Şahin Uçar Tarih Felsefesi Yazıları
“AYDINLARIN İHANETİ”
Prof. Dr.
Şahin UÇAR
Akira Kurosowa'nın Raşomon filmini gördünüz mü?
Bir adam ve karısı Japonya'da bir ormandan geçerken
haydudun biri bunlara saldırıp, adamı öldürüyor ve kadına tecavüz ediyor. Bir
köylü de bunları görüyor ve iş olup bittikten sonra, ölen adamın yanına gidip
üzerindeki değerli hançeri aşırıyor. Haydut yakalanıp mahkemede yaptıklarını
itiraf ediyor.
Ancak mahkemede yaşadıklarını anlatması istenen
kadının anlattıkları ile haydudun anlattıkları ve köylünün anlattıkları, hatta
(bir şaman vasıtasıyla ruhu davet edilen ve bu medyumun ağzından) öldürülen
adamın anlattıkları, her biri vakayı kendi açısından anlattığı için, hiç
birbirine benzemiyor.
Filmi kasten böyle kabaca hulasa ediyorum ve demek istiyorum ki insanlığın
tarih malumatı da bunun gibidir. Tabii ben bu kadar kısaltarak hulasa edince,
filmin neye benzediği hakkında pek fikir vermiyor.
Buna benzer bir "özlü" anlatım da Woody
Allen'dan. Üstada hızlı okuma kursları hakkında fikrini sormuşlar. "Haa,
ben hızlı okuma kurslarına gittim, gerçekten çok işe yarıyor. Tolstoy'un Harp
ve Sulh'unun 4 cildini yarım saatte okudum: Aklımda kaldığına göre olay
Moskova'da geçiyordu" demiş.
Bizim tarih hakkında bildiklerimiz de böyledir işte: Dört cildi dolduran
sayısız cümlenin yukardaki bir cümlelik özeti gibi. Ben şimdi Raşomon'un
konusunu anlattım, ama filmi görmeyenler, acaba görmüş gibi mi oldu?
Yaşanan Irak harbinin yıllardır sürdüğü ve bütün dünyada konuşulduğu malum;
bu yaşanan rezaletin tam teferruatını bir Allah'ın kulu bilemez ve anlatamaz.
Bu işin tarihini yazacağız diye bir kitap yazmaya kalkışsak, yaşanan
hadiselerin tam teferruatına nisbetle (askerlerin yaptığı işkenceler hakkındaki
dedikoduları da hatırlayın) yazacağımız kitapta verebileceğimiz tafsilat,
yukardaki "Raşomon filminin özeti"ne benzemeyecek mi? İlerde
tarihler bunu, "2002 yılında Irak'ta savaş oldu" diye yazacak.
Yani "olay galiba Moskova'da geçiyordu" yerine "olay
galiba Bağdat'ta geçiyordu" demiş olacağız.
Şu anda yaşadığımız bir gerçeklik bu: ve bunun tam teferruatını ve
içyüzünü, bu mesele ile ilgili bütün sırları, yalnızca Allah Teâlâ bilir. Şu
anda bütün insanlık eline kalem alıp bu hadisenin tarihini yazmaya kalkışsa,
hadiseyi birebir bütün teferruatı ile anlatmak gene mümkün olmaz ve elimizde bu
hadiseye dair kala kala bir takım "gerçek mahiyeti ve içyüzü anlaşılmaz
bilgi kırıntıları" kalır. Üstelik tarihten bize kalan bilgi
kırıntıları kabilinden malumat bile, o kadar hacimlidir ki, hepsini okumak
imkansız. Cambridge Ünivesitesi'nin neşrettiği 'Tarih'e
bakın: sadece İlkçağlar Tarihi kısmı, 15 kalın cilt. Yani tarihi bilgilerin
tamamını okumak imkansızdır.
Hatta tarihi bilmek mümkün değildir. Şu halde niçin tarihle bu kadar meşgul
oluyor insanlık? Fransız İhtilali'nden beri ideolojik sebeplerle; yani bir din
karikatüründen ibaret olan ideolojiler adına saçmalamak için.
Tarih Tasavvuru
Bunu biraz daha izah etmeliyim; çünkü maksadım bütün dünyada ve bazen
tarihçiler arasında dahi yaygın olan bir yanlışı tashih etmek: Her tarihçi sadece
kendi ihtisas alanı için birinci elden tecrübeye sahiptir ve kendi ihtisas
sahasına mensup meslektaşları arasındaki bütün ihtilafları da bilir ve kendi
ihtisası hakkında kafasında oluşmuş bir "tarih tasavvuru" vardır.
Elbette tarihi bilgilere dayalı bir "tasavvur", ama bir tasavvur
kesin bilgi değil.
Bu hususta Will Durant'ın deyişini nakletmek benim hoşuma gider: "Tarihin çoğu tahmin, geri kalanı da peşin
hükümdür" Bir tarihi araştırma tecrübesine ve bilgi birikimine
ve tahminlere müstenid olarak inşa edilmiş "bir tarih tasavvuru";
yoksa kesin, objektif, isbatlanabilen, tecrübe edilebilen ve müsbet ilimlerdeki
gibi bir otorite ile, verilen hükümleri kabul etmeye bizi mecbur eden
"bilimsel" bir bilgi değil...
Bizim, kendi ihtisas alanımıza ait olmayan, "tarihi hadiseler
hakkındaki ve o alanın uzmanları arasındaki" ihtilafları bilmemiz
imkansızdır. Söz gelişi, ben Osmanlı tarihi hakkında yalnızca bu sahanın
uzmanlarının anlattıklarını okuyarak bir fikir sahibi olabilirim. Ama bakalım
ki bu alanın uzmanının anlattıkları doğru mudur? Bu sahanın uzmanları
arasındaki sayısız ihtilaftan haberimiz olacak kadar, yani uzman olacak kadar,
inceleme imkânımız olmadığı için; bize bir uzman tarafından verilen bilgileri,
onun o alandaki ihtisasına güvenerek, uzmanlarca üzerinde uzlaşılmış bir gerçek
zannedebiliriz.
Bu hususta ancak o sahanın uzmanları fikir serdedebilir, çünkü o mevzuda
elde mevcut olan tarihi materyalleri ve onlar hakkındaki münakaşaları ancak o
alanın uzmanı bilebilir. Mesela ben talebe iken rahmetli Şihabettin
Tekindağ'a Fatih'in ölümü hakkında Yılmaz Öztuna'nın yazdıklarını
nakletmiş ve onun verdiği "Fatih'in Ölümü Meselesi" ismli
makalesinin ayrı basımını okumuştum. Yılmaz Öztuna'ya göre Fatih Venedik'le
işbirliği yapan hekimler tarafından zehirlenmiştir. Şehabettin Tekindağ'a göre
ise hekimlerin böyle bir kastı yoktu...
Entelektüel, Tarihten Ne
Anlar?
Entelektüeller veya belli bir tarihi sahanın uzmanı olmayanlar, ancak bir
tarihçinin otoritesine ve yazdıklarına güvenmek, yani anlatılanları doğru ve
gerçekten olmuş hadiseler zannetmek durumundadırlar. Ve böylece, ancak ikinci
elden ve çok şüphe götürür bir bilgiye sahip oldukları için (bu tarihi
bilgilerin ve tasavvurların pek çok yönünün o alanın uzmanları nezdinde
şüpheli/ tartışmalı bir mevzu olduğunu bilemedikleri için) anlatılanları,
anlatanın otoritesi ve ilmi şöhreti ve yazılı metin fetişizmi gibi tesirlerin
telkin ettiği bir inançla, "tarihi gerçek" zannederler. Halbuki
işin uzmanları arasında hiç bir tartışmaya mevzu olmayan bir tarihi mesele
olamaz.
Bu entelektüeller, tarihi mevzular hakkında hangi çeşitten bir bilgiye
sahiptir? Sadece diğer tarihçilerin yazdığı ikinci elden tarih kitaplarını
okumuş olabilirler. Yani başkalarının tarih tasavvurlarını konuşuyorlardır,
hepsi bu. Peki acaba bu tasavvurların doğru olup olmadığını bilebilirler mi?
Asla... Tahkik edebilirler mi? O sahanın uzmanı olacak kadar çalışmadıkça, bu
da mümkün değil.
Eski zamanlarda tarih bu kadar popüler bir mevzu değildi; ama son iki
asırdır bütün dünyada ve nerdeyse bütün entellektüeller, aydınlanma çağından
sonra zuhur eden ideolojik saikler ile tarihi meseleler hakkında, biteviye,
sonu gelmez bir biçimde konuşmak hastalığına yakalanmıştır.
Sayısız entelektüelin hiç bir ihtisas
bilgisine sahip olmadıkları tarihi bahisler hakkında böylesine koyu bir
cehaletle ahkam kesip durması modernitenin bence en iğrenç ve en zararlı
hastalıklarından biri. Öyle
konuşuyorlar ki, üç beş kitap karıştıran herkes, sanki tarihi olayları bizzat
görüp yaşamışlar. Tamamen şüpheden vareste ilmi hakikatlerden bahsediyorlar
sanırsınız. O sahanın uzmanlarının bile hiç bir zaman erişemeyeceği bir takım
kati ve şüphe edilemez bilgilere acaba bu arkadaşlar nasıl ulaşıyor?
Tarih bir gaib zamandır, geçmiş zamandır. Kimse tarihi tecrübe edemez, müşahede
de edemez; hatta bahsi geçen tarihi devirde yaşayanlar için bile, tarihi
müşahede etmek imkânsızdır; onun hakikatini, eksiksiz kusursuz şekilde, kimse
bilemez. Çünkü bu mümkün değildir.
Ey modern dünyanın saf entelleri!
Tarihçilik zordur: kitapları okuyarak veya bir şekilde tarihte vaki olduğu
söylenen hadiseler hakkında malumat edinerek, "TARİH
ÖĞRENMEK" imkansızdır Ben "TARİH
ÜZERİNE" isimli bir konferansımda (bkz: İnsanın Yeryüzü Macerası,
Gelenek yy.,2003), demiştim ki: "Historia
est terra incognita": Yani tarih henüz bilinmeyen, keşfedilmemiş meçhul
bir ülkedir, Tarihte kesin bilgi yoktur: "Tarihçinin tarih tasavvuru"
vardır. O tarih tasavvuru bahsedilen spesifik tarih alanının uzmanları arasında
bol bol tartışılabilir; fakat tarih ihtisası dışında bir ihtisasa sahip olan
diğer entellektüellerin tarihle ilgilenmesi bile abesle iştigaldir.
Tarih, İdeoloji Ve Siyaset
İdeolojik saiklerle ve aydınlanma çağının doğurduğu bu modernite hastalığı
sadece saçma olsaydı, hoş görülebilirdi; fakat siyasi kavgalara gevezelik
malzemesi ve mazereti üretmek için istismar edilmesi sebebiyle yaşadığımız
dünyanın en saçma ve en zararlı hususiyetlerinden biridir. Mesela bazıları
diyor ki "Türkler Ermenilere katliam yapmış?" Ben de bunu
söyleyenlere karşı safiyane bir soru sormak isterdim. "Sen orada mıydın, o katliamı yaşadın mı, gördün mü?
Nerden biliyorsun böyle bir şey olduğunu?" "-Efendim tarihçiler
söylüyor, yazıyor belgeler filan..."
Ben de diyorum ki bir takım tarih tasavvurları hakkındaki münakaşaları
tarihçilere bırakın. Bırakın, tarihçileri yalnızca tarihçiler okusun. Tarih
kitapları okumak enteller için sadece faydasız değil, ayrıca çok da zararlıdır.
Hoşça vakit geçirme maksadıyla bile okunması caiz değil; çünkü üzerimizdeki
menfi tesiri dünyamıza fevkalade kötü ve tahrib edici zararlara mal olmaktadır.
Üstelik, aydınlar bunu safiyetle, samimi
kanaatleri olarak ve iyi niyetle tartışıyor olsalar, haydi neyse. Son üç asır boyunca bu entelektüel
zümreler siyaset meraklısı da oldular. Politikacılar gibi güç sahibi olmak
sevdasındalar. Politikacılarla işbirliği yaparak, her biri kendi mensub olduğu
siyasi kampın hedeflerine göre, halkı politik maksatlar için yönlendirmek
istiyorlar, böylece kendileri de politikacılara ve materyalist kitlelere
benzediler. Ortaçağ'ın hakikati arayan tahsil-i maarife yönelmiş ilim ve
marifet adamlarına hiç benzemeyen, şu veya bu istikametde bir çıkarcılık
peşinde, önce kendilerini sonra da halkı aldatmaya yönelmiş bir entelektüel
sınıftan söz ediyoruz.
Tolstoy bir yerde demiş ki: "Kimseye zarar vermediği sürece
budalalık sevimli bir şeydir." Halbuki çağdaş entellektüellerin
tarihle uğraşıp durması sadece zararsız bir budalalık değil. Kendi
fikirlerini "samimi kanaat" zannedebilir; ama çağdaş
entellektüellerin bu aşırı tarih merak ve istismarının arka planında yalnızca
çok zararlı bir budalalık değil, ideolojiler ve politik menfaatler tarafından
kullanılan ve yönlendirilen bir samimiyetsizlik ve kötü niyet de var.
İşte bunun için yıllardır, "yeni bir tarih felsefesi"ne
ihtiyacımız var diyorum. Çünkü aşırı safiyetle inşa edilmiş eski tarih
anlayışları, sadece yetersiz ve faydasız değil, aynı zamanda dünyamızda cirit
atan saçma sapan ideolojiler ve savaşların da motivasyonu olmakta; motivasyonu
değilse bile, fikri temelini teşkil etmekte, yalan yanlış bir "dünya
tasavvuru" yahut "dünya görüşü" inşa etmek için
kullanılmaktadır.
Hulasa, entelektüellerin kendi kafalarında oluşturdukları bu tarih putları
hakkında konuşup durmaları ve bunun sonucu olan kavga ve savaşlar, modern
devirlerin ideolojik saçmalıkları cümlesindendir. Kendi kafamızda ürettiğimiz
"tarih putları": ideolojiler... Entelektüalizmin deli gömlekleri...
Kaynak:
Prof. Dr. Şahin Uçar Tarih Felsefesi
Yazıları, Şule Yayınları Kasım 2012, sh.270-275
Rashômon (1950) Film
Yönetmen :Akira
Kurosawa
Senaryo: Ryunosuke
Akutagawa, Akira Kurosawa, Shinobu Hashimoto
Görüntü Yönetmeni
:Kazuo Miyagawa
Müzik :Fumio Hayasaka
Oyuncu
Rol
Toshirô
Mifune-Tajômaru
Machiko Kyô- Masako
Kanazawa
Masayuki
Mori-Takehiro Kanazawa
Takashi Shimura- Woodcutter
Minoru Chiaki- Priest
Kichijiro
Ueda-Commoner
Fumiko Honma-Medium
Daisuke Katô-
Policeman
Özet:
Jponya’da geçen filmin konusu, bir kadın, kocası
öldürüldükten sonra tecavüze uğrar. Olayı gören bir kaç kişi vardır fakat
herkes farklı birşey söylemektedir. Önce maktülün katilini aramaya zorlanıyoruz
çünkü, filmde oynayan hemen hemen her karakter de şüphelidir aslında. Çünkü
hepsi bir şekilde maktülü görmüş, yolunun üzerine çıkmıştır. Maktül ölü olarak
bulununca bunu kimin yaptığı sorusu filmin bitimine kadar cevapsız kalıyor.
Fakat polisiye bir filmin bütün muhteşem özelliklerini bir Rashomon filminde görüyoruz.
Her karakterin şüpheli olmasını sağlayan harika deliller, kendilerini kurtarmak
için ortaya attıkları iddialar bir film için çok zekicedir…
Akira Kurosawa’nın daha çok tiyatral bir hava
verdiği, özellikle ifade verme sahnelerinde ve yıkık bir malikanede bu havayı
sezdiğimiz muazzam bir eser. Gerek içerik, gerekse teknik olarak döneminin çok
çok ilerisinde bir yapım şüphesiz. Filmi izlerken bu yapıtın gerçekten bir
sinema ürünü mü, yoksa bir tiyatro gösterisinin kayda alınmış hâli mi diye
birkaç kez şüpheye düşebilirsiniz. Fakat filme genel itibariyle bakıldığı zaman
Kurosawa size o harika yönetmenlik zekasını gösteriyor. Kamera hareketleri
olsun, açıları olsun çok zor sinemasal yöntemlerin üstesinden ustaca gelmiştir…
Yeni Düşünce 1987-Sorular Mümtazer Türköne’ye aittir.
Mümtazer Türköne: Bulunduğumuz yerin neresi
olduğunu kestirebilmek için geriye bakmak gerekir. Zannederim tarih de
bu. Ama bulunduğumuz yer, beraberinde “ben kimim?”, “ben neyim?” sorularını
da getiriyor. Çoğu zaman da bunun için tarihe müracaat ediyoruz. Ama
bulunduğumuz yerin şartları da geriye bakışımızı sınırlıyor ve tayin edici rol
oynuyor. Bir yazınızda, “Tarih beşeriyetin tecrübelerinin mecmuudur”
diyorsunuz. “Ama hangi tarih? Galiba yapılan arzularımızın, imanlarımızın,
kişiliklerimizin meşrulaştırılması için tarihi alet etmek...” bu
yapılıyor gibi.
Nedir sizce Tarih, ne işe
yarar?
Şahin Uçar: Bütün sosyal ilimler insanı
inceler; tarih de bunlardan biri. Ve benim telâkkime göre; diğer ilimlerin
temin ettiği malzeme tarih için hazırlanmış mu’talar olarak kullanılmak
suretiyle, insanı anlama gayretimizin çok yönlü bir şekilde -Alman sosyal
ilimcilerinin tabiriyle “tarihî ve mânevî ilimler” (geistenwissenschaften)
tarzında, ele alınması daha muvafık bir usul olacaktır. İhtisaslaşmanın hattâ
bir nevi körleşmeye yol açtığı tarzında modem düşüncede sert tenkidler de
vardır. Biz sosyal realiteyi maddî ilimlerdeki gibi parçalara ayırarak, tahlil
ederek, (Reductionist tarzda) incelemeye kalkıştığımız zaman
muvaffakiyetsizliğe uğrarız. Bunun için, bütün hâlinde incelemek, terkîbî
tarzda (holistik tarzda) incelemek gerekir. “Tarihî” olmayan bir düşünce
tarzı olduğunu sanmıyorum. Maddî ilimlerin de tarihî gelişmesi bilinmezse,
bugün hangi noktada olduğumuz, hangi meselelerle yüz yüze bulunduğumuz
bilinemez. Dolayısıyla maddî ilimler üzerinde de spekülasyon yapmak mümkün
olmaz.
Eski Yunan’dan beri bir ayırım
var: Hâdisâtı mekânî plânda maddîleştirerek incelemek veya zaman plânında
incelemek. İnsan zekâsı mekânı idrâk etmeye daha müsaittir. Dolayısıyla
maddî ilimler ellerinden geldiği kadar zamanı saf dışı bırakmaya çalışırlar.
Meselâ, modem relativite teorisindeki, zamanın uzayın sadece bir dördüncü
boyutuna indirgenmesi hâdisesinde gördüğümüz gibi. Bu eski Yunan’dan beri var
olan bir şey. Aristo tarafından bile, “Tarih
ve Teori” arasında bir zıddiyet olarak da değerlendirilmiş. Heraklit demiştir ki; “insan
aynı ırmakta iki defa yıkanamaz.” Bununla kasdettiği şey, bütün realite
devamlı bir değişme içindedir; yani tarihîdir ve böyle olduğu için de, devamlı
değişen şeyler idrâk edilemez’ demektir.
Heraklit düşüncesinin, metafiziğinin, Eflâtun’unkine ve diğer düşünce
ekollerine o kadar ters düşmesinin asıl sebebi de budur. Toplumu, bir mekân
plânında, zamanın getirdiği değişmeleri yok sayarak, incelemek var; bir de,
zaman içinde, esas itibariyle “zamânî
bir tekevvün”, geriye dönülemez bir oluşum, diye
incelemek var. Bunlar tamamıyla zıt temayüllerdir. Tarihçi, esas itibariyle
hâdisâtı bir zaman içerisinde değerlendirmek durumunda. Yani tarih, değişmenin
ilmidir; zamanla ilgili olduğu için. Onun için de, tarihte teori inşa etmek
kolay değildir. Tarihî hâdiselerin
“unique” (benzersiz, emsalsiz) liği problemi de bu mesele ile ilgilidir.
Mümtazer Türköne: Ancak bütün totaliter düşünceler
temelde tarihin durdurulabileceği varsayımına dayanır. Acaba nedir totaliter
düşüncelerden mülhem tarih anlayışı?
Şahin Uçar: Meselâ bizim
Osmanlı’da da vardır. “STATİK TOPLUM
İDEALİ” şundan doğuyor. İnsan zekâsı ve ruhiyatı değişmeyi sevmez. Şunu da
kabul etmek gerekir ki; statik
bir toplum, huzurlu bir toplumdur. Eğer ideal bir toplum, değişme
oranının düşük olduğu bir toplum veya ‘statik bir toplum’ (ne kadar
mümkünse o kadar) inşa edebilseydik; o zaman herkes kendi yerini, mevkiini bilecekti;
hâdiselere karşı tepkilerini denetleyebilecekti ve statik bir toplumun cemiyete
verdiği şey huzurdur: Diktatörlerin o kadar başarılı olmalarının ve seçim
yapıldığında halk tarafından da o kadar rağbet edilmelerinin sebeplerinden biri
de bu. İnsan hayatını yaşarken huzuru tercih ediyor. Yahut batılı tabirle
konformizmi tercih ediyor. KONFORMİZM,
mevcut statükoya uyumlu olmak demektir. Ama realite, değişen bir realite.
Bu, esasında maddî ilimlerde de
böyledir. Maddî ilimlerde de (maddî cansız nesneler plânında da) değişme
vardır. Ama, zaman içerisinde maddî nesnelerin değişmesini ihmal ettiğimiz takdirde,
cansız hâdiseler plânında kaldığımız müddetçe, bu fazla tahrip edici olmuyor.
Genellemeler inşa ederken, teoriler inşa ederken, maddî ilimler tarzında
incelemek ve zamanın tesirini yok farz etmek veya bütün hâdisâtı statik olarak
değerlendirmek, maddî ilimlerde az çok başarılı teori inşalarına yol açabilir.
Ancak tarihçilikte ve diğer sosyal ilimlerde de, bu problemlere yol açıyor.
Şimdi tarihçilikte diğer sosyal ilimlerin malzemesini mu’ta olarak kullanıp,
tarihî ve mânevî ilimler (Geistenwissenschaften) diye topyekûn değerlendirmenin
daha esaslı olacağına işaret etmiştim. Ama, i meselâ
sosyoloji ne yapıyor, tarihî hâdiselerin “unique” hususiyetlerini görmezlikten
geliyor, genel hususiyetlere bakıyor. Yani mekân içinde incelemeye çalışıyor.
Bütün İlmî temayüller, hâdiselerin “unique” olmadığını farzederek,
statikleştirmeye, modeller inşa etmeye yöneliyorlar. Çünkü, teori inşa etmek
için böyle şeylere ihtiyaç var.
Şimdi tarihte hâdiselerin “unique”
olması problemi de şundan doğuyor. Biz alışılmış ‘tarihî tahkiye’
geleneği içinde, hâdiselerin zamanı ile mekânını belirtiriz. İster maddî bir
hâdise olsun, ister sosyal bir hâdise olsun, herhangi cinsten bir hâdisenin
hem zamanını hem mekânını, yani koordinat sistemi içinde üç boyutunu ve
diyelim bir T zamanını işaret ettiğimiz zaman, bütün hâdiseler unique olur. Hâdiselerin ilmi olamaz. Genelleme yapamazsınız.
Genellemeleri biz benzerliklerden
hareketle yaparız. Benzerlikler ise, az çok ihmal edilen farklar sayesinde
mevcut olan şeylerdir... Nominalist’lerin
(adcı) benzerliklerden
hareket eden insan düşüncesine, (universal dedikleri) ‘küllî isimler’ ve
genellemelere umumî itirazları burdan çıkmaktadır.
Burada çok enteresan bir şey var.
Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara sûresinde bir âyet vardır: “Allah Teâlâ Adem’e her
şeyin ismini öğretti” diyor. İnsanlar hâdiselere, mefhumlar olarak
bakar. Hâdiselere isimler vererek anlayışı temin eder. Meselâ, elma ağacı
diyoruz, birbirine tamamen benzer iki elma ağacı yoktur yeryüzünde ama elma
ağacı veya daha genel olarak ağaç kategorisi şeklinde bir mefhum var. Bu
sayede düşünebilmek mümkün olmaktadır. Nominalistlerin tenkitlerinin haklı
olduğunu ben de kabul ediyorum. Ben de tercihlerim itibariyle nominalist
sayılabilirim; ama, katı prensipler çerçevesinde kaldığımız takdirde ‘anlayış’
mümkün olmaz.
Genel olarak ilim adamlarının
kusurlarının başında şu geliyor: Kendi beşerî idrâklerini ve anlayışlarını (ki
beşerî düşüncenin temelinde kusurlar var ve bu benzerliklerden hareketten
kaynaklanan bir hâdise) putlaştırıyorlar: Beşerî idrâkin dâimâ hatalı olduğunu,
az çok yaklaşık ma’nâlar ifade ettiğini görmezlikten geliyorlar. Tarihte,
biz hem zamanı hem de mekânı belirttiğimiz için, hâdiseler
“unique” karakter kazanıyor ve dolayısıyla, bir hâdise ile başka
bir hâdise arasında hiçbir benzerlik bulmak mümkün olmuyor. Sosyolog,
işin zaman boyutunu bir tarafa bırakıyor. Fakat bu, “tarihte
genelleme yoktur”şeklinde katı bir prensibe dönüştürülmemelidir;
çünkü o zaman, tarih sırf bir tahkiyeye, bir hikâyeciliğe, bir nevi sanata
dönüşecektir. Bunun da kendine göre meziyetleri ve kusurları olabilir.
Şimdi, “bulunduğumuz yer
beraberinde ‘ben neyim’, ben kimim?’ sorularını da getiriyor” diyorsunuz: Sen
ve ben Müslümanız, aynı zamanda Türküz. Nereden geliyor bunlar? ‘Tarihî
miras’tan. Bir cemiyet içinde doğduk. O cemiyeti biz seçmedik, vâkıa, yani
Türkiye’de doğduk. Türkiye’nin bir tarihi var. Şu anda Türk milletinin elinde
bulunuyor Türkiye. Bunun bir tarihi var. Müslüman olmuş bu millet vaktiyle. Bu
kültürün, yani tarihî mirasın, içinde doğmak ve yetişmek itibariyle, elbette
biz de, bu hususiyetleri de taşıyoruz. Ama, çoğu zaman da bunun için tarihe
müracaat ediyoruz biz. Doğru ve “asıl tarihi inceleme”nin faydası da bu:
Kendi kültürümüzü, sırf bir
kültürel şartlanma (sırf bir beyin yıkama hâdisesi) şeklinden farklı olarak,
yani aile ve eğitimdeki yetiştirilme tarzının dışında görebilmek; kendi
kültürümüzün nasıl geliştiğini, hususiyetlerinin neler olduğunu, kaabilse
meziyetlerinin ve kusurlarının neler olduğunu yeniden değerlendirebilmek için
tarihi öğreniriz. Kimliğimizin,
içinde bulunduğumuz mekânın ve zamanın şartlan içerisinde, toplum tarafından,
aile tarafından, kültür tarafından belirlenmiş ve şuursuzca (an kovanındaki
işçi arının verilen vazifeyi yapması gibi) bir kimlik olması yerine;
kimliğimizi kendi şuurumuzla tetkik edebilme meselesi çıkıyor. Fakat bunun bir
meziyet olduğu kadar, bir kusur olduğu da âşikârdır. Çünkü tarihçiler
tabiatıyla bir dünya görüşüne sahiptirler; bir kültüre sahiptirler ve tarihe
de bu kültürün perspektifinden bakmaktadırlar. Dolayısıyla tahrif
etmektedirler. “Kendi kültürlerine göre bir değerlendirme” yapmaktadırlar.
Tarihî hâdiselerin bir diğer ciheti de şu ki, insanın kültürel hâdiseleri
öğrenmesi çok zordur. Eliot
bir yerde diyor ki (Kültür
Üzerine Düşüncelerde): “Tam
ma’nâsıyla kültürlü bir insan mümkün olamaz. Çünkü kültür o kadar geniş bir
kavram ki, bütün yönleriyle, öğrenmek, hazmetmek, anlamak insanüstü bir
hâdisedir.”
Mümtazer Türköne: “Hangi tarih?” Tarihi alet etmek
olmuyor mu bu?
Şahin Uçar: İşte bu kaçınılamaz bir netice
oluyor. Çünkü insan kendi kültürünün perspektifiyle bakıyor tarihe ve insanlar
da bencildirler; dâimâ kendilerine hak veriyorlar. Bu insanların bencillikleri,
kültürlerde de medeniyetlerde de vardır. Veya mahallî devletlerin
politikalarında da vardır. Herkes kendi menfaatini hesaplıyor tabiî: Ve arzularımızın, imanlarımızın,
kişiliklerimizin meşrulaştırılması için de tarih âlet ediliyor. Bu, esasında, bilhassa 1. Dünya
Savaşından sonra yayılmış bir hâdise ve yine sanayileşmenin getirdiği bir
hâdise. Tarihçilerin de sanayileşmenin istediği ma’nâda bir milliyetçiliğe
sahip olması, sanayileşmenin taleplerine cevap verecek bir tarzda tarihe
bakması istenmiştir. Tabiî olarak gelişmiştir bu hâdiseler. Bu yapılıyor
doğru...
Mümtazer Türköne: Ülkemizde tarih kronolojik
bilgileri, özellikle de inkılap tarihi çerçevesinde, Cumhuriyetin temellerini
ve ideolojisini açıklamaya yönelik. Bundan bir popüler tarih anlayışı çıkıyor.
Akademik seviyede de “Ranke’ci (dalavere,
entrikalar, dolaplar) tarih
anlayışı”
sürdürülüyor: Yani tarihçilerimizin görevi sadece belgeleri bulup gün
ışığına çıkartmaktan ibarettir. Kritik tarih anlayışının, tarih felsefesinin,
embriyon hâlinde bile ülkemizde izine rastlanmıyor. Zannederim bunu sadece
azgelişmişliğimizle açıklayamayız. Acaba bu bir tesadüf müdür? Yoksa kültür
mirasımızla, sosyal şartlarımızla ve resmî ideolojiyle ilişkisi var mı?
Şahin Uçar: Türkiye’de hâkim olan anlayış,
tabiî olarak bir milliyetçi tarih anlayışıdır. Bir bakıma şu da söylenebilir:
Bugünkü ma’nâsıyla millî devlet dediğimiz mefhuma en yakın Türk devleti tarihte
belki de bu Türkiye Cumhuriyeti sadece; öbürleri eski ümmet anlayışına,
hanedanlık anlayışına ve ortaçağın tagallüble kurulan devletleri kategorisine
girer bir ma’nâda. Meselâ, devlet dediğimiz şey nedir? Oppenheimer meseleyi, “Devlet
tagallüble kurulur.” diye
noktalamış. İncelemiş ve İbni Haldun ile Makyavelli ile aynı noktaya varmış. “Devlet
tagallüble kurulur” dediğimiz
zaman, “tagallüble de devam eder” ma’nâsını tazammun eder. Yani, o zaman,
“her devlet, belirli bir ölçüde, sun’î bir zorlamadır; hâkimiyeti, elinde
bulunduranların empoze ettiği bir sistemdir” fikrini tazammun eder. Şimdi,
cumhuriyetin bir ideolojisi olacaktı elbette; çünkü saltanatı yıkmıştır;
herhalde saltanatı devam ettirseydi Cumhuriyet olmazdı. Sonra, cumhuriyetin
yıktığı saltanat, İslâmî ideallere bağlı bir Osmanlı hanedanlığı idi.
Şu veya bu ölçüde de olsa, en
azından meşru İslâmî hukuku kabul etmek durumundaydı ve padişahın hakları da bu
hukukla sınırlı görülüyordu. Tabiatıyla, bu eski Osmanlı hanedanının 6 asırlık
tarihini cumhuriyet noktai nazarından değerlendirmek durumunda kaldı
tarihçiler. Çünkü şartlar değişmişti ve tarihçiler de bulundukları noktadan
bakmaya başladılar tarihe. Meselâ, bir Osmanlı tarihçisi, bir vak’anüvis,
hanedanı ve etrafındaki siyasî hâdiseleri önemli görür. Bunlar önemli
olmasalar bile, açarsınız bir vak’anüvis tarihçiyi bakarsınız ki, padişahın
çocuklarının sünnet düğünü 40-50 sayfa tarif edilmiş. Yani, o ideolojinin,
devlet yapısının, bünyesinin, cemiyetin icabı her neyse, orada hanedan merkezi
teşkil etmektedir. Dolayısıyla tarihçi de hanedana öyle bakacaktır. Cumhuriyet
tarihçileri ise, Celali isyanlarını, OsmanlI’nın sosyal hayatını, tımar
sistemini incelemiş. Yalnız buradaki azgelişmişlik meselesine gelince... aslında
modern tarih anlayışı yenidir, bütün modern tarih anlayışları henüz çok
yenidir.
Mümtazer Türköne: Fakat 19. asır bile bana daha
ileri geliyor. Meselâ, Osman Turan gibi ciddi bir tarihçi ‘Türk Cihan
Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’ni yazıyor; sonra, ‘Türk Devlet Geleneği’
ile ilgili tarihler yazılıyor. Bunlar metodolojik problemlerden ziyade
ideolojik problemler; hattâ politik problemler koyuyorlar diyorum,
ilâveten de, son zamanlarda Cumhuriyet’le moda olan, Türk Tarihinin
Bütünlüğü iddiası var. Bu herhalde daha önceki tarihçilerin hiç aklına gelmedi.
Ne dersiniz?
Şahin Uçar: Şimdi efendim, bu, yine ‘millî
devlet’ fikrinden ve milliyetçilik düşüncesinden doğan bir telâkkidir. Ben
İbni Haldun’un şâkirdi sayılırım bir noktai nazardan; yani, devletin
tagallüble kurulduğunu ve tagallüble devam ettiğini kabul ederim. Çünkü
eski hanedanlar, Selçuklu hanedanlığı, Osmanlı hanedanlığı ve benzerleri, bir
hanedanın kurduğu bir devlettir, bir milletin kurduğu devlet değil. Millet
vardı tabiî; fakat, bu hanedanlar sadece bir millete de hükmetmezlerdi ve bir
millet sayesinde de yükselmezlerdi. Erol Güngör, hatırlarsanız, ‘Aşiretten Devlete Geçiş
Problemi’ diye makaleler yazmıştı. İbni
Haldun da, dikkat ederseniz, “Aşiret kurar devleti” diyor, “asabiyetle kurar” diyor; yani “kavmiyetçilikle kurar” diyor. Bir adam vardır, etrafında adamları, kavmi
vardır, kurar devletini; bunun karşısına, ister aynı kavmin mensubu veya aynı
milletin mensubu olsun ister olmasın, herkes karşısına çıkar. Karamanoğlu
Osmanlı ’nın karşısına çıkmıştır meselâ; o da Türk’tür, bu da... Yani, devlet
kurulur ve devam eder. Şimdi bu bütünlük fikri tabiatıyla eski tarihçilerimizin
bu yüzden hiç aklına gelmemiştir.
Her devlet bir hanedanın devleti
idi.
Mümtazer Türköne: İbni Haldun, “Asabiyetin gayesi
mülktür” diyor.
Şahin Uçar: Tabiî... Şimdi bir Osmanlı
tarihçisi kendini, bir Osmanlı olarak görüyordu ve Osmanlı devletinin,
hanedanın tarihini yazıyordu. Selçuklu tarihçisi, Selçuklu tarihi yazıyordu.
Mukaddemâtını da yazıyordu, Orta Asya’yı da yazıyordu belki, fakat böyle bir
devamlılık fikri eski tarihçilerde yoktu; çünkü eski tarihçilerde
‘milliyetçilik zihniyeti’ yoktu. Bu, modern ma’nâsıyla milliyetçilik
endüstri devriminin sonucudur ve Türkiye’ye de ancak endüstri devrimiyle
birlikte gelmiştir. Yani biz sanayileşmeye Sultan Hamid döneminde başladık
ve bu modem akımlar da bu suretle girdi Türkiye’ye. Bunlar tesadüf de değil:
Sanayileşmenin telkin ettiği şeyler.
Mümtazer Türköne: Kutadgu Bilig var, Orhun
Abideleri var diyorlar...
Şahin Uçar: İşte onlar tabiî milliyetçilik
anlayışındandır ve o tip tabiî milliyetçilik her millette, her devlette, her
zaman görülür. Bundan kaçınmak da mümkün değildir. Akrabalık tesânüdü makamında,
ona benzer... İbni Haldun’un tabiriyle söyleyeyim, “o bir asabiyet hâdisesidir” ve her devirde, herkeste vardır; esasen modern dünyada
da vardır.
Kaynak:
Prof.
Dr. Şahin Uçar Tarih Felsefesi Yazıları, Şule Yayınları Kasım 2012, sh.27-34
(Kürt
Meselesinde Türk Tarihini hırpalayanlar için bu eki ilave ettim.)
Şahin Uçar:
Bundan ne
çıkıyor? Bundan şu çıkar: Ben herhangi bir hâdise hakkında bir kronoloji
veririm, filan tarihte olmuştur derim; ona bağlı olarak cereyan eden başka bir
hâdisenin de ondan sonra olması gerektiğini söylerim. Halbuki verdiğim kronoloji
gerçekte yanlış olduğundan, hâdiseleri tam tersine tefsir etmiş olabilirim. Sebebi
netîce, neticeyi de sebep gibi gösterebilirim. Biz tarihî vak’aları ‘kesin ve
mutlak ma’nâda’ bilemeyiz. Bunun diğer ilimlerin usullerinde de hiçbir zaman
mümkün olmadığını biliyoruz. Tarihte de böyledir. Önemli olan tarih filozofunun
tarihî vak’aları nasıl değerlendireceği ve nasıl kullanacağıdır. Yoksa tarihî
hâdiselerin, gerçekten tam bir kesinlikle, şu suretle mi veya bu suretle mi
cereyan ettiği kimseyi ilgilendirmemesi gereken bir hâdisedir.
Toynbee
güzel bir misal veriyor; “Tarih Hakkında İki Konferans” kitabında:
‘Birtakım
münevverler bir kokteylde bir araya toplanmışlar. Bir de kadın varmış
içlerinde. Münevverlerin hepsi de tarihe meraklı âlim adamlar, meraklı, bilgili
adamlar. Birtakım Roma imparatorlarından bahsedip duruyorlar. Kadıncağız
dinliyor, dinliyor, bu Roma imparatorlarının isimleri garip anlaşılmıyor.
Bunların anlattıklarına bakılacak olursa, bunların kimisi kaatil, kimisi
hırsız, “Ne var beyler?” diyor, ”Yani sizin bu
bahsettiğiniz adamların hepsi çoktan ölmüş gitmiş değil mi?” “Evet”
diyorlar tebessüm ederek. “Peki bu adamların hepsi de kötü adamlarmış
değil mi?” “Evet” diyorlar, yine tebessüm ederek. Kadınla dalga
geçiyorlar. Ve kadın, “Peki, ne diye iki saatten beri bunlardan bahsediyorsunuz?”
diyor.
Hakîkaten
böyledir ve avamın bu tesbiti son derece yerindedir. Yani, ne demeye ben Roma
İmparatoru Neron’un bilmem ne halt ettiğini inceleyecekmişim? Eğer tarihî hâdiselerin
ma’nâsını anlamayacak ve sırf nakletmekle iktifa edeceksem, tarihin ma’nâsı
nedir?
Kaynak:
Prof.
Dr. Şahin Uçar Tarih Felsefesi Yazıları, Şule Yayınları Kasım 2012, sh.61-62
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar