SABRİ ÜLGENER'E GÖRE TASAVVUF
Toplum hayatında her nerede
ve ne şekilde olursa olsun mutlaka bir dinin ya da inancın varlığına dikkat
çeken Ülgener; toplumda benimsenen bu dine özgü normatif yapının genellikle
uygulama veya reel yanının gerisinde kaldığını belirtmektedir. Ona göre
İslam’ın maruz kaldığı değişim farklı zamanlarda değişik yönlerde seyretmesine
rağmen genel eğilim hep içe dönüş ve kapanış şeklinde olmuştur. Buna sebep olan
etkenlerin başında ise Emevilerin başını çektiği dünya saltanatına karşı
gelişen protesto ve tepki hareketi gelir. Ayrıca bu dönemde Suriye, Babil ve
Mısır gibi Hıristiyanlıkla temas etmek durumunda kalan bölgelerde de içe
kapanma eğiliminin ivme kazandığı görülmektedir.
Sözü edilen protesto ve
tepki hareketinin ilk zamanlardaki tipik temsilcisi Ebu Zerr (el-Gifarî) olarak
kabul edilmektedir. Ebu
Zerr, zühd ve takvanın temsilcisi olup kendisi Mekke Müslümanlarının önde
gelenlerindendir ve bir sure Şam fakihliği yapmıştır. Şeriat hükümlerinde
hiçbir şekilde değişiklik kabul etmeyen, hatta Ülgener’e göre, Müslümanın bir
günlük geçiminden fazla kazanmasını küfür sayabilen sert mizaçlı bir kişiliğe
sahiptir. Onun karşısında olan isim ise Muaviye'dir. Muaviye feodal yönetim
anlayışını büyük bir ihtişam ve gösterişle aynı zamanda "‘Makyevalist” bir
yaklaşımla birleştirip halife olmuş tam zıt mizaçlı birisidir. Ebu Zerr,
Muaviye’ye, gözlemlediği israf ve gereksiz ihtişamla ilgili rahatsızlığını sık
sık pervasızca dile getirince önce Medine’ye gönderilir, orada da aynı tavrı
sergilemeye devam eden bu sahabi son olarak şehir dışındaki bir kulübeye nakledilir.
Ebu Zerr hayatının sonuna kadar burada yaşayacaktır. Bu şekilde Ebu Zerr’in,
Muaviye’ye yenik düşmesi bir anlamda, zühd ve takvanın, ihtişam ve saltanata
yenik düşmesi olarak değerlendirilmektedir.
Fakat Ülgener,
çalışmalarında sözü edilen içe kapanış veya zühd hareketinin nasıl ortaya
çıktığı ve tarihsel gelişiminden ziyade, bu anlayışın ve bu anlayışın Osmanlı
toplumundaki uzantılarının bu topluma etkileri üzerinde durmaktadır.
Dolayısıyla Onun çalışmalarında kullanıldığı şekliyle tasavvuf ve aynı zamanda
bizim ele aldığımız yönüyle tasavvuf bu çerçevede anlaşılmalıdır.
Ona göre tasavvufun bir tek
ilkesi vardır; o da ferdin Tanrı katında nefsini yok etmesi ve o yoklukta
varlığı bulmasıdır. Bu anlamda birey, her zaman esas vatanı kabul ettiği Tanrı
katına ulaşmayı arzu eden, dolayısıyla da içinde bulunduğu dünyaya yabancılık
duyan biridir. Onun bu isteğinin gerçekleşmesini engelleyen bazı unsurlar
vardır, bunlar; olup biten her şeyde kendi fiilini görmek ve her türlü maddî-
nefsanî ilişkiler olarak özetlenebilir. Doğal olarak bu durumdaki birey
Tanrının yeryüzündeki icracısı değil; aksine pasif, teslimiyeti benimsemiş bir
fatalist (kaderci) konumundadır. Toplumsal açıdan önemli olan nokta ise bu
inancın veya ön kabulün içe dönük, mistik yönünden ziyade pratiğe yansıyan
kısmıdır. Bunlar bağımlılık ve teslimiyet olarak özetlenebilir. İşte bu iki
özellik, bağımlılık ve teslimiyet duyguları Tanrı ile tek varlık olarak
birleşme iddiası ve gayreti içindeki mistik bireyin bu hedefe ulaşması için
bazı yeteneklere ve özel tekniklere sahip olmasını gerektirmektedir. Bunlara
sahip olan kimseler için bir sorun bulunmazken bu tekniklere sahip olamayanlar
için tek çare ise onlara sahip olan bir kimseye (şeyh veya pîre) teslim
olmaktan geçmektedir. Ülgener’e göre, işte tarikatlar bu şekilde ‘şeyh’
kabul edilen kimseler çevresinde oluşan insan havalanmalarından meydana
gelmiştir.
Aslında bu noktada
teslimiyet, bir şeyh veya pirden ziyade, onların kişiliğinde ilahi -insanüstü-
bir iradeye yapılmaktadır. Buraya kadar bir sorun görünmemektedir, ancak
insanüstü/aşkın bir varlığa karşı sergilenen bu derece güçlü bir kulluk ve
bağlılığı alışkanlık boyutunda benimseyen birey, bu alışkanlığı yeryüzünde
temsil iddiası ile ortaya çıkmış bulunan dünyevi otoriteye yani şeyh veya pîre
karşı da aynı şekilde sergilemekte, bu şeyh veya pîre boyun eğmekte bir sakınca
görmemektedir. İşte Ülgener'e göre sorun bu noktada başlar.
Öncelikle bireyin sahip
olduğu irade ve teşebbüs gücü bu durumdan etkilenecektir. Tarikat çatısı altına
girerek varlığını tek renkli bir bütün içerisinde eriten birey, teşebbüs gücünü
de o bütün veya onu temsil eden üstün irade (şeyh veya pîr) lehine asgari
düzeye indirecektir. Bu süreçte zihin ve bilinç tarafında da eşyaya dıştan
yaklaşmak lüzumsuz ve hatta zararlı görülürken; ona karşı içten ve
derinlemesine murakabe yoluyla yaklaşmak daha uygun görülecektir. Bu bağlamda öncelikle fütüvvet ahlakı ve
ardından da tarikat ahlakının alt tabaka zihniyeti üzerindeki etkileri oldukça
önemlidir. Şöyle ki; genel çizgileri itibariyle pasiflik ve uysallık telkini
içeren motifler önce fütüvvet yoluyla, esnaf ruhuna işlenmiş; ardından da
tarikat ahlakı, dinî müeyyideleri de arkasına alarak, konuyu daha da
derinleştirmiş ve pekiştirmiştir. Netice; otoriteye kayıtsız-şartsız bağlanış
ve en ufak bir tereddüt hissetmeden ona kendini terk ediş, şeklinde ortaya
çıkmıştır.
Ülgener’e göre tasavvuf
ahlakının izi üstünde olduğu değerler de bunlardan başkası değildir.
İşte bu değerler
doğrultusunda tasvir edilen birey Ülgener’in ifadesiyle;
...gidişi,
içe ve derine dönük bir “batın” huzuruna çekip götürmenin ve din kurallarını
dahi aynı suretle içe dönük bir yorum süzgecinde eğip bükerek sırasında politik
ihtiraslara kılıf uydurmanın hesabında... bir kişiliktir.
Bir pîr veya şeyhe karşı sergilenen
bu teslimiyetçi anlayış birey boyutunda böyle değişikliklere sebep olurken
başka bir açıdan toplum düzeninde de bazı değişmelere sebep olmaktaydı.
Bunlardan en önemlisi 'din ve mâna aristokrasisi'dir. Tasavvuf, Ülgener'e göre,
o zamana kadar varolan, yerine göre toprak veya soy-sop kökenli ya da sadece
kaba kuvvet mahsulü olan 'dünyevî aristokrasi’ ya da başka bir adıyla 'beylik
müessesi'nden farklı olarak din aristokrasisini oluşturmuştur. Bu, aslında ilk
dönemlerde İslam'ın şiddetle karşısında olduğu 'ruhbanlık' müessesesinin farklı
isim ve kılık altında sunulmasından başka bir şey değildir. Çünkü her ikisi de
kul ile Tanrı arasında yer alan bununla birlikte kitle üzerinde güç ve nüfuza
sahip olmayı gerektiren oluşumlardır. Ancak Ülgener'e göre din aristokrasinin
toplum üzerindeki güç ve iktidarı, dünyevî aristokrasinin sahip olduğu güç ve
iktidarın kat kat üzerindedir. Üstelik mâna aristokrasisi, dünyevî aristokrasi
gibi bir takım şartlara; özellikle de asıl ve nesep iddiasına bağlı olmadığı
için de hemen hemen herkese kapılan açıktır.
Yine buna bağlı olarak,
Ülgener'e göre (profan) dünyevî ahlak kökü toprağa veya türlü şekillerde
kazanılmış haklara dayanan yerleşik aristokrasinin menfaatlerini koruduğu için
muhafazakar bir tablo çizerken, dinî-tasavvufî akımlar hiçbir temeli olmadığı
halde yükselmek isteyenlere kucak açtığı için dinamik bir karakter
taşımaktadır. Bütün bunların etkisiyle
Ülgener, 12. ve 13. asırlardan beri
tasavvufta feodal
ihtirasların çok önemli bir yere sahip olduğunu belirtir; Ona göre bu
dönemlerde,
...şeyhimiz
hurûc eder biz dahi beyler oluruz" diye düşünen ve avunanların, hatta,
umduklarını bulanların sayısı gerçekten az değildi.
Diğer taraftan bu yeni
anlayış tasavvufa büyük zarar vermekte onu yozlaştırmaktadır.
Bu anlayışın tam karşısında
olan ve Ülgener’in Melamiler üzerinde somutlaştırdığı diğer anlayışa göre ise
birey savruk ve başıboş gidişi 'durdurabilir miyiz' düşüncesiyle boş ve âtıl
durmayıp aralıksız çalışma ve uğraşmanın savunucusu ve takipçisi olmalıdır.
Ülgener’e göre sadece
Melamilerde somutlaştırılan bu özellikler -velev ibadet sahasında da olsa-
rasyonel ve enerjik bir zihniyetle metodik iş ahlakına dönüştürülebilir.
Nitekim reformasyonla beraber zühdî (mistik) temayüller, (asketik) riyazi
doğrultuda bir değişime uğramışlardır.
Bütün bu olaylara daha
yüksekten ve uzaktan bakıldığında gerek sosyal hayatın topluluk halinde
seyretmesinden doğan alışkanlıklar ve gerekse çeşitli gelenek ve adetlerden
kaynaklanan sade ve gösterişsiz değer yargılan üzerine yer yer dinî-mistik
ibare ve temsillerle örülü bir ahlakın kurulmakta olduğu görülür. Söz konusu
ahlak Ülgener’e göre aynı zamanda içerisinde birbirinden farklı bir çok renk de
taşımaktadır. Bu anlamda;
...bir
köşesine bakınca tasavvufi-mistik renkleri daha koyu; başka bir yandan şer’i-
skolastik ifade tonu daha kuvvetli; bazen de rindlik temayülleri daha aşikar;
hulasa her cepheden görünüşü farklıdır.
Fakat Ülgener’e göre bu
farklılıklar uyumsuzluk değil, aksine birbirini bir çok yönlerden tamamlayan
bir uyumun unsurlarıdır. O, bu değişim ve dönüşümde en büyük payı tasavvufa
verir. Ancak tasavvufun bu kadar çok yaygın ve etkin hale gelmesi aynı zamanda
tarihî şartlarla da yakından ilgilidir. Örneğin İslam'ın ilk devirlerinde din
daha çok orta ve ortadan yukarı tüccar kesime hitap ederken, sözünü ettiğimiz
değişimle beraber özellikle tarikatların hitap ettikleri toplumsal sınıf
mütevazi çarşı esnafına yönelmiştir.
Bu değişimde esnaftan
kaynaklanan iki önemli sebep göze çarpar. İlki sosyo-ekonomik şartlardır. Şöyle
ki, zanaatkar, çeşitli baskı ve zorlamaların yanı sıra, geçim kaynaklarının da
daralması ile birlikte yabancı unsurların dıştan içe esnaf saflarına sızması
gibi bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştır. Bu sızma tehlikesi karşısında
esnaf varlığım korumak için dinî bir kast havası içinde birleşme ve bütünleşme
ihtiyacı hissetmiştir. Böylece disiplinli çalışma ve üretmenin de önüne
‘güvenlik duygusu’ geçmiştir. Dinin
tasavvuf yoluyla esnaf ve zanaatkâra yönelmesinin esnaftan kaynaklanan ikinci
sebebi de bu toplumsal sınıfın dinî-mistik ifade kalıplarına sığınarak onun
sağlayacağı dokunulmazlık içinde hem varlıklarım bir süre daha korumayı
düşünmeleri; hem de bağlılarına yönelik kurallara dinî- tasavvufî motiflerle
daha fazla etki ve güç kazandırmak istemeleridir.
Tasavvuf ve tarikatlar
sadece esnaf topluluklarını etki altına almakla kalmamışlar; bu etkiyi hemen
hemen bütün topluma da taşımışlardır. Bunu da sade, gösterişsiz, basit ve
külfetsiz kıssalarla en alt tabakalara kadar ulaşarak başarmışlardır. O kadar
ki, geniş bir rant tabanı üzerinde bulunan, daha çok tüketime meyilli, alt-üst
ilişkileri otorite ve gelenek kalıplan içinde dondurulmuş, kısaca sınıflı bir
oluşum sergileyen bu toplumun hal ve tavrını, çevresine ve evrene bakış
açısını, yaşama tarzım vs. yoğurup şekillendirebilecek kadar güç
kazanmışlardır. Ülgener’in ifadesiyle;
...altlı-üstlü
toplum katlarına, onların inanç ve davranışlarına, dünyaya ve dünya malına
bakış açısına, gelecek kaygısızlığına vs. bakarak geriye doğru adım adım
İzlense sonunda tasavvufun kullandığı basit ve külfetsiz ifade ve temsillere
ulaşılacaktır."
Toplum üzerinde bu derece
önemli etkilere sahip olan tasavvuf zamanla kendi içerisinde batıni (mistik)
yanın ağır basması sebebiyle değişikliğe uğramış: geçim ve doyum kapısı olan
tekke ve zaviyeler, birer cömert ve rahat yaşama merkezleri haline dönüşmüştür.
Bunun yanı sıra bazı kavramların içerikleri değiştirilmiş, manaları
yüzeyselleştirilmiştir. Söz gelimi; "mahv” ve “zeval” kavramları
başlangıçta kul ile Tanrı arasına giren dünya ilgisinin yok olması anlamında
iken, sonraları kul ve Tanrı arasında bir perde görevi gördüğüne inanılan dünya
malının bizzat kendisinin yok olması olarak algılanmış, bu da tüketimi
körüklemiştir.
Tüketimi körükleyen bir
başka fikir de; her şeyin aslında ölümlü olduğu ve bir zaman sonra yok olacağı
'inancıyla bağlantılı olarak, dünya nimetlerinin de aynı şekilde tüketilip yok
edilmekle görevini tamamlamış olacağına inanılmasıdır. Yine içinde yaşanılan
dünyanın sonlu olduğu düşüncesi de onun, her saati ölümden sonraki hayat
yolunda harcanacak bir basamak olmaktan çıkıp; didinip yıpranmadan rahatla
yaşanacak bir durak olarak kabul edilmesine sebep olmuştur. Haliyle dünyaya
bakış değişmiş; bireyin irade ve enerjisiyle işleyip şekillendireceği bir mekan
olması gereken dünya , sadece nimetlerinden bol bol istifade edilecek bir
“imaret” yahut “hak sofrası” olarak algılanmıştır. Ülgener, bu tabirin kendi
yakıştırması değil tekke ve zaviye kurucularının dilinden düşürmedikleri bir
deyiş olduğunu belirterek ekler;
...dünya
ki. sofra-i Hakk’tır cemi’ niam-ı ilahi (Tanrı nimetleri) bundadır!
"Sofra-i Hakk”; Orta Anadolu kasaba ve şehirlerinin konak ve imaretlerinin
savruk, derbeder konuklama yabancı olmadığı gibi, vezir konaklarının hadsiz
hesapsız nimetleri ile doyurulmamış okur-yazar takımına da ters düşmeyecek bir
benzetiş. Ve sanırız hepsi de tüketim tarafının emek ve üretim önünde geldiği
-tüketim toplumunu- doğrulamaya yeterli.
Ancak burada tasavvuf ve
tarikatların tüketime yol açması ile, dünyevî (profan) ahlak anlayışının
tüketime yol açması arasında önemli bir fark olduğu gözden kaçmamalıdır.
Dünyevî (profan) ahlakta ilk ve ortaçağ boyunca tüketim kapısı her zaman
toplumun üst tabakasına açık iken; alt tabakaya ısrarla ve kararlılıkla kapalı
tutulmuştur. Tasavvufla -yani tasavvufun batini şekliyle- beraber bu anlayış da
değişikliğe uğramış; bir yandan üst tabakaya aynı şekilde bol ve müreffeh bir
yaşam cömertçe sunulurken, hatta bu ’irşad' görevinin ayrılmaz bir parçası gibi
kabul edilirken, diğer yandan farklı olarak orta ve ortadan aşağı halk
tabakasına da aynı hayatın kapıları açık tutulmuştur. Artık,
...dünya
nimetleri baht ve istidatları yettiğince onlara da açıktır. Bu değişimle oluşan
yeni toplumsal düzen de öncekinden farklıdır,
Ülgener’in ifadesiyle;
...üstte
ve zirvede cezbe ve keramet ile ağa ve mütegallibe sıfatlarının karışımından
vücut bulmuş bir rantiye sınıfı ve etrafında uysal, uyumlu ve öyle olduğu kadar
da kayrılma ve sivrilme şansına sahip bir yanaşma halkası.
Görüldüğü gibi Ülgener’e göre
tasavvuf, aynı zamanda tüketim zihniyetinin toplumda yerleşmesinde de önemli
etkilere sahiptir. Ancak bu noktada tek etkenin ya da en güçlü etkenin tasavvuf
olduğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü Ona göre tüketim tutkusu aslında Ortaçağın
genel karakteristiğidir ve üst tabaka ile yönetici sınıf bol ve rahat tüketimin
işaretini bu çağların siyaset felsefesinde zaten bulmuşlardır. Burada
tasavvufun etkisi ikinci sırada yer almaktadır. Tasavvuf, cezbe ve telkin
yolunda kabiliyeti yeterli olan herkese kapılarını açmış, bundan dolayı da çok
rağbet görmüştür. Ancak tabana yayıldıkça kontemplatif-mistik bir havaya
bürünerek ölçü eksikliğine uğramış; giyim kuşam yönüyle görünüşte bir taklide
ve
tüketime
yatkın bir yaşama felsefesiyle de içte bir bozulmaya sebep olmuştur.
Onun çok rağbet görmesinin
sebepleri; herkese kucak açmasının yanı sıra, Anadolu insanının çilesi ile
hemhâl olması, Moğol istilaları sonunda oluşan kaos ortamında tekke ve
zaviyelerin en güvenli köşeler haline gelmesi, sufilerin İslam’ı yumuşatılmış
haliyle uç beyliklere kadar ulaştırmış olmaları şeklinde özetlenebilir
Tasavvufun tüketim toplumuna
sebep olma konusunda profan sistemlerden farklı olmadığına dikkat çeken
Ülgener; bu noktada İslam mistisizminin bütün uzantılarıyla böyle bir hedef peşinde
bilerek ve isteyerek yol aldığını iddia etmediğini de hemen eklemektedir. Ancak
O, tarikat hayatında olgunlaşma ve Hakk’a ulaşma yolunda belli bir seviyeye
ulaştıktan sonra kendi kullandığı şekliyle, “talipleri tekmil ve sâlikleri
terbiye için” tekrar maddi dünyaya dönmeyi haklı çıkaran hatta “kâmile lokma
ve nükte helal” olduğunu ifade edenin de yine tasavvuf olduğunu belirtmeden
geçemez. En çok toplumun alt kesimine yönelen tasavvuf burada bir tevekkül ve
teslimiyet felsefesine kaynaklık ederek kaderci bir insan tipi oluşturmuş; üst
tabakalara doğru tırmandıkça ise kendini geçim kaygısının üstünde gören, işin
külfetini de alt tabakanın sırtına yükleyen bir nüfuz ve tahakküm kesimi
oluşturmuştur. Böylece tasavvuf, feodal sistemden kaynaklanan tahakkümü
desteklemiş, pekiştirmiş ve onun daha da güçlenmesini sağlamış olmaktadır.
Daha çok taşrada bulunan
topluluklarda tasavvufun -Ülgener’in ifadesiyle- “batınilik ve ibahet kanadı”
ağırlık kazanmış, ardından geçimini bu tabakadan gelen yardımla sürdüren ve
kendilerini her türlü moral sınırlamanın üstünde gören bir üst tabaka
oluşmuştur. Öyle ki bunlara göre “fakr” ve “fena” kademelerini geçmeyi
başaranlar için şeriat yasalan ve külfetleri geçerli değildir.
Hayatın manevi tarafı bu
kadar çok önem kazanınca doğal olarak maddi cephesi ve bu uğurda harcanacak her
türlü emek de çok değersiz kalıyordu. Buna bağlı olarak iktisadi faaliyet
“kendini ve yakınlarını geçindirecek kadar çalışmak’la sınırlandırılıyor;
bundan fazlası lüzumsuz, hatta zararlı görülüyordu.
Ve yine 'veren el alan elden
üstündür' şeklindeki dinî kaynaklı prensip de tasavvufla beraber üst tabakada
sadece ibadet ve zikirle meşgul bir üst sınıfın oluşması ile beraber, bir
anlamda 'alan el veren elden üstündür' şeklinde değişiyordu. Çünkü bunların
dünyevî ihtiyaçları alttakilerin omuzlarına yüklenmişti.
Tasavvuf ve tarikatlar,
Ülgener’in ifadesiyle, folklor, sanat ve iktisat açısından üst düzeydeki
fikirleri ve inançları basit, kolay ve sade ifade kalıpları halinde geniş halk
kitlelerine, özellikle alt tabakaya yayarak, bunların günlük yaşama katılmasını
sağlamışlardır. Bu değerler, bağımlılık, teslimiyet, yavaşlık ve ağırlık olarak
özetlenebilir. Sözgelimi; yarınından ve geçim kaygısından emin bir güven ve
telaşsızlıkla işleri ağırdan almayı söz ve deyimlerle zihinlere
yerleştirmişlerdir. Fakat bu nakil işlemi sırasında mistik bir derinliğe ve
anlama sahip fikirler gerçek manalarından uzaklaşmış hatta gerçek anlamlarıyla
tamamen ilişikleri kesilmiş çoğu /aman ezbere, monoton birer kalıp ve klişeler
halinde sığ ve. yavan bir duruma düşmüşlerdir.
Bununla ilgili örnekleri daha önceki bölümde vermiştik.
Ülgener, tasavvufun bu
derece etkili olmasının nedenlerini bir müslüman için şekil ve ibadet düzeyinde
kalan İslam’ın, bu haliyle ahlak ve davranış katma yeterince nüfuz edememesinde
aramaktadır. Çünkü din, Ona göre, iş hayatına yukardan soyut kurallar ile
değil; aşağıdan sade, kolay anlaşılır ve sindirilebilir kıssa ve temsillerle
uzanabilirdi, öyle de olmuştur.
1. Tasavvufla beraber ilk olarak bir içe ve derine kapanış söz
konusudur.
Tanrı katma ulaşmaktan
ziyade sadece bizatihi huzur ve rahat olduğu için "gece Hakk'la gündüz
halkla beraber olma " düşüncesi ve neticede ortaya çıkan yalın haliyle
yavaşlık ve telaşsızlık.
2. Tevekkül; gerekli tüm tedbiri aldıktan sonra gerisini
Tanrı’ya bırakarak güven ve cesaretle sonucu beklemek demek iken, bu ruh daha
sonra kaybolmuş ve tevekkül ataletin meşrulaştırıldığı bir kılıf haline
dönüşmüştür. Bu ise tam bir teslimiyet ve telaşsızlığa sebep olmuştur.
3. İslam’ın en az bir yıl olarak göz yumduğu zaman ölçüsü
tasavvufla beraber yaşanan ân’a (bugüne) daraltılmıştır. Bunun sebebi sufînin
Hakk ile bir olmasını sağlayan tek yolun yaşadığı ânı zikir ve murakabe ile
geçirmesi gerektiği (ibnü’l-vakt) inancıdır. ' Ayrıca Kur’an’da zikir kavramı
bulunmakla beraber günün belli saatlerine hasredilmiştir. Oysa tasavvuf bu süre
sınırlamasını kaldırarak, “Allah’ı çok zikredin” buyruğuna göre onu geniş bir
zamana teşmil etmiştir.
Ülgener, buraya kadar özetle
açıklamaya çalıştığımız tasavvufla ilgili tespitlerini İslam’ın bizzat
kendisine yöneltmediği gibi tasavvufun tamamını da bu değerlendirmeye dahil
etmemektedir. Sözgelimi, bu bağlamda O, tasavvufi bir akım olan Melamiliği
diğer gruplardan ayırır. Bunun çeşitli sebepleri vardır;
1. Her .şeyden önce bir Melami için çalışma ve helal kazanç
ibadet derecesinde bir kutsallığa sahiptir. Ancak bunun yanı sıra ibadet ve
kazanç arasında dengeli davranılması da çok önemlidir. Bu anlayışa göre birey
boş durmamalı kazanç elde etmek için gerekli girişimlerde bulunmalıdır. Ancak
bunların yanı sıra iyi bir kul olmayı da ihmal etmemelidir. Bu anlayışta ibadet
kazanç sağlamak için çalışma işinin tam merkezinde yer alır, her iki eylem de
metot açısından aynı kurala bağlıdır; cehd ve irade her ikisinde de aynı öneme
sahiptir. Kazanç hem dünyevi bir kazanım hem de uhrevi bir kazanım ve ödül
olarak algılanır. Kazançsız dünyevi çalışma, karşılığında sevap olmayan bir
ibadete benzetilir.
2. Bir Melami için günlük yaşam her gün akşama kadar halkın
beğendiği işte, sabaha kadar da Hakk’ın beğendiği işte çalışmaktır. Melamilerin tasavvur ettiği haliyle iş ve
çalışma; az da olsa bir dünya ilgisine göz yummanın yanı sıra, yepyeni bir
bakış açısını da beraberinde getirmektedir. Bu da söz konusu iş ve çalışmanın
bir vazife bilinci ile ele alınıp neredeyse ibadet derecesine yüceltilmiş
olmasıdır.
3. Bir Melamî kazanç sağlamak için dünyevi bir işle meşgul
olmalı, işten sonra ise dinî yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirmelidir.
Melamiler dünya malının kendilerinde bir ilgi ve hatta bir tutkuya dönüşmemesi
için çabalarlar. Dünyayı terk etme yollarından olan çile ve zühd gibi yollara
asla başvurmazlar, onlar için, Ülgener’in ifadesiyle, “el-Kâsibu habibullah
’’ yani, 'kazanan Allah ’ın sevgili kuludur' prensibi esastır.
Bu anlayış, genel anlamda
ibadette zikir ve ayin tarafından çok felsefe ve irfan tarafına ağırlık
verdiğinden olsa gerek, ancak büyük kültür ve irfan merkezlerinde tutunabilmiş,
fakat burada da tabanda kalıcı izler bırakamamış; üstte az bir kesime
seslenebilmiştir. Tarikatlar ise daha çok zikir ve ayin yönüne ağırlık
verdiğinden küçük yerlerdeki esnaflardan, yeniçeri ocağına, orta sınıf halk
tabakasına, köy ve kasabalardaki kalabalık yığınlara kadar ulaşabilmişlerdir.
6. Sabri Ülgener’e Göre Osmanlı Toplumu ve Tasavvuf:
Sabri Ülgener, Batı
Avrupanın 16. asırdan başlamak üzere kazanç anlayışım, önce muntazam bir
ticarete ve 19. asra gelindiğinde ise endüstri temelli bir ekonomiye
dönüştürmek suretiyle devamlı rasyonelleştirdiğinin altım çizmektedir. Ona göre
bu süreci başlatan ve devam ettiren sebepler şunlardır: İlk olarak ticaret ve
sanayide geniş bir faaliyet alanı, bu faaliyet alanım hazırlayan mazbut hukuk
ve devlet düzeni (özellikle de müteşebbis ve himayeci bir devlet anlayışı;
merkantilizm), son olarak da daha derinde manevi-dinî teşvik unsurları.
Ülgener, manevi-dinî teşvik unsurları çerçevesinde Kalvinizm ve Püritanizme
dikkat çekmektedir. Çünkü Ona göre bu iki dinî yapılanma dünya ve ahiret
selametini, olur olmaz hedefler peşinde koşmakta değil, aksine belli bir amaç
uğruna -başlangıçta ibadet alanında da olsa- emek ve enerji teksifinde ve
devamlı bir nefis mürakabesinde görmekte ve öyle tavsiye etmektedir. Özetle;
Kalvinizm ve Püritanizm, kazancı, savruk ve dağınık bir anlayıştan kurtarıp,
disiplinli bir iş hayatına dönüştürebilecek her türlü unsuru taşımaktadır.
Netice itibariyle Avrupa’da
yerleşen ve zamanla daha da güçlenen bu anlayışın etkisiyle bir kapitalist
gelişme meydana gelirken, genel olarak Doğu’da ve Osmanlı toplumunda bunun tam
tersi bir süreç yaşanmıştır. Ülgener bu olumsuz durumun nedenlerine ulaşmak
amacıyla Osmanlı toplumunu inceler. Problemin bir zihniyet sorunu olduğuna
kanaat getirince de zihniyeti belirleyen en önemli faktör olarak dinî-manevi unsurları
uzun uzun tahlil ederek sosyo-ekonomik olayların arka planındaki manevi
etkilere ve bu etkilerin söz konusu iki toplumda nasıl farklı anlayışlara neden
olduğu üzerinde yoğunlaşmaya başlar. Sözgelimi; Ülgener, Avrupa ülkelerinde 18.
asır sonlarında, konusu Liberalizm ve devlet müdahaleciliği olan tartışmaların,
Müslüman ülkelerde çok daha önceleri başladığım ve iktisat literatüründe “Laissez
Faire Politikası” olarak bilinen fikirlerin ilk İslam kaynaklarında da var
olduğunu ancak değişime uğradığını belirtir.
Fakat ne yazık ki bu fikirler Doğu’da Batıdakiyle aynı sonucu
doğurmamıştır.
Yine Batı Avrupa’da
-özellikle de İngiltere’de- 17. asırdan başlamak üzere toplumun bir kesimi iş
hayatıyla hemhâl olup burjuvalaşırken, Doğu’da ve Osmanlı toplumunda yalnız üst
tabaka değil; orta sınıf halk bile -Ülgener’in ifadesiyle- "ağalık ve
efendilik şuuruyla” iş hayatından elini eteğini çekmiştir.
Ayrıca ilginçtir ki, genel
olarak bakıldığında Ortaçağın “ağalık ve efendilik şuuru ” deyimi altında
özetlediğimiz bu anlayış, etkin olduğu sınıfın hayat ve toplum anlayışım da
gündelik ekonomik kaygıların dışına taşıyarak, mal ve serveti, siyasi hayatta
itibar, saltanat, makam ve şan sahibi olmak için peşinde koşulan bir olgu
olarak görmektedir.
Ülgener, Osmanlı toplumunun
iktisadi açıdan gerileme sebeplerini genel çizgileriyle iki başlık altında
toplamaktadır; Bunlardan ilki, mevcut kâr ve teşebbüs zihniyetinin ve iş
örgütlenmesinin rasyonelleşememesi, İkincisi de siyasi sebeplerdir. Özellikle
ikinci grupta yer alan sebepler söz konusu gerileme sürecinde daha çok
hızlandırıcı ve tamamlayıcı fonksiyona sahiptir
Ülgener, siyasi sebepler
arasında, dağınık feodal kuvvetler, yine aynı oranda dağınık ve güvenden yoksun
para rejimleri, önceden tahmini mümkün olmayan harç, vergi vb. kararsız
harcamalar ve maliyet unsurlarını saymaktadır
O, daha çok birinci gruba
dahil mevcut kâr ve teşebbüs zihniyetinin ve iş örgütlenmesinin
rasyonelleşememesi ile ilgili olarak, çözülme dönemi Osmanlı toplumunda hali
hazırdaki üretim-tüketim dengesizliğine dikkat çeker. İlk olarak söz konusu
dengesizliğin genellikle tüketimin, üretimden fazla olması şeklinde seyreden
bir oransızlık şeklinde ortaya çıktığını belirtir. Bu oransızlığın sebebi, Ona
göre, uzun zaman dar ve kapalı hücrelerde son derece basit teknik imkanlarla
yapılan üretime karşılık; tüketimin -özellikle saray ve konak hayatında- daha
da genişlemesi ve artmasıdır. Ülgener, bu dengesizliğin toplum üzerinde
rahatlıkla gözlemlenebileceğini belirterek şunları ifade etmektedir:
Bir
muvazenesizlik ki, izlerini cemiyet hayatının iç örgülerinde -kıymet
anlayışında- olduğu kadar dış yapısında -iktisadi, mali bünyesinde de- açıkça
görebiliriz:
a) İçten (sübjektif olarak) tüketime dayalı
zihniyet; manası şu: Ortaçağ insanının nazarında eşya taşıdığı emek ve zahmete
göre değil, istihlaki sırasında tattıracağı hazza göre kıymetlenir, daha
kısası, çalışma ve kazanmanın verdiği iş zevkinden ziyade harcama ve tüketmenin
getireceği “ağız tadı” baskın çıkar.
b) Dıştan (objektif olarak): Tüketime davalı
iktisat rejimi; yukarıda anlattıklarımızı sübjektif, kendi içine kapalı bir
ruhun ifadesi olmaktan çıkarıp genişleterek bütün bir cemiyet hayatına mal
edelim; karşımıza dış yapısı ile çözülme devri iktisadı çıkar. Bu yapı da,
altındaki zihniyet gibi tüketimi ve masraf cihetini ön planda tutmakla
karakterlenir; neresinden bakılsa manzara aynıdır.
Ülgener’e
g.öre burada anlatılan özellikleriyle Osmanlı iktisadi hayatının en belirgin
niteliği olan tüketim zihniyeti, birey ve toplum boyutunda “durgun-âtıl hayat
anlayışı”ile tamamlanmaktadır. Bu bakımından çözülme devri Osmanlı toplumunda
zihni ve iktisadi açıdan bir “ortaçağlaşma” ve “esnaflaşma” yaşandığı
rahatlıkla söylenebilir.
Ortaçağlaşma veya Ortaçağ
ahlakı kapalı ve içine dönük bir düşünce sistemidir. Fikirler bu kapalı sisteme
ve onun dinî -teolojik ifade kalıplarına uydurulabildiği oranda ortaçağlaşmış
olur. Aslında bu toplum yapısı ve ekonomi anlayışının tasavvuf ahlakıyla çok
yakın ilişkisi olduğu belirtilmektedir. Bu anlayışa göre tasavvuf ahlakı
gerçekte basit el işçiliğine özgü bir dünya görüşünün daha güçlü ifadesinden
başka bir şey değildir. Öyle ki tarihsel süreçte büyük sufılerden çoğunun el
işçiliği ile hayatlarını kazandıkları bilinmektedir. Demek ki el işçiliği
tasavvuf anlayışını gerekli kılmaktadır.
Bunun tersi de iddia edilebilir.
Ülgener. dünyevi (profan)
kurumlar olarak değerlendirilen esnaf ve tüccarın kendilerine bir takım
imtiyazlar sağlayacağı için dinî-mistik bir havaya büründüklerini
belirtir. Çünkü, herkesin nesebiyle
ilgili olarak babası ve diğer aile büyüklerini öne çıkarmak suretiyle övündüğü
bir zaman ve mekanda, din veya tarikat ehli de Ülgener’in ifadesiyle “biz filan
azize vasıl olduk ve ona nice zaman hizmet kıldık’’ diyerek dinî-mistik
değerleri merkeze almakta ve böyle övünmektedirler
Ayrıca Ona göre Osmanlı
toplumunda esnaf ve tüccar veya bunların bağlı oldukları kuruluşların başka bir
ifadeyle, her san’atın ve mesleğin kendine özgü bir takım örf ve adetleri,
törenleri, ortak davranış ve yaşayış formları olduğu düşünülürse, doğal olarak
bireyin üst kademelere yükselmesi için söz konusu kurallara harfiyen uyması
gerekmektedir. İşte uzun asırların yığıp biriktirdiği bu kurallar, usul ve
kaideler, dinî-mistik kuvvetlerden aldıkları telkin gücüyle etkilerini bir kat
daha artırmaktadırlar. Bu noktada şu da
belirtilmelidir ki, yukarıdakilerden de anlaşılacağı üzere her sanat alttan
üste doğru bütün kademelerinin birbirine bağlı olduğu, kendi içine dönük,,
kapalı ve disiplinli bir topluluk gibi görünmektedir. Ortaçağ esnafına göre
zanaat, bu topluluğa ait bir sırdır.
Tüccar ve ticarete hep
şüpheyle bakılmasına karşılık; zanaat ya da el işçiliği teşvik edilmiştir.
Çünkü zanaat ve el işçiliği mali ve teknik açıdan gelişme ve serpilmeye pek de
müsait olmayan bir meslektir. Ortaçağ ahlakçısı tabii saydığı ölçüleri aşarak
insanın manevi yanma hakim olan marazî bir büyüme ve serpilmeden endişe duyduğu
için 'ideal hayat' ı hep kapalı ve dar ölçülü topluluklarda aramaya
yönelmiştir. Bu yöndeki telkinlerinde etkili de olmuştur. Çünkü bu durumun
toplumun sosyal hayatından tutun ekonomik ve dinî her türlü yaşantısına kadar
yayılmış olduğunu görmek mümkündür; örneğin,
...büyük
konak ve malikaneler yerine küçük aile hayatı; büyük işletmeler yerine küçük
aile ve köy işletmeleri yahut basit esnaf işletmesi...
Ayrıca Lonca gibi bazı
kurumlarda da esnaf çeşitli açılardan muayyen sınırlara tabi tutulmaktaydı.
Ancak Ülgener, buna rağmen gizli-kapaklı yollardan da olsa Lonca mevzuatının
dışında kazanç sağlamaya meyledenlerin de bulunduğunu belirtmektedir.
Ahlakçının büyüme ve normal ölçüleri aşmaya daha elverişli gördüğü ticarette
ise kendini ve yakınlarını geçindirmeye yetecek kadar olanı (yani insaflı
ticaret) değil, mal biriktirme ve yığmayı esas alan, haris ve istismarcı
ticaret eskiden beri en ağır tenkitlere maruz kalmıştır.
Ülgener, dinî-mistik
öğretinin, bu ve benzeri telkinlerle iktisadi faaliyette 'ölçüsüzlük korkusuna'
bireyin şuuraltına yerleştirdiğini belirtmektedir. Ona göre davranışa
"ürkeklik” formunda yansıyan bu duygu -yani mutavassıt ölçüyü aşma
endişesi- o gün bugün her türlü büyüme ve gelişmenin önünde bir engel teşkil
etmiştir
Bunun yanı sıra söz konusu
devrin her şeyi ölçülü ve ahenkli görmeye alışkın mazbut din anlayışından
kaynaklanan ve iktisadi hayatta benzer problemlere neden olan bir başka düşünce
de “kader” anlayışıdır.
Ülgener’e göre burada
bahsedilen kader anlayışı, dinin çeşitli bölgelere yayılmasından sonra bazı
felsefi akımlar ve tasavvufı anlayışların insandaki iradeyi tamamen ortadan
kaldıran fikirleri benimsemeleri sürecinde ortaya çıkmıştır. Bu anlayışla
beraber insanın geçimini teinin için gerekli olan rızk, bireyin çalışması ve
gayretiyle doğru orantılı olarak görülmekten çıkmış; onun gücü üstünde akıl-sır
ermez bir kuvvete inhisar ettirilmiştir. Bu anlamda rızkın talep edilmesine
gerek kalmadan ve talep edilmeden sahibini arayıp bulacağı, hatta rızk
taksiminde cansız madde ve eşyanın sahibini arayıp bulma noktasında kendilerine
göre bir canlılık veya dinamizm kazandıklarına bile hükmedilmiştir.
Bu inanışın ziraata
yansıması, Ülgener’in ifadesiyle, “ibtidai teknik şartlan altında her şeyi
toprağın bereketinden ve gökyüzünün rahmetinden bekleyen geniş bir çiftçi
tabakası”nın doğmasına, ticarete yansıması ise müşteriyi cezbetme yolunda
hiçbir faaliyette bulunmayan, rekabet duygusundan yoksun ve rızkını kapısı
eşiğinde bekleyen bir esnaf ve zanaatkar tabakasının ortaya çıkmasına sebep
olmuştur.
Oysa bu tür bir yorum
Ülgener’e göre “kader” kavramının gerçek manasına terstir; çünkü;
nzıklandırmada olsun diğer bütün tasarruflarda olsun Tanrı iradesinin 'mutlak’
kabul edilmesi son derece doğaldır. Ancak “kader” tanımı içerisinde Tanrı’nm
kulun bütün faaliyetlerini hatta gönlünden geçenleri bile önceden tam ve kesin
bilgi sahibi (alîm )olmak yoluyla bildiğinin bu kadar özenle anlatılması; ‘had
ve miktar’ tayininde kişi iradesinin tamamen yok sayılamayacağını da gösterir.
. Ülgener, iktisadi davranış
bakımından iki farklı insan tipolojisi üzerinde durmaktadır. Bunlardan
Birincisi Max Weber’in riyazî (asketik) insanı, Protestan batılı veya
kapitalist insan; diğeri ise, Ülgener’in zahid (mistik) insanı, Müslüman
Osmanlı-Türk veya pre-kapitalist insandır ve ikisi arasında tam bir tezat
vardır. Sözgelimi, bunlardan İkincisinde kazanma ve zenginleşme hevesi yoktur, birey bol ve konforlu yaşamın tattıracağı
zevkin yabancısı olmamakla beraber, o uğurda acele etmekten ve telaştan da
hoşlanmayan, yolunu tayinde gelenek ve göreneklere bağlı, dışarıya kapalı,
Ülgener’in deyimiyle, “işinde ve hesabında götürü” bir insandır. Çünkü götürü
hesap ahlaki boyutta kanaatkarlığın ve tok gönüllülüğün bir işareti
sayılmıştır. Kılı kırk yarar bir insan tiplemesi etik açıdan hiçbir zaman uygun
kabul edilmemiş, hesap ve sayı işlerini Ülgener’in ifadesiyle “hafif tarafından
alıvermek” daha uygun görülmüştür. Bazı hesaplar tutulmuş olsa bile -ki
tutulmuştur- bunlar Ülgener’e göre rantabilite (verimlilik) kaygısıyla değil;
daha ziyade Lonca gibi bazı kuruluşlara ibraz edilmek amacıyla tutulmuş
hesaplardır.
Birinci grup yani kapitalist
insan tiplemesinde ise bu fikir ve tutumların tamamen tersi bir anlayış
hakimdir. Genel olarak bu iki farklı iktisadi anlayıştan rasyonel bir tablo
çizen birinci grup, daha çok Batı’da ortaya çıkmış olup temelinde kazanç, kâr,
sanat ve zanaatın reform hareketleriyle yüceltilmesi vardır. Doğu’da ise
kazanç, kâr, sanat ve zanaatkara karşı tam tersi bir tavır sergilenmiş, hatta
bunlar veya bunlarla meşgul olanlar hakir görülmüştür.
Ticaret ve kazanma da her
zaman ve her yerde kibir, azamet ve gösterişle beraber yürümüş; kazanmak için
değil, büyüklenmek şeref ve izzet sahibi olmak için ticarete meyledilmiştir.
Övünme, görünüş ve gösteriş amaçlanmıştır.
Ayrıca bu dönemde toplum,
mizaç ve karakter yapısı itibariyle tüketime de son derece yatkın bir eğilime
sahiptir. Çözülme devri insanı gücünün yettiği yere kadar bol yaşamayı, hesaplı
ve temkinli hareket etmenin önüne geçirmiştir. Hatta Ülgener, bu bağlamda’ “bir
lokma bir hırka" düşüncesinde ısrarlı olanların bile en yakın ve mahrem
çevreleriyle baş başa kaldıkları an bu düşünceyi unuttuklarını belirtir.
Görüldüğü gibi çözülme
dönemi Osmanlı-Türk toplumu söz konusu kontemplatif-mistik öğretilere rağmen de
olsa hiçbir zaman -ne taban ne de tavanda- bir temkinli harcama ve bilinçli
tüketim zihniyeti geliştirememiştir. Ülgener, görünüşte bir takım tutumlu ve
bilinçli tavırlar sergilense de gerçekte bu fikirlerin tam anlamıyla
benimseminip hayata geçirilemediklerini ifade eder.
Hemen hemen aynı
özelliklerle karakterize edilen zenginlik ve zengin tipolojileri de benzer
farklılıklar göstermektedir. Buna göre; Doğuya özgü zenginlik ya da çözülme
devri zengini, kısaca, toprağa dayalı bir zihniyete sahip ve maddesi toprak
altında gömülü olma özellikleriyle öne çıkarken, Batı'ya özgü zenginlik ya da
ilk defa İtalyan şehirlerinde ortaya çıkmaya başlayan zengin tipolojisinde ise
daha çok toprak dışı değerlere bağlı olma, bununla doğru orantılı olarak
dinamizm ve maddesi toprak üstünde, Türkdoğan’ın ifadesiyle maddesi
"tedavül sahasında ” olan bir anlayış hakim olmuştur.
Son alarak, çözülme devri
zihniyetinin günümüze yansımalarını Ülgener şöyle özetlemektedir:
1. Sade ve gösterişsiz üretim çabamızın önüne geçmiş, bol ve
gösterişli tüketim tutkusu: pahalı ve gösterişli lojmanlar, ofisler gibi,
2. “Nasıl olsa bir yolu yordamı bulunur” düşüncesiyle en çok
iktisadi- teknik bilgi gerektiren işleri ve hesapları oluruna bırakma
alışkanlığı,
3. Her şeyi ya “göktekinin rahmeti’’ ya da “yerdekinin
himmeti'' ile düzenlenmiş görmesinden gelen rehavet, yavaşlık ye ağırlık...
Sabri F. Ülgener, Türk
Sosyal Bilimlerinde “anlamacı yöntemi” ilk kez kullanarak Osmanlı toplumuna
özgü iktisadi zihniyeti tahlil etmeye çalışmış, yakın tarihimizin önemli sosyal
bilimcilerinden biridir. Kendisinin de belirttiği gibi Onun bu çalışmalardaki
amacı sadece Osmanlı Toplumunun dinî-iktisadî yapısını ve burada etkili olan
unsurları ortaya çıkarmak değil; bunun yanı sıra günümüz Türk toplumuna da ışık
tutmaktır.
İktisadî yapı her şeyden
önce içinde bulunduğu toplumun bir ürünüdür. Dolayısıyla onu şekillendiren ve
belirleyen en önemli unsur da yine toplumun kendisi ve daha derinde de o
toplumu oluşturan tek tek bireylerdir. Bu durumda İktisadî yapı üzerine
yapılacak bir araştırmanın doğru neticelere götürmesi onun muhtevasında insan
unsuruna verdiği önemle doğru orantılı olarak, değişmektedir. İnsanın bir
araştırmaya konu olması bazı problemleri beraberinde getirmektedir, çünkü
araştırmanın konusu olan insanı eylemler pozitivist metotlar kullanılarak tam
belirgin sınırlarla açıklanamaz ya da yeterince doğru öngörülemez. Dolayısıyla
böyle bir metot araştırmada tek yönlülüğe sebep olmakta ve doğa
bilimlerindekinin aksine sosyal bilimlerde araştırmaya duyulan güveni
azaltmaktadır.
İşte Sabri F. Ülgener, böyle
bir zaafiyeti göz önüne alarak Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu ekonomik
gelişmemişliğin sebeplerini sadece ölçülebilir/sayılabilir (kantitatif)
verilerle açıklayan pozitivist metodun yetersiz kaldığı fikrine ulaşmıştır. O,
iktisadi kalkınmanın sayı ve ölçüye yansımayan taraflarının da bulunduğuna ve
bunlara ulaşmanın ancak 'anlayıcı ve yorumlayıcı' metotla mümkün olabileceğine
inanır. Çünkü ancak böyle bir metodu kullanmakla gelişmemişlik olgusundaki
bütünlüğü parçalamadan ve sadece "ölçülebilir" sınırlandırmasına
bağlanmadan, gelişmemişliğin sebepleri ortaya çıkarılabilir.
Bu anlayıştan hareketle
Ülgener, insanı ele alırken mekanistik iktisatçılara ya da pozitif iktisada
özgü a-sosyal bir insan prototipi çizen insan-madde ilişkisi yerine, Weber
sosyolojisine özgü sosyal bir insan prototipi çizen insan-insan ilişkisini
benimsemiştir. Çünkü herhangi bir sosyal fiil veya davranışı, üstünde durmaya
değer faale getiren, onun derindeki yorumlanabilir ve anlaşılabilir anlam
boyutudur. Aynı zamanda bir sosyal fiilin mânasının en doğru tahmin ve tahlili
de, yine onu, dışa yansıyan fiil, "hareket veya tavır yanıyla gözlemek
kadar, içteki öz ve mâna tarafını anlamaya çalışmakla da çok yakından
ilgilidir. Toplum içindeki insanın davranışım doğal anlamlandırmanın
dolayısıyla da yaşayan insanın şekillendirdiği iktisadi hayatın doğru
anlaşılmasının en sağlıklı yolu budur. Zira ekonomik kalkınma sadece görünür
akademik göstergelerde olmayıp, tüketici ve üreticilerin tutum, davranış ve
zihniyetlerinde vukû bulan akılcılık ve iktisadilik yönündeki değişmelerin
tümünün bir neticesi olduğundan bu noktada insan varlığının belirleyici rolü
inkar edilemez.
Birey, yaşamı boyunca genel
olarak madde, çevre ve zaman karşısında değişik mesafeler alır. Bu mesafe alış
her zaman sadece objektif ölçülerle dıştan doğru değil; aynı zamanda daha çok
sübjektif ölçülerle içten doğru bir mesafe alıştır. Daha açık bir Sâdeyle
söylersek; karşılaştığımız her türlü olayı her ne kadar maddi ve harici
unsurlarla açıklamaya çalışırsak çalışalım, her zaman farkında olarak ya da
olmayarak bir takım geleneklerin, alışkanlıkların ve ahlak kaidelerinin etkisi
altında davrandığımızı inkar edemeyiz. Bu noktada insan zihni üzerinde en
önemli etkiye sahip unsur ise dindir, çünkü din diğerleri arasında en etkili
yaptırım gücüne sahip bir kurumdur. Bu bağlamda din, tarih boyu aile
bağlarından yakın-uzak toplum katlarına, siyaset, sanat vb. diğer bütün
toplumsal kurumlara damgasını vurmuş önemli bir unsurdur. Zihniyetin oluşumunda
oldukça önemli bir role -hatta Ülgener’e göre en önemli role- sahip bir
olgudur.
Ülgener, bu savını
doğrulayacak veriler için iki kaynağa yönelmiştir. Bunlardan birincisi iktisat
tarihi araştırmaları, diğeri ise günlük hayatta her zaman karşılaştığımız söz
veya davranışlardır. Ona göre iktisat tarihi dikkatli bir gözle incelense
dinî-manevi amillerin bahsedilen rolüne fazlasıyla rastlamak kaçınılmazdır.
Ayrıca günlük hayatta basit, iddiasız bir sadelikle karşılaştığımız öyle
fikirler veya halk dilinde birer alışkanlık haline gelmiş öyle söz ve
davranışlar vardır ki, bunların aslı araştırılsa çoğunun başlangıçta veya
-Ülgener’in ifadesiyle- ‘formasyonu sırasında' dinî-mistik inanç kodlarından
süzüle süzüle ortaya çıktığı ve asırlar süren bir dönüşüm sonucu dinî kimliğini
kaybederek; muhtevası değişmiş ifade kalıpları halinde zamanımıza geldiği
anlaşılacaktır. Dolayısıyla, ferdin toplumsal veya bireysel boyutta dinsel
olarak tanımlanmayan her türlü davranış ve tutumlarında dahi- manevi
faktörlerin etkisinden bahsedilebilir. îktisadi amaçlı her türlü eylem de buna
dahildir.
Buradan yola çıkarak Ülgener
araştırmalarını Osmanlı toplumunun sahip olduğu din (İslamiyet)’e daha doğrusu
bu dinin teorik kısmından ziyade geniş halk tabakalarına yayılan ve teorik
ilkelerin daha basit ifade kalıplarına dönüştürülüp halka sunulduğu dinî
anlayışlara/tasavvufa yöneltir. Ülgener’in tasavvufa yönelmesinin iki sebebi
vardır; bunlardan birincisi Ona göre teorik İslam’ın ekonomik kalkınmaya engel
olmaması aksine onu teşvik etmesi; İkincisi de Osmanlı toplumuna özgü davranış
ve tutumların zihni arka plânında tasavvuf! motiflerin çok etkin ve
şekillendirici bir role sahip olmasıdır. Ülgener’e göre bu bağlamda tasavvuf
-daha doğrusu tasavvufun bir kısmı/batınî tasavvuf- Osmanlı toplumunda bireyin
çevre, zaman ve maddeye bakışını kapitalist gelişmeyi engelleyici yönde
değiştirerek -tek sebep olmamakla beraber- kapitalistleşmenin başlamasını
engelleyen en önemli sebeplerden biri olmuştur.
Kaynak: Sefer Yavuz ,
Sabri F. Ülgener’e Göre “Din-İktisat Âhlakı” İlişkisi,T.C. Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri (Din Sosyolojisi) Anabilim
Dalı, (Yüksek Lisans Tezi), 2002-Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar