini yerine getirmeye çalışıyor. Bundan dolayı insanın Allah
katında elde edebileceği en yüce makamlardan biri rıza makamı, Allah'tan gelen
her şeye razı olma şuurudur.
Duaya olan ihtiyaç bir bakıma ister istemez Uluhiyet ve ubudiyet
mefhumlarını da tedai ettirmektedir. Üstad Bediüzzaman bu kavramlar arasındaki
alakaya Risale-i Nurların birçok yerinde dikkatimizi çekmiştir. İşte onun
sözleri:
"Uluhiyet, hikmetin bir gereği olarak tezahür etmesine mukalif en
azami bir derecede İslam dinindeki azami ubudiyeti ile en parlak bir derecede
göstermiştir. Hem âlemin Yaratıcısının sonsuz kemâldeki cemalini bir vasıta ile
göstermek, muktezayı hikmet ve hakikat olarak istemesine karşılık en güzel bir
surette gösterici ve tarif edici gayet açıklıkla o Zâttır."
6. DUANIN ÖNEMİ VE FAYDALARI
Duanın önemi ve faydaları üzerinde uzun uzadıya söz edilmeyecek kadar
açıktır. Dua, bazılarının iddia ettikleri gibi, sadece zayıf ruhların,
dilencilerin veya miskinlerin meşgul oldukları bir fiil olarak ele
alınmamalıdır. Hele Nietzsche'nin "Dua etmek ayıptır"
şeklindeki tavsifine hiç mi hiç uymamaktadır. İnsanın suya ve oksijene
ihtiyacı gibi Allah'a muhtaç olması dua fenomenini ister istemez zaruri
kılmaktadır.
Bir bakıma dua, vücudumuzun oksijen gibi önemli bir hayat unsurudur.
Bünyeden bünyeye değişen biyolojik bir faaliyet bütünlüğü içinde dua da bu
önemli fonksiyonunu yerine getirmektedir. Bazı yönleriyle âdeta teneffüse
benzeyen dua, her bünyenin yapısına uygun olarak fiziki bir hareket gibi, şuurun
hudutları çerçevesinde fonksiyonunu yerine getiren muntazam bir faaliyettir.
Birçok yönden önem arzeden duanın faydaları da sayılmayacak kadar
çoktur.
Her şeyden önce insanın başarıya ulaşmasını sağlayan dua, Allah'tan
hidayet ve başarı dilemenin bir adıdır. Rızkın artması/sağlığın devamı, ömrün
bereketlenmesi dua iledir. İnsan dua ile Allah'ın rahmetine, ihsanına ve
yardımına kavuşur, Allah'a itaati sağlayan en büyük etken duadır. İnsan duayı
terk ettiği ölçüde günaha girer ve Allah'a karşı kibirlenir. Kişi darlık ve
hastalık zamanlarında çaresizliğe düştüğü anlarda, eli bol iken, sağlığı
yerinde iken, yaptığı duaların faydalarını çokça görür.
Bir diğer açıdan dua, kişiyi hayra götürür, zararlı şeylerden korur.
Sabırla ve azimle duaya devam edenler, bunun faydalarını hayatlarında
görmeseler bile öldükten sonra mutlaka görürler; çünkü dua Allah'ın nezdinde
muhafaza edilmektedir.
Gelmiş ve gelecek musibetlere karşı bir kalkan olan dua, insanı her
zaman belâlardan korur; en azından âfetlerin zararını asgari düzeye indirir.
Kaza ile dua arasındaki çarpışmada dua, kazanın kötü sonuçlarını önler,
tesir gücünü azaltır.
Dua, insana musallat olan üzüntü, keder ve tasaları giderir, kişinin
ruhunu temizler, hayata bağlar.
Düşmanların düzenlerini, plânlarını bozan dua, kişiye nefis emniyeti,
kendine güven duygusu verir.
7. DUANIN TEDAVİDEKİ TESİRLERİ
Genel manada duanın tesirlerini maddî ve manevî olmak üzere iki noktada
toplamak mümkündür.
Duanın, sayılamayacak kadar çok olan tesirleri arasında tıp, genellikle
psiko-fizyolojik olanları üzerinde çokça durmaktadır.
Uygun şartlar altında yapılan duanın müsbet sonuçlar verdiği her zaman
müşahade edilmiştir, ancak duanın az yapılışı karşısında, insanoğlu onun müsbet
sonuçlarını yeterince görememektedir. Hâlbuki iyi düşünürsek dua, âdeta
patlamaya hazır bir tesire sahiptir. Bu yolla kanser, böbrek iltihapları,
ülser, deri, akciğer, kemik ve karın zarı veremi gibi hastalıkların süratle
iyileştikleri görülmüştür. Hadise hemen tamamıyla aynı şekilde vuku bulmakta,
önce büyük bir ızdırap, sonra iyi olduğunu hissetme anı yaşanmaktadır. Birkaç
saniye, en fazla birkaç saat içinde arızalar kaybol-makta ve anatomik yaralar
kapanmaktadır.
Duanın tedavi üzerindeki tesirlerinden hemen her devirde bahsedilmiş, bu
konuda çeşitli kitaplar yazılmıştır. Günümüzde de dünyanın birçok ülkesinde dua
ve telkinlerle tedavi yapılan merkezlerin varlığı bilinmektedir. Dua ve telkin
sayesinde birçok hastalıkların iyi edildiğine inanılan yerlerden biri
Fransa'daki Lourdes şifa merkezidir.
Ruhî değişimler diyebileceğimiz duanın manevî tesirleri gözle
görülmemekle beraber, bazı müşahedeler sonucunda tesbit edilebilir.
Zihnin bir çeşit istihalesi sayılması gereken dua sayesinde sanki şuurun
derinliklerinde parlayan ışık insanın kendini olduğu gibi görmesini sağlar.
Böylece insan fikir ve zihin yapısı itibariyle tevazu sahibi olur, asabi
hareketlerini frenler; ölüm karşısında daha metin davranır.
Burada vurgulanması gereken bir diğer husus, duanın tesirinin, onun
şiddet ve kalitesine bağlı oluşudur.
"Dua sinir sistemini kuvvetlendiren ve uzvi kuvvetler arasında
muvazene sağlayan bir unsurdur. Dua, kalitesine, şiddet ve kuvvetine,
tekerrürüne göre ruh ve beden üzerinde tesir yapar. Duanın frekansını ve belli
ölçüler içinde şiddetini tanımak kolaydır." Gerek
fizloyojistler, gerekse cerrahlar, duaya sıkı sıkıya bağlı olan hastalarının
daha kısa ve kolay bir şekilde şifaya kavuştuklarını, morallerinin her zaman
üst düzeyde olduğunu tesbit etmişlerdir.
Alelade bir su olmasına rağmen Efes'te Meryem Ana Evi denilen yerdeki su
Katolik Hıristiyanlarca mukaddes sayılmakta, telkin ve dua ile içildiği
takdirde şifa vereceğine inanılmaktadır.
Üzülerek ifade edelim ki, birtakım mikroplar ihtiva ettiği yapılan
tahliller sonucu ispatlanan bu sudan bazı gafil Müslümanlar da içmekte ve
hastalıklarına şifa ummaktadırlar.
İnsanın gönlünde bir ferahlık ve serinlik hissettiren dua, isteğinin
yerine getirileceği konusunda kişiye ümit verir; bu yönüyle de insan için şifa,
ruhi bunalımlara karşı koruyucu bir sağlık tedbiri yerine geçer. Sosyologlara
göre dua geleneğini sürdürmeyen toplumlar ruhen çökmeye ve geleceğe ait ümitlerini
yitirmeye mahkumdur.
İnsanın maneviyatım kuvvetlendiren en büyük âmillerden biri, en başta
geleni duadır; dua en ağır hastaların bile manevi direnç sayesinde hayattan
ümit kesmeyerek yaşama azmine dinamizm kazandıran göründüren bir güce sahiptir.
8. DUANIN ÂDABI
Şüphesiz her şeyin bir usulü olduğu gibi, duanın da bir usulünün,
âdabının olması gerekir. Nitekim duada olur olmaz şeyler istenmeyeceği gibi,
din ve ahlâka aykırı bir dilekte de bulunulamaz. "Duada lâyık olmayan
bir şey istemek, mesela harika talep etmek, peygamberlik mertebesi istemek veya
mâsiyet olan şeyler dilemek de duada tecavüz sayılır."
Dua edenin dinine göre şekillenen dua, bir imanın kaidelerine göre olur,
daha doğrusu fethedilmiş bir kalbten akar.
Dua eden, duaya gönülden inanmalı ve yönelmelidir. Dua eden kişi
duasında samimi olduğunu bizzat tavırlarıyla ortaya koymalıdır. Hz. Peygamber
(sallallâhü aleyhi ve sellem) "BİLİNİZ Kİ, ALLAH TEÂLA, KENDİSİNDEN
GAFİL BİR KALBİN DUASINI KABUL ETMEZ" buyurmuştur.
Kur'ân-ı Kerimde Cenab-ı Hak kullarına kendisine nasıl dua edilmesi
gerektiğini kullarına öğretmiş, Peygamberlerin dualarını da bize bildirmiştir.
İşte bütün bu bilgiler göz önünde tutulduğu zaman duanın âdabı problemi de
kendiliğinden halledilmiş olmaktadır.
Peygamberlerin Kur'ân-ı Kerimde açıklanan duaları incelendiğinde dua
âdabı ile ilgili bilgilenmemiz açıklığa kavuşmaktadır.
Hz. Eyyub'un (aleyhisselâm) "Ya Rabbi, gerçekten benim başıma belâ
geldi. Halbuki sen merhametlilerin merhametlisisin"
Hz. Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) "Rabbim, beni yalnız
bırakma..."
Hz. Yunus'un (aleyhisselâm) "Senden başka hiçbir ilah yoktur.
Seni tenzih ederim. Ben zalimlerden idim" vb. tarzdaki duaları bize hem
dua âdabını, hem de peygamberlerin duaların da ki mesajları aksettirmesi
açısından önem arzetmektedir.
Duanın yalnız Allah'a yapılması, istek ve yardımın sadece Allah'a arz
edilmesi, Allah'tan başkasından yardım talebinde bulunulmaması da duada
uyulması gereken diğer şartları teşkil etmektedir. Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin, "Biriniz dua edeceği zaman Allah'a hamd
ve sena ile başlasın. Resulüne salavat getirsin ve bundan sonra artık dilediği
duayı yapsın" şeklindeki ikazı da duanın âdabını ifade etmektedir.
Aynı şekilde Resulullahın (sallallâhü aleyhi ve sellem) dua ederken seslerin
aşırı şekilde yükseltilmesine izin vermediği de bilinmektedir.
Duanın bir diğer âdabı da gönülden, gizlice, bağırmaksızın, samimiyetle
yapılmasıdır. Başkalarına karşı dua ediyormuş gibi bir görüntü vermek, seçili,
kafiyeli ve yazılı duada bulunmak, gözyaşlarıyla çevresindekileri etkilemek
için özel bir komutla dua etmek de duanın âdabını perdeleyen ve insanları
riyaya sevkeden davranışlardır.[1]
Bütün benliği ile dua etmek, duaya hemen isteğini söyleyerek değil,
Allah'ın adını anaraka, Ona hamdederek, Eûzü Besmele ile başlamak, yine aynı
şekilde Allah'a hamd ve Resulüne salât ve selâm getirmekle bitirmek, elleri
kaldırarak dua etmek, kıbleye yönelerek dua etmek, mümkünse duadan önce abdest
almak, niyet etmek, dua bitince âmin demek, âdap cümlelerinin diğer
ayrıntılarını teşkil etmektedir.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde "Gafil,
boş bir kalbin duasını Allah kabul etmez" buyurur. Buna paralel olarak
Alexıs Carrel "Dua, manasını bilmediğimiz
kelimeleri kuru kuru söylemekten ibaret değildir" sözleriyle duanın
gerçek manasını açıklamaya çalışmıştır.
Duada dikkat edilecek bir diğer husus, haddi aşmamak ve olmayacak
şeyleri (peygamberlik, dünya hayatında ölümsüzlük vb.) istememektir.
9. Duanın Mâhiyeti, Yeri, Zamanı
Dua, öncelikle ve özellikle ruhun iç âleme doğru yönelmesidir. Dua,
insanın bütün başarı ve teşebbüslerine rağmen, birtakım eksiklikleri,
acizlikleri, korku ve ümitleri olduğu düşüncesinin bir sonucu gibi düşünülürse
de, yüce bir Yaratana sığınma burada en önemli faktörü oluşturur.
Mutasavvıflara göre duanın mahiyetinde öncelikle Allah'tan dilekte
bulunma anlamında ruhun Allah'a doğru yükselişi yatmaktadır.
Dua ile istenen şeyin Allah tarafından bilinmesi duanın gereksizliği
anlamına hiç gelmez. Kişinin dua ile gerçekleştirdiği faaliyette Allah'a olan
saygısının dile getirilişi müşahade edilmektedir.
Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde duanın gerekliliğini vurgulayan
işaretler bir bakıma onun mahiyetini de ortaya koymaktadır.
Tarih boyunca, tek başına veya toplu bir şekilde müşahade edilen dua,
bir bakıma bütün dinlerin müşterek özelliklerinden birini teşkil etmektedir;
çünkü dinlerin hepsinde dua fenomeninin özünü kutsala yönelme idraki
oluşturmaktadır.
Her ne kadar Allah insanın kalbinden geçenleri ve ihtiyaçlarını
biliyorsa da, dil ile dua etmek insanın bizzat kendi kendini eğitmek anlamına
geldiği için ayrı bir önem ve değer arz eder; burada Allah emrinin yerine getirilmesi
gibi ibadeti ilgilendiren bir husus söz konusudur.
Nerede, ne zaman dua edilir veya edilmesi gerekir/sorusu hemen her din
mensubunun ortak problemi durumundadır. Ancak hemen belirtelim ki, İslâmda dua
için özel bir mekân yoktur. Tuvalet ve banyoda dua etmek iyi görülmemekle
beraber, bazı mekânlarda yapılan dua ve zikirlerin daha faziletli olduğunu âyet
ve hadisler açıklamaktadır.
Allah'ın evleri sayılan mescitler, özellikle Kabe, Mes-cid-i Nebi ve
Mescid-i Aksâ'da yapılan duaların kabul göreceğini Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) müjdelemiştir. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde: "Sadece
üç mescide hususi sefer yapılır (Bu üç mescidin diğerlerinden üstünlüğü
vardır). Bunlar Mes-cid-i Haram, (Kabe'nin bulunduğu mescid) Benim Mescidim ve
Mescid-i Aksâ'dır" "buyurmuşlardır.
Bir diğer hadis-i şeriflerinde Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz "Yeryüzünün tamamı mesciddir, kabirler ve hamamlar
müstesna" buyurarak mekân kavramına dikkatimizi çekmiştir.
Bediüzzaman'a göre de dua için belli bir zaman ve mekân yoktur. Kişi her
zaman ve yerde dua edebilir. Dua etmek için gündüzün aydınlığı ile gecenin
karanlığı arasında fark yoktur. Yerin altında olmakla fezanın derinliklerinde
bulunmak farksızdır. İmanı elde eden insan ruhu, mânisiz, müdahalesiz her
halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed sultanı, rahmet
hazinelerinin mâliki, saadet definelerinin sahibi olan Allah Taâlâ'nın huzuruna
girip ihtiyaçlarını arzedebilir ve rahmetini bulup kudretine dayanarak ferah ve
sürürün en yüce derecesine ulaşabilir.
Kabul olunması daha çok umulan Kadir, Berat geceleri, Arefe günü,
Ramazan boyunca iftar ânında, Cuma günü, gecesi, gecenin ikinci yarısı, seher
vakti, ezan okunduğunda, ezan-ikamet arasında, harp esnasında, namazlardan sonra,
Kur'ân-ı Kerim okuduktan sonra, Zemzem içildiğinde, ölüm anında, yağmur yağmaya
başladığında vb. zamanlan iyi gözetlemek lâzımdır.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) , bir hadis-i şeriflerinde
duanın kabul edileceği bir zamanın her gecede mevcut olabileceğine dikkatimizi
çekmiştir.
Şüphesiz ki duaların kabul olacağı kuvvetle ümit edilen zamanlar bu
sayılanlarla sınırlı değildir. Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifler gözden
geçirildiğinde Ramazan öncesi Recep ve Şaban aylarında, bayramlarda vb. zamanlardaki
duaların daha fazla makbuliyetine dair işaretler görülmektedir.
"Dua bir alışkanlık haline gelmek şartıyla karaktere tesir eder. O
halde sık sık dua etmek lâzımdır. Epiktet 'Nefes aldığın gibi sık sık
Allah'ı düşün' der. Sabahtan dua edip de, günün geri kalan kısmını barbarca
geçirmek manasız ve saçmadır. Bir anlık düşünce ve zihnî müracaatlar, insanı
Allah huzurunda tutabilir. Bütün hatt-ı hareketimiz ilhamını o zaman duadan
alacaktır. Böyle anlaşılırsa dua, bir yaşayış tarzı haline gelir."
Burada bir noktayı daha hatırlatalım: İnsan, yapı itibariyle, uzak ve
tehna olan mekânlarda, kimsenin bulunmadığı yerlerde kendini Allah'a daha yakın
hisseder. Kalabalık ve gürültülü mekânlarda, arzu ettiği gönül huzurunu tam
anlamıyla bulamaz; Rabbiyle istediği diyalogu kuramaz. Nitekim Hz. Peygamberin
(sallallâhü aleyhi ve sellem) peygamberlik öncesinde, ibadet ve dua için sık
sık Hira Mağarasına inzivaya çekildiği bilinmektedir.
Yine Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) bir hadis-i
şeriflerinde duanın zamanı konusunda şöyle buyurur:
"Rabbimiz her gecenin son üçte birinde dünya semasına müteveccih
olur ve der ki: Yok mu bana dua eden, duasına icabet edeyim! Yok mu benden
isteyen istediğini vereyim! Yok mu istiğfar eden mağfiretime mazhar
kılayım!"
10. DUA-İBADET ALÂKASI
Niyaz ve ibadetin bir parçası, inanan kişinin Allah'a hitap etmesi, Ona
yaklaşmak için gayret göstermesi, şükranlarım bildirerek günahlarından
mağfiretini dilemesi, ruhun Allah'a yönelmesi vb. anlamlara gelen dua, gerçekte
ibadetten ayrı düşünülmesi mümkün olmayan bir kavramdır.
Tapmak, kulluk, itaat etmek, boyun eğmek, niyete bağlı olarak
yapılmasında sevap umulan, Allah'a yakınlık ifade eden, her dine göre değişik
şekillerde yerine getirilen davranışlar bütününün adı olan ibadet, genel
değerlendirme ile Allah'ı yüceltmek gayesini güden bir kulluk görevidir.
Cenab-ı Hakka karşı gösterilen hürmetin en yüksek dereesi olan ibadet, Allah'ın
hoşnut olduğu bütün fiil ve davranışları içine alır.
İslâm açısından ibadet yalnız Allah için yapılır. Peygamber ve diğer
insanlar için ibadet asla söz konusu değildir. Kur'ân-ı Kerimin Allah'a kulluk
çağrısı bütün insanlığı içine alır.
İslâm insanın yaratılış gayesinin Allah'a ibadet olduğunu açıklamış,
amellerin niyetlere göre şekilleneceğini bildirmiştir.
Dua ile kul Yaratanından dileklerini, dilinin döndüğü, akimin yettiği
kadarı ile ister. Bunda samimi olduğu, kalbini her tür vesvese ve cin
fikirlikten uzak tuttuğu ölçüde arzularına kavuşacağı inancını taşır. İşte bu
düşünce ölçüsünde ele alındığında dua bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkar.
İbadete gelince, o bir vazife olarak düşünülmelidir. İbadet, Allah'ın,
kullarından istediği kulluk görevinin belli zamanlarda, belli şartlarla yerine
getirilmesidir. Kulun isteğine bağlı olmayan ibadet fenomeninde mecburiyet söz
konusudur ve Allah'a karşı olan kulluk görevi de ancak bir takım ibadetlerle
yerine getirilebilir.
Dua ve ibadetlerin her dine göre tesbit edilmiş özel zaman ve mekâna
göre formüle edilmişliği bulunduğu gibi, bu kayıtlardan âzâde olanları da vardır.
Kalbi fenalıklardan, kötü düşüncelerden temizleyerek kişinin ahlâkî
yönden yücelmesini sağlayan ibadetle, aynı gayeleri gerçekleştirmek için
girişilen gayretleri ifade eden dua arasında fark bulunduğunu söylemek mümkün
değildir.
Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu manada "Dua
ibadettir" buyurmuşlardır.
İbadet nasıl karakteri sağlamlaştırır, inşânı yalandan, tembellikten,
günah işlemekten sakındırarak kişinin kendine güvenini, metanet ve cesaretini
arttırırsa^ dua da aynı şekilde ibadet için bu sayılanların gerçekleşmesini
sağlar. Bu bakımdan dua ile ibadet arasında sıkı bir alâka vardır; çünkü ibadet
yüce Yaratana karşı kulluk görevinin en iyi şekilde yerine getirilmesi için
girişilen bir gayrettir. Dua bu gayret ve isteklerin yine Yüce Allah'tan kabulü
ve mükâfatının umulmasıdır. İbadetin çok önemli sırlarından biri olan dua, aynı
zamanda hâlis bir imanın sonucudur.
Dua ile ibadet arasındaki alâka mevzuunda veciz bir ifade olması
açısından Bediüzzaman'ın şu tesbitine kulak verelim:
"Malumdur ki, zararsız yol, velev on ihtimalden bir ihtimal ile de
olsa, zararlı yola tercih edilir. Halbuki meselemiz olan ubudiyet yolu,
zararsız olmakla beraber, onda dokuz ihtimalle bir ebedi saadet hazinesine
sahiptir.
"Sözün kısası âhiret gibi dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah'a
asker olmaktadır. Öyleyse biz daima 'Bize taat ve muvaffakiyet nasip eden
Allah'a hamd olsun' demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz."
11. DUANIN KABULÜNÜ SAĞLAYAN ETKENLER
Dua, Allah'a hitap etmek, Ona yaklaşmaya çalışmak için bir çabadır;
maddi ve manevi ihtiyacın Allah'a arzedilmesidir.
Hangi dinden olursa olsun her mü'min yaptığı duanın kabul edilmesini
arzu eder; duanın müsbet sonuçlarını en kısa zamanda görmek ister. Ancak her
dinde olduğu gibi İslam dininde de duanın kabulüne yardımcı olan birtakım
faktörlerin varlığı bilinmektedir.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) "MUHAKKAK Kİ ALLAH
ISRARLA DUA EDEN KULUNU SEVER"
buyurarak, duanın kabulünde ısrar faktörünün önemine dikkatimizi çekmiş
bulunmaktadır. Bu hadis-i şeriften kastedilen mana, kulun dileğini ısrarla -
Allah'a sunması, kalbinden de başka meşguliyetleri silerek yalnız Yüce
Yaratanına yönelmesidir.
İmam Gazali, duanın kabulü için şu şartlara uyulması gerektiğini
açıklar:
1. Şerefli gün ve zaman gözetmek,
2. Şerefli ve mübarek hal
gözetmek,
3. Kıbleye dönerek dua etmek,
4. Alçak sesle dua etmek,
5. Duada tevazu ve huşu halinde
bulunmak,
6. Kabul olacağına inanarak dua
etmek,
7. Dileğini üç kere tekrar etmek,
8. Duaya Allah adıyla başlamak,
9. Pişmanlık duygularıyla dua
etmek.
Yine Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz bir başka
hadislerinde, "Her gecede duanın kabul olacağı bir saat vardır ki
herhangi bir Müslüman ona rastlar da dünya ve âhirete dair Allah'tan hayır
dilerse muhakkak Allah dileğini yerine getirir. Bu hal her gecede vardır"
buyurmuşlardır.
Şüphesiz duanın kabulünü sağlayan etkenler bu sayılanlardan ibaret
değildir.
Bütün benliği ile yalnız Allah'a yönelerek dilinin döndü-ğünce
isteklerini arzeden mü'min, duasının kabul edildiğini de bazı karinelerden
anlar, çektiği sıkıntıları unutur.
Mü'min nankörlük ederek Allah'tan yüz çevirmemelidir. Nitekim
böylelerinin durumunu açıklamak üzere şöyle buyurulur:
"Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman Allah'tan başka
yalvardıklarınız kaybolur gider, fakat O sizi karaya çıkararak kurtarınca Ondan
yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür."
Duanın kabul edildiğini anlamak her ne kadar kolay değilse de bazı İslâm
âlimleri, insan vücudunda meydana gelebilecek değişikliklerin duanın kabulüne bir
işaret olabileceğini söylemişlerdir. Duanın kabul olunduğunun belirtilerinden
biri de rüyadır. İslâm kültür tarihinde bunun birçok örneğine rastlamak
mümkündür.
Duanın kabulünü sağlayan etkenlere bir başka açıdan bakan Bediüzzaman,
kulun, duasının kabul olması veya olmaması hallerinde takınması lâzım gelen
tavır hakkında bakın nasıl bir makul ve mantıkî izah getiriyor:
"Zalimlerin tasallutu ve belâların nüzulü, bazı hususi dualara
vakittir. Bu vakitler baki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu
vakitlerde dünyevî maksatlar hasıl olursa, zaten nurun alâ nur. Ve illâ 'İCABET
DUAYA İKTİRAM ETMEDİ' diyemezsin. Ancak, 'HENÜZ VAKİT İKTİZA ETMEMİŞ DUAYA
DEVAM LÂZIMDIR' diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların mukaddemesidir,
neticesi değildir. Cenab-ı Hakkın duaların icabetine vaad etmesi ise, icabet
ayn-ı kabul değildir. Yani icabet kabulü istilzam etmez. Duaya herhalde cevap
verilir. Cevapsız bırakılmaz."
12. DUA VE SABIR
İlk bakışta dua ile sabır arasında nasıl bir alâka var suali akla
gelebilir. Gerçekte dua ve sabır birbiriyle yakından ilgisi olan iki kavramdır;
çünkü kişinin sabırla ve ısrarla dua ettiği ölçüde duasının kabul göreceğini
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) haber vermiştir.
Bu dünya hayatında herkesin başına zaman zaman birtakım felâketler,
belâlar gelebilir. Allah'a tam imanla bağlanan bir mü'min, musibet ve
sıkıntılara göğüs gererek bunları kendinden uzaklaştırmasını Cenab-ı Haktan
dilerse Yüce Mevlâ onun ızdırabını giderir; çünkü bu dünya bir ba-kıma imtihan
yeridir. Unutulmamalıdır ki, sıkıntı ve meşakkatlere uğrayanlar yalnız insanlar
değildir. Peygamberlerin hayatları incelendiği zaman her birinin nice musibet
ve felaketlere uğradıkları görülecektir. Peygamberlerin sonuncusu Hz.
Muhammed'in (sallallâhü aleyhi ve sellem) İslâmı tebliğ davasında birtakım
çile, keder ve itirazlarla karşılaştığı hatta Taif-te taşa tutulduğu, mübarek
vücuduna isabet eden taşlarla ayaklarının kan içinde kaldığı, buna rağmen bu
işkenceyi reva görenlerin ıslahı için dua ettiği bilinmektedir. Nitekim Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde bu
konuda şöyle buyurur: "Şunu unutmayın ki, insanların en çok belâya
duçar olanları peygamberlerdir. Sonra bunlardan sonrakiler daha sonra bunlardan
sonrakiler."
Burada bir noktayı daha belirtmeliyiz: Mü'min Allah'ın rahmetinden
ümidini kesmeyecektir; zira Allah'ın rahmetinden ümit kesmek haramdır. Yine
mü'min, sadece başı dara düştüğünde, ihtiyaç ve sıkıntı içinde kıvranırken
değil, sıhhat, bolluk ve mutlu günlerinde de sık sık Allah'ı anacak, samami bir
kalble yalnız Ona dua edecektir. Nitekim Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "ALLAH'IN, BAŞI DARA GELDİĞİNDE DUASINI
KABUL ETMESİNDEN HOŞLANAN İNSAN, RAHATLIK ANINDA BOL BOL DUA ETSİN."
Duada sabırlı olmak, ilerisini düşünerek, dikkatli davranmak mütevekkil
her Müslümanm şiarı olmalıdır. Başına bir felaket gelir gelmez Allah'a dua
ederek hemen o musibetin giderilmesini aceleyle beklemek gibi bir tavır
içerisine girmemelidir. Bu konuda Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurur: "ACELE EDEREK DUA ETTİM KABUL EDİLMEDİ DEMEDİKÇE
BİRİNİZİN DUASI KABUL EDİLİR."
13. TEVBE İSTİĞFAR VE DUA
lügatte tevbe "İşlenmiş günah veya suçun bir daha işlenmeyeceğine
dair verilen söz"dür. İstiğfar ise "Allah'tan günahın
bağışlanmasını istemek, tevbe etmek" demektir. Dua önceki bahislerde
açıkladığımız üzere, "Allah'a yalvarma, niyaz" anlamlarına
gelmektedir. Dikkatle incelendiğinde görülecektir ki her üç terim, Cenab-ı
Haktan günahların affını istemek esasına dayanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifler mü'minleri devamlı olarak tevbe,
istiğfar ve duaya çağırmıştır. Bir âyet-i kerimede, Yüce Allah "...
Ben, yürekten teslimiyetle yapılan tevbeleri hemen kabul ederim" buyurur.
Tevbe ve istiğfar duaların hemen ardından yapılabileceği gibi, müstakil
olarak her an, her fırsatta yapılabilir, yapılmalıdır; çünkü mü'minin her zaman
tevbe ve istiğfarda bulunmaya ihtiyacı vardır, bu da insanın hem sevap, hem de
günah işleme özelliğine sahip oluşundan kaynaklanmaktadır. İnsanın Allah
katındaki değeri, günahlardan sakınarak sevap işleme kabiliyetini geliştirdiği
ölçüde artar. Yüce Mevla günah işleyen kulunu o haliyle terk etmez, rahmet
kapılarını açık tutar, onun yüzüne kapamaz; çünkü insan günah işlemeyen melek
değildir, aksine günah işlemeye eğilimli "zâlim- ve câhil" bir yaratılışa sahiptir. Akıl, irade, nefis
vb. hasselerle donatılmış olan insan, iradesini iyi yolda kullanmadığı nisbette
günah işlemekten kendini kurtaramaz. Bu bakımdan günah işlemeyen, hata yapmayan
bir insan düşünmek zordur. İnsanın günah işlemesi ne kadar kaçınılmaz ise,
suçunun ve günahının idraki içerisinde tevbe-istiğfar etmesi, bağışlanmayı Yüce
Allah'tan dilemesi de o nisbette görevi olmalıdır: Bakınız bu konu ile ilgili
olarak Hz. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ne buyuruyor?
"Hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizler hiç günah
işlemeseydiniz Allah sizi yok eder, günah işleyip Kendisinden af ve mağfiret
dileyen ve Kendisinin de onları affedeceği bir kavim getirirdi."
Bir diğer hadis-i şeriflerinde,
"Ey insanlar! Allah'a tevbe ediniz, ben günde yüz kere tevbe
ediyorum" buyurarak tevbenin önemini vurgulamıştır. Bütün
geçmiş gelecek günahları Allah tarafından affedildiği halde niçin bu kadar
tevbe ve istiğfarda bulunduğu sorulduğu zaman;
"Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?"
diye cevap vermesi ne kadar manalıdır.
Gerçekte tevbe ve istiğfarın duadan pek fazla farkı olmadığını söylemek
mümkündür; çünkü her üçünde de günahların affı Yüce Allah'tan istenir. Tevbe ve
istiğfarda bir daha günah işlememek arzusu en içten dileklerle Cenab-ı Hakka
sunulur. Duada ise bu arzuya ilâve olarak, dünyaya ait bazı hususlarda da
isteklerde bulunulur. Söz tevbe ve istiğfardan açılmışken Yüce Allah'ın, tevbe
eden kulundan memnun ve razı olduğunu özellikle belirtmeliyiz.
14. KAZA-KADER VE DUA ALÂKASI
Kaza ve kader problemi İslâmda en çok münakaşa edilen, ancak kesin
sonuca ulaşılması kolay olmayan bir meseledir. Bundan dolayı da problemin
açıklanması konusunda ortaya birçok görüş atılmıştır.
İslama göre kaza ve kadere iman etmek farzdır; bu iman gerçekte Allah
Taâlâya imana dâhildir. Kader olacak şeylerin zaman ve mekânını, niteliklerini,
keyfiyetlerini, ayrıntılarını Allah'ın bilip ezelde takdir ve
sınırlandırmasıdır; Cenab-ı Hakkın ilim ve irade sıfatına râcidir. Kaza ise,
Allah Taâlâ’nın irade ve takdir ettiği şeyleri zamanı gelince, ilim ve
iradesine uygun olarak vücuda getirmesidir; Allah Taâlâ nın tekvin sıfatına
râcidir.
Kaza ve kader meselesinin mahiyetini tam anlamıyla idrak etmek mümkün
olmadığı için, Müslümanlar imanla mükellef tutuldukları bu problemin sırlarını
araştırmaktan ve tartışmaktan menedilmişlerdir. Hz. Peygamberin (sallallâhü
aleyhi ve sellem) kaza ve kader meselesini yasakladığı bilinmektedir.
Burada kaza ve kader üzerinde yapılan tartışmalardan çok, dua ile
kaza-kader arasındaki alakadan söz edilecektir.
Kader Allah'ın ezeli takdiri, kaza da o takdir olunan şeylerin zamanı
gelince vuku bulması olduğuna göre dua bu takdir ve zuhura gelmede ne derece etkili
olabilir? Derler ki "kaderler sabık, kazalar mütekaddimdir. Dualar
bunu ne arttırır, ne azaltır. O halde duanın faydası ne?" Bu tür
suallere ve endişelere şöyle cevap verilmiştir: İnsanın dua etmesi, duaya inanması
biliniyorsa o halde dua yapılacaktır. Duadan maksut bildirme değil kulluğu
göstermedir. Gaye bu olduğuna göre kaza ve kadere rıza göstererek Allah'a dua
etmek, Onun kudretini bir şeyin üstünde tutarak tazim anlamına gelir.
Kaderiyecilere göre kul fiilini kendi yarattığı için duaya hacet yoktur.
Cebriyecilere göre de bu âlemdeki hadiseler ve her şey ezelde yazılmıştır,
duanın tesiri olmaz.
15. SOSYOLOJİK AÇIDAN DUA
Sosloyojinin genel kaidelerinden biri, toplumların sağlam temeller
üzerine oturtulması gerektiği gerçeğidir; çünkü insan gibi, toplum da zaman
zaman birtakım olumsuz şartların muhatabı olabilir. Hiç umulmadık bir anda
zuhur eden bu olumsuzluklar toplum yapısında onulmaz yaralar açabilir. O bakımdan
toplumun sağlamlığı manevi değerlerle olan barışıklığı ile doğru bir orantı
meydana getirir. Nitekim toplumun sadece bu yönünü araştıran soyologlar,
maneviyatsız bir cemiyetin eninde sonunda yıkılmaya mahkûm olduğunda
hemfikirdirler. Manevi yapının en temel dinamiği de duadır.
İnsan gibi duasız toplum da boşluktadır. Dua etme duyarlılığını yitirmiş
böyle bir cemiyeti genelde de insanlığı hüzünlü ve ümitsiz bir gelecek
karşılayacaktır. Ahlâkî ve manevî duygular bir milletin faal unsurları arasında
yer alır. Bunlar yok oluşa yönelirse o milletin kesin çöküşü başlamış ve
bağlarından koparak yok olmaya giden ortama girilmiş demektir. Bu sebeple dua
ihtiyacını kendinde öldüren bir toplum pratikte fesat ve çöküşten korunabilecek
unsurlara artık sahip değildir. Hiçbir millet duayı terk ettiği olduğu kadar
kendini ölüme hazırlamamış, çöküş ve alçalmaya maruz kalmamıştır.
Allah'a dua eden fertlerden meydana gelen toplum sağlam bir toplumdur.
Anarşiden, kargaşadan, intiharlardan, ahlâkî çöküntülerden uzak bir toplumdur.
Cemiyetler fertlerden meydana gelmekle beraber, o cemiyetin her bakımdan
mükemmel olabilmesi öncelikle o cemiyeti meydana getiren fertlerin olgunluğuna
bağlıdır. İşte bu bakımdan insan unsurunun önemi kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır.
İnsanın kendi değerini önce kendisinin bilmesi gerektiğine risalelerin
birçok yerinde dikkatimizi çeken Bediüzzaman, Hz. Ali kerremallâhü vechenin "Sen
kendini ruhsuz küçücük bir varlık mı zannediyorsun? Halbuki büyük bir âlem
senin içinde dürülüp bükülmüştür" sözünü açıklama babında şöyle diyor:
"Küçüklüğün içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamın,
büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nazırsın ki, diyebilirsin: Benim Rabb-i
Rahim'im dünyayı bana bir hane yaptı. Ayı ve güneşi o haneme bir lamba ve
baharı bir deste gül ve yazı bir nimet sofrası ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı.
Sözün özü:
"Eğer sen nefis ve şeytanı dinlersen aşağıların da aşağısına
düşersin. Eğer hak ve Kur'ân'ı dinlersen yücelerin de yücesine çıkarsın,
kâinatın bir güzel takvimi olursun."
16. DUADA KÖTÜLÜK İSTEMEK
Bazan insanın bilerek veya bilmeyerek duasında kötülüğü istediği de
olmuştur. "İnsan hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek
acelecidir" âyetinde insanoğlunun psikolojik bir yönüne işaret
edilmektedir. Gerçekten de insan öfkelendiği, sıkıldığı veya bir güçlükle
karşılaştığında beddua eder. Zorluklara sabır ve metanet göstereceği yerde
acelecilikle hemen kurtulmak isteriz. Bu olmayınca da ümitsiz ve kötümser bir
ruh haleti içinde, "Allah'ım, canımı al da beni bu sıkıntıdan
kurtar" vb. sözlerle kendisi için beddua eder ki, bu doğru değildir.
Yine insan, kendi hakkındaki bir şerri hayır zannederek isteyebilir.
Nitekim sahabeden Salebe, mal ve servet vermesi için Cenab-ı Hakka dua etmiş,
fakat bu nimetlere şükredeceği yerde bunlarla şımarmıştır.
Aynı cümleden olarak kâfirlerin azap istemeleri de zikredilebilir:
"Hani o kâfirler bir zaman da, Ey Allah'ım! Eğer bu kitap senin
katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem
verici bir azap getir! demişlerdi" O âyet-i
kerimesinde görüldüğü üzere kâfirler, bu kitabın Allah katından geldiğini kabul
ederek kendilerinin doğru yola şevkini dileselerdi kurtuluşa ermeleri daha
kolay olurdu.
Ancak hemen şunu da özellikle belirtelim ki, küfür asırlar boyu hep aynı
sakat düşüncenin temsilcisi olmuştur. Nitekim, günümüz iman nasipsizlerinin "Allah
varsa bizi taş etsin" tarzındaki hezeyanlarına zaman zaman şahit
olunmuştur.
17. DUADA İMAN MAZHARİYETİNE ERMEK
İman ve şükür nimetine ermek her kula nasip olmayan büyük mazhariyettir.
Bu büyük saadete sahip olması umulanlardan niceleri görülmüştür ki, kendilerine
bu nimet ihsan edilmemiştir. Birer peygamber hanımı olan Hz. Nuh ve Hz. Lut'un
eşleri de bu saadet nasipsizliğinin iki ünlü kişisidir. Buna mukabil, küfrü ile
şöhret bulmuş Firavun'un eşi Âsiye'-yi, Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya iman mazhariyetine
erdirmiştir. Kocası Firavun'un amansız zulmüne karşı da: "Ya Rabbi!
Bana katında, Cennette bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun işinde çalışmaktan
koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar" diye dua etmek suretiyle âhirete göçen Âsiye,
"Allah'a tevekkül edene Allah kâfidir" âyetindeki ilâhi müjdenin sırrına nail
olmuştur.
Buna benzer bir dua örneği de, Cennet ehlinin Cennete girdiklerinde
gördüklerinden hayret içinde kalarak, "Allah'ım! Seni takdis ve tenzih
ederiz" diyerek duada bulunmaları, sonunda da "Hamd, âlemlerin
Rabbi Allah'adır" demeleridir.
İman gibi bir cevhere mazhariyetin ehemmiyetine hemen her fırsat
düştükçe temas eden Bediüzzaman, insanın bu manevi ihsan sayesinde insanlığına
kavuştuğunu, kulun aslî vazifesinin iman ve dua olduğunu veciz cümleleriyle Sözler
adlı eserinde şöyle ifade ediyor:
"İman insanı insan eder; belki insanı sultan eder. Öyle ise,
insanın aslî vazifesi iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar
hayvan eder. Evet insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın
dünyaya gelişindeki farkları gösterir."
18. EN GÜZEL BİR DUA
Dikkatle incelendiği zaman Kur'ân-ı Kerimin dua ile ilgili âyetlerinden
her birinin kendi has bir yapısı ve özel bir mesajı olduğu anlaşılır. Duanın
bütün özelliklerini bir arada görmek isteyen kişiye hemen okuması tavsiye
edilen âyetler ise, Kur'ân-ı Kerimin ilk suresi olan Fatiha'da toplanmıştır.
"Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. O, Rahman ve Rahimdir.
Ceza gününün mâlikidir. Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umarız.
Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin
yolunu, gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil."
Aynı zamanda güzel bir dua örneği olan Fatiha Suresi, namazın her
rekâtinde okunduğu gibi, namaz haricinde de okunabilir. Fatiha Suresinin
önemini anlatması açısından burada bir anekdottan söz edeceğiz:
KIRK YIL ÖNCE AMERİKA'DA KİLİSE TARAFINDAN BİR MÜSABAKA AÇILMIŞ VE EN İYİ BİR DUA YAPANA MÜKÂFAT VERİLECEĞİ İLÂN
EDİLMİŞ. BİRÇOK ÂLİM VE VAİZ DUA YAZIP GÖNDERMİŞLER. BUNU HABER ALAN BİR
MÜSLÜMAN FATİHA SURESİ'Nİ TERCÜME EDEREK GÖNDERMİŞ. BİRİNCİLİĞİ KAZANDIĞI İÇİN
İLÂN EDİLEN MÜKÂFATI ALMIŞ."
Fatiha Suresi hakkında bugüne kadar çok şey söylenmiş, çok şey
yazılmıştır. Bu sûreyi en güzel yorumlayanlardan biri belki de en başta geleni
büyük Türk müfessiri M. Hamdi Yazır'dır (1878-1942). Onun büyük eseri olan Hak
Dini Kur'ân Dini adlı Türkçe tefsirinin Giriş'ine zaydığı Fatiha Sûresi ile
ilgili şahane münâcâtını aynen buraya alıyoruz:
"İlâhi! Hamdini sözüme sertâc ettim.
Zikrini kalbime miraç ettim.
Kitabını kendime minhac ettim.
Ben yoktum vâr ettin, varlığından haberdar ettin.
İnayetine sığındım, kapma geldim.
Hidayetine sığındım, lütfuna geldim.
Kulluk edemedim, afvine geldim.
Şaşırtma beni, doğruyu söylet, neşemi duyur, hakikati öğret.
Sen söyletmezsen ben söyleyemem, sen sevdirmezsen ben sevdiremem.
Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini.
Yâr et bize erdirdiklerini.
Sevdin Habibini kâinata sevdirdin.
Sevdin de hil'at-ı risaleti giydirdin.
Makam-ı İbrahim'den makam-ı Mahmud'a erdirdin.
Server-i asfiya kıldın.
Hâtem-i Enbiya kıldın.
Muhammed Mustafa kıldın.
Salat ü selam, tahiyyat ü ikram, her türlü ihtiram Ona, Onun âl ü ashab
ü etbama ya Rab."
Bütün bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, Fatiha Suresi, hem bir dua
niteliğinde olması/hem de Kur'ân-ı Kerimin özünü teşkil etmesi açısından ayrı
bir özelliğe sahiptir.
En güzel bir dua numunesi olmak cihetinden Bediüzzaman'ın Fatiha
Suresi'ni izah sadedindeki ifadeleri de câlib-i dikkattir. Sadece bir fikir vermek
için onun bu mevzudaki iki yorumunu veriyoruz:
"Madem, 'Yardım diliyoruz, ibadet ediyoruz' âyetleri namazda
bulunan milyonlarca cemaati bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor,
dualarına ve söylediklerini aynen tasdiklerine hissedar olmamıza yol açıyor.
Biz dahi bu 'Amin' kelimesiyle o cemaatin dualarına ve şefaatlerinin
makbuli-yetine 'Âmin' ile bizim cüz'i ubudiyet ve duamızı küllî, geniş bir
ubudiyete çevirip, küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir."
"Elhamdü lillah, yani bütün mevcudatta medih ve sena sebebi olan
kemalât Onundur. Öyleyse hamd dahi Ona aittir. Ezelden ebede kadar her kimden
her kime karşı gelen ve gelecek medh ü sena Ona aittir. Evet Kur'ân âyetlerinin
işaretiyle bütün mevcudattan daimi bir surette dergâh-ı ilahiyeye giden bir ubudiyettir,
bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır, bir hamd ü senadır ki, daimi o dergâha
gidiyor."
Üstad, Fatiha Sûresi hakkındaki bu iki izahtan sonra, İstanbul Beyazıt
Camiinde bir vakit namazı kılarken kalbine tahattur eden manevi bir atmosferden
bizleri de haberdar etmek için diyor ki:
"Ben o zaman İstanbul'da Beyazıt Camiinde namaz kılarken 'Ancak
Sana ibadet eder, ancak Senden yardım isleriz' dedim. Baktım, o. camideki
cemaat, benim gibi diyerek bu duama ve 'Bize hidayet ver'deki duama tamamen
iştirak edip tasdik ettikleri zamanda bir perde daha açıldı. Gördüm ki
İstanbul'un bütün mescidleri büyük bir Beyazıt hükmüne geçtiler. Aynen benim
gibi dualarıma imza basıyorlar, âmin diyorlar." Hayret ve mahviyet içinde
günahları terk ederek muhabbet ve ubudiyetini ilân ediyorlar."
"Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O birdir. Hiçbir ortağı
yoktur. Mülk sadece Onundur. Hamd de Ona mahsustur. Hayatı veren Odur. Ölüme
mazhar eden Odur. O, ölmeyen hayat sahibidir. Her hayır sadece Onun elindedir.
Onun herşeye gücü yeter" diyerek dua ediyorlar.
Kaynak:
Osman CİLACI, Risale-i Nur Açısından DUA ve UBUDİYET, Nesil Yayın,
Eylül, 1997, İstanbul
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’DEN DUA SIRLARI
1. DUA MEFHUMU
Dua, olağanüstü bir olay karşısında kulun Rabbine hitap etme düzeyine
ulaşmasıdır.
Allah'a ibadet etmek için
yaratılmış olan insan kendini günah işlemekten her zaman koruyamaz. Bu açıdan
zaman zaman Yaratanına yalvarmak, günahlarından tevbe ederek Ondan
bağışlanmasını istemek durumundadır.
Dua, Müslümanın şahsiyetinin gelişmesini ve sağlam karakterli olmasını
sağlayan bir ibadettir. "Ben öyle sağlam bir imana sahibim ki, Senden
başka kimsenin önünde eğilmem. Sen benim Allah'ımsın, beni Sen yarattın"
duasını daha küçük yaştan itibaren kalb ve diliyle tekrarlayan Müslümanm
karakterini sağlamlaştıran bu dua, onun Allah'tan başkası huzurunda eğilmesine
izin vermez.
Dua, kulun Allah nazarındaki değerinin bir ölçüsüdür.
"Ey Muhammedi De ki; Sizin duanız olmasa Rabbim size ne diye değer
versin." Bu hususu teyit eden bir diğer âyette şöyle
buyurulur:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye
yarattım." "Dua etmekten kibirlenenler hakir olarak cehenneme
gireceklerdir."
Yüce Rabbimiz her zaman dua etmemizi istemiş, samimiyetle yalvardığımız
takdirde kabul buyuracağını bize duyurmuştur. "Allah katında duadan
daha değerli bir şey yoktur" buyuran Hz. Peygamber Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve sellem) de bunu vurgulamıştır. “Allah'a yapılan dua
hiçbir zaman karşılıksız kalmayacaktır." Aynı zamanda dua mü'minin
silâhıdır.
Kalitesi ve tekrar edilmesine göre ruh ve bedene tesir eden duanın,
kutsiyet ve ahlâk duygusunu da kuvvetlendirdiği bilinen bir gerçektir. Duanın
doğurduğu huzur, tedavi için kuvvetli bir yardımcıdır.
Dua ve ibadet insanı diğer canlı varlıklardan ayıran en büyük
özelliktir. Dua, rızkın genişlemesini, sağlığın artmasını, ömrün hareketli
olmasını sağladığı gibi felaketleri de önler.
İnanmış insanın hayatında önemli bir yeri olan dua ancak yaşanarak
bilinebilir, onun yazı anlatılması güçtür.
İnsanoğlu tarihin hiçbir döneminde dua etmek ihtiyacından uzak
kalmamıştır. Duadan maksat, unutur gibi olduğumuz bir an Onun huzuruna yeniden
çıkmaktır. Üçü muharref olmakla beraber dört ilahi kitap, insanları Allah'a
duaya davet etmiştir. Nitekim iptidai kabile insanları bile duygularını birtakım
dua ve dans şeklinde ifadeye çalışmışlardır.
Büyük İslâm mutasavvıflarının dualarında orijinal yalvarma örnekleri
bulunmaktadır. Rabia Hatun'un, "Ey Rabbim, eğer ben cehennem korkusu
ile sana ibadet ediyorsam beni o cehenneminde yak" diye başlayan
duasındaki samimiyeti iyi anlamak lâzımdır.
Vird ve zikir de duanın başka şekillerdeki tezahürü olarak
değerlendirilmelidir.
Dua ve ubudiyet birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki mühim
mefhumdur. Mücerret mânâda, isteklerimizi Allah'a duyurmanın en mükemmel aracı
olan dua, kulun ubudiyet vazifesinin bir vasıtasıdır. Ubudiyet ise ibadetlerle
yerine getirilir.
Dinlere göre farklılıklar gösteren ubudiyet inanç ve tatbikatı, o din
mensubunca kendi şartlarında ve kendine has kaidelerine göre yerine getirilir.
Bunun dışında yine her dinde, ubudiyetin muayyen şartlarını yerine getirmekle
yetinmeyen züht ve takva ehli kişiler vardır.
Dua ve ubudiyet üzerinde defalarla ve ısrarla duran Bediüzzaman,
peygamberlikle ubudiyet arasında güzel bir alâka kurarak bu ehemmiyetli noktayı
Sözler'inde şöyle ifade ediyor:
"Nübüvvetin birinci vechi. ubudiyet-i mahzânın menşeidir. Yani ene
kendini abd bilir, başkasına hizmet eder. Başka birisinin vücuduyla kaim ve
icadıyla sabittir. Vazifesi ise, kendi Halikının sıfat ve şuûnâtma mikyas ve
mizan olarak şuurkârâne bir hizmettir."
"Errahmâni'r-Rahîm isimlerinde öyle bir nûr-u azam vardır ki, bütün
kâinatı kuşatır ve her ruhun bütün ebedi ihtiyaçlarını tatmin edecek nur ve
kuvvettedir. Bu iki büyüknura yetişmek için en mühim bulduğum vesile, fakr ile
şükür, acz ile şefkattir, yani ubudiyet ve iftikardır,"
2. UBUDİYETİN İNSAN FITRATINDAKİ VARLIĞI MESELESİ
İnsanlarda fıtraten mevcut olan ubudiyet, onların kalb ve imanlarını
kuvvetlendiren, ahlâkî ve fikrî yapılarını yücelten bir olgunluk alâmetidir.
İnsanın mesud ve bahtiyar hayat sürmesini sağlayan, ona insanlığın
şerefini idrak ettiren dua ve ubudiyet, kulun aczini itiraf ederek Halikına
karşı kulluk vazifelerinin en doruk noktasındaki tezahürüdür.
Hayatını öncelikle imanın kurtarılmasına hasreden Bediüzzaman Said Nursî
hemen bütün eserlerinde, çok çeşitli imanî ve İslâmî problemler yanında
hususiyle dua ve ubudiyet mevzularına geniş yer vermiştir. Ona göre fert,
Allah'a kul olduğunu idrak ettiği ölçüde nefsini birtakım sultaların esaretinden
kurtarabilir. Bu da dua ile başlar, ubudiyetle kemâle erer.
Bediüzzaman imanı kuvvetlendirmek ve İslâmı bütün cemiyete maletmek
yolunda giriştiği mücadelede ömrü boyunca haddi aşmaktan, siyaseti,
mücadelesinin mihveri haline getirmekten son derece uzak durmuş, biricik
kurtuluşun Kur'ân'a sımsıkı sarılmak olduğunu vurgulamıştır.
Said Nursî uzun yıllar hapislerde kalmasına rağmen Risale-i Nur telif ve
neşrini inkıtaa uğratmamıştır. Van'ın Erek Dağı'nda birkaç talebesiyle münzevi
hayatından (1923-25) sonra onun asıl çileli ömrü başlamıştır. Hayatını
gönüllerde iman ve Kur'ân hakikatlerini yerleştirmekle geçirmiş, millet ve
memleket için canım vermekten çekinmemiştir. Kendisine zulmedenlere bile
bedduada bulunmamak onun bir başka özelliğini teşkil etmektedir.
"Benim fıtratım zillet ve hakarete tahammül etmez"
diyen Bediüzzaman'ın, ihlasla giriştiği ve ömrünün sonuna kadar aynı safiyette
sürdürdüğü iman ve Kur'ân hizmeti ne yazık ki bazı kalem erbabınca
anlaşılamamış, onun mücadelesi bir siyasî ekole hizmet veya ayrı bir dinî
cereyan gibi vasıflandırılarak neşriyat yapılmıştır.
3. BEDİÜZZAMAN'A GÖRE DUA-UBUDİYET ALÂKASI
Dua ve ubudiyete ayrı bir ehemmiyet veren Bediüzzaman, bu iki mefhumu
ayrı ayrı ele aldığı gibi, birlikte de mütalaa etmiştir. Bu arada
"Rububiyet" kavramını da değerlendirerek Mesnevi-i Nuriye'de şöyle
diyor:
"Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan
âleminde iki daire vardır:
1. Rububiyet dairesi.
2. Ubudiyet dairesi.
"Bu iki daire arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet dairesi
bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor.
"Bu hakikati gözümle gördükten sonra, rububiyet ve ubudiyet
dairelerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca
imkân var mıdır?
"Rububiyet-i amme, ubudiyet-i külliye ister. Bu da zülcenaheyn
resullerin vahdet-i ilahiyeyi halka ilan etmeleriyle mümkün olur. Çünkü resul
ubudiyetiyle Hâlıkın hüsnüne aynadır. Risaleti cihetiyle de halka izhar ve ilân
eder."
Bu husustaki fikirlerine devamla, evveliyetle "Rububiyet"e
yöneldiği Şuâlar'da, kâinatın her tarafında Cenab-ı Hakkın yüce kudretinin
belirgin işaretlerinin bulunduğunu, buna karşılık kulun ubudiyetle mükellef
tutulduğunu şöyle açıklıyor:
"Evet, kâinatın her tarafında, kendini tanıttırmak ve sevdirmek
içinde merhametkârane bir haşmet-i rububiyet, haşmet ve merhamete karşı şükür
ve takdis içinde ihatalı ve şuurlu bir ubudiyetle mukabele etmek lâzım ve
katidir. O saltanat-ı Rububiyetin her tarafta, serada, Süreyya'da, zeminin
temelinde hakimane icraatını ancak işte onlar temsil edebilirler."
Gayet açık ifadelerle dile getirilen bu hakikatler karşısında daha fazla
söz söylemek lüzumsuzdur; çünkü kulun ubudiyete mutlak surette yönelmekten
başka bir çaresinin olmadığı gayet açıktır. Yeri geldiğince ayrıca
belirteceğimiz üzere, kâinattaki bütün varlıklar hal diliyle Kâdir-i Mutlakı
takdis ve tekbir ediyorlar, saltanat-ı Rububiyet'e kullukta bulunuyorlar. Bu durumda
insan ibret aldığı ölçüde ibret alıyor, hissedar ve behredar oluyor:
"Şu kâinat denilen ağacın dalları olan unsurlar ve unsurların
uçlarında bulunan ve çiçekleri ve yaprakları hükmünde olan nebatlar ve
hayvanlar ve o yaprakların ve çiçeklerin en yukarısmdaki meyveler olan insanlar
ve o meyvelerin en mühim meyveleri ve semereleri ve netice-i hilkatleri olan
ubudiyetlerini ve şükürlerini ve bilhassa o meyvelerin cemiyetli çekirdekli
olan kalblerini hiçbir cihetle kıpırdatmaz ve saltanat-ı rububiyetini
kırmaz."
Allah'a kulluğun özlü bir karşılığı olan "Ubudiyet"
manasız, boş bir kavram değildir. Cenab-ı Hakkın bir emridir; kulluğun bir
güzel nişanesi, rızâ-yı İlâhiyenin tecellisidir. Yerine getirildiği ölçüde kul
için uhrevî, binlerce faydası vardır. Üstadı dinleyelim:
"Ubudiyet bir emr-i İlâhiye ve rızâ-yı İlâhiye bakar. Ubudiyetin
dâîsi emr-i İlâhi ve neticesi rızâ-yı haktır. Semereleri ve faydaları
uhrevidir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla dünyaya
ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden ve istenümeyerek verilen semereler
ubudiyete münafi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne
geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o vird ve
zikre illet veya illetin bir cüz'i olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o
virdi akîm bırakır, netice vermez."
Bununla beraber "Ubudiyet"in dünyevî bir takım istenilmeyerek
verilen semereleri bir tezat gibi anlaşılmamalıdır. Hem kul ubudiyetinde,
Cenab-ı Hakka, evet yalnız ona ibadette bulunduğunu, ibadete lâyık başka hiçbir
mâbud tanımadığını ifade etmektedir. Zâten kulun halisane ubudiyeti bir bakıma
Yüce Rabbine teşekkürdür. Bediüzzaman diyor ki:
"Bu kâinatın tek Yaratıcısı yüce Rabbimiz bu kadar hadsiz nimetiyle
kendini hayat sahiplerine bildirip sevdirdiğine karşılık, teşekkür ve kendisini
sevmelerini bekler. Rabbani emirlerine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele
etmelerini ister.
"İşte bu rububiyet sırrına göre teşekkür ve ubudiyet, bütün enva-ı
hayatın ve dolayısiyle bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki,
Kur'ân-ı Kerim pek çok hararetle ve şiddetle ve halavetle şükür ve ibadete
sevkediyor, 'İbadet Cenab-ı Hakka mahsus, şükür Ona lâyık ve hamd Ona hastır'
diye çok tekrarla beyan ediyor."
4. DUA VE UBUDİYETİN BİR BAŞKA YORUMU
Dua ve ubudiyetle alâkalı mevzuları ana hatlarıyla tespit ettikten sonra
şimdi aynı mevzuların teferruatı olarak Risale-i Nur Külliyatı'nda nasıl
geçtiğini, izah ve yorumunun nasıl yapıldığını görmek için Sözler'e bakalım:
Bediazzaman bu eserinde, dua mevzuunu tetkike, "De ki: Eğer
duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?" âyet-i kerimesi
ile başlıyor ve hemen sözün başında "İmanın duayı bir vesile-i kat'i
olarak iktiza ettiği, fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenab-ı Hak
"Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?" diye ferman ediyor
cümleleriyle dikkatleri çektikten sonra, "Bana dua edin, size cevap
vereyim" âyet-i kerimesi ile mevzuyu pekiştiriyor.
Bu âyet-i kerimenin devamında, Cenab-ı Hakka karşı ibadeti terkederek
büyüklük taslayanların aşağılanacağı ve Cehenneme girecekleri açıklanmaktadır.
Çünkü kulun ibadet edeceği bir merci vardır o da Allah Taâlâ'dır. Ondan
başkasına karşı ibadetin bir manası yoktur. Aynı şekilde duayı kabul edip
etmemek de Cenab-ı Hakka ait olduğu için boş yere başkalarına yalvarmanın
insana kazandıracağı bir şey düşünülemez.
Bu âyet-i kerimede dikkati çeken bir diğer husus dua ve ubudiyet
kavramlarının aynı anlamda kullanılmış olmasıdır. Nitekim birinci cümlede
"dua" kelimesi kullanılırken, ikinci cümlede de aynı manayı ifade
etmek üzere "Ubudiyet" kelimesi seçilmiştir. Bediüzzaman'ın burada ve
Risale-i Nurun diğer bölümlerinde gayet büyük bir vuzuhla izah ettiği üzere,
ibadetin ruhu duadır. Nitekim Üstad da Allah'a yalvarmak ve dua etmenin,
ibadetin tâ kendisi olduğunu birçok defalar tekrarlamış ve meselenin ana
noktasına dikkatimizi çekmiştir.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin "Dua tam
bir ibadettir" buyurduktan hemen sonra yukarıda mealini verdiğimiz
âyeti okuması da bu açıdan ayrı bir ehemmiyeti haizdir.
Burada söz Hz. Peygamber Efendimizden (sallallâhü aleyhi ve sellem)
açılmışken, Bediüzzaman'ın Sözler ve Mesnevi-i Nuriye'de, Resulullahın
(sallallâhü aleyhi ve sellem) dualarını tavsif ederek verdiği birkaç numuneyi
ehemmiyetine binaen aynen nakletmeyi lüzumlu görüyoruz:
"Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) öyle bir salât-ı
kübrâda dua ediyor ki, güya şu ada, belki yeryüzü onun azametli namazıyla namaz
kılar.
"Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmada niyaz ediyor ki, güya insanlığın
Hz. Âdem zamanından asrımıza, kıyamete kadar bütün nûranî ve kâmil insanlar ona
uymakla duasına âmin diyorlar.
"Hem bak, öyle bir umumi ihtiyaç için dua ediyor ki, değil yeryüzü
insanları, belki gökyüzündekiler, belki bütün mevcudat niyazına 'Evet ey
Rabbimiz, ver, biz dahi istiyoruz' diyerek katılıyorlar, O, öyle tatlı bir niyaz-ı istir-hamkârâne ile
istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semâvât ve arşa işittirip, onları
vecde getirip duasına 'Amin, Allahümme âmin' dedirtiyor."
Bu güzel Peygamberi numuneden sonra Üstad okuyucuyu Resulullahın
(sallallâhü aleyhi ve sellem) mübarek beldesine götürüyor ve âhir zaman
Peygamberi'ni ziyaret ettiriyor:
"Evet, münacât-ı Ahmediye (sallallâhü aleyhi ve sellem) zamanından
şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salatları ve salâvatları onun duasına bir
âmin-i daimi ve bir iştirak-i umûmidir. Hatta ona getirilen herbir salâvat
dahi, onun duasına birer âmindir. İşte bütün beşerin, yaratılış gereği ve hal
diliyle, bütün o insanlık namına Zât-ı Ahmediye (sallallâhü aleyhi ve sellem)
istiyor ve onun arkasında âmin diyorlar."
"Acaba bütün Âdemoğullarını arkasına alıp, şu yeryüzünde durup,
Arş-ı Azama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hulâsa-i ubudiyetini
toplayan hakikat-ı ubudiyet-i Ahmediye (sallallâhü aleyhi ve sellem) içinde dua
eden şu şerefi nev-i insan ve ferîd-i kevn-ü zaman olan Fahr-i Kâinat ne
istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka
is-tiyor, Cennet istiyor."
Üstad Bediüzzaman, Hz. Peygamber Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve
sellem) duasındaki özelliklerden birine daha dikkatimizi çekerek ve bizi
Resul-i Ekremin mübarek beldesine götürerek diyor ki:
"Gel bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ı Saadete ve havalen
Arap Yarımadasına gidiyoruz. Tâ ki Resul-i Ek-remi (sallallâhü aleyhi ve
sellem) vazife başında ve ubudiyet içinde görüp ziyaret ederiz.
"Bak, o Zat nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin
sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla o
saadetin sebeb-i vücudu ve Cennetin vesile-i icadıdır."
Hz. Resulullah Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) duasının, bütün
insanlık adına beka ve saadet istemekten ibaret olduğuna, onlar için Cenneti
dilediğine, onun duasına bütün insanlığın "âmin" diyerek
iştirak ettiklerine Ustad, bir kere daha önem vermemiz gerektiğini işte böyle
ifade ediyor.
5. RİSALE-İ NUR'UN SİSTEMATİĞİ NEDİR?
Malum olduğu üzere onun eserleri her şeyden önce Kur'ân'ın bir tefsiri
mahiyetindedir ve mevzular iyi anlaşılsın diye temsil ve tesbihlere yer
vermiştir. "Risale-i Nur Külliyatı Kur'ân-ı Kerim'in cihanşümul
bahçesinden derilen bir gül demetidir."
Risale-i Nur Külliyatında dikkatimizi çeken diğer bir husus, mevzuların
yeri geldikçe soru-cevap şeklinde izah edilmesi, yeri geldikçe de mücmelen
yazılan bölümün mufassal olarak ele alınmasıdır. Nitekim dua mevzuuna da
Bediüzzaman aynı tarzda girmiş ve, "BİRÇOK DEFA DUA EDİYORUZ, KABUL
OLMUYOR. HÂLBUKİ ÂYET UMÛMİDİR, HER DUAYA CEVAP VAR" dersen, "işte
benim cevabım" sözleriyle mevzuu böyle tevcih etmiştir:
"Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır.
Her dua için cevap vermek var, fakat kabul etmek hem aynı matlubu vermek Cenab-ı
Hakkın hikmetine tabidir. Hasta bir çocuk, hekime seslenerek 'bana bak' der.
Hekim: 'Ne istersin, cevap ver' der. Çocuk: 'Şu ilâcı bana ver,' der. Hekim, ya
aynen çocuğun istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha
iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı
Hâkim-i Mutlak, hâzır nazır olduğu için abdin duasına cevap verir. Vahşet ve
kimsesizlik dehşetini huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir."
Bediüzzaman'a göre dua aynı zamanda bir ubudiyettir. Ubudiyet ise
meyveleri uhrevî olan bir neşve halidir. Dünyaya ait maksatlar ise o nevi dua
ve ibadetin vakitleridir.
Meselâ yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yoksa o ibadet ve dua
yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf. o niyetle olsa, o dua ibadet halis
olmadığından kabule lâyık olmaz.
Aynı şekilde güneşin batışı akşam namazının vakti demektir. Yağmursuzluk
da' yağmur namazının vaktidir. Bir takım belâların ve muzır şeylerin insanlığa
tasallutu, bazı duaların kendilerine has vakitlerinin olduğunu gösterir. İşte
insan o özel vakitlerde aczini anlar.
"DUA İLE, NİYAZ İLE KÂDİR-İ MUTLAK'IN DERGÂHINA İLTİCA EDER. EĞER
DUA ÇOK EDİLDİĞİ HALDE BELÂLAR UZAKLAŞMAZSA, 'DUA KABUL OLMADI'
DENİLMEYECEK, 'DUANIN VAKTİ KAZA OLMADI' DENİLECEKTİR. EĞER CENAB-I HAK
FAZL VE KEREMİYLE BELÂYI UZAKLAŞTIRSA NURUN ALÂ NUR, O VAKİT DUA VAKTİ BİTER
KAZA OLUR."
Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki dua, bir ubudiyet sırrıdır. "Ubudiyet
ise sırf Allah rızası için olmalı, yalnız aczini izhar edip dua ile Ona iltica
etmeli, Rububiyetine karışmamalıdır; Allah'ın hikmetine güvenmeli, rahmetini
it-ham etmemelidir."
Evet, gerçekte âyet-i kerimelerin bey aniyle sabit olmuştur ki, bütün
mevcudat kendilerine has tesbih, kendilerine has ibadetlerle secde ettikleri
gibi, bütün kâinattan dergâh-ı ilâhiyeye giden bir duadır. Dua:
1. Kişinin istidat lisanı
iledir; bütün hayvan ve bitkilerin dualarında olduğu gibi.
2. Kişinin fıtrî ihtiyaç lisanı
iledir; bütün canlıların, iktidarları dâhilinde olmayan zaruri ihtiyaçları için
yaptıkları dualarda olduğu gibi.
3. Zor durumda kalan bütün canlıların kat'i bir iltica için yaptıkları
dualarda olduğu gibi.
İşte bu üç çeşit dua, herhangi bir engel çıkmazsa kabul olacak
dualardır.
Bu sayılanların dışında bir dördüncü dua daha vardır ki, işte bizim
duamız odur; iki kısma ayrılır:
1. Fiilî ve hâlî, yani esbaba
teşebbüste olduğu gibi hal diliyle müsebbibi Cenab-ı Haktan istemek için alınan
vaziyet.
2. Dille, kalble dua etmek, eli
yetişmediği bir kısım isteklerini talep etmektir. Burada dua eden kişi anlar
ki, onun kalbinden geçenleri işiten, her şeye gücü yeten, her arzusunu yerine
getiren Birisi var. O, aczine merhamet eder.
Bu ayrıntılı açıklamaları yaptıktan sonra Üstad, bizlere bir
hatırlatmada bulunmadan da edemiyor. Diyor ki:
"İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi rahmet hazinesinin
anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan vesileyi elden bırakma. Ona
yapış; âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın
dualarını, kendi duan içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumi gibi, 'Ancak
Senden yardım dileriz' (Fatiha, ) de, kâinatın güzel bir takvimi ol."
"Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir. Ubudiyet ise, halisen
livechillah olmalı, yalnız aczini izhar edip, dua ile Ona iltica etmeli;
Rububiyetine karışmamalı. Tedbiri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli,
rahmetini ittiham etmemeli."
Bu izahlardan da gayet vazıh olarak anlaşılmaktadır ki Bediüzzaman
burada önce duayı açıklamakta, kulun vazifesini izah ettikten sonra
dua-ubudiyet alâkasını belirtmektedir.
6. DUANIN EHEMMİYETİ ÜZERİNE
Üstad Bediüzzaman, Furkan Suresi 17. âyetinin tefsiri sadedinde, "Bütün
mevcudat, herbiri birer dergâh-ı ilâhiyeye giden bir duadır"
ifadesiyle kâinatta her varlığın, kendine mahsus lisanıyla Cenab-ı Haktan
talepte bulundukları, "fıtrî lisanlarıyla Cevâd-ı Matlaktan idame-i
hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metalibi istiyorlar"
neticesine ulaşmaktadır.
Bediüzzaman'a göre insanın yanıldığı en önemli noktalardan biri, belki
de en başta geleni budur; yani dua gibi bir rahmet hazinesinin anahtarına sahip
olmak...
"Derya içindeki mâhi gibi deryayı bilmemek"
(su içinde yaşayan balığın suyun kıymetini bilmemesi). Mü'mine yakışan,
öncelikle bu tükenmez hazineden imkân nisbetinde yararlanma yollarını aramak,
daha açık bir ifade ile, dileklerini bu yolla yüce Yaratanına sunmaktır. Ancak
burada dikkat edilmesi gereken husus, sadece sıkıntılı ve çaresiz kaldığı
anlarda değil, genişlik ve her türlü imkân içinde yüzerken de kulun yalnız ve
sadece Cenab-ı Hakka yalvarması, yâlnız Ona iltica etmesidir. Fatiha Süresinde
de buyurulduğu üzere "Ancak Senden yardım isteriz" dileğinde
samimi olması, bu dileğe bütün kalbî hasleti eriyle bağlanmasıdır.
Risale-i Nur Külliyatında dua mevzuunu Mektubat şu şekilde ifade
etmektedir: "Mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır?"
Bu suale Bediüzzaman'ın cevabı:
"Esbab-ı kabul derecesinde olmalı. Çünkü bazı şerait dâhilinde dua
makbul olur. Ezcümle dua edileceği vakit istiğfar ile manen temizlenmeli, sonra
makbul bir dua olan salavât-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine
salavât getirmelidir."
Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
"Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve
bizi Cehennem azabından koru."
Bediüzzaman'a göre dua bir gayret, bir faaliyet, bir taleptir. Herhangi
bir işe girişmezden önce nasıl hazırlık safhasına ihtiyaç duyulursa, aynen
bunun gibi, duaya başlamadan Önce de mânevi hazırlığa ihtiyaç vardır. Mânevi
temizliğin ilk merhalesi tevbe ve istiğfar getirmek, sonra da salavât-ı
şerifeyi şefaatçi gibi zikretmektir. Bunlar bir bakıma ön hazırlık gibi düşünülmeli,
duaya konsantrasyon sağlanmalıdır. Böylece mâsiva ile alâka kesilmeli, dünya
bir tarafa bırakılarak âdete ebedî hayata yönelmelidir.
Bediüzzaman'a göre "Duanın en güzel, en leziz, en hayır meyvesi
onun bir dinleyeninin" bulunmasıdır. Yine Ona göre dua halis bir
imanın neticesidir. Halis bir iman duayı, dua da imanı zaruri kılar. Burada
Bediüzzaman'ın "Bütün ehl-i imanın mütemadiyen kemal-i hulûs ve dua ile
istedikleri saadet-i ebediye onlara verilmesin, O Rahîm-i Mutlak bütün onların
duasını kabul etmesin"
tarzındaki tespitleri, hassaten dikkatimizi çekmektedir. Gayet vazıh
olarak anlaşılmaktadır ki, mü'min tam bir olgunlukla inkıtasız şekilde duaya
mülazemette bulunacak, mutlak kabulünü de yalnız Hâlık-ı Keriminden bekleyecektir.
İnsanda, yaptığının karşılığını görmek duygusu müşterek bir dilek
halinde mevcuttur. Sevdiği birine mektup yazan kişinin, en kısa zamanda cevap
beklemesi, cevap umması, beşeri münasebetler çerçevesinde nasıl normal bir
istek ise kulun yüce Rabbine niyazının müsbet cevabını, kabul edilmişliğini
görmesi de onu mesut ve bahtiyar kılacaktır. Ancak burada kula düşen, yaptığı
her duaya halis bir iman damgası vurabilmesidir. Böyle bir damgayı taşıyan
duanın müstecap olacağına dair Rabbânî ve Muhammedi müjdeler bulunduğunu her
mü'min idrak etmelidir.
Bediüzzaman bir başka eserinde "Dualar, tevhid ve ibadetin
esrarına numunedir; dua eden kimse de, kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini,
Cenab-ı Hak işitir deyip Kadir olduğuna itikat etmelidir" cümlesiyle,
dua mevzuuna bir başka zaviyeden bakarak, tevhid ve ibadet sırlarına duanın bir
numune teşkil ettiğine dikkatimizi çekmektedir. İstek ve arzularımızı Cenab-ı
Hakka arzetmenin yegâne yolunun dua olduğu bu açıklamanın akabinde yer almaktadır.
Yine aynı eserinin bir başka yerinde "Bana dua edin size cevap
vereyim" âyetinin tefsiri sadedinde şu izahatı veriyor:
"BAZI DUALAR İCABETE İKTİRAN ETMEZ DİYE İDDİADA BULUNMA. ÇÜNKÜ DUA
BİR İBADETTİR. İBADETİN SEMERESİ ÂHİRETTE GÖRÜLÜR. DÜNYEVÎ MAKSATLAR İSE, NAMAZ
VAKİTLERİ GİBİ, DUALAR İBADET İÇİN BİRER VAKİTTİRLER, DUALARIN SEMERESİ
DEĞİLDİRLER. KEZA, ZÂLİMLERİN TASALLUTU VE BELÂLARIN NÜZULÜ BAZI HUSUSÎ DUALARA
VAKİTTİR."
Bütün hayatını, öncelikle imanın şüphe ve tereddütlerden kurtarılmasına
hasreden Said Nursî, tevhid meselesini daima ön plânda tutmuş onsuz hiçbir dinî
esasın yerli yerine oturtulamayacağını savunmuştur. Ona göre dua, bu açıdan
tevhid ve ibadetlerin sırlarını keşfetmeye bir numunedir, bir methaldir; duasız
bir yere ulaşmak mümkün değildir. Tevhid ve ibadetin inceliklerine nüfuz
etmesinin duadan geçtiğini açıklayan Üstad, kulun istek ve arzularını Cenab-ı
Hakka arzetmesinin biricik yolunun da yine dua olduğunu vurgulamaktadır.
7. DUADAN CEVAP ALMAK
Bazıları herhangi bir arzusunu iletir iletmez Cenab-ı Haktan müsbet bir
tecelliye hemen mazhar olmak ister. Eğer arzusunun yerine getirilmesi biraz
gecikirse "DUA EDİYORUM, EDİYORUM, EMELİME KAVUŞAMIYORUM VB."
şeklinde serzenişte bulunur; hatta yakınlarına artık bundan sonra duayı
bırakacağını bile söyler. Böyle düşünenlere karşı Risale-i Nurun mantıkî, ilmî,
psikolojik ve muknî cevapları vardır. Bu tür sual ve cevapları mütalaa edenler,
hem imanlarını şüpheden kurtarmış, hem de kalblerini mutmain kılmış olurlar.
Mesnevî-i Nuriye'nin bir başka yerinde dua üç kısma ayrılmaktadır:
1. İnsanın lisanıyla yaptığı
kavli dua.
2. Nebatat, eşcârın, bilhassa
bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları ihtiyaç duaları.
3. Tahavvül, tekemmül şe'ninde
olan şeylerin, lisan-ı istidat ile hissedilen istidâdi duaları; herşey Cenab-ı
Hakkı tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah'a dua
eder.
İnsanoğlunun pek aceleci bir yapıya sahip olduğunu, "İnsan hayrı
istediği gibi, şerri de ister. İnsan pek acelecidir" âyeti veciz
şekilde açıklamaktadır.
Gerçekten bu âyet insanın önemli bir psikolojik yönüne işaret
etmektedir. İnsanlar öfkelendiği, sıkıldığı veya bir güçlükle karşılaştığı
zaman umumiyetle bedduaya sarılır. Güçlüklerden sabır ve metanetle kurtulmak
için çaba göstereceği yerde aceleci bir tavırla tezden kurtulmak ister. Bu
olmayınca da ümitsiz ve kötümser bir ruh haleti içinde "Allah'ım, canımı
al da beni bu sıkıntıdan kurtar" gibi sözlerle kendisi için beddua eder
ki, bunlar doğru değildir..
İslamî ölçüler içinde mü'mine yakışan tedbiri elden bırakmaksızın teenni
ile hareket etmektir. Duasının hemen kabul görmemesine üzülmeksizin, hakkında
hayırlı neticelerin yine Cenab-ı Hak tarafından yaratılması için ümitle
beklemek kulun imanının bir gereği olmalıdır.
Yine bir mü'min bilmelidir ki, kâinatta canlı-cansız her varlık, kendi
lisanı ile Cenab-ı Hakka dua etmekte, niyazda bulunmaktadır. "Yedi gök,
dünya ve bunlarda bulunan herkes, Onu tesbih eder. Onu övgü ile tesbih etmeyen
hiçbir şey yoktur..."
Bütün eşyanın atomlardan meydana geldiğini, atom çekirdeklerinin
etrafındaki elektronların sürekli,ve muntazam bir şekilde çekirdeğin etrafında
dönmelerini, bu dönüşlerinde en ufak bir sapma göstermeksizin boyun eğmelerini
Kur'ân-ı Kerim "Allah'ı tesbih" olarak nitelendirmiştir.
Risale-i Nur Külliyatı bir bütün olarak mütalaa edildiğinde görülecektir
ki, çoğu zaman dua ve ubudiyet mefhum-' ları birlikte izah edilmiş, bu iki
terimin birbiriyle olan alâkasına dikkat çekilmiştir. Gerçekten de sıhhatli bir
netice elde etmek için bu iki kavramı birlikte düşünmek, birlikte mütalaa
etmekte yarar vardır. Çünkü dua ve ubudiyet kavramları, insanın yaratılışındaki
ince sırların açıklanmasına da ışık tutmaktadır.
Bediüzzaman'a göre, insan bu dünyaya bir memur, bir misafir olarak
gönderilmiş, ona çok ehemmiyetli istidat verilmiş, bu istidata göre ehemmiyetli
vazifeler tevdi edilmiştir.
İnsan bu kâinata geldikten sonra iki cihetle ubudiyeti vardır.
1. Gâibane bir surette bir
ubudiyet, bir tefekkür.
2. Hazirane, muhataba suretinde
bir ubudiyet, bir münâcat.
Yine Ona göre bu husus iki vecihle anlanalabilir:
1. Kâinatta görülen Rububiyetin saltanatını itaatkâr bir şekilde tasdik
edip kemalâtina ve mehasinine hayret edercesine bakmaktır. Yine kula düşen
bundan sonra kutsi ilahi isimlerin nakışlarından ibaret olan güzel sanatları
birbirinin ibret nazarlarına gösterip tellallık etmektir. Bundan sonra yine
kul, herbiri birer gizli manevi hazine hükmünde olan Rabbani isimlerin
cevherlerini idrak terazisiyle tartacak, kalbinin kıymet bilirliliği ile takdir
ederek gereken kıymeti verecektir. Sonra kudret kaleminin mektupları hükmünde
olan mevcudat sayfalarını arz ve sema yapraklarını mütalaa ederek şaşkınlık
derecesinde tefekküre dalacaktır. Sonra şu mevcudattaki süslerin ve lâtif
sanatların hakkını vererek seyredecek, onların, Yüce Yaratanın marifetine
muhabbet etmek ve Onun huzuruna çıkmaya, iltifatına mazhar olmaya derin bir
arzu duymak için birer vesile olduğunu idrak edecektir.
2. Huzur ve hitap makamıdır ki, eserden müessire geçer. Görür ki Yüce
Allah, kendi sanatının mucizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O
da iman ile, marifet ile mukabele eder. Sonra görür ki, Rahim olan Allah
rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona muhabbet etmek
ve ibadetini Ona ayırmak suretiyle kendini Allah'a sevdirir.
Bu duygular içinde Allah'a kulluk yani ubudiyette bulunan olgun her
mü'min, maddi ve manevi nimetlerin lezzetleriyle Cenab-ı Hak tarafından
duyurulacaktır.
Kul Halikına bütün benliği ile ubudiyette bulunduğu nisbette, görür ki,
Yüce Allah şu mevcudatın aynalarında, kibriya ve kemâlini, celâl ve cemalini
gösterip nazar-ı dikkati çekiyor. Buna karşılık kul da "Allahu ekber,
Sübhanallah" diyerek mahviyet içinde hayret ve muhabbetle secde
ediyor.
İmanını kemâl derecesine ulaştırmış bir kul sonra görür ki, Allahu
Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış, bütün antika sanatlarını orada
teşhir etmektedir. Kul da bunlar karşısında ubudiyetin bir gereği olarak "Maşaallah"
diyerek takdir ile, "Barekallah" diyerek tahsin ile, "Sübhanallah"
diyerek hayret ile, "Allahu ekber" diyerek istihsan ile
karşılık verir. Kul idrak eder ki, Cenab-ı Hak bütün bunlarla vahdaniyet
bayrağını dikmiş, rububiyetini ilân etmiştir. Bundan sonra kulun üzerine düşen
ubudiyetle cevap vermektir.
Kul ancak bu çeşit ibadet ve tefekküratla hakiki insan olur, ahsen-i
takvimde olduğunu gösterir."
8. İBADETTE İHLAS FAKTÖRÜ
İslâmda ubudiyet mühim bir yer işgal eder ve Cenab-ı Hakka kulun
yakınlığının bir işareti sayılır. Kul ne kadar samimiyet ve ihlasla ubudiyete
mülazemet ederse, o nisbette Kadîr-i Mutlakın sevgilisi olur. Bu ehemmiyetli
noktayı hemen bütün eserlerinde yeri geldikçe vurgulayan Said Nursî, aynı
ehemmiyeti bir kez daha izah ederek şöyle demektedir:
"İŞTE BU SIRRI ANLAMAYANLAR, EVRAD-I KUDSİYE-İ NAKŞİBENDİ'Yİ VEYA
CEVŞEN-İ KEBİRİ O FAYDALARIN BAZILARINI MAKSUD-I BİZZAT NİYET EDEREK OKUYORLAR.
O FAYDALARI GÖREMİYORLAR, GÖREMEYECEKLER VE GÖRMEYE DE HAKLARI YOKTUR... ONLAR
NİYET ETSE, İHLASI BİR DERECE BOZULUR, BELKİ UBUDİYETTEN ÇIKAR VE KIYMETTEN
DÜŞER." -
Bediüzzaman'a göre "Ubudiyetin esası olan acz ve fakr, medar-ı
necat ve halas yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı
amel, batmanlarla halis olmayana müreccahtır".
Lügatlerin ve ansiklopedilerin açıkladığı ubudiyet kavramında aşırı
bağlılık ve kullukta bulunulacak makam da gösterilmiştir; çünkü yaratılmanın
önemli bir manası "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler
diye yarattım" âyet-i kerimesinde de gayet vuzuhla açıklandığı üzere
öncelikle kulluktur, ubudiyettir. Gerçek manada Cenab-ı Hakka karşı ubudiyette
bulunulmazsa, kulluğun bir önemi ve değeri olmaz. Kul, ahsen-i takvim üzere
yaratılışının şuuruna ancak Cenab-ı Hakka karşı kulluğunu gösterdiği ölçüde
erebilir. İşte bu ince ve nazik noktayı yakalayanlar hem dünyalarını, hem de
âhiretlerini ma'mur kılmış olurlar; çünkü Islâhtım önemle üzerinde durduğu
noktalardan biri, dünya için âhiretin, âhiret için dünyanın muvazeneli bir
şekilde yürütülmesidir. Bu nazik dengeyi en iyi bir şekilde sağlamakla yükümlü
olan kişi Cenab-ı Hakka kulluk görevini ifa ederken her türlü aşırılıktan
sakınacak, Bediüzzaman'a göre ubudiyetin esası olan acz ve fakrı elden
bırakmayacaktır.
Lügatte, "Doğru ve samimi sevgi, samimiyet, riyasız ve samimi
ibadet, gönülden gelen dostluk, bağlılık" vb. şekilde tarif edilen
ihlâs, İslâmın en temel ilkelerinden biri, belki de en başta gelenidir. İhlâs
her şeyin her teşebbüsün başıdır. Said Nursî'nin kalemi ile, "Bu dünyada
hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul
bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinat, en kısa bir tarik-i hakikat, en
makbul bir duayı manevi, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet ihlas"tır.
Diyebiliriz ki, onun hemen bütün eserlerinde üzerinde durduğu en mühim
husus ihlâs olmuştur. İhlâssız hiçbir müsbet neticenin alınamayacağı da bir
hakikattir. Ubudiyetin tam manâsıyla ifasında kulun ihlâslı davranışının büyük
ehemmiyetini izah eden Said Nursî, ubudiyette aslolan bir diğer temel faktörü
de şöyle açıklamaktadır.
"UBUDİYETTE ANCAK TESLİMİYET VARDIR, TECRÜBE YOKTUR; ÇÜNKÜ SEYYİD, ABDİNİ
İMTİHAN EDEBİLİR; KEZA İNSAN RABBİNİ TECRÜBE EDEMEZ."
Ona göre kul her şeyden ziyade bütün kuvvetiyle ihlâsı kazanmaya mecbur
ve mükelleftir. Kul, ihlâsm sırrını ruhuna yerleştirmek için son derece bir
gayrete muhtaçtır.
İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek, ortaya çıkacak engelleri defetmek
için Üstad iki önemli düstura yapışmamızı tavsiye etmektedir.
1. Kul amelinde Allah'ın
rızasını gözetmeli; çünkü o rıza olduğu takdirde bütün dünya küsse ehemmiyeti
yoktur. Eğer o kabul etse, isterse bütün halk reddetsin, önemi yoktur.
2. Kur'ân hizmetinde bulunan
Müslümanları tenkid etmemek ve onların üstünde fazilet füruşluk cinsinden gıpta
damarını körükleyerek lüzumsuz çekişmelere meydan vermemek.
Yine Bediüzzaman'a göre "İbadet, dünya ve âhiret saadetlerine
vesile olduğu gibi, dünya âhiret işlerini tanzime sebeptir; şahsî ve nev'î
kemâlâta vasıtadır. Allah ile kul arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir
rabıtadır."
Said Nursî "ihlâs sahibi bir kul Halikına ubudiyetle yaklaşır ve
Onun rızasını da yine bu yolla kazanabilir" tesbitinden sonra:
"Ey nefis! İnsan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan dünyaya
bakan bir mahluktur. Ubudiyet ise, onun yüzünü fenadan bekaya, halktan Hakka,
çeviren mebde ve münteha ortasında bir nokta-i ittisaldir" sonucuna varmaktadır.
Gerçekten de ibadet, ihlâsla yapıldığı zaman onun müsbet semeresini
görmek mutlaka mümkündür. Zaman geçse de kul bu mükâfatı görür ve Yüce Rabbine
olan bağlılığı bir kat daha artar; bundan itminan-ı kalb ve muhabbetullaha
ulaşır. Bir kul için, hem de bu dünyada böylesi bir saadete kavuşmaktan daha
ideal ne olabilir?
Muntazam ve şartlarına uyularak yerine getirilen bir ibadet, kulun dünya
işlerini de o nisbette ve intizam duygularıyla yapmasını sağlar. Meselâ günün
beş ayrı zamanında eda edilen namaz, bir kul için aynı zamanda vakitleri
ayarlayan bir sigorta vazifesi görür. Hayatını belli bir disiplin içinde sürdüren
kul, işlerini ayarlamada namaz vakitlerini nazar-ı itibara alırsa sonuçta önce
kendisi rahat eder. Öyle mü'minler görülür ki, randevularını falan namazda falan
camide buluşalım diye verirler. Böylece hem bir farz namazı cemaatle eda etmiş,
hem de randevularını kaçırmamış olurlar.
İbadetler Allah ile kul arasındaki irtibatın en yüksek ve en şerefli
iletişim vasıtasıdır. Kulun, dileklerini Yüce Rab-bine sunduğu en önemli ve en
samimi ortamdır. Allah'a yaklaşmanın, arzu ve istekleri Ona sunmanın en emin
yolu ibadetlerdir. Bütün bunların da ötesinde ibadetler insanı kemâ-lâta ulaştıran,
ona ubudiyetin lezzetini tattıran bir ölçüdür. Kulun Yaratıcısına yaklaşması
ancak ubudiyetle mümkündür. Allah rızasını kazanmanın tartışmasız yolu da yine
ubudiyettir. Ancak ibadetin de, ubudiyetin de makbuliye-tinde en önemli faktör
ihlâstır. Bir bakıma "ihlâs" kavramı gerçek mü'minle özdeşleşmiştir;
özdeşleşmek zorundadır.
Bir diğer açıdan insan yaratılış vakıasının en güzel meyvesidir; âlemin
özüdür. Çünkü Allah insanı "... yeryüzündeki bir hâlife olarak
yaratmıştır..." "... cinleri
ve insanları kendine kulluk etsinler diye yaratmıştır."
Kur'ân-ı Kerim, insanın "En güzel biçimde yaratıldığını" açıklamakla beraber, onun hırsına düşkünlüğünü, hilkatinin zayıflığını kendisine doğru yol
gösterildiğini onu en iyi bilenin bizzat Yaratıcısı olduğunu acizliğini
Allah’ın emanetine talip oluşunu insanın çektiğinin kendi ettiği yüzünden
meydana geldiğini kâinatın, insanın emrine verildiğini mâhiyetini,
farklılıklarını, kabile ve milletlere ayrılmışlığını, gafletini vb. hususları
da açıklamıştır.
Bediüzzaman'ın bu mevzuda üzerinde durduğu önemli noktalardan biri de
insanın, ibadet etmek suretiyle yüzünü yok oluştan ebediliğe, halktan Hakka
çevirme gücüne erişmesidir. Kul ibadet ve ubudiyetin hakkını verdiği ölçüde,
geçici olan süfhî emellerinden yakasını kurtararak sonsuzluğa ve ebediliğe
yelken açabilir.
9. BEDİÜZZAMAN'IN DUADA İNSAN ACZİNİ TESBİTİ
İnsan psikolojisini çok iyi bilen Bediüzzaman, onun ihtiras ve acz
içinde bocaladığını, zaman zaman hem ihtiras, hem de aczinin kurbanı olduğunu,
bunlardan kurtulmanın da bir yolunun bulunduğunu şu veciz cümleleriyle ifade
ediyor:
"İnsan hadsiz aczi ve nihayetsiz zaafı karşısında bir dayanak
noktası aramakla vicdanı daima Vacibu'l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında,
sonsuz ihtiyaçları içinde, nihayetsiz maksatlara karşı.bir istimdat noktası
aramaya mecbur olduğundan vicdanı daima o naktadan bir Ganiyy-i Rahimin
dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinat ve
nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere Kadîr-i Rahîm'in rahmet kapısına
açılır, her vakit onunla bakabilir."
İşte insan bu iki vakıa karşısında bir melce aramak mecburiyetini daima
hissetmiştir. Bu melceye müracaatın ilk kapısı da "dua"dır. Duayı
"ubudiyet" takip eder. Bu arada enaniyet duygusu da insanın bir diğer
açıdan handikapıdır. Bu duygunun zebunu olan insan kendini birçok kötülüklerden
koruyamaz. Hususan dünyaya yalnız "enaniyet" penceresinden bakanlar
için hüsran daha da büyüktür:
"İnsanda iki vecih var. Birisi enaniyet cihetinde şu dünyevi hayata
bakmaktır. Diğeri, ubudiyet cihetinde ebedi hayata bakar:
1. İnsan öyle bir çaresiz mahlûktur
ki, sermayesi yalnız mevcudiyetten çabuk çürüyen bir cisimdir.
2. Özellikle insan ubudiyete
yönelik acz ve fakr cihetinde pek büyük bir vüs'ati var, pek büyük bir
ehemmiyeti bulunuyor."
İnsanın, dünyada yaşadığı sürece kurmakla mükellef, hatta zorunlu olduğu
bir denge vardır. İşte bu dünya-âhiret muvazenesini tesis edemeyenler
çaresizlik içinde çürüyüp giden bir cisim hükmündedir. Halbuki insan âlemin bir
zübdesi, Hâlıkın bir halifesidir. İnsanoğlunun, bu geçici dünya hayatında girdiği
bütün çıkmazlar kendi idraksizliğinin bir neticesidir:
"İnsan, hilkat ağacının şuurlu bir meyvesidir. Burada iki önemli
nokta vardır
1. Gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rububiyet ve gayet musanna,
murassa bir levha-i sanat.
2. Gayet münevver, müzehher bir daire-i ubudiyet ve gayet vasî, cami bir
levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır. İkinci daire, bütün
kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder."
Bir bakıma insan bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Âhirete
hazırlık manasında bu imtihanda muvaffak olmak, ubudiyet şuuruna ererek
Rububiyet sarayını keşfetmekle ancak mümkündür. İnsan öncelikle sahip olduğu
sayısız hazinelerin kıymetini bilmek mecburiyetindedir. Başıboş yaratılmadığını
düşünmek zorundadır. İnsanın bu cephelerini de nazar-ı itibara alarak Ustad
diyor ki:
"İnsandaki şu zenginlik tarzı gösteriyor ki, insanın asli vazifesi,
aczini ve fakrını ve kusurunu düşünerek ubudiyetle ilan etmek ve ihtiyaçlarının
yerine getirilmesini temin için dua etmek ve mevcudatın tesbihatını görüp
müşahade ederek şahadet etmek ve nimetleri görüp tefekkür içinde şükretmek,
ibret içinde bakmaktır.
"En düşük aklı olan anlar ki, şu cihâzat, şu fâni hayatın idamesi
için verilmemiştir. Belki bir baki hayatın sermayesidir." İşte bu yüce
idraki yakalaması yolunda insanın, bütün gayretini harcamasını isteyen
Bediüzzaman, Rububiyetin kemâl bulmasının da kulun kendi elinde olduğunu
tebarüz ettirmek için, onu ubudiyete sevkediyor; aczini, fakrını bilmesini
istiyor. Bir hiç mesabesinde olduğunun şuuruna ermesi gerektiğini söylüyor ve
şöyle diyor:
"Rububiyetin kemal-i kudreti dahi ister ki, kul kendi zaafını ve
mahlûkatın aczini görmekle kudret-i Samedâniyenin azamet-i asarına karşı
istihsan ve hayret içinde Allahu Ekber deyip huzû ile rükua gidip Ona iltica ve
tevekkül etsin.
"Hem Rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki abd, kendi
ihtiyacını ve bütün mahlukatın fakr ve ihtiyaçlarını sual ve dua lisaniyle
izhar ve Rabbinin ihsan ve nimetlerini şükür ve sena ile Elhamdü lillah ile
ilân etsin."
Bütün bu söylenenlerden çıkan netice şudur ki, bir kul için ubudiyet
yegâne çare-i halâstır. Kul, ubudiyetiyle Halikına karşı şükür ve sena ile
vazifesini de ifa etmiş olmaktadır. Bu bir bakıma, bir borcu ödemenin
rahatlığını insanın kazanması demektir. Bakın Üstad Bediüzzaman bu noktaya
nasıl açıklık getiriyor:
"Yalnız beşerin duası, bir fiilî dua nevinde samimi bir ihtiyaç ile
cüz'i kesbi, bir makbul dua hükmüne geçer. Onu da Cenab-ı Hak kabul eder. Fiili
dua etmek neticesinde Cenab-ı Erhamürrahimin Risale-i Nuru o çekirdekten halk
edip ihsan etmiş. Benim hissem hiçbir cihette fahir olamaz, belki yalnız ve
yalnız şükürdür. Öyle ise kâinat adedince eş-şükrü Lillah, elhamdü
Lillah..."
10. RİSALE-İ NUR AÇISINDAN HAYAT-KÂİNAT DENGESİ
Hayat ve kâinat arasındaki alâkaya çeşitli zaviyelerden dikkat çeken
Risale-i Nur, âdeta bu iki mefhumun tamamlayışlarına önem verilmesi zaruretini
dile getirmekte, kavramın bu iki ubudiyetle olan bağlantısına veciz bir şekilde
dikkat çekmektedir:
"Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür
ve ibadet dahi kâinatın sebeb-i hilkati ve neticesidir. Kâinatın Sani-i Hayy-ı
Kayyûmu zîhayatlardan nimetlere karşı teşekkür ve evâmir-i Rabbanisine karşı
itaat ve ubudiyetle mukabele etmelerini ister."
Göklerde ve yerdeki her varlığın kendi lisanı ile Allah'ı tesbih
ettiğini bildiren Hac Sûresi . âyetinin tefsiri hakkında Bediüzzaman Said Nursî
şöyle diyor:
"Kur'ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, arştan ferşe, yıldızlardan
sineklere kadar herşey Cenab-ı Hakka ibadet, hamd ve tesbih eder. Fakat
ibadetleri mazhar oldukları esma ve kabiliyetlerine göre çeşit çeşittir."
Şu bilinen bir hakikattir ki insan için iki âlem, iki hayat vardır:
1. Dünya.
2. Âhiret.
İnsanın en başta gelen vazifesi de bu iki âlem arasında çok hassas bir
denge kurabilmesidir. Çünkü her iki âlemin kendine has kriterleri vardır. Her
iki âlem de belli bir ölçüde sapma ve inhiraf kabul etmez. Eğer istenilen
şekilde âdil bir denge bu iki âlem arasında kurulamazsa o zaman insanın işi
oldukça zor demektir. Bu dengelerin nasıl ve ne şekilde kurulması gerektiği
İslam’ın iki ana kaynağı Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde açıklanmıştır.
İman ve ibadetine kavi bir mü'min, öncelikle bu iki kaynağa müracaat edecek,
buralardan aldığı direktif ve ilhamla her iki hayat tarzına yön verecektir.
Yani Peygamberi bir irşadla "Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın
ölecekmiş gibi de âhiret için çalışacaktır.
Zaman zaman bu iki hayat arasındaki hassas dengeyi kuramayan insanların
bocaladıkları, terazinin bir tarafına ağırlık verince diğer kefenin sarktığı
olmuştur. Dengeyi herhangi bir tarafın lehine kullanmak hatalı ve noksan bir
davranıştır.
İbadet ve ubudiyet konusunda insan bir de şu noktayı gözden uzak
tutmamalıdır: Kâinatta her varlık kendi diliyle Yüce Yaratanına dua ve ibadet
etmekte, ubudiyette bulunmaktadır. Nitekim bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Görmedin mi ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay,
yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde
ediyor..." Âyet-i kerimenin devamında birçok kimsenin üzerine
azabın gerçekleşeceği, Allah'ın hor ve hakir gördüğü kişilere ikramda bulunacak
hiç kimsenin olmadığı açıklanmıştır.
Aynı meale yakın bir diğer âyet-i kerimede kâinattaki bütün varlıkların
kendi lisanları ile Cenab-ı Hakkı tesbih ettikleri açıklanmıştır.
Günümüzde tabiat ilimlerindeki gelişmeler bu ve benzeri âyetlerin daha
iyi açıklanmasına ve anlaşılmasına imkân vermektedir. Nitekim, önceleri cansız
ve hareketsiz oldukları zannedilen varlıklar ile görünen bütün eşyanın
atomlardan meydana geldiği artık ispat edilmiş bulunmaktadır. Atom çekirdeklerinin
çevresindeki elektronlar da sürekli ve muntazam bir şekilde çekirdeğin
etrafında dönmektedirler. İşte onların bu şekildeki dönüşlerini ilim adamları
"Allah'ı tesbih" olarak tefsir etmişlerdir.
İnsanın dışındaki diğer canlıların ibadetini açıklamak bakımından şu
âyet-i kerime de önemlidir:
"Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kanat çırpıp uçan
kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi tesbihini ve
duasını bilmiştir. Allah onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir."
Kâinattaki bütün varlıkların ibadetlerini incelendiğinde bunların üç ana
grupta toplandıklarını söylemek mümkündür:
1. Câmid (cansız varlıklar).
2. Bitkiler.
3. Hayvanlar.
Câmidlerden örnek olarak "dağ"a bakalım. Dağlar âyet-i
kerimede geçmektedir. Cenab-ı Hak dağlara dikilmelerini, hareket etmeden
durmalarını emretmiştir. Bu takdirde
dağların ibadeti hareket etmeden dikilip durmalarıdır. Öyle ise Müslümanların
namazında cemâdatın (hareketsiz, cansız varlıklar) ibadetlerinin mündemiç
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Aynı şekilde hayvanların ve bitkilerin bazı
özel durumlarının, onların ibadetlerine birer işaret olduğunu söylemek yanlış
bir tesbit değildir. Bütün bunlara ilâveten bir âyet-i kerimede, gölgenin Allah'a
secde ettiği, güneşe göre kısalıp uzamasının onun ibadeti olduğu açıklanmıştır.
Yine Kur'ân-ı Kerim, güneş, ay ve yıldızların da Allah'a ibadet
ettiklerini bildirmektedir. Onların ibadet şekilleri devamlı doğup batmaları,
kendi mihver ve yörüngelerinde sapmadan dönmeleri olsa gerektir.
11. HZ. EYYUB'UN DUASINA GETİRİLEN YORUM
Enteresan ve calib-i dikkat bir dua numunesi de Hz. Eyyub'undur
(aleyhisselâm) Bediüzzaman'ın kaleminde okuyalım:
"Hz. Eyyub (aleyhisselâm) hastalığın azim mükâfatını düşünerek
kemal-i sabırla tahammül edip kalmış, sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar
kalb ve lisanına iliştikları için:
'Ya Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel
veriyor' diye münacat edip, Cenab-ı Hak hâlis ve safi, gararsız, o münacâtı
kabul etmiş".
Said Nursî, Hz. Eyyub (aleyhisselâm) hakkındaki, onun duasını ihtiva
eden âyet-i kerimeyi kısaca beyan ettikten sonra sözü, cemiyetimizin içinde
bulunduğu duruma getirerek şöyle bir neticeyi gözler önüne seriyor:
"Hz. Eyyub'un (aleyhisselâm) zahiri yara hastalıklarının mukabili,
bizim bâtınî, ruhi ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir
çevrilsek Hz. Eyyub'tan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz; çünkü
işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza
yaralar açar."
Müfessirlerin açıklamalarına göre Hz. Eyyub hali vakti yerinde, aile
efradı oldukça kalabalık bir zât idi. Evinin yıkılması üzerine ailesinden çok
kişi ölmüş, malı mülkü telef olmuştu. On yıldan fazla süren ağır bir bedenî hastalığa
tutulmasına ve başına gelen bütün bu felâketlere rağmen, halinden bir an bile
şikâyet etmeyerek takdir-i ilâhiye rıza göstermiştir. O, bir yandan da durumunu
Cenab-ı Hakka ar-zederek sıhhat ve afiyet istemekten çekiniyordu. Nihayet
hanımının bu konudaki ricasını kıramayarak, sadece "... başıma bir dert
geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin" âyetinde ifadesini
bulan sözlerle niyazda bulunmakla iktifa etmiştir.
Dikkatle ve ibretle düşünülürse Hz. Eyyub'un (aleyhisselâm) gerek şahsi
ve ailevi durumunda, gerekse başına gelen bunca felâkete rağmen duada
gösterdiği istiğna ve sabır her tür tavsifin üstündedir. Hz. Eyyub'un
(aleyhisselâm) hiç de kısa sürmeyen, bu dayanılması güç halinden şikayet
etmeksizin sabır göster-mesinden şikâyette bulunmamasından mü'minlerin
alacakları çok dersler vardır. Gerçekte mü'mini ayakta tutan, sabır ve metanet
değil midir?
İşte buradan hareketle Bediüzzaman, "Hayat musibetlerle,
hastalıklarla berraklaşır, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, tekemmül
eder, netice verir, vazife-i hayatiyeti yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki
hayat, Jıayr-ı malız olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan âdeme yakındır ve
ona gider" diyor.
Bediüzzaman, dua ve ubudiyete verdiği ehemmiyetin çok güzel bir
tecellisini Rububiyet ve sabırla meczederek gösterdiğinden Hz. Eyyub'a
(aleyhisselâm) ve onun davranışlarına dikkatimizi çekmek için diyor ki:
"Hz. Eyyub (aleyhisselâm) münâcâtında, nefis istirahati için dua
etmemiş. Belki lisânî zikir ve kalbi tefekküre mâni olduğu zaman ubudiyet için
şifa taleb eylemiş. Biz o münacâtla birinci maksadımız, günahlardan gelen
manevî ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz.
"Maddi hastalıklar için ubudiyete mâni olduğu zaman iltica
edebiliriz. Madem Onun rububiyetine razıyız; o noktada verdiği şeye rıza
lâzım."
Bu tesbit ve izahlardan anlaşılmaktadır ki, kul hem maddî, hem manevî
hastalıklarından şifa bulmak için Hâlık-ı Hakîmin Rububiyetine razı olmak
durumundadır; böylece verdiği şeylere de rıza lâzımdır.
Lem'alar'ın giriş kısmında hayatın bir nevi felsefesini yapan Üstad,
birkaç nükte halinde izah ettiği dua mevzuuna şu cümleleriyle devam ediyor:
"ŞU DÂR-I DÜNYA, MEYDAN-I İMTİHANDIR VE DÂR-I HİZMETTİR. LEZZET,
ÜCRET VE MÜKÂFAT YERİ DEĞİLDİR. MADEM DÂR-I HİZMETTİR VE MAHALL-İ UBUDİYETTİR.
HASTALIKLAR VE MUSİBETLER DİNİ OLMAMAK VE SABRETMEK ŞARTIYLA O HİZMETE VE O
UBUDİYETE ÇOK MUVAFIK OLUYOR VE KUVVET VERİYOR. HER BİR SAATİ BİR GÜN İBADET
HÜKMÜNE GETİRDİĞİNDEN, ŞEKVA DEĞİL, ŞÜKRETMEK GEREKİR."
Yine Üstada göre ibadet iki kısımdır:
1. Müsbet.
2. Menfî.
"Müsbet kısmı malûm. Menfî kısmı ise hastalıklar ve musibetlerle,
Rabb-i Rahîm'ine teveccüh edip, Onu düşünüp, Ona yalvarıp hâlis bir ubudiyette
bulunmaktır. Bu ubudiyete riyâ girmez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin
mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne
geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur.
Bu açıklamalardan sonra Bediüzzaman "Asıl musibet ve muzır
musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı
ilâhiyeye iltica edip fefyad etmek gerekir" şeklindeki tesbiti ile
asıl felâkete dikkatimizi çekmektedir.
12 . BİR ÂYET VE BEŞ NÜKTE
Said Nursî, "Dua etmek, hem hulûs ve huşu ile dua etmek, her
namazın sonunda bilhassa sabah namazından sonra, hu-susan mescidlerde, hususen
leyali-i meşhûrede, Ramazan'da, Leyle-i Kadir'de dua etmek kabule karin olması
Rahmet-i İlahiyeden kaviyyen memuldur" sözleriyle, duanın âdabını,
makbuliyet şartlarını, vakitlerini, duaya istiğfar ile başlamak gerektiğini,
kabul olması müjdelenen hususî anlarını, dua edilecek mahalleri, mübarek
gecelerde dua etmenin faziletini, âyet ve hadis-i şeriflerde dua etmenin
bereketini mücmelen beyan etmektedir.
Burada söz konusu olan Bakara suresinin . âyetinde kul, Cenab-ı Haktan
hem bu dünyada, hem de âhirette iyilik vermesini ve kendisini Cehennem
azabından korumasını ister.
Âyet-i kerimede geçen "hasene" kelimesi çok çeşitli manalara
gelmektedir. Özet olarak söylemek gerekirse "hasene", insanın
nefsinde, bedeninde, ahvalinde, nailiyetle mesrur olacağı bir nimettir ki, isim
manasıyla güzel ve güzellik demektir. Kur'ân-ı Kerimde varid olan hüsünler
(güzellikler) ise ekseriyetle basiret cihetinden müstahsen olanlardır. Bunun
için yalnız bidayeti nazar-ı itibara alarak dünya güzelliği istemek akıl kârı
değildir.
Bediüzzaman, Sözler'de (23. söz, 1. mebhas, 5. nokta) izah ettiği
"De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?"
âyet-i kerimesini bu kere Mektubat'ında (25. mektubun 1. zeyli) beş nükte
halinde açıklamaktadır:
1. Nükte: Dua bir sırr-ı azim-i
ubudiyettir; ubudiyetin ruhu hükmündedir.
2. Nükte: Duanın tesiri azimdir.
Hususan duâ külliyet kesbederek devam etse, netice vermesi galiptir. Halık-ı
âlem istikbalde o Zâtı (Hz. Muhammed), nev-i beşer nâmına, o gelecek duayı
kabul etmiş, kâinatı halk etmiş. İşte ey Müslüman! Senin rûz-ı mahşerde böyle
bir şefîin var. Bu şefîin şefaatini kendine celbetmek için onun sünnetine
ittiba et!
3. Nükte: Duayı kavlî-i
ihtiyarinin makbuliyeti iki cihetledir; ya aynı matbulu ile makbul olur veyahut
daha evlası verilir. Meselâ, birisi kendine bir erkek evlat ister, Cenab-ı Hak
Hz. Meryem gibi bir kız evlâdını verir. "Duası kabul olunmadı" denilmez;
"daha evlâ bir surette kabul edildi" denilir. Bazan kendi
dünyasının saadeti için dua eder, duası âhiret için kabul olunur; "duası
reddedildi de- nilmez"; belki "daha evlâ bir surette kabul
edildi" denilir. Biz Cenab-ı Haktan isteriz, O da hikmetine göre
bizimle muamele eder. Meselâ hasta bal ister, tabib-i hazık, sıtması için
sulfata verir. Buna "Tabib beni dinlemedi" denilmez.
4. Nükte: Duanın en güzel, en
lâtif, en leziz, en hâzır meyvesi şudur: dua eden adam bilir ki, birisi onun
sesini dinler, derdine derman yetiştirir. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bir
Kerim Zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Bu kişi Onun huzurunda kendini
tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyar, dünya kadar ağır yükü üzerinden
atıp "Elhamdü lillah" der.
6. Nükte: Dua ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir; çünkü
dua eden adam, duasıyla gösteriyor ki, bütün kâinata hükmeden birisi var, en
küçük işlerime ıttılaı var. Nitekim, "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua
edin, size cevap vereyim" Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.
Burada mantıkî bir cümle ile mesele en veciz şekilde anlatılmıştır.
Bediüzzaman'ın Furkan Suresi 77. âyetine getirdiği izah cidden çok
manidardır. "VERMEK İSTEMESEYDİ, İSTEMEK VERMEZDİ" cümlesi tek
başına ve bu haliyle bile âyet-i kerimeyi mantık dokusu içinde vermektedir. "Ne
kıymet verir size Rabbim, duanız olmasa" cümlesi, insan yaratılışının
hikmetinin ibadet ve ubudiyet olduğunu, ibadet ve ubudiyetten yoksun bir kulun
Allah indinde bir değerinin bulunmadığını bize bildirmektedir. Ayetin
devamında, duanız olmadığı takdirde tekzip etmişsiniz, Rabbinize inanmamışsınız
demektir. O takdirde tekzibin cezası yarın boynunuza geçer, diye buyurulmaktadır.
Yine bu âyet-i kerimenin tefsirinde, Allah'ın gerçek kullarına vaad
edilen büyük mükâfatlara zıt olarak kâfirlere yapılan bir ikazla şöyle
buyurulmaktadır: "Yardım ve himaye için Allah'a dua etmez ve Ona
ibadette bulunmazsanız, Onun yanında hiçbir değer ve öneminiz olmayacak ve
sizden müstağni olduğunu, hiçbir şekilde yardımınıza muhtaç bulunmadığı için
size hiç itibar etmeyecektir. Size rah-metiyle davranması için, kendisine dua
etme fırsatı tanıması, şüphesiz kendi yararınızadır. Bunu da yapmazsanız, diğer
yaratıklarla aranızda hiçbir fark kalmaz" Kısaca bu âyet-i kerimede
dua ve ibadeti olmayan insanın, Allah Teâlâ indinde bir değerinin bulunmadığı,
bu gerçeği yalanlayanlara azabın mutlaka uğrayacağı kesinlikle bildirilmiştir.
…………
15. DUA HASTALIĞA ŞİFA MIDIR?
Her insan, hayatının çeşitli dönemlerinde bazı hastalıklara tutulabilir.
Her hastalığa duçar olduğunda Halikına karşı gelmeksizin şükür edebilecek
noktaları yakalamak insanın hem ızdırabını dindirir, hem de onu ümitsizliğe
düşmekten korur, duaya daha fazla zaman ayırma imkânına kavuşabilir. Bu
duyguları izah sadedinde Bediüzzaman diyor ki:
"Hastanın duasının makbuliyeti ehemmiyetli bir meseledir. Ben -
seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben
anladım ki, hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani dua kendi kendini
kaldırmadığından, anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir, kendisi de bir nevi
ibadettir ve hastalıkla aczini anlayıp der-gâh-ı ilahiyeye iltica eder.
Hem dua istediğimiz tarzda kabul olmazsa, makbul olmadı denilmez.
Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan
dünyaya ait dualarımızı menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul
eder."
Hastalığın insanı bir takım aktif faaliyetlerden alıkoymasının hasta
için bir menfilik olmadığını, insanın hastalık sebebiyle de sevap kazanacak
vesileleri yakalamasının mümkün olduğunu beyan için Said Nursî Lem'alar'da
şöyle diyor:
"Ey hastalık vasıtasıyla hayrat yapamamaktan şikâyet eden hasta!
Şükret. Hayratın en halisinin kapısını sana açan hastalıktır. Hastalık
mütemadiyen hastaya ve lillah için hasta bakıcılara sevap kazandırmakla
beraber, duanın makbuliyetine en büyük bir vesiledir. Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz, 'Hastaların duasını alınız, onların duası
makbuldür' buyurmuşlardır."
Bu izahın sonundaki hadis-i şerif de bize inşirah veren bir hasleti bir
itmi'nanı ihtiva etmektedir.
Bediüzzaman Said Nursî'nin birçok âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere
mantıkî, ruhî, tatminkâr ve muknî yorumlar getirdiğini 'ifade etmiştik. Şimdi
arzedeceğimiz "Senden başka İlâh yoktur. Seni her türlü noksandan
tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum" âyet-i
ke-rimesi de bunlardan biridir. Balığın karnında kalan Hz. Yu-nus'un (aleyhisselâm)
Cenab-ı Hakka bu münacatı aynı zamanda mühim bir vesile-i icâbe-i duadır. O vaziyette
esbab bilkülliye sükut etmiştir; çünkü o halde ona necat verecek öyle bir zât
lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya
geçebilsin.
Bediüzzaman bu âyet-i kerimeyi tefsirden sonra sözü yine cemiyetin içler
açısı durumuna getirerek bir sosyolog edasıyla şu ibret dolu tabloyu
dikkatimize sunuyor:
"Hz. Yunus'un (aleyhisselâm) birinci vaziyetinden yüz derece daha
müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir, istikbalimiz nazar-ı gafletle
Onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir... Madem hakiki
vaziyetimiz budur; biz de Hz. Yunus'a (aleyhisselâm) iktidaen, umum esbabtan
yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbibü’l-Esbab olan Rabbimize iltica
ederek aynı duayı tekrarlamalıyız. Nasıl ki o münâcâtın neticesinde Hz. Yunus'a
(aleyhisselâm) balık bir binek, bir denizaltı, deniz güzel sahra, gece mehtaplı
bir lâtif suret almış, biz dahi o münâcâtın sırrıyla bu duayı okumalıyız."
Bediüzzaman'a göre gaflet ve dalaletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak
eden istikbal, dünya ve hevay-ı nefsin zararlarını uzaklaştıracak yalnız o Zât
olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı
idaresindedir.
"Acaba gökleri ve yeri Yaratan'dan başka hangi sebep vardır ki, en
ince ve en gizli hâtırat-ı kalbimizi bilecek? Ve bizim için
istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu
dalgalarından kurtaracak —hâşâ— Zât-ı Vâcibü'l-Vücuttan başka hiçbir şey,
hiçbir cihette, Onun izni ve iradesi olmadan imdat edemez ve halaskar olamaz.
"Madem ki hakikat-ı hal böyledir. Biz dahi o münâcâtın sırrıyla
aynı duayı okumalıyız. Böylece istikbalimize, dünyamıza, nefsimize Onun
merhamet nazarlarını çekmeliyiz."
16. BEDİÜZZAMAN'IN HZ. PEYGAMBER (SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) İÇİN
HUSUSİ DUASI
Bediüzzaman, umumi dualarının dışında bazı dualarını hususi surette
yapmıştır. Risale-i Nur Külliyatı içinde Onun sadece Hz. Peygamber Efendimize
(sallallâhü aleyhi ve sellem) ayırdığı dualarının birkaçını bu mevzuda da bir
fikrimiz olması derç ediyoruz.
"ALLAH'IM! İKİ CİHANIN EFENDİSİ, CİN VE İNSANLARIN MEDAR-I
İFTİHARI, DÜNYA VE ÂHİRET SAADETİNİN SEBEBİ, PEYGAMBERLİK VE KULLUK OLMAK ÜZERE
İKİ MANEVİ KANADIN SAHİBİ, KULUN VE RESULÜN HABİBİNE SALAT VE SELÂM EYLE!
AMİN."
Kur'ân-ı kerimi de mevzuu bahsederek Hz. Peygamber efendimizi
(sallallâhü aleyhi ve sellem) yadettiği bir diğer duası şudur:
"EY KUR'ÂN'Î İNDİREN ALLAH'IM!
KUR'ÂN VE KENDİSİNE KUR'ÂN İNDİRİLEN ZÂT HAKKI İÇİN KALBLERİMİZİ İMAN VE
KUR'ÂN NURUYLA NURLANDIR, DUAMIZI KABUL BUYUR, EY KENDİSİNDEN YARDIM İSTENEN
YÜCE MEVLÂ, BİZİ MAHCUP EYLEME."
Bediüzzaman’ın, sadece resulullah efendimizle (sallallâhü aleyhi ve
sellem) iktifa etmeyerek âl ve ashabını, peygamber kardeşlerini de dahil ettiği
duası ise şöyledir:
"ALLAH'IM! EFENDİMİZ MUHAMMED'E, ONUN ÂL VE ASHABINA VE
PEYGAMBER" KARDEŞLERİNE, SENİN İÇİN HOŞNUTLUK VE ONUN HAKKINI EDA EDECEK
BİR MERHAMET VE SELÂM EYLE! BİZİ VE DİNİMİZİ SELÂMETTE KIL. DUAMIZI KABUL
BUYUR, EY ÂLEMLERİN RABBİ!"
Sünnet-i seniyyeye ittiba mevzuunda çok hassas olan bediüzzaman, bu
hassasiyetini şu duasıyla dile getirmektedir:
"ALLAH'IM! SÜNNET-İ.SENİYYEYE UYMAYI BİZE NASİP EYLE EY RABBİMİZ!
BİZE İNDİRDİĞİN KİTABA İNANDIK VE PEYGAMBER'E UYDUK. SEN DE BİZİ SENİN BİRLİĞİNE
VE PEYGAMBER'İN DOĞRULUĞUNA ŞAHİTLİK EDENLERLE BERABER YAZ."
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) efendimizin hürmetine, anne
babamızın cehennem ateşinden korunması ve cennete dahil edilmesi dileğini üstad
şu cümleleriyle dile getiriyordu:
"ALLAH'IM! SEÇTİĞİN PEYGAMBERİN (SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) HÜRMETİNE
BİZİ, ANNE VE BABAMIZI CEHENNEM ATEŞİNDEN KORU. BİZİ, ANNE VE BABAMIZI İYİLERLE
BERABER CENNETE KOY. DUAMIZI KABUL BUYUR."
Yine resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) hürmetine Cenab-ı haktan
bir diğer dileği, bize ihsan edilen maddi ve manevi nzıklarımızın
bereketlenmesidir:
"YA RAB! ŞU RESUL-İ EKREM'İN (SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) BEREKETİ
HÜRMETİNE BİZE İHSAN ETTİĞİN MADDİ VE MANEVİ RIZKIMIZA BEREKET İHSAN EYLE".
Bediüzzaman, Hz. Peygamber efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem)
ümmeti hakkında nasıl bir duada bulunduğunu izah sadedinde şöyle bir ifade-i
kelâm ediyor:
"İŞTE BAK O ZÂT ÖYLE BİR SALÂT-I KÜBRADA, BİR İBADET-İ UL-YÂDA
SAADET-İ EBEDİYE İÇİN DUA EDİYOR Kİ, GÜYA BU CEZİRE, BELKİ BÜTÜN ARZ ONUN
AZAMETLİ NAMAZIYLA NAMAZ KILAR, NİYAZ EDER; ÇÜNKÜ UBUDİYETİ İSE, ONA İTTİBA
EDEN ÜMMETİN UBUDİYETİNİ TAZAMMUN ETTİĞİ GİBİ, MUVAFAKAT SIRRIYLA BÜTÜN ENBİYANIN
UBUDİYET SIRRINI TAZAMMUN EDER."
17. BEDİÜZZAMAN'IN UMUMİ DUALARINDAN NUMUNELER
Bediüzzaman'ın Hz. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve
ferdi dualarından ayrı olarak umumi manada çeşitli mevzuları ihata eden duaları
da bulunmaktadır. Daha çok Mektûbat'ında yer alan bu dualarından birkaç
numuneyi burada takdim ediyoruz:
"Ya İlâhi ve ya Rab!
"Ben iman gözüyle ve Kur'ân talimiyle ve nuruyla ve Resul-i
Ekrem'in (aleyhisselâm) dersiyle ve İsm-i Hâkimin göstermesiyle görüyorum ki,
gökyüzünde hiçbir deveran yoktur ki, böyle intizamıyla Senin mevcudiyetine
işaret ve delalet etmesin.
"Ey Kâdir-i Zülcelâl!
"Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yağmur, yıldırım ve şimşek Senin
mülkünde Senin emrinle, Senin kudretinle musah-har ve vazifedardır."
Üstat Bediüzzaman'ın, daha çok Cenab-ı Hakkın yüce adını zikrederek
yaptığı ve "Besmele"ye ağırlık verdiği bir duası da şöyledir:
"Ey dünyada daha çok Rahman ve âhirette de Rahîm isimlerini tecelli
ettiren Allah'ım! Bismillahirrahmanirra-him hürmetine, Rahimiyetine yakışır
şekilde bize merhamet et! Rahmâniyetine yaraşır şekilde bize
Bismillâhirrahmânirrahîm'in sırlarını anlamayı nasib eyle! Âmin..."
"Allah'ım! Bismillah'ın sırları hürmetine, âlemlere rahmet olarak
gönderdiğin Zâta, onun bütün âl ve ashabına, Senin rahmetine ve onun şanına
yakışır şekilde salât ve selâm eyle. Bize öyle bir merhamette bulun ki, bu,
Senin dışındaki yaratıklarına ihtiyaç bırakmasın. Âmin!"
Ustad Bediüzzaman'ın şimdi takdim edeceğimiz duası da, her ne kadar
ferdi bir mahiyet arzediyor gibi görünse de, her mü'min için numune
alınabilecek durumdadır:
"İlâhi! Günahlar dilimi tuttu. Emrine karşı itaatsizliğimin çokluğu
utancımdan ne diyeceğimi bilemez hale getirdi. Şiddetli gaflet sesimi kıstı.
Rahmet kapını çalıyor ve efendim, dayanağım olan Şeyh Abdülkadir Geylânî'nin
Sence makbul ve kapıcının yanında tanınan sesiyle mağfiret ka-pında durarak
sesleniyorum."
Yukarıda bir numune olarak takdim ettiğimiz dua, bazı noktalarda bir
önceki duaya müşabih gibi telakki edilse de, burada hususan Şeyh Abdülkadir
Geylânî'nin himmeti talep edilmektedir.
Bilinen bir hakikattir ki, Bediüzzaman, dünyanın fâniliğini,
aldatıcılığını daima göz önünde bulundurmuş, hep ebedî olan âhiret âlemine
yönelmiştir. Bunun, dualarına akseden ifadelerinden bazılarını aşağıya
alıyoruz:
"Allah'ım! Bize dünyada sevgini, bizi Sana yaklaştıracak şeylerin
sevgisini emrettiğin şekilde istikamet üzere yaşamayı ve âhirette de rahmetini
ve cemalini görmeyi nasip eyle."
"Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim âciz olanı istemem. Ruhumu
Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir baki yar isterim.
Zerreyim, fakat bir Sermed isterim."
"Bâkî-i hakiki yalnız Sensin. Mâsiva fânidir. Fâni olan elbette
baki bir muhabbete ve ezeli ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin
alâkasına medar olamaz. Madem o hadsiz mahbubat fânidir, beni bırakıp
gidiyorlar. Onlar beni bırakmadan evvel ben onları 'Ya Baki! Ente'l-Bâki' diyerek
bırakıyorum."
Üstad Bediüzzaman'ın aşağıda okuyacağımız şu duası da, evvelki
dualarından bazısının teyit ve tekrarı durumunda olmakla beraber sonlarına
doğru hususiyet arz eden cümleler ihtiva etmektedir. Birlikte okuyalım:
"İlâhi! Evim ve menzilim gibi olan dünyama karşı şiddetli
alâkalarım var. Hâlbuki 'Yeryüzünde her şey fânidir. Celâl ve ikram sahibi olan
Rabbinin Zâtı müstesna' âyeti, benim bu evimin harabiyetini ve yıkılacak olan
bu evle birlikte taşımakta olduğum arzularımın da sona ereceğini ilân ediyor.
Bu korkunç musibetten ve sönüp giden sevgililerden ayrılıktan kurtuluş gücü
ancak Sendedir. Beni bu güçlerden mahrum eyleme Ya Rabi!"
Ölümünü kesinlikle hisseden mü'minin yapabileceği basit ve kısa bir dua
numunesi olmak açısından onun iki duasını veriyoruz:
"Ya Rahman! Ya Hannân!
"Beni günahlarımın ağır yüklerinden kurtar!
"İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Taşıyanlar beni kabre
bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini bekliyorum. Senden başka sığınacak yer
yok. Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlet!"
Dünyanın geçici olduğunu, alâyişine kapılmamak gerektiğini,
gaddarlığını, hilekârlığını, insanın bu durum karşısında uyanık bulunmak
mecburiyetini vb. de Mektûbât'ında şu cümlelerle ifade etmektedir:
"Ey Rabb-i Rahîmim, Hâlık-i Kerimim!
"Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti, ömür ve
gençliğin meyvelerinden elimde elem verici günahlar ve zillet verici elemler,
dalâlet verici vesveseler kalmıştır. Bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve
hacâletli yüzümle kabre yaklaşıyorum. O kabir bir menzil ve birinci kapıdır. Şu
dünya çok gaddardır, hilecidir. Bir lezzet verse bin elem çektirir. Bir üzüm
yedirse yüz tokat vurdurur."
İnsanın emellerinin çokluğu ve bu emellerine kavuşmak için gösterdiği
ihtiras, neticede de bunlara nail olamayışın dile getirildiği iki dua numunesi,
bize Onun bu mevzudaki düşüncelerini aksettirmesi açısından mühimdir:
"İlâhi! İhtiyarım zayıf bir kıla benzer. Emellerim ise
sayılamayacak kadar çoktur. Onlarsız yapamayacağım şeyleri
"Hiçbir şeyi dualarıma,
niyazlarıma hedef edinmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren, felek çarklarını
durdurmaya ve güneş ve ayın yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin
ettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya
kadir olan, kudreti nihayetsiz, Cenab-ı Hakka dualarımı, niyazlarımı arz ve
takdim ediyorum."
Bediüzzaman'ın bu hususi dualarından ayrı olarak her Müslümanın her
zaman okuyabileceği tarzda bazı münacatları bulunmaktadır. Okuyucularımızın bu
mevzuda da bir fikir sahibi olmaları bakımından o tür dualarla alâkalı birkaç
numune takdimi ediyoruz:
"İslâm dini ve kâmil iman nimetini bahşettiği için Allah'a
hamdolsun."
"Emirlerine itaat etme ve hayırlı işleri yapmada muvaffak kıldığı
için Allah'a hamdolsun."
"Ya Rab! Kusurumuzu affet. Bizi Kendine, kul kabul et. Emanetini
kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl! Âmin!"
"Allah'ım! Kalblerimizi iman ve Kur'ân'ın nuruyla nurlandır. Bizi
Sana muhtaç olma şuuruyla zenginleştir. Sana ihtiyaç duymama yoksulluğuna
düşürme."
Son olarak teberrüken şu duasını da okuyalım:
"Allah'ım! Kur'ân'ı bizim için dünyada yoldaş, kabirde candaş,
kıyamette şefaatçi, Sırat köprüsünde nur, Cehennem ateşine karşı örtü ve engel.
Cennette arkadaş ve bütün hayırlı işlerde rehber ve önder eyle."
Faydalanılan Kaynak:
Osman CİLACI, Risale-i Nur Açısından DUA ve UBUDİYET, Nesil Yayın,
Eylül, 1997, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar